Bekçi Murtazalar...
İlk söz: Görmüştür kurs, almıştır amirlerinden takdir!...
"Radikal Blogda ki denemelerim...http://blog.radikal.com.tr/Bloglar/mansur
13.01.2013 15:26:52
İzmirli inşaat mühendisini cep telefonundan arayıp,
kendini polis olarak tanıtan biri para sızdırmaya çalışmış.
Mühendis dosdoğru karakola şikâyete gitmiş...
Karakoldaki memur fazla ilgilenmemiş, şikayetçiye
"savcılığa git" demiş...
Mühendis savcılığa gitmiş. Savcıya olayı anlatmış.
Ancak savcı bir noktaya takılmış:
- "Seni polis niye bana gönderdi?" demiş.
Savcı öfkeyle bir yazı yazmış ve şikâyetçiye vermiş,
karakola geri göndermiş.
Şikâyetçi zarfı karakola götürüp amire verince cıngar kopmuş...
Meğer polisin şikâyetçiyi savcılığa göndermek yerine
şikâyet başvurusunu alması gerekiyormuş.
Savcı bu yüzden karakola soruşturma açmış
ve gönderdiği yazıda "savcıya git" diyen polisin tespitini istemiş.
Karakol karışmış. Şikâyetçiye "o memuru bize göster" demişler.
Yüzünü hatırlamıyorum demiş.
Çalışanların fotoğraflarını gösterelim teşhis et diyorlarmış.
Hatırlamıyorum, diyormuş, MOBESE kayıtlarını getirtiyorlarmış.
Şikâyetçi karakolda daraldıkça daralmış...
Sonunda "Savcıya git" diyen memur bulunmuş.
Ancak çoluk çocuğu varmış...
Başının belaya girmesi istenmiyormuş. Şikâyetçi ifadesini değiştirmiş.
Yanlış anlamış gibi yeni bir ifade vermiş.
- Savcı seni çağıracak lütfen orada da aynı şeyleri söyle,
diye tembihlemiş karakol...
O arada kendine polis süsü vererek vatandaşı
dolandırmaya çalışan kişi kaynayıp gitmiş...
Karakoldaki polisler: "Bunu yapanı tespit edemeyiz,
zaten bu işi geçici numaralar kullanarak yapıyorlar,
şimdi arasak o numara kullanım dışı olmuştur bile" diyorlarmış...
"ipe un seriyorlarmış!..."
Savcı ile karakol birbiriyle uğraşırken polis süsü veren
kişi telefonla milleti dolandırmaya devam ediyormuş.
Kıssadan hisse !...
Bu gerçek hikayeden alınacak ders nedir dersiniz?!...
Hani "Bekçi Murtaza"gibi!... Bilirsiniz
"Bekçi Murtaza" Orhan Kemal'in roman kahramanı.
Hani beyazperde de çesitli sanatçılar tarafından başarıyla canlandırılmış karakter.
Rumeli göçmeni, bir pamuk fabrikasında gece bekçiliği yapmakta;
işine o kadar bağlı ki, "fabrika sahibi" bile onun gerisinde kalmakta,
ilk bakışta "İşçi düşmanı" ve "patron uşağı" gibi görünse de
aslında değil; öylesine işgüzar ki, öylesine kuralcı ki,
emir aldıklarından bile geride bırakmakta.
Çünkü:
"Görmüştür kurs, almıştır amirlerinden takdir!"
Balkanlar' dan gelen bu göçmenlere çeşitli hileli yollar gösterirler.
Bu sayede birçok göçmen, memleketlerindeki az emlaklarına karşı,
yeni yurtlarında konaklar, tarlalar alırlar. Fakat Murtaza, dürüst bir insandır.
Yalana başvurmamış, mal mülk sahibi olmamıştır.
Çünkü Kolağası Hasan Bey' in kanını taşıyan bir adamın
malda mülkte değil, nam u şanda gözü olur.
