Tüm Bilgi Paylaşımlarım

Türk Dünyasının Yeni Gün (Erken-kün) - Ergenekon Bayramı (Toyu) Kutlu Olsun.

Görsel. Atatürk'ün, ressam İbrahim Çallı’ya yaptırdığı, "Türklerin Ergenekon’dan çıkışını temsil eden" bir yağlı boya tablo.... TÜRK DÜNYASININ YENİ GÜN (Erken-Kün) - ERGENEKON BAYRAMI (TOYU) KUTLU OLSUN (*) TÜRK KÜLTÜRÜNDE YENİGÜN - BAHAR TOYU (NEVRUZ) İlk Söz:Bugün baharın müjdecisi, bolluğun ve bereketin bayramı Nevruz… Türk'ün Ergenekon'dan çıkış bayramı Nevruz. Türk'ün Bayramı Nevruz Kutlu Olsun!... Birçok toplumda çeşitli isimler altında şenliklerle kutlanan dünyanın en eski bayramı olan Nevruz, Türk Dünyasında "Türklerin Ergenekon'dan çıkışı" ve "Türk takviminde temsil edilen 12 burçla yeni yılın başlangıcı" olarak kutlanıyor. hayvanlar tarafından" 5000 yıldan beri.     Kimileri bu günü Tanrı'nın dünyayı yarattığı gün, kimileri ise Tufan'dan sonra Hz. Nuh'un Dünya'ya ayak bastığı gün olarak kabul ederken bazıları bu günü insanın ilk yaratıldığı gün, bazıları ise baharın habercisi olarak kabul eder.     Herkesin kaderinin belirlendiği, tüm hastalıkların, kötülüklerin, talihsizliklerin, sıkıntıların ortadan kalktığı gün olduğuna inanılan Nevruz için tüm evler temizlenir. Nevruz münasebetiyle çeşitli oyunlar oynanır, özel yemekler pişirilir. Yemeğin ardından vatandaşlar yeni yıl dileklerini tutar. Daha sonra sevdiklerinin kabirlerini ziyaret eder. Birbirlerine kırgın olanlar barışır.. İnsanlar yoksullara, kimsesizlere, yaşlılara yardım eli uzatır. Hayallerinin gerçekleşmesini dileyen gençler Nevruz ateşinin üzerinden atlar.      Nevruz, Türk Dünyasındaki yaygın inanışa uygun olarak Göktürklerin Ergenekon'dan ayrılıp bağımsızlıklarını elde ettikleri gün olarak kabul edilir. Ebulgazi Bahadır Han'ın "Secere-i Türk" (Türklerin Soykütüğü) adlı ünlü eserinde yer alan Ergenekon Destanı'nda, 400 yıl boyunca etrafı yüksek dağlarla çevrili bir vadide yaşamak zorunda kalan Türklerin bahar gelince vadiyi terk ettikleri anlatılır. Türklerin Anavatanlarına döndükleri ve bağımsızlıklarını kazandıkları gündür Nevruz.. Bu nedenle 21 Mart bağımsızlık gününü simgeler. Nevruz kutlamaları sırasında özellikle Orta Asya'da yaşayan Türkler, Nevruz'un önemini yeni nesillere anlatmak için Ergenekon Destanı'nı okurlar.     Bir başka inanışa göre ise 12 hayvanlı Türk Takviminin başlangıcı olan 21 Mart, doğanın tazelenmesini ve baharın başlangıcını simgelemektedir. Bu günlerde açan kardelenlere "Nevruz Çiçeği" adı veriliyor. Nevruz'da doğan bebeklere Nevruz adı verilir Nevruz, Türk Dünyasındaki yaygın inanışa uygun olarak Göktürklerin Ergenekon'dan ayrılıp bağımsızlıklarını En eski Türk geleneklerinden biri olan Yenigün-Bahar Bayramı (Nevruz), baharın gelişiyle doğaya gelen canlanmayı, toprağa ve bitkilere yürüyen yeni yaşam ile bereketi simgeler. Bu yönüyle Ergenekon Destanının içinde yer bulur. Bozgunculardan ve düşmanlardan kaçıp yüzlerce yıl erişilmez dağlar arasındaki ovada gelişen Türklerin, yeniden dünya yüzüne çıkmaları, yeniden yaşam bulmaları aynı anlayışa dayanır. Ergenekon Destanı resmi belgelerde ilk defa Büyük Hun Devleti döneminde geçer. Çin generali Çian Kien M.Ö. 119 yılında İmparatoruna sunduğu raporda, Ergenekon Destanından da bahseder. Buradan biliyoruz ki; Türkler 21 Mart’ta kırlara çıkıp toylar düzenlenerek bahar bayramı kutlanırdı. Nizami Gencevi ise “İskendernâme” adlı eserinde, M.Ö. 350 yıllarından bu yana Türklerin bahar bayramını kutladığını bildirir. Genel Türk kültürü 21 Mart tarihini Ergenekon’dan çıkış günü sayar. Türk tarihi üzerinde önemli kaynakların ortak görüşü, Ergenekon’un on bin yılın üzerinde bir geçmişi olduğu yönündedir. Zaman içeresinde baş gösteren kıtlıklar, sert geçen kışlar, otlak yetersizlikleri, nüfus artışı sebebiyle bulunduğu alana sığamama gibi ekonomik sebepler ve Tanrıdan geldiğine inanılan kut gereğince cihan hâkimiyeti ülküsünü gerçekleştirme gibi nedenlerle, kabından taşarak güney ve özellikle batıya hareketlenen Türk boylarınca gittikleri coğrafyalara da götürüldüğü görülür. Günümüzde, Çin Seddinden Adriyatik kıyılarına kadar geniş coğrafyada, birçok farklı ülkede yaşayan Türk toplulukları tarafından benzer motiflerle kutlanır. Tarihi belgelere göre; Türkler 12 hayvanlı takvimin yılbaşını 21 Mart olarak belirlediler. Selçuklu Sultanı Melikşah ünlü matematikçi Ömer Hayyam’a hazırlattığı ve kendisinin “Celâl-üd Devle” ünvânı sebebiyle “Celâli Takvimi” adı verilen takvimin yılbaşı yine 21 Marttır. İbrahim Hakkı Hazretleri “Maarifetnâme” adlı eserinde yılbaşını günesin koç burcuna girdiği 21 Mart olarak verir. Ömer Hayyam “Nevruznâme”, Selçuklu Veziri Nizâmül-Mülk “Siyasetnâme”, El Biruni “Eski Halklardan Kalan Yadigarlar” ve Kâşgarlı Mahmud “Divân-ı Lügât-it Türk” adlı eserlerinde, Nevruzun Türklerin yılbaşı günü olduğunu, Orta ve Ön Asya ile Uzak Doğu Türk topluluklarında coşku ile kutlandığını bildirirler. Selçuklular’da ve Anadolu Beylikleri’nde yılbaşı olarak Nevruz kabul edilmişti. Osmanlı Devletinde Nevruz halk arasında olduğu kadar saray için de önemliydi. O dönemde Nevruz için yazılan şiirlere “Nevruziye” denir ve Hekimbaşı her 21 Mart’ta çok özel Nevruz Macunu yaparak padişahtan “Nevruz bahşişi” alırdı. Osmanlı ailesinin mensup olduğu Kayı Boyunun Karakeçililer kolu, 21 Mart tarihinde Ertuğrul Gazi’nin türbesi etrafında toplanıp birlikte bayram yaparlardı. Padişah şenliklere katılarak halkın bayramını kutlar, bu sebeple de o güne “Nevruz-i Sultanî” adı verilirdi. Veziriâzam ve devlet erkanı tarafından padişahlara donanmış atlar ve pahalı kumaşlar hediye edilir, adına da “Hediyye-i Nevruziye” denilirdi. II. Abdülhamid Han zamanında Ertuğrul Gazi’yi anma törenleri Nevruzda yapılırdı. XVI. Yüzyılda başlayan Manisa Mesir bayramı da aynı geleneğin devamıdır. Nevruz, Anadolu’nun bazı bölgelerinde “Yörük Bayramı, Hıdırellez, Bettem” gibi farklı adlarla kutlanır. Nevruz’u, Memlükler (Kölemenler) mâli yıl başlangıcı ve baharın ilk günü olarak kutlardı. Yine bir Türk devleti olan Safevîlerde de kutlandığı, III. Ahmed döneminde Osmanlı elçisi olarak Safevilere giden Dürrî Efendi’nin “Sefârenâme”sinde kayıtlıdır. Nevruz, Çin kaynaklarından Kutadgu Bilig’e, Kâşgarlı Mahmud’dan Bîrûnî’ye, Nizâmül Mülk’den Melikşah’ın takvimine, Karakoyunlu ve Akkoyunlu Devletlerinin kanunlarına kadar yer bulur. Sivas hükümdarı Kadı Burhaneddin Ahmed, Safevi Devletinin kurucusu Şah İsmail, Osmanlı Sultanı I. Ahmed, IV. Murad ve II.Abdulhamid Han, Kazasker Bâki Efendi, Şeyhülislam Yahya Efendi ve Türkiye Cumhuriyetinin kurucusu Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün bahar bayramının kutlanmasına büyük önem verdiklerini biliyoruz. Ayrıca Türk Edebiyatında, Kuloğlu, Kaygusuz Abdal, Hüsnü Baba, Nizami, Fuzulî, Pir Sultan Abdal, Tusi, Nev’î Efendi, Nef'î, Nedim, Hüseyin Suad, Mehmet Akif, Namık Kemal, Şehriyar ve Mahdumkulu gibi bir çok şairimize ilham kaynağı oldu ve gelişine “Nevruziye” veya “Bahariye” denilen şiirler yazıldı. Bir bayram olarak düşünülen Nevruzda, toplumun içindeki küsler barıştırılır, dargınlıkların karların üzerine güneş doğması gibi eriyip gitmesi beklenir. Kimi bölgelerde yedi çeşit Nevruz yemeği yapılarak komşularla paylaşılır. Yaşlılara saygı, balalara sevgi gösterilir. Nevruz bu yönüyle çok önemli bir sosyal görevi yerine getirir. Toplumda birliği, dirliği ve huzuru sağlar. Genel olarak Nevruzda; “semeni” denilen ve kışın bahara duyulan özlemi simgeleyen bir gelenek olarak tabak içinde buğday yetiştirilir. Yemekler ve özellikle tatlılar hazırlanılarak kırlarda toylar düzenlenir. Gençler ve çocukların çok sevdiği “köse” isimli tiyatro benzeri gösteriler yapılır. Yumurtalar, kök boyaları, soğan kabuğu, ağaç ve kaya yosunlarıyla birlikte kaynatılarak rengarenk boyanıp çocuklara verilir. Çocuklar bunları kendi aralarında tokuştururlar. Kapı dinleme, dilek tutma, bacadan şal salma gibi birçok gelenek yaşatılır. Bütün Türk topluluklarında görülen “sin sin” oyunu ise Nevruz’un en önemli gösterisidir. Meydanda bir ateş yakılarak bütün halk orada toplanır. Erkeklerden birinin ateşin etrafında, kartal figürleriyle dolaşmasıyla başlayan oyunda, bir başka erkeğin çıkıp kendisini kovalaması ve orta ateşinin üzerinden atlanması şeklinde devam eder. Nevruz günümüzde; Türkiye, Çin hâkimiyetinde bulunan Doğu Türkistan, Kazakistan, Özbekistan, Türkmenistan, Kırgızistan, Kuzey Azerbaycan, Güney Azerbaycan, Batı Trakya, Bulgaristan, Macaristan, Moldova (Gagauz), Yakutistan, Tataristan, Tacikistan, Kırım, Ahıska, Çuvaşistan, Başkırdistan, Musul, Kerkük, Erbil, Kıbrıs, Hakasya, Dağıstan, Yakutistan, Saka Türkleri ve Kafkas Cumhuriyetlerinde, Pakistan ve Hindistan’da benzer geleneklerle kutlanır. Türk Dünyası, yeni yılı toprağın uyandığı gün ile özdeşleştirmiştir. Türk yaradılış efsanelerinde bu coşku söyle ifade bulur: “Gök Tanrı’nın ilk defa gürlediği, yağız yer, altmış türlü çiçeklerle süslendiği, altmış türlü hayvan sürülerinin ilk defa kişnediği zaman sen (Türk’ün Atası) yaratıldın” Son Söz: Nevruz, Türk dünyasının zamanla, takvimle ve doğayla bağlı gelenekler birliğidir.  Tanrı Türk'ü Korusun ve Yüceltsin Ne mutlu Türküm Diyene!... ------------------------------- i-Sözlü kültürden yazılı kültüre intikal etmiş olan metinlerden biri olduğu kabul gören Ergenekon Efsanesi, Ergenekon denilen mekâna gelişin ve bu mekândan çıkışın anlatıldığı bir efsane metnir. Metinde geçen tekrarlamanın ve canlandırmanın gerçekleştiği yerle zaman arasındaki ilişki ve bellek açısından sonraki zamanlarda tekrarı bu çalışmaya konu edilmiş. Dursun Yıldırım’ın (1997), Ergenekon Efsanesi üzerine farklı düşünme önerileri getirdiği “[Ergen Kon] = [Erkin Kün] mü?” başlıklı incelemesinde  efsanenin kültürel bellek çerçevesinde işlevleri tartışılmış. Ritüelin tekrarlanması yoluyla canlandırılması ve aidiyet duygusu bakımından toplulukta yarattığı etki üzerinde tespitlerde bulunulmuş ii-- AŞA, Hatice Emel, (2000), “Nevruz”, Yeni Avrasya Dergisi, Mart-Nisan iii- GENCEVİ, Nizami, (1982), İskendername, (Çeviren: Abdullah Saik), Bakı. iv-- KAFKASYALI, Ali, (2000), “Türk Kültüründe Nevruz”, Bizim Dernek Dergisi, Sayı:1, S. 27-29, Bakı. v- KAFESOGLU, İbrahim, (1997), Türk Milli Kültürü, S.11-29, İstanbul. vi- NIZAMÜL-MÜLK, (1989), Siyasetname, S.3-32-114, Bakı: Elm Neşriyatı. vii- SAMI, Şemseddin, (Trz:1743-1475), Kâmus-i Türkî, İstanbul. viii- UZUNÇARŞILI, İ. H., (1945), Osmanlı Devleti’nin Saray Teşkilatı, S.503-507, Ankara. ix- ÜNVER, Süheyl, (1976), Türkiye’de Nevruz ve Nevruziye, Vakıflar Dergisi, Cilt: XI, S.225-227, Ankara. x- BARKAN, Ömer L., (1943), XV ve XVI. Asırlarda Osmanlı İmparatorluğu’nda Ziraî Ekonominin Hukukî ve Mâlî Esasları, Kanunlar, Cilt: I, S.200, İstanbul. xi- HALAÇOGLU, Yusuf, (1996), Osmanlılarda Nevruz Kutlamaları, Nevruz ve Renkler, Türk Dünyasında Nevruz, İkinci Bilgi Şöleni, Bildiriler, 19-21 Mart, S.184-187, Ankara. xii- BAYKARA, Tuncer, (1997), Türk Kültür Araştırmaları, İzmir: Akademi Kitapevi. xiii- MUSTAFAYEV, Beşir, (2013), Adriyatik’ten Çin Seddine Uzanan Nevruz Geleneği, Avrasya Uluslararası Araştırmalar Dergisi, Cilt:2 , Sayı:3, Ankara  

“Öyle İnsanların Yanında Ol ki !...“

