
İlk Söz: "İnanıyorsun diye öyle olması inanmıyorsun diye öyle olmaması gerekmiyor gerçeğin..."
Muhasebede Ahlakın Metafiziğine Temellendirme:
Görünen ve Görünmeyen
Muhasebe, modern kapitalist toplumlarda ekonomik gerçekliğin rasyonel bir aynası olarak sunulur. Sayılar, tablolar ve finansal raporlar; şeffaflık, doğruluk ve hesap verebilirlik ilkeleriyle donatılmış teknik bir sistemin görünür yüzüdür. Bu görünürlük, disipline etik bir meşruiyet kazandırır. Muhasebenin dili —sanki insan iradesinden bağımsız, nötr ve evrenselmiş gibi— nesnellik maskesi altında konuşur.
Bu yüzeyde her bilanço, bir güven sözleşmesi gibidir. Her gelir tablosu, adaletin teknik bir temsiline dönüşür. “Doğruluk” kavramı, yalnızca sayısal bir kesinliği değil, aynı zamanda ahlaki bir vaadi de taşır: kamu yararına hizmet eden dürüst bir temsil iddiası. Ne var ki bu iddia, çoğu zaman şirket kapitalizminin hegemonik anlatısı içinde yeniden biçimlendirilmiştir.
Görünürdeki etik vaad, gerçekte ekonomik iktidarın ideolojik bir aracına dönüşmüştür. Uluslararası Finansal Raporlama Standartları (UFRS) veya Entegre Raporlama Çerçeveleri (IR), etik birer yönlendirme metni gibi sunulsa da, küresel sermaye akışlarının çıkarlarına uygun biçimde kurgulanmış teknik rejimlerdir. Muhasebe, böylece evrensel bir “ahlaki norm” üretmez; aksine, kapitalizmin evrensel ahlakını normalleştirir.
Bu teknik yüzeyin ardında, görünmez bir metafizik işleyiş vardır: kârın mutlaklaştırılması. Kâr, modern muhasebenin Tanrısı hâline gelir. Bütün etik söylemler —sürdürülebilirlik, kurumsal sorumluluk, paydaş değeri yaratma— bu Tanrı’ya hizmet eden “modern ayinler”dir.
Teknik Yüzey ve Etik Vaadler
Muhasebede Ahlakın Metafiziğine Temellendirme: Görünen Çerçeve Muhasebe, modern toplumlarda ekonomik gerçekliğin aynası olarak görülür.Sayılar, tablolar ve finansal raporlar, teknik bir disiplinin ürünleri gibi sunulur; şeffaflık, doğruluk ve güvenilirlik vaat eder. Görünen yüzeyde, muhasebe, evrensel etik değerlerin (adalet, dürüstlük, sorumluluk) temsilcisi olarak parlar. Ancak bu yüzey, sıklıkla şirket kapitalizminin cilalı bir maskesidir.
i. İnsan, Etik ve Özgür İrade
Görünen muhasebe düzeni, muhasebeciyi özgür bir etik özne olarak konumlandırır. Her işlem, sanki bireyin kendi ahlaki yargısıyla şekilleniyormuş gibi sunulur. Mevzuata uygunluk, dürüstlük, tarafsızlık gibi kavramlar, muhasebenin mesleki etik kodlarında sıkça yinelenir. Bu görünür yapı, muhasebecinin, “doğruyu temsil eden” ve “güven inşa eden” bir aktör olduğu varsayımına dayanır. Ancak bu varsayım, sistemsel güç ilişkilerinin belirlediği bir yanılsamadır.
Muhasebecinin “özgür iradesi”, kapitalist üretim ilişkileri içerisinde sınırlandırılmış bir iradedir. Kayıt sistemi, hesap planı, standartlar ve düzenlemeler, etik eylem alanını teknik protokollerle kuşatır. Bu durum, Immanuel Kant’ın (1785) öne sürdüğü anlamda “ahlak yasasına göre özgür eylem”in tam tersidir; çünkü muhasebeci çoğu zaman ahlak yasasına değil, piyasa yasasına itaat eder. Özgür irade, biçimsel bir özgürlük olarak görünür; içerik olarak ise piyasanın hegemonik aklı tarafından belirlenir.