Böyle de olsa devlet Murtaza' ya Çukurova' da on dönüm
bir arazi vermiştir.
Murtaza, kardeşi ve annesiyle bir süre ekip biçmiştir tarlayı.
Bir süre sonra annesi ölmüş, kardeşiyle araları açılmıştır.
Kardeşi bir beslemeyle evlenip ayrılınca Murtaza' da
şehirde, pamuk fabrikalarından birinde tartı katipliği bulur.
Fakat Murtaza' nın gözü bu işlerde değildir.
O, dayısı Kolağası Hasan bey gibi üniformalı bir iş ister.
Nitekim Murtaza, kendisini ta memleketten tanıyan
bir komiserin yardımıyla mahalle bekçiliğine atanır.
Üniforma, kasketi ve çizmeleriyle, dayısı ile özdeşleşen Murtaza,
bu görevini, Halk Fırkası - Serbest fırka çatışmalarına kadar sürdürür.
Bu arada evlenir.
Önce kızı olan Murtaza Kolağası Hasan Bey olacak
bir erkek çocuğa sahip olamadığı için üzülür.
İlerleyen yıllarda üç kız, iki erkek babası olur.
Büyük oğlunun dayısına benzememesi Murtaza' yı çok üzer.
Suçu, hep "a be maaş kaç" diyen karısına atar.
Ama küçük oğlunda umut var gibidir.
Murtaza İkinci Dünya Savaşının fırtınalı günlerinde bakayadan askere gider.
Asker dönüşü mahalle bekçiliğine kaldığı yerden devam eder.
Murtaza' nın bekçiliği mahalleliyi rahatsız eder.
Rahatsız olanların başında mahallede ki ipsiz sapsızları gelse de
kendi evinde işinde olan bazı insanlarda Murtaza' nın
saat bilmez baskılarından, müdahalelerinden bıkıp usanırlar.
Sonunda mahalleli Murtaza' yı şikayet eder.
Karakol komiseri, fabrikasının disiplini bozulan bir fen müdürünün
kendisini almak istediğini söyleyince, gururla kabul eder
ve kızlarının da çalıştığı fabrikaya kontrolör olarak girer.
Bekçilik vazifesi ile yetinmeyen Murtaza,
fabrikadaki işçisinden ustasına herkesi disipline sokmak ister.
Vazifesinde ihmali görülenleri müdüre söyler.
Kısa sürede düşman kazanır. Kontrol Nuh' un etrafına toplana işçiler,
"Murtaza istifa" diye haykırırlar. Murtaza Demokrat partiye akın eden
insanları nankör olarak nitelendirir. İsmet Paşa gibi vatan kurtaran
bir adama ihanet etmelerinden acı duyar. Bu arada iş başında
uyuyan kızını yere çalar ve ölümüne sebep olur.
Muratza' nın küçük oğlu Kolağası Hasan Bey gibi olmaz.
Bakkaldan ekmek çalan oğlunu mahkemede sahip çıkmayan
Murtaza, "onurlu" hayatına devam etmek üzere mahkemeden çıkar.
Murtaza' nın fiziksel görünüşü ile ilgili yapılan tasvirler, çok sınırlı kalır.
Öyle ki roman boyunca tekrar edilen tasvirlerin mizahi yapı için yapıldığını anlarız.
Murtaza sivri burnu, kalın kapkara kaşları, geniş anlı, kırk beş numara ayakkabılarıyla,
irice bir adamdır. Bekçi üniformasını, kasketini, postallarını giyinip
kuşanınca başını dik tutup göğsünü öne çıkarır
ve kaz adımlarıyla yürür.
Bu görünüşüyle kendisini Kolağası Şehit Hasan Bey gibi hisseder.
Murtaza' nın fiziksel yapısından, roman boyunca bir kez söz edilir.
O da s.8 ‘de
Fakat üniforması ve yürüyüşü aynı kelimelerle defalarca tekrar edilir.
