Tüm Bilgi Paylaşımlarım

“Radikal Blog“da ki Denemelerimden..(3)../ Kerameti Kendinden Menkul İnsan Manzaraları!

“Radikal Blog“da ki Denemelerimden..(3)../ Kerameti Kendinden Menkul İnsan Manzaraları! Kerameti Kendinden Menkul İnsan Manzaraları!   11.04.2013 13:58:49 A+ A- “İyilik demek kimseye kötülüğü dokunmamak değil, kötülük yapacak cevheri içinde taşımamak demektir”. Sabahattin Ali’nin kaleminden dökülmüş. Bazen düşünüyorum dünyayı değiştirmek için sarsılmaz bir istekle çalışmak mı mutlu eder bizi yoksa konforun sakin sularında kulaç atmak mı? "Bir insanı kırk yıl sırtında taşırsın senden iyisi olmaz ama  bir  gün sırtından indirdinmi senden kötüsü olmaz." Ne kadar iyi bir insan olduğunun pek önemi yok. Nasıl olsa ilk hatanda en kötü insan sen olacaksın... İnsanların seni en çok sevdiği zaman, onların işine en çok yaradığın zaman.. Bu hayatta; Denklemin doğruysa , sonucun da doğru olacak ki  hayattan puan alabilesin. Ne çan eğrisi var, ne bütünleme, bütün sınavlar koşullu, hepsini geçmelisin!.... Velhasılı ne yaparsan yap, başarmak zorundasın.  Aslanlar, geyiklerin çabasına puan verip de yemekten vazgeçmediği gibi, hayat da affetmiyor.. Hayat bir kargaşa, birbirini takip eden dertleri sıraya dizme silsilesi.  Üniversiteyi bitirip hayata atılmak hevesle beklenir de, neyi niye bekler şaşırmıştır insan. Gerçek üniversite yaşamı o zaman!..   Hani derler ya hayat üniversitesi diye!..  Çok doğru bir söz... Sözünüz başka, işiniz başka ise; bakacağımız yer işiniz olmalı, sözünüz değil... kadim değerleri kaybetmeden dengeyi kurmak...... Bütün mesele  bu aslında...   Yalan , dolan ,takkiye, riya , münafık dolu dünyada!.. Rahmetli dedem de Babam da dürüst ve çalışkan adamlardı. Onlardan bize çok çalışmak ve helal kazanmak kaldı. Dedemi de Babamı da bugün hayırla yad ediyorsam Bugün de geleceğe miras. Dürüstlüğü ile doğruluğu ile dimdik onurunla ayakta durmalarından, helalinden bir yaşamı benimsemelerinden!... "Esas olan, Sadece yaşamak değil, İnsana yakışır şekilde ve Onurlu yaşamaktır. Teslim olmadan, Boyun eğmeden, Sürünmeden, El etek öpmeden yaşamaktır..." Hayatla okul hayatının birbirine geçtiği,  çelişkilerle dolu bir yaşamda..  Okurken okumanın,çalışırken çalışmanın sonuna kadar tadını çıkarabilmek aslolan. Yaşadığını yaşadığın an yaşaman gerektiğini bilmek... Hani bir kitap var ya!.  Kitabın adını da “Deniz Yıldızları” koymuşlar.  Deniz yıldızı hikayesinde yola çıkarak.  Rivayet odur ki… Sahile vuran yüzlerce Deniz Yıldızı’nı denize atmaya çalışan bir insan. Yoksa hepsi ölecek… Bu harekete “Yüzlerce var, ne fark eder” diyen bir başka insan. Oysa ki denize atılan her Deniz Yıldızı için çok şey fark etmekte. .Geçmişe bakıp kendi yaşam fotoğrafımıza baktığımda!.. Belki birilerine ders olur diye!... Bir ışık tutar diye! .. insan her şeyi vaktinde yaşamalı, ne erken.. ne geç.. Çünkü hayat bir yerden  fazladan verdiğini, bir başka yerden faiziyle geri alıyor. Hayat gidiş yoluna puan vermiyor, hayat bütün doğruların bileşkesine“doğru” diyor. Herkes içinde ki değere göre konuşmakta, yazmakta. İçinde ne varsa dışarıda o sızmakta!.... "İnsanın olduğu yerde hiçbir şeye şaşma"  diyor ya yazar o misâl!... Bunun tercümesi : İnsanın olduğu yerde her türlü arsızlığı, densizliği, ilkesizliği, haddini bilmezliği, bayağılığı, küstahlığı, mürailiği, tufeyliği, zevzekliği, müptezeliği, basmakalıplığı, korkaklığı, palavracılığı, kalleşliği, ahlaksızlığı, içtensizliği, sevgisizliği, pespayeliği, paçozluğu, ahde vefa bilmezliği; kısacası Kâdim değerlerden yoksunluğu görmek mümkün. Bazı nsanlar, bu yoksunluğu  hiç konuşmadan vücut dilleriyle  ifade edebiliyor. .. Bu yosunluk ,İnsanın davranışlarına istese de istemese de  yansıyor!.. Bu köylülük değil kasabalılık .... Yani  kendisi hiçbir iş yapmayan, iş yapanda da mutlaka kusurlar bulan  anlayış.. Bu tipler ne havayı,ne suyu ne de toprağı tanır... ürettiği bir şeyde olmayınca  sadece asalak.... . Birikimlerim ve ulaştığım bilinç sürekli bunu anımsatıyor. Bir bilim adamı, “İnsanlar dörde ayrılır diyor: Saflar, zekiler,uyanıklar ve aptallar.  “Yaptığı eylemden zarar eden, ama bir başkasına da yarar sağlayanlara saflar,  “Yaptığı bir eylemden yarar sağlayan, aynı zamanda bir başkasının da yarar sağlamasına neden olanlara zekiler,  “Yaptığı eylemle kendine yarar sağlayan, başkasına da zarar verenlere uyanıklar (http://bit.ly/2iGD9Nc);. (http://bit.ly/2jHDGej);  (.http://bit.ly/2pxoLrC )  “Aptallara gelince: Aptal bir insan, kendisine hiçbir yarar sağlamadan, hatta bazen zarara uğrayarak başka birine zarar verenler .” Çevremde sözüm ona “Uyanık bir insan” bulamayınca   çok üzülüyorum. 'Allah Allah nereye gitti bu "kerameti kendinden menkuller' diyorum... Bu zat-ı muhteremlere... Yaşamın  her alanında kendilerini görmek mümkün… (http://bit.ly/2iGD9Nc); ( http://bit.ly/2jHDGej );  (http://bit.ly/2pxoLrC ); Bunlarda  bir edep bir edep.... Zorlama..... Yapmacık bir zarafet. Biliyor çevreyi rahatsız ettiğini. Hem hoşlanıyor bu durumdan hem de hoşlanmamış gibi yapıyor.    Beni böyle kabul edin, dinleyin sevin demek istiyor için için!... Ben farklıyım, ben sizden daha üstün zekaya sahibim!.. İçinde bulunduğu  düzenin temel felsefesi ile de uyumlu , önce “birey” ..    sonra da” farklılığı” esas alınca.... Garabim ne yapsın?!..   yetenek de olmayınca.... Her şeyi de anının da tüketince... Tatminsiz de  olunca!... Yapacağı tek şey... çalışmadan yorulmadan, üretmeden...  köşeyi dönmece ... 'Vay be diyecekler kimileri, şu korkusuza bak, neler yapıyor öyle... Nasıl da edepsiz, nasılda  paçoz.... İstediği davranış biçimini pervasızca gösteriyor.' Helâl olsun buna.... Birbirlerinin yüzlerini gördüklerinde hatta adlarını duyduklarında bile tüyleri diken diken olup acı çeken nice insanda  var bu davranış... Deniyormuş ki:  Dünyamız hızla kirlenmekte. Bu kirlenme çevre kirliliğini bile kat kat aşmış..  Bu arada, kerameti kendisinden menkul birisi,  Neden yazdığımı sorguluyor. kendimi hiçbir zaman yazar olarak tanımlamadım, böyle bir densizlik de hiç bulunmadım. Bulunmam da .. sadece içimdeki duygular, düşünceleri paylaşıyorum. Yaptığımız bu! Yazar kimdir? Niçin yazar? Kim için yazar? Yazmak, çok büyük emek ister. Okumak, araştırmak, tetkik ve tahlil etmek ister. Üstelik harf harf, kelime kelime, cümle cümle tetkik ve tahlil ister. Bu yola kendini adamayanlar, bu yolun nimetlerini tatmaları beklenemez. Varlığını adadığın şeyin, kıymeti kadar kıymetlenirsin. Hiçbir yapı, temeli; emek, ter ve yaş akıtılarak atılan yapıların temeli kadar sağlam olamaz. Kaldı ki !...  takipçi aramıyoruz, önden belirtelim! Ancak sorana yanıtım şu olsun; hayata dair şeyleri  paylaşıyoruz. Bilgi paylaşıldıkça değer kazanır...  ve bilgisine güvenen kişiler de bilgisini gerçekten paylaşır."... Yazılarım,  deneme niteliğinde...  "Peşimden gelme sana önderlik edemem, önümden yürüme seni izlemem, sadece yanımda yürü " Hayat, nasıl çelişki üzerine bina edilmişse; insan, nasıl çelişki yumağı ise; hayatın öznesi olan insanın üretiminin de aynı minvalde olması gayet doğal. Ama önemli olan oradaki karışıklığı çözüp, sıkıntıya katlanıp alınması gerekeni almak. Tabi gönlünüz evet derse. Çünkü zorla güzellik olmaz. Hayat çok karışık ve sıkıntılı diye yaşamaktan vazgeçiyor musunuz? kastım, çeşitli bahanelerle olayı es geçenler. Yani yazıyı itham edenlere. Bir insan, eğer niyetinde varsa, bir işi sonuna kadar götürür. Benim gibi.. … Ürünün kalitesine göre alıcısı olur! Takip etmek, dinlemek ve okumak zorunda değilsin! Torbasında bir şey olmayan, bir şey verir mi?  Ama verdiğini aldırmakta zorla olmaz. Kimse yazısını zorla okutmaz, kimse de zorla okumaz zaten. Bu bir istek ve tercih meselesi. Haddini ve hududunu bilmek, insan olmanın ilk koşulu... Hakaret zayıflık nezaket zayıflık değildir.. Saygısızlık özgürlük değil terbiyesizliktir. İşte ahlâkîliğin burada olduğunu düşünüyorum. Edeceğim söze katlanamayabilirsiniz. ‘’Zira istediğini söyleyen istemediğini işitir’’ derler. Yanlışlıklar mutlaka ve mutlaka haksızlıkları doğurur. Haksızlık karşısında susan, DİLSİZ ŞEYTANDIR (ya da virgülün yerini değiştirirsek) Haksızlık karşısında susan dilsiz, ŞEYTANDIR. Son söz: Kendilerini, paye verilince, Zübde*i âlem sanan… Kendini o kurum / kişiler  için bir şans olarak gören… Hesaptaki parası kendini satın alan,... Erke selam edip, kula ram olan, Nafakası, Nifak olan… Bir ben varım deme, yoksan da olur... Bir garip Orhan Veli "Kitabe i seng i mezar" şiirinde şöyle diyor: "öyle bir ruzigâr ki, kendi gitti, ismi bile kalmadı yadigâr....."  “Her insan bir kitap” diyor Hacı Bektaşi Veli! Yine de “yaratılanı seviyorum, Yaradan’dan dolayı” diyor ya Yunus Emre! Bizde! Sağlıcakla kalın! Günleriniz hep aydınlık olsun! Yüreklerindeki sevgi daim olsun! Yüreği "Berkehan ve Bilgehan Deniz" Kadar temiz olan tüm insanların! OE  ----------------------------------------------------------------- Radikal Blog‘ da ki Denemelerimden (7)“kurumsal Dalkavukluk ve Toplumsal Afazilik“ https://bit.ly/35LX0ib Dalkavukluk, yalakalık sadece siyasete mi özgü sanıyorsunuz. Akademik camiaya gelin, her gün çeşit çeşit örneklerini görürsünüz ...Hem de ne örnekler!..vallahî hafızalanız almaz...Sadece "Şeyh uçmaz, müridi uçurur"derler ya!...Bizim mürit bir üst 'level (* )'a geçmiş haberi yok..Adam yalakalığın/dalkavukluğun son aşamasında.Kendi uçmuş...Ama ne uçuş! Nirvana!.. "yalakalığın sonu ayakçılık" haberi yok!...Alın size tanık olduğum yalaka hikayesi , ama nirvanalık anlamında en çarpıcısı...... Kurucu Rektörümüz  ile birlikte; Dumlupınar Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Dekan Yardımcısı ve aynı zamanda Tavşanlı Meslek Yüksekokul Kurucu müdürü olarak Gediz’ de bir açılış törenine katılmıştım. Açılış töreninde teşrifatçılık görevini üstlenmiş (cazgır); Rektöre , Arapça, Farsça ,Türkçe karışık methiyeler düzüyordu…Ama ne methiyeler…Protokolde Yanımda oturan hem yönetici hem de Öğretim Üyesi bir arkadaş yüksek sesle sunuculuk yapan Zat-ı muhtereme “Oldu olacak bir de “Vahdet-i vücûdumuzun hikmeti de sensin" diye söyle de tam olsun” dedi. Tüm protokol de olanlar gülmekten kendilerini alamadı….Rektör kürsüye geldiğinde Zat-ı muhtereme "yalakalığın sonu ayakçılık" mealinde satır aralarında göndermeler yaptı. Zatı_ı muhterem o uçuş sonrasında, Rektörün kendisine yönelik O Kinayeli konuşmasından ders almış mıdır hep merak ederim... (* )Bu kelime özellikle İngilizce yazılmıştır. Hani sözüm ona!... Çok bilimsel olduğunu belirtmek için, Türkçe kelimelerin arasına, İngilizce kelimeleri serpiştirerek konuşan, "kerameti kendinden menkul" akademisyenler için...(16 ocak 2014) Son Söz:Gerçekten büyük olmayan “büyük adamlar” çevrelerini küçük adamlarla doldururlar. -11.04.2013 ----------------------------------- Üzülürüm Don Kişotlara! Üzülürüm Don Kişotları Don Kişot Yapanlara! https://bit.ly/2YMuStU  

“Canı Cehenneme Başkasının Yangınıyla Evini Isıtıp Yemeğini Pişirenin....“

"Canı cehenneme.... Kapısını örtenin perdesini çekenin. Yüreği yalnız kendiyle dolu olanın. Duvarları ancak çarpınca görenin. Canı cehenneme başkasının yangınıyla evini ısıtıp yemeğini pişirenin...." Çok üzgün ve kızgınım...Sonuna kadar lanetliyorum terörü ..... TBMM' de ortak bildirileri imzalamayan ve teröre destek veren uzantılarını....

