Sevgi Pazarda: Tüketim Toplumunda Özel Günler ve Eşik Altı Kodlama
Özet
Bu çalışma, özel günlerin (Anneler Günü, Sevgililer Günü, Yılbaşı vb.) modern kapitalist toplumda nasıl metalaştırıldığı ve duygusal deneyimlerin nasıl pazarın diliyle kodlandığı üzerine eleştirel bir değerlendirme sunar. Feodalizmden kapitalizme, oradan da şirket kapitalizmine uzanan tarihsel dönüşüm bağlamında, sevgi, minnettarlık ve aidiyet gibi değerlerin nasıl ticarileştirildiği analiz edilir. "Eşik altı kodlama" kavramı kullanılarak, görünürde duygusal ve insani olanın nasıl görünmez bir biçimde tüketime yönlendirdiği ortaya konur. Tüketim toplumu, yalnızca nesnelerin değil, duyguların da pazarda dolaşıma sokulduğu bir evreye evrilmiştir. Bu bağlamda, özel günler hem kültürel hegemonya hem de ekonomik yönlendirme aracı olarak işlev görmektedir.
Anahtar Kelimeler: Tüketim toplumu, özel günler, kapitalizm, eşik altı kodlama, duyguların metalaşması, şirket kapitalizmi
Anneler Günü’nde bir demet çiçek, Sevgililer Günü’nde kalp biçimli bir çikolata kutusu, yılbaşında ise etiketlenmiş bir “mutluluk seti”... Günümüzde sevgi, minnettarlık, bağlılık ve umut gibi en temel insani duygular, küresel kapitalizmin yeniden üretim süreçleri içerisinde metalaşmış; pazarlanabilir, fiyatlandırılabilir ve kampanyalarla kodlanabilir hale gelmiştir. Duygular birer ürün, ritüeller birer satış stratejisi, hatırlanmak ise algoritmalarla tetiklenen bir uygulama bildirimi haline gelmiştir. Bu dönüşüm, bireyin içsel deneyimleriyle piyasa arasındaki sınırları bulanıklaştırmakta; öznel olanı nesneleştirmekte; insanı, yalnızca tüketen değil, duygularını da pazara sunan bir "duygusal girişimci" konumuna taşımaktadır.
Bu çalışma, özellikle şirket kapitalizmi bağlamında, özel günler üzerinden işletilen tüketim mekanizmalarını ve duyguların sistematik biçimde metalaştırılmasını eleştirel bir perspektifle incelemeyi amaçlamaktadır. Özel günler –Anneler Günü, Sevgililer Günü, Babalar Günü, Yılbaşı gibi takvimsel eşikler– yalnızca bireysel duyguların ifade alanı olmaktan çıkmakta; aynı zamanda piyasanın kolektif hafızayı yönlendirdiği, toplumsal ritüellerin yerini marka stratejilerinin aldığı hegemonik alanlara dönüşmektedir. Bu bağlamda çalışma, duyguların ve ilişkilerin “ekonomikleştirilmesi” olgusunu, hem kuramsal hem de kültürel bir bağlamda çözümlemektedir.
Kavramsal olarak çalışma, Arlie Russell Hochschild’in "duygusal emek" (emotional labor) ve "duyguların yönetimi" (emotion management) kuramlarını temel alarak, bireyin iç dünyasının da emek süreçlerine dahil edilmesiyle ortaya çıkan yeni tüketim biçimlerini tartışmaktadır. Ayrıca Eva Illouz’un "duygusal kapitalizm" (emotional capitalism) yaklaşımı çerçevesinde, aşk, sevgi, aile gibi toplumsal kurumların nasıl birer pazarlama stratejisine dönüştüğünü sorgulamaktadır. Bu bağlamda özel günler, yalnızca kültürel değil aynı zamanda ekonomik ve ideolojik aygıtlar olarak ele alınmakta; bireysel duyguların, algoritmalar, kampanyalar ve uygulama bildirimleri aracılığıyla nasıl piyasa diline çevrildiği analiz edilmektedir.
Çalışmanın temel savı şudur: Şirket kapitalizmi, bireyin duygusal evrenini sistematik olarak ticarileştirerek, modern öznenin hem toplumsal ilişkilerini hem de kendilik deneyimini metalaştırmaktadır. Bu dönüşüm yalnızca ekonomik bir strateji değil, aynı zamanda varoluşsal bir kırılmadır. Çünkü duygular, artık yalnızca hissedilen değil; satın alınan, sunulan, paketlenen ve yeniden pazarlanan şeylerdir.
