İlk Söz: Vasatın egemenliği yersiz iltifatla kurulur...
"Tmes2016|35. Türkiye Muhasebe Eğitimi Sempozyumu " nda bir öğretim üyesinin
kulakları çınlasın...
"Hangi muhasebe dersi olsa verirmiş"
"Bir Sempozyum" geride kalırken...
Üniversitelerin geldiği nokta...
Bu öğretim üyesi ile konuşurken aklımdan
“Ne Ders Olsa Veririz (Akademisyenin Vasıfsız İşçiye Dönüşümü)" kitabı geldi...
Bu kitaptan uzunca alıntıladığım bu paragrafı birlikte okuyalım:
“Görüşmecilerimizin kimlikleri ve bağlı bulundukları bölümler ve kurumlar,
bu çalışmada da sözü edilen güvensiz akademik ortam ve işten çıkarılma
tehditleri nedeniyle her zaman bizde gizli kalacaktır.
Günün birinde hepimizin korkmadan ve tehditlere maruz kalmadan
fikirlerimizi söyleyebileceğimiz, eleştiri yapabileceğimiz
ve deneyimleri paylaşabileceğimiz bir akademik ortam oluşana kadar,
şimdilik sadece kendi kimliğimizi açıklamakla ve kendimizi olası baskı
ve işten çıkarılma gibi tehditlere açık hale getirmekle yetiniyoruz.”
Entelektüel donanımın inşa edildiği, bilimsel çalışmaların sürdürüldüğü
bir yerden aktarılacak tecrübeler öncesinde, uyarı amaçlı bunları okumak
tabii ki de manidar.
Rehin alınmış bir zümreden bahsediliyor sanki…
Diplomanın satın alınan bir şeye, öğrencinin ise müşteriye dönüşmesi
vakıf üniversitelerinin “piyasaya” girmesiyle başlıyor.
Haliyle öğrencilere velinimet gözüyle bakılıyor.
Akademisyenlerin ise kafası karışık. İşçiler mi? Ya da İngilizcede belirsiz/ muğlak
anlamında kullanılan precarious ile proletaryadan türeyen
prekarya denilen tanımlamanın mı içindeler?
Emeğin güvencesizleştirilmesi ve vasıfsızlaştırılması konuşulurken
akademik dünya bundan azadeymiş gibi davranılır.
Neden bu camia arasında da “kol kırılır yen içinde kalır?”
İnsan hakları, toplumsal adaletsizlik gibi konularda duyarlı
olduğu düşünülen akademisyenlerin, kendi uğradıkları
haksızlıklar karşısında gösterdikleri suskunluk neye bağlanabilir?
“Ne Ders Olsa Veririz” kitabı bu soruyu yanıtlıyor:
“Akademik mitlerin muhtemelen en yaygın kabul görmüş
ve kemikleşmiş olanı ‘manevi tatmin’e dair olanıdır.
Buna göre, akademisyenlik, bir işten öte, kişinin yalnızca
kişisel zevkleri veya siyasi/ moral değerleri doğrultusunda seçmiş olduğu
bir yaşam biçimidir.
Akademik kariyeri seçen bir kişinin, mesleki olarak,
yaptığı işin içeriğinden aldığı hazdan öte
hiçbir beklentisi yoktur veya olmamalıdır.”
Ülkemizde kafa karışıklığı son sürat devam ediyor.
Bunu yeni mezun milenyum kuşağı genç akademisyenler
kadar pek çok diğer akademisyenlerde görüyoruz.
Olabilir, insanın bilmediği konuda düşünceleri net olmayabilir.
Bunda sorun yok. Sorun şurada; bilmediği alanda insanlar
büyük büyük laflar etmemeli.
Bir kavram ne zaman tehlikeli olur?
İçeriği bulanık olduğu halde, herkes bu kavramı bildiğini sanınca."
Bizim gördüğümüz; i- çok bilenler, ii- bilmediğini bilenler mütevazı.
iii-İkisi arasındaki büyük ve kuru kalabalık oldukça küstah ve ukala.
"Hiçleşmenin Sistamatik Arka Planı"
Akademik emeğin ve bilginin metalaşması
Serbest piyasa ekonomisi, kârı sürekli maksimize etmek için,
mümkün olan her şeyi piyasaya sürme
Türkiye malesef halen "gelişmekte" olan ülkeler kategorisinde.
Yüzyıllardır büyüyen açığı kapatmaya çalışıyoruz.
Ama işimiz kolay değil.
Nedenlerinden bir tanesi; bir çok alanda literature
bir şey katamadığımiz gibi var olan kavramları da
ya dilimize tam çeviremiyoruz veya
ne anlama geldiklerini bilmiyoruz.
İş dünyasındaki her Japon 'reengineering'in ne olduğunu bilir,
doğru kullanır ama üzerinde bir de 'kaizen' eklemiştir.