Bir Bilim Adamının Notu : “İnsanlığın Ortak Dilini Keşfetmek“

  "Mutlu insanlar melodiye, mutsuz insanlar ise sözlere dikkat ederek müzik dinler.." “Müzik gerçekten de, Tanrı’nın karanlıkta amaçsızca gezinen insanlığa sunduğu tüm hediyeler arasında en güzel olanıdır.”   Evgeny Grinko - Jane Maryam https://bit.ly/32JkVNh Farid Farjad - Golha https://bit.ly/2MqcqkN Evgeny Grinko - Field` https://bit.ly/2JIro3S Farid Farjad - Fikrimin ince gülü  https://bit.ly/34EKNd4 Evgeny Grinko - Valse https://bit.ly/37n6vVr Farid Farjad - Daveegh https://bit.ly/2tD5JnT  Paul Mauriat & His Orchestra - Isadora   https://bit.ly/2Bthp0V Rodrigo - Guitar Concerto https://bit.ly/2Y8BrTu AMÁLIA RODRIGUES - "Aranjuez, Mon Amour" https://bit.ly/35WA9Q8 Farid Farjad Robabeh Jan https://bit.ly/2njv2Z7  Richard Clayderman, Romeo and Juliet, Theme  https://bit.ly/38XPty8  Farid Farjad - Kelebekler de Ağlar  https://bit.ly/2QE1TEw Farid Farjad Daveegh https://bit.ly/2D0TJOu Frank Duval      Me to you https://bit.ly/2O1koRr La Course Du Lièvre A Travers Les Champs FRANCIS LAI https://bit.ly/2ED4N5j "kemanın ve piyanonun inceldiği noktada, ben bu hayat denilen kurmacadan kopuyorum. Günlük hayatın tekdüzeliğinden, küresel emperyalizmin popüler kültüründen ve en çokta özünü yitirmiş, içi boşaltılmış, değersizliği kendine paye edinmişlerden kurtulmak ve kaçmak… Ama asla kendinden,özünden kaçış değil… Aksine esaretteki benliğin,bozulan ruh frekansını, oluşturduğu dalgalanmalarla özüne döndüren bir kaçış…" The Economist'in,  dile en hızlı yapışan şarkılar tablosuna aşağıda ki linkden ulaşmak mümkün: https://www.economist.com/graphic-detail/2019/02/12/which-songs-stick-in-your-mind Fotoğraflar:    kafkas dağlarınını eteklerinde ki Saklı Cennet memleketimden kareler.Kaan Gündoğdu'nun kadrajından

Türkiye‘nin Bitmeyen Yedi Düvel Savaşı!

Radikal Blog“da ki Denemelerimden..(4)../ Türkiye'nin Bitmeyen Yedi Düvel Savaşı!   5,0 12.11.2012 10:00:32 A+ A- Küresel oyun kuruculara (Yedi Düvele) karşı Türkiye'nin  Bitmeyen Var Oluş (Bekâ)  Mücadelesi  İlksöz: Dualarımız Türk Milleti‘nin ve Türkiye Cumhuriyeti‘nin  Bekası İçin!.."Sürüklenirsek hiçiz, dayanırsak varız"   Bu coğrafya da mertlik, bazıları icin; çocuksu ve aydınlık bir hayal olageldi hep. Kalleşlik ise bazı küresel oyun kurucuların vazgeçemediği karanlık bir alışkanlık..... korkaklığın ve kalleşliğin bu kadar olağanlaştığı ortamda yüreği yanıyor mu gerçekten herkesin ? Yürekler yansa, Ateşi ocağında, göz yaşını yanağında hissetse yürekler gerçekten yanar mıydı?... Acıyı bal eyler miydi?  Bu örgütleri ülkemizin ve milletimizin üzerine saldırtanlara mesajımız : Başaramayacaksınız! Türkiye’de ezanları susturmaya, bayrağı indirmeye, vatanımızı bölmeye, milletimizi parçalamaya, bu eli kanlı örgütlerin ve arkalarındaki güçlerin, nefesi de takati de yetmeyecektir. Kaybettiğimiz her canın, şehit edilen kardeşlerimizin de hesabının sorulacağından, kanlarının yerde bırakılmayacağından hiç kimsenin şüphesi yok. Bu "bir böl, parçala yut oyunu".   Balkanlarda, kafkasyada,Hocalı'da,Karabağ'da, Doğu Türkistan'da Türklere yapılan katliamların müsebbibi kim ?... Türkiye'yi karıştırmak için nakış nakış dokunan tarihsel bir süreç .... Her şey göründüğünden daha karmaşık ve planlı... Göründüğünden çok tehlikeli   Tarihsel süreç incelendiğinde;çok yakın zamana kadar Ortadoğu aslında öyle tekrarlandığının aksine çok karışık bir kıta değil. Osmanlı Suriyesi’nin adı Suriye değil. Çünkü tarihte Suriye diye bir coğrafi bir birlik ve kimlik yok. Aynı şey Irak için de geçerli. Irak ve Suriye, Sir Mark Sykes’in temsil ettiği Britanya ve Georges-Picot Fransası’nın çizdiği çıkar bölgeleriydi (Sykes-Picot Anlaşması). Çölün üstünde cetvelle hat çizmek suni bir dünya yaratmaya çalışmak. Suni bir siyasal birlik kolonyalizmin çıktığı hiçbir yerde kolay yaratılmadı. Hindistan alt kıtasında milyonlarca insan birbirini karşılıklı olarak kesti, Pakistan ve Hindistan ortaya çıktı, derken Batı Pakistan ve Doğu Pakistan da birbiriyle çatışarak ayrıldı. Dünyanın en büyük demokrasisi denen Hindistan’da ise sistem yürüyor ama huzur o kadar kolay sağlanmıyor. Afrika’daki çizimler gerçeğe uymuyor, Ortadoğu’daki Gertrude Bell çizgilerinin de yaşaması mümkün değil. En büyük sorun  küresel oyun kurucular tarafından kurdurulup her türtlü lojistik desteğin verildiği Uluslararası mafya örgütünün Akdeniz’e doğru yayılma isteği. Aslına bakarsanız 1918’ten ve bilhassa Hitler’in Avrupa’da yarattığı dehşetten sonra Yahudiler buraya sığınmaya başlayınca dengeler değişiti. Küresel oyun kurcusunun /kurucullarının  bu topraklarda kurmayı planladığı Büyük İsrail projesi ortaya çıktı.. ABD’nin Ortadoğu düşkünlüğü, jeopolitik çıkarların ya da daha şimdiden alternatif enerji kaynaklarıyla ikame edilme yolundaki petrolün ötesinde spiritüel bir tutku. Bu tutkunun ne olduğunu bilmezsek, Amerika Birleşik Devletleri’nin niye bu kadar ısrarla ve kayıtsız şartsız İsrail’i desteklediğini anlayamayız. ABD’nin Irak’ta, Orta Doğu’da, hatta Kara Afrika’da ne yapmak istediğini de doğru okuyamayız.” Bu önemli not şimdilik burda dursun... Küresel oyun kurucu kimdir ve nasıl oyun kurucudur? diyenlere …  İngiltere/ABD/Fransa/Almanya ve diğerleri.… (Son Hakikat" dedikleri dünya görüşlerini gezegenin bütününe tebliğ etmekle yükümlü olan "Yüce Pir" başta olmak üzere ; vasıl, salik, mürid ve talipler den oluşuyor).  Küresel oyun kurucuların bu coğrafya da işi ne ?  yanıtı ise; Küresel oyun kurucuların refahlarını sürdürülebilmek  ..... kendi halklarının refahını artırmak için enerji kaynaklarını kendi hegomanya savaşları...  Ortadoğu da "cambaza bak" ülkesi yapılırken " onlar aslında başka yerlerde .. Küresel şiddet Küresel oyun kurucuların  kültürüne derinden yerleşmiş bir olgu Amerka’nın Avrupalı kurucuları iki yüz yıl boyunca yerleşik halka soy kırım uyguladı ve derin bir köle ekonomisi kurdular. Küresel oyun kurucuların geçmişi ırkçılık,etnik şovenizm ve kitlesel şiddete başvurma gerçeği ile dolu.   Küresel oyun kurucular bu savaşta Uluslararası arenada hak ve hukukun tamamen ortadan kaldırıldığı bu ortamda ülkeler arası münasebetlerde iş şirazesinden çıkmış.     Sözde medeniyetin temsilcisi diye tanımlanan âlemde sergilenmek istenen tüm bu rezaletlerin yeni modası, vesayet savaşları. Artık mertliği ortadan kaldıran delikli demiri bile, asıl düşman kullanmıyor. Yeni dünya konseptinde düşman belli ve adı İslamiyet, İslam ülkeleri ve Müslümanlar.  Bunlarla yapılan ve yapılacak olan vesayet savaşları ekonomik temelli olup, bu da  küresel oyun kurucular tarafından kurulan ve yönetilen uluslararası mafya örgütleri marifetiyle yapılmakta.   Bu oyun kurucular geçmişte Türklere Karşı oynadıkları oyunlardan bazılarını saymakla bitmez... Kitaplarda yazanların bazılarını ve özellikle Alev Alatlı hocanın tesbitlerini kısaca özetliyelim... Birlikte okuyalım:  ‘İslamafobi’ bir proje değil, strateji. Asıl proje, yeryüzünün ‘Goyim’den temizlenmesi. ‘Goyim’ kim? Goyim, meğerki Yahudilere hizmet ediyor olsunlar, ‘yeryüzünde onlara yer olmayanlar.’ Tanımı yapan Hahambaşı Ovadia Yosef (1918-2013). Kısaca ‘Shas’ olarak bilinen Tevrad’ın Sefarad Askerleri isimli aşırı radikal siyasi partinin kurucusu ve ruhani lideri. 