Tüm Bilgi Paylaşımlarım

Beşerilikten İnsanlığa Evrilmedeki Ayak İzi!

Oturum Başkanı olarak görev aldığım, Muhasebe Öğretim Üyeleri Vakfı'nın(MÖDAV) düzenlediği (28 Ağustos-1 Eylül 2013) tarihlerinde gerçekleştirilen "Hesap Verebilirlik- Kurumsal Kültür ve Etik" Konulu 4. Muhasebe Düşünce Kampında(4th Accounting Dialectical Camp- Beyşehir/Konya,Anamas Hotel)  4. Muhasebe Düşünce Kampında; kendisini tanımaktan büyük mutluluk duyduğum, Sakarya Üniversitesi Eğitim Fakültesi Öğretim Üyesi Prof Dr. Rahmi Karakuş'un "Etiğe Felsefi Bakış" başlığı altında yaptığı , zevkle dinlediğim ve bilgilendiğim konuşmalarından çıkarsamalarımızdan bir başkası: "Beşer" ve "insan" arasındaki ayırım nedir? Rahmi hoca  şöyle anlatıyor:  "Beşer" beşer bazı kültürlerde sadece zahirî nitelikleriyle ele alınan bir varlık. Bugün de her çeşit fraksiyonuyla Batı kültür ve medeniyeti nin  temsil ettiği  bu  anlayış, insanı hayvanlardan bir hayvan ve yeme, içme, uyuma ve cinsel ilişkiden ibaret bir varlık olarak değerlendirmesi. Ademoğulları ikiye ayrılır; Beşerler ve insanlar. Her insan beşerdir ama her beşer insan değildir. Beşer dürtüleriyle  (avlanma, çiftleşme, öfke, kabile, sürü) hareket eder. İnsan anlam, değer ve kurallara (akıl, vicdan, ahlak, adalet, emek) göre davranır İnsan ; beşerin 'kâmil' hali. Yani "erdeme"ulaşmış hali..insanın beşeriyet yanı "unutkanlığının, nankörlüğünün, aceleciliğinin, haklı-haksız tartışmayı pek sevmesinin, bilgisizliğinin, zalimliğinin ve zayıflığının, diğer insanları alay alma ,dalga geçme, ihtirasın, ikiyüzlülüğün, nankörlüğün, benciliğin, cimriliğin, hep ben egosunun, menfaatçiliğin sembolü" Bu bağlamda; Dünyada her canlı varlığın, kendine özgü bir özelliği var.  Kuşu kuş yapan özelliği, uçabilmesi. Balığın özelliği yüzebilmesi, maymunun özelliği yolda yürürcesine bir rahatlıkla daldan dala atlayabilmesi, panterin özelliği hızlı koşabilmesi.  Söylemeye gerek yok, insanı insan yapan kendine özgü özelliği ise, düşünebilmesi ve erdeme ulaşabilmesi. Yani beşer olmaktan çıkabilmesi..  İnsan, düşünebildiği denli insan. Düşünmeyen ve yaşamını düşüncesi doğrultusunda düzenlemeyen insanın, uçmayan kuştan, yüzmeyen balıktan, daldan dala atlamayan maymundan, koşmayan panterden farkı yok. İnsan, kendini tüm varlıklardan üstün kılan düşünce özelliğini, beynini kullanarak uygulaması ve erdem ulşması. Diğer bir deyişle "İnsani değerlere, kadim değerlere sahip çıkması.  Beyin, bir üretim aracı; düşünce üretmekte. Düşünce her halukarda"erdeme" ulaştığı sürece beşer insan olabilmekte.  Her üretim aracının olduğu denli, beynin de hammaddeye gereksinimi var. Beynin ana hammaddesi bilgi; yan hammaddesi karşı görüş. Bu iki hammaddeyi insan, kendi yargı değerine göre saptadığı oranlarda birbiriyle bütünleştirip (özümseyip) ve bir ürüne dönüştürdüğü an insanlık yönünde bir adım attığının resmi.. İnsanı insan yapan düşünce özelliği, işte bu olgu.  Kendinden başka hiçbir canlı varlıkta bulunmayan düşünce özelliğine sahip olabilmesi için insanın, öncelikle insan olabilmesi gerekmekte. İnsanın insan olabilmesi için de, öncelikle, düşünce özelliğini kullanabilmesi gerekmekte.  Düşünce özelliğini kullanmak, yalnızca düşünmek demek değil. Düşündüğünü açıklamak, yaşamını düşündüğü doğrultuda yönlendirebilmek de "düşünen varlık insan"ın olmazsa olmaz yükümlülüğü.  Beynin ürettiği düşünceyi açıklamaktan korkan, yaşamını beyninin ürettiği düşünce doğrultusunda sürdüremeyen insan, yüzeysel bir bakışla ne denli insan görünümünde olursa olsun, yüzmeyen bir balıktan, uçmayan bir kuştan, yaşamı boyunca bir kez olsun bir daldan bir dala atlamayıp, ömrü boyunca bir ağacın gölgesinde pinekleyen hareketsiz maymundan farksız. İnsan, ya beynini kullanacak ve yaşamını, insan kimliğine ve onuruna sahip çıkarak insanca yaşayacak. Ya da beynini başka bir kişiye kullandırarak yaşamını, eli sopalı çobanının isteği doğrultusunda sürdürmeyi kabullenen bir koyunun mutluluğunu duyumsayacak, nefes alıp, verdiği ve yaşadığını sandığı sürece. Yüce Yaradan; beşerin 'kâmil' halini, "erdeme" ulaşmış kullarından olmayı nasip etsin Sağlıcakla kalın! Günleriniz hep aydınlık olsun! Yüreklerindeki sevgi daim olsun! Yüreği "Berkehan" Kadar temiz olan tüm insanların! OE -03.09.2013   

Dipsiz Karanlık,katışıksız Kötülük : Srebrenitsa...lanet Olsun!...

Tarihte bugün Srebrenitsa'da Dipsiz Karanlık,katışıksız Kötülük : Srebrenitsa...Özgün Suçlarını Yayıp Paylaşacak Tarihlerine Ortak Arayanlar “Srebrenista” karşısında sessiz…"Kim kötü bir işe aracılık ederse onun da kötü işten bir payı olur." (Nisa/ 85) Bu kötülükler karşısında susan, "Dilsiz Şeytandır". Bu kötülükler karşısında susanlar dilsiz, "Şeytandır". Bu kötülükler karşısında sessiz kalanlara, bu kötülüğü yapanlara lanet olsun...https://bit.ly/38M9rvQ Boğazımızda düğümlenen bir hıçkırık "Srebrenista "   "Bugün, 11 Temmuz 1995 yılında, Birleşmiş Milletler'in "güvenli bölge" ilan ettiği Srebrenitsa'da BM Koruma Gücü askerlerinin ve tüm Dünyanın gözlerinin önünde yaşanan ve tarihin en utanç verici trajedilerinden biri olan Srebrenitsa katliamı, Srebrenitsa Katliamı'nın  yıldönümünü, büyük bir üzüntü ve acıyla yad ediyoruz. Bu vesileyle, son dönem insanlık tarihinin en utanç verici hadiselerinden biri olan bu katliamda hayatını kaybeden aziz şehitlerimize Allah'tan rahmet, yakınlarına ve tüm Bosna halkına sabr-ı cemil diliyorum. kötünün de ötesinde...... Başın sağolsun Bosna-Hersek !.... Bir kitapta “yeryüzünde kötülüğün timsalinin , ruhlarında kötülük olduğundan emin olduğu kimselerle ... ahitleşir “diye yazıyor… Dipsiz karanlık. ... Katışıksız kötülük.... Soykırım suçunun korkunç yüzünü insanlığa bir kez daha hatırlatmakta... Bu soykırımı, yapanları, destek olanları, göz yumanları, izleyenleri unutmadık ve unutmayacağız. Böylesi ağır bir insanlık suçunun tekrarlanmaması için uluslararası toplumun üzerine düşen sorumluluğu yerine getirmesi şart. Dünyayı sömürenin canı cehenneme. Yüreği yalnız kendileri ile dolu olan ülkelerin Duvarları ancak çarpınca görenlerin Canı cehenneme başka ülkelerinin  yangınıyla Ülkelerini  refahını artıranların Boynunda ölüm çanıyla oturan güçlerin Ey bu coğrafyada ki yaşayanların gözyaşıyla ruhunu yıkayanların.. Ey zulümle yükselen başarı Ölü sayısına endeksli refah sürdürenlere... Lanet Olsun!                