Bu bağlamda, muhasebe pratiği modern kapitalizmin mikro düzeydeki iktidar ağlarından biridir. Michel Foucault’nun (1977) ifadesiyle, iktidar sadece baskı yoluyla değil, “bilgi üretimi” üzerinden işler. Muhasebe, bu bilgi rejimlerinden biridir; düzeni sürdürür, görünmeyeni görünür kılar ama seçici biçimde. Muhasebeci, etik özne olmaktan çok, sistemin görünmez disiplin mekanizmasının taşıyıcısı hâline gelir. Her kayıtta, bir “doğruyu temsil” iddiası vardır ama bu doğruluk, çoğu kez kimin çıkarına hizmet ettiğine göre şekillenir.
Karl Marx’ın (1867) “yabancılaşma” kavramı, bu durumu çarpıcı biçimde açıklar: Muhasebeci, ürettiği bilginin efendisi değil, aracısıdır. Kendi emeğinin anlamını kaybeder; çünkü ürettiği finansal bilgi, insani değerleri değil, sermayenin yeniden üretimini amaçlar. Özgür irade, sistemin verimlilik mantığına teslim edilir; etik, yerini “uyum”a bırakır.
Dolayısıyla muhasebenin etik yüzeyi, aslında özgürlüğün değil, kurumsal konformizmin estetikleştirilmiş hâlidir.
Her finansal kayıt, teknik bir doğruluk gibi görünse de, ardında sessiz bir itaat, görünmez bir korku ve çoğu kez farkında olunmayan bir ahlaki yabancılaşma taşır.
Bu yabancılaşma, yalnızca bireysel düzeyde değil; kurumsal ve toplumsal düzeyde de kendini gösterir. Kurumlar, etik söylemleri —“dürüstlük”, “şeffaflık”, “toplumsal sorumluluk”— üzerinden meşruiyet üretir. Fakat bu kavramlar, şirket kapitalizminin hegemonik diline dönüşmüştür. Artık etik, bir öz değil; bir retoriktir. Vicdan, performans kriteri hâline getirilmiştir.
Bu bağlamda, muhasebede “etik” kavramı, özgür iradeye dayalı bir ahlaki karar olmaktan çıkmış, teknokratik bir uygunluk prosedürüne indirgenmiştir.
Gerçek etik —Kant’ın deyimiyle, “ödevin hatırına yapılan eylem”— yerini, “uyumun hatırına yapılan kayıt”a bırakmıştır.
Bugün muhasebede asıl soru, “hangi standart doğruyu temsil ediyor?” değil; “hangi doğru, standartlara sığabiliyor?” sorusudur.
Ve işte tam burada, muhasebede ahlakın metafiziği devreye girer: görünen düzenin ötesine geçip, özgür iradeyi yeniden tanımlamak. Çünkü özgür irade, uyumun değil, vicdanın cesaretidir.
ii. Gerçeklik, Temsil ve Adalet
Muhasebe tabloları, ekonomik dünyanın tarafsız bir yansıması olarak sunulur. Finansal raporların amacı, görünürde “gerçeği olduğu gibi göstermek”, yani ekonomik olayların sadık bir temsilini üretmektir. Bu anlayış, Aristoteles’in Nikomakhos’a Etik’te tanımladığı adalet kavramının biçimsel bir yansıması gibidir: her bir rakam, “herkese hakkını vermek” ilkesini simgeler (Aristoteles, Nicomachean Ethics, V. Kitap). Dolayısıyla muhasebe, yalnızca ekonomik bir araç değil, aynı zamanda etik bir temsil aracıdır; bilgi, adaletin taşıyıcısı hâline gelir.
Ne var ki bu temsil, mutlak bir gerçekliği değil, belirli bir sosyo-ekonomik düzenin kurgulanmış gerçekliğini yansıtır. Muhasebe, Foucault’nun (1977) deyimiyle bir “iktidar-bilgi rejimi”dir; görünürde tarafsız, ama derinlerde belirli çıkar ilişkilerini meşrulaştıran bir araçtır. Gerçekliğin temsili, sermayenin görünürlüğüyle sınırlıdır; doğanın, emeğin ve toplumsal adaletin görünmeyen maliyetleri bu temsilde yer almaz. Bu bağlamda muhasebe, gerçekliği değil, hegemonik bir “temsili gerçeklik” üretir.