"Radikal Blog'da ki Denemelerimden...(6)"12.05.2013   "Öyle insanların yanında ol ki onlarla aynı fotoğraf karesinde olduğun için şükredesin Ve öyle insanlara da karşı dur ki o fotoğraf karesinde olmadığına şükredesin... Öyle bir zaman gelir ki  O gün birlikte çektirdiğin fotoğraf karesinde, keşke olmasaydım dersin" oe "Konuşmaya değer insanlarla konuşmazsan insanları, konuşmaya değmez insanlarla konuşursan kelimeleri yitirirsin. Sen öyle biri ol ki, ne insanları, ne de kelimeleri yitir.”  "Bazı insanlar dua gibidir: Görünmez ama dokunur sana, duyulmaz ama bırakmaz seni....".   Her Balon Sönmeye Mahkum!...   27.11.2012 21:04:05 İlk söz: Hayat bana  hiçbir olguyu görünen üzerinden değerlendirmemeyi öğretti, kötülük hariç!... “Güzel davrananlara (Salih amel) taşıyanlar / iyilik yapanlara daha güzel karşılık, de fazlası var. Onların yüzlerine ne bir toz (kara leke)  bulaşır ne de bir horluk (gelir)..” Yüce Yaradanın kaleminden dökülmüş bu kelamlar...  İçimiz her neresiyse... Titreyebilen bir yer. İnsan işte: "... sonsuz bir uçurumun üzerinde durmaktadır da bilmez onun üzerinde durduğunu .. "Bizler hiçbir şeyiz, aradığımız ise her şeydir." "Bilsem de pek çok şeyi, Bilmeliyim her bir şeyi. Nadandır insanlar, öngöremezler nasibi, başlarına gelenlerden ne iyiyi ne kötüyü sezerler önceden.. Hayat, Kendiliğinden ne iyi ne kötü... Ona iyiliği, kötülüğü katan sizsiniz. Ahlakın özü çok basit: insanlara birer insan gibi davranmak. Bu arada adil olan, iyi olana öncelikli.. Kanaat başka, doğru bambaşka.. Bilgin başka, bilge bambaşka. Yanlış, yanlışla düzeltilir mi ? Ancak bilmiyor bildiğini ve bu yüzden inanıyor bilmediğine. İnanıyorsun diye öyle olması inanmıyorsun diye öyle olmaması gerekmiyor gerçeğin... Arzularının yangınları içinde yürür insan. İçeriği olmayan düşünceler boş, kavramları olmayan görüler kördür. Hiç doğmamış gibiyiz. Hiç ölmeyecek gibi... Vakit başka, süre daha başka, zaman ise bambaşka.. Bırak aynı şeyi görmeyi, aynı şeye bile bakmıyoruz... Ömür biter ama hayat tamamlanmaz... Varoluş tamamlanamazlık... İnsanın sayılıdır günleri daima, Yaptıkları hep rüzgâr gibidir... Yapraklar gibidir insan soyu. Bir yandan rüzgâr bakarsın onları döker yere, bir yandan bakarsın bahar gelir.... Bir ağacın tek tek yiten yaprakları gibiyiz. Hangimiz önce düşecek belli değil ama hepimiz döküleceğiz... .Ölümdür eli kulağında olan... Ölüm geride kalanlar için... Geride kalanlara keder miras kalır: Elem bırakır ölenler hayatta kalanlara... Ölümden korkmayan ölümü bilmeyendir... "Gördü ki varoluş, mumun ışığı gibiymiş: ışığının yanması ile ışığının sönmesi aynı şeymiş." Onlar sahiden geride kalmışlar. :birbirine-ait-olanın bir daha-birarada- olmayışıdır noksanlık... Varoluş teşrih, tevil ve tâbir.... Varoluş yorumlama, açık hale getirme ve anlam çözme.. Sevgi göstermek başka, sevgi görmek bambaşka. Kaybetmek başka, yitirmek bambaşka. Biri gözden, diğeri gönülden gider sanki... Gerçeklerden vazgeçtiğimizde hakikatlerden de feragat etme.... "Nerede utanç varsa orada korku  var." Doğru yitirilince her şey kaybedilir.. “İyilik demek kimseye kötülüğü dokunmamak değil, kötülük yapacak cevheri içinde taşımamak demek” Semeresiz iyi niyet değersizdir... Alışkın değilsin diye yanlış olması gerekmiyor... Kim ki çehresi ışıldamıyorsa Olamaz asla bir yıldız.... Soru şu: İnsanlar arasındaki asli düşmanlığa delalet eden (kötülük olarak) ilk şey haset midir, yoksa riya mı?" İç dünyamız çok dinamik: Çelişik, karşıt, kayıtsız, t tutarsız, devingen his, düşünce ve edimlerle dolu. Ama hepsi de bizim, hepsi de içimiz... Erdemlerimiz içimizdedir. Onları dışımızda icra ederiz. Bu yüzden lafa değil işe bakılır. Vasatlık mecburidir. onu düzeltmeye çalışmamak gerekir. Çünkü, cezalandırılmıştır. En sert olarak da kendi zavallılığını bilmemesi ve kendi zati yasası yüzünden bunu bilemeyecek olmasıyla cezalandırılmıştır. Neyi yaptığımız ne olduğumuzla ilgilidir... Gerekli başka, zorunlu bambaşka. Bilmek başka, anlatabilmek bambaşka. Bu arada: "Malum" ilam edilir. İlan değil... Basit başka, yalın bambaşka. Biri düz, diğeri katışıksız... Var olmayanı varmış, var olanı yokmuş gibi gösterendir "sofist". Onun yaptıkları bu yüzden "safsata" ... “Ben böyle düşünüyorum!” demekle olmuyor. Akıl yürütme yetisinin hatalı kullanımıdır"safsata" . "boş, asılsız, temelsiz ..." Bu bağlamda "Keyfiyet" başka "keyfilik" bambaşka..... Nefret Söylemi, düşünme ve ifade etme özgürlüğü mü? Yoksa ilkel bir dürtünün dışa vurumu mu? İçimizdeki aydınlık ve karanlığın hangisini beslersek o büyüyor. İkisi de içimizde. Hangisini beslediğimiz önemli... "Kalbimizde Allah'ın nuru vardır, onun adı da vicdandır. Vicdansız olunca,  orada bir boşluk mu oluyor? Yoksa nefretle mi dolu orası da vicdan sığmıyor? Vicdan kaskatı olunca neyin üzerine inşa ediyorsun dini ?" Neler yapıp ettiğini seninle birlikte bilen, mahremini gören, iç şahit Gözleri hep açık. Asla uyumayandır vicdan.. Bilinmese de haddizatında mevcut kalandır vicdan... İşaret edene bakmaktan işaret edileni göremez olduk... "Hiçbir şey gözyaşı kadar çabuk kurumaz..." .Gerçi ne kadar sinsi bir söz.. Canımızın sıkılması başka, içimizin daralması bambaşka.. Uyanma umudumuz olmasa, uyumazdık... Yıkmak kolay ve çabucak. Yapmak çok zor. Yeniden yapmak çok daha zor. Yapmak zorunda olmak başka, yapmamayı tercih etmek bambaşka. Hatta olanaksız. Neyi yıktığına dikkat etmeli insan... Küçük düşünecek kadar büyümek... Güven esas. Yok ise, her şey boş... Mesele çürük elmalar değil, elmaları neyin çürüttüğüdür. Eski başka, eskimiş bambaşka. Birini saklar, diğerini atarsın. Atmalısın hatta... Bir insanın sana neler verebileceği değil, senin için nelereden vazgeçeceği önemli... Kalp kırılınca içinden hayaller dökülür.. Tahrip edenin, inşa etme mükellefiyet ve mesuliyeti daha büyüktür. Bu etik olduğu kadar ahlaki de bir meseledir... Yara kabuk bağlar, kimlik olur. "Eksik olma," diye bir dilek var dilimizde. Tıpkı "var ol" gibi o da ince ve duru bir dilek. Varoluşumuzu anlamlı kılanlara söylenebilecek ne hoş sözler ... Bir de "Meftun" sözcüğü ne kadar hoş... Yanmış anlamına geliyormuş. Yanarak, aydınlığa doğru... Birlikte sevinmek başka, birlikte üzülmek bambaşka. Hüzün, kendi başına müthiş bir deryadır. Hüzünlenemeyen insan gelişmemiş bir insandır. Kendinden kopukluğunun, içindeki öze olan özlemin farkında değildir.. Vazgeçtin mi başka, vaz mı geçtin bambaşka... Bütün güzel ise parçaları da güzel midir? Çirkin parçalar güzel bir bütün oluşturabilir mi?.. Bazen düşünüyorum da dünyayı değiştirmek için sarsılmaz bir istekle çalışmak mı mutlu eder bizi yoksa konforun sakin sularında kulaç atmak mı? Bir şeye sahip olmak değil, layık olmak önemli... Uçtuğunu düşünmek ile uçmak arasında devasa bir fark var.... Yolunu bilmeyen için yol fark etmez. Her yol yanlış, her yol doğrudur. Hepsi yoldur ve hiçbiri yol değildir. Yolda olmak başka, yolculuk bambaşka.... Arzularının yangınları içinde yürür insan... Yolda olmak yetmez. "Varış" da gerek.. "Her şey yoldur." Kimileri gelecekten bahsediyor ama kastettikleri geçmiş aslında. Ebedi rücu.... Geçmişin önümüze geçmesi... Geçmişi anlama ile geçmişte anlam bulma farklı hâller: Biri geleceğe açılma, diğeri gelecekten kaçınmadır... Geçmiş hiçbir zaman ölmüş değildir. Geçmiş bile değildir." Geçmişi ansımak çeşit çeşit, farklı farklı: Anmak başka, anımsamak başka, hatırlamak başka, yâd etmek başka, aklına gelmek başka. Biri özlemle, biri unutuş içinde, biri acıyla, biri hürmetle, biri apansız. Yinelemekle kalmıyor, zaman ve hislerin belirişini tekrar açımlıyoruz... Anlamı olmamak başka, anlamsız olmak bambaşka... İki tür gelecek var....   Birincisi gelen gelecek, İkincisi gidilen gelecek. İkincisi umut... Umut etme başka, dileme bambaşka... Haddizatında yalnızdır insan. "Hakikatin haddi vardır da Yanılgı’nın yoktur..." Ölesiye yaşıyoruz ama öylesine değil.. Kimse tok kalkmaz hayat sofrasından. ."Kulak dilsizdir, ağız sağır. Göz ise hem duyar hem konuşur. Dışarıdan dünya, içeriden insan yansır onda.... "göz gözü görmemek" deyimi ne hoş. Mesele gözün gözü görmesi çünkü... Göz daha fazlasını görür, Kalbin bildiğinden... Anlama çok az kimse tarafından anlaşılan bir kavram.. Bir kimseyi anlamak demek, o kimsenin bir şeyi nasıl anladığını anlamak demek.. Anlama ne çok söz söylemeyle, ne de hararetle kulak kabartmayla olur. Anlamak anlamayı anlamak... Anlamak anlayış göstermek demek değil... Anlamak affetmek demek de değil... Anlamak varoluşun özü. Zordur üstelik... Sağduyu ne sağ ne duyu. Düpedüz ön yargı. Üstelik hiç de sağın değil. Gayrisahih... Bizi zengin yapan kazandıklarımız değil, muhafaza ettiklerimiz. Bizi bilgili yapan okuduklarımız değil, özümseyebildiklerimiz... Önem değerli olmuş değer önemli olmalıydı oysa... Ateş ile alev başka. Nur ile ziya başka. Işık ile karanlık bambaşka. Düşünmek başka, düşlemek bambaşka... Kasabalılık başka şehirlilik bambaşka.. kendisi hiçbir iş yapmayan, iş yapanda da mutlaka kusurlar bulan anlayışın egemen olduğu kültürdür "kasabalılık"... Yaptığından pişman olmak başka, yapmadığından pişman olmak bambaşka. Birinde imkânsızlıktan, diğerinde imkândan azap duyulur... Birikimlerim ve ulaştığım bilinç bana sürekli “konuşmak  birbirimizi anlamanın en etkin yolu” Anlamak sanıya da müsait. Anladığını sanarsın, oysa yalandır. Çünkü insan hayatta hiç yaşamadığı güzellikteki şeyleri anlamakta zorlanır." Soru Şu : İkisi arasında büyük bir özgürlük asimetrisi varsa? Bir kişinin özgürlüğü, başkasının özgürlüğünün başladığı yerde biter mi?, Dengesizliği korur bu ilke... Mavi gökyüzü dediğin gökyüzü bile değil. Işıyan atmosfer o sadece. Göğün mavisi, ışımasıdır atmosferin. Yoksa gök kapkara... Gökyüzünün sonsuzluğu gecenin kör karanlığında görülür. Güneş bizi ışıkla örtüp kapatır aslında. Gece, dünyanın gölgesidir. Gece geçer, ışık ışır ardından. Ve insan daha "Bak!" diyemeden Karanlığın çeneleri açılıp yutuveriyor her şeyi. Parlak ne varsa yok oluyor bir anda.... Nasıl ki olmayan bir şey hakkında konuşmak onu var etmeyecekse, olan bir şey hakkında konuşmamak da onu yok etmez. Susmak daha kötü; susulan bütün hakikatlerde zehir var . "Sözün bitim yerini olay ya da konu seçmez, söz seçer. Bir şeye karşı çıkarken başka bir şeye destek veriyor olabilirsin, hem de farkında olmadan. İzan şart... Başlangıcını da olduğu gibi." Yalan anlaşıldığında yalan olur... Gerçekle bağımız kopunca, geriye yalan kalır..  yalan üç tür :  bencil duygularla söylenen, Siyah yalan; diğerkâm duygularla söylenen Beyaz yalan... ve en fenası ortaya çıksa bile kimsenin umurunda olmayan.   grup çıkarı ve aidiyet duygularıyla söylenen  mavi yalan ... Yalan olduğunu bilsen dahi inanacaksın insan oğluna, yani dinleyeceksin onu, niçin yalan söylediğini anlamaya çalışacaksın. Bazen yalan, insanın özünü gerçeklerden daha çok açığa vurduğunu unutmayacaksın... Basit çıkarların için gerçeği yansıtmayan cümleleri kurup telaffuz edeceksin…  İilişkileri bir anda onarılamayacak hale getereceksin.. Hep sahici yaşamağa çalışarak, hep yalan yaşayacaksın yaşamağa çalıştığın her sahicilik, hep bir yalan olarak çıkacak ortaya. Sahici yalanlar yaşayacaksın, hep. Yaşadıkların, hep, sahiden, yalanlar olacak. Görmek ne hoş. Ama siz yine de her gördüğünüze kanmayın. Vefa kalbin hafızası... Gönüllere dokunacaksa gönülden gelmeli...... kural çok basit: ... Sana yapılmasını  istemediğin bir şeyi başkasına yapmayacaksın.. İstediğini söyleyen istemediğni işitir derler.... Her erdem ruhun güzelliği... “Sevgi his meselesi, istem değil. Sevgi istemekle olmaz, zorunda olmakla (sevmeye mecbur edilmeyle) hiç olmaz. Sevme ödevi ise zaten abes.”  