Tüm Bilgi Paylaşımlarım

Kadir Gecesi Tüm İnsanlığa ve Türk Dünyasına Hayırlara Vesile Olsun ! ...

Kadir Gecesi Tüm İnsanlığa ve Türk Dünyasına Hayırlara Vesile Olsun !..    İlk söz:: İslam anlayışında kalp,kişinin yoldan çıkması ve kötülük yapmaya devam etmesiyle katılaşır. Alınan bir dizi kötü karar sonucu kişinin rehberlik hizmetinden zaman içinde mahrum kalmasını anlatır. Yani kalp birden katılaşmaz. Yüce Yaradanın nurunun  kalplerde sönmesi ile oluşur. Yüce Yaradının kalplerde ki nurunun adı da vicdan. Vicdansız olunca,  orada bir boşluk olur.... nefretle  dolar orası,  vicdana sığmaz.. Kalp kaskatı olur.. Kalp kasakatı olunca da üzerine inşa edeceğiniz bir din kalmaz..  O nedenledir ki neler yapıp ettiğini bizimle  birlikte bilen, mahremimizi gören, iç şahittir... Gözleri hep açıktır. Asla uyumayandır vicdan.. Bilinmese de haddizatında mevcut kalandır vicdan...  Katılaşmış kalp için huzur vehim..... Günü beklemek gerek,. bir kandil yananana dek geceleri onlar için ta ki güneş doğup gönülerini aydınlatana dek... Her karanlığı aydınlatan... bütün sözlere, bütün eylemlere hakan...... O doğmayan ve doğurmayanın ağzından.. Onu okumak... anlamak…. ve özümsemek  Salih amellere ulaşabilmek… için  eleştirel düşünme ve sentez yapabilme becerisi ve birikimi şart... Temel sağlam değilse bina her zaman eğreti durur... Hatta durmaz bile... Temel sağlamsa  o zaman kimse sizi Kuran ile aldatamaz... Aksi bir düşünce, hüsnü zandır belki  ama zandır, kesin... İslam dini, yaratan ile yaratılanların arasındaki Korelasyon ilişkisini doğruluk, hak ve adalet üzerine kurmuş ve korelasyon katsayısını da bire eşitlemiş. Bu ilişki bir ya da bire yakın değil, kesin bir. Kur’an’a göre hak ve adalet kişisel ilişkilerden, kurumsal yönetime, devlet yönetimine kadar her alanda hassasiyetle gözetilmesi gereken bir ilke olduğunu yazıyor kitaplar!.. İngilizcede “soul searching” diye bir deyim var. “Ruh taraması,” olarak çevrilebilir, belki. Kişinin, bir konuda, vicdanında, güdü, inanç ve tavırlarını keskin bir incelemeye tabi tutması anlamında... Bir haksızlık yapıp , haksızlık karşısında susmak böyle derin ruh taramalarına temel çıkış noktası. Adil olmak, adaletten ayrılmamak, adaleti korumak Allah’ın emri. Adaletin olmadığı yerde: barış, güven, huzur, başarı, mutluluk olmacağı kesin Kur’an, takva sahibi olabilmek için adil  olmak şart. İslam’ın, ilahi nizamın temel direği adalet, denge, doğruluk. Adaletin karşıt anlamı zulüm, baskı, sömürü. haksızlık... ["İlahi, tam ve mutlak adalet ahiret günü yüce Allah’ın huzurunda sağlanacak.. Herkes duysun ki, Allah`ın laneti zalimler üstünedir. ’’ (Hud/18) “Zulmedenlere eğilim göstermeyin! Yoksa ateş sizi sarmalar.. ” (Hud /113) Maide 8. ayet: ‘‘Adil olun, bu takvaya en yakın yoldur’’ buyurulmuş.(Kasas/ 59).  ‘‘Biz medeniyetleri-ülkeleri zülme sapmadıkça, adaletten ayrılmadıkça yok etmeyiz’’ Adaletten ayrılan, zulme sapan toplumların yok edilecekleri bildirilmekte. (En’am/ 115). ise: ‘‘(Kur’an, ilahi sistem, varoluş) adalet ve doğrulukla tamamlanmıştır’’] İlahi sistem; adaletle, doğrulukla, belli bir denge ve ölçü ile kurulan ve işleyen bir sistem. İlahi sitemin kurallarında keyfi ve subjektif değişim yok.. İşleyişinde olasılıklara, paradokslara yer yok. Hiç kimsenin "Kulluk Miracını"kendince yargılamaya hakkı yok . Kendince ekleme çıkarma hakkı yok .. ( Âl-i İmrân /78.) Kendilerini tartışılmaz konumda görüp  Kendilerini sözüm ona dine eşitleyenlerde.. Bunların söyledikleri “safsata” “Ad hominem” dedikleri.. Adalete aykırı davranışlar; Kur’an’a, ilahi sistemin kurallarına, dengelerine ve işleyişine aykırı davranışlar. Adaletten ayrılmak, Allah’a ve ilahi sisteme karşı gelmek, sistemin dengelerine, işleyişine aykırı düşünce ve davranışlar. (Maide/ 107).  ‘‘hiçbir haksızlık yapmadık. Aksi halde mutlaka zalimlerden olurduk. ” ifadesiyle haksızlık adaletsizlik yapmanın-adaletin karşıt anlamının zalimlik olduğu bildirilmiş. "Haksızlığa karşı susarsanız, hakkınızla birlikte şerefinizi de kaybedersiniz." Saf tutuyoruz, Cancağızım! Cin olup adam çarpanlarla kırılmaz cam olanların mücadelesine seyirci kalanlar müdahil olana dek oynanacak bu oyun. Cıvıklığın neşe, hadsizliğin özgüven, kabalığın doğallık, kibrin karizma, patavatsızlığın dobra olmak, ahlaksızlığın özgürlük, narsizmin kendini sevme zannedildiği bir yerde; büyük sıkıntı var, oldukça büyük bir sıkıntı.. Dünyanın güneşten yüzünü çevirmesine karanlık diyoruz.... çevremizdeki ve çehremizdeki karanlıklar, "...mış gibi" yüce yaradana çevrilmiş yüzlerin ışıksızlığından olsa gerek... Gece dünyanın gölgesi. Dünya karanlığa sebep... Kimileri gelecekten bahsediyor ama kastettikleri geçmiş aslında. Ebedi rücu... Bugünün güzel sözü: “Kadir”. “El-kadr” mastırından türetildiğini. yazıyor kitaplar… i- plân/kanun, ii- değer, iii- ölçü, iv-güç, v- mübarek/şeref/ azamet, vi- daraltmak/ eksiltmek, Fiil olarak i-“ Kâinata ki her işin plânlaması, ii- “isteklerin değerlendirilmesi”, İii-“ Kâinatın belirli ölçüde yaratılması” "Onların bir tek Allah’ından bu kadar güzel sözler çıkarken, sizin üçyüz tanrınızın dili mi tutuldu? " Çağrı Dört kutsal kitabın ve yüzlerce sayfalık İlahi mesajların ortak paydası, iman ve ahlâk esaslarıdır. Bütün Hak dinlerin ortak paydası ise,  “Ahlak”dır. İmanın hakikatine ulaşamayan ve  ahlâklı yaşamayan insanlar, giderek yozlaşır ve özüne yabancılaşır. Böylece, görünüşte dinleri, kavimleri, ülkeleri, partileri, kültür ve gelenekleri farklı da olsa, gerçekte düşünce yapıları ve değer yargıları aynı olan  “yozlaşmış insan tipi” ortaya çıkmaktadır.  Kur’an’ın “cahili insan” diye tanımladığı bu tiplerin hayat felsefeleri ortaktır; Dünya merkezli, servet, şöhret ve şehvet eksenli bir yapıları vardır. Dünya’nın neresinde, hangi dönemde ve hangi seviyede ve statüde bulunursa bulunsunlar; bu tiplerin amaçları, arzuları ve ahlâkları aynıdır:  Dünya nimetlerinden azami derecede yararlanmak... Hayatın tadını çıkarmak... Başkalarından farklı ve üstün olmaya çalışmak... Ve bütün bunlara kavuşmak için de kanunlardan ve i nsanların fark edip kınamasından emin olabildikleri sürece, her türlü hile ve haksızlığı mübah saymak!.. Kimsenin kalbini, din bilgisini, inancını, bilemezsiniz. Kur'an'da, mânevî hayattan soyutlanıp hakîkate kapıları kapanan, mühürlü ve kilitli kalbe sahip olur. O mührü ancak unuttuğu Allah açar. O, hakîkattir. Kalp, ancak, "karanlıkta" olabilir. Günümüzde "İkonalara, seremonilere ve ritüellere boğulmuş bir din var.. Bu din benim dinim değil. Amerikano İslam', 'Euro İslam' ne derseniz deyin, kesinlikle bu ferdi planda vicdanlara, içtimai planda mabetlere hapsedilmeye çalışılan din, yüce yaradanın emrettiği din  değil." “İnandığımız gibi yaşamayınca, yaşadığımız gibi inanmaya başladık sanki” Okul, televizyon, gazetelerin ramazan sayfalarından öğrenilen Müslümanlıkla ancak bu kadar olurdu zaten. İşte onun için gidip terör örgütlü cemaatlere/tarikatlara kapaklanıyorlar,  Bu iş sadece bunlardan ibaret de değil. Bu durum kırsaldaki okumamışlarla ilgili bir sorun değil, akademik kariyer sahibi olup “Akaid”, “Siyer”, “Kelam” ne demek bilmeyen bir çok  genç var!? Amentü diye okuyup durduğumuz bir metin var ya, orada bir cümle de şöyle der: “Ve bil gaderi hayrihi ve şerrihi minellahu teala”.. Hayır ve şer’in Allah’ın iradesi içinde olduğuna iman ederim. Bakın biz “Allah’ın rızası”na talibiz! Ama hayır’ı da, şerri’de yaratan Allah’tır. Bir topluluk Allah’ın ipini bırakmıştır, Allah da onların ipini bırakır. Onları Allah’ın elinden alacak kimse yoktur!   Arabesk bir şarkıdaki gibi “Tanrım beni baştan yarat” şeklinde Allah’a haşa akıl öğreten bir bakış açısı bir Müslümana yakışmaz. Siyasilerin de katıldığı toplu dualara bakıyorum, kimi Allah’a akıl öğretiyor, kimi ikna etmeye çalışıyor. Allah’a açık açık neyi nasıl yaratması gerektiği söyleniyor sanki. Araya birtakım aracılar konularak ısrarla, tekrar tekrar istenen şeylerin gerçekleşmesi isteniyor. Hani bize hayır gibi gelen şeylerde şer, şer gibi gelen şeylerde Allah hayır murat etmiş olabilirdi. Yüce yaradan peygamberlerini bile, nimetlerini artırarak ve eksilterek, hatta korku ile imtihan edeceğini söylerken, biz Allah’tan bizi bu imtihanlardan muaf tutmasını istiyoruz sanki. En iyi bildiğimizi sandığımız şey dua, ama onu da bilmiyoruz. Evet, tamam “Dualarımız olmasaydı ne işe yarardık ki!” de “Kabul olmayan duadan Allah’a sığınırım” diyen Peygamber ne demek istedi aceba!?. Sadece istemekle o şey olacak mı. Ya da sadece onu dua kalıbında söylemediğimiz için mi olmuyor bazı şeyler? Mesela bütün Müslümanlar aynı zamanda “ Mescidi Aksa’nın kurtuluşu için dua etsek” niye etmiyoruz, sadece tek başına dua yeterli olacaksa. (İsra /11)’de, “İnsan iyiliğin gelmesine dua ettiği gibi, kötülüğün gelmesine de dua eder. Esasen insanoğlu acelecidir” deniyor. Bu ayet bize ne söylüyor? “İblis bir günah işleyeceği zaman işe önce günahı kutsallık zırhına sarmakla başlar!” Allah’ın indinde makamınızı görmek isterseniz, sizi neyle meşgul ediyor ona bakın. “İman ettik” demekle yakamız bırakılıvermeyecek! “Bizden öncekilerin başına gelenler, bizim başımıza gelmeden cennete girdirilevermeyeceğiz”. “Allah bizi mallarımız, canlarımız, sevdiklerimizle kimi zaman artırarak, kimi zaman eksilterek cennete girdirilivermeyeceğiz.” “Kimsenin kimseye hiçbir faydasının olmadığını, annelerin evlatlarından kaçtığı o gün” yalnız başımıza imtihan olacağız ve hiçbir koruyucu ve yardımcımız olmadığı halde. Allah yaptıklarımızı, yapmamız gerekirken yapmadıklarımızı, söylediklerimizi ve söylememiz gerekirken söylemediklerimizi, kapalı kapılar arkasında fısıldaştıklarımızı görmekte, duymakta, bilmektedir. İbadet ve hayırlarını günahlarına perde yapanlar bilsinler ki, “Habitat ağmalüküm” yani amelleri boşa gitmişti. “Vay o namaz kılanların haline ki” denilenler arasında isimleri yazılanların vay haline! Kitapta 28 peygamberin adı yazılıdır. 4 peygambere kitap verilmiştir. Bunlardan Tevrat Hz. Musa’ya (a.s.), Zebur Hz. Davud’a (a.s.), İncil Hz. İsa’ya (a.s.) ve Kur’an-ı Kerim Hz. Muhammed’e (a.s.)  indirilmiştir. Ayrıca 10 suhuf Hz. Âdem’e (a.s.), 50 suhuf Hz. Şit’e (a.s.), 10 suhuf Hz. İbrahim’e (a.s.), 30 suhuf Hz. İdris’e (a.s.) gönderilmiştir ki bu “suhuf”ların toplamı 100 sayfa yapmaktadır.. Kur’an-ı Kerim’de adı geçen 30’a yakın peygamberin başına gelenler, onların duaları, İlahi uyarılar kısa kısa bize anlatılır. Bunun sebebi işte onların yaptıkları ve söylediklerinde bizim için işaretler vardır.  Dikkatinizi çekti ise, bazı sure adları bu peygamberlerin adını taşımaktadır ya da onların başından geçen olayları anlatan bir isimle anılmaktadır. Mesela Kur’an-ı Kerim’de Hz. Musa’nın adı 136 defa geçmektedir. Evet, bu pencereden baktığınızda, nerede durduğunuzu göreceksiniz. Asıl önemli olan nerede olduğunuzdan çok, nerede olmak istediğiniz ve o yolda ne yaptığınız ile ilgili. Bu arada;"Allah sizi satmaz. Allah sizi arkanızdan vurmaz. Allah sizin kuyunuzu kazmaz. Allah size zulmetmez. Allah size yalan söylemez. Allah size ihanet etmez. * Allah'a yönelirseniz o sizin elinizi bırakmaz. Çünkü; 'Allah'tan başka sığınacak kimse bulamazsın..' * (Kehf/27). Kainatın yaratacısı, yerin ve göğün tek sahibi Yüce Rabbim; Hiçbir zaman , hiçbir koşulda senden başka  hiç kimseye kulluk etmeyeceğime...!  Tüm insanlığı ve Türk Ulusunu her türlü  afetlerden koruman için!... Bizleri, gurur, kibir,  ihtirastan uzak tutman için,  kıskançlık marazına yakalanmışlar dan olmamak için!...  Gerçeği örten nankörlerden / inkârcılardan / riyakarlardan/  münafıklardan / haram ile helal farkı gözetmeyenlerden.... kul hakkı /yetim hakkı yiyenlerden,  haksızlık karşısında susanlardan olmamak için!..  emanetleri ehline vermiyenlerden sakınmak için!... adaletle hükmetmeyenlerin şerrinden korunmak için!... ahde vefa/ salih amele sahip olmayanlardan uzak durmak için…  adaletten dönüp heva (tutkuları)na uyananlardan olmamak için!... kapalı kapılar altında her türlü fitne ve fesatlık  yapanların şerrinden korunmak ve onlardan olmamak için!... iftira atanların şerrinden korunmak için!... emanet lafz-ı bî-medlûllardan uzak durmak için!..  Yaşanan her günde Şeb-i Arûs var.. Ama bugünlerde daha çok var.. Elinden, dilinden zarar görmediğimiz, canımızı , malımızı emanet edebildiğimiz inanan ve salih ameller taşıyanların ... nice kadir gecelerine sağlıklı ve mutlu ulaşmaları dileği ile Tüm Salih Ameller Taşıyanların Duaları Kabul. Yüce Allah'ımızın Lütfettiği Nimetler Nasip  Olsun... Kadir geceniz hayırlara vesile olsun!...           Ahlaki Boyutdan Yoksun, İçselleştirilememiş Bir İbadet. Ne İçin?...   5,0     04.08.2013 13:02:36 A+ A- Hz Ömer dizisini izlediniz mi bilmiyorum ,ama bu dizi gerçekten güzel bir dizi!...  