Habermas’ın (1984) İletişimsel Eylem Kuramı bu noktada aydınlatıcıdır. Habermas’a göre etik eylem, “doğruluk, doğrulukluluk ve haklılık” üçlüsü üzerinden kamusal bir rasyonaliteye dayanır. Oysa muhasebe, iletişimsel değil, stratejik rasyonaliteye dayanır. Raporlar, paydaşlarla “anlaşmak” için değil, piyasa beklentilerini “yönetmek” için hazırlanır. Böylece finansal bilgi, bir diyalog değil, bir monolog hâline gelir; iletişim değil, manipülasyon üretir.
Bu noktada Baudrillard’ın (1981) “simülasyon” kavramı devreye girer. Entegre raporlar, sürdürülebilirlik beyanları ve ESG göstergeleri, çoğu zaman “gerçeği temsil etmek” yerine, gerçeğin bir simülasyonunu üretir. Bu belgelerde, çevresel tahribat “karbon nötrlük” söylemiyle, sosyal eşitsizlik “çeşitlilik politikalarıyla” maskelenir. Böylece muhasebe raporları, bir “yeşil tiyatro sahnesine” dönüşür; gerçeklik, etik bir performansın dekorunda görünmez kılınır.
Bu durum, eleştirel muhasebe okulunun (Gray, 1992; Tinker, 1985; Lehman, 2010) temel argümanıyla örtüşür: Muhasebe, tarafsız bir araç değil, toplumsal iktidar ilişkilerini yeniden üreten bir söylemdir. Finansal tablolar, gerçeği olduğu gibi değil, görülmesi istenen şekilde temsil eder. Bu temsil, “adil değer” (fair value) kavramında ironik biçimde kristalleşir; çünkü değer, artık adaletin değil, piyasanın tanımladığı bir ölçüdür.
Bu bağlamda muhasebe, epistemolojik olarak bir ayna değil, bir mercektir: gerçekliği yansıtmaktan çok, onu kırar, seçer ve biçimlendirir.
Her bilanço, yalnızca bir dönemin finansal performansını değil, aynı zamanda hangi gerçeğin görünür kılındığını ve hangilerinin sessizleştirildiğini de gösterir.
Dolayısıyla muhasebe tabloları, adaletin değil, temsili adaletin araçlarıdır.
Gerçeklik, artık ölçülebilir olanla sınırlıdır; ölçülemeyen —insan onuru, ekolojik denge, toplumsal eşitlik— dışarıda bırakılır. Bu nedenle muhasebenin adalet anlayışı, Aristoteles’in erdem etiğinden çok, piyasanın fayda etiğine evrilmiştir.
Sonuç olarak, muhasebede “gerçeklik” yalnızca bir kayıt değil, bir ahlaki temsildir; ancak bu temsil, hegemonik sistemin rızasını üretmek için sürekli yeniden biçimlendirilir.
Gerçek, gösterilenle maskelenir; adalet, ölçülebilir olanla sınırlanır; etik, bir PR söylemine dönüşür.
Ve işte burada, muhasebenin görünmeyen yüzü belirir:
Gerçeği temsil etme iddiasındaki sistem, aslında kendi etik boşluğunu temsil eder.
iii. Evrensel Ahlak İlkeleri
Toplumsal Güven ve Gezegensel SorumlulukGörünen muhasebe, adalet, şeffaflık ve dürüstlük gibi evrensel etik değerlerle ilişkilendirilir. Küresel standartlar (IFRS, GAAP), bu değerlerin garantörü gibi sunulur. Sürdürülebilirlik raporları, gezegensel sorumluluğun bir göstergesi olarak parlatılır. Ancak bu görünen çerçeve, toplumsal güveni güçlendirmek yerine, sıklıkla makyajlanmış bir imaj yaratır.
iv. Sistem, Vicdan ve Metafizik Yön
Görünen muhasebe, her kaydın bir vicdan ölçütü olduğunu varsayar. Her rakamın, etik bir iradeyi, doğruluğu ve sorumluluğu yansıttığı iddia edilir. Bilançolar, kurumların “ahlaki bilançosu”, standartlar ise “evrensel vicdanın kodları” gibi sunulur. IFRS, GAAP veya entegre raporlama çerçeveleri, görünürde ahlaki tutarlılığın teknik bir dille ifadesidir. Ancak bu görünüm, derin bir metafizik yanılsamayı gizler: vicdan, standartlaştırılamaz; ama sistem onu ölçülebilir hâle getirerek nötralize eder.