Sevgi; Kendisine önem vermeyen yürekleri  terk eder... insan nerede artık sevemiyorsa, oradan - geçip gitmeli! - Her kişi, ölümüyle de yaşar. Ölüm de yaşar, her kişiyle. Ölüm kişiyle yaşar. Zamansallık yitimidir ölüm... Her insan kendi zatî ölümünü ölür. Noksanlık ne fena: yeri var ama orada değil... Yok'sunluk. Kayıp birikmez, büyür. Devcileyin boşluk kalır.. Ölüm amansız bir hırsız. Boş bırakıcı, yer çelici... Geride kalanlar içindir ölüm. Acılı bir son, sonsuz bir acıdan iyidir. Silmek yazmaktan zor.. Bitince tamamlanmış olmuyor maalesef... Özlem, bahar başında esip geçer gibi görünen kar fırtınasıdır; ama, sanki, her bir tanesi donup kalacak, hiçbir zaman erimeyecek gibi gelip kalır... Özlemek öz-leyememektir. Değil başkası, kendisi bile yol gösteremez, özlem çekene.... Kaybetmek başka, yitirmek bambaşka. Biri gözden, diğeri gönülden gider sanki... Ölene kadar sorumlusun gönül bağı kurduğun her şeyden... Kendini başkasının göz bebeğinde görürsün, Yıldızları vardır insanların... Geceleyin gökyüzüne baktığında, ben bunlardan birinde olacağım, bunlardan birinde güleceğim için, sanki tüm yıldızlar gülüyormuş gibi gelecek sana. Gülmesini bilen yıldızların olacak.” "Yarın" ne kadar umut dolu bir sözcük: sabah olma, aydınlanma, ışıma, karanlık sonrası anlama sahip. Sonrasal olan insan, hep yarında yurt tutar bu yüzden: umutla, heyecanla ve elbette kaygıyla... Filizlenir, açar ve solarız. Zamanda varlık buluruz. Hem aklın hem de gönlün varsa, açmalısın onlardan yalnızca birini. Açarsan şayet ikisini birden, yazık olur her birini. Kaygı, yuvalanır derin yüreğimizde, Gizli acılar doğuruverir orada, Huzursuzca devinir, bozar heves ve rahatı, Her defasında yeni maskelerle örterek kendini... "Kendi huzurum onun huzuruna bağlı, Onu mutlu eden bana hayat verir, Onu üzen kalbimi yaralar..." Bu arada mutluluk nedir? Mutuluk,  bir insanın hayatını ne kadar anlamlı ve değerli görüp görmediği ile ilgili. Ramaktayızdır hep. Ne herhangi bir göz görmüştür güneşi, güneş gibi olmadıkça; ne de güzeli görebilir bir ruh, güzel olmadıkça. Ömür denir buna.. Yağmur sözcüğü ne kadar isabetli. Hem yağarak kendi oluyor hem kendi olduğu için yağıyor. Ölçüt şudur: Yeniden aynı hayatı yaşamak ister miydin? İlgiyle Okuduğum bir makaleden : İzninizle paylaşıyorum..... Dört  temel Yaşam kuralı: İlk kural : ” Karşına çıkan kişiler her kimse, doğru kişilerdir.  Bunun anlamı şudur, hayatımızda kimse tesadüfen karşımıza çıkmaz. Karşımıza çıkan, etrafımızda olan herkesin bir nedeni vardır,  ya bizi bir yere götürürler ya da bize bir şey öğretirler.”   İkinci kural : Yaşanmış olan her ne ise, sadece yaşanabilecek olandır.  Hiç bir şey, hem de hiç bir şey yaşadığımız şeyi değiştiremezdi. Yaşadığımızın içindeki en önemsiz saydığımız ayrıntıyı bile değiştiremeyiz. ‘ Şöyle yapsaydım, böyle olacaktı’ gibi bir cümle yoktur. Hayır, ne yaşandıysa, yaşanması gereken, yaşanabilecek olandır, dersimizi alalım ve ilerleyelim diye.  Her ne kadar zihnimiz ve egomuz bunu kabul etmek istemese de, hayatımızda karşılaştığımız her olay, mükemmeldir.”   Üçüncü kural : ” İçinde başlangıç yapılan her an, doğru andır.  Her şey doğru anda başlar, ne erken ne geç.  Hayatımızda yeni bir şeyler olmasına hazırsak, o da başlamaya hazırdır.   Dördüncü kural: “Bitmiş olan bir şey bitmiştir.  Bu kadar basittir. Hayatımızda bir şey sona ererse, bu bizim gelişimimize hizmet eder.  Bu yüzden serbest bırakmak, gitmesine izin vermek ve elde etmiş olduğun bu tecrübeyle yola devam etmek gerekir.” Bir Anekdot... Geçenlerde Üniversitemiz de düzenlenen "Kütahya'da kariyer ve İstihdam Günleri"ne katıldım. "Balık denizi gökyüzü sanır," demiş ya üstat. Bu deyişi teyit edercesine yaşanmış bir hikaye.... Öğrencilere rol model olması düşünülen ilin en büyük  Nevi şahsına münhasır​ kerameti kendinden menkul Mülkü  Âmir.... Hayatında ticari bir faaliyette bulunmamış iflas etmemiş başarısız olmamış. Gemiyi  azgın dalgalarda liman ‘a getirmemiş Sözüm ona  girişimcilik dersleri / konferansı veriyor açılış konuşmasında. Öğrencileri motivasyon sağlamak, geleceklerine rehberlik için bir anısını anlatıyor...... "on üç yaşında iken, kendi inşaatlarında  yaz ayında yeni atılan betonu sabah ve akşam saatlerinde hortumla sularken ayağına batan çiviyi nasıl kahramanca çıkartığını, tarihi bir kişi  ile  özleştirerek anlatıyor.. İşin ilginç  yanı  özdeşleştirdiği tarihi anekdot  vatan bölünmesin,bayrak inmesin , ezanlar susmasın,ocaklar sönmesin diye savaşan  çok ünlü bir  komutanla kendisini özdeşleştirmesi  ...   Bu arada unutmadan:  Onu dinleyen protokolde  Özdilek firmasının sahibi  Hüseyin Özdilek ve Kütahya!nın en büyük işadamlarından Tavşanlı Meslek Yüksek okulu'nun kuruluşunda  ve sonrasında maddi ve manevi yardımlarını esirgemeyen saygı duyduğum Nafi Bey'de var...  Birden nereden geldiyse aklıma uçan balonlarr  ve Küçük adamın sözleri geldi.   Berkehan bey, Karagöz'e "Neden dondurma yemeye gitmiyoruz Hacivat?" Hacivat'a da "Sabah da yedik, babam olmaz der" dedirterek ... subliminal mesajlar verirken.... Aklımı ve sağduyumu bir tarafa bırakıp içimdeki  hisleri yazıya dökmeye başlarsam hiç arzu etmediğim bir seviyeye inebileceğimden endişe ediyorum. Bu sebeple, en iyisi, bu yazıyı burada noktalamak… Yazıyı noktalarkende İnsanın aklına neler gelmiyor/ neler geçmiyor ki!... Uçan balonu bilmeyen yoktur.  Genellikle havadan daha hafif olan helyum gazıyla dolu olduğundan  . helyum gazının kaldırma kuvvetinin, balonun ağırlığından fazla olmasından  balon uçabilmekte. Balon şişirildiğinde ince bir zar haline gelmekte. Balonun içindeki hava, bu zarda bulunan küçük deliklerden dışarı kaçmakta. Helyum molekülleri, oksijen ya da azot gazı moleküllerine göre daha küçük olduklarından, daha çabuk dışarı kaçmakta. ve içerideki helyum gazı miktarı azaldığında, artık balonun ağırlığını taşıyamaz olmakta ve balon artık uçmaz hale gelmekte!... Konunun uzmanlar böyle söylüyor ... kitaplar böyle yazıyor...Özetle ... Balon zamanla sönmekte. Hani ya !.. Balon gibi şişirilmiş insanlar gibi!.. Kâşgarlı  Mahmut" İnsan şişirilmiş tulum gibi, ağzı açılınca sönmekte." diyor...   Ne kadar doğru bir söz. Bu sözü teyit edercesine , "Testinin içinde ne varsa, dışarıya o sızar..."diyor ya Rûmî.tıpkı onun gibi... Hayat, haksız parlatılanların yaldızlarını günü gelince  mutlaka dökmekte... Sözü fazla uzatmadan;  yakın zaman içinde yaşadığım bir olayı izninizle paylaşmak istiyorum. Geçenlerde Berkehan'la,  yeni açılan AVM' ye gezmeye gittik. Onu elinden tutup dolaştırırken, Berkehan 'ı mutlu etme çabasındayım. Ona şekerler, oyuncaklar, pastalar teklif ediyorum . Ancak nafile!..  Birden sevinçle; rengarenk uçan balonları elinde tutan baloncunun yanında buluyoruz kendimizi. Gerçi AVM'de balondan geçilmiyor. Çoğu mağaza çocuklara balon vermek suretiyle müşteri çekme çabasında.  Balonların çoğu , büyüklerin elinde!...    Berkehan'a"sana balon alayım mı?" diye soruyorum; biraz kaygılı, biraz mahzun yanıt veriyori. -"Ne yapayım balonu, sönüverir!"  .  Üç yaşında ki bir çocuğun sönebileceği için balonu reddetmesi.   Ne kadar ilginç!..   Ne kadar düşündürücü!...    Nutkum tutuluyor!..    "Her balon sönmeye mahkum!..."    "Kifayetsiz muhterisler gibi!...    Bu tipleri;  bilim adamları,        i-    Beceri/bilgi düzeylerinin gerçekte olduğundan daha iyi olduğunu düşünmeleri...        ii-   Başkalarının becerilerini/bilgi düzeylerini değerlendirme yeteneğinden yoksunluk,,       iii-   Ne kadar beceri(k)siz/ bilgisiz olduklarının farkında olmamaları....        iv-   Sağırdırlar, dilsizdirler, kördürler... diye tanımlıyor.... Ne yazık ki ülkemizde  bu tiplerin yetersizliklerine karşın  hızlıca çevresindekilerin ,yandaşların uçurması ile o mevkiye gelebilmekte!... Hani "şeyh uçmaz mürit uçurur "aforizmasını teyit edercesine ...  Bir garip Orhan Veli "Kitabe i seng i mezar" şiirinde şöyle diyor:  "öyle bir ruzigâr ki, kendi gitti, ismi bile kalmadı yadigâr....." Kendilerini, makam verilince, Zübde*i âlem sanan… Kendini o kurum için bir şans olarak gören… Hesaptaki parası kendini satın alan,... Erke selam edip, kula ram olan, Nafakası, Nifak olan… Bir ben varım deme, yoksan da olur..    ve   üç kişiye acırım diyor Şeyh Edebâli:  "Zenginken fakir düşene, cahiller arasındaki alim , bilmiş geçinenlere ve en önemlisi hatırlı iken itibarını kaybedene."... Altın gibi görünseler bile deneyimi aşan ilkelerden hareket edilince, onları değerlendirebilecek hiçbir şey elde kalmıyor maalesef...   Kifayetsiz insanlar gibi!..  "Buraya nasıl gelmiş," diye şaştığımız, insanlar gibi!... Dünya kifayetsiz muhterislerle, riyakarla ve nankörlerle dolu ve bunlar her yerde hak etmedikleri konum da / her mevkide.. Ama er ya da geç "her balon gibi sönmeye mahkum!....". Dün olduğu gibi bugünde... Tamamlanmadan bitiverecekler Hitam işte; kapanıp mühürlenecekler...... Eski olanlar gitti, yeni olanlar henüz gelmedi.... Son Söz:“Herkesten, her şeyden kaçabilirsin. Geçmişten, gerçeklerden, kafanın içindekilerden. Kaçtıklarının, hayatın boyunca gölge gibi adım adım peşinden geleceğini, en mutlu, en zayıf anını kollayacağını, mutlaka en olmadık anda karşına çıkacağını bile bile yine de kaçabilirsin. Çünkü kaçmaya devam edersek geçmişin gölgesi bizi kovalar. O beklemediğimiz bir anda karşımıza çıkıp bizi köşeye sıkıştırmadan biz onun karşısına çıkmalıyız. Çünkü değişim cesaret ister. Ya korkularımız bize sahip olur, ya da biz korkularımıza hükmederiz.” Bu özgün düşünsel deneme yazısının sonuna yaklaşırken yaşanan burukluk...... Saygılarımla. Sağlıcakla kalın! Günleriniz hep aydınlık olsun! Yüreğinizde sevgi daim olsun! Yüreği "Berkehan ve Bilgehan Deniz" kadar temiz olanların! ------------------------------------- Not:  şöhret: halkın sana verdiği değer itibar: seçkinlerin sana verdiği değer haysiyet: senin sana verdiğin değer şöhret ve itibarını sana verenler başkaları, isterlerse verdikleri gibi geri de alırlar. haysiyetine gelince, kimse onu senden alamaz, onu ancak sen kendin yitirirsin. (*)“Bazen kelimeler kifayetsiz kalır” ve "Sözün bittiği yer" söylemlerin sığlaştığı "söylenen laf mıdır, söyleyen adam mıdır? sorusunun karşılığı olarak Kendilerini, makam verilince, Zübde*i âlem sanan…Erke selam edip, kula ram olan, Nafakası, Nifak olan…kerameti kendinden menkul zat-ı muhteremler için çok sevdiğim üç  kıssadan hisse. Birlikte okuyalım:   Birinci kıssadan hisse:   Mülazahat hanesini açık bırakarak hayatın üç kuralı var... başka bir deyişle"hayatın motto" su var. yani tam karşılığı o işin amentüsü, temeli, en genel ve kısa özeti!... Her neyse!.. Lafı fazla uzatmadan... Birinci kural ; Kulun işine , ikincisi Yüce yaradan'ın işine ve üçüncüsü de ne olursa olsun hangi koşulda olursa olsun "yalan" söylememek.. İkindi vakti öncesi abdest almak için avluya çıkan şeyh;dervişin birinden bir ibrik su ister.Derviş getirir.Yere çömelmiş abdest almaya çalışan şeyh bir yandan da bahçedeki dervişleri gözetlemektedir.Su döken derviş bakar ki şeyh elini yıkarken bazı yerleri kuru kalır. İçinden; -Bir de bize mürşit olacak doğru dürüst abdest almayı bile beceremiyor diye geçirir.Bakışları alaycı ve suizandır.Şeyh kafasını kaldırır dervişin bakışlarını yakalar aklından geçenleri okur; -Evlat sen bize yaramazsın akşama kalmadan dergahımızı terk et,der. Derviş şeyhi için böyle düşündüğü için bin pişman olmuştur ama nafile kovulmuştur artık.Akşam arkadaşları ile helalleşerek ıssız bir dağ yamacındaki dergahtan ayrılır.Ne ailesi vardır ne gidecek yeri.Deli divane dağ tepe yürür,yorulmuştur,acıkmıştır.Nereye gideceğim ne yapacağım diye düşünürken uzakta bir ışık görür.Işığa doğru yürür;ağaçların altında çoban ateşin üzerinde yemek pişirmektedir. -Selamün aleyküm -Aleyküm selam -Allah misafirine aşın ekmeğin var mıdır? -Vardır hele otur şöyle,der çoban. Çoban gelen yabancıyı süzer,gece vakti ormandan gelen yabancı kimdir necidir?