Üzülürüm Don Kişotlara! Üzülürüm Don Kişotları Don Kişot Yapanlara!..

İlk söz;"İnsanın olduğu yerde hiçbir şeye şaşma! "..   Dün fakültemizde düzenlenen; “21. Ulusal Yönetim ve Organizasyon Kongresi”nin çalıştayına katıldım. (*) Bu çalıştayda aklıma nedense “Don kişot” geldi… Nereden geldiyse, nereden çağrışım yaptıysa!.. “Don Kişot”un günümüz yöneticilerine önerilebilecek eserlerden biri. Belli makamlara gelindiğinde çevremizi saranların söz ve davranışlarına karşı temkinli olmamızı yoksa bir kartalın avını yakalayıp yüksek bir uçurumdan aşağıya atarak parçalanmasını seyretmesi ve sonrasında ise oturup afiyetle yemesi gibi insanların bizi nereye kadar ve ne amaçla yükselteceklerinin bilinmediğini ifade etmekte. Kişi kendisini bilmez ise bu kaçınılmaz. Bu eseri muhakkak biliyorsunuzdur ama  yine de bir kere de benden dinleyin: Jorge Juıs Borges'in "Bir Sorun"isimli hikayesinin yıldızıdır.Hikaye Miguel Cervantes'in romanına adın bahşeden Don Quijote (Don Kişot) üzerinedir. Don Kişot efsanevi bir kahraman olduğu ve sevgilisi Dulcinea del Toboso'yu kurtarmak için devlerle savaştığı hayali bir  dünya kurar kendisine. Gerçekte kırsalda yaşayan ve hemen hemen tüm vaktini şövalye romanları okumakla geçiren, şövalye maceralarına tutkun  yaşlı bir köylü.  Don Quijote,adı da Senyör Kesada 'dır. Asıl sevgilisi Dulcinea yakındaki kasabada yaşayan,görmemiş çirkin bir köylü kızı, kahraman şövelyenin savaştığı devlerse yeldeğermenleridir. Kapıldığı hayallerle gezici şövalye olmaya karar verir, dededen kalma eski, küflenmiş, paslı zırhını temizleyerek şövalyeler gibi maceralara atılmak için köyünü terk eder. Yolculuğunun ilk gününde akşama doğru uzakta oldukça güzel manzaralı bir han görür. Ancak hayalleri ile yaşayan Don Kişot gördüğü hanı saraya benzetir ve doğruca hana gider. Kapıda bekleyen iki kıza selam verdikten sonra “Korkmayın soylu matmazeller, iyi yürekli bir şövalyeden korkmayın, düşmanlarınız varsa onlarla savaşmaya geldim” deyince iki kız bir kahkaha koparırlar. Ancak kurnaz hancı nasıl biriyle karşı karşıya bulunduğunu anlar. Aklını kaçırmış adamların pek damarına basılmayacağını bilir. Bu yüzden Don Kişot’u yerden selamlayarak “Sayın şövalye hoş geldiniz” der. Don Kişot daha yolculuğunun ilk gününde şövalye olarak karşılanmasına ve kabul görmesine sevinir. Ancak çok önemli bir eksik vardır. Hancının kendisinin şövalye olduğunu anlaması üzerine, hancıdan insanlığın yararına olacak, barış adına, iyilikler adına, kendisini şövalye ilan etmesi için bir tören düzenlenmesini talep eder. Hancı, düzenbaz ve kurnaz biri olunca bu fırsatı değerlendirerek Don Kişot’u şövalye ilan eder. Artık şövalyelik için her şey tamamdır. Son bir gereksinimi daha vardır. Yanına alacağı bir yardımcı. Ve köylüsü Sanço`ya kendisi ile gelmesini teklif eder ve ikna etmek için “Sanço dostum iyi düşün” der. ‘‘Bir şövalye geniş topraklar, şatolar, adalar fetheder. Ve fethettiğimiz eyaletlerden, adalardan birini sana veririm ” diyerek ekler. “Toprakla uğraşmaya değer mi? Bir adayı, eyaleti idare etmek daha kolay” deyince, Sanço hemen razı olur. Çünkü Sanço`nun en büyük hayali köylülükten kurtulup zengin olup bir adayı idare etmektir. Bir yerde sadece kendi hayal dünyasında yaşayan Don Kişot, diğer yanda ise eyalet, ada yönetiminin tarla sürmekten çok daha kolay olduğuna inanan zır cahil Sanço. Don Kişot`un yol arkadaşı elbette ki kendisine benzeyecekti. Ve birlikte çıktıkları yolculuklarında başlarına gelecekleri tahmin etmek hiçte zor olmasa gerek. Ancak burada dikkat çekmek istediğimiz konu, kendilerini bilmez bu kişilerin maceralarından ziyade, bunlarla karşılaşan kişilerin kendilerine göstermiş oldukları alaycı, yapmacık ve menfaat kaynaklı tavırlar hepsinden önemli. Keza karşılaştıkları kişiler onlardaki anormalliği (ruh sağlıklarındaki durumu) anlamış ancak hiçbiri bu durumu fark ettirmeyerek onlara iltifatlarda bulunmuşlar, istedikleri saygıyı göstermişlerdir. Tabi ki bu sayede Don Kişot`ların sahip oldukları her şeye el koyabilmişlerdir. Aynı zamanda Don Kişot`ların kendilerine duydukları güveni kötüye kullanarak onları istedikleri şekilde yönlendirmişler ve kullanmışlardır. Dünya var olduğundan beri Don Kişot`lar var olmuş ve olmaya devam etmekte.  Büyük şairden  dinleyelim Don Kişot'u! “Ölümsüz gençliğin şövalyesi, ellisinde uydu yüreğinde çarpan aklına, bir temmuz sabahı fethine çıktı güzelin, doğrunun ve haklının: önünde mağrur, aptal devleriyle dünya, altında mahzun, fakat kahraman rosinant'ı. bilirim, hele bir düşmeye gör hasretin hâlisine, hele bir de tam okka dört yüz dirhemse yürek, yolu yok, don kişot'um benim, yolu yok, yel değirmenleriyle dövüşülecek. haklısın, elbette senin dülsinya'ndır en güzel kadını yeryüzünün, sen, elbette bezirgânların suratına haykıracaksın bunu, alaşağı edecekler seni bir temiz pataklayacaklar. fakat sen, yenilmez şövalyesi susuzluğumuzun, sen, bir alev gibi yanmakta devam edeceksin ağır, demir kabuğunun içinde ve dülsinya bir kat daha güzelleşecek...” İyi de bu roman kahramanının gerçek hayattaki karşılığı ne?!  