Burada güdülen maksat, tip oluştururken, kurulan spontane ifadelerle
birleşecek bir davranış oluşturmaktır. Bu yanıyla Murtaza,
"başı dik, göğsü dışarıda, kaz adımlarıyla yürüyen bir adam" dır.
Okur bu davranışı görür ve karikatüre güler.
Ancak bu görüntünün şahsın kişiliğiyle de ilgili olduğunu söyleyelim.
Yaptığı işi, hayatın manası ve hedefi olarak gören,
bekçi urbasını kolağası dayısının urbasıyla özdeşleştiren,
bütün bir milleti disipline sokmak isteyen, sokak kedilerine
karşı bile vazife ve vatan sevgisini dile getiren birinin,
bedenini başka türlü dinlendirilmesi beklenemez.
Tahkiyeli eserlerde kimi zaman bir isim, halkın zihninde
var olan anlamıyla, kelimenin taşıdığı farklı anlamlarla
veya sembolik olarak şahıs hakkında hazır bir bilgi verir.
Bu yüzden bazı romancılar için, romanındaki şahıslara isim koymak,
tahkiyenin önemli bir unsurudur.
Bu tür hassasiyet gösterilen romanlarda genelde isim,
şahsın özellikleriyle örtüşür. “Murtaza” bir insan tipi olarak,
katı bir ödev ahlakı simgeler. Ödevinde küçük bir sapmaya bile
olanak tanımayan bir hoşgörüsüzlükle bağlılığı,
Murtaza' nın kişiliğini temellendirir. (...)
Ödevine bağlılığın getirdiği bu hoş görmezlik,
Murtaza' da bir zorbalığa dönüşerek, olaylara insancıl
bir açıdan bakanların küçük sapmalarını jurnallemeyi bile haklı gösterir.
Murtaza' nın bu saplantılı ahlaki tavrı, kızının ölümüne neden olur.
Kızının dokuma tezgahının başında uyuduğunu haber alan
Murtaza onu büyük bir öfkeyle yere çarpar.
İnsanilik taşımayan vazife anlayışı, gelip ölüme dayanır.
Bu trajik sonuç bile, Murtaza' yı marazi kabullerinden uzaklaştıramaz.
Ancak şunu söyleyelim ki, Murtaza' nın vazifesini
kutsaması, çıkarlarına dayanmaz.
O, vazifesini en sıkı bir şekilde yaptığı için kimseden menfaat dilenmez.
Fakat Murtaza' nın vazife anlayışı, salt vazife ile ilgili değildir.
Amirlerinden utanmak, sözünü yerine getirememek gibi
saiklerde bu anlayışı besler. Mesela; babası yere fırlatınca darbe alan
Firdevs evde ölüm döşeğindeyken, Murtaza,
"Lakin nasıl bakacağım suratına müdürümün" diye düşünür.
Yine "vazifenin aslanı" olmak, Murtaza için bir "kimlik bulma" çabasıdır.
O, kimliğinin, vazife sınırları içindeki insanlar tarafından
onanmasını önemsemez, asıl istediği,
vazifeyi verenlerden takdir almaktır.
Bu yüzden açığını yakaladığı her insanı, acımasızca ikaz eder
veya müdüre jurnaller. Tekrar edilen bu jurnalleme işini,
amirlerinden çıkar sağlamak için değil kişiliğinin kimliğinin
onanması için yapar. Murtaza' nın ödev ahlakı,
Kantçı bir ahlaktır.
Roman boyunca ikide bir ödevinin gereğini yapmanın,
erdemlerin en büyüğü olduğunu belirtir biçimde konuşması,
ödevin boyutlarını kayıtsız şartsız bir bağlılıkla, körü körüne uygulaması,
Çünkü, Murtaza' nın acımasız, jurnalci vazife anlayışını
gülünç hale getirmesinin yanında, onu hiç beklenmeyen
bir şekilde iç dünyasıyla göstererek okurun acımasını
ve onu anlamasını ister. Böylece sucun tek tek şahıslarda değil,
bozuk sosyal düzende olduğu sonucuna varılacaktır.