1984 yılında kurduğu SHAS, o gün bugün koalisyonun küçük ortağı olarak İsrail hükümetlerinde yer alır. İster sol eğilimli İşçi Partisi, ister milliyetçi/ muhafazakâr LİKUD çoğunlukta olsun, fark etmez. Sanmayın ki Ovadia Yosef’in Goyim tanımı, iktidara talip bir siyasinin popülist hamasetinden ibarettir. Farklı içtihatlar olmakla birlikte Yahudi akaidinde ‘Goyim’, ‘sadece bize / Yahudilere/ hizmet için’ doğanlar anlamındadır. Müslüman, Hristiyan, Budist, pagan fark etmez, ‘Çalışacaklar, saban sürecekler, hasat biçecekler. Biz / Yahudiler/ bir efendi gibi oturup yiyeceğiz. Yahudi olmayanlar işte bu yüzden yaratıldı’ şeklindeki binlerce yıllık dünya görüşünün aksiyomlarından biri.. Yahudi ve Goyim ayrımının, firavun-köle, sömürgeci-köle, derebeyi-serf, kapitalist-proleter ikiliğinin Eski Ahit’in tanrısı Rab Yahova’nın onay, emir ve kutsamasıyla oluştuğunu idrak etmelisiniz. Zaman içinde “haves and have nots” yani zenginler-yoksullar ikilemine de mesnet teşkil eden bu dünya görüşünün, “İsa’nın hakkını İsa’ya, Kayzer’in hakkını Kayzer’e” teslim etmek suretiyle dünya işlerine karışmamayı tercih eden Hristiyanlar tarafından yadırganmadığına dikkat edin. Nitekim yüzyıllar süren devasa köle ticareti böyle mümkün olabilmiştir. Halen de öyle.. Öte yandan, 1900’lü yılların başlarından itibaren Eski Ahit-Yeni Ahit, yani Musevi ve İsevi yakınlaşması söz konusudur. Günümüze, Yahudi-Hristiyan füzyonu olarak yansıyan bu yakınlaşma, çalışkan, alçak gönüllü, yardımsever, cömert ilk İsevilerin saf dışı edilmeleri, yerlerini Yahova’nın Şahitleri, Yedinci Gün Adventistleri vb. Rab Yahova köktencisi, nevzuhur tarikatlara bırakmalarıyla sonuçlanır. Gelinen noktada İbrahimi dinlerin kadim silsilesi bozulmuş, tedavüldeki Hristiyanlık, Rab Yahova’nın himaye ve önderliğinde Yahudileşmeye durmuştur. Vatikan dâhil kalelerin birer birer teslim bayrağı çektiği bu süreçte, İslam’ın Kitaplı dinlerdeki yeri yok edilmeye çalışılır. -Siyasete gelince, Amerika’da neşvünema Neo-Con hareketi, Yahudi-Hristiyan füzyonunun politik tezahürüdür. ABD’de, Paleo-Con dedikleri muhafazakâr Hristiyan hareketinde galebe çalan Neo-Con hareketi, Yahudi-Hristiyan füzyonunu İsrail-ABD birlikteliğine taşıyan harekettir. Yeni Dünya Düzeni’nde “Goyim”in yerini, bu iki devletin başını çektiği finans kapitale “hizmet için doğan” toplumlar alır. Bir söyleşide boylanabilecek konular olmayıp, hele de Türkiye’den baktığımızda görünmeyen bir buzdağıdır karşımızdaki. Başkan Recep Tayyip Erdoğan’ın bu büyük resme, buradan girdiğini söyleyip bitireyim. İslam, Yahudi-Hristiyan füzyonu ve revaç verdiği ekonomik modelin önündeki en büyük örgütlü engel olduğu sürece, başta Cumhurbaşkanımız olmak üzere unutturulmak istenen kadim insani değerleri ısrarla hatırlatan, savunan önderlerden nefret edeceklerdir. - Yahudilik ve Hristiyanlık hakkındaki bilgilerimiz, İlahiyat Fakültelerinde bile Kur’an’daki referanslardan öteye gitmiyor. Pratiğini, güncel uygulamalarını, siyasete evrilme biçimlerini hiç bilmiyoruz. Kaba bir anti-semitist hezeyan dışında bilgimiz ve ilgimiz yok. Keza, Hristiyanlığa ilişkin bilgilerimiz, görkemli kilise düğünlerine duyduğumuz hayranlıkla sınırlıdır. Oysa daha 2002 seçimlerinin akabinde, ortada fol yok yumurta yokken,  Türkiye'ye yöneticileri üzerinden  saldırılar başlamış. Daily Telegraph mesela, karalama kampanyalarının başını çeken gazetedir. Sekiz yıl önce, Eylül 2010’da, “İran’ın AK Parti’ye 25 milyon dolarlık bağışta bulunduğu” şeklindeki yalan haberi nedeniyle 25 bin sterlin tazminat ödemeye mahkûm oldu ama bu onları durdurmadı, çünkü genel stratejinin küçük kalemlerinden biri sayıldı. Bakın, Neo-Con hareketinin “Godfather”ı olarak tanınan bu kamuoyu önderi gazeteci Irving Kristol’ü tanımaz, bağlantılarını merak dahi etmezseniz. Daily Telegraph’ın Türkiye'yi üst kademede ki  Yöneticilerle ne alıp veremediği bir muamma olarak kalacaktır. Oysa adamın 2006’da bir demeci var: “Soğuk Savaş bittiğine göre, Amerika’nın gerçekten ihtiyacı olduğu şey tevil götürmeyecek kadar aşikâr bir ideolojik ve tehditkâr düşmandır. Bu düşman/ karşı koymaya değecek, bütün Amerikalıları direnişte birleştirecek bir düşman” olmalıdır. Ardından bir de aşağılık espri patlatmıştı, “Amerika’nın düşmana en çok ihtiyaç duyduğu bir zamanda, nerede bu uzaylı işgalciler?” Diyeceğim, ne İslamafobi bir günde oluştu ne de  Türkiye'ye olan nefret. Baksaydık, bakabilseydik, Daily Telegraph’ın “Down Jones gazeteleri” diye bilinen ve aralarında The Wall Street Journal, New York Post, Daily Mail ve The Independent’ın da olduğu on dört gazeteden birisi olduğunu görürdük. Kim bilir belki patronlarının kimliğini araştırmak yoluna bile giderdik. Bunu yapsaydık, karşımıza FOX TV’nin sahibi, “Neo-Con’ların medarı iftiharı” Rupert Murdoch adındaki ünlü Forbes zengini- Yahudi militanı çıkardı. Irak Savaşı’nı, sahibi olduğu medya yığışımına ait 14’ü uydu üzerinden yayın yapan 50’yi aşkın küresel televizyon kanalı ile aklayan adamın Türkiye Cumhuriyeti'nin üst kademe yöneticilerine  adil davranmasını beklemez, niye diye sormazdık.” Özetlıyecek olursak: i-Yahudiler ve diğer Avrupa güçleriyle birlikte Osmanlı’nın durdurulmasında aktif rol üstlenmeleri ii-200 yıllık küresel güç olmanın(hegemonyalarının)temellinde ”Şark Meselesi ”olarak adlandırılan uzun vadeli stratejileri    Bu stratejinin iki kritik noktası: -  Osmanlı’nın Avrupa’dan uzaklaştırılması - Müslüman toplumun islâm’ dan uzaklaştırılması… i-Küresel sisteme itaraz etmiyecek,dini,bireysel inanç meselesine indirgeyen,mutasyona uğratılmış hormonlu kitleler oluşturmak… İslamın protestanlaştırılması, sekülerleştirilmesi,içinin boşaltılması… ii- İslam dünyasını tam ortadan ikiye ayırmak… Yapay sunni-şii çatışması … Ve lokal çatışmaların,  etnik kimlikler  ön plana çıkartarak, Müslüman toplumların,siyasi,sosyal,kültürel ve ekonomik kaosun eşiğine sürüklemek… Ortadoğu'da alevlenen mezhep kavgası.. Ermeni meselesi de bunun bir uzantısı…  iii-Kapitalizm İkinci Dünya Savaşı sonrasında yeni bir küreselleşme aşamasından geçmekte. Amerikan ekonomisinin hegemonik gücü altındaki bu yeni küreselleşme bir yandan teknolojide yepyeni atılımlar gerçekleştirirken diğer yandan da ülkelerin siyasi, kültürel ve sosyal ilişkilerinde yepyeni dönüşümler gerçekleştirmekte “İdeolojilerin Sonu”, “Medeniyetler Çatışması” “alt kimlik - üst kimlik” gibi kavramlar, iktisat dünyasının teknik terimlerinin yanında yer almaya başlaması. iv-20. yüzyılın son küreselleşme dalgası ile birlikte sertleşen rekabet koşulları çokuluslu şirketleri artık daha ucuza işçi çalıştırabileceği yeni üretim merkezleri aramaya itmiş olması belki de en kritik nokta. Böylece  Dünyanın fabrikaları giderek dünyanın ucuz emek cennetlerine, Çin’e, Hindistan’a ve Latin Amerika ülkelerine kayması….   Bu süreçte 19. yüzyılın İngiltere odaklı kapitalizminin ayırt edici unsuru olan sanayi işçisi, yerini artık taşeronlaştırılmış, marjinalleşmiş ve çoğunlukla da çocuk işçiliğine dayalı  “enformel/ esnek” üretim biçimlerine bırakması. Böylece Batılı sanayileşmiş ülkelerde işsizlik giderek daha büyük bir toplumsal sorun haline dönüşmüş, azgelişmiş ülkelerde asgari geçimlik düzeyinde çalıştırılan ve her an işini kaybetme korkusu yaşayan milyonlarca yeni iş merkezleri yaratılması… Küresel şiddet Küresel oyun kurucuların kültürüne derinden yerleşmiş bir olgu Amerka’nın Avrupalı kurucuları iki yüz yıl boyunca yerleşik halka soy kırım uyguladı ve derin bir köle ekonomisi kurdular.Küresel oyun kurucuların geçmişi ırkçılık,etnik şovenizm ve kitlesel şiddete başvurma gerçeği ile doludur.    Bu dönemeçte artık yeni söylevler geliştirmek gerekti… Amaç her anlamda Dünya tarihini,insanlık tarihini kendi çıkarları doğrultusunda dizayn etme, kendi yaptıkları insanlık suçlarını unutturma ve dünya halklarını afazileştirme….   kendi kanlı ellerini başkalarının üzerinde temizlemek için bu afazilleştirme stratejisi uyguluyor…..   Küresel oyun kurucullar bilgiyi, düşünceyi hatta inançları dogmalaştırarak beyinlerde egemenlik kurmak istiyor…  Ekonomi alanında neoliberal olarak nitelendirilen politika emperyalizmin oluşturduğu dogma. Beyinler çizilen çerçeve içinde düşünüyor, önerileri, savları önsel, apriori olarak doğru kabul ederek olayları yorumluyor, beklentilere ona göre yön veriyor. Dogmatizm, dogmacılık kuşkuyu, eleştiriyi irdelemeyi ortadan kaldırıyor, bağnazlık, düşünce körlüğü yaratmak istiyor… "Amaca Ulaşmak İçin Her Yol Mübah"  olan Pragmatist / Makyavelist / Oportünist Düşünce Sistemini yaygınlaştırarak tüm Dünya Halklarını afazileştirmek kendi hegomanyası altına almak istiyor...   Ve  başarıyor da....  Artık birileri mağdur rolü oynuyor…  Ötekilerde cani  olarak ötekeleştiriyor....  İşin garibi bu tarihsel olayları da kendilerinin kurguladığını.    Bu işin asıl sorumluları kendilerinin olduğunu hiç gündeme getirmeden…  Osmanlı Balkanlarda can veriyor, kan veriyor, Osmanlı Sarıkamış’ta can veriyor. Osmanlı toprak kaybediyor ve bu sırada Osmanlı’nın sadık teba diye bağrına bastığı Ermeni vatandaşlar Ruslarla bir olup Türk’ü Osmanlıyı sırtından vuruyor. İşte Osmanlı, o zaman sen vatanın o yöresinde muzurluk ediyorsun, seni vatanın başka bir yöresine göç ettiriyorum. Tehcir bu demek ve açın Osmanlı arşivlerini açtığımız zaman her kafileye doktor verilsin, her hamile kadına süt verilsin döndükleri zaman borçları ertelenmiş olsun. Eğer Osmanlı bir soykırım yapmaya niyetlenseydi ne sütüyle, ne doktoruyla ne de borcuyla ilgilenmezdi. "Ruslara diyorlar ki ‘Türklere takviye gelmedi çekilmeyin’ Bu bile başlı başına bu ihanet ...   