Aslında dizi haline getirilmiş İslamiyetin doğuşunu ve gelişimini anlatan bir filim…  İslamiyet’in doğuşunu, insanların Hz Muhammed’den etkilenmesini, Hz. Ömer’in Müslümanlığı nasıl seçtiği anlatılmakta.. Tabii ki inananların uğradıkları zulümler , inananların çektikleri çileler de.. Özellikle de İslamiyetin ilk zamanların da!... Peki İslamiyet ne vaat etti de, Allah’ın Resulü ne söyledi de insanların gözleri kamaştı.. Adalet dedi.. Adillik dedi…Eşitlik dedi.. İnsanların eşit olduğunu söyledi.. Haksızlığa göz yumulmamalı dedi.. Zulme karşı çıktı.. Kibrin, kıskançlığın, dedikodunun, fitneliğin, fesatlığın ,yalancılığın,hasetliğin,nankörlüğün, kulla kulluk etmenin  kötü bir şey olduğunu anlattı..Kısacası kadim değerlere sahip çıkılması gerektiğini anlattı… Birbirlerini sevmelerini, birbirlerinin kuyusunu kazmamalarını ,müslüman olmasa bile onların ötekileştirilmemesini istedi. İnsanlar etkilendi, ilk Müslümanlar bu sözlerin büyüsüne kapılarak Peygamber’in peşinden gitti.. İlk yıllarda dinin ahlak boyutu ön planda.. Ahlak boyutu etkileyici, Kadim değerler bağlılık cazipt, baş döndürücü, sürükleyici.. İyi insan olmanın, hakkaniyetli insan olmanın, adil insan olmanın, başkasının hakkını yememenin yolu gösterilmekte..  Kimse kimseden üstün değil..  Herkes Allah’ın kulu.. “Nice oruç tutanlar var ki, oruçlarından payları açlık ve susuzluktur. Ve yine nice ayakta duranlar / namaz kılanlar var ki, namazından elde ettiği şey yorgunluktur." (İbn Hanbel, 2/373) Ayet öyle diyor: Şeytan sizi Allah’la kandırmasın. İblis size sağınızdan, solunuzdan, önünüzden arkanızdan, aşağıdan ve yukarıdan gelir. Açık bir kapı bulursa içinize girer ve damarlarınızda dolaşır. Kanın gittiği her yere gider. Unutmayın, İblisin varlığı günah işlemenizin bahanesi, gerekçesi olamaz. Derler ki, “Kedi aç kalır ve yavrusunu yemeye karar verirse, onu fareye benzetirmiş.” Dindar biri yalan söylememeli, haram yememeli, zina etmemeli, içki içmemeli, adam öldürmemeli. Evet bu doğru. Ama Müslüman adam bunları yapmaz diye bir şey yok. Yaptı diye de dinden çıkmaz. Bunları yapmasa da, bunları meşru görürse, dinden çıkar. İblis peşine düştü mü bir insanın ve o da ona kapıyı bir açtı mı, artık onun işi zor.  İblisin peşinden yürümeye devam eder. Kim bunlar derseniz, onları görmek için çevrenize bakın bakalım, yok oldular değil mi? Onların gittikleri mekanlara bakın bakalım, eğer yolunuz düşerse tabii, kimlerle dost olmuşlar, kimlerle beraberler, kibir var mı? Eski dostları ile ilişkisi nasıl. Aile, çocuk, eş-dost ilişkileri ne durumda. Bunlar inandıkları gibi yaşamaktan uzaklaşınca yaşadıkları gibi inanmaya başlarlar..   Kimimiz ilmimizle kibirlendik, kimimiz makamımızla, kimimin paramızla, kimimiz şöhretimizle. Kimimiz bunlara ulaşmak için İblisin yalan vaadlerine kandı, kimimiz bunları elde ettikten sonra sapıttı. İnsanoğlu neyi ihtirasla ister ya da neye sahip olur ve onunla kibirlenirse, Allah onları o şeylerle imtihan eder. O şeyler, “dua ile istenen bela”ya dönüşür. Mahkeme kadıya mülk değildir. Bize  İlahlık ve Rablik taslayanlara, yani bizim üzerimize hüküm koymaya ve bizi kendi heva ve heveslerine göre terbiye etmeye kalkanların emri vakilerine her zaman karşı durmalıyız. Ağuyu altın tas içre, bala karıştırıp sunanların, yani helale haram katanların yaldızlı sözlerine ve işlerine de kanmayalım bu arada. Hani onlar, ‘Biz ıslah edicileriz’ diyorlardı da, Kur’an onlar için ‘Onlar bozguncuların ta kendileridir’ diyordu ya! “Ayinesi iştir kişinin lafa bakılmaz. Dünü unutmadan, ham vaadlere kanmadan. Adil şahidler olmak.. Haksızlık kimden gelirse gelsin, kime yönelik olursa olsun, mazlumdan yana zalimlere karşı olmak ne kadar güzel bir haslet. Kafanızı kimseye kiraya vermeden, ne lidere, ne örgüte, ne de şeyhe. Din ve devlet büyüklerini İlah ve Rab edinmeden. " Haksıza karşı, haklıdan yana durarak o her kimse ve işi ehline vererek. Aksi zulümdür ve Allah, cahil, zalim, fasık ve müfsit kişi ve topluluklara yardım etmez. Onların işlerini sarp dağlara sardırır. Kazandıkları, para makam ve şöhret, dua ile istenen bela olur onlar için. Yunusun dediği gibi: "........................ Okudum bildim deme Çok taat kıldım deme Eğer Hak bilmez isen Abes yere gelmektir Dört kitabın mânâsı Bellidir bir elifte Sen elifi bilmezsin Bu nice okumaktır. .........................."      Yukarıda çok kısa ve çarpıcı bir biçimde ifade edilen düşünceler  toplumun içinde debelendiği,.kısır döngüyü betimlemekte..Toplumları, aileleri, bireyleri sarsan dinin ibadet boyutu ahlaki boyutuyla entegre edilmiş. Bütünleştirilmiş...Gayri müslümler bile ötekileştirilmemiş.Onların inaçlarına;haklarına, hukuklarına ,canlarına,mallarına ve namuslarına helal getirilmemesi için mücadale verilmiş… Müslümanlığın,İslamiyetin  hızla yayılmasının sebebi de bu..  Hz. Ömer dizisi bu boyutu çapıcı biçimde anlatıyor..  Bugüne gelelim..  Dinin ahlaki boyutu bazı kesimlerce  unuttulmuş, konuşulmaz olmuş.. Her şeyde olduğu gibi, ibadette de herkes gösteriş peşinde…. "İnsanın olduğu yerde hiçbir şeye şaşma!" diyen özdeyişi doğrulamak için umarsız bir  tutkuyla haksızlığın, adaletsizliğin, kıskanmanın,  pusu kurmanın, arkadan vurmanın, bende olmayan başkasında da olmasın, ben önde olayım da başkası nerede olursa olsun algısının etkisi altında…. Eksiğimizi ve yanlışımızı bize anlatan gerçek dostları değil de; önyargımıza, yerleşik doğrumuza, kalıp düşüncelerimize, kör inançlarımıza, saplantılarımıza, ezberlerimize uygun sözler ederek, kendi bataklığımıza daha fazla saplanmamızı yol açan dalkavuklukları kendimize daha  yakın bulma çabası… Hayatın gerçeği yerine, kendi öz gerçeğini öne çıkarmak isteyenlerin kendilerini anlatırken kullandıkları "kutsal şalların gizlediği gerçeği" görme isteğinde ki azalma ya da yok olması; kör olması....Gerçek yerine  yanılsamaların arkasına takılma… Herkesi kusurlu, kendimizi kusursuz görme…. "Akla nazar değmez" gerçeğini unutup, insanların yüzlerine söyleyemediklerimizi, arkalarından ağzımızı doldurarak anlatmaktan hoşlanmak…. Kendi icadımız olan varsayımlarla oluşturduğumuz düşünce çerçevesini  "mutlak doğru" algılamasına kadar taşıma. "Kutsal kitabımız “Kuranı Kerim”i analatik olarak içselleştirmek yerine ,anlamını bilmeden ,başkalarının anlattıklarına körü körüne bağlanma isteği  "Kutsal kitabı anlama çabasında kendinden çok başkalarını aracı etme. Onların  söylediklerini asıl refarans  kaynağı olan kutsal kitabımızdan  teyit etmeden”mutlak doğru”olarak Kabul etmek. Bunun için insanlık bu kadar cana mal olan bir serüven yaşamak zorunda mı? Bu coğrafya da yaşadığı acılar yetmedi mi? Yoksa bunlar  sonsuzluğa kadar sürecek bir oyunun parçası mı? "Topluluktan topluma geçiş" sürecini tamamlayamamızın gerekçileri bunlar mı?... Hayatın "nesnesi" olmayı aşıp "öznesi" olma konusunda hızlı bir ilerleyememenin  handikapları bunlar mı?... Ahlaki boyutunu içselleştirmeden, konuşulmadan ibadet boyutunu hep ön planda tutulması ne kadar doğru. Ya da doğru mu? ..  Bilemem..  Tamam, doğru ibadet önemli de; ibadetin asıl amacı ne? İslamiyet sadece ibadet mi demek? Kesinlikle hayır!... Bizce “ibadet sorunu  yok ,ibadetle entegre edilmemiş ahlak sorunu var” …. Zaten ibadet sorunu hiç olmadı.. Gidin herhangi bir camiye herkes gayet düzgün biçimde namazını kılmakta….. Ben daha saçmalayanı, çuvallayanı, ne yapacağını bilemeyeni görmedim..  Duymadım da.. İnsanlar vecibelerini yanlışsız yerine getiriyor..  Ne kadar mükemmel!....  Bi sorun yok..  Yok da.. Ben kendimi bildim bileli varmış gibi davranılıyor.. Din denilince, İslam denilince, Müslümanlık denilince işin hep ahlakla bütünleştirilememiş ibadet boyutu…..  Okullarda da..  Camilerde de üzerinde durulan bu.. Dinin ibadet boyutu..  Sadece iktidarlar değil, aileler de dinin sadece ibadet kısmıyla ilgileniyor.. Gerisine bakmıyor.. İbadetin nasıl yapılacağını bir an evvel öğretmek..  Bu telaşı görünce, zannedersin ki.. Memlekette ibadet sorunu var..  Yok..  Ama bi sorun var..  Ahlak sorunu var.. İslam dininin bu kısmının konuşulmaması sorunu var.. İbadetten daha önemli görülmemesi sorunu var.. Hayata geçirilmemesi sorunu var..  Dini ibadetle sınırlama sorunu var.. Şu gerçek; çoğu kişi camide başka, cami dışında başka.. İbadet anında başka, ibadet dışında başka..  Adam namazında niyazında.. İbadetini eksiksiz yapıyor, kusursuz yapıyor.. Gelgelelim çalıyor, çırpıyor, önce cebini düşünüyor, kazık atıyor, dedikodu yapıyor, başkasının hakkını yiyor,başkasının namusuna göz dikiyor ,haram yiyor, haksız kazanç sağlıyor, Yalan söylüyor, kula kulluk yapıyor…uzatmayalım dinin yapma dediklerini, uzak dur dediklerini  yapıyor..   Dinin ahlak kısmını dikkate almıyor..  Niye mi? Çünkü ona ibadet kısmı öğretilmiş.. Ahlak kısmından haberi yok..İbadetin ahlakla içselleştirilerek yapılması gerektiğinden bi haber. Müslümanlığa , İslama  ne kadar zarar vereceğini düşünmeden, ötekeliştirme eğilimi daha kolay ve yaygın…  Dinin, ibadetle sınırlı olduğunu zannetmekte.. O ibadetin “ahlaklı bir insan olma yolunda yapılan ritüeller olduğunu”düşünmekten uzak. Kendince, en iyi ibadeti, o yapıyor!..Yukarıda anlatılanları teyit eden ibretlik bir hikaye.Birlikte okuyalım:       Efendim delilerin-velilerin çok olduğu o eski zamanlardan birinde, meczubun biri camiye girer, belli ki namaz kılacak..Ama oturmaz, meraklı ve şaşkın gözlerle etrafı süzer-dolanır..Bir oraya, bir buraya her köşeye dikkatlice bakar ve hızla çıkar gider..      Az sonra sırtında bağlanmış odunlarla tekrar gelir camiye ve tam namaza başlamak üzere olan cemaatle birlikte saf tutar..Ama sırtındaki odunlarla güç bela bitirir namazını.        Eğilip kalktıkça yere düşen odunlar, çıkardığı ses vs. derken, tabii cemaat de rahatsız olmuştur bu durumdan..Nihayet biter namaz, bitmesine ama her kafadan bir ses çıkar..Herkes kıpırdanmaya, adama söylenmeye başlamıştır bile..İmama kadar ulaşır sesler, hafiften tartışmalar..       İmam aynı mahalleden, bilir az çok garibin halini, şefkatle yaklaşır meczubun yanına ve der ki:      “Oğlum böyle namaz mı olur, sırtında odunlarla, sen ne yaptın? Hem kendini hem de çevreni rahatsız ettin bak, bir daha namaz kılmaya yüksüz gel olur mu?”     Bunu duyan meczub melül-mahzun, ama manalı bir bakışla sorar:      “Âdetiniz böyle değil mi?”       “Ne âdeti?!” der Hoca.. Cemaat da toplanmış, merak ve şaşkınlıkla olayı izlemektedir o sıra.. Demiş ki meczub bu kez: “Hocam ben namaz kılmak için girdim camiye, şöyle kendime uygun bir yer ararken içeridekilere baktım, gördüm ki herkesin sırtında bir şeyler var. Zannettim ki adet böyledir, ben de şu odunları yüklendim geldim işte, neden kızıyorsun? Kızacaksan herkese kız, tek bana değil! Hoca şaşırır: “Benim sırtımda da mı var?” der.. “Evet” der meczub, “Hepinizin sırtı yüklü!”.. Cemaatte ise hafiften “deli işte!” manasına,bıyık altından gülüşmeler başlamıştır.. Meczub bu kez öne atılır ve tek tek cemaati işaret ederek, saf bir çocukça, heyecanla bağırır: “Bak bunun sırtında mavi gözlü bir çocuk, bunda kocaman bir elma ağacı vardı.. Bunda kırık bir kapı, bunda bir tencere yemek, bunda kızarmış tavuk, şunun sırtında yeşil gözlü esmer bir hatun, bununkinde de yaşlı annesi vardı!..” Sonra iki elini yanlarına salar başını sallar ve umutsuzca; “ Boş yok, boş yok hiç!..diye tekrarlar. O böyle söyleyince, herkes dehşet içinde şaşkınlıkla birbirinin yüzüne bakar!     Aynen doğrudur dedikleri çünkü; Kimi doğacak çocuğunu düşünüyordur namazda, kimi bahçesindeki meyve ağaçlarını, biri onaracağı kapıyı, diğeri lokantasında pişireceği yemeği..Biri açtır aklında yiyeceği tavuk, birinin sırtında sevdiği kadın, diğerinde de bakıma muhtaç annesi vardır. “Peki söyle bakalım bende ne vardı?” der, bu kez endişeyle Hoca.. O da der ki:“Zaten en çok da sana şaştım hoca! Sırtında kocaman bir inek vardı! Meğerse efendim, hocanın ineği hastaymış, “öldü mü ölecek mi?” diye düşünürmüş namazda.. “Harâbât ehlini hor görme sakın, defineye mâlik viraneler var.”      Bildirince bildiren, yüreği olan görüyor elbet..     Ya işte böyle ... Bu kadardır ol hikaye..       Bize düşen ibret almak. Gelin hepimiz düşünelim bakalım, namazdayken sırtımızda neler var? Neleri sırtlıyoruz, neyin hamalıyız? Namaz ki bir gök yolculuğu.. Sevgiliyle buluşma, konuşma ânı.. Hiç insan sevgilisiyle olduğunda aklına başka şey gelir mi? Hem de nerde?! O huzurda.. Sırtımızda ne var?       Kısacası,gücümüzün sınırlarını bilmenin, gücü kullanma zamanını iyi kollamanın ve gücü kullandıktan sonra bize nasıl geri döneceğini hesaplamanın bizi  "insanlaştıran" ilkelerden biri olduğunu yüksek sesle  birbirimize anlatamadığımızdan.    Öğrenmenin  bizi " ilim sahibi" yapacağını; ama "ilkeli yaşamayı" bir  "davranış biçimi ve  yaşam tarzı" haline getirmeden "irfan sahibi" olamayacağımızı  kendimize anımsatamadığımızdan. Dürüst, kul hakkı yemeyen, Peygamberimizin ahlakına yakın bir ahlak seviyesine ulaşmış ama ibadette kusurlu, ibadette eksik insan mı makbuldür..  