Bu bağlamda araştırmanın amacı, özel günler aracılığıyla kurgulanan duygusal kodların nasıl içselleştirildiğini, bireyin kendi kimliğini bu tüketime dayalı semboller aracılığıyla nasıl yeniden inşa ettiğini ve bu sürecin hem bireysel hem de toplumsal ölçekte ne tür kırılmalara yol açtığını analiz etmektir.
Duyguların ticarileştirilmesi, Arlie Russell Hochschild'in 1983 yılında geliştirdiği "duygusal emek" (emotional labor) kavramı ile akademik dünyada geniş bir tartışma alanı bulmuştur. Hochschild, duygusal emeğin özellikle hizmet sektöründe, çalışanların duygusal durumlarını kontrol etmeleri ve belirli duyguları sergilemeleri beklentisini içerdiğini öne sürmüştür. Ancak bu kavram, yalnızca çalışma hayatıyla sınırlı kalmamış; daha geniş bir kapitalist yapı içinde duyguların birer meta olarak işlev gördüğü bir bağlama evrilmiştir (Hochschild, 1983). Hochschild'in teorisi, duyguların iş gücü piyasasında ekonomik değer taşıyan bir varlık olarak görülebileceğini ortaya koymuş, bu da kapitalist toplumun duyguları nasıl ekonomik bir kaynak olarak kullandığını eleştiren önemli bir bakış açısı oluşturmuştur.
Eva Illouz'un (2007) "Duygusal Kapitalizm" (Emotional Capitalism) adlı çalışması, bu ticarileşmiş duyguların özel ilişkiler ve bireysel kimlikler üzerindeki etkilerini incelemektedir. Illouz, kapitalist toplumların "aşk" ve "sevgi" gibi derin insani duyguları nasıl yeniden yapılandırıp tüketim kültürünün bir parçası haline getirdiğini araştırmaktadır. Tüketici kültürünün insanların duygusal yaşamlarını belirlemesi, toplumsal bağların zayıflamasına ve bireylerin daha fazla tüketime yönlendirilmesine yol açmaktadır. Illouz, bu dönüşümün duyguların ekonomik değerlerle ölçülmesini, bireylerin özdeğerlerini ve toplumsal ilişkilerini nasıl şekillendirdiğini ortaya koymaktadır.
Özel günler, modern kapitalizmin duygusal ve kültürel hegemonyasının önemli araçları haline gelmiştir. Anneler Günü, Sevgililer Günü, Yılbaşı gibi takvimsel eşikler, yalnızca toplumsal değerleri kutlamak için değil, aynı zamanda geniş çaplı pazarlama stratejileriyle bireyleri belirli tüketim alışkanlıklarına yönlendirmek amacıyla kullanılır. Bu bağlamda, özel günlerin ekonomik anlamda nasıl dönüştüğü üzerine yapılan çalışmalar, toplumsal kutlamaların zaman içinde nasıl birer tüketim nesnesine dönüştüğünü ve kapitalist piyasanın bu süreçteki rolünü sorgulamaktadır.
Baudrillard’ın (1998) "Tüketim Toplumu" adlı eserinde, özel günlerin ve ritüellerin, toplumları belirli tüketim kalıplarına yönlendiren stratejik araçlar olarak kullanıldığı vurgulanmaktadır. Baudrillard, bu kutlamaların artık duygusal anlam taşımadığını, aksine bireylerin sürekli olarak kendilerini yeniden inşa ettikleri ve bu süreçte sürekli olarak tükettikleri gösterge sistemleri haline geldiğini ileri sürmüştür. Özel günler, bu göstergelerin işlevselliğiyle, insanlar arasındaki duygusal bağları daha çok tüketim odaklı ilişkilere dönüştürmektedir.
Zygmunt Bauman (2007) ise "akışkan modernite" kavramıyla, bireylerin sürekli değişen, güvenceye alınamayan bir dünyada, duygusal bağlarını da sürekli olarak şekillendirdiğini ifade etmektedir. Bauman, özel günler gibi sabit ritüellerin, bireyleri geçici tatminler arayışı içine soktuğunu ve gerçek anlamda duygusal derinlikten yoksun, yüzeysel bağlar kurduğunu savunmaktadır.