Van faciası Van yakılmış, yüzlerce binlerce insanımız gerçekten hunharca öldürülmüş. Sadece Van değil Erzurum, Erzincan her yerde maalesef o acıları okumak mümkün. Esas yok edilmeye çalışanlar öz yurtlarında Türkler... Ermenilerin ilk Başbakanı Kaçaznuni diyor ki; ‘Biz ihanet ettik. Osmanlı tehcirde haklıydı. Çünkü biz ihanet ettik. Bir Ermeni devlet adamı ve tarihçisi olan Karinyan, Ermeni milliyetçiliğinin tarihini "emperyalizm ile işbirliği tarihi” diye özetliyor (A. B. Karinyan, Ermeni Milliyetçi Akımları, Kaynak Yayınları, çeviren: Arif Acaloğlu).. İşin garip tarafı Almanlarında bu oyunda yer alma istekleri. Savaş filmlerinde görürsünüz... Almanya’da Nazilerden kaçmaya çalışan Yahudiler çoğunlukla Alman halkının ihbarları ile ele geçirilir. Toplama kamplarına gönderilir. Alman halkının en az yarısı Yahudi avına katılmıştır. Savaş sürecinde 6 milyon Yahudi öldürülür. Ama savaş sonunda Nürnberg’de sadece 19 sanık cezaya çarptırılır (12 idam, 3 müebbet, dört 10 - 20 yıl hapis). Hesap görülmüştür. Defter kapatılmıştır!. Yahudi avcısı Almanların pek çoğu hayattadır. Ancak kitaplarda, filmlerde, törenlerde Alman halkı suçlanmaz, “Nazi”ler suçlanır.Türk halkı ise tehciri desteklememiş, on binlerce Ermeni’yi tehcirden kurtarmış, saklamış, kaçırmıştır. Üstelik bugünkü neslin dünkü trajediyle hiç ilgisi yoktur. Ancak bugün hedefte olan ve suçu kabule zorlanan “Türk halkı”dır. İkiyüzlülük nasıl da sırıtıyor. Tehcirin arkasında Enver ve Tâlât Paşaları da görüyoruz ama Enver’in arkasında duran Hans Humann ve Hans Freiherr von Wangenheim gibi Alman diplomatlar  var... Fritz Fischer adlı bir tarihçi Birinci Dünya Savaşı’nın çıkmasının baş sorumlusunun Almanya olduğunu yazmış... Burada ekonomik çıkarlar önemli ... O zamanlar Osmanlı topraklarında bunları organize eden politikacı ve askerlerin arkasında Deutsche Bank, Krupp, Erhardt ya da Bağdat Hattı’nda çalışan Holzmann gibi belli şirketler var. Hatta bir inşaat şirketi olan Holzmann o dönemde Ermeni ve Rumları zorla çalıştırıyor. Yani daha sonra İkinci Dünya Savaşı’ndaki uygulama önce orada deneniyor.... Belki tehciri örgütleyenler bu boyutta bir soykırım düşünmediler ama savaş koşullarıyla birlikte herşey kontrolden çıkıyor. O zaman da bu savaşı kimin çıkardığı sorusu ortaya çıkıyor. Çünkü savaş soykırımın başlamasını tetikleyen bir olay. Osmanlı’yı savaşa kim soktu, bu suçu kim işledi? O suç şimdilik pek tartışılmıyor. Fakat mesela Türkiye’deki darbeler silsilesinin açılışı olan Bab-ı Ali Baskını’nın örgütlenmesinde Alman Askeri Ataşesi Walter von Strempel’in belirleyici bir rolü, suç ortaklığı var. Zaten Ermeni Soykırımı’na karşı çıkan Osmanlı milletvekilleri İsviçre’de Ermeni siyasetçilerle buluştuğunda onları izleyen casuslar da Alman. Artık alt yapı hazır… “Yeni Dünya Düzeni Tarikatının" kötünün ötesinde ki tarihsel özgün suçlarını yayıp paylaşmak,   ortak yapma çabaları.... Kendi dünya görüşlerini Gezegenin bütününe yayma çabaları ....  Tarihsel süreç, çok da fazla geriye gitmeden analiz edildiğnde bazı kilometre taşlarının bize  ışık tutup yol göstereceği kesin.  1063 yılında Selçuklu tahtına geçen  Alparslan’ın Anadolu dediğimiz  Coğrafyadaki ilk zaferi 16 Ağustos 1064.Pakraduni Ermeni Krallığı’nın Bizanslılara teslim olmuş başkenti Ani’yi (bugünkü Kars yakınlarında)  şehiri zaptetmesi ile başlıyor.Anadolu kapılarının , Türklere açılması.Bizans ordusunun ana gövdesini Ermeniler ve Greklerle paralı asker olarak hizmet veren Normanlar, Kumanlar, Bulgarlar, Cermenler,  Peçenekler, Suriyeliler, Uzlar (Oğuzlar)  ve Ruslar oluşturuyor.  Kısacası ‘kozmopolit’ yapıda. ve iki yüz bin kişi, Türk ordusu ise elli dört bin kişi. Türkler, savaş için gerekli tüm hazırlıkları tamamlıyor. Tarih, 26 Ağustos 1071 Cuma günü.Alparslan o gün baştan aşağı beyazlar giyiniyor,  eski Türk geleneğine uygun olarak atının kuyruğunu bağlıyor, ordusuna Cuma namazını kıldırıyor. Öldüğü yere gömülmeyi vasiyet ediyor. Manzikert (bugün Muş’a bağlı Malazgirt) ‘de tarihin en büyük meydan savaşı Cuma günü öğleden sonra başlıyor. Savaş akşam üzeri sona eriyor  ve Türk ordusu kesin galibiyeti elde ediyor…  Romanos Diogenes esir alınıyor, kendisine bir konuk gibi davranılıyor! Alparslan’ın bu zaferden kazancı 1,5 milyon altın fidye,  Yıl da 360 bin altın vergi,Müslümanlara ait kimi beldelerin  Selçuklulara devri ve Oğlu ile Romanos’un kızının evlenmesi. Malazgirt Savaşının amacı aslında sadece Karahanlılar ve Fatımilerden  gelecek saldırılara karşı Selçuklu devletinin arkasını sağlama almak. Savaşın esas sonucu,  Romanos’un tahtını VII. Mihail’e kaptırması !...    Sultan Alparslan'ın adaletli, merhametli ve hoşgörülü yönetim anlayışıyla Anadolu'nun bereketli topraklarında yeşermeye başlayan şuur, kadim medeniyetimizin dayandığı sağlam temellerini oluşturmuş, bu topraklarda farklı inanç, dil, köken ve kültürler yüzyıllarca barış ve huzur içinde bir arada yaşamış 1071'de Malazgirt'te kazanılan büyük zafer,  Türkiye Cumhuriyeti'nin kuruluşuna uzanan yolun ilk kilometre taşı.   Bu kutlu olayın sürekliliğini yok etmek isteyenler!.. Türkler'i Avrupa'dan ve Ön Asya'dan silmek için yüzyıllarca uğraşanlar, tam bu işi başardıklarını sandıklarında, tarih tekerrürden ibarettir derler ya!.. Birden bire Anadolu kapılarının Türklere açılışının 849 'uncu yıldönümünde "Anadolu İhtilâli" gerçekleşiyor. Kurtuluş Savaşı o ihtilâlin içinde, ikisi beraber.  Türkiye bir taraftan onu yok etmek isteyen Batı'ya karşı çok ciddî bir savunma gösteriyor, ama öbür taraftan da o kendisini yıkmakta ortak olan yerli işbirlikçilerine karşı. Türkiye Cumhuriyeti'nin kaderini etkileyecek olan ve hemen hemen aynı tarihlere denk gelen Rus ihtilâli. Ruslar da Batı'ya karşı tavır takınıyor,1917 ihtilâlini yapıyorlar. Yukarıda bir sosyalist ihtilâl, aşağıda bir demokratik ihtilâl. Bu iki ihtilâl birbiriyle sınırdaş ve onunla da kalmıyor. Beraber; en kısa zamanda ikisi birbiriyle anlaşıyorlar. Bu anlaşma doğrudan doğruya Batı'ya karşı bir anlaşma ve bu İngiltere'nin ondan sonrası için olan planlarını en az İkinci Cihan Harbi'nin sonrasına kadar perişan ediyor. İngiltere bu yüzden çok zor durumda kalıyor. Çünkü, Türkiye Sevr Muahedesiyle dağılacağını sanıyor, evdeki hesap çarşıya uymuyor . Hiç hesapta olmayan bir mukavemet başlıyor. Bu mukavemet başlamakla kalmıyor, Türkiye ile Rusya'nın arasını bölen Kafkas seddini yıkarlar ikisi beraber. Beyaz Ordular yenilir, küresel oyun kurucuların destek verdiği Yunanlılarda artık yenilgileri kaçınılmazdır.  O tarihlerde İngiltere stratejisini gelişen olaylar karşısında revize etmek zorunda kalır. Strateji değişince taktikte değişir. Taktik olarak  "Türkiye'nin kurtuluşunu Ruslar'a karşı Kullanmak" Bu taktik büyük önderin ölümünden sonra da kullanmaya devam eder. Fakat o zamana kadar,  Dünyanın tarihinde ilk defa olarak Avrasya bölgesinde iki büyük devlet emperyalizme karşı çok net tavır alır ve çok net olarak halkları  ayaklanır.. Şanlı Anadolu ihtilali; kapitalizm temeli üzerine oturan emperyalizme karşı görkemli bir yenginin, tarihsel bir destanı. "Mazlum" uluslar hesabına yazılan "kutsal" bir isyan. "Misakı Milli (Ulusal Ant)" ilkesinde birleşen; soyu, din ve mezhebi ne olursa olsun "Küçük Asya'yı" Anayurt edinerek kendilerini ulus kabul edenler, canları pahasına bağımsızlık savaşını kazanır..   Bu zaferin ardından TBMM'ce 1920 yılında yayımlanmış olan   bu ilk bildiriyi asker ve sivil, hepimiz yeniden okuması gerekir.... çünkü bu mücadelenin ve devlet olmanın genetik kodları bu bildiride saklı..   "-TBMM, milletin hayat ve istikbaline suikast eden emperyalist ve kapitalist düşmanların saldırılarına karşı savunma ve amaca aykırı hareket edenleri cezalandırma amacıyla kurulan bir orduya sahiptir. Emir ve komuta yetkisi TBMM'nin manevi kişiliğindendir." Kurtuluş Savaşı'nda ordu, bir avuç ulusal kurtuluşçu subay ve "Kuva-yı Milliye" adı verilen sivil örgütlerce oluşturulmuş. Kuva. Arapça'dan geldiğini yazıyor kitapalar..; "kuvvetler" demek... Kuvayı Milliye, "Milli Kuvvetler" anlamında... Bizim tarihimizde Kuvayı Milliye bir ruh; mücadele etme azminin sembolü.. Direnerek vatanı emperyalist boyunduruğundan kurtarmak demek... Kuvayı Milliye, gerçek bir halk destanı.  