Beş vakit namaz kılan, din vecibelerini yerine getiren ama hileye hurdaya göz yuman, fitnelik,fesatlık,yalancılık.nankörlük,kıskançlık,haksızlık karşısında susan mı? Camide başka, cami kapısının dışında başka olan mı? Sorumuz net.. Hangisi? ibadet kısmıyla ilgileniyor.. Gerisine bakmıyor.. İslamiyetin ahlaki kısmı yok sayanlar!.. Görmek istemediğiniz kötülükleri, kapalı kapılar ardında fitne fesatlık yaparak sahneye koyuyorlar. Kendi yandaşlarına her türlü menfaat ve çıkarı sağlama peşindeler. O kişinin ehil olup olmadığına bakmadan; İşleri yandaşlarına vermek için yarış içindeler. Diğerlerini ötekileştirenler boş durmuyorlar. Ramazan ayı bile bunları durdurmaya Yetmiyor!.... Çünkü bakmayın onların” Müslamanım” diye ortalıkta gezinmelerine . Tek kelime ile "Münafıklar" siz bakmayınca yok olmuyorlar. Siz, çoğu kez korkudan, bazen yapacak daha mühim işleriniz olduğundan, belki 'makbul bir vatandaş' olmanız sebebiyle o kötülüğün size uğrama olasılığını hiç kondurmadığınızdan, bazen de sözcüklerle yeniden hayat verirseniz ruhunuzun altüst olacağını sezdiğinizden bakmıyorsunuz. Görmek istemiyorsunuz. Bakmayan her göz, karartılan her vicdanla o kötülük utanç verici bir vahşete dönüşüyor. Sadece o kişiler değil, toplum her katmanında tiksindirici bir meşruiyet içinde debelenip duruyorlar!... İbretlik bir hikaye... Evvel zaman da bir derviş, nefisle mücadele makamının sonuna gelir. Meşrebin usulünce bundan sonra her türlü gösterişten uzak, varlıktan vazgeçecektir. Usule uygun hareket eder derviş, soluğu berber dükkanında alır. "Vur usturayı berber efendi." der. Berber kazımaya başlar dervişin saçlarını, derviş aynada kendini takip etmektedir. Başının sağ kısmı tamamen kazınmıştır. Berber tam da diğer tarafa usturayı vuracakken, hışımla bıçkın bir kabadayı girer içeri. Doğruca dervişin yanına gider, başının kazınmış kısmına okkalı bir tokat atarak; "Kalk bakalım kabak derviş, kalk da tıraşımızı olalım." diye kükrer. Dervişlik bu... Sövene dilsiz, dövene elsiz olmak gerek. Kaideyi bozmaz derviş. Sesini çıkarmaz, kalkar usulca yerinden, geçer kenara. Berber mahcup fakat korkmuştur. Belli ki belalı, elinde silah astığı astık, kestiği kestik bir kabadayı. Kendini bilmez bir aciz... Ses çıkaramaz. Üzgün, suskun işine başlar. Kabadayı, koltuğa yerleşir, küstahça konuşmaya devam eder. Tıraş esnasında sürekli aşağılar dervişi, alay eder. " Kabak aşağı, kabak yukarı!" konuşur durur. Derviş suskun, bakar önüne, bir tarafı tıraşlı, bir tarafı saçlı... Nihayet biter tıraş, kabadayı çıkar dükkandan. Henüz birkaç metre gitmiştir ki, geminden boşanmış bir at arabası peyda olur, yokuştan aşağı hızla üzerine gelir. Kabadayı şaşkın, kalakalır yol ortasında. Kaçamaz bir yere. Derken, iki atın ortasına denge için yerleştirilmiş uzun sivri demir karnına dalıverir. Oracıkta can verir kabadayı, defteri dürülmüş, ömür saati son tik takını yapmıştır. Ölmüştür... Görenler basar çığlığı, eyvah! Berber ise şaşkın; bir manzaraya bakar bir de dervişe. Gayri ihtiyari sorar: "Biraz ağır olmadı mı derviş efendi?" Derviş mahzun, derviş üzgün, derviş düşünceli, cevap verir: "Vallahi gücenmemiştim ona, hakkımı da helal etmişim oysa. Gel gör ki bu kabağın da bir sahibi var, o gücenmiş olmalı!" Hatta bir büyük bu hikayeyi dinlediğinde şöyle bir yorumda bulunur. Eğer o derviş efendi, kabadayıya kızdığını ifade edip, açıkça söylenseydi belki de kabadayının sonu bu şekilde olmazdı, kim bilir. Çünkü mazlum olduğu halde hiçbir şey söylememiş, susmuş, nefsine yenilmemiş, cevap vermemiş. İşin sonunu belli ki kabağın sahibine bırakmış. İbretlik... Öyle ya kabağın da kelin de, körün de, mahzunun da bir sahibi var. Kimse canının istediğini yapamaz bir başkasına, ne olursa olsun. Yaratılmış her mahluk değerlidir, hele ki insan. En kıymetlisi de odur belki de, eşrefi mahlukat olan insan böbürlenmemeli, kibirle dost olmamalıdır. Edebe riayet edebilmeli, saygıda kusur etmemelidir. Her şeyden önce insan olabilmenin, insan kalabilmenin değerini anlayabilmelidir. Hepimize yeter olan bu dünyada, tüm insanların hakkı da var hukuku da. Kendini bilen insan önce çuvaldızı batırsın kendine, koysun fesini önüne de düşünsün. Ben kimim, neyim, ne için yaşıyorum diye. La Fontaine'nin dediği gibi:" Ah, böyledir işte dünya;  hep küçükler yanar, büyükler azıtınca." Durup düşünüp dert üretmek olmasın işimiz, severek, huzuru ve mutluluğu yanımızda hissederek, yaşamımıza anlam  vererek bu dünyadaki gölgeliğimizde vakit tamam olana dek hayranlıkla ikamet edebilmek olsun. Ne kimseden incinelim ne de incitelim kimseyi. Hayatta görmek istediğini görür insan. Eğer çirkinlik ararsa bol miktarda bulabilir. Amaç çevredeki insanlarda, işinde ve de genel olarak dünyada kusur bulmaksa, kesinlikle bu konuda başarılı olur. Oysaki olağan şeylerdeki olağanüstülüğü ararsa insan,  olayları bu şekilde görmeyi de öğrenebilir. Dünya'mızdaki mevcut olan olağanüstü uyumu, evrendeki oluşumların kusursuz birleşimini, doğanın muhteşem derecedeki güzelliğini ve insanın yaşamındaki inanılmaz mucizeyi görebiliyor musunuz? O halde doyasıya yaşıyorsunuz, her türlü olumsuzluğa, sıkıntıya rağmen görünenin ardına bakabilmeyi öğrenebilmişsiniz demektir. İşin sırrı niyettedir. Şükür edilecek, hayran olunacak o kadar çok şey var ki... Yaşam kıymetlidir, bize verilmiş en güzel armağan. Bu insanlar, Müslüman ve Hz. Muhammet’in ümmetinden iseler, tıpkı Peygamber’in ömrü boyunca yaptığı gibi, Kuran’da dile getirilen ilkelere uymalı, kişisel ve kamusal işlerini başkalarına sövüp sayarak değil, danışarak yürütmelidirler. Çünkü İslam’da danışma, şûra, farzdır. “(…) Zira onlar, büyük günahlardan ve utançlardan kaçınırlar, öfkelendikleri zaman bile bağışlayıcıdırlar (…) Birbirlerine danışarak işlerini yürütürler (Şûra Sûresi, 42/36-39).  Önceki akşam Hz Ömer dizisini izlerken bunları bir kere daha düşündüm.. Müslüman’ım diyen herkes bir iki dakika düşünse!.. Son Söz: İyi insan demek vatanını seven, vatanı için doğruları ve yanlışları tarafsız ve objektif bir şekilde insanlarına anlatan demektir. Dini sahiplenirken ona hangi manayı atfettiğiniz, mensup olduğunuz inancı nasıl özümsediğiniz, sizi diğer din mensuplarından farklı kılar. Üstelik bu kadim bir hadisedir.“İnsanlar bir dinleri olduğu için ahlaka ihtiyacı kalmamış gibi davranıyorlar.” Oysa ahlaktan arındırılmış bir din yorumunun kimseye faydası olmadığı gibi çokça zararı vardır. Hz Muhammed, “La ilahe illallah”, “Allah’tan başka ilah yoktur” dedi. Devesinden indi, asasını havaya kaldırdı. Önündeki ilk puta darbe indirdi. Kendilerinden marifet beklenen Hübel, Lat, Menat, Uzza... Yüzlerce put birer birer yıkıldı. Ancak “put yapma” da “put yıkma” da bitmedi. Put, aksi sanılsa da bir heykel değildi. Üzerine iktidar elbisesi giydirilmiş, büyüdükçe de insandan uzaklaşmış bir hikâyeydi. Kimi zaman taştan topraktan, kimi zaman etten kandan, kimi zaman paradan ya da güçten putlar yaratılmaya devam etti. Eksik olmasınlar, her devrimci de eylemine “putları yıkıyoruz” diye başladı.Onun için din dahil mensup olduğumuz tüm kimlikleri sahiplenirken önce kendimizle ve toplumumuzla yüzleşmemiz gerek. Bu kimlikleri bir rütbe, ikbal için mi taşıyoruz; yoksa gerçekten o kimliklerde gördüğümüz değerleri yaşamak için mi? Önce burada anlaşalım. Sağlıcakla kalın! Günleriniz hep aydınlık olsun!  Yüreklerindeki sevgi daim olsun!  Yüreği "Berkehan"  ve "Bilgehan Deniz" Kadar temiz olan tüm insanların!  OE -04.08.2013 ---------------------------------- Ünlü işadamına “Ramazan nasıl gidiyor?” diye soracak oldum, “Ramazan iyi gidiyor ama, iftar konusunda dertliyim” dedi ve de anlattı... ”Bizim aile Anadolu kökenli. Bizim örf ve âdetlerimize göre iftar önemlidir. Aile iftar sofrasında bir araya gelerek oruç açar. İhtiyaç sahiplerine iftariyelik gönderilir. İftar saati iş saatine rastlıyor ise, işyerinde çalışanlar için iftar masası hazırlanır. Şimdilerde İstanbul’da bir iftar daveti modası çıktı ki... İnanılmaz. Şirketler, işa...damları, politikacılar otellerde, lokantalarda iftar daveti düzenliyorlar. Herhalde belli bir işadamları ve önde gelen kişiler listesi var ki, bu listede isimleri yazılı tanıdık, tanımadık, niyetli, niyetsiz genelde hep aynı kişiler iftarlara davetli. Benim de işim dolayısıyla, ismimin öne çıkması nedeniyle listede ismim olmalı ki, hemen her gece bir veya birden fazla iftara davetliyim. Evde, çoluğum çocuğum ile iftar sofrası başına oturamaz oldum. Gitme diyeceksiniz. Gitme demek kolay... Az çok ilişkimiz var. Gönül koyuyorlar.” Faturayı kim ödüyor “Bir başka sorunum daha var. Davette oruç açarken günaha girdiğimi düşünüyorum. Çünkü paranın davet sahibinin helal kazancı ile mi ödendiğini, yoksa faturaların davet sahiplerinin şirketlerinin veya görevli oldukları kurumların hesabına masraf yazılarak vergiden mi düşüldüğünü bilemiyorum.” Ünlü işadamımızın “iftar sofrasının masrafının, helal kazançtan karşılanması” uyarısı çok önemli. Ne yapalım, hayat bu. Öylesi de var, böylesi de... Bir okunma: Orhan ELMACI   EK:1 Veda Hutbesi (Özet)   Veda Haccı'nda Hz. Muhammed (sav)'in Yaptığı  Konuşmanın Özet Metni Allah'a hamd olsun. O'nu över, O'na şükrederiz. O'ndan medet umarız. O'ndan bağışlanma dileriz, tevbe ederek O'na ita­ate yöneliriz. Nefislerimizin kötülük telkin­lerinden ve kötü ameller işlemesinden Al­lah'a sığınırız. Allah kime doğruyu göste­rirse, kimse onu hak yoldan uzaklaştıra­maz. Kimin de hak yoldan uzaklaşmasına özgürlük tanırsa, kimse ona doğruyu gös­teremez. Tek Allah'tan başka tanrı olma­dığını, ilahlığında, otoritesinde, mülkün­de, tasarruflarında ortağı bulunmadığını kabul ve tasdik ederim. Muhammed'in O'nun kulu ve Rasûlü olduğunu kabul ve tasdik ederim. (1) Benim sözlerimi iyi dinleyin , Sakın haksızlık yapmayın ve zulmetmeyin. Sakın baskı, zulüm ve işkenceye alet olmayın. Sakın zulme boyun eğmeyin. Haksızlığa rı­za göstermeyin. Ey İnsanlar, Allah'a sığının, emirlerine yapışın, azabından korunun. İnsanların mallarını eksik teslim etmeyin, değerlerini düşürmeyin, bedellerini eksik ödemeyin, mallarını kötülemeyin, haksız rekabet yap­mayın, aldatarak, hile yaparak, fırsat kollayarak, gasp ederek insanların haklarını zayi etmeyin, zayiine sebep olmayın. Ül­kede, yeryüzünde bozgunculuk yaparak karışıklık çıkarmakta ve küfürde ileri git­meyin. (7) Ey İnsanlar, yalan yere Allah'ın adını anarak yemin etmeyin. Yalan yere Allah adına yemin edenin yalanını Allah açığa çıkarır. (19) Müslümanın kim olduğunu size anlata­yım mı? Müslümanların, dilinden ve elin­den zarar görmediği kişidir. Müminin kim olduğunu size anlatayım mı? İnsanların mallarına ve canlarına za­rarı dokunmuyacağından emin olduğu ki­şidir. Muhacirin kim olduğunu size anlatayım mı? Kötülükleri ve günah işlemeyi terk eden kişidir. Mücahidin kim olduğunu size söyleye­yim mi? Allah'a itaat yolunda nefsiyle mücadele eden kişidir.  Ey İnsanlar! Dinde aşırılıktan sakının. Sizden öncekileri kesinlikle dinde aşırılık­ları helak etmiştir.  (31)    -Şahit ol ya Rabbi, şahit ol ya Rabbi, şahit ol ya Rabbi...   1) M.   Hamidullah.  Mecmûatü´l-Vesaikü´s-Siyasiyye (Vesaik) 360; İbn Abdirabbih 4/53-55. 2) Vesaik, 360. 3) Yakubî, 2/110;Vesaik, 360; Beyhaki, Sünen-i Kübra, 10/180; Sahih-i İbn Huzeyme, 4/255;Kur`ân-ı Kerim, 7/158. 4) Vesaik, 361; Buharî, “Hac” 132; “Megazi 78;“Tevhid” 24,  “Edahi”  5,  “Fiten” 8;  “Edeb” 42;Müslim, “Hac” 283; Müsned-i Ahmed, 7/ 307. 5) Müsned-i Ahmed. 7/307. 6) Müslim,“Kasame” 26; Müsned-i  Ahmed, 7/307; İbn Sa´d, 2/186. 7) Yakubî, 2/109-110; Kur`ân-ı Kerim, 11/ 85. 8) Vesaik, 361, 364; İbn Mace, “Sadaka” 9;Kur´ân-ı Kerim, 2/283. 9) Yakubî, 2/109-110. 10) Vesaik, 361; Darimî. “Büyü” 3. 11) Yakubî, 2/109-110. 12) Darimî,“Menasik” 84; Müsned-i Ahmed, 7/330. 13) Müslim, “Hac” 132. 14) Vesaik, 361; Darimî, “Menasik” 34; Müsned-i Ahmed, 7/376. 15) Vesaik, 361. 16) Vesaik, 361; Yakubî, 2/110. 17) Tirmizî, “Tefsiru´l-Kur´ân” 10. 18) Vesaik, 361. 19) Vesaik, 367;  Taberanî. Mucemu´l-Kebîr, 8/229. 20) Vesaik, 361, 365. 21) Vesaik, 361-362; İbn Mace,“Menasik” 84;  Müsned-i Ahmed, 7/376; Tirmizî, “Tefsîru´l-Kur´ân” 10; Kur`ân-ı Kerim, 4/34. 22) Yakubî, 2/109-110; Kur´ân-ı Kerim 23) Vesaik, 364-367; Tirmizî, “Tefsiru´l-Kur´ân” 10; Yakubî, 2/110 Kur`ân-ı Kerim, 49/12-13. 24) Yakubî ,2/110; Vesaik, 363; Buharî “Cizye” 5; “İkrah” 2; Müslim,“Cihad” 20. 25) Vesaik, 362, 365; Tirmizî, “Menakıb” 32; Müslim, “Kasame” 26; Buharî, “Hudud” 10; Yakubî, 2/110; Muvatta, “Kader” 3; Ebû Davud, “Talâk”   40; Darimî, “Mukaddime” 24; “Talak” 10; Müsned-i Ahmed, 1/75, 3/212, 286, 4/206, 5/30. 26) Vesaik, 362; Müsned-i  Ahmed, 9/127;Yakubî 2/110. 27) Nesaî, Sünen-i Kübra, 4/431 (7815. hadis); Müsned-i Ebî Avâne, 4/402. 28) Taberanî, Mucemu´l-Kebîr, 8/141; Vesaik, 367. 29) İbn Mace, “Menasik” 76. 30) Vesaik, 362;  Müsned-i Ahmed, 6/207; Yakubî, 2/110; İbn  Hişam, 4/219. 31) Ebû Davud,  “Menasik” 77; Nesaî,  “Menasık” 217; İbn Mace  “Menasik” 63; Müsned-i Ahmed, 1/215, 347, 7/376. 32) Darimî,  “Mukaddime” 24. 33) Vesaik, 365; Taberanî, Mucemu´l - Kebîr, 8/115, 136, 138, 303; Kur´ân-ı Kerim, 21/ 92, 23/52. 34) Ebû Davud, “Menasik” 56.   4 Ağustos 2012  · Ek:2 -Elif ( ا ) Mübarek Ramazan ayının neredeyse yarısına ulaştık. Bu ayda özellikle de oruç tutan “inananlara” Allah sabırlar versin diye sözlerime başlamak isterim!... Elif: Arapca da ilk harf. Düz bir çizgi. Sayı değeri bir. Anlamı: Tanıdık, dost, doğruluk, dürüstlük, dümdüz olan, eğrilmesi kırılması olmayan, ince sade bir sızı, ışık saçan, hatta güzel bir kız, vs. kısacası, Elif demek hayatımızın anlamı. Elif in noktasi üstüne yatık 9 gibi olan "ötüre" ile yapilir ki, bu mesar!!.. gibidir. Veya Elif in yanina bi nokta konursa bunun okumasi: " Ahhh" diye olur.  

Dünyanın Güneşten Yüzünü Çevirmesine Karanlık Diyoruz...