Murtaza, evine misafir gelen kardeşine şöyle der:
Bilirim her şeyleri. Çeker benim de içim tereyağı kaymak bal.
Lakin görürüm camekanlarında bakkalların, geçerim;
yetmez almaya gücüm.
Ederim kahır kendime ne sanarsın kardaşını (s.205).
Murtaza vazife, disiplin, mertlik, namus gibi davranışları ile sabitleşmiş
değerlerden sadece bir kere sıyrılır İç dünyasında görünen
özelliklerden farklı duygular taşıdığını, sadece o sözlerde buluruz.
Fakat bu bilgi, Murtaza' nın "yuvarlak bir tip" e doğru evrilmesini sağlamaz.
O, romanın başında neyse sonun da odur.
Toplumsal yaşamda karşılığı ve çeşitli türevleri olan gerçek bir varlık.
Gerçek bir Prototip!...
Unutmamak gerekir ki, her an her yerde Bekçi Murtazalar
karşımıza çıkmakta. Gerçek Murtazalar,
çeşitli mesleklere mensup olabilmekte ve mesleki unvan
ve kıyafetlerinin altında bozulmamış "bekçi"
hüviyetlerini muhafaza edebilmekte.
Tedavileri zor hatta olanaksız olan bu insanları, mümkün mertebe
yok saymak, boş laflarına kulak tıkamak ve kendi hallerine bırakmak
sanırım en akılcı davranış biçimi!...
Çünkü sözden anlar fıtrata sahip olmadıkları tecrübelerle/deneyimlerle sabit!...
Çevremizde, çalıştığımız kurumda ,yaşam alanlarımızda
muhakkak karşılaştığımız bu prototiplerin genel
Özellikleri nedir acaba?...
i- Dar görüşlü olmaları en önemli özelliği.
"Hayat, onlar için siyah ve beyazdan ibarettir.
Kesinlikle gri yok küçük dünyalarında ,
günümüz versiyonlarında makam sahibi olan prototiplerde,
yandaş, akraba eş dost kayırma ("nepotizm") olursa
ve işine de gelirse bazen olmakta.
ii- Uzlaşmacı değil inatçı olmaları temel karakteristik özellikleri.
Ancak inatçılıklarının temelinde sağlam bir dünya görüşünün
yatmaması ayrı bir handikap. Gerçekte, sağlam bir dünya görüşünü
destekleyecek bilgi ve birikimden yoksun olmaları.
Kendi dünya görüşlerinin sorgulanmasından korkmaları.
Bu bağlamda, içe dönük ve dolayısıyla dışa kapalı bir yaşamı
yeğlemeleri bu özelliğin ortaya çıkmasında en önemli etken.
iii- Karşıt görüşleri zekalarıyla (!) değil; zor kullanarak, sindirerek,
gerekirse terör estirerek bastırmaya eğilimlinde olmaları.
Düdük öttürmek için bilgi, birikim ve donanım gerektirmediğini herkes bilmekte.
iv- Kasıntı tip olmaları. Varlıkları bile insana kasvet ve sıkıntı vermesi.
Duruşlarına ekşimsilik, bakışlarına bönlük hakim olması.
Bir de sanki her şeyi ben bilirim edası, empati ve sempatiden yoksun olmaları.
v- Kendilerini "nedense" çok önemli görmeleri.
Yaptıkları işin dünyanın en önemli işi sanmaları
ve herkesin kendilerine hayran olmasını beklemeleri.
Gerçekte, aklı başında herkesin ona acı acı güldüğünün farkında olmaması.
Her ne yaparsa yapsın bulunduğu orunu / mevkiyi temsil etme
yeteneğinden yoksun olması,
bu oruna yakışmaması.
vi- Hizmet oldukları ya da yönlendirenleri olmadan yaşayamamaları.