Webster, İngilizce Quixotic (Kişot'ca, Kişotluk) sıfatı için "idealist ve tamamen gayri pratik" diyor. Oxford sözlüğü "yüce bir coşku ile hayali idealler kovalamak" olarak tanımlıyor. Don Kişot'luğu... Larousse ise Don Kişot'ça davranmanın komikliği kadar idealizmini de vurguluyor. Fakat TDK'nın 1988 baskısı sözlüğünde, bakın ne deniyor,  "Gereği yokken kahramanlık göstermeye kalkışma durumu." MEB'in Türkçe Sözlük’ünde ise "Gereksiz ve yersiz yiğitlik göstermeye kalkışma hali" denmiş. Kaldı ki, gündelik hayatta da bu anlamda kullanıldığını yazıyor kitaplar, söylüyor konunun uzmanları! İnsanlar bazen birbirine "Don Kişot'luk yapma" deyip durmakta. Bu anlamda, Batı'nın paradigmasıyla bizim paradigmamız arasında uçurumlar  kadar fark olduğundan hiç şüphe yok. Neden onlar Don Kişot'ta bütün gülünçlüklerine rağmen saf bir idealizm; coşkulu bir dava adamlığı görürken biz "gereksiz kahraman" lığına takılmışız? Bu farkı yaratan ne? Acaba bu farkı yaratan şey romanı ve kahramanını üstünkörü bilmemiz mi? Ya da öyle olduğunu sanmak mı? Yoksa yeni bir paradigma mı?! Her olayda, her olguda, attığı her adım da , Ortaklaşa bir çalışmada, "tek muzaffer benim" edası takınan ve bunu kendini inandırmak nasıl bir duygu! Nasıl bir ruh hali hep düşünmüşümdür. Kendini olmadığın bir yerlere taşımak… Donkişotluğun gerçek ruhunu, bakış açısını anlamadan  “Donkişot Yiğitliği” gibi ortaya çıkmak. Yanlış anlaşılmasın Donkişotlukla yiğitliği bilerek beraber kullandım! Ancak; bizim kültürümüzde yiğitlik, farklı bir anlamı olan bir kavram. Yiğitlik, insanların yüreğine yerleşmek, hafızalarında sürekli büyüyebilme yeteneği. Üstelik bu yerleşme, makam, mevki, para, iktidar vb. güçlere sahip olduğumuz zaman asla anlaşılması mümkün değil. Değil! Çünkü bugün karşınızda el pençe divan durup, eğilip bükülenler, etrafınızda fırıldak gibi dönenler, günü geldiğinde size herkesten önce ihanet edeceğinden ve terkedeceğinden  hiç kuşkunuz olmasın. Yıllarca yaptığımız yöneticilik deneyimlerimizle sabit! Bu vefasızlıklar, iki yüzlülükler tüm insani değerleri, kadim değerleri kirletmekte. Bu iyi yöneticinin de kötü yöneticinin de değişmeyen kaderi. Önemli olan Donkişot yiğitliği yapmadan, onuruyla, kişiliğiyle toplumun içinde yer alabilmek. Yönetimde vefasızlık, vefasızlıkların en acımasızı. İnsanın yüreğini alev gibi yakar, kahreder! Tüm yaşam alanlarında birilerinin selam verip, hatırını sormasını beklersin, bu özlemle yanıp tutuşursun hep. Geçmişte elinden tuttukların ekmek verdiklerin,  seni görmezlikten gelince yıkılacağından, kahrolacağından emin olabilirsin. Bütün makamlardan, mevkilerden, güçlerden, otoriteden ayrılıp, "sıradan bir insan" olduğunuzda ; insanların gözlerinin içine gözlerimizi kırpmadan bakabilecek bir geçmişe, inkar edilemez bir birikime, bizi başkalarının gözünde ve gönlünde meşrulaştıracak etkin, verimli ve düzgün bir ömre sahip olmaktır gerçek yiğitlik. Toplumların birikimleri belli eşiklere ulaştığında, Yeter ki zamanın ruhu olay ve olgular gerektiği gibi yoğunlaşsın, toplumun birikimleri "kritik eşiğe" ulaşılabilsin. Bugün insanlığı zorlayan "hâkimiyetçi rekabet anlayışının" temel düsturunu hepimiz  yaşayarak öğreniyoruz-bilimsel olarak “öğrenen Organizasyon”-: "Rakibinin bütün hatlarına saldır; bütün potansiyellerini yok et... Yok edemiyorsan ortak ol!" Gücü elinde bulunduranların güçlerini aşırı değerlendirmek, her zaman sonun başlangıcı olmuş. Güçleri frenlemenin temel aracı "ilkeli tutum". Gücü dizginlemenin en etkin yolu da bize gerçeği söyleyebilecek, "kral çıplak" diye haykırabilecek dostlar edinmek. Bize gerçeği söyleyenleri çevremizden uzaklaştırmamak; sorgusuz alkışlayan bir müritler ordusu yaratmamak... Yetmezliğin itişi, ihtirasın çekişiyle hiçbir ilkeyi, kuralı önemsemeyen, müritlerin sesinden başka ses tanımayanların; kendi yalanlarına inanması, akıl gözlerini kör etmeleri kaçınılmaz. Hani derler ya! "Şeyh uçmaz, müritleri uçurur!" diye! Eğer " Dil insanın aynası" sözünün anlamını yaşam biçimi haline getiremiyorsak... Yunus'un öğütleri önünde saygıyla eğilmeyi denemeliyiz... Büyük gönül adamı Yunus bize diyecektir ki: “Söz var kılar gönülü şad Söz var kılar bilişi yad...” Sözü pişirmeden söylemenin; yaşadığımız coğrafyanın, ortaklaşa yarattığımız kadim kültürün ve tarihimiz derinliklerinde olup bitenleri kavramadığımızı ve anlamadığımızı kanıtlar. “Söz ola kese savaşı Söz ola bitire başı Söz ola ağulu aşı” Bize yabancı olduğunu söyleyerek, benimsemekte zorluk çektiğimiz evrensel değerleri, beklentileri ve davranışları kendi kültürümüz derinliklerinde de bulabileceğimizden kuşkunuz olmasın. Önemli olan "niyet etmek" ve alıcı bir ruhla kendimize bir çeki düzen verme kararlılığını göstermek. Önemli olan kendimize kadim değerlerde bir değişiklik yapmadan, çevreye uyum sağlayacak yeni paradigmalar, stratejiler, taktikler ve yol haritaları oluşturmak. Saygı uyandıran ve ilham veren bir insan olarak, bu kubbede bir "hoş seda bırakma" sevdasının peşine düşmek; "Esas olan, Sadece yaşamak değil, İnsana yakışır şekilde ve Onurlu yaşamaktır. Teslim olmadan, Boyun eğmeden, Sürünmeden, El etek öpmeden yaşamaktır..." gerisi inanın ki “laf-ı güzaf !.. Berkehan’ın dediği gibi “Ne dersiniz?!” Son Söz:Kendilerini, makam verilince,Zübde*i âlem sanan… Kendini o kurum için bir şans olarak gören… Hesaptaki parası kendini satın alan,... Erke selam edip, kula ram olan, Nafakası, Nifak olan… Bir ben varım deme, yoksan da olur... Sağlıcakla kalın! Günleriniz hep aydınlık olsun! Yüreklerindeki sevgi daim olsun! Yüreği "Berkehan ve Bilgehan Deniz" Kadar temiz olan tüm insanların! OE -05.02.2013 http://blog.radikal.com.tr/yasam/uzulurum-don-kisotlara--uzulurum--don-kisotlari-don-kisot-yapanlara-13307 (*)Dumlupınar Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi tarafından organize edilen, 21. Ulusal Yönetim ve Organizasyon Kongresi “30 Mayıs-1 Haziran 2013” tarihleri arasında Kütahya’da yapılacaktır. -------------------------------------------- Radikal Blog‘ da ki