Üzerinde derviş kıyafeti var.İyi de bir derviş bu vakitte ne geziyor dağ başında,dervişler dergahtan akşamları dışarı çıkmazlar ki,diye düşünür.Derviş olan biteni anlatınca çoban onun haline acır ve: -Şu karşıdaki dağın arkasında bir şehir var,ismi 'Eyvallah'şehridir oraya git ne alırsan al 'eyvallah'dedikten sonra ücretsiz bedava. -Ne yani para pul istemiyorlar mı? -Eyvallah diyene herşey bedava.Derviş kendisi ile dalga geçildiğini düşünür.Çoban devam eder; -Yalnız Eyvallah şehrinin üç kuralı var.İhlal edersen şehirden atılırsın! -Nedir bu kurallar? -Bir 'Kulun işine karışmayacaksın' . İki 'Allah ın işine karışmayacaksın' . Üç 'Asla yalan konuşmayacaksın' . -Kolaymış ben zaten dergahta eğitim aldım der derviş.Sabah çekine çekine şehre giren derviş çobanın doğru söyleyip söylemediğini anlamak için hamama gider yıkanır kasaya gelir 'eyvallah'der kasa başındaki de 'eyvallah' der. -Borcum ne?der çoban hamamcı;Eyvallah kardeş borcun yok eyvallah dedin ya. Derviş şaşırır.Bir yandan sevinir fırına girer yine aynı muamele'eyvallah' diyenden para alınmıyor.Derviş 'iyi ki dergahtan kovulmuşum burda herşey bedava padişah gibi yaşarım' diye düşünmüş...Aradan bir ay geçmiş aile kurmaya karar vermiş arkadaşına danışmış.Arkadaşı köle pazarına git beğendiğini seç satıcıya eyvallah de yeter demiş..Derviş denileni yapmış evlenmiş.Aradan bir hafta geçmiş derviş çarşıda dolaşmaktadır.Karşısından biri genç biri yaşlı iki kadın gelmektedir.Genç olanın saçı başı heryeri açıktır.Diğer kadın çarşaflı sadece gözleri görünen bir kadındır. Derviş; -Şuna bak ya diye bağırır.Şuna bak örtünmesi gerekenin her yeri açık saçık;örtünmese de olur yaşlı kadının her yeri kapalı.Bu nasıl iştir,niye böyle açık giyindin be kadın der. -İmdat zaptiye!diye bağırır genç kız.Zaptiyeler gelir. -Ne vardı? -Bu adam kulun işine karıştı. Bizim dervişe karakolda on dayak atılır karakoldan çıkınca yediği dayağın acısından çok bir kulun hatasını uyardığından dolayı şikayet edilmesi ve dayak yemesi içine dokunmuştur.Karakolun avlusunda yüksek sesle; -Allah'ım bu nasıl iş?Kullarını uyardım dayak yedim.Ey Rabbim bu ne biçim iş?Dervişin söylediklerini duyan birisi; -Zaptiye zaptiye diye seslenir. -Ne oldu? -Şu derviş Allah'ın işine karıştı.Tekrar karakol on değnek daha yer derviş.Yorgun argın eve gelir içeri girip yatağa uzanır.Yarım saat sonra kapı çalınır.Eşi kapıyı açar.Av arkadaşları gelmiştir eşinden evde olup ava gidip gitmeyeceğini sorarlar.Eşi odaya girer; -Arkadaşların geldi birlikte ava çıkacakmışsınız. -Beyim evde yok de. -Zaptiye zaptiye!! -Ne vardı? -Eşim yalan konuşmamı istiyor.Yalan söylüyor.Derviş zaptiyecilerce şehirden atılır.Üstü başı toz toprak içinde şehre doğru bakar dizine vurarak; -Eyvallah'ın ayarını bilmeyen eyvah eyvah diye inler....   İkinci kıssadan hisse:   "Vaktiyle Bursa’ da bir Müslüman, eski adı “Yahudilik Yolağzı”, bugünkü adı Arap Şükrü olan muhitte çeşme yaptırmış ve başına bir kitabe eklemiş: “Her kula helâl, Müslüman’a haram!..” Bursa başkent, tabii Osmanlı karışmış, bu nasıl fitnedir diye… Gitmişler kadıya şikâyete, adam yakalanıp yaka-paça huzûra getirilmiş. “Bu nasıl fitnedir, dîni İslâm, ahâlisi Müslüman olan koca devlette sen kalk, hayrattır, sebildir diye çeşme yap, ama suyunu Müslüman’a yasakla!.. Olacak iş midir, nedir sebebi, aklını mı yitirdin?..” diye çıkışmışlar adama. Adam: - “Müsaade buyurun, sebebi vardır, lâkin ispat ister, delil şarttır…”dedikçe kadı kızmış: - “Ne delili, ne ispatı?.. Sen fitne çıkardın, Müslüman ahâlinin huzurunu kaçırdın, katlin vâciptir!” demiş. Demiş ama, bir yandan da merak edermiş: - “Nedir gerekçen?..” diye sormuş. Adam: - “Bir tek Sultan’a derim…” diye cevap verince, ortalık yine karışmış. Söz Sultan’a gitmiş, adam yaka paça saraya götürülmüş… Padişah da sinirlenmiş ama, diğer yandan o da meraklanırmış: - “De bakalım ne diyeceksen. Bu nasıl iştir ki, hem çeşmeyi yaparsın,hem de her kula helâl,Müslüman’a haram yazarsın?..” Adam, başı önünde konuşur: - “Delilim vardır, lâkin ispat ister.” - “Ya dediğin gibi sağlam değilse delilin?..” - “O zaman boynum, hükme kıldan incedir Sultânım…” - “Eeee?!..”- “Sultânım, herhangi bir havradan (sinagog) rasgele bir hahamı izahsız yaka-paça tutuklayın, bir hafta tutun. Bakın neler olacak…” Dediği yapılmış adamın. Bütün azınlıklar bir olmuş, başlarında Mûsevîler, “ne oluyor, bu ne zulüm?.. Bizim din adamımıza biz kefiliz, ne gerekirse söyleyin yapalım, o masumdur, gerekirse kefalet ödeyelim…” Çevre ülkelerden bile elçiler gelmiş, elçiler mektup üstüne mektup getirmiş… Bir hafta dolunca, adam: - “Sultanım, artık bırakmak zamanıdır” demiş. Haham bırakılmış, azınlıklar mutlu, bu sefer Sultan’a teşekkürler, hediyeler… Az zaman geçmiş ki, adam: - “Aynı işi herhangi bir kiliseden herhangi bir papaz için yaptırınız Sultanım” demiş. Aynı şekilde bir papaz derdest edilip yaka-paça alınmış Pazar ayininden ve aynı tepkiler artarak devam etmiş. Haftası dolunca da serbest bırakılmış. Mutluluk ve sevinç gösterileri daha bir fazlalaşmış, teşekkürler, şükranlar… Levantenler din adamlarına kavuşmanın mutluluğuyla daha bir sarılmışlar birbirlerine… Sultan: - “Bitti mi?..” demiş adama. - “Sultânım son bir iş kaldı, sonra hüküm zamanıdır izninizle” demiş. - “Şimdi nedir isteğin?..” - “Efendim, pâyitahtımız Bursa’nın en sevilen, en sözü dinlenilen, itimat edilen âlimini alınız minberinden…” Adamın dediğini yapmışlar, Ulucâmi imamını Cuma hutbesinin ortasında almışlar, yaka-paça götürmüşler…Ve ne olmuş bilin bakalım?.. Bir ALLAH’ın kulu çıkıp da, “ne oluyor, siz ne yapıyorsunuz?.. Hiç olmazsa vaazı bitene kadar bekleseydiniz”, gibi tek bir kelâm etmemiş, imamın peşinden giden, arayan-soran olmamış… Geçmiş bir hafta, “Nerde imam” diye gelen-giden yok!.. Aptal ve cahil bir imam tayin edilmiş yerine, ne konuştuğunu kendi kulağı duymayan tam yobaz cinsinden biri… Halk hâlinden memnun, başlamış bir dedikodu, o geçen hafta derdest edilen koca âlim için: - “Biz de onu adam bilmiş, hoca bellemiştik…” - “Kim bilir ne halt etti de tevkif edildi!..” - “Vah vaah!.. Acırım arkasında kıldığım namazlara…” - “Sorma, sorma…” Padişah, kadı ve adam izliyorlarmış olup-bitenleri. Sonunda Padişah çeşmeyi yaptırana sormuş: - “Eee, ne olacak şimdi?.. Adam: - “Bırakma zamanıdır. Bir de özür dileyip helâllik almak lâzımdır hocadan.” “Haklısın” demiş padişah, denilenin yapılması için emir buyurmuş ve adama dönmüş. Adam başı önünde konuşmuş: - “Ey büyük Sultânım, siz irade buyurunuz lütfen, böyle Müslümanlara su helâl edilir mi?..” Sultan acı acı tebessüm etmiş: - “Hava bile haram, hava bile!..” demiş… "Bana dokunmayan yılan bin yaşasın" diyenlere... "Sap döner, keser döner; gün gelir, hesap döner." "yarına kalır ama yanına kalmaz..." Üçüncü kıssadan hisse:   Padişah, özel dalkavuğuyla vakit öldürürken: -Ben demiş; “hünkarbeğendi”yi çok seviyorum, sen ne düşünüyorsun patlıcan hakkında? Dalkavuk da: -Patlıcan mı, demiş; sultanımın ağzına layık muhteşem bir sebzedir, hele “hünkarbeğendi”. Hâk-i pâyiniz kulunuz bendeniz de bayılırım ona... Padişah: -”Patlıcan musakka” da öyle, demiş; onu da çok seviyorum. -Sultanımın hakkı alileri var elbet; Allah’ın bir lütfudur patlıcan. Padişah bu kez: -”Patlıcan oturtma” ile “patlıcanlı kebap” da fena değil ama, eh işte, demiş. Dalkavuk da: -Hâk-i pâyini kulunuz bendeniz de, demiş; patlıcanlı bir yemek söylendiğinde, biraz tereddüde düşerim, hele “oturtma” ile “kebap”sa... Ve Padişah: -Ama, demiş; “patlıcan karnıyarık”tan hiç hoşlanmıyorum... -Alt tarafı patlıcan işte, nesinden hoşlanacaksınız ki?... -”İmambayıldı”dan ise nefret... -Tam bir rezalet sultanım, tam bir rezalet bu patlıcan... Padişahın birden tepesi atmış: -Bre, demiş; sen ne hınzır mel’unsun; demincek patlıcanı öve öve yere göğe koyamıyordun, şimdi de yerin dibine batırmaya başladın, yıkıl hemen karşımdan... Dalkavuk, yerlere kapanarak, ayaklarını öpmeye başlamış padişahın: -Hâk-i pâyiniz bendeniz kulunuz, patlıcanın dalkavuğu değilim ki, demiş; sadece sultanımın dalkavuğuyum. Çevir kazı yanmasın... Kim ne kadar çevirirse çevirsin, yine de bazen yanıyor galiba; çünkü burunlara sık sık yanık kokuları da geliyor. (*)"İnsanların mutluluğu nesnel koşullardan ziyade beklentilerine bağlı. Beklentilerse koşullara göre şekillenme eğiliminde; buna başka insanların koşulları da dahil. İşler düzelince beklentiler de kabarıyor ve koşullar ciddi ölçüde düzelse bile memnuniyetsizliğimiz aynı şekilde devam edebiliyor." (**)yalana dair:dair bir hikaye  .Birlikte okuyalınm:    “Birinin yalan söylediğini hissetmek kadar hiç bir şey tiksindirmedi beni bu hayatta.” Çok eskiden Ateş, Su, Gerçek ve Yalan büyük bir evde beraber yaşarlarmış. Her ne kadar birbirlerine nazik davransalar da aralarına mümkün olduğu kadar çok mesafe koymaya çalışırlarmış. Gerçek odanın bir yanında oturursa, Yalan diğer yanında otururmuş. Su, Ateş’in ayaklarının altında dolaşmamaya sürekli özen gösterirmiş. Bir gün birlikte ava gitmişler. Büyük bir sığır sürüsüyle karşılaşmışlar ve elbirliğiyle hayvanları çevirip köylerine sürmeye başlamışlar. Otlaklarda ilerlerken, Gerçek, “Hayvanları eşit paylaşalım. En hakça olanı bu” demiş. Yalan dışında herkes Gerçek’e katılmış. O, payının diğerlerinden fazla olmasını istiyormuş ama şimdilik ağzını açmamaya karar vermiş. Köye doğru yollarına devam ederken Yalan gizlice Su’ya yaklaşmış ve fısıldamış. “Sen ateşten güçlüsün. Onu ortadan kaldır, geriye kalanların payına daha çok sığır düşsün.” Su köpürerek, fokurdayarak ateşin üzerinden akmış ve onu söndürünceye kadar durmamış. Payına daha çok sığır düşeceğini düşünerek keyifle kıvrılıp dolanarak akmasına devam etmiş. Bu arada Yalan Gerçek’e şu şekilde fısıldıyormuş. “Bak! Gördün mü?! Su Ateş’i öldürdü! Sıcak yürekli arkadaşımızı gaddarca söndüren Su’yu arkada bırakalım. Sığırları dağın zirvesinde otlatmaya çıkaralım.” Gerçek ve Yalan dağa tırmanmaya başlamışlar. Su onlara yetişmeye çalışmış. Ama dağ çok dikmiş ve Su yukarı doğru akamıyormuş. Sıçraya kıvrıla, kendi kendinin üzerinden geçerek aşağıya doğru akmaya başlamış. Bakın! Görüyor musunuz?! Su hâlâ bugün bile kıvrılarak dağdan aşağı akmakta. Gerçek ve Yalan dağın zirvesine varmışlar. Yalan, Gerçek’e dönerek, yüksek sesle, “Ben senden güçlüyüm! Sen benim hizmetkârım olacaksın! Ben de senin efendin! Sığırların hepsi benim!” demiş. Kavgaya tutuşmuşlar Gerçek ayağa kalkmış ve sesini yükseltmiş. “Senin hizmetkârın olmayacağım!” Kavgaya tutuşmuşlar. Savaşmışlar savaşmışlar, savaşmışlar. Sonunda Rüzgâr’ı çağırmışlar. “Hangimiz efendi, sen karar ver” demişler. Rüzgâr karar verememiş. Esip gürleyerek bütün dünyayı dolaşmış ve insanlara “Yalan mı güçlü, Gerçek mi?” diye sormuş. Kimisi “Yalan bir kelimeyle Gerçek’i yok eder,” demiş. Kimisi “Gerçek, karanlıkta yanan küçük bir mum gibi, her durumu değiştirir” demiş. Sonunda Rüzgâr dağın zirvesine dönmüş. “Yalanın çok güçlü olduğunu gördüm. Ama hükmü sadece Gerçek’in duyulmaya çalışmaktan vazgeçtiği yerlerde geçer” demiş. Ve o gün bu gündür bu hep böyledir. Bu bir Afrika masalı. Türkçeye çevirdim. Türkiye masalı oldu. Artık yalanın hükmünün geçmemesi için ne yapılması gerektiğini bilmiyorum diyemezsiniz. Sağlıcakla kalın!  