Büyük Önder ve arkadaşlarının ülküsünden giden büyük halk mücadelesinin simgesi... Kurtuluş Savaşı, "asker, sivil, aydın halk" üçlüsü ile örgütlenmiş ve kazanılmış. Kurtuluş Savaşı, birçoklarının sandığı gibi kökeninde "asker cumhuriyeti" değil, sivil örgütlenme biçimi olan "Kuva-yı Milliye" örgütleri ve 1921 Anayasası'nda yer alan "Vilayet ve Nahiye şurâları" yer almış. Ordu, TBMM'nin emrindedir. Ordunun da TBMM'nin de o günlerdeki amaçları aynı. -Emperyalist ve kapitalist düşmanlara karşı savaşmak... Silahlı Kuvvetler, Kurtuluş Savaşı'nda TBMM'nin emrinde hem dünyanın o tarihteki en güçlü emperyalist ordularına karşı savaşı, hem iç ayaklanmaları bastırması. "Kuva-yı Milliye" ve silahlı kuvvetler, o yıllarda kaç ayaklanmayı bastırdı? Trabzon ve çevresinde Pontus... 1919 Mayısı'nda Nusaybin'de Ali Batı... Bozkır... Şeyh Eşref... 1919 Kasımı'nda Anzavur... 1920 Nisanı'nda Düzce, aynı yılın Mayıs ayında Yozgat'ta Çapanoğlu... ve yine aynı yılın Haziran başında Zile ve Ekim ayında Konya'da Zeynelabidin Aralık ayında da Çerkez Etem ayaklanmaları baş gösterir. 1921 Temmuzu'nda da Koçkiri ayaklanması başlar. 1924 Nasturi... 1925 Şeyh Sait... 1925 Raçkotan... 1925 ? 1937 Sason... 1926 1.Ağrı... 1926 Koçuşağı... 1927 Mutki... 1927 2. Ağrı... 1927 Bicar... 1929 Asi Resul... 1929 Tendürük... 1930 Savur... 1930 Zeylan... 1930 Oramar... 1930 3. Ağrı... 1930 Pülümür... 1930 Menemen... 1937 ? 38 Dersim ayaklanmaları yaşanır. TBMM ve silahlı kuvvetler, bir yandan emperyalist ve kapitalist düşmanlarla savaşırken, bir yandan da bu iç ayaklanmaları bastırır.   Kurtuluş Savaşı, bir soylu ayaklanma, "Kuva-yı Milliye", köklü bir sivil direniş ve 30 Ağustos da görkemli bir askeri utkudur."     Savaşı kazanan ve cumhuriyeti kuran, o çilekeş o özverili Anadolu halkıdır, her cephede kan akıtan, can veren Mehmetçiktir, "tam bağımsızlık" inancı ile Anadolu'ya geçen ve emperyalist ordulara karşı savaşan ve ayaklanmaları bastıran yurtsever subaylardır; Mustafa Kemal gibi İsmet Paşa, Fevzi Paşa, Karabekir Paşa, Refet Paşa, Fahrettin Paşa, Ali Fuat ve Kazım Özalp Paşalar gibi paşalardır.."  Dünya uluslarına; günümüzün moda deyimi ile "Baharları" vaat eden küresel aktörlerin yandaşları ve yerli işbirlikçileri o zamanda çoktu. Bugün de çok!.. Bu perspektif den baktığınız zaman büyük önder Mustafa Kemal daha çok daha büyüyor.   “Misakı Milli (Ulusal Ant)” ilkesinde birleşen; soyu, din ve mezhebi ne olursa olsun  “Küçük Asya’yı” anayurt edinerek kendilerini  ulus kabul edenler, canları pahasına bağımsızlık  kazandılar.  Dünya uluslarına; günümüzün moda deyimi ile “Baharları” vaat eden küresel aktörlerin yandaşları ve yerli işbirlikçileri o zamanda çoktu. Bugünde çok!.. Bu perspektiften baktığınız  zaman büyük önder Mustafa Kemal daha çok daha büyüyor. Son zamanlarda; kurtuluş savaşı olmadı; yani düveli muazzama değil,  Türk-Yunan savaşı diyenler çıkıyor ya!..  Amaç Türk toplumunu hafızasını  silmek , afazi hale getirmek için yapılan manipülasyonlar!.. .Kurgu dışardan, içerdekiler sadece sözcü!..  Mustafa Kemal Paşa aslında İngiltere'yle savaşıyor,  Fransa'yla savaşıyor ve hepsini  birbirine karşı kullanıyor ve zafere o gün için ulaşılıyor. "Bir taraftan oturup terörle mücadeleyi konuşuyoruz, öbür taraftan şu anda bu terör örgütünün yanında yer alıyorsunuz. Küresel oyun kurucu kalkıyor Irak üzerinden 30 bin TIR silah gönderiyor ve şu anda bu silahlarla terör örgütü bize karşı kullanıyor" Bugün Türk Devletinin bekası, sürekliliğine karşı Oynan Küresel oyunlar bitmedi. Bugün , Türkiye sadece Küresel Mafya  örgütü ile mücadelesini sürdürmüyor!.. Dün yedi düvel!.. Bugün küresel aktörler!.. Küresel oyun kurucular ve yerli işbirlikçileri !... 15 Temmuz 2016 Türkiye'yi darbeyle işgal teşebbüsünü hiç unutmadan... Son söz:   "Elimizden geleni değil, yapılması gerekeni yapmak gerek, dünyaya bir de benim pencerelerimden bakın. İstemediklerinizi kapatın, yenilerini açın.. İstihkâmlarınızı güçlendirime, zor zamanları fırsata çevirme zamanı. Benim yaşıma geldiğinizde, benim hiç olamadığım kadar hakîm, fehim, müstakim, emin, mekin ve metin olun.  Aziz ülkemize gelince; ille bir şeye benzetecekseniz, her budağından sürgün atan salkım saçak bir böğürtlen çalısına benzeteceksiniz Türkiye’yi. Bir sürgünü çiçeğe dururken, diğerinin kurumakta, ötekisinin meyve vermekte olduğunu görün. Tek bir sürgüne takılıp kalmayın, bütüne bakmayı âdet edinin. Unutmayın ki, düz akılla anlaşılmaz, pergele, cetvele gelmez, kendine has bir kimliği vardır  "Türkiye Batmaz. Batarsa, okyanuslar taşar.” "Tarihte Atatürk’e düşman olup da Türk’e dost olan çıkmamıştır! Atatürk, Türk Milletinin mavi gözlü bozkurtudur." "HakIıdan yana değiI, güçIüden yana oIanIar korkak ve kaypak oIurIar.. Güç merkezi değiştikçe dönerIer; fırıIdak oIurIar." " İnsan büyür beşikte  Mezarda yatmak için. Ve........................... Kahramanlar can verir Yurdu yaşatmak için..." Saygılarımla. Sağlıcakla kalın! Günleriniz hep aydınlık olsun! Yüreğinizde sevgi daim olsun! Yüreği "Berkehan" ve "Bilgehan Deniz "kadar temiz olanların! ************************* Sinemanın mucitlerinden lumière kardeşlerin, Fransızlara dünyanın dört bir yanındaki sömürgelerinden görüntüler izletmek için çektikleri filmden bir kısım. Fransız kadın, Çinhindi'nde yerli çocuklara yem verir gibi pirinç atıyor..https://www.youtube.com/watch?v=WTsMSltvxLI  (**)NATO bünyesinde 2016’da hazırlanan bir dergide Küresel Oyun kurucunun ,bugün Suriye'de;Irak'ta özel sektör birliklerine yönelik Türkiye'nin yaptığı Operasyonun  haklılğını teyit eden  ifadeleri ibretle okumanızı öneririm. İngilizce bilmeyenler google translate kullanabilirler:.Erişim linki  https://bit.ly/2hu4W1H ------------------------ Önemli Bir Not:   İlk söz: Bir Pazar Sabahıydı Ankara Kar Altında... "HakIıdan yana değiI, güçIüden yana oIanIar korkak ve kaypak oIurIar.. Güç merkezi değiştikçe dönerIer; fırıIdak oIurIar." Yitirilmiş değerlerden içimizdeki bir iz: Uğur Mumcu.... Saygıyla... Şırnak'ın Uludere ilçesi Gülyazı köyünde, askerleri taşıyan minibüs şarampole yuvarlandı. Kazada 9 asker ve 1 korucu şehit oldu, çok sayıda asker yaralandı. İlk yardım Gülyazı köyünde yaşayanlarından geldi.Türk Milletinin birliğini ve beraberliğini istemeyen bu Küresel Güçlerin ve Küresel Mafya Örgütünün istemediği bir görüntüydü. İşin ilginç yanı Ortasu Muhtarı Haşim Encü Bombardımanda ölen köylülerden 8’ine akraba olmasına rağmen, dün kazada yaptığı yardım için eleştiride bulunanlara ,Encü'nün verdiği yanıt manidar ve herkese ders olacak nitelikte, “Niye ilginç bulmuşlar ki! Bu asker de bu vatanın evladıdır, biz de... Bizim 34 insanımızın ölmesiyle bu askerlerin yaralanmasının ne ilgisi var? Ne yapacaktık? Elimizi kolumuzu bağlayıp oturacak mıydık? İlginç bir şey değil insani bir görevdir” diye konuşması. Ayrıca ,Irak sınırındaki operasyonda ölen 34 kişi arasında oğlu da bulunan Emine Ürek kaza ile ilgili yaşadıklarını anlattı. Ürek, “Ana yüreği benimkisi, aynı acıyı hissettim .Yaralı bir askerin başını, yardım gelene kadar dizime koydum. Yerde yaşamını yitiren askerleri görünce oğlum aklıma geldi" dedi. Etle tırnak gibi olan bu halkın sağduyusu ile emperyalistlerin ve onların uzantılarının oyunu herzaman olduğu gibi bozuldu. Mübarek Ramazan bayramında da Gaziantepde'de sergilenen acı oyunda olduğu gibi:Çoluk çocuk demeden ;kutsal gün demeden saldıran gözüdönmüş bu canilerin; O kadar silahlı baskıya, O kadar tehdite rağmen !.. Türk Milleti bu oyuna gelmedi!... Gelmiyecekte!... Bu toplumu bölmeyi başaramayacaksınız!.. Başaramadınızda!... Bu olay bize , bugün doğum gününü kutladığımız ve kendisini saygıyla andığımız Uğur Mumcu'nun sözlerini hatırlattı!.. Uğur Mumcu Türkiye’nin aydınlık yüzüydü, Dünya da ender rastlanan toplumu aydınlatmaya, bilinçli hale getirmeye, afazilikten kurtarmaya çalışan yazarlardan biriydi. Atatürkçü ve onurlu kişiliği ile ışık tuttu. Onun kitapları ile büyüdük. Bizden sonra gelen kuşaklarda onu asla unutmayacak. Unutturmayacağız çünkü! Uğur Mumcu düşüncesiyle, yazılarıyla hep bizimle yaşıyor ve yaşayacak. Milyonlarca kişi aynı düşüncededir