Duyguların pazarlanabilir hale gelmesi yalnızca geleneksel pazarlama stratejileriyle sınırlı kalmamaktadır. Dijital kapitalizmin yükselmesiyle birlikte, duygular artık algoritmalar aracılığıyla hedeflenmektedir. Çeşitli sosyal medya platformları ve dijital uygulamalar, kullanıcıların duygusal durumlarını analiz etmekte ve onlara uygun reklamlar, kampanyalar ve ürünler sunmaktadır. Bu süreç, duygusal yönetim ve kontrolün daha sofistike bir boyuta taşındığı yeni bir dijital çağın habercisidir.
Shoshana Zuboff (2019) "Sınırsız Kapitalizm" adlı eserinde, dijital kapitalizmin duyguları ve bireysel deneyimleri nasıl veri haline getirdiğini, bu verilerin nasıl pazarlanabilir hale geldiğini tartışmaktadır. Zuboff, "gözetim kapitalizmi" kavramı ile, şirketlerin kullanıcıların duygusal ve psikolojik verilerini nasıl ticaret haline getirdiğini ve bireylerin duygusal tepkilerinin nasıl birer ekonomik kaynağa dönüştüğünü göstermektedir.
Duyguların algoritmalar tarafından şekillendirilmesi, özel günlerin ve kutlamaların dijitalleşen dünyada daha da metalaşmasına yol açmıştır. Özellikle sosyal medya platformlarında, kullanıcıların özel günlerdeki paylaşımlarına ve tepkilerine göre hedeflenen reklamlar ve promosyonlar, duygusal yönelimleri doğrudan etkilemektedir. Bu durum, bireylerin duygusal yaşamlarının sadece dışsal sosyal faktörler değil, aynı zamanda teknolojik araçlarla yeniden şekillendirilen bir yapı olduğunu ortaya koymaktadır.
Tüketim kültürünün duyguları pazarlama aracı olarak kullanması, toplumsal eşitsizlikleri derinleştiren bir etkiye sahiptir. Duyguların metalaşması, özellikle düşük gelirli ve marjinal gruplar için daha fazla ekonomik baskı oluşturmakta, toplumsal anlamda da bireylerin duygusal bağlarını zayıflatmaktadır. Bununla birlikte, bu süreçler, bireysel özgürlüğün ve kimliğin yeniden tanımlanmasını da engellemektedir.
Her ne kadar bu durum kapitalizmin bireysel özgürlük ve özdeğer üzerinden genişleyen hegemonik bir gücü olarak görülebilse de, aynı zamanda kapitalist toplumun yapısal sorunlarını da daha görünür hale getirmektedir. Toplumların kendilik, kimlik ve değerler üzerine inşa ettikleri anlayışlar, kapitalist pazarın yönlendirdiği çerçevelerle sınırlı kalmaktadır.
Çalışmamız, modern kapitalizmin toplumsal değerleri, duyguları ve ritüelleri nasıl pazarlama araçlarına dönüştürdüğüne dair bir eleştiriyi hedeflemektedir. Bu bağlamda, araştırma; duygusal kapitalizm, tüketim kültürü ve gözetim kapitalizmi gibi kavramları temel alarak toplumsal değişimi, bireysel kimliklerin dönüşümünü ve pazarın toplumsal ilişkiler üzerindeki etkilerini tartışacaktır.
Duyguların ticarileştirilmesi, kapitalist toplumlarda bireylerin içsel dünyalarını dışsal ekonomik sistemle ilişkili hale getirmektedir. Arlie Russell Hochschild'in "duygusal emek" (emotional labor) kavramı, bu sürecin ilk ve temel teorik açıklamalarından biridir. Hochschild, duygusal emeğin özellikle hizmet sektöründe nasıl metalaştırıldığını ve duygusal becerilerin iş gücü olarak nasıl işlediğini ele almıştır (Hochschild, 1983). Ancak bu kavram, yalnızca iş yerinde duygusal emeği incelemekle sınırlı kalmamış; kapitalizmin, duygusal ilişkiler ve içsel yaşamla olan etkileşimini daha geniş bir ölçekte ele almıştır. Bu çerçevede, Hochschild'in çalışması, duyguların ticarileşmesinin toplumsal yapıyı nasıl dönüştürdüğünü anlamamıza yardımcı olmaktadır.