“Cumhuriyetimizin Önsözüdür Çanakkale“

İlk Söz:18 Mart. Churchill'in "tek dostum" dediği Amiral Fisher'la sohbetlerini ve nice harita odası planını  sonunda Fisher'ın ona yazdığı "Çanakkale Boğazı'na lanet olsun, hepimizin mezarı olacak" mektubuna  getirenlere  ve  Çanakkale'ye, selam olsun Çanakkale Zaferi; mazlum ulusların Emperyalizme karşı ilk zaferidir Tarihin gördüğü en kanlı savaşlardan biridir Çanakkale… Çanakkale; bir o kadar da Emperyalizme karşı en haklı ve en meşru bir direniştir. Türk askerlerinin sözüm ona yenilmez donanmaları ile gelen düşman kuvvetlerini "karaya davet", 18 Mart'ta 10 saatte tamamlandığı  Milletimizin umutsuzluklar karşısında mucizeler yarattığı bir dirinişidir Çanakkale... Batılı Emperyalistler, sömürge 16 ülkeden devşirdikleri yüz binlerce askeri Çanakkale’de savaştırdılar. Bunlardan en bilinenleri ANZAK’lar ve Hindistan’dan gelen Müslüman askerlerdir. İngiliz Emperyalizminin sömürgesi Avustralya’lı ve Yeni Zelanda’lı insanlardan oluşturulan orduya ANZAK adı verildi. ANZAC sözcüğü Avustralya ve Yeni Zelanda Kolordusu (Australian and New Zeeland Army Corps) kelimelerinin baş harflerinden oluşmaktadır. Çanakkale Zaferi başta Mustafa Kemal olmak üzere, yediden, yetmişe tüm halkımızın cansiparane bir çabayla kanları-canları pahasına kazanılmış, 250 bin askerimizi şehit verdiğimiz bir zaferdir. Emperyalistlere Çanakkale’yi geçilmez kılan bu zafer; hiçbir zaman unutulmayan, dünya döndükçe de unutulmayacak bir destandır. "İnsanlığın tanık olduğu en büyük zaferdir Çanakkale .. Cumhuriyetimizin önsözüdür Çanakkale ... Cumhuriyete giden yoldur Çanakkale…" Başta  tarihi değiştiren büyük önder olmak üzere, mesele “Al sancağı teslim edip Allah' a ısmarladık…” .diyerek  Vatan toprağını koruyanlara bitmez saygı, minnet ve rahmet ile anarken, bu topraklara, bu Cumhuriyete sahip çıkabilmektir Çanakkale ... ., Bu zafer dünyanın gidişatına yön verendir, Batı Emperyalistlerin Rus Emperyalizmine yardım kanallarını kesilmesidir..  Bu zaferle Birinci Ulusal Kurtuluş Savaşımızın önsözüdür.. Dört yıl sonra bu kez Yunan maskesi ile İzmir Körfezinden ülkemizi işgal eden Batılı Emperyalistlerin  ikinci yenilgesinin stratejik yoludur.. Avustralya ve Yeni Zelanda'ya kimliklerini kazandıran zaferdir. Türkiye'ye ise  kurtarıcı ve kurucu liderini kazandıran zaferdir. Bu bağlamda; Çanakkale'de yatan yüz binlerce şehidimizi yad ederken, şehitlerimize olan şükran borcumuzun ancak vatanımıza, bayrağımıza ve milletimizi zafere taşıyan hasletlere her zaman sahip çıkarak ödenebileceğini vurgulamak istiyorum. Bu düşüncelerle, Çanakkale Zaferi'nin yıl dönümünü kutluyor, 18 Mart Şehitler Günü'nde bu toprakları bize mukaddes bir vatan olarak emanet eden tüm şehitlerimizi, başta Gazi Mustafa Kemal Atatürk olmak üzere tüm kahramanlarımızı rahmetle, şükranla anıyorum. Ruhları şad, mekanları cennet olsun."     -------------------------------------------------------   30 kasım 2014  Radikal Blog da ki yazım.. Birlikte okuyalım:  http://bit.ly/2mzYWlK   Ekonomi analizi gibi. Bu tarihi yazıyı  okumanızı öneririm.... http://bit.ly/2nkiG1j İngilizlerin gözüyle Çanakkale Savaşı. https://www.youtube.com/watch?v=G68bZIAWPRo Bir insanın yalnızca hissettiklerini yazması onu bir şair yapmaz. Oysa bir insan, yüreğinde dünyayı taşıdığı ve bu dünyayı dile getirebildiği sürece Mehmet Akif Ersoy gibi büyük bir şair olabilir. Ne güzel betimlemiş,ne güzel anlatmış  millî temalarda  lirizmin büyük ustası Mehmet Akif Ersoy' Çanakkale ruhunu... Birlikte okuyalım: Çanakkale Şehitlerine "Şu boğaz harbi nedir? Var mı ki dünyada eşi?En kesif orduların yükleniyor dördübeşi, -Tepeden yol bularak geçmek için Marmara' ya- Kaç donanmayla sarılmış ufacık bir karaya. Ne hayasızca tahassüd ki ufuklar kapalı!Nerde-gösterdiği vahşetle " bu, bir Avrupalı Dedirir- yırtıcı, his yoksulu, sırtlan kümesi,Varsa gelip açılıp mahpesi, yahut kümesi Eski Dünya, Yeni Dünya, bütün akvam-i beşer, Kaynıyor kum gibi... mahşer mi, hakikat mahşer.Yedi iklimi cihanın duruyor karşısında Ostralya' yla beraber bakıyorsun: Kanada!Çehreler başka, lisanlar, deriler rengarenk; Sade bir hadise var ortada: Vahşetler denk. Kimi hindu, kimi yamyam, kimi bilmem ne bela...Hani, taunada züldür bu rezil istila! Ah o yirminci asır yok mu, o mahluk-u asil, Ne kadar gözdesi mevcud ise hakkiyle sefil, Kustu Mehmetçiğin aylarca durup karşısına;Döktü karnındaki esrarı hayasızcasına. Maske yırtılmasa hala bize afetti o yüz...Medeniyyet denilen *****, hakikat,yüzsüz. Sonra mel' undaki tahribe müvekkel esbab, Öyle müthiş ki: eder her biri bir mülkü harab.Öteden saikalar parçalıyor afakı; Beriden zelzeleler kaldırıyor a' makı;Bomba şimşekleri beyninden inip her siperin: Sönüyor göğsünün üstünde o arslan neferin. Yerin altında cehennem gibi binlerce lağam; Atılan her lağamın yaktığı yüzlerce adam. Ölüm indirmede gökler, ölü püskürmede yer; O ne müthiş tipidir: savrulur enkaz-i beşer... Kafa, göz, gövde, bacak, kol, çene, parmak, el, ayak; Boşanır sırtlara, vadilere, sağnak sağnak.Saçıyor zırha bürünmüş de o namerd eller, Yıldırım yaylımı tufanlar, alevden seller.Veriyor yangını, durmuş da açık sinelere, Sürü halinde gezerken sayısız tayyare.Top tüfekten daha sık, gülle yağanmermiler.. Kahraman orduyu seyret ki bu tehdide güler! Ne çelik tabyalar ister, ne siner hasmından;Alınır kal' a mı göğsündeki kat kat iman? Hangi kuvvet onu, haşa, edecek kahrına ram? Çünkü te'sis-i ilahi o metin istihkam.Sarılır, indirilir mevk-i müstahkemler, Beşerin azmini tevkif edemez sun'-u beşer;Bu göğüslerse Huda' nin ebedi serhaddi; "O benim sun'-u bediim, onu çiğnetme! " dedi. Asım’ın nesli.diyordum ya.nesilmiş gerçek;İşte çiğnetmedi namusunu,çiğnetmeyecek Şüheda gövdesi, bir baksana, dağlar, taşlar... O, rüku olmasa, dünyada eğilmez başlar,Vurulup tertemiz alnından uzanmış yatıyor; Bir hilal uğruna, ya Rab, ne güneşler batıyor! Ey, bu topraklar için toprağa düsmüs,asker!Ne büyüksün ki kanın kurtarıyor Tevhid' i Bedr' in arslanları ancak, bu kadar şanlı idi... Sana dar gelmeyecek makberi kimler kazsın?" Gömelim gel seni tarihe!"desem, sığmazsın. Herc ü merc ettiğin edvara da yetmez o kitap..Seni ancak ebediyyetler eder istiab. "Bu, taşındır" diyerek Kabe' yi diksem başına; Ruhumun vahyini duysam da geçirsem taşına; Sonra gök kubbeyi alsam da, rida namiyle,Kanayan lahdine çeksem bütün ecramiyle; Ebr-i nisani açık türbene çatsam da tavan,Yedi kandilli Süreyya' yı uzatsam oradan; Sen bu avizenin altında, bürünmüş kanına, Uzanırken, gece mehtabı getirsem yanına, Türbedarın gibi ta fecre kadar bekletsem;Gündüzün fecr ile avizeni lebriz etsem; Tüllenen mağbiri, akşamları,sarsam yarana.Yine bir şey yapabildim diyemem hatırına. Sen ki, son ehl-i salibin kırarak savletini;Şark’ın en sevgili sultanı Selahaddin' i, Kılıç Arslan gibi iclaline ettin hayran..Sen ki, İslam’ı kuşatmış, boğuyorken hüsran, O demir çemberi göğsünde kırıp parçaladın;Sen ki,ruhunla beraber gezer ecrami adin Sen ki, a'sara gömülsen taşacaksın...Heyhat!.. Sana gelmez bu ufuklar, seni almaz bu cihat... Ey şehid oğlu şehid, isteme benden makber, Sana âguşunu açmış duruyor Peygamber.  

Berat Kandili‘nin Türk Dünyasına ve Tüm İnsanlığa Hayırlara Vesile Olması Dileği ile ...

Berat Kandili‘nin Türk Dünyasına ve Tüm İnsanlığa Hayırlara Vesile Olması Dileği ile ...   İlksöz:"Vahiy" sözcüğünün İngilizcesi "revelation", malum.. Bu sözcük Latinceden geldiğini yazıyor kitaplar ve kökünde "velum" var: Örtü, peçe, duvak, perde demek. Dolayısıyla "revelation" aslında "örtüyü, perdeyi kaldırma","Gerçeği görme" anlamında.  Kimileri gelecekten bahsediyor ama kastettikleri geçmiş aslında. Ebedi rücu... “Allah affedicidir, affetmeyi sever”.  Peki ya biz! Sakın Allah (cc)’ın affediciliğine güvenip günah işlemeyin. İblis sizi Allah’la aldatmasın. Tevbe etmeden, üzerinizdeki haram para, mal, mülk, makam; o her ne ise onlardan kurtulmadan, arınmadan olmaz. O günahın kirlerinden arınmadan olmaz. Kul hakkı ödenmeden olmaz. Sadece pişman oldum demekle olmaz. Tıpkı, “iman ettik” demekle yakanızın bırakılıvermeyeceği gibi! Evet, “Ramazan’ın yaklaştığını haber veren” Berat Kandili, bir bakıma Ramazan vesilesi ile bağışlanmak için bir uyarı.Bir ikaz.... Arapça brA kökünden gelen barˀat برءة  "i Berâet Kandili), (Arapça: ليلة منتصف شعبان, Şaban'ın yarısı) "Berat, beraet" kelimesi "el-berâe" kelimesinin Türkçe'deki kullanılışı.  Beri olmak, aklanmak, temiz ve suçsuz çıkmak anlamında. . Beraat Kandili gelenekte varolan hasenattandır. ii. İslam inancında Kuran'ın dünyaya indirildiği gece" sözcüğünden alıntı.  "sözleşme, ahit, özellikle de Yüce Yaradanın  ve onların peygamberlerine verdiği ahit" sözcüğünden alıntı....  Berat kelimesi; kurtulmak, beri olmak, suçlu olmamak demek. Berat ve beraet, beri olmak, aklanmak, temiz ve suçsuz çıkmak demek... Mü'minlerin bu gece günah yüklerinden kurtulup, ilâhî bağışa ermeleri umulduğu için, sözlük manasına uygun olarak "Berat Gecesi" denilmiş... Bu geceyi ibadet ve taatle geçirmenin çok sevabi ve feyzi olduğunu yazar kitaplar.. :"Şaban ayının on beşinci gecesi olduğu zaman, gecesinde ibadete kalkın. Ve o gecenin gündüzünde (şaban ayının on dördüncü günü) oruç tutunuz. Çünkü o gece güneş batınca Allah Teâlâ o andan fecir oluncaya kadar: ' Benden mağfiret dileyen yok mu, onu mağfiret edeyim. Benden rızık isteyen yok mu, onu rızıklandırayım. (Bir belâ ile) müptelâ olan yok mu, ona kurtuluş vereyim' buyurur." (Ibn Mâce)Ayrıca, Berat gecesi, Kuran-ı Kerimin Levh-i Mahfuzdan dünya semasına toptan indirildigi gece. Buna inzal da dendiğini yazıyor  Kitaplar.. O geceyi bu gün idrak edeceğiz.  “Beraet”, halk arasında kullanılan şekli ile “berat”,  İslam inancına göre “günahlardan arınma, temize çıkma, ilahi af ve rahmete nail olma” anlamına geldiğini yazıyor kitaplar..  Günümüzde yargılandığınız bir davada suçlandığınız bir konuda suçsuzluğunuzun kanıtlanması şeklinde de anlaşılıyor.  Hukukta “Beraet-i zimme”, bir kişinin suçu isbatlanana kadar suçsuz kabul edilmesi anlamına geliyor. Affedenler affedilecektirler. Tabii burada affedilecek olanlar affedilmeyi hakedenler. Yanlışından dönenler, tevbe edenler, özür dileyenlerdir.  Bakın, biz alemlere rahmet olarak gönderilen bir Peygamberin ümmetiyiz. O, ahir zaman Peygamberidir. Biz yaşadığımız zamanın ve dünyanın bize yüklediği sorumlulukların ne kadar idrakindeyiz. Hiçbir Müslüman, dünyada olup biten şeyleri görmezden, duymazdan, bilmezden gelme hakkına sahip değildir. Biz Hakk’ın ve halkın gören gözü, işiten kulağı, tutan eli, haykıran sesi olacağız. Peki biz bu görevi hakkı ile yerine getiriyor muyuz! Bu gecelerde bunun muhasebesini yapmak gerek. Onun için sessizliğe ve kendi içimize dönüp, nefsimizi sorgulamamız gerek.Kandil böyle kutlanır, sadece daha çok namaz, daha çok kıraat ve zikir, dua değil. Zaten bunların hepsi bizi bu sorumluluğa yönlendirmiyorsa orada bir sorun var demektir. Gerçekten haksızlık kimden gelirse gelsin kime yönelik olursa olsun, mazlumdan yana, zalime karşı mıyız? Hele de zalim babanızsa ve mazlum düşmanınızsa, kimden yanasınız! Haksızlıklar karşısında susuyor muyuz? Adaletsizlikten yana bir şikayetimiz var mı yok mu? Dulları, yetimleri, yoksulları, yurtlarından çıkarılanları görüp gözetiyor muyuz? Müslümanlığımızın seviyesi bu soruların cevabında gizli. Ve tabii önce “Amentü”! Allah’a ve ahiret gününe, Kadere, rızga ve ecele imanımız ne durumda? Sadece mevlid dinleyerek, hafızların okudukları ayetlere “amin” deyip, sonra da hayatlarına, eski yanlışları ile kaldıkları yerden devam edenlere kötü bir haberim var! Ve zaten bu haberi biliyorsunuz. Başkaları bizi “El emin” olarak görüyor mu? Kur’an ahlakı ile ahlaklandık mı? “Veresetül enbiya” olmaya aday mıyız. Teşrik-i mesaimizde Hılful fudul anlayışı ile Allah’a Resulüne, kitaba has kılalım. Ona ekleme ve çıkarma yapmayalım. Biz “Müslümancı” ya da “İnsancı” değiliz. Biz Hakk’a taparız. Din ve devlet büyüklerini, kanaat önderlerini İlah ve Rab edinmeyiz. İnsanları kendi lider, örgüt, şeyhimize değil, Allah’a, Resulüne, kitaba çağırırız. Zaten onlar da istişare ve şûra ile İttihad, İttifak ve İtilaf üzerinden meşru hedefe ulaşırlar ve Allah da onların kalbini telif eder. Kandilimiz, uyanışımıza vesile olsun inşallah.   