Kraldan çok kralcı olmaları. Hizmet vermek,
onlar için su gibi, ekmek gibi yaşamsal zorunluluklardandır.
Onlar için "başarı", sadece ve sadece hizmet de oldukları
yerden taltif görmektir. Bu anlamda, bir kişilikleri de yoktur zaten.
İşin tuhafı, hizmet de oldukları mevkiiler bunları adam yerine bile koymamaları.
Tebessüm edilen, alay edilen bir "nesne" olduklarını
hiçbir zaman anlayamazlar.
Bu yönüyle de "acınacak" insan konumundadırlar.
vii- Namuslu ve dürüst görünmek için çok çaba harcarlar.
Ancak namus ve dürüstlük anlayışları şekli bir takım davranışların
ötesine geçemez ve zaman içersin de ne kadar namuslu
olup olmadıkları kesinlikle ortaya çıkar.
Bundan hiç şüpheniz olmasın.
viii- Düşünerek, analiz ve kıyaslama yaparak değil, "ezberleyerek"
öğrenmişlerdir. Bu yüzdendir ki, "ezberlerini bozan"
en ufak bir düşünceye kin beslerler.
ix- Kendi içlerinde tutarlıdırlar ve çelişkileri yoktur.
Çünkü düşüncelerini sınayacak otokontrol mekanizmalarını bile her zaman
ellerinin tersiyle iterler. Etrafı mutantan(görkemli) duvarlarla
örülü kısır bir düşünce dünyası içinde nefes alıp verdiklerinden,
doğal olarak tutarlı bir çizgide yaşamlarını idame ettirme eğilimindedirler.
x- Demokrat olmadıklarından şüpheniz olmasın.
Karşıt görüşlerin ifade edilmesi, ifade edilmesi ne kelime,
karşıt görüşlerin olabileceği bile onları huzursuz kılmaya
yettiğinden emin olabilirsiniz..
xi- "Görev" diye bildikleri hizmet ettikleri kişilerin direktiflerinden ibaret.
Bu anlamda görev adamı olduklarını söylemek mümkün.
"Gözlerini kapar vazifelerini yaparlar".
Bu yönüyle idare edilmeye, "güdülmeye"
pekala elverişli bir tabiatları olduğundan kuşkunuz olmasın.
Hizmet de bulundukları insanlar bir şekilde desteğini çekse,
sap gibi ortada kalacaklarından kimsenin şüphesi olmasın.
"Kendi başlarına" bir kıymetleri yok. Tıpkı , başka bir sayının
yanına geldikçe değer kazanan sıfır sayısı gibi.
xii- Özgürlükçü değil yasakçı olduklarından hiç şüpheniz olmasın.
İnsanları fiillerine göre değil, kendilerince varsaydıkları "niyetlerine göre"
konumlandırırlar. Sorunları kuru bir tahakkümle, tepeden inmeci
yöntemlerle halledeceklerini sanırlar, fakat sorunun asıl kendilerinden
kaynaklandığını asla anlayamazlar.
xiii- Konuştukları kelime sayısı yetmişi geçmez, ki bu yetmiş kelimenin
"Seviye" lügatlarında bulunmaz. Yazıyla zaten araları yoktur.
“Elifi görseler mertek” sanırlar.
xiv- Kindar ve haindirler. İçinden çıktıkları toplum katını küçümser
ve hor görürler. Farklılıkları; öze değil, şekle ilişkindir.
Düdüksüz, copsuz ve üniformasız olduklarında her anlamda çıplaktırlar.
xv- Bekçilik o denli ruhlarına işlemiştir ki, bulundukları
her "yerde" gelip geçenleri kontrol etmek, kafa yapısına uymayanları
dışarı çıkarmak gibi akla ziyan hareketlerde bulunduklarını
yaptıkları icraatlarında görmek mümkün.
xvi- Devekuşu tabiatlı olmaları başka bir karakteristik özellikleri.
Gerçeklere gözünü yummayı çok kolay başarırlar.