  İlk Söz: Dünyanın güneşten yüzünü çevirmesine karanlık diyoruz.... Çehremizdeki karanlıklar,iyiliklere, güzelliklere, doğruluklara kısacası aydınlıklara çevrilmemiş yüzlerin ışıksızlığından olsa gerek...   Dört kutsal kitabın ve yüzlerce sayfalık İlahi mesajların ortak paydası, inanç ve ahlâk esaslarıdır. Bütün Hak dinlerin ortak paydası ise, “Ahlak”dır. İnancı  hakikatine ulaşamayan ve  ahlâklı yaşamayan insanlar, giderek yozlaşmakta ve özüne yabancılaşmakta.... Böylece, görünüşte dinleri, kavimleri, ülkeleri, partileri, kültür ve gelenekleri farklı da olsa, gerçekte düşünce yapıları ve değer yargıları aynı olan “yozlaşmış insan tipi” ortaya çıkmakta.. Kutsal kitapların “cahili insan” diye tanımladığı bu tiplerin hayat felsefeleri ortak; Dünya merkezli, servet, şöhret ve şehvet eksenli bir yapıları var. Dünya’nın neresinde, hangi dönemde ve hangi seviyede ve statüde bulunursa bulunsunlar; bu tiplerin amaçları, arzuları ve ahlâkları aynı: Dünya nimetlerinden azami derecede yararlanmak... Hayatın tadını çıkarmak... Başkalarından farklı ve üstün olmaya çalışmak... Ve bütün bunlara kavuşmak için de kanunlardan ve insanların fark edip kınamasından emin olabildikleri sürece, her türlü hile ve haksızlığı mübah saymak!. Bu bağlamda , “Ramazan” “ramda” mastarından “yanmak” manasına gelmekte... Yani kızgın yerde yalın ayak yürümekle yanmak ..... Günahların yanması...yok olması... Başka bir anlamı da ,güz mevsiminin başlangıcında yağıp yeryüzünü tozdan temizleyen yağmur manasına gelmesi... “Ramadiyu” masdarından geldiğini yazmakta kitaplar.... Bu yağmur yeryüzünü yıkadığı gibi inanaları günahlardan yıkayıp kalplerini temizlediği için bu isim ile isimlendirilmiş.... Ne mutlu bu ayda kötülüklerden, günahlardan arınabilenlere..... Yalansız, riyasız nice Ramazanlar... Ramazan'ın gerçek ruhuna vâkıf olan herkese selam olsun....     Ahlaki Boyutdan Yoksun, İçselleştirilememiş Bir İbadet. Ne İçin?... 5,0 04.08.2013 13:02:36 A+ A- İlk Söz: Kuran-ı Kerimi okurum anlarım. Kimse beni kandıramaz. Aksi bir düşünce, hüsnü zandır belki  ama zandır, kesin... Bu bağlamda; okuma birikimi, eleştirel düşünme ve sentez yapabilme becerisi şart. Temel sağlam değilse bina eğreti duruyor. Hatta durmuyor... Kimileri gelecekten bahsediyor ama kastettikleri geçmiş aslında. Ebedi rücu..." “Sorumluluklarımızdan kaçınabiliriz, ama kaçınmanın sonuçlarından kaçamayız" Kelimeler gördüklerimizi kavrayamıyorsa ya da gördüklerimiz kelimelere sığmıyorsa konuşmak ne işe yarar? Kimsenin kalbini, din bilgisini, inancını, bilemezsiniz. Kur'an'da, mânevî hayattan soyutlanıp hakîkate kapıları kapanan, mühürlü ve kilitli kalbe sahip olur. O mührü ancak unuttuğu Allah açar. O, hakîkattir. Kalp, ancak, "karanlıkta" olabilir. Sakın Allah'ın adını alarak yalan söylemeyin, yalan yere yemin etmeyin. Adil şahitlik yapmıyanlardan  olmayın.. Başkalarına İlahlık ve Rablik taslayan mütrefinlerden, müstekbirlerden ve Sözde ilahiyatçıların toplumu germesine fırsat vermeyin. Yüce yaradanın karşısındaki "kulluk" miracını, Kendince yargılamak hiç bir kulun haddine değil... Din üzerinden, Kendine tartışılmazlık ve otorite alanı açanlar, İslam'ın başına gelebilecek en kötü şey onlar...... İlahiyatçıların bir kısmında ki handikap  şu : Evvela, İslamdan bahisle kendilerini tartışılmaz konumda görmek. Din eşittir onlar..... Kur'an okuyan, hıfzeden her insan kamil veya kamile olmadığı gibi, Onlardan uzak olmayı "bilimsellik" objektiflik sanmak da ahmaklık.... Hani bir hikaye var ya... O misâl... "Yahu ben bunun neresini düzelteyim? Hazreti Davut değil, Hazreti İbrahim; kız değil, erkek; Ayşe değil, İsmail; keçi değil, koç; Azrail değil, Cebrail!...." Yarım hekim candan eder, yarım hoca dinden eder derler ya!... Bende düzeltmekten vazgeçtim... Namaz kılmamak gaflet hali olabilir. Fasıklık alameti de olabilir... Çoğunun, "Allah korkusu" dediği, Hâl ile değil, mahalle ilgili. Mahal değişince de bir şey kalmıyor zaten... İmtihana girmemiş her fazilet, Haritadaki menzilden ibaret.... Ne yolu anlatıyor ne yolculuğu.... Menzile varmak için çabalayana selam olsun!... Ancak namaz kendi başına kişiyi insan yapmaz... Ramazan, dünya hazlarından uzaklaşarak, nefsi terbiye etmenin adı aslında. Dervişlerin “Çilehane”de nefsi terbiyesi ile övünürüz ama yapılanlara bakar mısınız, keyif verici iftarlar, teravihler ve cuma namazları(*) Nasıl oldu da “Huşu”nun yerini “Keyf” aldı. Nasıl böyle “Keyfi” davranır olduk. Ne kadar “Neşe” dolduk. Güzel camilerimiz, dinmeyen, gürül gürül, beş vakit okunan güzel sesli müezzinlerin ezan-ı Muhammedisi Müslümanca bir hayat için yeterli mi? Nefsimizi aşağılayacaktık, “kibrimiz”den yanımızdan geçilmez oldu ya hu! “Para” ve “Makam” ne kadar değiştirdi bizi. Güzel sesli hafızlarımız, iftar öncesi “kulaklarımızın pası”nı siliyor! Peki okunan ayetler, kulaktan öteye yol alıyor mu? Manasını anlıyor muyuz, işlerimiz o manaya uygun mu? Yoksa “kulak pası”nın silinmesi ile mi kalıyor. Yani okunan Kur’an-ı Kerim’in değeri ve hayatımızdaki karşılığı, hafızın sesini güzelliği ile mi sınırlı. Bakın alınıp, satılan hiçbir şey, dinin olmazsa olmazı değil. Hatta bir şey özünü kaybetmişse, onu büyük katılımlarla, törensel olarak kutlamak da bir şey ifade etmez. Eğer kıldığınız namaz sizi haramdan, zulümden, ifsad’dan, yetime sahip çıkmaktan alıkoymuyorsa “Vay o namaz kılanların haline”. Eğer Safa ile Merve arasında koşarken Hâcer’in ruh halini yaşamıyorsanız, Mekke’de jogging yapıyor olabilirsiniz. Kurban keserken İsmail’iniz yoksa, Kâbe’yi tavaf ederken İbrahimî bir sadakattan uzaksanız, o “ibadet” dediğiniz şey gerçek anlamda bir “ibadet” değil. Oruç sadece “aç kalmak” demek mi?. “Nice oruç tutanlar var ki, aç kalmaktan başka bir kazançları yoktur. Ve yine nice namaz kılanlar var ki, yorgunluktan başka namazından elde ettiği bir şey yoktur.” (İbn Mace, Sıyam,21) Sakın ola dininizi, para, makam ve ihtiraslarınız uğruna basamak yapmayın! Yapanlara meyletmeyin, sonra ateş size de dokunur. Kendi dışımızdakilerle, ötekilerle o kadar çok meşgul oluyoruz ki, kendi nefsimizle uğraşacak vaktimiz kalmıyor. Düşmanı bahane edip, kendi günahlarımızı perdelemeye çalışıyoruz. Sonuçta “kol kırılıyor, yen içinde kalıyor.” Onun için kollarımız ya çolak, ya da kangren olmuş. Nasıl olsa sorgulayan yok, inanan çok, salla gitsin! Karanlığın en koyu anı, aydınlığa en yakın olduğu zaman.. Din giderek bireyleştiriliyor ve cemaat atomize oluyor. Nötralizasyon sürecinden sonrane olur söylemeye dilim varmıyor.. Din ciddi anlamda bir “Religio”laştırılıyor. Zaten “Din adamı: Ruhban” anlayışı fiilen var artık. Resmi olarak da var, gayri resmi olarak da. Eğitim kurumlarında din bir “kültür ve gelenek” olarak ele alınıyor. Ve moral, etik ile bezenmiş bir “Ahlak”tan söz ediliyor.. Hz Ömer dizisini izlediniz mi bilmiyorum ,ama bu dizi gerçekten güzel bir dizi!...  Aslında dizi haline getirilmiş İslamiyetin doğuşunu ve gelişimini anlatan bir filim…  İslamiyet’in doğuşunu, insanların Hz Muhammed’den etkilenmesini, Hz. Ömer’in Müslümanlığı nasıl seçtiği anlatılmakta.. Tabii ki inananların uğradıkları zulümler , inananların çektikleri çileler de.. Özellikle de İslamiyetin ilk zamanların da!... Peki İslamiyet ne vaat etti de, Allah’ın Resulü ne söyledi de insanların gözleri kamaştı.. Adalet dedi.. Adillik dedi… Eşitlik dedi.. İnsanların eşit olduğunu söyledi.. Haksızlığa göz yumulmamalı dedi..  Zulme karşı çıktı.. Kibrin, kıskançlığın, dedikodunun, fitneliğin, fesatlığın , yalancılığın, hasetliğin, nankörlüğün, kulla kulluk etmenin  kötü bir şey olduğunu anlattı.. kısacası kadim değerlere sahip çıkılması gerektiğini anlattı… Birbirlerini sevmelerini, birbirlerinin kuyusunu kazmamalarını , müslüman olmasa bile onların ötekileştirilmemesini istedi. İnsanlar etkilendi, ilk Müslümanlar bu sözlerin büyüsüne kapılarak Peygamberimizin peşinden gitti.. İlk yıllarda dinin ahlak boyutu ön planda.. Ahlak boyutu etkileyici, Kadim değerler bağlılık cazipt, baş döndürücü, sürükleyici.. İyi insan olmanın, hakkaniyetli insan olmanın, adil insan olmanın, başkasının hakkını yememenin yolu gösterildi..  Kimse kimseden üstün değil..  Herkes Rab'ın kulu idi.. “İslamcılık tevazu idi. Diğerkâmlıktı. Fedakârlıktı. Paylaşmaydı. Sabırdı. Küresel boyutta emperyalizme, yolsuzluğa, haksızlığa karşı çıkmaktı. İnsanlar arasındaki uçurumları bertaraf etmekti.” Ya şimdi? “Şimdi ele geçirme, sahip olma, başarma, daha çok tüketme, haz alma, cennete bu dünyada ulaşma hırsı...” “’Cumhuriyet projesi’ne ‘kostüm modernliği’ diye tanımlayanlar. şimdi ‘Kostüm Müslümanlığı’na soyunuyorlar. Şık kostümlerle, dev camilerle sanki bir gösteri alanı. Ama gösteridekiler, helal-haram kavramından, haktan, hukuktan tamamen uzaklaşmış halde... “Varolmaya değil, sahip olmaya doğru evrilen bir Müslümanlık... İslam’ın öngördüğü yaşam biçiminden koparak Amerika’nın ‘Dünyayı ye bitir’ ideolojisine eklemlenerek.” “İslam’la Müslüman arasındaki makas, hızla açılıyor.” Toplumsal bu çelişkiyi bizde hayretler içinde izliyoruz. genetiği değiştirilmiş (GDO) müslümanlığını!... “Nice oruç tutanlar var ki, oruçlarından payları açlık ve susuzluktur. Ve yine nice ayakta duranlar / namaz kılanlar var ki, namazından elde ettiği şey yorgunluktur." (İbn Hanbel, 2/373) Ayet öyle diyor: İblis sizi Allah’la kandırmasın. İblis size sağınızdan, solunuzdan, önünüzden arkanızdan, aşağıdan ve yukarıdan gelir. Açık bir kapı bulursa içinize girer ve damarlarınızda dolaşır. Kanın gittiği her yere gider. Unutmayın, İblisin varlığı günah işlemenizin bahanesi, gerekçesi olamaz. Derler ki, “Kedi aç kalır ve yavrusunu yemeye karar verirse, onu fareye benzetirmiş.” Dindar biri yalan söylememeli, haram yememeli, zina etmemeli, içki içmemeli, adam öldürmemeli. Evet bu doğru. Ama Müslüman adam bunları yapmaz diye bir şey yok. Yaptı diye de dinden çıkmaz. Bunları yapmasa da, bunları meşru görürse, dinden çıkar. İblis peşine düştü mü bir insanın ve o da ona kapıyı bir açtı mı, artık onun işi zor. İblisin peşinden yürümeye devam eder. Kim bunlar derseniz, onları görmek için çevrenize bakın bakalım, yok oldular değil mi? Onların gittikleri mekanlara bakın bakalım, eğer yolunuz düşerse tabii, kimlerle dost olmuşlar, kimlerle beraberler, kibir var mı? Eski dostları ile ilişkisi nasıl. Aile, çocuk, eş-dost ilişkileri ne durumda. Bunlar inandıkları gibi yaşamaktan uzaklaşınca yaşadıkları gibi inanmaya başlarlar..  Kimimiz ilmimizle kibirlendik, kimimiz makamımızla, kimimin paramızla, kimimiz şöhretimizle. Kimimiz bunlara ulaşmak için İblisin yalan vaadlerine kandı, kimimiz bunları elde ettikten sonra sapıttı. İnsanoğlu neyi ihtirasla ister ya da neye sahip olur ve onunla kibirlenirse, Allah onları o şeylerle imtihan eder. O şeyler, “dua ile istenen bela”ya dönüşür. Din ve devlet büyüklerinizi İlah ve Rab edinmeyin. Haksıza karşı, haklıdan yana olalım o her kimse ve işi ehline verelim. Aksi zulümdür ve Allah, cahil, zalim, fasık ve müfsit kişi ve topluluklara yardım etmez. Onların işlerini sarp dağlara sardırır. Kazandıkları, para makam ve şöhret, dua ile istenen bela olur onlar için. İblis  bir yolunu bulacaktır. iblisin şerrinden mutlak anlamda emin olan bir kul var mı! Bu dünya hayatı nasıl başladı.  Hz. İbrahim’den bile vazgeçmeyen bir lanet olası biri var. Ve onun en çok kullandığı üç alet, para/mal, kadın/fahşa, makam/güç. Buna zaafı olanlara dikkat! Bu işlerde harama açık kapı bıraktınız mı, İblis nefsinize taht kurar, o sizi, siz toplumu yönetirsiniz İns’in iblise dönüşürsünüz. Onun için “Rabbım beni bana bırakma” denilmiştir. “İhtirastan uzak dur, çünkü ihtirasla istediğinşey bir imtihana dönüşür de, dua ile istenen belanız olur” Yunusun dediği gibi: "........................ Okudum bildim deme Çok taat kıldım deme Eğer Hak bilmez isen Abes yere gelmektir   Dört kitabın mânâsı Bellidir bir elifte Sen elifi bilmezsin Bu nice okumaktır. .........................." Yukarıda çok kısa ve çarpıcı bir biçimde ifade edilen düşünceler  toplumun içinde debelendiği,.kısır döngüyü betimlemekte.. Toplumları, aileleri, bireyleri sarsan dinin ibadet boyutu ahlaki boyutuyla entegre edilmiş. Bütünleştirilmiş... Gayri müslümler bile ötekileştirilmemiş. Onların inaçlarına; haklarına, hukuklarına , canlarına,mallarına ve namuslarına helal getirilmemesi için mücadale verilmiş… Müslümanlığın,İslamiyetin  hızla yayılmasının nedini de  bu..  Hz. Ömer dizisi bu boyutu çapıcı biçimde anlatıyor..  Bugün;   Dinin ahlaki boyutu bazı kesimlerce  unuttulmuş, konuşulmaz olmuş.. Her şeyde olduğu gibi, ibadette de herkes gösteriş peşinde…. "İnsanın olduğu yerde hiçbir şeye şaşma!" diyen özdeyişi doğrulamak için umarsız bir  tutkuyla haksızlığın, adaletsizliğin, kıskanmanın, pusu kurmanın, arkadan vurmanın, bende olmayan başkasında da olmasın, ben önde olayım da başkası nerede olursa olsun algısının etkisi altında…. Eksiğimizi ve yanlışımızı bize anlatan gerçek dostları değil de; önyargımıza, yerleşik doğrumuza, kalıp düşüncelerimize, kör inançlarımıza, saplantılarımıza, ezberlerimize uygun sözler ederek, kendi bataklığımıza daha fazla saplanmamızı yol açan dalkavuklukları kendimize daha  yakın bulma çabası… Hayatın gerçeği yerine, kendi öz gerçeğini öne çıkarmak isteyenlerin kendilerini anlatırken kullandıkları "kutsal şalların gizlediği gerçeği" görme isteğinde ki azalma ya da yok olması; kör olması.... Gerçek yerine  yanılsamaların arkasına takılma… Herkesi kusurlu, kendimizi kusursuz görme…. "Akla nazar değmez" gerçeğini unutup, i nsanların yüzlerine söyleyemediklerimizi, arkalarından ağzımızı doldurarak anlatmak..…. Kendi icadımız olan varsayımlarla oluşturduğumuz düşünce çerçevesini "mutlak doğru" algılamasına kadar taşıma. "Kutsal kitabımız “Kuranı Kerim”i analatik olarak içselleştirmek yerine , anlamını bilmeden ,başkalarının anlattıklarına körü körüne bağlanma isteği  "Kutsal kitabı anlama çabasında kendinden çok başkalarını aracı etme. Onların  söylediklerini asıl refarans  kaynağı olan kutsal kitabımızdan  teyit etmeden "mutlak doğru” olarak Kabul etmek. Bunun için insanlık bu kadar cana mal olan bir serüven yaşamak zorunda mı? Bu coğrafya da yaşadığı acılar yetmedi mi? Yoksa bunlar  sonsuzluğa kadar sürecek bir oyunun parçası mı? "Topluluktan topluma geçiş" sürecini tamamlayamamızın gerekçileri bunlar mı?... Hayatın "nesnesi" olmayı aşıp "öznesi" olma konusunda hızlı bir ilerleyememenin  handikapları bunlar mı?... Ahlaki boyutunu içselleştirmeden, konuşulmadan ibadet boyutunu hep ön planda tutulması ne kadar doğru. Ya da doğru mu? ..  Bilemem..  Tamam, doğru ibadet önemli de; ibadetin asıl amacı ne? İslamiyet sadece ibadet mi demek? Kesinlikle hayır!... Bizce “ibadet sorunu  yok ,ibadetle entegre edilmemiş ahlak sorunu var” …. Zaten ibadet sorunu hiç olmadı.. Gidin herhangi bir camiye herkes gayet düzgün biçimde namazını kılmakta….. Ben daha saçmalayanı, çuvallayanı, ne yapacağını bilemeyeni görmedim..  Duymadım da.. İnsanlar vecibelerini yanlışsız yerine getiriyor..  Ne kadar mükemmel!....  Bi sorun yok..  Yok da.. Ben kendimi bildim bileli varmış gibi davranılıyor.. Din denilince, İslam denilince, Müslümanlık denilince işin hep ahlakla bütünleştirilememiş ibadet boyutu…..  Okullarda da..  Camilerde de üzerinde durulan bu.. Dinin ibadet boyutu..  Sadece iktidarlar değil, aileler de dinin sadece ibadet kısmıyla ilgileniyor.. Gerisine bakmıyor.. İbadetin nasıl yapılacağını bir an evvel öğretmek..  Bu telaşı görünce, zannedersin ki.. Memlekette ibadet sorunu var..  Yok..  Ama bi sorun var..  Ahlak sorunu var.. , İslam dininin bu kısmının konuşulmaması sorunu var.. İbadetten daha önemli görülmemesi sorunu var.. Hayata geçirilmemesi sorunu var..  