diye umut ediyorum!... Uğur Mumcu 19 Ağustos 1981'de "Bir ulus, ne kadar okuma-yazma, öğrenme, araştırma eğiliminde ise, o kadar sağlam, o kadar hoşgörülü ve demokrat yapıda olur'' demişti. Yani tam 31 yıl önceki bu sözleri halen gerçekliğini koruyor. Ama bu geçen 31 yıl içerisinde ne kadar demokrat olduk bilemiyorum!.. Ama Uğur Mumcu demokrasinin güneşi olduğu bir gerçek! Yazdıkları ve söyledikleri hala geçerliliğini koruyor! Bakınız 22 yıl önceki şu sözlerini bugünlerde daha iyi anlıyoruz!.. "Bugün Türkiye'de Türkü Kürde, Kürdü Türk’e; Alevi’yi Sünni’ye, Sünni’yi Alevi’ye; Müslüman’ı Laiklere, Laikleri de Müslümanlara düşman eden bir siyaset izleniyor. Ve bu Siyaset Kürt Terörizmi ve İslamcı Terör ile destekleniyor. Günümüzün Uğursuz Siyaseti ve Kanlı Stratejisi de budur!" (Uğur Mumcu, 27 Mart 1990) "Kürtler üzerinde "Amerikan mandacılığı" hazırlığına kimse "sosyalizm","Marksistlik" ya da "devrimcilik" etiketi yapıştırmamalıdır. ABD emperyalizmi, gerçekten "emperyalizm" ise Kürt sorunun bu kadar canlı tutulmasında da bu emperyalist siyasetin güttüğü amaç niçin göz ardı ediliyor?" (Uğur Mumcu, 5 Aralık 1989) Uğur Mumcu ; Atatürk Milliyetçilik kimliğinin bayrağıydı! Tüm yaşantısında Hırsızlarla, Üç kâğıtçılarla, halkı soyanlarla kimsenin sesini çıkaramadığı ve herkesin kalemini bir yerlere sattığı anda yazılmayacak çok şey yazdı. Bir gün bir bedel ödeyeceğini biliyordu, ama bile bile yazdı. Bugün olsa yine yazardı! O Toplum için yazdı, yüzünü güneşe çeviren insanların umudu için yazdı! Ve ömrü boyunca mücadele etti, gelecek nesillere bir tutam ışık, namus ve özgürlük bırakabilmek için!... Türkiye böyle bir kalem görmedi, böyle cesur bir yiğit hala gelmedi! "Her parçamdan benim gibiler, beni aşacaklar çıkacaktır!" diyordu. Gerçekten de öyle olacağına ilişkin umudumu hiç yitirmedim. Birileri, Uğuru geçmişte de susturamadı, bugünlerde de onun gibi düşünenleri susturamayacaklar! Sonsöz:Vatan , Şehitlerimizin bize emanetidir. Vatan, Sultan Alparslan'dır. Vatan, Sultan Mehmet Han'dır. Vatan, Mustafa Kemal Atatürk'tür...

Eğri Büğrü Sokaklarımız ve Gökküre’nin Rölevesi

Kütahya Belediyesi'nden 'vizyon' projesi: 70 metrelik dev vazo https://bit.ly/3mh5s0s   Bir Şehri yaşamaya değer yapan nedir sizce?  Yerel  Yöneticilerin Ders Alması Gereken  Bir Kentin Planlama Hikâyesi..... İlksöz: Bir Şehri yaşamaya değer yapan nedir sizce? Medeniyet tarihine, kadim değerlere ışık tutacak sürdürülebilir kentler yaratmak....   Şehirleşmede çığır açan, Barselona'nın meşhur ızgara şeklindeki kent planınının hikâyesi... https://goo.gl/VDYWu5 1850'li yıllarda Barselona felaketin eşiğine gelir: Ortaçağdan kalma surlar ile alanı sınırlanmış işlek bir liman kenti olan şehirde, sanayi devrimi ile gelen endüstriyelleşme sonucunda nüfus kontrolsüz şekilde hızla artar..Şehirde boş arazi bulmak olanaksız hale gelir; hatta sokakların genişliği 1 metreye kadar düşer, işçiler ve orta sınıf fabrikalarla iç içe girmiş konutlarda yaşamak zorunda kalır. Tabiri caizse sokaklarda adım atacak yer kalmaz, insanlar nefes almakta bile zorlanır..Haliyle de,187.000 kişinin küçücük bir alanda yaşamak zorunda kaldığı şehirde, hastalıklar hızla yayılmaya başlar. Öyle ki, her salgın hastalık sonrası şehrin ortalama %3'lük nüfusu ölür. Sadece Kolera'dan 1834-65 yılları arasında ölenlerin sayısı 13.000'i bulur. Bu durum ortalama yaşam süresini 30'lara kadar düşürür. Dönemin Londra ve Paris'i ile karşılaştırıldığında çok çok düşük olan bu rakam ve artmaya devam eden nüfus surların yıkılmasını ve şehrin genişletilmesini gerektirmektedir.Akabinde surlar hemen yıkılmaya başlanır. Ancak genişletilecek şehrin nasıl planlanması gerektiği dönemin en önemli sorunu olur. Şehir yönetimi ve merkezi yönetim arasında hayli çekişmeli bir karar verme süreci yaşanır.İşte tam bu süreçte daha önce ismi duyulmamış biri ortaya çıkar: Katalan mühendis Ildefons Cerdà. (Kendisi modern anlamda 'şehirleşme - kentleşme' kavramını kullanan ilk kişi olarak bilinir).Cerdà surlar yıkıldıktan sonra mevcut şehrin çevresindeki alanı içine alan, şehrin alanını yaklaşık dört kat artıracak ve sokakları ızgara şeklinde tasarlanmış şu planla çıkagelir.Peki bu planı özel yapan nedir? Öncelikle Cerdà geçmiş hataları tekrarlamamak için öncelikle bütüncül bir bakış açısıyla insanların özellikle de işçi sınıfının nasıl yaşadığını incelemiştir.Öyle ki, bu çalışması bilimsel anlamda 'modern şehir' anlayışını değiştirir. Yani 'modern şehir' sadece insanlara birlikte yaşayacağı bir alan sunma işlevini değil aynı zamanda insanların yaşam kalitesini iyileştirici bir yaşam alanı sunma işlevini de yerine getirmelidir.Bunun için Cerdà bir insanın ne kadar temiz havaya gereksinim olduğunu hesaplar. Nüfusun hangi iş kollarında çalışabileceği ve çarşılar, okullar, hastaneler gibi hangi hizmetlere gereksinim duyacağını planına işler.Planındaki binalar; standart büyüklükte, ortası bahçe ya da gölgelikli bir meydan olarak kullanılabilecek dörtgen biçimli bloklardan oluşur. Ortası boş bu bloklar evlerin maksimum hava, güneş ve ışık almasını sağlamak içindir.Her bir bölge, tüm toplumsal mağazaları ve hizmetleri içeren 20 bloktan oluşurken, Cerdà, güneş alabilmesi için konut olarak kullanılacak blokları özellikle Kuzeybatı – Güneydoğuya yerleştirmişti.Sınıfsal eşitsizliği minimum tutmak için zengin ve fakire aynı oranda yeşil ve temiz hava gibi temel gereksinimleri sağlayacak ve benzer uzaklıklarda okul, sağlık ve diğer hizmetleri erişilebilir kılacak bir tasarımdı bu..Böylece sosyal sorunların üstesinden gelinilebilecekti. Bu fikrinin arkasında, Cerdà'nın, dönemin sınıfsal mücadelelerinden ve Karl Marx'tan etkilenmesinin olduğu düşünülmektedir.Cerdà'nın planının bir diğer belirgin özelliği ise her bloğun 45 derece açılı köşelere sahip olmasıdır. Böylece sokaklar ulaşım açısından daha rahat kullanılabilecektir.Cerdà'nın buharlı motorun (otomobiller henüz piyasada yokken) bir gün otomobiller ya da tramvaylar şeklinde ulaşımda kullanılacağını öngörmesiyle böyle köşeli sokaklar tasarlaması inanılmaz.Ama tüm bu fikirler o dönem için yeterince ilgi çekici değildir. Şehir meclisi açılan planlama yarışmasını kazanan dönemin şehir baş plancısı Antoni Rovira'nın planını öncelikli olarak düşünür.Ancak yine beklenmedik birşey olur ve merkezi hükümete bağlı yeni kurulan bayındırlık bakanlığı devreye girer ve çekişmeli bir süreç sonunda Cerdà'nın planında karar kılınır.Günümüzde Barcelona’nın Katalonya Meydanı’nın kuzeyinden itibaren başlayıp yaklaşık 8 km2'lik geniş bir alana yayılan, şehrin ızgara planlı modern kısmı Eixample Bölgesi işte böyle oluşur. (Eixample Katalanca’da “uzantı” anlamına gelmektedir.) Alev Alatlı'lının konuyla ilgili çok güzel yazısı...Birlikte okuyalım: Eğri Büğrü Sokaklarımız ve Gökküre’nin Rölevesi(**) Anadolu şehirlerinin hemen hepsi gibi çocukluğumun İstanbul’u da “nizami” mimariden hemen hiç nasibini almamış bir şehirdi. Bugün bile almış olduğu söylenemez. Bizim, bir düzine tankın yan yana geçebileceği cetvelle çizilmiş büyük bulvarlarımız, dört köşe “rayon”larımız, geometrik meydanlarımız, bize tepeden bakan dev binalarımız hemen hiç olmamıştı. Topkapı, Çırağan gibi imparatorluk sarayları bile daha sonraki yıllarda ziyaret etmek fırsatını bulduğum West Minister, Versailles gibi yapıların, Alman şatolarının yanında hayli mütevazıdırlar. Zarif Beylerbeyi Kasrı, St. Petersburg’daki o nefes kesici Çarskoye Selo ile kıyaslandığında, Çariçe Elizabeta’nın giyinme odasından daha büyük ya da daha görkemli değildir. Bizde Kazan Üniversitesi’nin muhteşem bloğunun bir eşi de yok. Dar, dolambaçlı, hatta eğri büğrü sokaklar, kâh birbirlerine abanan, kâh uzaklaşan ahşap yapılar, küçük meydanların ortasında küçük camiler, mescitler, sebiller, çitlembikler, fıstık çamları, ıhlamurlar, erguvanlar… İstanbul, buydu. Şurası muhakkak ki hiç bir zaman bugün gördüğüm görkemli Kazan olmadı. Ve hep merak ettim, neden? Sorunun cevabının ekonomik imkânlarda yatmadığı neredeyse kesindi. Kadırgalarını ipek yelkenlerle donatmaktan bahseden Osmanlı’nın payitahtını bezemekten aciz olmadığı kuşkusuzdu. Osmanlı’nın geometriden mükemmelen anladığı da kuşkusuzdu. O halde neden, ne devasa ovalarda yer almalarına rağmen geometrik düzene itibar etmemiş Anadolu şehirleri ne de