Bu noktada Kant’ın kategorik imperatifi, muhasebenin söylemsel yüzünde yankılanır: “Öyle davran ki eylemin, evrensel bir yasa olabilsin.” Muhasebeci, kayıt yaparken, etik bir özne gibi davranır. Fakat şirket kapitalizminin içinde bu ilke, biçimsel bir protokole dönüşür. Özgür irade yerini “kurumsal zorunluluklara”, vicdan ise “uyum prosedürlerine” bırakır. Böylece muhasebe, ahlaki bir eylem değil, normatif bir ritüel hâline gelir.
Sistem, vicdanı kurumsallaştırarak etkisizleştirir. Vicdan, artık bireyin içsel sesi değil, şirketin etik politikası dokümanında yer alan bir başlıktır. Muhasebe standartları, görünüşte etik düzenin garantörüdür; ancak aslında etik, sistemin içindeki “kontrollü bir değişken” olarak işlev görür.
Habermas’ın (1984) ifadesiyle, rasyonel iletişim alanı yerine, “sistemsel aklın sömürgeleştirdiği yaşam dünyası” devrededir. Vicdan, iletişimsel bir uzlaşmanın değil, sistemsel bir uyumun aracıdır.
Bu sahnede, muhasebe ahlaki bir dil konuşur ama etik bir sessizliği sürdürür.
Her bilanço, doğruluk üzerine yemin eder; fakat bu doğruluk, yalnızca sistemin sürdürülebilirliğini garanti eden bir doğruluktur.
Her etik beyan, “değer yaratmak” adına dile getirilir; ama değer, çoğu kez gezegenin, emeğin ve adaletin pahasına yaratılır.
Bu görünürde “ahlaki” sistemin metafizik boyutu ise tam da bu paradoksta yatar: vicdanın ölçülebileceğine inanmak.
Oysa vicdan, ölçüldüğü anda vicdan olmaktan çıkar.
Bir etik denetim formunda, bir “etik skor kartında” ya da bir “entegre raporun etik performans göstergesindeki” vicdan, artık yalnızca sistemin yansısıdır — özgür iradenin değil.
Felsefi düzlemde bakıldığında, muhasebe sistemi ontolojik bir kırılma yaşar:
Vicdan, öznenin içsel bir rehberi olmaktan çıkarak, kurumsal bir gözetim aracına dönüşür.
Bu kırılma, Weber’in (1905) “Protestan Ahlakı”yla başlayan rasyonelleşme sürecinin, muhasebede teknik-etik bir fethe evrildiği noktadır. Rasyonellik, etikliği yutar; sistem, anlamı yönetir; ve geriye sadece ölçülebilir vicdan kalır.
Böylece muhasebe, görünürde “ahlaki bir disiplin”, gerçekte ise “ahlakın biçimsel temsili” hâline gelir.
Her sayı, bir etik izlenim yaratır; fakat bu izlenim, bir vicdan beyanı değil, bir etik performansın metrik çıktısıdır.
Sistem, vicdanı tanımlar; vicdan da sistemi doğrular.
Sonuçta ortaya çıkan şey, ahlakın bürokratik bir suretidir — tıpkı ruhun bedenin ağırlığı altında ezilmesi gibi, vicdan da prosedürlerin ağırlığı altında sönümlenir.
Ve işte bu noktada, muhasebede ahlakın metafiziği trajikomik bir diyalektiğe dönüşür:
Ahlakı sistemleştirme arzusu, sistemin ahlaksızlaşmasını meşrulaştırır.
Her “etik standart”, bir anlamda “vicdanın teknikle ikamesidir.”