Denemelerimden (7)“kurumsal Dalkavukluk ve Toplumsal Afazilik“ https://bit.ly/35LX0ib Dalkavukluk, yalakalık sadece siyasete mi özgü sanıyorsunuz. Akademik camiaya gelin, her gün çeşit çeşit örneklerini görürsünüz ...Hem de ne örnekler!..vallahî hafızalanız almaz...Sadece "Şeyh uçmaz, müridi uçurur"derler ya!...Bizim mürit bir üst 'level (* )'a geçmiş haberi yok..Adam yalakalığın/dalkavukluğun son aşamasında.Kendi uçmuş...Ama ne uçuş! Nirvana!.. "yalakalığın sonu ayakçılık" haberi yok!...Alın size tanık olduğum yalaka hikayesi , ama nirvanalık anlamında en çarpıcısı...... Kurucu Rektörümüz  ile birlikte; Dumlupınar Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Dekan Yardımcısı ve aynı zamanda Tavşanlı Meslek Yüksekokul Kurucu müdürü olarak Gediz’ de bir açılış törenine katılmıştım. Açılış töreninde teşrifatçılık görevini üstlenmiş (cazgır); Rektöre , Arapça, Farsça ,Türkçe karışık methiyeler düzüyordu…Ama ne methiyeler…Protokolde Yanımda oturan hem yönetici hem de Öğretim Üyesi bir arkadaş yüksek sesle sunuculuk yapan Zat-ı muhtereme “Oldu olacak bir de “Vahdet-i vücûdumuzun hikmeti de sensin" diye söyle de tam olsun” dedi. Tüm protokol de olanlar gülmekten kendilerini alamadı….Rektör kürsüye geldiğinde Zat-ı muhtereme "yalakalığın sonu ayakçılık" mealinde satır aralarında göndermeler yaptı. Zatı_ı muhterem o uçuş sonrasında, Rektörün kendisine yönelik O Kinayeli konuşmasından ders almış mıdır hep merak ederim... (* )Bu kelime özellikle İngilizce yazılmıştır. Hani sözüm ona!... Çok bilimsel olduğunu belirtmek için, Türkçe kelimelerin arasına, İngilizce kelimeleri serpiştirerek konuşan, "kerameti kendinden menkul" akademisyenler için...(16 ocak 2014) Son Söz:Gerçekten büyük olmayan “büyük adamlar” çevrelerini küçük adamlarla doldururlar.

Ülkemizde Organik Tarım(ekolojik Tarım)’ın Maliyeti ve Ülke Ekonomisi İçin Stratejik Önemi

  Ülkemizde Organik Tarım(Ekolojik Tarım)’ın Maliyeti ve Ülke Ekonomisi İçin Stratejik önemi 23 Haziran 2011, 12:29  Ülkemizde Organik Tarım(Ekolojik Tarım)’ın Maliyeti ve Ülke Ekonomisi İçin Stratejik önemi Organik Tarım(Ekolojik Tarım) kimyasal(gübre, ilaç, hormon) maddelerin ve GDOların kullanımını yasaklayan ve ürünlerin üretiminden tüketimine kadar her aşaması kontrollü ve sertifikalıolarak üretilen tamamen doğal üretim yöntemleriyle yapılan tarım sistemidir.Organik tarımın amacı; toprak ve su kaynakları ile havayı kirletmeden, çevre, bitki,hayvan ve insan sağlığını korumaktır. Organik tarımın geçmişi 20.yüzyıla dayanmaktadır. Zira çevre bilinci ve ozon tabakasındaki incelme ve dünya geleceğinin tehlikeye girmesi gibi konular gündeme gelmiştir.Önceleri çok çeşitli yöntemler ve teoriler geliştirilmiş, Geliştirilen tüm yöntem veekolleri incelendiğinde görülen temel öğe; ekolojik dengenin korunarak,bitkisel ve hayvansal üretimin birlikte aile işletmeciliği şeklinde yapılması,dolayısıyla üretimden tüketime kısa devrelerin kurularak kendi kendineyeterliliğin sağlanmasıdır.  Bu özelliği nedeni ile 1. ve 2. Dünya savaşları arasında popüler olan organik tarım 1950 yılından sonra Amerika Birleşik Devletleri’nin Marshall yardımı ileönemini yitirmiş, sağlanan ekonomik katkılar ve aşırı desteklemeler sonucu entansif tarım süratle yayılmış, makineleşme, kimyasal ilaç ve gübreler ile kimyasal katkı maddeleri kullanılmaya başlanılmıştır. 60’lı yılların sonunda Avrupa Topluluğu’nun uyguladığı tarımsal destekleme politikaları, 1970 de pestisitlerin ve kimyasal gübrenin keşfi de bu gelişmeye katkıda bulunmuştur.Ancak“Yeşil Devrim” olarak adlandırılan bu tarımsal üretim artışının dünyadaki açlık sorununa bir çözüm getirmediğini, aksine doğal dengeyi ve insan sağlığını süratle bozduğunu gören kişi ve gruplar bu konuda araştırmalara başlamışlardır.Bu araştırmaların sonucunda bilim çevreleri ve sivil toplum örgütlerinin baskısıyla 1979 yılından itibaren DDT grubu pestisitlerin kullanımı A.B.D.’den başlayarak tüm dünyada yasaklanmıştır. Bu durumda organik tarım tekrar gündeme gelmiş, 1980 yılından sonrada tüketicilerin baskısıyla aile işletmeciliği şeklinden çıkarak ticari bir boyut kazanmıştır. ABD’de 0-2 yaş grubu çocuk mamalarının imalinde organik ürünlerin kullanılmasını zorunlu tutan yasanın da bu ticari boyuta katkısını belirtmek gerekir.Organik ürünler ticarete konu olunca beraberinde kontrol ve sertifikasyona ilişkin yasal düzenlemeler gündeme gelmiştir. Avrupa’da önceleri her ülke kendine göre bazı düzenlemeler yapmış, daha sonra 24 Haziran 1991 tarihinde Avrupa Topluluğu içinde organik tarım faaliyetlerini düzenleyen 2092/91 sayılı yönetmelik yayınlanarak yürürlüğe girmiştir. FAO ve Avrupa Birliği tarafından konvansiyonel tarıma alternatif olarak da kabul edilen bu üretim şekli değişik ülkelerde farklı isimlerle anılmaktadır. Almanca ve Kuzey Avrupa dillerinde Ekolojik Tarım, Fransızca, İtalyanca ve İspanyolcada Biyolojik Tarım, İngilizcede Organik Tarım Türkiyedeise "Ekolojik veya Organik Tarım" eş anlamlı olarak kullanılmaktadır. Organik Tarımın amacı ise yanlış uygulamalar sonucu kaybolan doğal dengeyi yeniden kurmaya yönelik insan ve çevreye dost üretim sistemlerini içermektedir. Bu da tarımsal üretimde kullanılan suni gübrelerin, tarım savaş ilaçlarının ve hormonların hiç kullanılmaması ya da mümkün olduğu kadar az kullanılmasınıbunların yerine organik gübrelerin ve biyolojik savaş yöntemlerinin kullanılmasını amaçlamaktır. Bunun neticesinde başta toprak olmak üzere su, hava, çevre ve doğada yaşayan canlıların sağlığını ve yaşam ortamının zarar görmemesi