İstanbul ısrarla gayri nizamidirler? Neden bizim şehirlerimizde yapılar toprağa rastgele serpilen bir avuç darının düştüğü noktalarda yükselmiş binalardan oluşmuş gibidirler? Neden, evlerimizi dağların yamaçlarına dikip, ovaları uzaklardan seyretmek ister gibiyizdir? Anadolu’da ve Türk unsurunun hâkimiyetini sürdürdüğü hemen her yerde, iç şehirlerde, rastladığım bu yerleşim biçiminin izini sürdüğümde, merakım beni ortak akrabamız Cengiz Han’a ve Orta Asyalı atalarımızın yerleşim anlayışına kadar getirdi ki bugün burada sizinle paylaşmak istediğim, onların büyüleyici dünya görüşlerinin şekillendirdiği şehircilik anlayışlarıdır. Dünyanın gelmiş geçmiş bu en büyük imparatorluğunun “Mavi Moğollar”ın, şehircilik anlayışını önemsiyorum. Çünkü “muhafaza etmek” ve “korumak” eylemlerinin fiziki varlıkların, yani binaların ve kremlinlerin restorasyonundan öte bu eserleri doğuran dünya görüşlerinin araştırılması, anlaşılması ve içselleştirilmesinden geçtiğine inanıyorum. “Sürdürülebilir muhafaza”nın söz konusu fiziki varlıkların “mimarlarının muradı”nı ihlal etmeyen, saptırmayan, düşünce ve inançlarına saygılı koruma olduğuna inanıyorum. Bana öyle geliyor ki giderek monotonlaşan, tek-tip olmak tehlikesiyle karşı karşıya olan dünyamızda, anlamlı koruma, nispeten yeni bir bilim olan arkeolojik astronominin bulgularına kulak vermesi gereken bir faaliyet olmalıdır. 1200’lü yıllarda Çin’in kuzeydoğusundan Hazar’a, daha sonraki yıllarda Kore yarımadasından Polonya’nın başkenti Kraków kapılarına kadar at koşturan rakipsiz Moğol orduları, icazetlerini “Tengri”den alır, kaderlerini “Ebedi Mavi Gök”e emanet ederlerdi. Cengiz Han’ın “Mavi Kurt” ile “Boz Maral”ın birlikteliğinden geldiği şeklindeki efsaneyi bilirsiniz. Mavi Kurt’la Boz Maral, Ulan Batur’un kuzeybatısında, Hentey dağlarından kaynayan Onon ırmağının kenarında kurulan Moğol düğünüyle evlenirler, Cengiz Han doğar. Moğollar, dokuz gün dokuz gece bayram yapar, Sonsuz Gök’ün tanrısına tütsü ve at kurban eder, kımız sunarlar. Mavi Gök’ün süvarileri, dokuz tuğlu mızraklarını parlatırlar. Dokuz Uygur boyu hediyelerini sunarlarken, dokuz Oğuz boyu sıralarını bekler. Cengiz Han, kutsal Hentey dağının önünde dokuz kez diz çöker, dokuz defa secdeye varır. Cengiz Han, babası Ebedi Mavi Gök’ün tanrısının göksel ideolojisini benimser, onun Göksel yasasını eksiksiz uygular. Göksel Ruhlar Divanı’nın 99 üyesini temsilen yeryüzünde 99 üyelik kurultayını oluşturur. Kurultay üyeleri, güçlerini Göksel Ruhlar Divanı’ndan sağarlar. Nitekim Cengiz Han’ın “Bozkırların İmparatoru” ilan edilmesi, Çin takviminin Kaplan Yılı 1206’da, Onon ırmağının kaynağında toplanan Yeryüzü Kurultayı ile gökyüzünde toplanan Göksel Ruhlar Divanı’nın ortak kararıyla olur. İmparatorluğunun adını “Mavi” koyan Cengiz Han’dır. Mavi İmparatorluk, Büyük İskender’in, Romalıların, Napolyon’un topraklarını aşar; Pasifik Okyanusu’ndan Polonya’ya, Kuzey Hindistan’dan Rusya’ya uzanır. Moğol hanları, dünyayı Ebedi Mavi Gök’ün tanrısının himayesinde ve onun göksel ruhlardan oluşan heyetinin semaları yönetim ilkelerine, ideolojilerine sadık kaldıkları sürece Tengri, savaşçı Moğol soyluları ile birlikte hareket eder, halkı düşmanlarından korur. Bu, hepimizin az ya da çok farklılıklarla bildiğimiz bir efsanedir. “Gök”, Moğollarda olduğu gibi Anadolu Türkçesinde de “mavi” demektir. Kul Şerif Camii’nin kubbesinin, minarelerinin külahlarının “mavi” olması, mimarının kişisel tercihinden ibaret değildir. Taşkent’teki Kukuldeş Medresesi’nin, Semerkent’teki Uluğ Bey Türbesi’nin, Buhara’daki camilerin ve daha nicelerinin kubbelerinin “mavi” olmaları da tesadüfen değildir. İstanbul’daki Mavi Camii’nin, İznik çinilerinin, Gagavuzların sancaklarındaki kurt başının gök rengi olması da öyle… Mavi Moğolların torunları için “mavi” kutsal renktir. Dünyanın üçte birini kapsayan imparatorluğun yurttaşlarının gözünde astronomi, resmi bir uğraştır. Çünkü imparatorluğun dizginlerinin Ebedi Mavi Gök’ün ellerinde olduğuna inanırlar. Heyet âlimlerinin yani astronomların (Osmanlılarda astronomiye “heyet ilmi” denirdi), Göksel Ruhların dilek ve niyetlerini izleyebilmeleri, arzularını doğru saptamaları gerekir. 13. yüzyıl uzay araştırmalarını finanse eden dünya hükümdarı Kubilay Han’dır. Cengiz Han’ın torunu, Çin’in doğusundaki Hainan Adası’na kadar toplam 26 gözlemevinden oluşan rasathaneler zinciri kurmuş, en büyük yatırımı astronomiye yapmıştır. Bu rasathanelerde Gökküre’nin rölevesini çıkarılır. Gökküre’nin rölevesinin çıkarılmasından amaçlanan yeryüzünde kurulacak şehirlerinin planlamasının, göksel planlamayı birebir yansıtmasını sağlamaktır. Nitekim atalarımızın şehirleri Gökküre’nin rölevesinin yeryüzünde uygulanması şeklinde gerçekleşir. Uygulamanın yaşayan en iyi örneklerinden birisi, Mavi Moğolların kuzey başkenti Beijing’dir. Efsaneye göre Kubilay Han, Güneş, Su, Toprak ve Ay Tanrılarının arasındaki dayanışmayı onların yeryüzündeki evlerini birbirlerine surlarla bağlayarak güçlendirmeye karar vermiş, böylece oluşan kareyi ufuk çemberinin içine yerleştirmiştir. Güneş, Su, Toprak ve Ay Tanrıları, aynı zamanda kutsal yönleri, yani Dünya’nın dört bucağı olan Güney, Kuzey, Doğu ve Batı’yı temsil ederler. Çemberin ya da karenin merkezinde “Mavi Gök’ün tanrısının yeryüzündeki evi” inşa edilir. Göksel imparatorluğun hakanları, “Ezeli ve Ebedi Mavi”nin, Tengri’nin, gücünü Dünya’ya akıttığı bu evde yaşayacaklardır. Konağın kapısının kayın ağacından oyulmuş olması anlamlıdır. Kayın, Altayların kutsal hayat ağacıdır. Bu muhteşem kapının kuzey steplerinin zararlı Yin etkilerinden koruyacak, Güneş tanrısının cömert Yang sıcaklığını içeri alacak şekilde Güney’e yerleştirilmesi de tesadüfi değildir. İnşaatta madeni çivi kullanılmaz, çatısı masmavi çinilerle örtülür. Günümüzde “En Mükemmel Ahenk Sarayı” diye bilinen bu binada, yeryüzünün İmparatoru Kubilay Han, Mavi Gök’ün Tanrısı ile birlikte yaşayacaktır. Turna, kutsanmışlığı ve uzun ömrü simgeler. Kubilay Han’ın şehri “turnalar” tarafından korunur. Gelenek Osmanlı’da da korunur. 68. Yeniçeri Ortası, turnaların korunmasından sorumludur. Doğrudan padişaha bağlı Kapıkulu Ocakları’nın piyade sınıfı kapsamında turnalardan sorumlu 68. Orta’nın kumandanına Turnacıbaşı; 14, 49, 66 ve 67. ortaların kumandanlarına Haseki Ağaları denirdi. Cuma namazı alaylarında, kıdemlerine göre padişahın atının yanı sıra ikisi sağında, ikisi solunda yürürlerdi. Hanın sarayının yerinin saptanmasından sonra sıra imparatorluğun askeri ve sivil erkânının hüküm sürecekleri malikânelerin yerlerini tespit etmeye gelir. Önce gökyüzünün Güneş ve Ay’dan sonra en parlak yıldızı olan BüyükTazı (Canis Major) kümesinin en görkemli yıldızı Sirius’den bir şakul sarkıtılır. “Cebbar Avcı” dediğimiz Orion’un “Betelgeuse” ve “Rigel” yıldızlarına kanca atılır, böylece ordunun sol ve sağ kanat kumandanlarının karargâhlarının yerleri saptanır. “Arabacı” kümesi Augira’nın oğlağı Capella’nın izi düşürülür. Küçük Arslan, Leo Minor’ın “Regulus”unu, Küçük Köpek’in “Procyon”unu, Boğa takım yıldızı Taurus’un “Aldebran”ını ( (ناربدلا indirirler. Canopus, Kentaurus, Arcturus, Vega, Archernar, Hadar, Acrux, Altair ile devam ederler. 