Dini ibadetle sınırlama sorunu var.. Şu gerçek; çoğu kişi camide başka, cami dışında başka.. İbadet anında başka, ibadet dışında başka..  Adam namazında niyazında.. İbadetini eksiksiz yapıyor, kusursuz yapıyor.. Gelgelelim çalıyor, çırpıyor, önce cebini düşünüyor, kazık atıyor, dedikodu yapıyor, Kul  hakkı yiyor, başkasının namusuna göz dikiyor , haram yiyor, haksız kazanç sağlıyor, Yalan söylüyor, kula kulluk yapıyor… uzatmayalım dinin yapma dediklerini, uzak dur dediklerini  yapıyor.. Dinin ahlak kısmını dikkate almıyor..  Niye mi? Çünkü ona ibadet kısmı öğretilmiş.. Ahlak kısmından haberi yok..İ badetin ahlakla içselleştirilerek yapılması gerektiğinden bi haber. Müslümanlığa , İslama  ne kadar zarar vereceğini düşünmeden, ötekeliştirme eğilimi daha kolay ve yaygın…  Dinin, ibadetle sınırlı olduğunu zannetmekte.. O ibadetin “ahlaklı bir insan olma yolunda yapılan ritüeller olduğunu” düşünmekten uzak. Kendince, en iyi ibadeti, o yapıyor!.. Ya Yüce Yaradan'ın  huzurunda? Orası şüpheli.. Yukarıda anlatılanları teyit eden ibretlik bir hikaye. Birlikte okuyalım: Efendim delilerin-velilerin çok olduğu o eski zamanlardan birinde, meczubun biri camiye girer, belli ki namaz kılacak.. Ama oturmaz, meraklı ve şaşkın gözlerle etrafı süzer-dolanır.. Bir oraya, bir buraya her köşeye dikkatlice bakar ve hızla çıkar gider.. Az sonra sırtında bağlanmış odunlarla tekrar gelir camiye ve tam namaza başlamak üzere olan cemaatle birlikte saf tutar.. Ama sırtındaki odunlarla güç bela bitirir namazını.  Eğilip kalktıkça yere düşen odunlar, çıkardığı ses vs. derken, t abii cemaat de rahatsız olmuştur bu durumdan.. Nihayet biter namaz, bitmesine ama her kafadan bir ses çıkar.. Herkes kıpırdanmaya, adama söylenmeye başlamıştır bile.. İmama kadar ulaşır sesler, hafiften tartışmalar.. İmam aynı mahalleden, bilir az çok garibin halini, şefkatle yaklaşır meczubun yanına ve der ki: “Oğlum böyle namaz mı olur, sırtında odunlarla, sen ne yaptın? Hem kendini hem de çevreni rahatsız ettin bak, bir daha namaz kılmaya yüksüz gel olur mu?” Bunu duyan meczub melül-mahzun, ama manalı bir bakışla sorar: “Âdetiniz böyle değil mi?”  “Ne âdeti?!” der Hoca.. Cemaat da toplanmış, merak ve şaşkınlıkla olayı izlemektedir o sıra.. Demiş ki meczub bu kez: “Hocam ben namaz kılmak için girdim camiye, şöyle kendime uygun bir yer ararken içeridekilere baktım, gördüm ki herkesin sırtında bir şeyler var. Zannettim ki adet böyledir, ben de şu odunları yüklendim geldim işte, neden kızıyorsun? Kızacaksan herkese kız, tek bana değil! Hoca şaşırır: “Benim sırtımda da mı var?” der.. “Evet” der meczub, “Hepinizin sırtı yüklü!”.. Cemaatte ise hafiften “deli işte!” manasına, bıyık altından gülüşmeler başlamıştır.. Meczub bu kez öne atılır ve tek tek cemaati işaret ederek, saf bir çocukça, heyecanla bağırır: “Bak bunun sırtında mavi gözlü bir çocuk, bunda kocaman bir elma ağacı vardı.. Bunda kırık bir kapı, bunda bir tencere yemek, bunda kızarmış tavuk, şunun sırtında yeşil gözlü esmer bir hatun, bununkinde de yaşlı annesi vardı!..” Sonra iki elini yanlarına salar başını sallar ve umutsuzca; “ Boş yok, boş yok hiç!..diye tekrarlar. O böyle söyleyince, herkes dehşet içinde şaşkınlıkla birbirinin yüzüne bakar!  Aynen doğrudur dedikleri çünkü; Kimi doğacak çocuğunu düşünüyordur namazda, kimi bahçesindeki meyve ağaçlarını, biri onaracağı kapıyı, diğeri lokantasında pişireceği yemeği.. Biri açtır aklında yiyeceği tavuk, birinin sırtında sevdiği kadın, diğerinde de bakıma muhtaç annesi vardır. “Peki söyle bakalım bende ne vardı?” der, bu kez endişeyle Hoca.. O da der ki:“Zaten en çok da sana şaştım hoca! Sırtında kocaman bir inek vardı! Meğerse efendim, hocanın ineği hastaymış, “öldü mü ölecek mi?” diye düşünürmüş namazda.. “Harâbât ehlini hor görme sakın, defineye mâlik viraneler var.”  Bildirince bildiren, yüreği olan görüyor elbet..  Ya işte böyle ... Bu kadardır ol hikaye.. Bize düşen ibret almak. Gelin hepimiz düşünelim bakalım, namazdayken sırtımızda neler var? Neleri sırtlıyoruz, neyin hamalıyız? Namaz ki bir gök yolculuğu.. Sevgiliyle buluşma, konuşma ânı.. Hiç insan sevgilisiyle olduğunda aklına başka şey gelir mi? Hem de nerde?! O huzurda.. Sırtımızda ne var? Kısacası,gücümüzün sınırlarını bilmenin, gücü kullanma zamanını iyi kollamanın ve gücü kullandıktan sonra bize nasıl geri döneceğini hesaplamanın bizi "insanlaştıran" ilkelerden biri olduğunu yüksek sesle birbirimize anlatamadığımızdan. Öğrenmenin  bizi " ilim sahibi" yapacağını; ama "ilkeli yaşamayı" bir "davranış biçimi ve  yaşam tarzı" haline getirmeden "irfan sahibi" olamayacağımızı kendimize anımsatamadığımızdan. Dürüst, kul hakkı yemeyen, Peygamberimizin ahlakına yakın bir ahlak seviyesine ulaşmış ama ibadette kusurlu, ibadette eksik insan mı makbuldür..  Beş vakit namaz kılan, din vecibelerini yerine getiren ama hileye hurdaya göz yuman, fitnelik,fesatlık, yalancılık.nankörlük,kıskançlık,haksızlık karşısında susan Camide başka, cami kapısının dışında başka olan mı? Sorumuz net.. Hangisi?)  Önceki akşam Hz Ömer dizisini izlerken bunları bir kere daha düşündüm.. Müslüman’ım diyen herkes bir iki dakika düşünse!.. Bizi gören, duyan, bilen, hüküm sahibi, kadiri mutlak bir Yüce Yaradan var. Ne gam! Ve bil gaderi hayrihi ve şerrihi minellahi teala. Elhamdülillahi rabbil alemiyn! Son Söz: Kul hakkı, yalan söz ve şahidlikle kendilerini helake attıklarını görmüyorlar. Oysa feraset sahibi herkes birçok şey hakkında, sınırlı da olsa bilgi ve kanaat sahibidir. Yarab bizi Hak’tan yana taraf kıl. Unutulmamaldır ki, hiç kimse dünyada olup-biten şeyleri görmezden, duymazdan, bilmezden gelme hakkına sahip değildir. Bizler Hakkın ve Halkın gören gözü, işiten kulağı, tutan eli, haykıran sesi olacağız. Haksızlıklar karşısında susanlardan değil! Haksızlıklar karşısında susanlardan olmayın, zalimlerden yana olmayın, sonra ateş size de dokunur. Gün gelecek Rab o birilerinin gizlediklerini bir şekilde ortaya çıkaracak ve onlara hak ettikleri cezayı verecek. Umutsuzluk haramdır. Kazananlardan olmak istiyorsak, HAK’tan yana taraf olmak en doğru yol. Fatiha’da günde 40 defa tekrarladığımız şey bu. Dilimizle söylediğinizi kalbimizle tasdik etmek gerekir. .”İnni küntü minezzalimiyn” dememekte inat eden ve “bana güven gerisini merak etme sen” diyenlere inanmayın. Unutmayalım; kazanılan savaşların hainleri, kaybedilmiş savaşların kahramanları da vardır. Fitneye sebeb olan haram işlere bulaşıp yollarına devam etmek isteyenlerle, bu ateşi tutuşturanları Rab  lanet etsin. Fitne ateşine odun taşıyanlara Allah lanet etsin. Gerçeği örtenlere, toplumu perişan eden haram işlere alet olup, yalanlarla hakikatı gizlemeye çalışanlara, onlara alkış dağıtanlara, onları eleştirenleri eleştirenlere Allah lanet etsin. Esselamü menittebeal Huda! Kendine makam verilince Zübde*i âlem sanan kerameti kendinden menkul sözüm ona ilahiyatçıdan ancak bu kadar!.. Giderek herkesin daha çok İslam'dan bahsettiği, Ancak daha az Müslüman olduğu bir âleme yolculuk faslındayız. Erdem dini eğilimlere göre değil fiili davranışlara bakılarak değerlendirilir. Hayırlı sahurlar... Sağlıcakla kalın! Günleriniz hep aydınlık olsun!  Yüreklerindeki sevgi,doğrulukve dürüstlük  daim olsun!  Yüreği "Berkehan ve Bilgehan Deniz" Kadar temiz olan tüm insanların!  OE -04.08.2013 Kadrajımdan:Kütahya Ulu Camii   -------------------------------------- (*)Ünlü işadamına “Ramazan nasıl gidiyor?” diye soracak oldum, “Ramazan iyi gidiyor ama, iftar konusunda dertliyim” dedi ve de anlattı... ”Bizim aile Anadolu kökenli. Bizim örf ve âdetlerimize göre iftar önemlidir. Aile iftar sofrasında bir araya gelerek oruç açar. İhtiyaç sahiplerine iftariyelik gönderilir. İftar saati iş saatine rastlıyor ise, işyerinde çalışanlar için iftar masası hazırlanır. Şimdilerde İstanbul’da bir iftar daveti modası çıktı ki... İnanılmaz. Şirketler, işadamları, politikacılar otellerde, lokantalarda iftar daveti düzenliyorlar. Herhalde belli bir işadamları ve önde gelen kişiler listesi var ki, bu listede isimleri yazılı tanıdık, tanımadık, niyetli, niyetsiz genelde hep aynı kişiler iftarlara davetli. Benim de işim dolayısıyla, ismimin öne çıkması nedeniyle listede ismim olmalı ki, hemen her gece bir veya birden fazla iftara davetliyim. Evde, çoluğum çocuğum ile iftar sofrası başına oturamaz oldum. Gitme diyeceksiniz. Gitme demek kolay... Az çok ilişkimiz var. Gönül koyuyorlar.” Faturayı kim ödüyor “Bir başka sorunum daha var. Davette oruç açarken günaha girdiğimi düşünüyorum. Çünkü paranın davet sahibinin helal kazancı ile mi ödendiğini, yoksa faturaların davet sahiplerinin şirketlerinin veya görevli oldukları kurumların hesabına masraf yazılarak vergiden mi düşüldüğünü bilemiyorum.” Ünlü işadamımızın “iftar sofrasının masrafının, helal kazançtan karşılanması” uyarısı çok önemli. (**) Dinin önüne ve sonuna çeşitli sıfatlar ekledik. Oysa kim Allah’ın kitabına bir şey ekler ya da ondan bir şey çıkarırsa, din aradan çekilir, kişi eklediği ya da çıkardığı ile baş başa kalırdı. O kadar çok İslam icad ettik ki; Folk İslam, Laik İslam, Euro İslam, Türk İslam, Arap İslam, Fars İslam, Demokrat İslam, Liberal İslam.  Siyaset ve para ilişkileri  Dini, biraz ritüel, biraz seremoni ve biraz bütçeye göre ikonaya dönüştürdü. Gerisi gönlünden ne koparsa(!).  Dinler arası fark bilgisayar markası, otomobil markası gibi bir şey. Herkes yerli, yaygın ve milli olanı seçiyor. Din, mezheb ve tarikatlar coğrafi markalar. Genelde İranlılar Şii, Türkler Sünni’dir. Suudiler Vehhabi. Zaten eğitim, media, siyaset, hukuk düzeni, toplumsal ilişkiler buna göre düzenlenmiş. “Semavi Dinler”, Musevilik, İsevilik ve İslam. Felsefi dinler, daha çok Asyetik, Budizm, Hinduizm, Şintoizm, Brahmanizm filan. Bunlar da iyilik, güzellik öğütlermiş. Sonunda yine bir şey değişmiyor. Doğuda oturanlar, Batıda oturanlar ona göre sınıflandırılıyor. Kimi tenasühe inanıyor, kimi yeniden başka bir dünyada yeni bir hayata başlamayı ümid ediyor. Bana kalırsa dinden soğumanın en büyük sebeblerinden biri aile, bir eğitim, biri Müslüman etiketli kişi ve kuruluşlar. Güzel örnek olamadı. Dahası, insanlar  ahlaki boyutdan yoksun, içselleştirilememiş  İbadetlere (!) bakıp dinden soğudular. Ne tarihini biliyoruz bu toprakların, ne toprağın altında ne var, üstünde var onu da bilmiyoruz. Birbirimizle uğraşıp duruyoruz. Birbirimizle uğraşıyoruz, ama yabancı siyaset, sermaye, sivil toplum, akademisyenlerin peşinden koşuyoruz. Herkes böyle değil elbette. Her zaman iyi, doğru, güzel insanlar var ama iki felaket sözkonusu; bilgili, dürüst ve cesur insanların devlet ve toplum nezdinde itibar görmemesi ve engellenmesi, ikincisi de kötülerin itibar, güç ve servet sahibi olmaları. İkisi de aynı yanlıştan besleniyor aslında. İşte o zaman “Kahtı rical” dönemi başlıyor. İşte o zaman “bana ne”cilik, “neme lazımcılık” başlıyor, meddahlar, yalaka tipler, münafıklara gün doğuyor. Haksız güç ve servet sahibi olanların kibirleri helaka giden yolu döşüyor. Bizler zor günlerden geçiyoruz. İnşallah aklımızı başımıza alırız. Yoksa gelecek günler geçen günleri aratabilir. İnşallah uyanırız da korkularımızdan emin oluruz. Hani hayatı dönüştürmek için güç ve servet istiyorduk, ama güç ve servetin önce kendine sahip olanları dönüştürdüğünü çok geç anladık. Anladığımızda ise çok geç olmuştu. Sanırım şimdi yeniden aklen ve ahlaken, ilmen tekamül etmemiz gerek. Aklımızla vicdanaımızla barıştırmamız gerek ki insan insanla barışsın. Bu iki barış gerçekleşsin ki, insanlar doğa ile barışsınlar, dağa ile savaştan vazgeçsinler. Zira bu üç barış bizi iyliklere ,güzelliklere ve doğruluklara kısacası "Aydınlığa"  götürecektir.

Küreselleşmenin Genetik Kodu Neo Liberal Ekonomik Yapının Sorunsalı: Adaletsizlik, Yoksulluk ve Eşitsizlik...

Küreselleşmenin Genetik Kodu Neo liberal Ekonomik Yapının sorunsalı: Adaletsizlik, Yoksulluk ve Eşitsizlik...   İlk Söz: Bize savaş denmemişti. Küresel köy, serbest dolaşım hakkı, uzay çağı, refah ve bolluk toplumu denmişti. Bize globalleşme, bilgiye erişimde eşitlik ve barış içinde bir arada yaşama denmişti. Tarihin sonu denmişti, savaşlar bitecek denmişti... Neoliberal ekonomik küreselleşmenin hedefi ticaretin önündeki tüm engellerin kaldırılması ve mevcut tüm kaynak ve hizmetlerin özelleştirilmesidir. Bu senaryoda, elde edilen kârlar az sayıda kişinin yararına olduğundan kamusal yaşam piyasa güçlerinin insafına kalacaktır. Ekonomik küreselleşme olgusunun ardındaki uluslararası politikanın itici gücü doğası gereği neoliberaldir.  Şirketler ve zengin seçkinler için son derece kârlı olan neoliberal politikaların propagandası IMF, Dünya Bankası ve DTÖ aracılığıyla yapılmaktadır. Neoliberalizm, küresel kaynak tahsisinin en etkili yöntemi olarak serbest piyasayı destekler. Sonuç olarak büyük ölçekli, kurumsal ticareti ve kaynakların özelleştirilmesinden yanadır. Son zamanlarda neoliberalizme uluslararası ilgi oldukça fazla. İdeolojileri Latin Amerika'daki etkili ülkeler tarafından reddedildi ve ahlaki temeli artık geniş çapta sorgulanıyor. DTÖ, IMF ve Dünya Bankası'na karşı son dönemde yapılan protestolar esasen bu kuruluşların özellikle düşük gelirli ülkelerde uyguladığı neoliberal politikalara karşı yapılan protestolardı... Neoliberal deney aşırı yoksullukla mücadelede başarısız oldu, küresel eşitsizliği artırdı ve uluslararası yardım ve kalkınma çabalarınında  en büyük engeli. . Bu çalışma  küreselleşmenin genetik kodu neoliberal yapının sorunsalı olarak ,adeletsizliği,eşitsizliği en önmlisi de yoksulluk üzerine etkisinin genel bir perspektifde yansıtmayı amaçlamakta... Neo Liberal Yapının Tarihsel Gelişim Süreci İkinci Dünya Savaşı'ndan sonra kurumsal şirketler, ABD ve Avrupa'da hükümetleri üzerinde aşırı siyasi etkiye sahip olan, toplumda zengin bir sınıfın oluşmasına yardımcı oldu. Neoliberalizm,  bu zengin elitlerin, işçi sınıfını destekleyen ve refah devletini güçlendiren savaş sonrası politikalara karşı koymaya yönelik bir tepkisi olarak ortaya çıktı. Neoliberal politikalar, mal ve hizmet üretimi ve tedariğinde en etkili yöntemler olarak piyasa güçlerini ve ticari faaliyeti savunur. Aynı zamanda devletin piyasayı düzenleme rolüne karşı çıkar. Diğer bir deyişle siyasi erki elinde tutan  gücün ekonomik, mali ve hatta sosyal işlere müdahale etmesinin doğru olmayacağı düşüncesi hakimdir.  Ekonomik küreselleşme süreci bu ideoloji tarafından yönlendirilmektedir; Piyasa güçlerinin küresel ekonomiyi yönlendirebilmesi için uluslar arasındaki sınırların ve engellerin kaldırılması. Bu genel politikalar hükümetler tarafından kolayca benimsendi ve hâlâ klasik ekonomik düşünceyi etkilemeye devam ederek şirketlerin ve varlıklı ülkelerin dünya ekonomisindeki mali avantajlarını güvence altına almalarına olanak tanıyor. Bu politikalar en çok 1980'lerde Regan-Thatcher-Kohl döneminde ABD ve Avrupa'da uygulandı. Bu liderler serbest piyasayı ve özel mülkiyeti genişletmenin daha fazla ekonomik verimlilik ve sosyal refah yaratacağına inanıyorlardı. Bunun sonucunda ortaya çıkan kuralsızlaştırma, özelleştirme ve sınır kısıtlamalarının kaldırılması, kurumsal faaliyetler için verimli bir zemin sağladı ve sonraki 25 yıl içinde şirketler, boyut ve etki açısından hızla büyüdü. Şirketler artık dünyadaki çoğu ülkeden daha verimli ekonomik birimlerdir. Devasa mali, ekonomik ve politik nüfuzlarıyla neoliberal hedeflerini ilerletmeye devam ediyorlar. Çoğu ülkede mali seçkinler, neoklasik iktisatçılar ve siyasi sınıflar arasında neoliberal politikaların küresel refah yaratacağı konusunda bir fikir birliği var. Konumları o kadar sağlamlaşmış ki, bu görüş uluslararası kuruluşların (IMF, Dünya Bankası ve DTÖ) politikalarını belirliyor ve onlar aracılığıyla küresel ekonominin işleyişini belirliyor. Pek çok BM kuruluşunun çekincelerine rağmen, neoliberal politikalar kalkınma kuruluşlarının çoğu tarafından en yoksul bölgelerde yoksulluğu ve eşitsizliği azaltmanın en olası yolu olarak kabul ediliyor. Ekonomik küreselleşmenin ölçülebilir sonuçları ile önerilen faydaları arasında büyük bir tutarsızlık var. Neoliberal politikalar tartışmasız bir şekilde bazı insanlar için muazzam bir zenginlik yarattı, ancak en önemlisi, finansal yardıma en çok ihtiyaç duyan aşırı yoksulluk içinde yaşayanlara fayda sağlayamadı. Çin hariç, gelişmekte olan ülkelerde 1960 ile 1980 yılları arasında yıllık ekonomik büyüme %3,2 idi. Bu, 1980 ile 2000 arasında ciddi bir düşüş göstererek sadece %0,7'ye düştü. Bu ikinci dönem neoliberalizmin küresel ekonomi politikasında en yaygın olduğu dönemdir. (İlginçtir ki, Çin bu dönemlerde neoliberal modeli takip etmiyordu ve kişi başına ekonomik büyümesi 1980 ile 2000 arasında %8'in üzerine çıktı.) Neoliberalizm aynı zamanda artan küresel eşitsizlik düzeylerine de çözüm üretemedi. Son 25 yılda gelir eşitsizlikleri hem ülkeler içinde hem de ülkeler arasında çarpıcı biçimde arttı. 