Sağlıklı bir iletişim kurulabilmesi için öncelikle sözcükleri gerçek
anlamında kullanmamız, kişisel anlamlar yüklemememiz,
anlamını bilmediğimiz kelimeleri kullanmamamız dolayısı ile
ortak bir dil geliştirmemiz gerekir.
Bir çok disiplin için geçerli bu kural özellikle Muhasebe
biliminde hayati önem taşıyor.
Çünkü markalarınız kadar büyük, işletmeleriniz
kadar güçlüdürsünüz. Muhasebe bilimi,
işletmelerin sahip olduğu varlıklarını en etkin,en etkili ve
en verimli bir biçimde kullanılmasına yol gösteren bir bilim dalıdır..
Varlıklarını en etkin, en etkili ve en verimli bir biçimde
kullanmayan işletmelerde hiç bir zaman küresel olamaz.
Söz konusu bu model ve yöntemleri doğru uygulayabilmek
için herşeyden önce kavramların (terms) doğru anlaşılması
ve kullanılması gerekir.
Bugünün yeni normalinin, 20. yüzyılın son çeyreğinden beri,
serbest piyasa ekonomisinin bu negatif seleksiyon etkisini
nötür hale getirip pozif etkiye dönüştürecek olan alt yapının
genetik kodları da mutasyona uğratığını çıkarsamasını
eski deyimle istihraçını yapmak zor olmasa gerekir..
1980’ler de, serbest piyasa ekonomisin
alt yapısında yaşanan değişim ve dönüşümün
arka .planında, serbest piyasa ekonomisinde
baş gösteren krizi aşmak için, emek esnekleştirilirken
yeni teknolojileri kullanmak suretiyle üretimi talebe endekslenmiştir.
Üretimin talebe endekslenmesi, yani emeğin piyasaya tâbi kılınması,
ülke ekonomilerinin üst yapılarında ki kodlarında da değişme neden olmuş.
Siyasi düzlemde, neoliberalizm sistemin üretim, örgütlenme
ve revize bağlamındaki katılıklarının aşılmasını sağlayacak olan
ve deregülasyon kisvesi altında sermayenin lehine
re-regülasyon yapan neoliberal devlet modeli hayata geçirilmek suretiyle,
sosyal devlet kazanımları aşama aşama geri çevrilmiştir.
Sosyo-psikolojik düzlemde de, emeği kendi isteğiyle piyasanın
gerektirdiği sınırsız çalışma düzenine girecek hâle getirebilmek için,
çalışanın işle özdeşleşme derecesini azamiye çıkartacak
ve merkezsiz otorite konsepti üzerine kurulu yeni bir
işletme modeli hayata geçirilmiştir . Bu sayede, daha önce emeğin
tümden metalaşmasının önünde duran siyasi
ve psikolojik/zihinsel bariyerler, 25-30 yıllık bir süre zarfında
büyük ölçüde bertaraf edilmiştir. bilgi toplumuna geçişin
üretimin yapısında yol açtığı değişim ve 1980’lerin başından
beri küresel çapta uygulamaya konan neoliberal politikalar,
emeğin bütün türleri üzerinde aşındırıcı bir etki göstermiştir.
Bu noktada, daha önceki dönemde piyasaya sunulmamış olan
yaşamsal öğelerin de bugün artık metalaştığını söylerken,
bunun, aynı zamanda, ister istemez, o ürünü ortaya koyan
insan emeğini de serbest piyasa ekonomisinde ücretli emek
ilişkisine sokması, yani onu da piyasada satışa çıkarılacak
bir meta hâline gelmesine neden olmuştur.
Dolayısıyla, insan yaşamının tüm yönlerini piyasa koşullarına
dâhil oluyorsa, insanın üretici gücü de o kadar çok alanda
sermayenin tahakkümüne girmiş ve kendisine yabancılaşmıştır.
Bu anlamda neolibaralizm, simgeler, bilgi, iletişim, duygulanım,
arzu gibi maddi olmayan (immaterial) ilişkisel öğeleri
serbest piyasa ekonomik süreçlerine sokarken, bunları üreten
ve yeniden üretilmelerini sağlayan maddi olmayan
emeği de (immaterial labor), ücretli emek ilişkisine sokmuştur.
Buradaki yabancılaşmanın ikili bir boyutu olduğunu söylemek mümkün.