Her finansal tablo, bir yemin değil, bir itiraf metnidir:
Doğruluğu değil, sistemsel uyumu belgeleyen bir itiraf…
Ahlaki Metafizik ve Kapitalist Simülasyon
Muhasebenin görünmeyen yüzü, etik olanın metalaşmasıdır. “Sürdürülebilirlik raporları”, “ESG performans göstergeleri”, “karbon ayak izi tabloları” —hepsi aynı oyunun yeni maskeleri. Burada etik, bir öz değil; bir estetik unsura indirgenmiştir. Ahlak, ölçülebilir bir göstergeye, entegre raporlarda görsel bir simgeye dönüşür.
Bu durum, Jean Baudrillard’ın “simülakr” kavramıyla açıklanabilir: Muhasebe artık gerçeği temsil etmez, gerçeğin simülasyonunu üretir. “Yeşil bilanço” veya “sürdürülebilir kâr” gibi kavramlar, kapitalizmin kendi suçluluğunu estetikleştirdiği yeni dil oyunlarıdır. Bu oyunda gerçek etik, bir pazarlama kategorisine indirgenir.
Görünürde etik olan, özünde hegemoniktir. Çünkü kapitalist düzen, ahlaki ilkeleri teknik protokollere dönüştürerek vicdanı sistemleştirir. Böylece muhasebeci, artık bir “etik özne” değil; bir “uyum aktörü” hâline gelir. Kurumun çıkarını evrensel değerlerin önüne koymak, mesleki refleksin parçası hâline gelir.
Vicdan, Sistem ve Gezegensel Kriz
Muhasebede Ahlakın Metafiziğine Temellendirme: Görünmeyen Çerçeve Muhasebenin görünmeyen boyutu, sayıların ardındaki sessizlikte yatar: etik çelişkiler, sistemik baskılar ve gezegensel sınırların ihmal edilmesi. Bu çerçeve, muhasebenin yalnızca ekonomik değil, aynı zamanda ahlaki, toplumsal ve ekolojik bir disiplin olduğunu sorgular. Görünmeyen, şirket kapitalizminin hegemonik gölgesi ve ekolojik yıkımın susturulmuş çığlığıdır.
i. İnsan, Etik ve Özgür İrade
Görünmeyen gerçeklik, muhasebecinin özgür iradesinin sistemik baskılar altında ezildiğini ortaya koyar. Şirket kapitalizminin kısa vadeli kâr hırsı, etik tercihleri boğar. Sayılar, matematiksel bir gerçeklikten çok, vicdanın çalındığı bir kara mizah sahnesine dönüşür. Muhasebeci, mevzuatın gölgesinde doğruyu temsil etme illüzyonunu oynar.
Görünmeyen gerçeklik, muhasebecinin “özgür irade”sinin aslında sistemik zorunluluklar tarafından kuşatıldığını gösterir. Klasik anlamda ahlak, Kant’ın (1785) Ahlak Metafiziğinin Temellendirilmesi’nde belirttiği gibi, insanın kendi aklıyla belirlediği evrensel bir yasa uyarınca davranma yetisidir. Ancak modern muhasebe pratiğinde bu özgürlük, şirket kapitalizminin kurumsallaşmış rasyonelliği içinde giderek daralır. Muhasebeci, görünürde özgür bir etik özne gibi davranır; fakat gerçekte, sermaye akışlarını optimize eden, piyasa beklentilerine uyumlu davranmakla yükümlü bürokratik bir aktöre indirgenmiştir.
Bu durum, Max Weber’in (1905) tanımladığı “demir kafes” metaforunun muhasebedeki karşılığıdır: Rasyonel sistem, etik iradeyi değil, işlevsel uygunluğu ödüllendirir. Muhasebeci, formel standartlara uyarak “doğru”yu temsil ettiğini sanır; oysa bu “doğruluk”, Kantçı anlamda bir etik doğruluk değil, sistemin sürdürülebilirliğini sağlayan bir uyum ahlakıdır. Dolayısıyla özgür irade, biçimsel olarak korunur ama içeriksel olarak boşaltılır — tıpkı vicdanın prosedürler içinde sessizleştirilmesi gibi.
Karl Marx’ın (1867) Kapital’de tanımladığı yabancılaşma kavramı burada yeniden anlam kazanır: Muhasebeci, yalnızca emeğinden değil, etik yargısından da yabancılaşır. Rakamlar aracılığıyla sistemin düzenini korur, ancak bu düzenin insanî adaletle çeliştiği anlarda sessiz kalır. “Doğru kayıt” ile “doğru olan” arasındaki fark, işte bu noktada görünür hâle gelir.