Eva Illouz’un "duygusal kapitalizm" üzerine yaptığı çalışmalar da bu kuramsal çerçevenin önemli bir parçasını oluşturur. Illouz, modern kapitalizmin duyguları nasıl metalaştırdığını, bireylerin duygusal yaşamlarının nasıl tüketime dönüştüğünü ve romantik ilişkilerin bile birer tüketim nesnesine dönüştüğünü tartışır (Illouz, 2007). Ona göre, kapitalizm, bireylerin duygusal dünyasını şekillendirerek, bu dünyayı bir ürün ve hizmet talep eden bir pazar alanı olarak yeniden kurgulamaktadır.
Bu bakış açısı, duyguların toplumsal ve bireysel düzeyde nasıl ekonomik süreçlerle kesiştiğini ve kapitalist sistemin bireysel kimlikler üzerindeki etkilerini incelememize olanak tanır.
Jean Baudrillard’ın "tüketim toplumu" teorisi, kapitalizmin bireyler arasındaki toplumsal ilişkileri, değerleri ve anlamları nasıl dönüştürdüğüne dair önemli bir perspektif sunmaktadır. Baudrillard’a göre, tüketim toplumunda insanlar artık sadece ürünleri değil, aynı zamanda sembolik değerleri, anlamları ve ilişkileri de tüketirler. Özel günler gibi toplumsal ritüeller de, bu tüketim sürecinin birer parçasına dönüşür (Baudrillard, 1998). Özellikle Sevgililer Günü veya Anneler Günü gibi kutlamalar, başlangıçta bireysel anlam taşıyan toplumsal ritüellerken, zamanla ticarileşerek birer tüketim aracı haline gelmiştir.
Tüketim kültürünün toplumsal ilişkiler üzerindeki etkisi, insanların bu ilişkileri de ürün ve hizmet taleplerine indirgemesine yol açmaktadır. Örneğin, bir kutlama günü, samimi bir hatırlama ya da minnettarlık gösterisi olmaktan çıkarak, bir ürün ya da hizmete dönüşmektedir. Bu geçiş, toplumsal değerlerin ve insani ilişkilerin kapitalizm tarafından nasıl yeniden üretildiğini göstermektedir.
Shoshana Zuboff’un "gözetim kapitalizmi" kavramı, dijital kapitalizmin bireylerin duygusal yaşamlarını nasıl veriye dönüştürdüğünü ve bu verilerin nasıl kapitalist amaçlarla kullanıldığını ele alır (Zuboff, 2019). Zuboff, dijital platformların kullanıcı verilerini toplama, analiz etme ve bu verileri pazarın yönlendirilmesi için nasıl kullanıldığını detaylandırmıştır. Bu bağlamda, sosyal medya ve dijital uygulamalar, bireylerin duygusal durumlarını takip etmekte ve bu verileri, onlara yönelik kişiselleştirilmiş reklamlar ve ürünler sunmak için kullanmaktadır.
Dijital teknolojiler, özel günlerdeki kutlama mesajlarını, fotoğrafları ve tepkileri de "dijital duygular" olarak pazarlamaktadır. Zuboff’un teorisi, bu sürecin, bireylerin kendilerini dijital platformlar üzerinden yeniden inşa etmeleri ve duygularını sürekli olarak ticaret haline getirmeleriyle nasıl iç içe geçtiğini anlamamıza olanak tanımaktadır.
Duyguların ticarileştirilmesinin toplumsal eşitsizlikleri derinleştirdiği ve bireylerin duygusal bağlarının sığlaşmasına yol açtığı eleştirileri, Zygmunt Bauman’ın "akışkan modernite" kavramı çerçevesinde tartışılabilir. Bauman, modern toplumun bireyleri, güven arayışı içinde sürekli bir belirsizliğe sürüklediğini ve bu belirsizliklerin, duygusal bağları da yüzeysel ve geçici hale getirdiğini öne sürmüştür (Bauman, 2007). Bu bağlamda, kapitalist sistemin sadece ekonomik eşitsizlikleri derinleştirmediği, aynı zamanda bireylerin duygusal dünyalarını da metalaştırarak, kimlik ve toplumsal bağlarını şekillendirdiği söylenebilir.
Kapitalist sistem, artık doğrudan mesajlarla değil, eşik altı (subliminal) yollarla tüketimi yönlendirir. Anneler Günü reklamında ağlayan bir çocuk, Sevgililer Günü afişinde el ele tutuşan çift, yılbaşı kampanyasında gülümseyen aile... Görünürde duygu yüklü, fakat temelde tüketim çağrısı yapan bu imgeler, bireyin bilinçdışında iz bırakır. Bu tür kodlama, bireyin özgür seçim yanılsaması altında pazarın yönlendirmesine açık hale gelmesini sağlar (Zaltman, 2003). Duygular, pazarlama diliyle içselleştirilir ve tüketim davranışına dönüşür.