Saf tuttukları çevrenin (grubun, topluluğun , cemaatin vs.)
ona empoze ettiği kalıpları kör değneğini beller gibi bellemiştir.
Sınırları başkalarınca çizilmiş bir alanda yaşadıklarını sanırlar.
Özeleştiri yapma yeteneklerinin olmadığını söylemeye gerek yok sanırım.
Kasabalılık, kendisi hiçbir iş yapmayan, iş yapanda da mutlaka kusurlar
bulan anlayışın egemen olduğu kültür...
Birikimlerim ve ulaştığım bilinç bana sürekli
“temas halinde olmanın birbirimizi anlamanın en etkin yolu”
olduğunu söylüyor.
Son Söz : Kendilerini, makam verilince,Zübde*i âlem sanan…Kendini o kurum için bir şans
olarak gören…Hesaptaki parası kendini satın alan,...Erke selam edip, kula ram olan,
Nafakası,Nifak olan…
Bir ben varım deme, yoksan da olur...
Sağlıcakla kalın!...
Günleriniz hep aydınlık olsun!..
Yüreklerindeki sevgi daim olsun!..
Yüreği "Berkehan ve Bilgehan Deniz "
Kadar temiz olan tüm insanların!...
Orhan ELMACI - 10 Ocak 2013
Radikal Blog
---------------------------------------
Bir düşünüre "Dünyanın en zor üç şeyi nedir ?
diye sormuşlar. O da "sır tutmak!....
Kusuru bağışlamak!...
Başkalarını değerlendirmek!...
“Sır tutmayı” zaten geçiniz,genelde
günümüz insanına uygun değil.
Ama kusur bağışlamakta da, başkalarını
değerlendirmekte de insan çok ilginç bir varlık.
İnsan kendi dışındakine , ötekine bakarken
hep farklılışıyor. Her halde tablolara bakarken;
perspektif değiştiğinde, ışık değiştiğinde, tabloda ki her
bir çizginin derinliğinin değişmesi gibi!..
Bu perspektif ve ışık oyunlarının
izin verdiği ölçüde görebiliriz,
her bir çizginin derinliğini ve
fark edebildiğimiz oranda dokunuruz gerçeklere...
İnsan, aynada kendisini görmekte hep eksik;
ötekini değerlendirmekte, yargılamakta çok usta.
Bu nedenle başkalarının olumsuzlukları, kendi
olumsuzluklarından daha çok ilgilendirir insanı.
Başkası düştü mü;” çürük tahtaya basmasaydı” deriz!...
Kendimiz düşünce, bastığımız tahtanın
çürük olduğundan dem vururuz!...
Bu bağlamda “Hayat senin için
ne ifade ediyor?” diye sormuşlar
bir düşünüre. O da “Sanki ressam renkli
bir tablo çizmiş ve içindeki her şey
hareket ediyor” diye yanıtlamış.
Şimdilerde çok moda, bu şunu demiş,
şu bunu demiş, şeklindeki ifadeler.
Sosyal medya paylaşımları, cep telefonu
mesajları derin sözlerle dolu. Derinlik ise
bizim görebildiğimiz kadar. Dolayısıyla,
üstat öyle diyor, ama biz ne diyoruz?..
Daha önemlisi, biz ne düşündük
ve görebildik, şimdi ne yapacağız?
Bir de son zamanlarda ;
hemen hemen herkesin
dilline pelesenk olmuş,
gülünç bir kariyer ve başarı hikayeleri!...
Hani özel sektör olsa gam yemeyeceğim,
Girişimci risk almış!..
Ama Kamu da üst makamlar da çalışanların
rol çalmalar, akla zarar!...
Ben şöyle yaptım, ben böyle yaptım!...
zamanında şu engelledi!...
Yoluma taş koydu!...
Öğretmenim başaramazsın dedi!..
Ben çok mağdur oldum!...
Ama başardım!...
her dönemde mağdurum diye ortaya çıkmak.