Bu bağlamda:;: Hz Muhammed, “La ilahe illallah”,  “Allah’tan başka ilah yoktur” dedi. Devesinden indi, asasını havaya kaldırdı. Önündeki ilk puta darbe indirdi. Kendilerinden marifet beklenen Hübel, Lat, Menat, Uzza... Yüzlerce put birer birer yıkıldı. Ancak “put yapma” da “put yıkma” da bitmedi. Put, aksi sanılsa da bir heykel değildi. Üzerine iktidar elbisesi giydirilmiş, büyüdükçe de insandan uzaklaşmış bir hikâyeydi. Kimi zaman taştan topraktan, kimi zaman etten kandan, kimi zaman paradan ya da güçten putlar yaratılmaya devam etti. Modern insanın da tanrıları var..  para,  lider, örgüt, şeyh, Koltuk , makam,   . İktidar ve güç ..... say sayabildiğin kadar.. İnsanlar kendi nefsini de “put” ediniyor bazan. “İman etmek” bir insanı “Mü’min” yapar. Kime iman etti iseniz onun “Mü’min”i olursunuz. Arzularınız onda tatmine erer.  Peki siz neyi arzuluyorsunuz? Kimin rızasıdır sizin arzunuz!  Din gününde “İlahınız ve Rabbiniz kim” sorusu olacak. Kur’an’da bu soru açık ve net ? “Din büyüklerinizi İlah ve Rab edinmeyin” diye. Din büyüklerinizi edinmeyin de devlet büyüklerinizi İlah ve Rab edinin de denmiyor.  Boşuna “İblis sizi Allah’la aldatmasın” denmiyor.. Hristiyanlar Peygamberlerini Rab edinerek sapıtmadılar mı? Peygamber bile put edinmediler mi? .Puta tapanlar aslında aynı zamanda kendileri, kendilerini putları ile özdeşleştirerek İlahlık ve Rablik taslarlar.. İblis onlara ilham eder. Onların da arzı ihlas ettikleri tek makam orasıdır. Farkından olmadan İbliisleşirler. İblis onların ağzından konuşmaya başlar. Onlara, “yeryüzünde bozgunculuk yapmayın” dediğinizde, “biz ancak ıslah edicileriz derler.” İyi bilin ki onlar bozguncuların ta kendileridir... Kendi kutsal olmadığı halde, kendine kutsiyet atfedilen, başka bir kutsala nisbet edilse de puttur.. O puta bağlanmaksa şirktir.. Eksik olmasınlar, her devrimci de eylemine “putları yıkıyoruz” diye başladı.  Hani birileri bir şey söylediğinde, o şey üzerinde düşünmeden ve birilerinin dediği şeyi onun dediği gibi yapıyorsanız, o şey sizin İlahınız ve Rabbiniz olur. Ve o “İlah”ı reddetmeden de iman etmiş olamazsınız.  “La İlahe” demeden Tevhide ulaşamazsınız ve sonra da “İllallah” diyeceksiniz. Evet Allah’tan başka İlah yoktur. Unutmayalım ki, “iman etmeden Yüce Yaradanın katına çıkmak mümkün değil ve birbirimizi sevmeden gerçekten iman etmiş sayılmayacağız! “Ehli sünnet vel cemaat” olmadan Müslüman mı olunur da, biz onu bir mezhep topluluğuna ad yaptık.  Ya da, Kur’an’ın bütününün uygulandığı, dört halife dönemine, Selefi dönem demiyor muyuz da Selefiliği ayrı bir mezhep gibi görüyoruz.  Ya da biz hepimiz Hz. Ali’den ve Ehlibeytten yana değil miyiz ki, birileri Şiicilik yapıyor. Selefi geleneği ya da Hz. Ali ve Ehlibeytten yana olmayı reddeden bir Müslüman olabilir mi? Peki bu  kendine Selefi diyen Vehhabiler, ya da Şiicilik yapan Safevi geleneğinin takipçileri.. İnandığımız gibi yaşamayınca yaşadığımız gibi inanmaya başladık .. “Pragmatizm derken “Kişisel çıkar ve fayda”yı esas alan bir bakış açısı söz konusu “Determine” sebeb-sonuca dayalı bir zorunluluk süreci, oysa esbabını da kendi halkeden bir Yüce Yaradan var.  Kainatın Yaratacısı,  Yerin ve Göğün Tek Sahibi Yüce Rabbim; Hiçbir zaman , hiçbir koşulda senden başka  hiç kimseye kulluk etmeyeceğime...  Rağbeti sadece sana olan kul olacağıma... Tüm insanlığı ve Türk Ulusunu her türlü  afetlerden koruman için!... Bizleri, gurur, kibir,  ihtirastan uzak tutman için,  kıskançlık marazına yakalanmışlar dan olmamak için!...  Gerçeği örten nankörlerden / inkârcılardan / riyakarlardan/  münafıklardan / haram ile helal farkı gözetmeyenlerden.... kul hakkı /yetim hakkı yiyenlerden olmamak için!... haksız yere hiç kimsenin ahını almamak için!.. haksızlık karşısında susanlardan olmamak için!..  emanetleri ehline vermiyenlerden sakınmak için!... adaletle hükmetmeyenlerin şerrinden korunmak için!... ahde vefa/ salih amele sahip olmayanlardan uzak durmak için…  adaletten dönüp heva (tutkuları)na uyananlardan olmamak için!... kapalı kapılar altında her türlü fitne ve fesatlık  yapanların şerrinden korunmak ve onlardan olmamak için!... iftira atanların şerrinden korunmak için!... emanet lafz-ı bî-medlûllardan uzak durmak için!..  Sevgiyi paylaşmak için!... dostluğu yaşatmak için!... Kandiller vardır kutlamak  ve af dilemek için!..  bu duygular içinde Yüce Yaradana el açacağım!.. Resulullah şöyle buyurdu: “Kabul olmayan duadan Allah’a sığınırım”. *Ya Rabbi, ikâbından affına sığınırım, gazabından rızana sığınırım, Senden Sana sığınırım.* Sen izzet ve celal sahibisin. Zatını sena ettiğin gibi Seni sena etmekten, ululuğuna yaraşır beyanlarla Sana kulluğumu sunmaktan ve Sana azametine yakışır sözlerle içimi dökmekten acizim. İlahî! Mükerrem Şaban ayının ortasında, *“her türlü hikmetli işin belirlenip yazıldığı ve onaylandığı”* şu Beraat gecesindeki büyük tecellin yüzüsuyu hürmetine, benim bildiğim veya bilmediğim bütün belâları üzerimden kaldır, def et! (Hata kabilinden olup) sadece Senin bildiğin şeyleri bana bağışla, beni affeyle. Zira yegane aziz ve yegane kerim Sensin!.. *Ey kullarının dualarına icabet eden Mucîb Allah’ım!* Bizleri, sevdiğin ve râzı olduğun işlere muttali kıl, onları bize sevdir, onları hayata taşımaya ve başkalarına duyurmaya bizleri muvaffak eyle! Niyazımızın sonunda, dualarımızın kabul edilmesine en büyük vesile olarak gördüğümüz *Efendiler Efendisi’ne, âl ve ashabına salat ü selam eylemeni* dergâh-ı uluhiyetinden diliyoruz ya Rab! “Allah’ım gönlümde olanı hakkımda hayırlı eyle, Hakkımda hayırlı olanları da gönlüme razı eyle.” Yaptığım dualarımı ve ibadetlerimi Kabul eyle!... Berat Kandili‘nin yüreği Berkehan ve Bilgehan Deniz kadar temiz tüm salih ameller taşıyanlara hayırlara vesile olması dileği ile...... Kandiliniz Kutlu Olsun.... Selâm ve dua ile.... Kadrajımdan : Eyüp Sultan Camii

Üniversitelerin “Ülkeye Kattığı Değer“

  İlksöz:    Çok genel ama akılda kalır olması için kısa not:Üniversite imajı: Nasıl yaratılır? Akademik hayatın hızla kötüye gidişini ispatlar nitelikte yerel ve küresel çerçevede çok şey sayabilirim. Bilimin kapitalist bir endüstrinin çöp sepetine dönüşmesi ve akademinin avam/alt politikanın oyun oynadığı bir kum havuzu haline gelmesi tam bir felaket. Lakin hiç değişmeyen kötülerden birisi de “bilimsel olacağım kaygısıyla” hiç kimsenin anlayamayacağı bir dille yazılan yazılar. Bence yazanın kendisi de ne dediğini anlamıyor ve birtakım yarı Türkçe kelimeler, sonuna -olojik- ilavesi yapılmış kavramlar, mecburen ilave edilen teorik perspektif adına “o onu dedi, bu bunu dedi” klişeleriyle bilimselcilik oynuyor. Ve tabi bolca index formatları da buna katılıyor. Bilimsel dergilerde yayınlanan yazıların ortalama okuyucusu ise 7 kişi. Özellikle akademi dünyasına yeni giren gençlere kendi anlamadığınız dilde yazı yazmayın ve yazılanı tekrarlamayın demek istiyorum. Bir konuyu gerçekten bilen insan, karşı tarafın anlayacağı şekilde ifade etmeyi, bildirmeyi de bilir. Bilmeyen insansa olabildiğince karmaşıklaştırır ki, olayı anlamadığı anlaşılmasın; anlaşılmazlık dolayısıyla önem kazansın. Bu ara doçentlik jürilerinden ve makale hakemliklerinden bunalan yorgun bir akademisyenin bunaltısı olarak da okuyabilirsiniz bu yazdıklarımı... . Encyclopedia Britannica, üniversite sözcüğünün kökeninin Latince universitas magistrorum et scholarium sözcüklerinden kaynaklandığını belirtiyor; kabaca eğitmenler ve âlimler topluluğu anlamında... Bugünkü anlamda üniversitenin ilk nüvesinin 9. yüzyılda Salerno’da (İtalya) bir tıp okulu olarak ortaya çıkmış olduğu düşünülüyor. Daha sonra 11. yüzyılda Bologna, 1150’de Paris ve 11. yüzyılın sonunda Oxford, günümüzün çağdaş üniversitelerinin öncülleri olmuş. 18. yüzyılın sonuna gelindiğinde üniversiteler artık çekirdek bir müfredat çerçevesinde yedi liberal sanat dalında eğitim sunmaktaymış: Gramer, mantık, retorik, geometri, aritmetik, astronomi ve müzik. 1810’a gelindiğinde ise Wilhelm von Humboldt, Berlin Üniversitesi’nin kuruluşuna yol açan üç temel ilkeyi duyurmaktadır: Araştırma ve eğitimin birlikteliği; eğitimin özgürlüğü ve akademinin özerkliği. Humboldt’un son ilkesi net ve açıktır: Akademik faaliyet, devletlerin kontrolünden ve müdahalelerinden korunmalıdır. Kendisinden kırk sene sonra, 1852’de, John Henry Newman ise üniversiteyi şöyle tanımlamaktadır: “Üniversite, her yerden, her bilim dalından öğrencilerin buluştuğu yerdir. (Orası) Binlerce farklı okulun özgürce katkı sağladığı; aklın özgürce dolaştığı ve paylaşıldığı; buluşların kesinleştirildiği ve mükemmelleştirildiği; yanlışların ortaya çıkarıldığı; aklın akıl ile bilginin bilgiyle çatıştığı yerdir.” Dolayısıyla çağdaş üniversiteler, insanlığın bin yılı aşkın bilimsel faaliyetlerinden süzülüp gelen ilkelerce biçimlenmiştir. Kısaca anımsayalım: Çağdaş üniversiteler bilimsel kuşku temelinde çalışır. Hiçbir dogma, hiçbir önyargı, hiçbir koşullandırma üniversiter faaliyeti yönlendiremez. “İnanç” bilime ait değildir, bilimsel olan kuşkudur. Üniversitelerin zaman ufku hem kısa hem de uzun dönemi kapsar. Üniversiteler, bir yandan öğrencileri toplumun her türlü güncel gereksinimine yanıt verecek şekilde, çağdaş sorunları çözümleyebilecek becerilerle donatarak yetiştirir iken öte yandan da soyutlamalar ve belirsizliklerle yoğrulmuş araştırma alanlarında uzun soluklu, sabır ve cefa gerektiren, sonuçları belki on yıllar sonrasında alınabilecek bilim serüvenlerine girişirler. Üniversitelerin bilimsel ve eğitsel faaliyetleri bir bütündür; bölünüp parçalanamaz, bir faaliyeti diğerinin önüne geçirilemez; hiyerarşi üniversitenin doğasına aykırıdır. Üniversiteler, ekonomik çıkar ve maliyet ilkelerine göre standartlaştırılmış bir ürün, fikir ya da tasarım peşinde olan işletmeler değildir. Üniversitelerin toplumsal çıktısı çok yönlü olmak zorundadır: Araştırma alanında yepyeni fikirler, daha evvelce hiç dile getirilmemiş, düşünülmemiş bilimsel uğraşlar verilir iken eğitim alanında yepyeni insanlara yeni bilgiler aktarılır, yepyeni beceriler kazandırılır. Dolayısıyla üniversitelerin temel uğraşı olarak, bilimsel çabanın başarı ölçütü ticari başarı ya da genel olarak ekonomik kazanç değildir. Bu noktada bir anlam karışıklığının önüne geçmek için açık olmak zorundayım: Üniversiteler “bilimin merkezidir” ama faaliyetleri “inovasyonun merkezi ya da yürütücüsü” anlamına indirgenemez. İnovasyon, kâr amacı güden şirketler kesiminin, bilimsel çabanın sonuçlarını piyasa faaliyetlerine uygulama biçimi olarak ortaya çıkar. Ekonomik getiri amacıyla bilimin uygulanma biçimi üniversitelerin değil, piyasada kazanç-maliyet muhasebesi yapan şirketler kesiminin faaliyetidir ve kesinlikle üniversitenin araştırma önceliğine dönüştürülemez. Dolayısıyla günümüzde çok popüler medyatik kavramlar olan “inovasyoncu üniversite” ya da “üniversite - sanayi işbirliği” gibi sözcükler, ancak ve ancak bilimsel çabayı odağına alan, özerk yönetimi olan ve bilimsel kuşkuculuğu ön plana koyan gerçek üniversiter çabanın bir uzantısı olarak şirketler kesiminde anlam taşıyabilir. Bilimin yönlendirilmesi veya daha geniş ifadeyle bilimsel çabaya müdahale, ister kâr amacıyla isterse siyasi çıkarlar ya da inançlar biçiminde olsun, üniversitenin özüne aykırıdır. Üniversiteler dünyanın her ülkesinde olduğu gibi bizim ülkemizde de toplumun en önemli kurumları olmuştur, olagelmiştir. Çünkü üniversiteler toplumun sosyal, siyasal, ekonomik olduğu gibi bilim, teknoloji, katma değer üretimi, çağdaş medeniyet seviyesine erişme, velhasıl topyekûn kalkınmanın tümünü içeren nadir kurumlardır. Toplumun dinamikleridir.  