Birincisi, daha önce piyasa dışı ilişkilerin bir parçası olan hizmet,
bakım, duygulanım, iletişim vb. temel toplumsal fonksiyonların
metalaşmasıyla birlikte, artık bu işlevleri serbest piyasa ekonomi
koşulları içerisinde yerine getirmek durumunda kalan emek biçimleri,
aynı işlevleri, iş yaşamı dışında yerine getiremez hâle gelmesi
kaçınılmaz olmuştur. Bu durum, yalnızca birincil yakınlıktaki
ilişkilerin temel bazı işlevlerinden soyutlanarak erozyona
uğramasına neden olmakla kalmamış. Bunun yanında
ücretlendirilmemiş emeği, yani serbest piyasa ekonomisinin
gereksindiği emek gücünün yeniden üretimini sağlaması
bakımından sistem için elzem olan sistem-dışı bir mekanizmayı da
saf dışı bırakmıştır..Birincinin sonucu olan
ikinci bir yabancılaşma boyutu ise,
sözü edilen bu ücretlendirilmemiş hizmetlerin artık onlara
gereksinim duyan kişiler tarafından bizzat yerine getirilememesi nedeniyle,
“dışarıdan” satın alınmak zorunda kalmasıdır.
Böylece, önceden gönüllülük, karşılıklılık
ve paylaşım esasına dayanarak ve (bireylerin, bu öğeleri
kendi gereksinmeleri doğrultusunda, kendileri için üretmeleri
anlamında) yabancılaşmamış bir emek tarafından gerçekleştirilen
bu hizmetler de artık birer sektör ve piyasa ürünü hâline gelmiştir.
İnsan yaşamının giderek daha fazla veçhesinin piyasaya
intikal etmesiyle kastedilen de budur. 1980’lerden başlayarak,
İkinci Dünya Savaşı sonrası dönemin refah devleti kazanımlarbir bir
geri alınmak suretiyle, piyasa ilişkileri tüm toplumsal alanlara nüfuz ederken,
akademik/bilimsel üretim alanı da elbette bunun dışında kal(a)mamıştır.
Arzu, merak gibi kişisel itkilerle yapılagelmiş olan bilgi üretiminin de,
aslen kolektif sorumluluğun alanına giren eğitimin de,
artık kullanım değeri yerine piyasa değeri üzerinden
tanımlanarak araçsallaştığı görülmektedir. Bu trend, sıklıkla,
artık gündelik sohbetlerde bile kullanılır hâle gelmiş olan üniversitenin
“şirketleşmesi” olgusu çerçevesinde ele alınır olmuştur.
Ancak “ticari üniversite”, “akademik kapitalizm” vb. slogan vari tanımlamalar,
meselenin boyutlarıyla ilgili yüzeysel
ve muğlak bir mefhum vermekten öteye gidemez.
Bilimsel üretim ve eğitim kurumlarının piyasa kurallarıyla işlemeye
başlamasını, yalnızca öğrencinin müşteri hâline gelmesinden
öte, emeğin ve bilginin eşzamanlı metalaşması çerçevesinde
ele alınması yadsınamz bir gerçektir.
Ülkemizde, sistemsizliğin boşluklardan yararlanma eğiliminin
hakim olması ciddi sorunlarımızdan sadece biri.
Ama esas sorumuz siyasette, bürokraside ve
iş dünyamızda kök nedenler üzerine eğilme yerine,
piyasa üst göstergelerine takla attıran,
herkesle iyi geçinmeyi hayatın gerçekliklerinden
daha önemli bulanların “vasatlık ortaklıklarıdır”.
İş insanlarımız, haber ve yorumlarına değer verdikleri
insanların geleceği inşa etmede kendilerine
ne kattıklarını sorgulamalı.
Sorgulama zor iştir; zoru başarmak da değerli olandır;
vasatlık rantını paylaşmak değildir…
Dünya üniversitesi olma ülküsüne yönelik olarak "Türk Ulusunu”
çağdaş uygarlığın en ön safhasına geçirme,bilimde, teknikte özgür
ve bağımsız olarak hareket edebilme,dünyanın en gelişmiş ülkesi olarak
diğer ülkelere liderlik edebilme
ve sürekli ilerlemenin bir düşünce-nesnesi olarak somut çıktılar elde edebilmek için
Ulusal irade seslenişi yeteneğini, diğer bir deyişle kolektif ruh/irade varlığını
çağdaş bilim ve akılcılıkla geliştirmek.Bu bağlamda; beşeri sermayemizin,
aydınlık yarınlarımızın umudu olan gençlerimizi ;
Fikri, Vicdanı ve İrfanı Hür olarak Kadim değerlere
(İnancına, Tarihine , Kültürüne )bağlı analitik düşünen, tartışan ,
üreten bireyler olarak yetiştirmek.
Sağlıcakla kalın...
Yüreği
"Berkehan
ve Bilgehan Deniz"
kadar temiz tüm insanların,
günleri hep aydınlık olsun!
Yüreklerindeki sevgi daim olsun!
Referans:
Aslı Vatansever ve Meral Gezici Yalçın’ın
, İletişim Yayınları’ndan çıkan
“Ne Ders Olsa Veririz” (Akademisyenin Vasıfsız İşçiye Dönüşümü) https://bit.ly/2DG85o4