sağlanmaktadır. Hemen aklımıza gelen soru ise organik tarımda kimyasal girdiler kullanmadan verim artışının nasıl sağlanacağıdır. Buda 6 milyarlık Dünyamızın gerekli besin gereksinimini karşılayabilir mi sorununu doğurmaktadır.Organik tarımı geleneksel tarımsal uygulamaları arasında değinilmesi gereken birkaç kritik  noktayı aşağıdaki şekilde belirtmek mümkün: İ· Uzun dönemde yoğun organik tarım ve alışılmadık yöntemler artan nüfus ve eksilen tarım arazileri çerçevesinde gelecek için umut olabilir. Ucuz fosil yataklar tarihe karıştığında, yoğun organik yöntemlerin, yapay gübre ağırlıklı sistemlerin yerini alması kaçınılmaz bir sonun adı olacaktır. İİ· Uzun dönemli çalışmalar organik tarımın enerji etkinliğini ve ekonomik kârlılığını artıracaktır. İİİ· Organik tarımı doğal tarımla da karıştırmamak gerekiyor. Organik tarım, ister doğal koşullarda isterseniz mekanik etkilerle ya da sulama, gübreleme gibi geleneksel teknikleri kullanarak toprak yapısını bozmadan, toprağın kendini yeniden üretmesine özen göstererek üretim yapılması anlamına geliyor. Organik tarım uygulamaları, toprağın doğurganlığını koruma esasına dayanıyor; toprağın kendi kendini yeniden üretmesini güven altına alma disiplini gerektiriyor. İV· Araştırmalar, organik tarımda bitki veriminin belirli bir düşme yaratmadığını kanıtlıyor. V· Organik tarımla endüstriyel tarım kavramlarının bileşenlerinin farklı içerikler taşıdığını bilmeliyiz. Organik tarım ile geleneksel tarım anlayışı arasındaki farkı netleştirmeden tarım politikalarını ve teşvik sistemlerini net olarak betimleyemeyiz. Vİ· Hükümetler, geleneksel tarım ve hayvancılığı destekliyor; piyasada hızla artan organik tarım ve hayvancılık ürünleri talebi karşılanamadığı halde, bu alanda özendirici ve kararlı politikalar ortaya konamıyor. Vİİ· Organik tarım, doğanın binlerce yıl geliştirdiği bir metot olarak algılanıyor; gelensel tarımla yıpranmış toprakların ıslahına çalışırken, bu konuda toprakları göreceli olarak temiz ülkelerin potansiyellerine dikkatetmek gerekiyor. Vİİİ· Organik tarım ve hayvancılık konusunda " kirli bilgi" en büyük engeli oluşturuyor… Belli otorite merkezlerinin organik tarım ve hayvancılıkla ilgili bilimsel verileri kitlelere ulaştırması  gerekiyor. İX· Türkiye organik tarımda potansiyelleri olan bir ülke, konunun yaygın biçimde tartışılması, eksik bilgilerimizin tamamlanması, yanlışların düzeltilmesi gerekiyor…. Organik tarımda zincirin en zayıf  halkası maksimumürün verimine izin vermeyişidir. Organik tarım üründe kaliteyi, çevreye ve canlılara zarar vermeyen sistemi amaçlamaktadır. Ayrıca organik tarımın riskleri diğer tarım sistemlerine göre oldukça fazladır. Bu da organik ürünlerin fiyatını diğer ürünlere göre artırmaktadır. Son yıllarda gerek tarımsal ilaçların, gerekse gübrelerin bilinçsizce kullanımı bitkisel üretimde artışın yanında kalitesiz ve insan sağlığını tehdit edecek ürünlerin ortaya çıkmasına neden olmuştur. Toprağın derinlerine sızan fosfor ve nitrat tatlı su kaynaklarına ulaşmakta bu da insan, evcil hayvan ve yaban hayatı açısından ciddi sorunlara yol açmaktadır. Örnek olarak ilaçlama ile çevredeki bir göl ve paralel olarak o gölde yaşayan canlılar zarar görebilir. O gölün suyunu kullanan insanların zarar görebileceği gibi, gölden avlandığı bir balığı yiyen kuş bambaşka bölgelere hastalık taşıyabilir. Ayrıca kimyasal tarım ilaçları toprakta birikmekte, bitki sağlığını olumsuz yönde etkileyerek ekolojik dengeyi bozmaktadır. Konvansiyonel tarımda verim artışı sağlanırken, üretimde çevre dengesi bozulmuş, iyi tarım toprakları elden çıkmış ve toprağın canlı kısmı ölmüştür.Topraktan kaybolan bu maddelerin tekrar telafisi çok pahalıya mal olmaya başlamış ve bazen de olanaksız hale gelmiştir. Dünya nüfusunun artması ve entansif tarımın yaygınlaştırılması, birim başına düşen verimin ve dolayısı ile üretimin artırılması için sağlanan teşvikler ve aşırı destekler sonucu ve 1970'de pestisitlerin ve kimyasal gübrenin keşfi ile "Yeşil Devrim" olarak adlandırılan tarımsal üretimin artırılma çabalarının dünyadaki açlık sorununa çözüm olmadığı, aksine doğal dengeyi ve insan sağlığını sürekli bozduğunu gören gelişmiş ülkeler organik tarım, sürdürülebilir tarım ve değişik tarım alternatifleri konusunda çalışmalara başlamışlardır.Bunun sonucunda Dünya'da Organik tarıma yönelim başlamıştır. Türkiyedeki Yeri Ülkemizde organik tarıma yönelik faaliyetler, Avrupalı ithalatçıların özellikle kuru üzüm ve kuru incir talepleri üzerine 198485 yıllarında Ege Bölgesinde başlamıştır. O yıllarda ülkemizdeki organik tarım Uluslararası Organik Tarım Hareketleri Federasyonu (IFOAM) kurallarına göre yürütülmüştür. Hukukî ve kurumsal düzenlemeler bağlamında, Türkiyede organik tarım sektörünü üç ayrı dönemde incelemek mümkündür. Birinci dönemde (1984 1993) herhangi bir ulusal hukuki düzenleme bulunmamaktadır. İkinci dönemde (19942002), yönetmelik düzeyinde bir takımyasal düzenlemeler yapılmış ve organik tarım faaliyetleri bir takım komiteler vasıtasıyla yürütülmüştür. Üçüncü dönemde ise (2003), organik tarım sektöründeki faaliyetlerin tam bir yasal dayanağa kavuşturulması amacıyla 03Aralık 2004'de Organik Tarım Kanunu yayımlanmış ve bunu takiben, 2092/91 sayılı Organik Tarım AB Konsey Tüzüğü ile büyük oranda uyumlu olan Organik Tarımın Esasları ve Uygulanmasına İlişkin Yönetmelik 10 Haziran 2005de yürürlüğe girmiştir. Ayrıca üçüncü dönemin başlangıcında, organik tarıma yönelik tüm faaliyetler, Tarım ve Köy işleri Bakanlığı (TKB) Tarımsal Üretim ve Geliştirme Genel Müdürlüğü (TÜGEM) bünyesinde kurulan teknik bir daire başkanlığına devredilmiş ve halen Alternatif Tarımsal Üretim Teknikleri Daire Başkanlığı olarak isimlendirilen bu birim tarafından yürütülmektedir.