99 yıldızın yeryüzündeki 99 evini işaretlerler. Kubilay Han’ın yeryüzü şehrinin mimari planı, gökyüzünün mimari planının tıpkı basımı olur. Bir diğer akrabamız, Hun yabgusu Teoman’ın büyük oğlu Mete’nin, “Ezeli ve Ebedi Gökyüzü’nün Biricik Kızı” olarak bilinen, çift – bileşkenli süper dev Polaris yani Kutup Yıldızı ile evlendiği anlatılır. Efsaneye göre “Polaris gülse, Mavi Gök güler, Polaris ağlasa Mavi Gök ağlardı. Mete Han, Kutup Yıldızı Polaris’i gebe bıraktı, Oğuzlar, Göksel Ruhlar Divanı ile akraba oldular. Göksel gelinleri yeryüzündeki yaşamını yadırgayıp mahzun olmasın diye atlarını maviye boyadılar. Mavi atlarını Polaris’in yurdunun etrafında dolaştırdılar, takımyıldızları aratmadılar.” Anadolu Türkçesinde Kutup Yıldızı’na “Demirkazık” deriz ve sadece bizim topraklarımızdan beşten fazla “Demirkazık” tepesi ya da dağı vardır. Kutup Yıldızı, Mete Han’a oğulları Gün, Ay ve Yıldız’ı doğurduğunda, göksel akrabaları ona doğum hediyesi olarak gök tüylü, gök yeleli, masmavi bir kurt armağan ederler. Mavi Kurt, yurdun duman deliğinden süzülür, gelir, Mete’nin önüne düşer. Kore Yarımadası’nın kuzeyindeki Tunguz ülkesinden, Hazar’a, Kral Niyatri Tsenpo’nun topraklarından Altın Adam’ın krallığına yürür, Gökoğuzlara öncülük eder. Başları sıkıştığında tanrıdan olmuş tanrıya benzer Bilge’yi tahta çıkarır. Mavi Gök’ün atlıları Bilge’yi altından dökülmüş kurt başı âlemlerini gökyüzüne kaldırarak selamlarlar. Bizimkiler bunları yapa dursunlar, öte yandan, Yüce ve Muhteşem Gök’ün Parlak Ruhu, Japon Amaterasu-omikami, “Kami” dedikleri, Göksel Ruhlar Divanı’nı Kyuşu Adası’nın Honşu Adası’na sokulduğu Yamato topraklarının semalarında toplanmaya çağırır, yeryüzünde bir hanedan başlatmaya karar verdiğini bildirir. Göksel Ruhlar Divanı, Güneş tanrıçasının kararını coşkuyla karşılar, yıldızlar göktaşlarını ateşler, Japon adalarının üzerinde havai krizantemler oluştururlar. Havai krizantemler, Amaterasu- Omikami’nin torunu, Güneş’in veliahdı Prens Ninici-No Mikoto’yu kucaklar, Kyuşu Adası’nın en yüce dağı su- Omikami’nin torunu için seçtiği Fuji Yama dağında ikamet eden ölümlü gelinle evlendirirler. Gökyüzü, yeryüzünü döller, Japonya’nın ilk ölümlü İmparatoru Jimmu Tenno, Honşu Adası’nın Nara Havzası’nda doğar. Tenno’nun doğduğu şehir, Kubilay Han’ın kuzey başkentin planlarını hemen aynen uygular. Tibet’ten Uygur diyarına Orta Asya, benzer efsanelerin diyarıdır. Günümüze dönersek… Nispeten yeni bir bilim dalı olan arkeolojik astronomi bize Ezeli ve Ebedi Gökyüzü ile doğrudan ilişki içinde olan toplumların, dünya görüşlerini şehirlerine yansıttıklarını söylüyor. Kendilerini kâinata gökyüzüne bağlayan toplumların doğayı fethetmek, hükümdarlarının gücünü cismanileştirmek için yola çıkmadıklarına, şehirlerinde geometriye, yada “regulyarnaya” itibar etmediklerine işaret ediyorlar. Bizim yerleşimlerimiz toprağa rasgele serpiştirilmiş bir avuç darının düştüğü noktalarda yükselmiş binalardan oluşmuşlarsa, nedeni yıldızların da öyle yerleşmiş olmalarıdır. Evlerimizi dağların yamaçlarına dikip, ovalara uzaktan bakıyorsak, nedeni dağların ölümsüz göksel ruhların fani insanoğlunu dölledikleri kutsal yerler olmalarıdır. Kendi adıma, ne zaman ata ruhlarının değerlerini reddeden “regulyarnaya”dan bunalırım, gönlüm kaybolan şehirlerimizi arar. Gönül ister ki Avrasya kültür mirasını korumaya yönelik bu fevkalade önemli toplantı, interdisipliner bir toplantı olarak genişletilsin, dilbilimcilerden antropologlara, arkeologlardan astronomlara ve en önemlisi çevre-bilimcilerine kadar geniş bir yelpazeyi kapsasın. Bu bağlamda hayalimizde ki Kütahya :  i- Toplumsal enerjiyi üretime dönüştürecek mutlu bir kenti yaratmayı şiar edinmiş bir yönetimin olduğu kent, ii- Kayırmacı yönetimlerce dışlanmış yetenekli gençlerin öncülüğünde bir 'teknoloji, sanat ve kültür kenti' kurmayı hedefleyen bir yönetimin olduğu kent. iii- Toplumsal barışın, huzurun, uzlaşmanın gerçekleşebileceğini gösteren öncü kent yaratmayı vizyon olarak benimsemiş bir yönetimin olduğu bir kent, iv- Geçmişteki yaşamın izlerini bugüne ayrımcılık yapmadan taşıyan, yeni değerlere açık, çok kültürlülüğü ve farklılıkları zenginlik gören hoşgörülü bir kent, v- Ulaşım, çalışma koşulları, sağlık, eğitim ve sosyal olanaklarıyla emek dostu bir kent, vi- Güvenli kreş, çocuk yuvası, yaşlı  bakımevleri ve sağlık merkezleriyle çocukların, yaşlıların ve ana-babaların dostu bir kent, vii-- Sosyal hizmet ve gönüllü sivil dayanışma ağlarının eşgüdümünü sağlayan, sosyal yardımları sadaka olmaktan çıkaran, yoksullara onurlu bir yaşamın ve yeniden yaşama sarılmanın mümkün olduğunu gösteren bir dayanışma kent. viii-- 'Ben yaptım oldu' mantığı ortadan kaldırılan; katılımcı yönetim anlayışıyla büyük projeler, uzmanlarla, STK'lerle vb. konuşarak, proje yarışmaları düzenlenerek hazırlayıp uygulamaya koyan bir kent, ix- İlgili tüm STK'ların ve meslek örgütlerinin belediye meclisleri ve çalışma komisyonlarına katılımı sağlandığı bir kent, x-- Kütahya'nın bütçesini Kütahyalının bildiği katılımcı bütçe uygulamalarıyla, açık, şeffaf ve denetlenip hesap verilebilir bir bütçe hazırlayan yönetim,,Adillik, Şeffaflık, Hesap verebilirlik ve Sorumluluk sahip kurumsal yönetime sahip bir kent. xi-- Kütahya'nın tüm ekonomik, fiziksel ve sosyal planları güncelleyen; her uygulamanın bir planının yapılıp uygulamaya konulduğu bir kent. xii- Ulaşımı insana yaraşır bir noktaya taşımak için, ulaşım planlarını hazırlayıp  güncelleyen; toplu ulaşıma, metro ve diğer raylı sistemlere  öncelik verecek; Kütahya'nın ulaşımını tek elden yönetildiği bir kent, xiii- Ormanları, su havzalarını, memba sularını, gölleri, dereleri koruyacak Kütahya'nın çevresel-ekolojik değerlerini geleceğe taşıyacak bir kent, xiv- Aktif yeşil alanlar, parklar arttırılacak; büyük kent parklarının yanı sıra ilçelerde de semt parklarının kurulduğu bir kent, xv-- İlçe ve mahalle düzeyinde uzmanların ve sivil toplum örgütlerinin katılımıyla kentte yaşayanlara imar konularında şeffaf bilgi verecek ve haklarını aktaran danışma merkezlerinin kurulduğu bir kent,.    Son Söz:  Yaşadığımız kentlerin özellikle de renklerin sanata dönüştüğü kadim şehir  Kütahya'nın;  artık bu şehirde yaşayanların hak ettiği yaşamı sürdürülebilir  kent  olması ... Sürdürülebilir Kent anlayışı ile tüm paydaşlar için geleceğe değer  yaratan  bir kent olması dileği ile...Kütahya'yı beraber sevmek, eğrisini düzeltmek, doğrusunu kucaklamak, zor değil. Niyet varsa yol var. Sağlıcakla kalın... Yüreği "Berkehan ve Bilgehan Deniz" kadar temiz tüm insanların,  günleri hep aydınlık olsun! Yüreklerindeki sevgi daim olsun!   -------------------------------------------------- Dipnot: Bu 'uzantı'da yapılacak evler için zenginlerin gittiği isim ise: ünlü mimar Antoni Gaudí. O yüzden Gaudí'nin eserlerinin çoğu Sagrada Família da dahil bu bölgede bulunur. Konuyla ilgili biri İngilizce biri Türkçe iki kaynak: https://www.theguardian.com/cities/2016/apr/01/story-cities-13-eixample-barcelona-(ildefons-cerda-planner-urbanisation … http://www.mimdap.org/?p=34029(*) (**)  Kavram olarak rölöve mevcut hali hazır’ın ölçülmesi ve tescilli taşınır veya taşınmaz kültür varlıklarının mevcut halinin projelendirilmesidir. kısaca ana fikir olarak bunu çıkartabilirsiniz. hepsi bu mu ? tabiki hayır. Devamını teorik ve teknik bilgi olarak aşağıya yazıyorum.  Bir yapının, kent dokusunun veya arkeolojik kalıntının yakından incelenmesi, belgelenmesi, mimarlık tarihi açısından değerlendirilmesi ve restorasyon projeleri hazırlanabilmesi için binanın iç ve dış mimarisine, özgün dekorasyonuna ve taşıyıcı sistemi ile yapı malzemelerine ait mevcut durumunun ölçekli çizimlerle anlatımıdır. Rölöveler yapıyı ve konstrüksüyonu tam olarak anlatacak şekilde plan, kesit ve görünüşleri kapsamalıdır. Yapıya ait iç ve dış fotoğraflar, çekildikleri yer ve yönleri plan üzerine işaretlenir. Rölövelerde malzeme türleri ve mimari bileşenlerin korunma durumları açıklamalarla belirtilir. Bezemelerle ilgili fotoğraf ve ayrıntılı çizimler dosyada yer alır. Tarih kitaplarından, arşiv belgelerinden, özel monografilerden ve gözlemlerden yararlanılarak derlenen bilgiler ışığında tarihi yapının dokusunun daha iyi kavranıp anlaşılması mümkün olur. Binanın daha önce yapılmış rölöveleri, eski fotoğrafları, yöreyle ilgili hava fotoğrafları, haritalar, kent planları, gravürler, yapıyla ilgili vakfiye ve vakfa ait gelir gider kayıt defterleri, onarım keşifleri veya onarım harcamalarının kaydedildiği defterler, gezginlerin notlarında yer alan gözlemler de sağladıkları bilgilerle bazı karmaşık noktaların çözümlene-bilme-sine olanak sağlarlar. Bozulma süreçlerinin ve malzemelerin incelenmesi sonrasında derlenen bilgilerle yapılacak restorasyonu yönlendirecek temel veriler derlenmiş olur. Bu bilgiler ışığında onarım olasılıkları tartışılır ve çabalar binalar mümkün olduğu kadar yıkılmadan ve en az müdahaleyle koruma ilkesine uygun öneri geliştirme üzerinde yoğunlaşır. Rölövenin yapılış amacı onun çizim tekniğini, çalışma ölçeğini etkiler. Bir sokak üzerinde yer alan binaların genel görünümünü, plan ve kütle özelliklerini anlatacak bir rölövenin 1/200 ölçekli olması yeterlidir. 1/100 ölçekteki bir rölöve çalışması yeniden kullanım projeleri için uygun olabilir. Restorasyona yönelik rölöveler ise 1/50 ölçekli olur ve 1/20 ve daha büyük ölçekli plan, kesit ve görünüşlerle desteklenir.