Üniversiteler, bilginin üretildiği, saklandığı, biriktirildiği ve sonra da o bilginin kullanılarak ete kemiğe büründürüldüğü bu kutsal mekânlar, aynı zamanda demokrasi kültürünün yeşertilip büyütüldüğü mekânlardır. Bu sebepledir ki; üniversitelerin bireyden devlet yönetimine ne kadar basamak var ise hepsine dokunan ve ülke geleceğinin inşası anlamında önemi çok büyüktür  Üniversitelerin dün de bugün de üç önemli görevi ve misyonu olmuştur. Öğrenci Yetiştirmek, Bilimsel Faaliyetlerde Bulunmak (Bilim Üretmek) ve Toplumun Sorunlarına Çareler aramak. Geçmişten günümüze birçok aşamalardan geçen “üniversite” ler, hep bu üçlüye ilişkin faaliyetlerde bulunmuş ve şekillenmişlerdir..Bu bağlamda; Reklam kampanyaları ile imajı değiştirme gayretleri boşuna çaba...Bu bağlamda; Üniversite Enstitülerinde ki araştırma projelerine sponsor olmamış hiçbir marka, futbol sponsorluğu yapamamalı......Yerel yönetimler de kendi şehirlerinde ki üniversitelerin kalitesinin artmasının şehirlerine getireceği katma değeri hesaba katarak üniversitelere gerekli desteği vermeli....Ülkemizin en önemli sorunlarından birisi İşsizlik değil mesleksizlik..Üniversite kontenjanlarının neden boş kaldığı sorusunun cevabı da burada saklı..Bu sorunun çözümü, İş dünyasına yönelik daha uygun yetkinlik ve beceri bazlı kaliteli eğitim (Metafordan Gerçeğe Üniversite)Türkiye'nin en büyük problemlerden bir taneside Akademik Çalışmaların ülke ekonomisine ( Üretimine ) ne kadar katkı sağladığı ile ilgili.. "Eğitimdir ki, bir milleti ya özgür, bağımsız, şanlı, yüksek bir topluluk halinde yaşatır; ya da esaret ve sefalete terk eder." /Kelimeler gördüklerimizi kavrayamıyorsa ya da gördüklerimiz kelimelere sığmıyorsa konuşmak ne işe yarar?     Ünlü bir bilim adamının notu: "Aslında herkes dahidir. Ama siz kalkıp bir balığı, ağaca tırmanma yeteneğine göre yargılarsanız, tüm hayatını aptal olduğuna inanarak geçirir."/ “Eğitim gerçeklerin öğretilmesi değildir; düşünmek için aklın eğitilmesidir.”/"Eğitimin bütün amacı, aynaları pencereye dönüştürmektir." "Üniversite sadece bilim için değildir, aynı zamanda Hak, Hukuk, Adalet ve Cumhuriyet içinde üniversite gereklidir.Üniversite Cumhuriyet'in sahipliğindedir."Memleket işlerinde, millet işlerinde, gerçek işlerde, duyguya, hatıra, kardeşliğe ve dostluğa bakılmaz. " "Her memlekette toplumun eğitimsiz katmanlarının nitelikseliz davranışlarda ve tutumlarda bulunması maalesef evrensel bir gerçek..Eğitimin pahalı olduğunu düşünüyorsanız, cehaletin bedeline bakın”     "Bir kavram ne zaman tehlikeli olur? İçeriği bulanık olduğu halde, herkes bu kavramı bildiğini sanınca." Sözcük ve kavramların içini boşaltan, altını oyanlara itibar etmeyiniz. Onlarsız da yaparız ama kavram ve sözcüklerden bağımsız varolamayız.Bu bağlamda  hep ama hep aynı soru: Eğitim nedir?;    “Bugün yaşamak azminde bulunan bir milletin, bir cemiyetin çocuklarının talim ve terbiyede yalnız bir maksadı olabilir, bu maksat onları hayata hazırlamaktır.” [Talim ve Terbiye’de İnkılap]. Asıl olan ‘Mektep için mektep’ değil, ‘Hayat için mekteptir’. “Gerçek maarif, gençleri hayat mücadelesinde başarılı olmaları için kuvvetli, maneviyat sahibi, duygulu, müteşebbis (girişimci), kendine güven duyan, dayanıklı ve cesaretli yapmaktır.” [İsmail Hakkı Baltacıoğlu /Terbiye İlmi].   Üniversiteler bir ülke için en önemli eğitim kurumlarıdır. Buradan mezun olanlar toplumun en başta yönetim, siyaset, adalet, ticaret, eğitim, sağlık, emniyet, savunma gibi en temel yaşamsal hizmetlerinde öncelikle üst düzey görev alacak beyin takımını oluştururlar. Bir kısmı da tekrar akademik hayata devam ederek ilim, bilim, sanat ve kültür hayatına değer katarlar. Üniversiteye gelene kadar verilen eğitim de tabi kî çok önemlidir. Anaokulunda ilkokulda, ortaokulda ve lisede çocuklara çok şey öğretmekteyiz.  Üniversiteyi bitiren artık yetişkin diyebileceğimiz gençler evlenecek iş hayatına atılacak yaşa gelmiştir. Üniversiteden mezun olunca verilen diploma aynı zamanda bir unvan ve yetkidir. Bu yetkiyle ister kamuda ister özel sektörde isterse de bağımsız olarak görev yaparak topluma hizmet edebilirler. Hatta bazı mesleklerden mezun olurken yemin ettirirler ki bu zamana kadar öğrendikleriyle etik kuralları çiğnemeden insanlığa hizmet edeceğine en kutsal değerler üzerine söz versin.   Üniversiteler, internet sitelerinden vizyon, misyon, temel değerler ve kalite politikası olarak “evrensel olmak, yenilikçilik, öğrenci merkezli, katılımcı, toplumsal sorumluluk, kaliteli, çevreye duyarlı, hoşgörülü, mükemmeliyetçi, özgürlükçü, etik değerlere bağlı, evrensel hak ve özgürlüklere saygı, bağımsızlık ve özerklik, çoğulculuğa ve çeşitliliğe saygı, şeffaflık ve hesap verebilirlik, yaşam boyu eğitime inanç, akademik özgürlük ve sorumluluk, adalet, itibar, nezaket ve saygıyla davranmak, dünya çapında bir üniversite olmak, vd.” gibi kelime ve cümlelerle kendilerini kurumsal olarak ifade etmektedirler.   Her devlet, toplumunun huzur ve refah içinde yaşamasını temin etmek ister. İdeal bir toplumun öncelikle birbirine saygı gösteren ve toplumsal kurallara uyan bireylerden oluşmasını bekler. Bir anlamda bunu gerçekleştirmek için eğitim müfredatında çeşitli konulara özellikle yer ve önem verilir. Allah’ın insanlara verdiği başta akıl nimetini kullanarak eğitimde her şey açıklanmaya, doğrulara inandırılmaya hatta ödül ve cezayla birazda zor kullanarak insan olma ve insan kalma erdemleri kazandırılmaya çalışılır. Bazı konularda eksik veya yanlış yapıldığında bir şekilde düzeltilebilir telafi edilebilir ama eğitimde yapılacak hatalar yıllar sonra toplumun bozulmasına yol açarak onarılması güç yaralara sebep olabilir.. Eğitimde o kadar çok bilgi öğretmeye çalışıyoruz ki birçoğunu daha okullar bitmeden unutuyor çocuklar. Unutmaması gereken çok önemli hayati şeyleri ise çok kısa özetlesek ve hiç unutmasalar daha iyi olmaz mı? Onlara bazı şifreler versek bunları başları derde girmesin diye hiç unutmasalar ama ihtiyaçları olduğunda hatırlasalar, bunlarla doğru yolları bulsalar ne güzel olurdu. Mesela bu şifreleri şimdilik “akıl, ahlak, adalet, adap, aşk” olarak belirlesek bunları kavratmaya çalışsak. Bu şifrelerle ideal toplumu oluşturup ayakta tutabilir miyiz ki? Özellikle bir “Akıl, Ahlak, Adalet, Adap” kelimelerin sihrini düşünüp araştırdım. Acaba bu kelam-ı kibar (Büyük, akıllı, veli ve meşhur zâtların güzel, veciz ve çok kıymetdâr olan sözleri ve kelâmı.) mıdır kim söylemiş olabilir. Milli kimliğimize dair yazılarında; kadim değerlerimiz “Akıl, Ahlak, Adalet, Adap, Aşk” sözcüklerini 5A ilkeleri olarak çok sayıda kitabın yazarı 2014 yılında edebiyat alanında Cumhurbaşkanlığı Kültür ve Sanat Büyük Ödülünün sahibi Alev Alatlı’nın söyleyip yazdığını tespit ettim. (2) Ahlâk, ha-la-ka kelimesinden türemiş, din, tabiat, seciyye (karakter) anlamlarına gelir. Ahlâk, insanın yaratılıştan ya da sonra eğitimle kazandığı ruh ve kalp halleri, huylar töre anlamlarına da gelmektedir.(3)  Peygamberimiz Hz. Muhammed (SAV) “iman bakımından müminlerin en mükemmeli, ahlâkça en güzel olanlar ve ailesine en güzel davrananlardır” diyerek ahlakın imanla olan ilişkisini ve önemini açıklamıştır. Bir başka tanımda ahlak, insanın iyi veya kötü olarak vasıflandırılmasına yol açan manevi nitelikleri, huyları ve bunların etkisiyle ortaya konan iradeli davranışlar bütünü; bunlarla ilgili ilim dalı. Akıl, insanı diğer canlılardan ayıran ve onu sorumlu kılan temyiz gücü, düşünme ve anlama melekesi. (4) Adalet ise herkese kendine uygun düşeni, kendi hakkı olanı verme, doğruluktur. Adalet, hak ve hukuka uygunluk, hakkı gözetme, yasalarla sahip olunan hakların herkes tarafından kullanılmasının sağlanması, türe. Adap, töre, yol ve yordam demektir. Aşk, aşırı sevgi ve bağlılık duygusu, sevi, sevda, amor olarak tanımlanmaktadır.(5) Üniversite aklın dergâhıdır. Akıl dışı tahakküm ve tek tipleştirme kabul edilemez. Öğrencilerin boyun eğdiği tek otorite bilgi olacaktır. Yükseköğretimde aslolan üstün niteliktir. Niteliği niceliğe feda eden uygulamaları ahlak dışı sayar, popüler ve sıradan olanı değil, emek, adanmışlık, süreklilik neticesinde ulaşılan kazanımları yüceltiriz. Adalet, ülkenin ve dünyanın asıl gündeminden uzak tutulamaz. Dili, dini ve cinsiyeti ne olursa olsun öğrencinin bilgiye eksiksiz ulaşabilmek, alanıyla ilgili veya değil, ilgilendiği konularda bilgilenmek hakkıdır. Adap, bütünlüklü bir yükseköğretim sistemi Osmanlı mirasının reddi üzerinden geliştirilemez. Evrensel, yöntemi itibariyle yerli ve Türkçe bir eğitim modeli benimser. Özetle; üniversite aklın teminatıdır, ahlak, bilimin olmazsa olmazı, adalet, eşitlikçi eğitimin temeli, adap, kadim Türk kültürüne saygıdır.(6)   Üniversitelerde iyi bir eğitimle dünyanın en iyi kimyagerlerini, mühendislerini, doktorlarını ve hukukçularını yetiştirebilirsiniz. Onlara bilimin yanında ahlak ve adalet duygusu verememişseniz bilgilerini insanlığa hizmet ve fayda için değil birilerinin emrinde veya kişisel çıkarlarına kötülük için kullanabilirler. Dünya tarihi bunun sonucunda ortaya çıkan savaşlar, katliamlar ve faciaların binlerce örneğiyle doludur. Nazilerin Yahudileri katletmesi, atom bombasının icadı ve atılması, üniversite mezunu iki kız kardeşin annelerini katletmesi, üniversitede öğretim görevlisini sınav kağıdı için vahşice öldürmesi, vd. gibi olaylar cahil insanlar değil hepsi üniversite okumuş ama eğitim onları kamil insan olmak yerine insanlıktan çıkıp canavarlaşmışlardır. Eğitim insanı öyle değerlerle güçlendirmeli ve geliştirmelidir ki hiçbir dünyanın kıymeti karşısında satın alınamayıp insanlığından uzaklaşmamalıdır.   Akıl çok önemli bir nimet ki bununla ilgili çok şey söylenmiştir. Akıl yoksa cezai ehliyet yok, eğitim yok, canlısınız yaşıyorsunuz belki ama insanı insan yapan belki de en büyük değerimiz. Akıllı olmayan saf ve cahil insan çabuk inanıp kandırılabilir. Değerlerden edep, ahlak, adalet, sevgi ve saygı olmadan yaşamak kişinin insani olandan uzaklaşması anlamına gelir. Büyüklerimizi dinlemek, saygı göstermek,  küçükleri sevmek ve korumak bize çocukluğumuzdan öğretilen törelerimizdendir. Adaletin, ticari ahlakın olmadığı, güvenin tamamen yitirildiği bir piyasada ticaret gelişebilir mi? iş hayatında çalışma olabilir mi? Liderler, önemli ve büyük insanlar çok çalışmışlardır konuşmuşlardır haklarında da çok şey yazılmıştır fakat akılda kalan kısa net cümlelerle söyledikleri olmuştur. Cumhurbaşkanımızın, 2023 Eğitim Vizyonu tanıtım toplantısında “aklı selim, kalbi selim ve zevki selim (selim: doğru, dürüst, kusursuz) ” gençler yetiştirilmesi gereğinden bahsetmiştir. Akıl sahibi gençleri, aklını kullanarak ilim öğrenmeyi, öğrendiklerini insanlığın hayrına kullanmayı öğretmeliyiz.  Yüce Yaradan’ın insanlara her iki cihanda saadet içinde yaşamaları için bildirdiği kurallara uymayı, insan olmanın idrakinde sorumlu olduğunu düşünebilen, başta insan olmak üzere tüm canlılara karşı adaletle davranabilen, yaradılanı yaradandan ötürü sevebilmeyi içinde yaşadığı toplumun hoş karşılayacağı şekilde terbiyeyi takınabilmeyi öğretebilirsek belki de her şeyi öğretmiş oluruz. İnsanların tüm teknolojik gelişmelerden sonra varacağı ve ihtiyacı olacağı ilk ve son şey yine insanlık olacaktır.   Almanya önderliğinde başlatılan Endüstri 4.0 sonrasında şimdi de Japonlar tarafından Toplum 5.0 kavramı “Toplum için teknoloji” önerisi ortaya atıldı. Toplum 5.0 ile bilgi toplumundan süper akıllı topluma geçişle toplumu dijital dönüşümlere hazırlamak ve yaşlanan dünya nüfusuna karşı çevre kirliliği ve doğal afetlerle de baş ederek yeni sürdürülebilir çözümler üretmektir… Toplum 5.0 odağında sosyal refah ve bireyin mutluluğu var… Küresel bir vizyon olarak yoksulluğun ortadan kaldırılması gerekiyor. (7) Alatlı’nın 5A formülü toplumda kabul görüp uygulamaya geçebilse sıkıntılarımız da azalır sorunlarımız da. Eğitimle diploma yanında bu vasıflara sahip olabilsek hem kendimiz mutlu olur hem de toplumun huzuruna katkımız olurdu.   