Şu an gelinen durum itibarıyla, ülkemizde organik tarım faaliyetleri 3 Aralık 2004 tarih ve 25659 sayılı Resmi Gazete'de yayımlanan 'Organik Tarım Kanunu'' ile bu kanun gereğince 10.06.2005 tarih ve 25841 sayılı Resmi Gazete'de yayımlanarak yürürlüğe giren 'Organik Tarımın Esasları ve Uygulanmasına İlişkin Yönetmelik'' hükümlerine göre yürütülmektedir. Organik tarım kanunu ile sektörde meydana gelebilecek ihlallere karşı cezai yaptırımlar ile kontrol ve sertifikasyon hizmetleri yasal zemine oturtulmuştur. 10.06.2005 tarihinde yayımlanarak yürürlüğe giren Organik Tarımın Esasları ve Uygulanmasına İlişkin YönetmelikleAvrupa Birliği komisyonunun sürekli güncellediği 2092/91 sayılı yönetmeliği en son şekli ile güncellenmiş ve organik tarım faaliyetleri AB ile uyumlu bir şekle kavuşturulmuştur.Dış pazarlarda istenen çeşitlerin, talep edilen miktarlarda ihraç edilerek pazarlanması yayımlanan bu yönetmelikle mümkün olmuştur. Bunu takiben, AB ilgili mevzuatında gelişen ilave değişikliklerin içselleştirilmesini teminen 17 Ekim 2006 tarih ve 26322 sayılı Resmi Gazete de yayınlanan Organik Tarımın Esasları ve Uygulanması Yönetmeliğinin çeşitli maddelerinde değişiklik getiren Yönetmelik Değişiklik Yönetmeliği yürürlüğe geçirilmiştir. Bitkisel Üretim Ülkemizde organik üretim yapan üretici sayısı, üretim miktarı, üretim alanları ve ürün çeşitliliği yıllar içinde artış göstermiştir. 1996 yılında 1.947 olan organik ve geçiş sürecindeki üretici sayısı 2006 yılında 14.256ya ulaşmıştır. Buna göre on yıldan beri üretici sayısında 7 kat artış gerçekleşmiştir Üretim alanları itibarı ile 1996 yılında 6.789 ha olan üretim alanı 2006 yılında 192.789 ha olarak gerçekleşmiştir. Alanlar üzerinden bir kıyaslama yapıldığında 2006 yılı itibarı ile 1996 yılına göre alandaki artış miktarı 28 kat olmuştur.Lakin son yıllarda üretim alanlarında düşme gözlenmiştir bu nispi düşüşün nedeni, doğal toplama alanlarındaki azalıştır. Ancak, kültür üretimi yapılan alan miktarında ise artış söz konusudur. Toplam ürün çeşidi 1996 yılında 26 iken 2006 yılında 203 ürüne çıkmıştır. Genel olarak organik tarım artış göstermektedir. Ancak, son birkaç yıldır üretim alanında fazla bir değişimin gerçekleşmemesinin nedeni  ise yapılan çalışma ve denetimler neticesinde sistemde faaliyeti olmayan atıl haldeki üreticilerin veri tabanından çıkarılmasından kaynaklanmaktadır. Türkiyede hayvancılıgın durumuna iliskin olarak söylenenlerin en çarpıcı olanı  hayvancılık konusunda uzun vadeli belirgin bir politikanın olmayışıdır.Daha sonra hayvancılığın genel yapısı ele alınmıstır. Bu çerçevede, hayvancılıgın Türkiyede genelde geleneksel, kendi kendine yeterliligi benimseyen, karma ve kapalı sistem bir üretim modeli benimsedigi belirtilmis ve kanatlı yetistiriciliginde tamamen entansif üretim yapıldıgıvurgulanmıstır. Yine bu kongrede organik hayvancılıkta doğal otlatma alanlarının büyük önem taşıdığı ve bu bağlamda Türkiyenin toplam alanının %17sini çayır mera alanlarının oluşturduğu vurgulanmıstır. Türkiyede düsük verimli olan çayır meraların veriminin arttırılması için gerekli önlemler sıralanmıstır .Bunun akabinde; arıcılık, koyun ve keçi yetistiriciligi, sığırcılık ve tavukçuluk alanlarında organik üretimin düsük oldugu ancak organik üretim potansiyelinin yüksek olduğu ifade edilmistir.İhracat Ülkemiz Organik ürün ihracatında birçok kaynakta ortalama 35 milyon dolar olduğu yazılmaktadır fakat Tarım ve Köy işleri Bakanlığının kontrol-sertifikasyon kuruluşlarından sağlıklı ve düzenli veri temini konusunda yaşadığı sorunlar nedeniyle yıllık 30 milyon dolarlık kısmı ihracat kayıtlarda görülebilen, ancak yıllık 130-150 milyon dolar düzeyine ulaştığı tahmin edilmektedir.Organik tarımın Dünyadaki Pazar hacmi 40 milyar dolar seviyesindedir.Bu pazarda Türkiyenin ihracatı yaklaşık 150 milyon dolar olup iç Pazar seviyesi ise 5 milyon dolar seviyesindedir. Türk organik ürün sektörü ihracatının, 2012 yılında 1 milyar dolara ulaştırılması ve halen toplam ekili alanlar içinde binde 8 civarında olan organik ürün sahalarının 2012 yılında yüzde 3'e çıkarılması ayrıca, 5 milyon dolar civarında olduğu tahmin edilen iç pazar hacminin aynı sürede 50 milyon dolara çıkarılması hedeflenmektedir. Referanslar:  1-Türkiyede ve ABde Organik Tarım mevzuatının son durumu(http://organik.bahcesehir.edu.tr)  2-Organik Tarım Türkiye 1.Kongresi Raporu(http://organik.bahcesehir.edu.tr/UserFiles/File/rapor/turkcetoplu.pdf)  3-Organik Tarım (http://www.ankara-tarim.gov.tr ), Fotoğraf::Kafkas Dağlarının eteklerinde saklı cennet /Memleketim

Türkiye‘nin Bitmeyen Yedi Düvel Savaşının “Sakıncalı Piyadesi“