1980 ile 1998 arasında, en zengin %10'un geliri ile en fakir %10'un payı %19 daha eşitsiz hale geldi; ve en zengin %1'in geliri, en fakir %1'in payı ise %77 daha eşitsiz hale geldi (yine Çin dahil değil). Neoliberal politikanın eksiklikleri, 1990'larda Latin Amerika ve Güney Asya'daki ülkelerin yaşadığı, iyi belgelenmiş ekonomik felaketlerde de açıkça görülüyor. Bu ülkelerin mali sorunları ve IMF'nin baskıları nedeniyle neoliberal özelleştirme ve kuralsızlaştırma modelini izlemekten başka seçeneği kalmadı. Venezuela, Küba, Arjantin ve Bolivya gibi ülkeler o zamandan beri yabancı şirketlerin kontrolünü ve IMF ile Dünya Bankası'nın tavsiyelerini reddetti. Bunun yerine zenginliğin yeniden dağıtımını, sanayinin yeniden millileştirilmesini tercih ettiler ve sağlık ve eğitim hizmetlerine öncelik verdiler. Ayrıca petrol ve tıbbi uzmanlık gibi kaynakları bölge genelinde ve dünyadaki diğer ülkelerle paylaşıyorlar. Bu ülkelerde görülen dramatik ekonomik ve sosyal iyileşme, onları ABD tarafından şeytanlaştırılmaktan alıkoymadı. Küba bu propagandanın iyi bilinen bir örneğidir. 'Özgürlük ve Amerikan yaşam tarzı' için tehlike olarak görülen Küba, neoliberal çizgiyi çekmek adına ABD'nin yoğun siyasi, ekonomik ve askeri baskısına maruz kalıyor. Washington ve ABD'deki ana akım medya yakın zamanda Venezuela Devlet Başkanı Chavez'e yönelik benzer bir propaganda çalışmasına girişti. Washington'un 'ekonomik milliyetçiliğe' verdiği bu aşırı tepki, son 150 yıldır önemli ölçüde değişmeyen dış politika hedefleriyle tutarlıdır. Kaynakları güvence altına almak ve ekonomik hakimiyeti sağlamak ABD'nin temel ekonomik hedefi olmuştur ve olmaya devam etmektedir. Maria Páez Victor'a göre:(https://www.blogger.com/profile/05647441905589989075) “1846'dan bu yana ABD, 12 farklı Latin Amerika ülkesini kapsayan en az 50 askeri işgal ve istikrarsızlaştırıcı operasyon gerçekleştirdi. Ancak bu ülkelerin hiçbiri ABD'nin güvenliğini ciddi biçimde tehdit etme kapasitesine sahip olmadı. ABD, ekonomik kontrolüne ve genişlemesine yönelik algılanan tehditler nedeniyle müdahale etti. Bu nedenle Batista, Somoza, Trujillo ve Pinochet gibi bölgenin en gaddar diktatörlerini de destekledi.” Şirketlerin ve ABD etkisinin bir sonucu olarak, gelişmekte olan ülkelerin yardım için başvurmak zorunda kaldıkları Dünya Bankası ve IMF gibi kilit uluslararası kuruluşlar, neoliberal gündemin başlıca temsilcileridir. DTÖ, küresel iş fırsatlarını iyileştirme niyetini açıkça ortaya koyuyor; IMF, Wall Street'ten ve özel finansörlerden büyük ölçüde etkileniyor ve Dünya Bankası, şirketlerin kalkınma projesi sözleşmelerinden yararlanmasını sağlıyor. Hepsi neo-liberal modelden önemli ölçüde kazanç sağlıyor. Günümüzde şirketler o kadar etkili ki, insan haklarını en kötü şekilde ihlal edenlerin çoğu, dünyanın en önde gelen insani yardım kuruluşu olan Birleşmiş Milletler ile Küresel İlkeler Sözleşmesi'ne bile imza attı. Ekonomik ideolojinin bu uluslararası yakınsaması nedeniyle, kurumsal refahı ve büyümeyi artırmanın anahtarı olan varsayımların, ana akım küresel ekonomi politikasının itici gücünü oluşturan varsayımlarla aynı olması tesadüf değildir. Ancak ABD ve AB'nin dünyaya dayattığı neoliberal dogma ile kendi benimsediği politikalar arasında büyük farklar var. Ticaret, yatırım ve istihdamın önündeki engellerin kaldırılmasını hararetle savunan ABD ekonomisi, dünyada en çok korunan ekonomilerden biri olmaya devam ediyor. Sanayileşmiş ülkeler ancak sanayilerini dış pazarlardan ve yatırımlardan şiddetle koruyarak ekonomik gelişmişlik düzeyine ulaştılar. Ekonomik büyümenin gelişmekte olan ülkelere fayda sağlaması için, uluslararası toplumun yeni gelişen endüstrileri beslemesine izin verilmesi gerekiyor. Bunun yerine, ekonomik açıdan baskın olan ülkeler, kendi ekonomik ihtiyaçlarına uygun bir ideolojiyi empoze ederek kalkınmaya ulaşma yolunda 'merdivenleri tekmeliyorlar'. ABD ve AB ayrıca sanayinin birçok sektörüne büyük sübvansiyonlar sağlıyor. Bunlar, gelişmekte olan ülkelerdeki küçük sanayileri, özellikle de uluslararası pazarlarda sübvansiyonlu malların fiyatlarıyla rekabet edemeyen çiftçileri mahvediyor. Neoliberal söylemlerine rağmen çoğu 'kapitalist' ülke son 25 yılda devlet müdahalesini artırdı ve hükümetlerinin büyüklüğü arttı. Şart 'yaptığımı değil, söylediğimi yap'tır. Neoliberal politikalardan yararlanan bireylerin oranının çok küçük olduğu göz önüne alındığında, ekonomi için iyi olan ile kamu yararına hizmet eden arasındaki uçurum hızla büyüyor. Bu politikaları izleme kararları kamuoyunun elinde değil ve gelişmekte olan birçok ülkenin ulusal egemenliği ihlal edilmeye devam ediliyor, bu da onların acil ulusal ihtiyaçlara öncelik vermelerini engelliyor. Aşağıda neoliberal politikaların yanlış varsayımlarını ve bunların küresel ekonomi üzerindeki etkilerini birlikte okuyalım.  i-Ekonomik büyüme GSYH cinsinden ölçülen ekonomik büyüme, çok uluslu şirketler ve benzer ülkeler tarafından şiddetle takip edilen ekonomik küreselleşmenin ölçütüdür. Sanayileşmiş ülkelerde ekonomik büyümeyi yönlendiren, çokuluslu şirketlerin küçük bir kısmının ticari faaliyetleridir. İki yüz şirket küresel ekonomik büyümenin üçte birini oluşturuyor. Kurumsal ticaret şu anda küresel ekonomik büyümenin %50'sinden fazlasını ve AB'deki GSYİH'nın %75'ini oluşturuyor. Ticaretin GSYH'ye oranı artmaya devam ediyor; bu durum, ekonomik büyümenin bir ülkeyi zenginleştirmenin ve yoksulluğu azaltmanın tek yolu olduğu inancını vurguluyor. Ancak mantıksal olarak sürekli finansal büyümeye yönelik bir model sürdürülemez. Şirketler, sonsuz büyümeyi muhasebe defterlerine yansıtabilmek için olağanüstü çabalara başvurmak zorundadır. Sonuç olarak, sınırlı kaynaklar israf ediliyor ve çevre tehlikeli bir şekilde ihmal ediliyor. Her saniye iki futbol sahası büyüklüğündeki doğal orman, kar hırsı olan şirketler tarafından temizleniyor. Ekonomik büyüme aynı zamanda Dünya Bankası ve hükümet ekonomistleri tarafından gelişmekte olan ülkelerdeki ilerlemeyi ölçmek için de kullanılıyor. Ancak, ekonomik büyümenin açıkça faydaları olsa da, kanıtlar bu faydaların, dünya nüfusunun yüzde 18'ini temsil eden, aşırı yoksulluk içinde yaşayan 986 milyon insana kadar ulaşmadığını güçlü bir şekilde göstermektedir (Dünya Bankası, 2007). Ekonomik büyüme eşitsizliği ve gelir dağılımını da ele almadı. Ayrıca, hem yoksulluk düzeylerinin hem de ekonomik büyümenin genel faydalarının doğru değerlendirilmesinin, kullanılan istatistiksel önlemlerin yetersizliği nedeniyle imkansız olduğu ortaya çıktı. Ekonomik büyüme emri, sonuç olarak ekonomik faaliyetlerinde, kârlılığında ve siyasi nüfuzunda hızla büyüyen şirketler için mükemmel bir platformdur. Ancak bu model aynı zamanda dünya çapında artan eşitsizliklerin de nedenidir. Kaynakların ve kârların çoğunluğun pahasına az sayıda kişi tarafından özelleştirilmesi ve en yoksul insanların piyasa fiyatlarını karşılayamaması olası nedenlerdir. ii--Serbest ticaret Serbest ticaret neoliberal küreselleşmenin en önemli argümanıdır. Mevcut haliyle bu, şirketler ve onlara ev sahipliği yapan ülkeler için gelişmekte olan pazarlara daha fazla erişim anlamına geliyor. Zengin ülkeler korumacı önlemleri benimseyip sürdürdükçe, bu talepler serbest ticaretin orijinal varsayımlarına aykırı. Korumacılık, bir ülkenin ithalata vergi ve kota koyarak sanayisini güçlendirmesine, böylece kendi endüstriyel kapasitesini, üretimini ve gelirini artırmasına olanak tanır. ABD ve AB'deki sübvansiyonlar, şirketlerin fiyatlarını düşük tutmasına olanak tanıyarak gelişmekte olan ülkelerdeki küçük üreticileri etkili bir şekilde pazarın dışına itiyor ve kalkınmayı engelliyor. Küreselleşmeyi yönlendiren bu kişisel çıkarla birlikte, ekonomik açıdan güçlü uluslar, ticaret hadlerini belirleyebilecekleri küresel bir ticaret rejimi yaratmışlardır. ABD, Kanada ve Meksika arasındaki Kuzey Amerika Serbest Ticaret Anlaşması (NAFTA), şirketlere ulusal egemenlik pahasına yasal haklar veren serbest piyasa köktenciliğinin bir örneğidir. Uygulanmasından bu yana iş kaybına neden oldu, işçi haklarını baltaladı, temel hizmetleri özelleştirdi, eşitsizliği artırdı ve çevresel yıkıma neden oldu. Avrupa'da AB vatandaşlarının yalnızca %5'i tarımda çalışıyor ve gelişmekte olan ülkelerdeki vatandaşların %50'sinden fazlası AB GSYİH'sının yalnızca %1,6'sını oluşturuyor. Bununla birlikte, Avrupa Ortak Tarım Politikası (CAP), AB çiftçilerine 30 milyar £ tutarında sübvansiyon sağlıyor; bunun %80'i, ne kadar verimsiz olursa olsun, çiftçilerin hayatta kalmalarını garanti altına almak için yalnızca %20'sine gidiyor. Ticaret ve Hizmetler Genel Anlaşması (GATS), 1994 yılında Dünya Ticaret Örgütü'nde (DTÖ) kabul edildi. Amacı, "ticaretin önünde engel" olarak kabul edilen her türlü kısıtlamayı ve iç hükümet düzenlemelerini kaldırmaktır. Anlaşma, bir hükümetin sübvansiyonları düzenleme ve vatandaşları adına temel ulusal hizmetleri sağlama konusundaki egemenlik hakkını fiilen ortadan kaldırıyor. Ticaretle İlgili Uluslararası Mülkiyet Hakları Anlaşması (TRIPS), gelişmekte olan ülkeleri mülkiyet haklarını tohum ve bitki çeşitlerini de kapsayacak şekilde genişletmeye zorluyor. Bu kaynaklar ve hizmetler üzerindeki kontrol, GATS ve TRIPS çerçevesi aracılığıyla kurumsal çıkarlara verilmektedir. Bu örnekler, yaklaşımında açıkça taraflı olan modern serbest ticareti temsil etmektedir. Yerel ekonomiler, çevre, demokrasi ve insan hakları pahasına kurumsal küreselleşmeyi teşvik ediyor. Uluslararası ticaretten birincil yararlananlar, serbest ticaret gündemini ilerletmek için ulusal ve küresel yönetişimin her düzeyinde şiddetli lobi yapan büyük, çok uluslu şirketlerdir. iii-Serbestleşme Dünya Bankası, IMF ve DTÖ, neoliberal gündemin küresel ölçekte uygulanmasına yönelik ana portallar olmuştur. Birleşmiş Milletler'in aksine, bu kurumlar aşırı finanse ediliyor, şirketler tarafından sürekli lobi yapılıyor ve siyasi ve mali açıdan Washington, Wall Street, şirketler ve onların kuruluşlarının hakimiyetinde. Sonuç olarak, küresel ekonominin kilit yönetişim yapıları bu grubun çıkarlarına hizmet edecek şekilde hazırlandı ve piyasanın serbestleştirilmesi, onların temel politikalarından bir diğeri oldu. Neoliberal ideolojiye göre uluslararası ticaretin 'serbest' olabilmesi için tüm piyasaların rekabete açık olması ve ekonomik ilişkileri piyasa güçlerinin belirlemesi gerekmektedir. Ancak tamamen açık ve serbest bir pazarın genel sonucu elbette büyük şirketlerin pazar hakimiyetidir. Oyun alanı eşit değil; gelişmekte olan ülkelerin tümü büyük bir mali ve ekonomik dezavantajla karşı karşıyadır ve rekabet edemezler. Yapısal Uyum Programları aracılığıyla liberalleşme, yoksul ülkeleri pazarlarını yabancı ürünlere açmaya zorluyor ve bu da yerel endüstrileri büyük ölçüde yok ediyor. Bu durum, ekonomik açıdan egemen ülkeler tarafından yoğun biçimde sübvanse edildiği için fiyatları yapay olarak düşük olan mallara bağımlılık yaratıyor. Finansal liberalizasyon yurt dışından döviz spekülasyonunun önündeki engelleri kaldırıyor. Bunun sonucunda ortaya çıkan hızlı para girişi ve çıkışı, çoğu gelişmekte olan ülkede akut mali ve ekonomik krizlerin sorumlusudur. Aynı zamanda yabancı spekülatörler ve büyük finans firmaları da büyük kazançlar elde ediyor. Piyasanın serbestleştirilmesi açık bir ekonomik risk teşkil etmektedir; dolayısıyla AB ve ABD kendi pazarlarını büyük ölçüde koruyor. Liberalleşmiş bir küresel pazar, şirketlere sermayeleştirecekleri yeni kaynaklar ve yararlanabilecekleri yeni pazarlar sağlar. Küresel yönetişim yapıları üzerindeki neoliberal hakimiyet, bu pazarlara erişimi zorunlu kıldı. DTÖ anlaşmaları uyarınca, egemen bir ülke, bir şirketin faaliyetleri yerel çevre ve istihdam kurallarına aykırı olsa bile, bir şirketin ticaret yapma niyetine müdahale edemez. Egemenlik haklarını savunan hükümetler, şirketler tarafından sıklıkla kar kaybı, hatta potansiyel kar kaybı nedeniyle dava ediliyor. Bu baskı olmasaydı yerli sanayiyi ve kendi kendine yeterliliği teşvik edebilir, böylece yoksulluğu azaltabilirlerdi. O zaman uluslararası pazarlarda rekabet edebilmek için daha iyi bir konumda olacaklardır. iv-Küresel kuralsızlaştırma Yeni pazarlara ve yabancı kaynaklara erişim yeterli değildir. Kârları artırmaya yönelik kurumsal gündemi gerçekleştirmek için bir şirketin, maliyetleri azaltan ve üretim kapasitesini artıran uygun düzenleyici koşulları araştırması gerekir. Düzenlemeler karlılığı kısıtlıyor. Dolayısıyla kurumsal liberalizasyon çağrısına, ulusal ve küresel düzeyde ticaretin tüm sektörlerinde kuralsızlaştırma talebi eşlik ediyor. Bu kısıtlamaların kaldırılması, şirketlerin kaynaklara ve işgücüne daha fazla erişmesine ve bunları kullanmasına ve sınırlar arasında serbestçe hareket etmesine olanak tanımakta. Güney Amerika ve Asya'daki pek çok ülke tam da bu koşulları sunarken, şirketler bu olumlu koşulları potansiyel olarak evrensel olarak yaratabilecek yerel ve uluslararası hukuku etkileme ve değiştirme konusunda aktif olarak çalışmaktadır. Bunu başarmak için şirketler son 150 yılda yerel, ulusal ve uluslararası yönetişim yapılarında ve düzenleyici kurumlarda siyasi nüfuzlarını güvence altına aldılar. Kurumsal faaliyetleri izlemek, insan haklarını korumak ve çevreyi korumak için düzenlemeler ve düzenleyici kurumlar mevcuttur. Son yıllarda kurumsal lobicilik, hükümetlerin düzenleyici kurumlar için bütçelerini kestiğini ve düzenleyici yasaların yürürlükten kaldırıldığını, şirketlerin daha az kamu korumasıyla serbestçe faaliyet göstermesine olanak sağladığını gördü. Genel olarak, neoliberal model gelişmiş ülkelerde hükümetin ve ekonomi politikasının tüm düzeylerinde giderek özümsendikçe, düzenleyici kurumlar odaklarını tüketiciyi korumaktan endüstriyi korumaya kaydırdı. Enron, elektrik piyasasını serbest bırakmak, ardından enerji vadeli işlemleri ticaretini serbest bırakmak, ardından vadeli işlem sözleşmelerinin ifşa edilmesini önlemek ve ardından düzenlenmiş açık artırma zorunluluğunu kaldırmak için çok etkili bir şekilde lobi yaptı. Bu, düzenleyicilere veya halka herhangi bir ticari veya finansal ayrıntıyı açıklamadan ticaret yapmasına olanak sağladı. Yasadışı faaliyetler yoluyla rekor karlar elde etmeye devam etti ve bu da kısa süre sonra çöküşüne yol açtı. Arjantin'de 2001'deki ekonomik çöküş, aynı zamanda, IMF ve Dünya Bankası'nın sanayiyi yok eden ve kitlesel işsizliğe neden olan neoliberal kalkınma politikaları tarafından uygulanan kapsamlı kuralsızlaştırmaya da bağlanıyor. Kurumsal faaliyetlerin düzenlenmesi halkı korur. Bu düzenlemelerin kaldırılması kurumsal karları