Erich Fromm (1941) bu durumu “özgürlükten kaçış” olarak tanımlar. Muhasebeci, sistemin güvenli sınırları içinde etik sorumluluğu rasyonelleştirir; kendi vicdanını, “standartlara uygunluk” gerekçesiyle askıya alır. Çünkü vicdan, ölçülemeyen bir değişkendir; oysa muhasebe, ölçülebilir olanın krallığıdır. Böylece etik özgürlük, regülasyonun gölgesinde kaybolur.
Günümüz dijital kapitalizmi bu tabloyu daha da keskinleştirmiştir. Algoritmik denetim, XBRL tabanlı raporlama ve yapay zekâ destekli denetim sistemleri, muhasebeciyi yalnızca teknik bir uzmana değil, aynı zamanda etik kararlardan arındırılmış bir arayüz operatörüne dönüştürür. Shoshana Zuboff’un (2019) ifadesiyle bu, “gözetim kapitalizminin” yeni bir formudur: İnsan, sistemin etik sorumluluğunu taşımak yerine, sistem tarafından izlenen ve yönlendirilen bir veri üreticisine indirgenir.
Böyle bir düzende özgür irade, Kantçı bir ahlak yasasının değil, piyasa mantığının hizmetindedir.
Ve muhasebeci, bu görünmeyen sahnede etik özne değil, etik rolü oynayan bir aktör hâline gelir.
Her kayıt, artık yalnızca finansal bir işlem değil, vicdanın metalaştırıldığı bir performanstır.
Sayılar, böylece bir kara mizah sahnesinde dans eder:
Gerçeği temsil etmek yerine, sistemin kendini meşrulaştırma ritüelini icra ederler.
Ve bu sahnede en trajik figür, “doğruyu kaydeden ama gerçeği göremeyen” muhasebecidir.
ii. Gerçeklik,
Temsil ve AdaletGörünmeyen muhasebe, finansal tabloların teatral bir temsil olduğunu ifşa eder. Şeffaflık ve doğruluk, Aristoteles’in adalet idealine bir gönderme gibi görünse de, entegre raporlar ve sürdürülebilirlik beyanları sıklıkla “yeşil boyalı” yalanlarla doludur. Muhasebe, şirket kapitalizminin hegemonik yapısına ve gezegensel körlüğe karşı sessiz bir hicivdir.
Görünmeyen muhasebe, ekonomik gerçekliğin kendisini değil, onun temsilini üretir. Finansal tablolar, birer “hakikat metni” değil, Baudrillard’ın deyimiyle “simülakr”dır—yani gerçeğin yerine geçen birer göstergedir (Baudrillard, 1981, s. 11). Şeffaflık, doğruluk ve hesap verebilirlik söylemleri, Aristoteles’in adalet tanımındaki “herkese hak ettiğini verme” idealine gönderme yapıyor gibi görünse de, kapitalist düzen bu ideali sistematik olarak tersyüz eder. Adalet, piyasanın elinde bir “retorik süs”e dönüşür.
Entegre raporlar, sürdürülebilirlik taahhütleri ve etik kodlar, kurumsal dünyada bir tür “modern ayin” işlevi görür. Bu belgeler, ahlaki sorumluluğun yerine estetik bir imaj üretir. Şirketler, çevresel ve toplumsal sorumluluklarını yerine getirmekten ziyade, bunları “görünür kılmakla” yetinir. Dolayısıyla muhasebe, ahlakın temsil biçimlerinden biri olmaktan çıkıp, ahlaksızlığın makyajlandığı bir vitrine dönüşür.