Büyüklerin söylediği birkaç kelam-ı kibar ile bitirelim. Farabi; “toplum sevgi ile kaynaşır adalet ile yaşar”, İmam Şafi; “nefsini günahtan, fenalıklardan, kötü ahlaktan, korumayan kimseye ilmi fayda vermez.”, Mevlana; “bütün cihanı araştırdım, iyi huydan daha iyi bir liyakat göremedim.”, Ahi Evren; “Hak ile Sabır dileyip bize gelen bizdendir, Akıl ve Ahlâk ile çalışıp bizi geçen bizdendir.” Yüksek öğretim ile ilgili onemli bir tartışma. Kiraz ve Tuba Ağaçları nazariyeleri gibi.http://econ.st/19ogkDq " Ülkelerin yüksek öğretime yaptığı harcamaların net ekonomik kayıp ve kazançlarını/ fırsat maliyetlerini ...Kısaca üniversitelerin "ülkeye kattığı değerin/ katma değerin" ne olduğunu. sorgulayan bir makale...https://econ.st/1EYb18L Bütün dünya üniversiteye gidiyor, peki buna gerçekten değiyor mu? Bütün dünya üniversiteye gidiyor, üniversitelere çok fazla para harcanıyor ve bunun değip değmediği hakkında çok az şey biliniyor. İlk üniversite için para biriktirme belgesi, para toplamak için Harvard Okulundan İngiltere’ye 1643’te gönderildi. Amerika’nın yüksek eğitim için eski ve sürekli arzusu ona dünyadaki en büyük ve en iyi sermayeli düzeni sağladı. Sürpriz olmayan bir şekilde, daha sonra diğer ülkeler bu örneğe özenerek okulu bırakan insanların daha fazlasını bir üniversite eğitimi almaya gönderdi. Fakat, tıpkı Amerikan düzeninin yayıldığı gibi, bunun harcanan dünya kadar meblağa gerçekten değip değmediği hakkında büyüyen kaygılar var. Amerikan yöntemi Modern araştırma üniversitesi, Oxbridge koleji ve Alman araştırma enstitüsünün bir evliliği, Amerika’da icat edildi ve dünya için altın standart haline geldi. Kitle yüksek eğitimi Amerika’da 19. yüzyılda başladı, Avrupa ve Doğu Asya’ya 20. yüzyılda yayıldı ve şimdi Sahra altı Afrikası hariç hemen hemen her yerde mevcut. Küresel üçüncü-derece kayıt oranı (üniversitedeki öğrenci-yaş nüfusunun oranı) 2012’den önceki 20 yılda %14’ten %32’ye çıktı; bu zaman içerisinde, yarıdan fazla orana sahip ülke sayısı beşten 54’e yükseldi. Üniversite kayıt, en son tüketici ürünü arabaya olan talepten bile daha hızlı büyüyor. Diploma isteği anlaşılabilir: bugünlerde onlar yeterli bir iş için bir gereklilik ve orta sınıfa bir giriş bileti. Geniş oranda, bu büyük talebe cevap vermenin iki yolu var. Birisi, çoğu kurumun eşit kaynak ve konuma sahip olduğu, kıta Avrupası’nın devlet ödenek ve karşılama yaklaşımı. İkincisi ise daha pazar temelli Amerikan örneği, özel-kamu ödenek ve karşılamasının karışımı, üstte parlak, iyi ödenekli kurumlar ile altta daha fakir olanlar bulunuyor. Dünya Amerikan doğrultusunda hareket ediyor. Daha fazla ülkedeki daha fazla üniversite, öğrencileri harç ücretlerinden sorumlu tutuyor. Ve siyasiler “bilgi ekonomisinin” mümkün olan en iyi araştırmayı gerektirdiğini fark ederken, kamu kaynakları birkaç ayrıcalıklı kuruma odaklanıyor ve dünya sınıfında üniversiteler kurma yarışı şiddetleniyor. Bazı yönlerde, bu harika. En iyi üniversiteler, dünyayı daha güvenli, zengin ve daha ilginç bir yer yapmış buluşların çoğundan sorumlu. Fakat fiyatlar yükseliyor. OECD ülkeleri GSYİH’nin %1.6’sını yüksek eğitime harcıyor, 2000’de bu oran %1.3’tü. Eğer Amerikan örneği yayılmaya devam ederse, bu oran daha fazla yükselecek. Amerika GSYİH’sinin %2.7’sini yüksek eğitime harcıyor. Eğer Amerika parasının değerini yüksek eğitimden alıyor olsaydı, iyi olacaktı. Araştırma tarafında, muhtemelen öyle. 2014’te, dünyada en fazla alıntı yapılan araştırma tezlerini üreten 20 üniversiteden 19’u Amerikandı. Fakat eğitimsel tarafta, resim daha bulanık. Amerikan mezunları, uluslararası sayısal ve sözel sıralamalarda zayıf notlar alıyor ve geriliyorlar. Akademik başarının yeni bir çalışmasında, Amerikan öğrencilerinin %45’i üniversitenin ilk iki yılında hiç ilerleme kaydetmedi. Bu sırada, harç ücretleri, gerçek vadede 20 yılda, neredeyse ikiye katlandı. Öğrenci borcu neredeyse 1.2 trilyon dolar ve kredi kartı borcu ile araç kredilerini geride bıraktı. Bu, üniversiteye gitmenin bir öğrenci için kötü bir yatırım olduğu anlamına gelmiyor. Amerika’da bir lisans derecesi hâlâ getiri sağlıyor, ortalama olarak %15’lik bir geri dönüşü var. Fakat üçüncü derece eğitimdeki büyüyen yatırımın toplum için tümüyle mantıklı olup olmadığı daha bulanık. Eğer mezunlar, kendi çalışmaları onları daha üretken yaptığı için mezun olmayanlardan daha fazla kazanıyorsa, o halde üniversite eğitimi ekonomik büyümeyi artıracaktır ve toplum bunun daha fazlasını istemelidir. Ancak zayıf öğrenci puanları aksini söylüyor. Bu yüzden, işverenlerin ifadesi de bu yönde. Uzman hizmet firmalarının yakın zamandaki bir iyileştirme çalışmasının bulduğuna göre, en saygın üniversitelerden mezun olanları alma sebepleri adayların öğrenmiş olduğu şeyler değil, bu kurumların sıkı seçme yöntemleri. Kısaca öğrenciler, sadece çok özenli bir sıralama işleyişinden geçmek için büyük miktarda tutarlar ödüyor olabilir. Eğer Amerikan üniversiteleri gerçekten para anlamında fakir ise, bunun sebebi ne olabilir? Temel sebep, sağlık bakımı için olduğu gibi, yüksek eğitim için olan pazarın iyi çalışmaması. Hükümet, üniversiteleri araştırma için ödüllendiriyor, bu yüzden profesörler buna yoğunlaşıyor. Öğrenciler, işverenleri etkileyecek bir kurumdan bir diploma arıyor; işverenler öncelikle bir adayın iştirak ettiği kurumun seçiciliğiyle ilgileniyor. Seçici bir kurumdan bir diplomanın değeri onun az bulunurluğuna bağlı olduğundan beri, iyi üniversiteler daha fazla mezun vermek için az istekli. Ve, eğitimsel verimin berrak bir ölçümünün yokluğunda fiyat, kalite için bir vekil oluyor. Daha fazla masraf oluşturarak, iyi üniversiteler hem gelir hem de saygınlık kazanıyor. Değeri ne? Daha fazla bilgi, yüksek eğitim pazarının daha iyi çalışmasını sağlayacaktır. Öğrencilerin final sınavları yanında girecekleri ortak sınavlar, üniversitelerin eğitim verimlerinin kıyaslanabilir bir ölçümünü sağlar. Öğrenciler nerede neyin iyi öğretildiği ve işverenler iş adaylarının ne kadar iyi öğrendiği hakkında daha iyi bir fikre sahip olacaktır. Kaynaklar, para için değer üreten üniversitelere akacak ve böyle olmayanlardan uzak kalacaktır. Kurumlar öğretmeyi güçlendirmek için bir isteğe sahip olacak ve masrafları kısmak için teknoloji kullanacaklardır. Yüksek öğretimi kökten değiştirme sözünü gerçekleştirmekte şimdiye kadar başarısız olmuş çevrimiçi dersler, daha büyük bir etki yapmaya başlayacaktır. Hükümetin, toplumun yüksek eğitime daha fazla mı yoksa daha mı az yatırım yapması gerektiği hakkında daha iyi bir fikri olacaktır. Kuşkucu insanlar, üniversite eğitiminin bu yöntemle ölçülmek için çok fazla karışık olduğunu iddia ediyorlar. Şüphesiz 22 yaşındakileri test etmek 12 yaşındakileri test etmekten daha zor. Ancak çoğu bilim dalı, tüm mezunların o konuda bilmesi gereken bir malzeme çekirdeği içeriyor. Daha genel olarak, üniversiteler öğrencilerine eleştirel düşünmeyi öğrettiklerini gösterebilmeli. Bazı hükümetler ve kurumlar, eğitimsel verimlere ışık tutmaya çalışıyor. Birkaç Amerikan devlet üniversitesi düzeni, mezunlarına halihazırda genel bir test uyguluyor. Test etmek Latin Amerika’da yayılıyor. En önemlisi, ikincil eğitimin PISA değerlendirmelerinin hükümetlere bir şok verdiği OECD de deniyor. Konu bilgisi ve muhakeme yeteneğini test etmek istiyor, ekonomi ve mühendislik ile başlayarak ülkelerin yanı sıra kurumlara not veriyor. Asyalı hükümetler hevesli, çünkü kısmen üniversitelerinin bir kalite ölçümü onlara uluslararası öğrenciler pazarında yardımcı olacak; kazanacağı daha az ve kaybedeceği daha çok şey olan zengin ülkeler değil. Onlardan ödenek ve katılım olmadan, çaba bir işe yaramayacak. Hükümetlerin bu çabaların arkasında olması gerekiyor. Amerika’nın pazara dayalı, iyi ödenekli, yüksek farklılıklı üniversiteleri, eğer öğrenciler doğru şeyi öğrenirse topluma büyük fayda sağlayabilir. Eğer olmazsa, büyük bir para miktarı boşa gidecek... Üniversitelerin  özellikle de Türk üniversitelerinin olmazsa olmaz 4A'sı... Akıl, üniversite aklın teminatıdır Ahlak, bilimin olmazsa olmazı Adalet, eşitlikçi eğitimin temeli Adap, kadim Türk kültürüne saygı Son Söz:“Üniversitenin amacı herkese eğitim vermek değil. Geleceğin liderlerine çok kaliteli eğitim vermek ve onların lokomotif olmasını sağlamak. Elinizdeki kısıtlı kaynakları ülkeyi ileriye götürecek, ülkede her alanda liderlik yapacak insanlar için kullanmak zorundasınız, Açık öğretim herkese açık. Orada sorun yok. Ama örgün öğretimde 3 milyon 700 bin, 4 milyon üniversite öğrencisine şu anda Türkiye’nin kesinlikle ihtiyacı yok”Gelecekte ihtiyacımız olmayan alanlarda yüksek kontenjan koyuyoruz.Plansız programsız  bir büyüme. "Yeni Ekonomik Çağ'da "Değerler Sistemini Kurmayı Başaran Kurumlar Kalıcı Olacak" Değerler sistemini kurmayı başaran kurumlar sürdürülebilir olacak.Dünya, şu na kadar hiç tecrübe etmediğimiz ve mevcut tecrübemizle de baş edemediğimiz kadar oynak, belirsiz, karmaşık ve muğlak  Yeni ekonomik çağ benzersiz kaynakların ve teknolojik ilerlemenin çağı olmakla birlikte, bir yandan da güvensizlik çağı olarak tanımlanıyor... Böyle bir ortamda yeni yöntemlere, yeni iş modellerine ve yeni iş stratejilerine ihtiyacımız olduğu çok açık. "Değerler Sistemi "  kurumların doğrudan iş modellerini ve iş stratejilerini etkiliyor. Kurumların hayatta kalabilmeleri için risklerini uzun vadede yönetmeleri gerekiyor, sorumlu iş yapma, entelektüel kapasite ve şirket kültürü önem taşıyor. `Değerler sistemi`ni kurmayı başaran kurumların, paydaşlarıyla etkili bilgi paylaşımını ve iletişimi yönetebilecekleri bekleniyor. "Değer Yaratan Bilgi` paylaşımı Kurumlardan tüm paydaşları için nasıl değer yarattıklarını açıklamaları beklenirken `değer yaratan bilgi`nin üretilmesi ve paydaşlarla buluşturulması çok daha fazla önem kazanıyor. Sağlıcakla kalın... Yüreği "Berkehan ve Bilgehan Deniz" kadar temiz tüm insanların,  günleri hep aydınlık olsun! Yüreklerindeki sevgi daim olsun! **************************************************** YÖK verilerine göre, Türkiye’de 3’ü pasif olmak üzere toplam 203 üniversite var. Bunların 129’u devlet üniversitesi, 74’ü vakıf üniversitesi. Ayrıca 4 tane de vakıf meslek yüksek okulu bulunuyor. Bu üniversitelerdeki öğretim elemanlarının toplam sayısı ise 179 bin 685. Bunların 30 bin 562’si profesör, 17 bin 778’i doçent, 41 bin 508’i doktor öğretim üyesi, 38 bin 289’u öğretim görevlisi, 51 bin 548’i araştırma görevlisi.bulunmakta.Son YÖK raporuna göre 21 tane ‘üniversitede’ hiç uluslararası etkinlik düzenlenmemiş. Yine 21 tane üniversitede hiçbir sosyal sorumluluk projesi yapılmamış. 65 tane üniversitede öğrenciler hiç endüstriyel proje yönetmemiş. 6 üniversitede öğrenci başına düşen kitap sayısı, kütüphanede, birin altında. Kitaptan çok öğrenci var. 22 üniversitede öğrenci başına düşen e-yayın sayısı birin altında. 88 üniversitenin olumlu sonuçlanan patent, faydalı model ve tasarım sayısı koskoca bir sıfır. 28 üniversite TÜBİTAK’ın araştırma burslarından hiç faydalanmamış. 32 tane üniversitenin uluslararası ve ulusal kuruluşlar tarafından desteklenen AR-GE projesi sayısı sıfır. 160 üniversitenin laboratuvarlarında AR-GE, inovasyon ve ürün geliştirme kapsamında sunulan hizmet sayısı sıfır.” “Makale sayımız artıyor. 2013’te 26 bin iken 2016’da 36 bini aştı. Ama çoğu etki düzeyi düşük dergilerde yayımlanıyor ve atıf almıyor. Her bilim alanında etki değeri en yüksek olan ilk yüzde 25’lik dilime giren dergilerde yayımlanan makalelerin dünya ortalaması yüzde 44 iken, Türkiye kaynaklı makalelerde bu oran yüzde 21. En düşük dilime giren makalelerin dünya ortalaması yüzde 20’nin altında iken bu rakam Türkiye için yüzde 34. Türkiye üniversitelerinden çıkan makalelerin çoğu en alt dilimdeki dergilerde yayımlanıyor.“https://goo.gl/mubz4D / https://goo.gl/y8bfWH / https://goo.gl/LRfUJdhttps://e https://bit.ly/33RIoyJ