korur. Yasal koruma için verilen bu mücadele, küresel nüfusun bir kısmını temsil etmelerine rağmen şirketlerin lehine hileli bir şekilde yapılıyor. Şirketler, kendi davaları uğruna hareket edebilecekleri neredeyse sınırsız mali kaynaklara ve siyasi elitlerle yakın ilişkilere sahip olduklarından, bu konularda kendi yollarını çizebilirler. Küresel kuralsızlaştırma, daha ucuz işgücü, vergi teşvikleri ve daha az bürokrasi arayışıyla iş operasyonlarının yurt dışına taşınmasıyla birlikte ulusötesi şirketleri yarattı. Aslında, işlerini kaybeden varlıklı ülkelerde işsizlik artıyor; şirketler aynı işleri, ücretlerin nispeten önemsiz olduğu, istihdam standartlarının çoğu zaman önemsiz olduğu ve çevre standartlarının çok düşük olduğu gelişmekte olan ülkelerdeki kötü çalışma atölyelerine yaptırıyor. Böylece şirketler karlarını artırıyor. Bu şirketleri geri kazanmak ve daha fazla istihdam yaratmak için ABD ve diğer ülkeler de standartlarını düşürüyor ve düzenlemeleri kesiyor. Dolayısıyla liberalleşme ve kuralsızlaştırmanın mantıksal sonucu, bireysel işçilere, istihdam koşullarına, topluma veya çevreye çok az önem verilerek, mümkün olan en düşük standartların arandığı ve küresel olarak yasalaştırıldığı, dibe doğru bir yarıştır. Serbestleştirme aynı zamanda tekelleşmeyi de teşvik eder. Şirketler, Adam Smith'in öngördüğü serbest piyasa ve açık rekabetten yanlış bir şekilde alıntı yaparken, satın almalar ve birleşmeler yoluyla sanal tekeller oluşturuyorlar. Bu onların tüm büyük oyuncular arasında var olan stratejik ittifaklar yoluyla rekabeti yönetmelerine olanak tanır. Bu nedenle, ABD GSYİH'sinin tahminen %60'ı en büyük 1000 şirket tarafından sağlanmaktadır ve geri kalan 11 milyon şirket GSYİH'nın diğer %40'ını oluşturmaktadır. v-Özelleştirme Özelleştirme, devlete ait kaynakların veya hizmetlerin üretimi ve dağıtımı üzerindeki mülkiyetin veya kontrolün özel şirketlere devredilmesidir. Bu süreç, kurumsal kârın ve fırsatların artırılması için hayati öneme sahiptir ve şu anda büyük ilgi odağıdır. Küresel müştereklerin aşamalı olarak özelleştirilmesi,   1980'lerden bu yana neoliberal veya serbest piyasa politikasının temel odak noktası olmuştur. Tarihin bu çok yakın dönemine kadar, kamu kaynakları büyük oranda yerel toplulukların ve ulusların elindeydi; bu topluluklar, kâr zorunluluğu olmadan faydalarını topluma dağıtabiliyorlardı. Temel emtia, tarım ve imalat pazarlarının halihazırda bir avuç şirketin hakimiyetinde olduğu bir ortamda özelleştirme, görünüşte sonu olmayan bir dizi kârlı fırsatın önünü açtı. Tarım arazileri, hava dalgaları, su kaynakları, enerji kaynakları, sağlık hizmetleri, bankacılık, yerli bilgi, bitkiler, tohumlar ve hatta fikirler artık kâr amacıyla şirketler tarafından giderek daha fazla kontrol ediliyor ve tedarik ediliyor. Son zamanlarda eğitimin özelleştirilmesi büyük endişe kaynağıdır. ABD eğitim sisteminin değeri yaklaşık 800 milyar £ civarındadır ve önümüzdeki 8 yıl içinde bunun %10'unun şirketlerin elinde olacağı tahmin edilmektedir. Birleşik Krallık'ta, çoğu hükümete önemli bağışlar sağlayan kurumsal topluluğun doğrudan sponsorluğu altında olan 59 öğrenim akademisi mevcut okulların yerini alıyor. Tüm bu akademiler "sponsorlara ve yöneticilere ahlak, stratejik yönlendirme ve meydan okuma konusunda daha geniş kapsam ve sorumluluk veriyor". Sonuç olarak, iş, girişim ve ticarete büyük önem veriyorlar ve sıradan okullar gibi kamuya karşı sorumlu değiller. Bu, Özel Finans Girişiminin (PFI) bir parçası olarak Birleşik Krallık'ta kamu hizmetlerinin kurumsal olarak devralınmasının yalnızca bir örneğidir. Her ne kadar kurumsal mali yardım karşılığında kamu hizmetlerinin ve kaynaklarının önemli kontrolünü açık bir şekilde devretse de, hükümetin yönlendirmesi, PFI'nın hiçbir zaman özelleştirme olarak anılmamasını sağlamıştır. Neoliberaller özelleştirilmiş hizmetlerin devlet tarafından yürütülen hizmetlerden daha verimli olduğunu iddia ediyor. Piyasa rekabetinin ve kurumsal verimliliğin tüketiciler açısından fiyatları aşağı çekebileceğine inanıyorlar. Bu argümanlar, kamuoyunu ve hükümetleri ikna etmek için bir satış aracı olarak kullanılıyor ve özelleştirme, gelişmiş ve gelişmekte olan dünyada hızla ilerliyor. Ancak bu varsayımlar temelde yanlıştır ve kamu hizmetlerinin işlevleri ve amaçları dikkate alındığında çoğunlukla ilgisizdir. Enerji, su ve sağlık hizmetlerinin sağlanması gibi temel kamu refahı ihtiyaçlarını karşılamak için vatandaşlara hükümetler tarafından temel hizmetler sağlanmaktadır. Bu hizmetlerin sağlanması bir insan hakkıdır ve bunların karlı olup olmadığı dünya çapındaki insanların büyük çoğunluğu için bir endişe kaynağı değildir. Özelleştirmeye karşı pek çok ilgili argüman vardır ve özel sektör tarafından işletilen hizmetlerin daha verimli veya müşterileri için daha iyi değer sağladığına dair çok az ampirik kanıt vardır. Örneğin özelleştirme genellikle doğal bir tekel yaratarak tüketicinin yararına olabilecek rekabet olasılığını ortadan kaldırır. Enerji gibi pek çok sektörde, çokuluslu şirketler piyasanın hakimiyetini elinde tutuyor ve stratejik ittifakları aracılığıyla piyasanın fiyat gibi kritik yönlerini kontrol ediyorlar; bu da yine teorik piyasa faydalarını ortadan kaldırıyor. Tüketici fiyatları düştüğünde veya bir şirket kar düzeylerini artırmaya çalıştığında, bu genellikle makul ücretler, çalışma standartları ve çevre pahasına gerçekleşir. Ortaya çıkan ölçek ekonomileri ve verimlilik kazanımları topluma çok yüksek bir maliyet getiriyor. Ana konular insan hakları, demokrasi, mülkiyet, kontrol ve hesap verebilirlikle ilgili olanlardır. Gelişmekte olan ülkelerde pek çok kişi temel hizmetlerden mahrum kalsa da, temel hizmetlerin sağlanması bir insan hakkıdır. Hizmetlerin mevcut olduğu durumlarda, sorumlu bir hükümet organının bu hizmeti yönetmesi toplumun çıkarınadır. Ancak şirketler halka karşı değil, yalnızca öncelikleri hizmet değil kâr olan hissedarlara karşı sorumludur. Kâr amacı devlet olanaklarını etkilemez; toplumsal ihtiyaç gerektiriyorsa hizmetleri zararına yürütebilir. Eğer bir hükümet bir hizmeti etkili bir şekilde sağlayamıyorsa, halk tarafından görevden alınabilir. Suyun özelleştirilmesi konusu, en zengin ülkeleri bile etkileyen en tartışmalı konulardan biri olmaya devam ediyor. Örneğin Birleşik Krallık şu anda kamusal su kullanımına ilişkin yasal kısıtlamalarla karşı karşıyayken, operatör Thames Water yalnızca sabit olmayan sızıntılar nedeniyle günde 894 milyon litre israf ediyor. Şirket, düzenleyici cezalardan kaçınırken, vergi öncesi kârında %31'lik bir artış olduğunu ve toplamda 346,5 milyon £'a ulaştığını duyurdu. Su faturalarının 2010 yılına kadar ortalama %24 oranında artması bekleniyor. Bu durum başka bir noktayı vurguluyor: şirketler krize çözüm bulmak için karlarını yeniden yatırıma yatırmayacaklar. Öte yandan devlete ait tedarikçiler, standartları hızlı bir şekilde iyileştirmek için karlarını yeniden yatırabilirler. Gelişmekte olan ülkeler Küresel düzeyde, DTÖ, IMF ve Dünya Bankası'nın zorlayıcı etkileri, birçok gelişmekte olan ülkeye, kamu mal ve hizmetlerinin aşamalı olarak özelleştirilmesine izin vermek dışında çok az seçenek bırakmıştır. Uluslararası finans kurumları, ticaret anlaşmaları ve yapısal uyum programları aracılığıyla kurumsal muadilleri için istikrarlı bir gelir elde ettiler. Aslında, bu 'gelişmekte olan pazarlar', etkili hükümetlerle stratejik ilişkileri sürdürürken giderek daha fazla ulusötesi ölçekte faaliyet gösteren şirketlerin şu anda ana hedefleridir. Bu şekilde yabancı yatırım, kârın yabancı ülkeye geri dönmesiyle, yani yerel sistemden paranın çekilmesiyle sonuçlanır. Bu, ülkedeki sanayiyi azaltır ve yerel sosyal ve ekonomik kalkınmayı baltalar. Bu durumda vatandaşlar yabancı şirketlere ve onların mal ve hizmetlerine bağımlı hale gelerek kısır döngüyü tamamlıyor. Anlaşılır bir şekilde, temel hizmetlerin özelleştirilmesi yaygın halk protestosunu harekete geçirdi; bunların en bilineni 2004/2005'te Bolivya'daydı ve bu durum sonunda hükümetin özel su sözleşmesini reddetmesine yol açtı. Bolivya'da suyun özelleştirilmesi, 1997'de Dünya Bankası'nın Fransız çokuluslu Suez gibi özel şirketlerle ortaklığıyla verdiği bir kredinin şartı olarak yürürlüğe konmuştu. Su ve kanalizasyon hizmetlerinin on binlerce yoksul aileye ulaştırılmasındaki ciddi başarısızlık ve ortalama bir Bolivyalı'nın yarım yıllık gelirinden fazlasını aşan bağlantı maliyetleri kitlesel protestolara yol açtı. Bu durum şu soruyu gündeme getiriyor: 'Şirketler harcayacak çok az parası olan veya hiç parası olmayanlardan nasıl kâr elde edebilir?' Dünyanın her yerindeki yoksul toplulukların su hizmetlerine para ödemesi mümkün değil; birçoğu günde 1 doların altında parayla yaşıyor. Gezegen nüfusunun neredeyse beşte biri güvenli içme suyuna, yüzde 40'ı ise temel sanitasyona erişimden yoksun. Yoksulluk bölgelerinde su dağıtımını bir şirketin kontrol etmesi karlı değildir; Hizmetin karşılığını ödeyemedikleri takdirde, en çok ihtiyaç duyanlara hizmet sunma konusunda çok az teşvikleri vardır. Kamunun sahip olduğu ve yönettiği su tesisleri, öncelikli odak noktaları kar değil, refah ihtiyaçlarıdır ve bu hizmeti üstlenmek için en iyi konumdadır. Özelleştirme lobisi, su gibi temel kaynaklara küresel erişimin olmamasının ana nedeni olarak sıklıkla 'yozlaşmış' hükümetlerin varlığını öne sürüyor ve bu tür durumlarda hükümetin çabalarının yerini özel tedarikin alması gerektiğini öne sürüyor. Bununla birlikte, bu 'yozlaşmış' hükümetlerin, çoğu gelişmekte olan ülkeden çok daha büyük ekonomilere sahip olan ulusötesi şirketlerle büyük özel sözleşmeler müzakere etmek için en iyi konumda olmadığı anlaşılmaktadır. Bu hükümet başarısızlıkları aynı zamanda tarihsel bir perspektifle ve bir ülkenin mevcut yoksullaşma düzeyi açısından da değerlendirilmelidir. Daha ileri analizler genellikle bu yoksullaşmanın daha karmaşık nedenlerini ortaya çıkarır. Bunlar, Sahra altı Afrika'da suya yakınlığın olmayışı gibi benzersiz çevresel koşullardan sömürgeleştirmenin kümülatif etkisine, siyasi müdahaleye ve hakim ülkeler tarafından dayatılan adil olmayan ticaret yapılarına kadar uzanmaktadır. Bu tür ülkelerde şirketler sıklıkla yolsuzluk uygulamalarını güçlendirebilmektedir. Uluslararası Şeffaflık Örgütü'nün bir anketi hakkında yorum yapan IPS, 2002'de şunu bildirdi: "Uluslararası sözleşmeler, çokuluslu şirketlerin, özellikle silah ve savunma, bayındırlık ve inşaat endüstrileri olmak üzere dünyanın gelişmekte olan ekonomilerindeki hükümet yetkililerine rüşvet vererek değerli sözleşmeler elde etmeye çalışmasını engellemedi." ve bu tür rüşvetlerin giderek arttığını. Bu gibi durumlarda, uluslararası ilginin, devlet kontrollü kamu hizmetlerinin daha etkili bir şekilde oluşturulması için dış yardım sağlanmasına odaklanması gerekmektedir. Temel hizmetler özelleştirildiğinde genellikle iki kademeli bir sistem oluşturulur. Fiyatlar piyasa tarafından belirleniyor ve ödemeye gücü yetmeyenler, ödemeden gidiyor. Küresel halkın %45'i günde 2 dolarla hayatta kalma mücadelesi verirken bu kesinlikle kabul edilemez. Yoksulluğun azaltılması ve kalkınma, ancak yoksulluğun yaşandığı bölgelerde çoğunlukla mevcut olmayan bu temel hizmetlerin herkese garanti edilmesiyle gerçekleşebilir. Hükümetin temel insani ihtiyaçları karşılama taahhüdü, BM Evrensel İnsan Hakları Bildirgesi'nde teyit edilmiştir ve bu nedenle hükümetler taahhütlerini yerine getirmeli ve temel hizmetleri piyasa güçlerine ve özel çıkarlara bırakma yönündeki neoliberal baskıya boyun eğmemelidir. Neoliberal ideoloji, modası geçmiş, bencil bir ekonomi modelini bünyesinde barındırıyor. Eski emperyal güçler tarafından formüle edilmiş ve ekonomik açıdan egemen uluslar tarafından benimsenmiştir. Küresel ticaret ve finans yapılarının durumu göz önüne alındığında, zengin ülkeler, gelişmekte olan ülkelere neo-liberal politikaları benimsemeleri yönünde baskı uygulayarak - kendileri öyle olmasa bile - ekonomik avantajlarını koruyabilirler. Anlaşılacağı gibi birçok yorumcu bu süreci ekonomik sömürgecilik olarak tanımladı. Neoliberal ekonomik küreselleşmenin nihai hedefi, ticaretin önündeki tüm engellerin kaldırılması ve mevcut tüm kaynak ve hizmetlerin özelleştirilmesidir. Bu senaryoda, kamusal yaşam istikrarsız piyasa güçlerinin insafına kalacak ve elde edilen karlar az sayıda kişinin yararına olacaktır. Bu politikaların büyük başarısızlıkları artık herkesçe biliniyor. Pek çok ülke, özellikle Latin Amerika'da, artık uluslararası finans kurumlarının kendilerine dayattığı yabancı şirket yönetimine açıkça meydan okuyor. Bu ülkelerde rekabete ve kişisel çıkara dayalı ekonomik ideolojiler yerini giderek işbirliğine ve kaynak paylaşımına dayalı politikalara bırakıyor. Yerleşik siyasi ve ekonomik yapıları değiştirmek zor bir iştir, ancak halktan adalete yönelik baskı giderek artıyor. Küresel kamuoyunun yaşam için gerekli olan şeyleri yönetmesi ve tüm insanların bir insan hakkı olarak bunlara erişmesini sağlaması gerekiyorsa, değişim hayati önem taşıyor. Düşünüyorum da, bundan elli yıl kadar önce, Türkiye şöyle dursun, Batı’da da, refahın artması için temel toplumsal ve siyasi kararların piyasa doğrultusunda şekillenmesi gerektiğini; şirketlere sınırsız özgürlük tanınmasının, sendikaların budanmasının, yurttaşların sosyal güvenliklerinin asgariye indirilmesinin, Devlet’in ekonomideki rolünü gönüllü olarak azaltmasının şart olduğunu iddia etmeye kalkan birisine akıl hastası gözüyle bakılırdı. Günümüzde pompalanan ana-arter doğrulara uymadığı için ünlü (!) olmayan muhteşem Karl Polanyi, “İnsanların ve çevrenin kaderini serbest-pazar mekanizmalarının belirlemesine kayıtsız şartsız bırakmak, toplumun çökmesi ile sonuçlanır” (1) diye yazmıştı.  Oysa, görüyoruz ki, bu fikirler günümüz neo-liberallerinin ekonomik kalkınma reçetelerinin “olmazsa olmaz”larıdırlar. Geldiğimiz noktada, ekonominin ihtiyaçları topluma kendi kurallarını dikte ettirmektedir, toplum ihtiyaçlarını ekonomiye değil. Karl Polanyi’nin kehaneti gerçekleşmiştir; neo-liberalizmin söylemi toplumları “çöküşe” götürmektedir. Sosyal devlet kavramı dünyanın hemen bütün ülkelerinde ortadan kalkmıştır. Çevre, yok yok olmanın eşiğindedir. Dünya kurulduğundan bu yana misli görülmedik servet birikimine karşın sadece yoksul ülkelerde değil, varsıl ülkelerde de sefalet kol gezmektedir. Buna karşın neo-liberalizm insanoğlunun doğal ve normal yaşam biçimiymiş gibi takdim edilmekte, neden olduğu ekonomik krizlere, kıtlıklara rağmen, mümkün olan yegâne düzenmiş gibi, Allah’ın emriymiş gibi dayatılmaya devam edilmektedir.  