“Radikal Blog“da ki Denemelerimden..(8). Türkiye‘nin Bitmeyen Yedi Düvel Savaşının“Sakıncalı Piyadesi” İlk söz:Bugün bir yandan büyük bir vatanseverin ve yorulmaz bir devrimcinin katledişinin, bir yandan da ülkemizi ucuz bir işgücü deposuna dönüştürerek emperyalist tekellerin sömürüsüne  açan ekonomik darbenin yıl dönümü. Yaşadığı, gazeteciliği sürdürebildiği bir Türkiye çok farklı olurdu... Bir Pazar Sabahıydı Ankara Kar Altında..."HakIıdan yana değiI, güçIüden yana oIanIar korkak ve kaypak oIurIar.. Güç merkezi değiştikçe dönerIer; fırıIdak oIurIar." Yitirilmiş değerlerden içimizdeki bir iz: Uğur Mumcu.... Saygıyla... "Sakıncalı piyade" kitabının son satırları.Birlikte okuyalım... "Patnos'da çok şey kazandım. Orada, «halk» dediğimiz soyut kavramın ne olduğunu canlı örneklerle anladım. Siirtli Maşallah Çavuşu, Trabzonlu Osman Çavuşu, Denizlili Havancı Niyazi'yi, Kırklarelili Recep'i, Mersinli Mithat'ı, Ankaralı Dinçay'ı tanıdım. Her biri, birer insanlık simgesi gibi çevremizde, bizlere, «Hoca Nasrettin gibi ağlayan, Bayburtlu Zihni gibi gülen» halkın en taze güllerini sundular. Yüreklerimize duygu pınarlarından şelâleler akıttılar. Erlik işleminden sonraki aşamalar, işleri büsbütün arap saçına döndürdü. Şimdi ne er sayılıyorum ne de yedeksubay.. Böyle olunca, ikisinin arası, astsubay yapacaklar galiba!. Evet, evet. ne olursa olsun, ben Patnos dağlarında halk çocuklarıyla er olarak askerlik yapmayı, emekli olduktan sonra, siyasal iktidarın uzattığı yönetim kurullarında, onbinlerce lira para alan orgeneral olmaya değişmem! " Bu arada bizim için çok önemli  ve  anlamlı bir notumuzu birlikte okuyalım: Şırnak'ın Uludere ilçesi Gülyazı köyünde, askerleri taşıyan minibüs şarampole yuvarlandı. Kazada 9 asker ve 1 korucu şehit oldu, çok sayıda asker yaralandı. İlk yardım Gülyazı köyünde yaşayanlarından geldi. Türk Milletinin birliğini ve beraberliğini istemeyen bu Küresel Güçlerin ve Küresel Mafya Örgütünün istemediği bir görüntüydü. İşin ilginç yanı Ortasu Muhtarı Haşim Encü Bombardımanda ölen köylülerden 8’ine akraba olmasına rağmen, dün kazada yaptığı yardım https://bit.ly/39icHzQ için eleştiride bulunanlara , Encü'nün verdiği yanıt manidar ve herkese ders olacak nitelikte, “Niye ilginç bulmuşlar ki! Bu asker de bu vatanın evladıdır, biz de... Bizim 34 insanımızın ölmesiyle bu askerlerin yaralanmasının ne ilgisi var? Ne yapacaktık? Elimizi kolumuzu bağlayıp oturacak mıydık? İlginç bir şey değil insani bir görevdir” diye konuşması. Ayrıca ,Irak sınırındaki operasyonda ölen 34 kişi arasında oğlu da bulunan Emine Ürek kaza ile ilgili yaşadıklarını anlattı. Ürek, “Ana yüreği benimkisi, aynı acıyı hissettim . Yaralı bir askerin başını, yardım gelene kadar dizime koydum. Yerde yaşamını yitiren askerleri görünce oğlum aklıma geldi" dedi. Etle tırnak gibi olan bu halkın sağduyusu ile emperyalistlerin ve onların uzantılarının oyunu her zaman olduğu gibi bozuldu. Mübarek Ramazan bayramında da Gaziantepde'de sergilenen acı oyunda olduğu gibi: Çoluk çocuk demeden ; kutsal gün demeden saldıran gözü dönmüş bu canilerin; O kadar silahlı baskıya, O kadar tehdite rağmen !.. Türk Milleti bu oyuna gelmedi!... Gelmiyecekte!... Bu toplumu bölmeyi başaramayacaksınız!.. Başaramadınızda!... Bu olay bize , bugün ölümünden büyük üzüntü duyduğumuz ve kendisini saygıyla andığımız Uğur Mumcu'nun sözlerini hatırlattı!.. Uğur Mumcu Türkiye’nin aydınlık yüzüydü, Dünya da ender rastlanan toplumu aydınlatmaya, bilinçli hale getirmeye, afazilikten kurtarmaya çalışan yazarlardan biriydi. Atatürkçü ve onurlu kişiliği ile ışık tuttu. Onun kitapları ile büyüdük. Bizden sonra gelen kuşaklarda onu asla unutmayacak. Unutturmayacağız çünkü! Uğur Mumcu düşüncesiyle, yazılarıyla hep bizimle yaşıyor ve yaşayacak. Milyonlarca kişi aynı düşüncededir diye umut ediyorum!... Uğur Mumcu 19 Ağustos 1981'de "Bir ulus, ne kadar okuma-yazma, öğrenme, araştırma eğiliminde ise, o kadar sağlam, o kadar hoşgörülü ve demokrat yapıda olur'' demişti. Yani tam 31 yıl önceki bu sözleri halen gerçekliğini koruyor. Ama bu geçen 31 yıl içerisinde ne kadar demokrat olduk bilemiyorum!.. Ama Uğur Mumcu demokrasinin güneşi olduğu bir gerçek! Yazdıkları ve söyledikleri hala geçerliliğini koruyor! "Lozan hezimet" diyenlere,bu bağımsızlık tapusunu yırtmak isteyenlere  Uğur Mumcu'nun kaleminden öyle bir kapak "Lozan ve Sevr" birlikte okuyalım: Üç gün sonra, Lozan Antlaşması'nın 60. yıldönümünü kutlayacağız. İsviçre'nin Lozan kentinde, 60 yıl önce imzalanan bu antlaşmayla Türkiye, Kurtuluş Savaşı'nın sonuçlarını bütün dünyaya onaylatmıştı. Altmış yıl sonra İsviçre'nin aynı Lozan kentinde, “Dünya Ermeni Kongresi” düzenleniyor. Bunun özel bir anlamı olsa gerek. Bunun anlamını değerlendirmek için Kurtuluş Savaşı öncesine kısaca göz atmak ve o yıllarda Ermenilerle Rumların kimlerce nasıl desteklendiklerini anımsamak gerekir. Kurtuluş Savaşı öncesinde, emperyalist güçlerin, Türkiye toprakları üzerinde Rum ve Ermeni devletleri kurma ve bunları kendi güdümlerine bağlama girişimleri, Kurtuluş Savaşıyla boşa çıkartılmıştır. Türkiye'yi de “manda” adı verilen yönetim biçimiyle kendine bağlamaya çalışan Amerika, Türkiye toprakları üzerinde kurulacak bir Ermenistan devletinin de “vesayetini” üzerine alma amacındaydı. Erzurumve Sivas Kongreleri, Türk toprakları üzerinde dış destekli Ermeni ve Rum devleti kurma planlarına karşı ulusal bilinci eyleme geçirmiş ve Kurtuluş Savaşının antiemperyalist kavgası, bu kongrelerde biçimlenip yönlendirilmiştir. Yakın tarihimizden bu yana, emperyalist güçler, Türkiye'de hep ayrımcı güçleri örgütlemek ve desteklemek istemişlerdir. Amaç aynı amaç, plan aynı plandır. Kurtuluş Savaşı önce-sindeki bu çabalar, Türkiye Cumhuriyeti kurulduktan hemen sonra da sürdürülmüş, etnik kökenli ve dış destekli isyanlarla karşılaşılmıştır. Bunları unutmuş değiliz. Amerikan misyonerlerinin ve Anadolu'da kurulan misyoner okullarının, Kurtuluş Savaşı öncesinde, Ermeni ve Rum toplulukları üzerinde nasıl bir ayrımcı siyaset izledikleri bugün belgelerle sabittir. Ermenilere, o tarihte Amerikalılar tarafın-dan silah yardımı yapıldığı ve doğu illerimizin, Ermenilere güvence vermek gibi yapay gerekçelerle Amerikan askerleri tarafından işgalinin düşünüldüğü, bugün Amerikan ve İngiliz gizli belgeleriyle kanıtlanmış durumdadır. Yeter ki tarih arşivindeki bu belgeleri okumayı ve yorumlamayı bilelim... Lozan Konferansında Amerikan delegelerinin, “Ermeni yurdu projesi” getirdikleri ve kongrede sonuna dek bu projeyi savundukları, Lozan görüşmelerinin tutanaklarında yazılıdır. Amerika'nın ünlü Devlet Başkanı Wilson'un “Ermeni devleti” önerileri de aynı yakın tarihin arşivindedir. Amerikan hükümetinin Lozan Antlaşması'nı onaylamamasının nedenlerinden biri, Ermeni devleti kurma projesinin başarısızlığa uğramış olmasıydı. Bunları da unutmuş değiliz. 