Bu görünmeyen düzlemde muhasebe, artık bir “teknik disiplin” değil, bir “ideolojik sahneleme”dir. Her bilanço, bir etik sessizlik belgesidir; her gelir tablosu, gerçeğin üzerini örten bir kurumsal şiir gibidir. Muhasebe, aslında şirket kapitalizminin kendi vicdanını aklama biçimidir. Böylece “şeffaflık”, görmeyi değil, görmemeyi garanti altına alan bir perdeye dönüşür (Žižek, 2012, s. 37).
iii. Evrensel Ahlak İlkeleri,
Görünmeyen çerçeve, evrensel etik değerlerin günümüz muhasebe pratiğinde birer oksimorona dönüştüğünü açığa çıkarır: “sürdürülebilir” olan çoğu zaman ekolojik olarak yıkıcıdır; “şeffaf” olan, en kritik noktada gizlidir; “etik” olan ise piyasanın çıkarlarına hizmet eder. Bu çelişkiler bütünü, Immanuel Kant’ın “evrensel ahlak yasası”na (Kant, 1785, s. 27) radikal bir tezat oluşturur. Çünkü Kant’ın öngördüğü ahlak, insanın araç değil, amaç olarak görülmesini gerektirir. Oysa çağdaş şirket kapitalizmi, insanı —ve hatta gezegeni— bilanço kalemlerine indirger.
Makyajlanmış sürdürülebilirlik raporları, şirketlerin “etik performans”ını sahnelediği birer kurumsal tiyatro metnine dönüşür. Bu belgelerde kullanılan dil, güven inşa etmekten çok, etik bir illüzyon yaratmayı amaçlar. Böylece muhasebe, bir yandan toplumsal güvenin teminatı gibi görünürken, diğer yandan o güvenin sessizce aşınmasına aracılık eder.
Gerçek evrensel ahlak, finansal şeffaflığı, toplumsal adaleti ve gezegensel sorumluluğu birleştiren bütüncül bir etik yaklaşımı gerektirir. Bu yaklaşım, yalnızca rakamlarda değil, rakamların ardındaki niyette somutlaşmalıdır. Ancak bu tür bir etik ufuk, şirket kapitalizminin karanlık gölgesinde bir gölge oyunu olarak kalır. Çünkü sistem, kendi varlığını sürdürmek için etik idealleri retorik birer süs haline getirir.
Nietzsche’nin “ahlakın soybilimi” (Nietzsche, 1887, s. 42) kavramında belirttiği gibi, modern toplumun ahlaki kavramları çoğu zaman kökensel anlamlarından koparılmıştır. Bugün “etik” sözcüğü, bir eylemin erdemini değil, bir markanın meşruiyetini tanımlar. Bu bağlamda muhasebe, yalnızca ekonomik gerçekliğin değil, etik yozlaşmanın da dili haline gelir.
iv. Sistem, Vicdan ve Metafizik Yön
Görünmeyen muhasebe, her kaydın bir vicdan ölçütü olduğunu, ancak bu vicdanın kapitalist sistem ve küresel standartlar tarafından opsiyonel bir aksesuara indirgendiğini ortaya koyar. Gezegenin kaynak sınırları ve sürdürülebilirlik hedefleri, teknik sayılarla toplumsal-ekolojik sorumluluk arasında trajikomik bir gerilim yaratır. Muhasebede ahlakın metafiziği, insan, kurum ve gezegen arasında ironik bir rehberdir.
Görünmeyen muhasebe, her finansal kaydın yalnızca bir ekonomik veri değil, aynı zamanda bir vicdan izi olduğunu hatırlatır. Ancak bu vicdan, küresel kapitalizmin metrikleştirilmiş düzeninde giderek standartlaştırılmış bir aksesuar hâline gelir. Muhasebenin dili, etik bir iç hesaplaşmadan çok, yatırımcı beklentilerini tatmin eden araçsal bir akla teslim olur.
Kant’ın “iyi niyet” üzerine kurduğu ahlaki yasa, burada kâr maksimizasyonu algoritmalarıyla yer değiştirir. Muhasebecinin özerk etik iradesi, sistemin kurumsal akılcılığı içinde çözülür; vicdan, regülasyon metinlerinin dipnotlarına sıkışır. Levinas’ın “öteki”ne duyulan sorumluluğu, artık bir maliyet kalemi olarak kodlanır; “insan” yerini “paydaş”a, “doğa” ise “kaynak”a bırakır.
Gezegenin sınırlı kaynakları, sürdürülebilirlik raporlarının dipnotlarında birer “risk faktörü”ne dönüşür. Böylece muhasebe, teknik bir pratik olmaktan çıkar; metafizik bir ironinin sahnesi hâline gelir:
Kayıtlar yapılır, denetimler tamamlanır, standartlar uyum sağlar… fakat hakikat hâlâ eksiktir.