İkinci Dünya Savaşı sonrası Chicago Üniversitesi çevresinde Friedrich von Hayek ve öğrencisi Friedman’ın başını çektikleri marjinal bir akım olarak ortaya çıkan neo-liberalizmin (ve ekonomik, siyasi, sosyal ve çevresel sonuçlarının) başarıyla pazarlanabilmiş olmasının başlıca nedeni neo-liberallerin ve sponsorların “Büyük Dönüşüm” dedikleri sefih ve gerici (gerici, çünkü Ondokuzuncu yüzyıl vahşi kapitalizminin hortlamasından öte değil) fikirlerini devasa bir uluslararası vakıflar, enstitüler, araştırma merkezleri, yayın evleri, eğitmenler, yazarlar, halkla ilişkiler uzmanları ve elbette medya (!) ağıyla yaymayı sürdürüyor olmalarıdır. (2) 1979 önemli bir tarih; neo-liberal doktrinin iki şampiyonundan birisi Margaret Thatcher’in (diğeri Ronald Reagan) başbakan olup, neo-liberal devrimi İngiltere’de başlattığı tarih. Demir Leydi’nin kendisi Hayek’in öğrencisi; aynı zamanda düşüncelerini açıkça ifade eden bir sosyal Darwin’ci – yani, güçlünün zayıfı ezmesinde beis görmeyen bir hanım. TINA (3) diye bilinen iddiasını derhal yürürlüğe koyan Thatcher’in söylemi, uluslar, bölgeler, şirketler ve bireyler arası rekabet üzerine kurulu. Güçsüzü güçsüzden ayırmayı esas alan söylem, fiziki, doğal, parasal ve insan kaynaklarını (zayıfın elinde çarçur olacağı gerekçesiyle) güçlünün emrine tahsis eden söylem. Hemen eklemeliyim: rekabetin makbul olmadığı tek alan “İttifak Kapitalizm”(3) denen “Ulusötesi Şirketler”in yer aldığı alandır. Ulusötesi’ler yabancı ülkelerde istihdam yaratan yeni yatırımlara girmez, varolan kârlı yatırımları satın almak yoluna giderler; bakınız, Tikveşli-Danone, bakınız, Demirbank-HSBC, bakınız da, bakınız. Günümüzde “Doğrudan Yabancı Yatırım” olarak bilinen fonların 2/3 ilâ 3/4ü şirket satın alma ya da birleşme şeklinde gerçekleşir ve hemen her zaman işçi çıkarmaları ile sonuçlanır. Neo-liberallere göre serbest piyasa öylesine akıllı, öylesine iyidir ki, şer gibi görünen durumları dahi hayra tahvil eder. Bu nedenledir ki, Thatcher bir konuşmasında, “Bizim işimiz eşitsizlikle övünmek, eşitsizliğin hepimize yarar sağlayacak yetenek ve becerileri ortaya çıkardığını, yollarını açtığını görmektir” diyebilmiştir. Diğer bir deyişle, rekabet edecek durumda olmayanların bir kenara bırakılmalarında sakınca yoktur. İnsanlar zaten eşit doğmazlar ve bu iyi bir şeydir çünkü iyi ailelere doğan, en iyi eğitimli, en kararlı insanların zaman içinde herkesin yararına olacakları görülecektir. Toplumun zayıflara, iyi eğitim görmemişlere birşeyler borçlu olması söz konusu değildir; yoksulların başlarına gelenler kendi hatlarıdır, toplumun değil.  Gelin görün ki, geçen 22 yılda olup bitenler, toplumun rekabetten yararlandığını değil, tam tersine ağır darbe aldığını göstermiştir. Örneğin, Thatcher öncesi İngiltere’de, on kişiden bir kişi yoksulluk-çizgisi altında yaşarken, bugün bu rakam dört kişiden bir kişiye yükselmiştir. Durum çocuklarda daha da vahimdir: resmi rakamlara göre üç İngiliz çocuğundan birisi yoksulluk çizgisinin altındadır. (5)  Neo-liberalizmin rekabet anlayışının bir diğer sonucu da kârlılıklarını ve pazar paylarını arttırmak gibi yükümlülükleri olmayan kamu iktisadi teşekküllerinin acımasızca budanması olmuştur. Geçen 22 yılın başlıca ekonomik transformasyonlarından birisi özelleştirmedir. İngiltere’de başlayan ve dünyayı saran bu uygulama, hemen her ülkede fiyatların artmasına karşın hizmetlerin iyileşmemesi ile sonuçlanmıştır. Kuruluşların yeni sahiplerinin elleri mecbur müşterilere ekonomik gerekçesi olmayan tekel fiyatları dayattığı bu durum klasik iktisatçıların “pazarın yapısal iflâsı” dedikleri bu oluşumdur. Oysa, hemen tüm kamu hizmetleri ekonomistlerin “doğal tekeller” dedikleri sınıfa girerler. Doğal tekeller, pazarın tümüne hitap ettikleri için sürümden kazanan yani asgari kârla, azami hizmet verebilen kuruluşlardır. Demiryolları, enerji santralları gibi büyük sermaye gerektirdiği için çok sayıda heveslisi olmayan hizmetleri kamu iktisadi teşekküllerinin üstlenmesi doğal ve gereklidir. Ama, neo-liberallerin adetidir, etiketinde “kamu” yazan her etkinliği ve sadece bu sebeple “hantal” ilân ederler. İşçi sendikaları geleneksel olarak en güçlü oldukları alan kamu sektörüdür. Özelleştirmenin bir başka amacı da işçi sendikalarını budamaktır. Nitekim, 1979-1994 arası İngiltere’de %29 küçülen kamu sektöründen çıkartılan 2 milyon işçinin iptal edilen işlerinin hemen hepsi sendika kapsamındaki işlerdi. İşleri iptal edilenlerden sadece 300 bin tanesi özel sektörde iş bulabildi; neo-liberalizmin bir şiarı da mümkün olan en az sayıda işçi çalıştırmaktır. Çünkü, kârlılık, hisse senetlerinin satışını da etkiler.  Özelleştirme ile ilgili bir başka mit, küçük tasarruf sahiplerinin özelleştirilen kuruluşların hisse senedi sahipliğini teşvik ederek, menkul kıymetler borsalarının canlanmalarına katkıda bulunacağıydı. Ne ki, bu iddialar da doğrulanmış değildir. Bugün, özelleştirmenin beşiği İngiltere’de, elden çıkarılan kamu kuruluşlarının hisse senetlerinin ezici çoğunluğu ya finans kuruluşlarının ya da çok büyük yatırımcıların elindedir. Neo-liberalizm gelir dağılımını da bozar. Serveti toplumun tabanından tavanına yöneltir. ABD, dünyada gelir dağılımının en bozuk olduğu ülkelerden birisidir. Başkan Reagan’ın neo-liberal doktrin ve politikaları neticesinde bu durum daha da vahim bir hale gelmiştir. 1977’de, Amerikan ailelerinin en zengin %1’inin ortalama geliri, en yoksul %10’undan 65 misli daha fazlaydı. 1988’de bu rakam 115’e yükseldi. UNCTAD’nin 2600 araştırmaya dayanarak yayınladığı bir rapora (4) göre Çin, Rusya ve diğer eski sosyalist ülkeler de dahil olmak üzere, dünyanın hemen her yerinde orta sınıfın içi boşaltılmakta, yoksullaştırılmaktadır. Neo-liberalizmin zenginlerin daha da zenginleştirilmeleri gerektiği düşüncesinin arkasındaki teori ve ideolojik gerekçe, sermaye birikimin yatırıma yöneleceği, işsizliğin azalacağı, genel refah seviyesinin yükseleceğidir. Oysa, bu iddia da gerçekleşmemiş; zenginlerin ellerinde toplanan sermayenin yerel ya da ulusal ekonomilere dönmek yerine uluslararası gayri menkul borsalarına gittiği görülmüştür. Uluslararası seviyede ise, neo-liberaller çabalarını üç temel noktada yoğunlaştırırlar: i) mal ve hizmet ticaretinin serbestleşmesi, ii) sermaye dolaşımının serbestleşmesi, iii) yatırımların serbestleşmesi. IMF kriz yönetimi ve şartlı destek mekanizmaları sayesinde, neo-liberal ekonomi politikalarının evrensel garantörü işlevini üstlenmiştir. Oysa, 1944’de Bretton Woods’da kurulduklarında IMF ve Dünya Bankasının görevleri savaş sonrası yeniden yapılanma ve kalkınma için ödünç para vermek, ödemeler dengesi bozukluklarını giderecek krediler sağlamak suretiyle gelecekteki çatışmaları önlemekti. Bağımsız devletlerin ekonomik kararları üzerinde kontrolları olmadığı gibi, politikalarına da müdahale edemezlerdi. Son yirmi yılda bu durum tamamen değişmiştir. Bu kuruluşlar, artık şeffaf olmadıkları gibi, demokratik sorguya da kapalı olmalarıdır.  Ve nihayet, neo-liberalism, halkların bütünü için değil, siyası gücü elinde tutan egemen güç sermaye için tasarlanmış bir sitemdir. Ekonominin topluma kendi kurallarını dayattığı bu sistemde demokrasi bir kamburdur; çünkü, seçmenler arasında kaybedenlerin sayısı kazananlardan daha fazladır ve onlar seslerini duyurmak isteyeceklerdir. Nitekim, SSCB’nin dağılmasıyla sonuçlanan büyük “transformasyon,” anayasal demokrasi ile serbest piyasa kurallarının barış içinde beraberliğinin mümkün olamayacağını göstermiş ve büyük heyecanlarla başlayan demokrasi hareketi dağılmış, neo-liberalizmin kurallarına yenik düşmüştür. Bu bağlamda, “demokratik hareketlilik” ile “iktidarda söz sahibi” olmayı birbirine karıştırmamak gerekir.  Bütün bu oluşumların Türkiye’deki yansımalarını,  uygulamalarını,  alınan kararların olası sonuçlarını tartışmanın zamanıdır. susarsak, genelde kabul gören “doğrular”ın arkasına saklanırlarsak, bir dönem daha kaybetmekten korkarım. (sürecek) Son Söz: Soru şu: Türkiye’ye ve benzer ülkelere 1980 sonrasında uygulatılan kapsamlı neo-liberal model ne kadar doğruydu? Bu model kim tarafından kurgulandı ve uygulamaya konuldu? Türkiye; bu programın sadece bir bölümüne itiraza kalkıştığı için sadece gecikmedi; aynı zamanda çaresiz kaldı. Bu çaresizliğe Küresel Oyun kurucular, Türkiye ekonomisini, finans kapitale öylesine bağımlı hale getirdiler ki, hareket alanlarını da kısıtladılar. "faiz - Kur - enflasyon" Sarmalının içine Türkiye'yi kim soktu? Bu oyunları kurgulayanlar kim? Asıl yanıtlanması gereken sorular bunlar..... Referans: (1) Karl Polanyi, The Great Transformation, 1944; (2) George Susan, “Küreselleşen Dünyada Ekonomik Bağımsızlık Konferansı,” Bangkok, 24-26 Mart, 1999.; (3) “There Is No Alternative” – Başka seçenek yok. (4) 1997 Trade and Development Report; (5) 1996 report of the British Child Poverty Action Group. (6)https://sharing.org/information-centre/articles/neoliberalism-and-economic-globalization

İlgilenenler Okusun Diye Kitaplarım...

İlk söz: İyi kitabı, çok iyi okumalı... Bir belgesel için kişisel kitaplığını tanıtan bir filozof, şöyle diyor: "Buradaki kitapların hepsini okumadım... Belki üç dört tanesini. Ama o dört tanesini çok çok iyi okudum." "Bir konu çalışırken yeni bağlantıların ve başka konuların izini sürmenin verdiği keyif çok hoş... Yine dünyaya gelsem yine bu işi yaparım." "Bu iş benim hayattaki en büyük lüksüm, bana hiç çalışmıyorum gibi geliyor..." Kitaplarımız hayallerimizdir... Okyanusa ulaşma yolculuğunda belki bir küçük farkındalık katmak ve bir katre olabilmek için.. Bazı yolların bitimsiz olması bir lütuf. Ne mutlu öyle bir yolda olana... Ne herhangi bir göz görmüştür güneşi, güneş gibi olmadıkça; ne de güzeli görebilir bir ruh, güzel olmadıkça. Güneş hep ışık saçar.. Özüne daima sadık, adıyla daima müsemma. Yağmur sözcüğü ne kadar isabetli. Hem yağarak kendi oluyor hem kendi olduğu için yağıyor. "Yağmur". Çok isabetli...   Gülün niçini yoktur, açar açtığı için; Kendine önem atfetmez, sormaz beni gördün mü diye. Okuma birikimi, eleştirel düşünme ve sentez yapabilme becerisi şart. Temel sağlam değilse bina eğreti durur. Hatta durmaz... Ne mutlu Güneş gibi olup hep ışık saçana.. Yazmak dokumak gibi. İlmek ilmek bir metin ortaya çıkarmak... Latincede "textus" örgü, kumaş, örüntü demek. Yazmak dokumaktır.   "Bir alemi görmek kum tanesinde, Ve cenneti yaban çiçeğinde, Tutmak sonsuzluğu avucunun içinde, Ve ebediyeti tek bir vakit içinde." Dünya üniversitesi olma ülküsüne yönelik olarak "Türk Ulusunu” çağdaş uygarlığın en ön safhasına geçirme,bilimde, teknikte özgür ve bağımsız olarak hareket edebilme,dünyanın en gelişmiş ülkesi olarak diğer ülkelere liderlik edebilme ve sürekli ilerlemenin bir düşünce-nesnesi olarak somut çıktılar elde edebilmek için Ulusal irade seslenişi yeteneğini, diğer bir deyişle kolektif ruh/irade varlığını çağdaş bilim ve akılcılıkla geliştirmek.Bu bağlamda; beşeri sermayemizin, aydınlık yarınlarımızın umudu olan gençlerimizi ;Fikri, Vicdanı ve İrfanı Hür olarak Kadim değerlere (İnancına, Tarihine , Kültürüne )bağlı analitik düşünen, tartışan , üreten bireyler olarak yetiştirmek..."Üniversite sadece bilim için değildir, aynı zamanda Hak, Hukuk, Adalet ve Cumhuriyet içinde üniversite gereklidir.Üniversite Cumhuriyet'in sahipliğinde" https://www.gazikitabevi.com.tr/urun/maliyet-muhasebesi-uygulamalari https://www.gazikitabevi.com.tr/Maliyet-Muhasebesi,PR-186610.html http://www.gazikitabevi.com.tr/Kaynak-Tuketim-Muhasebesi-Modeli,PR-62433.html http://www.gazikitabevi.com.tr/Maliyet-Muhasebesi,PR-186610.html http://www.gazikitabevi.com.tr/Yonetim-Muhasebesi,PR-184243.html https://www.gazikitabevi.com.tr/urun/surdurulebilirlik-acisindan-maliyet-azaltiminin-stratejik-yol-haritasi  

Kitap Okuyanlar Daha Uzun Yaşıyormuş!...

"Kitapları nasıl seçmeli?", "Nasıl okumalı?" ve "Okuma deneyimini nasıl zenginleştirmeli?" sorularına cevap veren, Türkçede yayımlanmış eserler. https://bit.ly/3eTpI6w   Springer bazı kitapları ücretsiz yüklemeye sunmuş: https://bit.ly/2KuRcjk ilksöz: “Okuma/öğrenme hayatta başarı sağlamaya yarayan bir zorunluluktan ibaret olarak algılandığı sürece toplum yerinde saymaya mahkumdur.”     İyi kitabı, çok iyi okumalı... Bir belgesel için kişisel kitaplığını tanıtan bir filozof, şöyle diyor: "Buradaki kitapların hepsini okumadım... Belki üç dört tanesini. Ama o dört tanesini çok çok iyi okudum."     Okumak çağırmaktır..Getirisi en yüksek yatırım, bilgiye yapılan yatırımdır. Benjamin Franklin'e atfedilen bu söz. İki yüz küsur yıl önce de geçerliydi, bugün de geçerli..."Bir kitabı okurken geçen iki saatin, ömrümün birçok senelerinden daha dolu, daha ehemmiyetli olduğunu fark edince insan hayatının ürkütücü hiçliğini düşünür ve yeis içinde kalırdım." Okumak yazının kardeşi, yaşıtı...  Okumak kelimesinin en eski halli Orhun Yazıtları'nda rastlanılmış.... Bu dönemde okımak diye telaffuz edilen ve okıglı, okınç gibi türevleri bulunan bu kelime çağırmak, davet etmek, seslenmek anlamında   toy-düğün davetiyesi, çağrısı anlamında kullanılmış... Benzer şekilde Kutadgu Bilig'de geçen okıçı kelimesi de çağrıcı anlamında kullanılmış.  "İkra!", yani "Oku!"  ve "kıraa" aynı kökten türemiş... Kıraa kelimesinin Arapçada iki anlamı var:  Birincisi bir sözü ezberden ya da yazıya bakarak söylemek, İkincisi ise bir yazıyı sesli ya da içinden okumak. Nitekim İngilizce çevirilerde kelimenin anlamı genelde "recite" kelimesiyle tercüme edilmekte; yani yüksek sesle okumak.diye yazıyor kitaplar..   Kutsal kitabımız Kur'an,"okunacak" "okumaya yarayan", "okunması gereken" anlamına gelmekte.. Bu önemli notumuz şimdilik burada kalsın..... Kitap okuyanlar daha uzun yaşıyormuş!...Öyle yazıyor... "Reading books is tied to a longer life, according to a new report." A scientific case for the humanities: http://explore.brainpickings.org/…/reading-books-is-tied-to… … http://well.blogs.nytimes.com/2016/08/03/read-books-live-longer/?_r=0  Reading books is tied to a longer life, according to a new report. Yeni bir araştırmaya  göre, kitap okumak daha uzun bir ömür (yaşam) sağlıyormuş. Araştırmacılar, okumayla ilgili 50 ‘den fazla sorularını yanıtlayan    3.635 kişinin katıldığı daha geniş bir sağlık araştırmasına ilişkin verileri kullanmış. Bu araştırmada örnekleri üç gruba ayırmış:  i-Sürekli kitap okuyanlar, ii-haftada üç buçuk saat kadar kitap okuyanlar iii-ve üç buçuk saatten fazla kitap okuyanlar. Bu çalışma, i-En fazla kitap okurlarının kadın, ii-üniversite eğitimi almış iii-ve yüksek gelirli gruplar halinde eğilim gösterdiğini ortaya koydu. Bilim insanları düzenli kitap okuyan insanların iki yıl daha uzun yaşadığını ortaya koyduğunu yazıyor.... Araştırmada, kitap okumayan ve düzenli kitap okuyan insanların yaşam süresi karşılaştırıldı. ABD’li uzmanların edindikleri sonuç, kitap okuma alışkanlığının yaşam süresini uzattığı yönünde olmuş... Yale Üniversitesi’nde yapılan araştırmalarda, haftada en az birkaç saat kitap okuyan kişilerin okumayanlara oranla 2 yıl daha fazla yaşadığı belirlenmiş. 3 bin 635 kişi ile yapılan incelemede, haftada 3.5 saat kitap okumak, biraz daha uzun yaşamak için ideal. Ayrıca haftada 3.5 saat kitap okumanın ölüm riskini % 23 azalttığı sonucuna varılmış. Bu araştırmada Gazete ve süreli yayınları okuyanlar arasında benzer bir lişkinin (korelasyon)  zayıf olduğuna dikkat çekiliyor Bu araştırmada ,Yale'de epidemiyoloji profesörü Becca R. Levy, "Günde yarım saat kısa bir süre Kitap okumanın ar, Kitap okumayanlara  göre önemli bir hayatta kalma avantajı elde ettiğine"  vurgu yapıyor. Son Söz: Sana kitap hediye eden, sana değer verendir... Sana kitap hediye edeni unutma. Sana kitap okuyanı ise hiç unutma... LIVE, BOOKS AND LITERATURE, MEDICINE AND  Dünyada güncel olarak ilgi gören birçok kitaptan bizim insanlarımız haberdar olamıyor. Uğur Yüce (1940) isminde İzmirli kitapsever bir işadamı, “Özet Kitap” isminde bir proje başlattı. Sahire Erturan isimli bir İzmirli hanımın desteğiyle yabancı dillerde yayınlanan dış dünyada ilgi gören kitap ve raporların çoğunun tercüme ve özeti bilgisayar ortamında, ilgilenenlerin “bedava” hizmetine sunuluyor. Bilgisayarınızı açınız. Ve de “ozetkitap.com” sitesine giriniz. Ekonomi, bilim, teknoloji, siyaset konularında (hemen tamamı yabancı dilde yayımlanmış) “güncel-herkesi ilgilendiren” yüzü aşkın kitabın ve çok sayıda raporun özetini bulacaksınız. Özeti siteye eklenen son kitaplar, Pentagon, Ödül, Dünyayı İyiye Değiştirecek 5 Fikir, Amerikanın Kurduğu Dünya, Düşmanlar ve FBI Tarihi. Bugüne kadar özeti en fazla okunan kitaplar: Tüfek Mikrop ve Çelik, İkinci Şans, Sıcak Para, Geleceğin Kısa Tarihi, Çöküş, Ruhsal Makineler Çağı.    Özet Kitap sitesinde, öğrencilerimizin, gençlerimizin, halkımızın kitap konusuna ilgisizliğini gösteren bilgiler de var. http://www.ozetkitap.com/