1974 “Kıbrıs Barış Harekâtı”ndan sonra başlatılan ve yer yer Rum desteğiyle sürdürülen Ermeni siyaseti ve terörü, bugün de hiç şüphesiz, değişik amaçlı ve çok uluslu desteklere sahiptir. Fransa'nın Ermeni terörü konusundaki utanç verici tutumu, Amerika'da dikili Ermeni anıtları, bu yeni “Haçlı zihniyeti” ile ilgilidir. Yanılmayalım; Ermeni terörü yalnızca eylemci teröristlerle ilgili bir sorun değildir. Önemli olan, Ermenilerin dünya çapında kurdukları ilişkiler, sağladıkları destekler ve bunların siyasal nitelikleridir. Ön plana çıkartılması gereken, siyasal desteklerdir. Terörün yıllardır Türkiye'yi, “destabilizasyon” adı verilen anarşi ve iktidar boşluğu ortamına sürüklemeyi amaçladığı, gün geçtikçe daha iyi anlaşılıyor. Ve gün geçtikçe, tıpkı Kurtuluş Savaşı öncesinde olduğu gibi Ermeni-Rum ve öteki ayrımcı güçlerin çok uluslu desteklerle bir araya geldikleri de görülüyor. Amaç, Lozan Antlaşmasını hükümsüz sayıp Sevr Anlaşmasını yürürlüğe sokmaktır. Türkiye, emperyalizmin bu eskimiş kirli oyununu dün olduğu gibi bugün de elbet tarihin çöplüğüne atmasını bilecektir. Bu “kurt kapanı” karşısında Kurtuluş Savaşımızın o kutsal “Kuvvayı Milliye ruhunu” diriltmek, Atatürk'ün “tam bağımsızlık” inanç ve siyasetini bir bayrak gibi dalgalandırmak tek seçenektir. Emperyalisti yenecek güç ulusal birlikten geçer. Bu oyunları tek tek aydınlığa çıkaracak ve ulusça üstesinden geleceğiz. Yeter ki, “tam bağımsızlık” ruhunu ve bilincini yeniden diriltelim ve “Kuvvayı Milliye türküleri”nde ulusça bir araya gelelim... (Cumhuriyet, 21 Temmuz 1983) Bakınız 22 yıl önceki şu sözlerini bugünlerde daha iyi anlıyoruz!.. "Bugün Türkiye'de Türkü Kürde, Kürdü Türk’e; Alevi’yi Sünni’ye, Sünni’yi Alevi’ye; Müslüman’ı Laiklere, Laikleri de Müslümanlara düşman eden bir siyaset izleniyor. Ve bu Siyaset Kürt Terörizmi ve İslamcı Terör ile destekleniyor. Günümüzün Uğursuz Siyaseti ve Kanlı Stratejisi de budur!" (Uğur Mumcu, 27 Mart 1990) "Kürtler üzerinde "Amerikan mandacılığı" hazırlığına kimse "sosyalizm","Marksistlik" ya da "devrimcilik" etiketi yapıştırmamalıdır. ABD emperyalizmi, gerçekten "emperyalizm" ise Kürt sorunun bu kadar canlı tutulmasında da bu emperyalist siyasetin güttüğü amaç niçin göz ardı ediliyor?" (Uğur Mumcu, 5 Aralık 1989) Uğur Mumcu ; Atatürk Milliyetçilik kimliğinin bayrağıydı! Tüm yaşantısında Hırsızlarla, Üç kâğıtçılarla, halkı soyanlarla kimsenin sesini çıkaramadığı ve herkesin kalemini bir yerlere sattığı anda yazılmayacak çok şey yazdı. Bir gün bir bedel ödeyeceğini biliyordu, ama bile bile yazdı. Bugün olsa yine yazardı! O Toplum için yazdı, yüzünü güneşe çeviren insanların umudu için yazdı! Ve ömrü boyunca mücadele etti, gelecek nesillere bir tutam ışık, namus ve özgürlük bırakabilmek için!... Türkiye böyle bir kalem görmedi, böyle cesur bir yiğit hala gelmedi! "Her parçamdan benim gibiler, beni aşacaklar çıkacaktır!" diyordu. Gerçekten de öyle olacağına ilişkin umudumu hiç yitirmedim. Birileri, Uğuru geçmişte de susturamadı, bugünlerde de onun gibi düşünenleri susturamayacaklar! Son Söz: "Tarihte Atatürk’e düşman olup da Türk’e dost olan çıkmamıştır! Atatürk, Türk Milletinin mavi gözlü bozkurtudur." “Kemalizm geçmişin bekçiliği değil, geleceğin öncülüğüdür!” Bu yalın bilimsel saptama günümüzde, dün olduğundan çok daha geçerli.. Kadim – Aydınlık Anadolu halkı “hancı” dır.. Kervana aykırı olanlar dökülecek / ayıklanacak ve aydınlık tarihe – geleceğe diyalektik yolculuk asla engellenemeden sürdürülecektir. Türkiye’nin ve insanlığın geleceği kesin olarak bilimsel akılcılıkla kurulacaktır ki bu olguya  Büyük önder neredeyse 100 yıl önce işaret etmişti : Yaşamda en gerçek yol gösterici bilim ve fendir.. Bilim ve fen dışında yol gösterici aramak aymazlıktır, sapkınlıktır.. Benim manevi mirasım akıl ve bilimdir.. Türkiye Cumhuriyeti sonsuza dek yaşayacaktır; hiç kimse bu gerçeği aklından çıkarmamalıdır. Uğurlar Olsun... "Bir Pazar Sabahıydı Ankara Kar Altında Zemheri Ayazıydı Yaz Güneşi Koynunda Ucuz Can Pazarıydı Kalemim Düştü Kana Zalımlar Pusudaydı Bedenim Paramparça Ucuz Can Pazarıydı Kalemim Düştü Kana Uğurlar Olsun Uğurlar Olsun Hüzünlü Bulutlar Yoldaşın Olsun Bir Keskin Kalem Bir Kırık Gözlük Yürekli Yiğitlere Hatıran Olsun Çevirdim Anahtarı Apansız Bir Ölüme Şarapnel Parçaları Saplandı Ciğerime Ucuz Can Pazarıydı Kan Doldu Gözlerime İsimsiz Korkuları Katmadım Yüreğime Bembeyaz Doğruları Yaşadım Ölümüne Uğurlar Olsun Uğurlar Olsun Hüzünlü Bulutlar Yoldaşın Olsun Bir Keskin Kalem Bir Kırık Gözlük Yürekli Yiğitlere Hatıran Olsun" ------------------------------- (***) İlgilenen  ve Bilmeyenler  İçin  önemli bir not:    “Yedi düvel” derken... i- Birden fazla güce işaret edilmektedir. ii- O güçlerin arkasındaki güçlere vurgu yapılmaktadır. iii- Emperyalizme dikkat çekilmektedir. iv- Güçler arasındaki eşitsizliğin ve dengesizliğin altı çizilmektedir. Okumak isteyenler için "Sakıncılı Piyade"https://bit.ly/3q9a8ah