Ahlakın metafiziği, burada hem bir itiraf hem de bir direniştir. Çünkü her rakam, varoluşun bir yankısıdır: “İnsanın muhasebesi, sistemin değil, vicdanın terazisindedir.”
Sonuç
Sayıların Ardındaki SessizlikMuhasebede ahlakın metafiziği, görünen ile görünmeyen arasındaki gerilimde bir varoluş sorgusudur. Görünen, şeffaflık ve etik vaatlerle parlayan bir vitrindir; görünmeyen ise vicdanın, sistemin ve gezegensel krizin susturulmuş çığlığıdır. Sayıların ardındaki sessizlikte yankılanan soru şudur: Muhasebe, kapitalist sistemin bir aracı olmaktan çıkıp insan, toplum ve gezegen arasında gerçek bir etik köprü kurabilir mi?Muhasebe, ekonomik gerçekliği yansıtmakla kalmaz; insan eyleminin etik ve toplumsal izdüşümüdür. Sayılar, sadece hesap değil, vicdanın kaydıdır. Klasik felsefe (Kant, Aristoteles) doğruluk ve adaletin özgür irade ile ilişkisini gösterir: her tablo, bir gerçeğin değil, bir adalet arayışının temsilidir. Her rapor, yalnızca rakamların toplamı değil; toplumla yapılmış bir ahlaki sözleşmedir. Muhasebede ahlak, bireysel bilinç kadar, sistemik kapitalist yapıların etik sınırlarını da sorgular.
Gezegenin sınırları ve sürdürülebilirlik, bu etik çerçevenin ayrılmaz bir parçasıdır.Ama bugün muhasebe, ahlaki bir trajedi ile metafizik bir komedinin kesiştiği sahnedir. Rakamlar, artık gerçeği değil, maskelenmiş çıkarların koreografisini gösterir.
“Doğruluk” ve “şeffaflık” yazılı; yeşil boyalı sürdürülebilir raporlar ise çoğunlukla PR dekorudur. Sayılar, vicdanın çalındığı kara mizah sahnesinde oynar; hegemonik kapitalizm ve global muhasebe standartları vicdanı opsiyonel bir aksesuara indirger.
Gerçek ile temsil arasındaki boşluk büyüdükçe, muhasebe hem adaletin hem de ironinin aynası hâline gelir. Her kayıt, insan, kurum ve gezegen arasında trajikomik bir köprü kurar.
Muhasebede ahlakın metafiziği artık sadece bir felsefi tartışma değil, varoluşsal bir sorgudur:“Gerçeği mi raporluyoruz, yoksa onu güzel mi gösteriyoruz?”
Son Söz: “Belki de muhasebenin geleceği, görünenin arkasındaki görünmeyeni fark eden bir vicdan bilimi olmaktan geçer.”.
Aristoteles. (1999). Nicomachean Ethics (T. Irwin, Trans.). Hackett.
Bebbington, J., & Larrinaga, C. (2014). Accounting and sustainable development: An exploration. Accounting, Organizations and Society, 39(6), 395–413.
Flower, J. (2015). The International Integrated Reporting Council: A story of failure. Critical Perspectives on Accounting, 27, 1–17.
Foucault, M. (1977). Discipline and Punish: The Birth of the Prison. Vintage Books.
Gray, R. (1992). Accounting and environmentalism: An exploration of the challenge of gently accounting for accountability, transparency and sustainability. Accounting, Organizations and Society, 17(5), 399–425.
Habermas, J. (1984). The Theory of Communicative Action (Vol. 1). Beacon Press.
Jonas, H. (1979). The Imperative of Responsibility: In Search of an Ethics for the Technological Age. University of Chicago Press.
Kant, I. (1785/1993). Grounding for the Metaphysics of Morals (J. Ellington, Trans.). Hackett.
Latour, B. (2018). Down to Earth: Politics in the New Climatic Regime. Polity Press.
Levinas, E. (1969). Totality and Infinity. Duquesne University Press.
Rawls, J. (1971). A Theory of Justice. Harvard University Press.