Ne güzel bir hikaye!..
ya da ne güzel kurnazlık..
Tam bizim gibi ülkelere özgü.
Neyse lafı fazla dolandırmadan ,
izninizle yaşanmış bir olayı sizinle
paylaşmak isterim.
Dün Berkehan ;
hayatı renkli bir tablo olarak tanımlayan
ve hatta bu tablonun yaratıcısını da dile
getirmeden geçmeyen ifadesi, ruhuma
doğrudan temas etti. Anladım ki, küçücük yaştaki
bu düşünür, 60 yaşındaki düşünemeyene
göre daha keyifli yaşıyor/yaşayacak
yüce yaradanın iziniyle!..
Okuduğum onca kitapta bulamayacağım
bir bilgi sundu, henüz okumayı bilmeyen "Bilge".
Kocaman gözlerinin karasına girip ona ne
kadar değerli olduğunu hissettirmek istedim.
Ne kadar başarılı oldum bilemiyorum ama!..
Birlikte onun sevdiği oyunları oynadık.
Tertemiz bir tuvalde; her gün,
yeni bir güzel resim, desen,eskizler
çizer gibi !...
Her tablonun bir çizeni, bir de sahibi var.
Tablo, her nerede ve ne zamanda olursa
olsun çizenin idrakini, gücünü, sevgisini,
tutkusunu, gerçeğini yansıttığından
dolayı aslında hep ressama ait.
Lakin başkalarının beğenisine sunulur
ve içinde birçok yaşam hayat bulur.
İçindeki her şey hareket eder...
Kimi "Kaplumbağa
Terbiyecisi’nde" ney üfler, kimi renklerin
anlam dünyasında yolculuğa çıkar, kimi
dağınık bir odanın tek ışık kaynağına
ulaşıp derin bir oh çeker...
Kiminin kafası karışır; Mutluluğun
Resmi’ni Abidin Dino mu çizmiştir,
yoksa Hüseyin Yüce'nin mi? Birileri için
bu hiç önemli değildir, önemli olan tabloda
ne yaşandığıdır. Öyle ya, sıcacık yatağında mışıl mışıl
uyuyan güzellikler mest eder, alır götürür insanı;
kimin çizdiği çok mühim değil.
Birileri tek sahibi olmak ister tablonun.
Ama dedik ya, bu aslında mümkün değildir;
o, nereyi süslerse süslesin, gerçekte ressama ait.
Görebildiğimiz, her bir çizginin derinliğini
fark edebildiğimiz oranda dokunuruz bu gerçeğe...
Sonra, ressam yeniler tablosunu dönem dönem...
Çünkü vakit bu vakittir, değişmek lazımdır...
Sarıklı derviş, bilge bir öğretmendir artık
konferans salonlarında. Bizim büyüsüne
kapılıp doyamadığımız zamanda, çok hareket
olmuştur. Çoğumuz kabul ya da idrak edemeyiz;
ama bizim seyre dalışımız, bakışımız,
algılayışımız değiştirmiştir tabloyu.
İşte burada anlıyorum ki aslında sandığımızdan
daha çok elimizde olanlar/olacaklar. Belki gözlük
takmamız gerekecek ya da Osman Hamdi Bey’den
ödünç almak neyi...
Üç buçuk yaşındaki düşünür, tablonun içindeki
hareketi görebilmişlerden; ama Mutluluğun
Resmi’nde uykuya dalmış görünüyor herkes
ilk bakışta. Biraz daha derinde kelebekler
uçuşuyor, çiçekler tomurcuktan ayrılıyor...
Bak bak! Güneş doğuyor usul usul!...
Aslında müthiş bir hareket var o dağınık oyuncak odasında!...
Kıyıya geldim son üç noktayla; huzurlu,
sevinçli, umutlu ve yaşam dolu...
Teşekkür ederim yaşı küçük, yüreği büyük düşünür!
“Dünyalar kadar seviyorum!...”
diyor bana!...
Ben de ona!....