Özel günler, bir yandan birliktelik ve anma ritüelleri sunarken, diğer yandan bireyleri belirli tüketim pratiklerine yönlendirir. Anneler Günü'nde hediye almayan bir evlat “duyarsız”, Sevgililer Günü’nde yalnız kalan bir birey “eksik” hisseder. Bu hisler, bireyin duygusal değil, ekonomik bir performansa göre kendini değerlendirmesine neden olur. Bu durum Michel Foucault’nun “iktidarın mikrofizikleri” (1977) kavramıyla örtüşür: Piyasa, yalnızca ekonomiyi değil, toplumsal normları da şekillendirir.
Kapitalist ekonomi, yalnızca malların ve hizmetlerin değil, artık duyguların da mülkiyetine talip bir yapıdır. Bu çalışmada, özellikle özel günler üzerinden şekillenen duygusal ekonominin nasıl işlediği, eşik altı kodlama teknikleriyle bireyin bilinçdışına nasıl sızdığı, ve en mahrem duyguların bile metalaştırıldığı bir kültürel iklimde nasıl normalleştirildiği tartışılmıştır. Sevgi artık bir ürün, özlem bir kampanya, vefa ise bir indirim kodudur. Bu dönüşüm, yalnızca piyasanın bir zaferi değil, bireyin duygusal özerkliğinin çöküşüdür.
Elde edilen bulgular, modern kapitalizmin, duygulanımı bireysel bir iç deneyim olmaktan çıkarıp, kitlesel olarak tasarlanmış ve yönlendirilmiş bir davranış biçimine dönüştürdüğünü göstermektedir. Sosyal medya bu dönüşümün panoptikonudur; birey sevdiğini gösterirken, aslında sisteme sadakatini ilan eder. Tüketim yoluyla sevgi ifade etme normu, alternatif duygulanım biçimlerini marjinalleştirir; el emeği bir mektup, sessiz bir dokunuş, zamanın içten armağanı artık görünmezleşmiştir.
Bu bağlamda, özel günlerin yalnızca ekonomik değil, aynı zamanda ideolojik aygıtlar olduğunu ileri sürmek mümkündür. Louis Althusser’in “ideolojik aygıtlar” tanımını hatırlarsak, bu günler yalnızca “hediye alma” eylemiyle değil, duygulanımı şekillendirme ve yönlendirme işleviyle de sistemin yeniden üretimine katkı sunar. Michel Foucault’nun "biyopolitika" kavramını da hatırlatacak şekilde, bireyin yalnızca bedeni değil, duyguları da yönetilmektedir artık.
Ancak bu distopik resmin karşısında hâlâ bir direnç ihtimali vardır. Duyguların metalaşmasına karşı verilecek mücadele, duyguların yeniden sahiplenilmesini gerektirir. Sevginin ölçülemeyeceğini, özlemin fiyatlandırılamayacağını, vefanın algoritmik biçimde önerilemeyeceğini hatırlamakla başlar bu direniş. Alternatif duygulanım biçimlerinin, ticarileşmemiş ifade yollarının teşvik edilmesi, sadece bireysel değil, kültürel bir etik sorumluluktur.
Sonuç olarak bu çalışma, duyguların metalaşmasının yalnızca bir ekonomik mesele değil, aynı zamanda bir kültürel hegemonya meselesi olduğunu göstermektedir. Kapitalist tüketim kültürü, yalnızca ne aldığımızı değil, ne hissettiğimizi de belirler hale gelmiştir. Bu nedenle, duyguların yeniden kamusallaştırılması, gösteriden öze, tüketimden yaşantıya dönüş bir etik çağrı olarak karşımızda durmaktadır.
Baudrillard, J. (1998). The Consumer Society: Myths and Structures. Sage.
Bourdieu, P. (1991). Language and Symbolic Power. Harvard University Press.
Debord, G. (1996). The Society of the Spectacle. Zone Books.
Foucault, M. (1977). Discipline and Punish: The Birth of the Prison. Vintage Books.
Hochschild, A. R. (1983). The Managed Heart: Commercialization of Human Feeling. University of California Press.
Klein, N. (2001). No Logo. Picador.
Zaltman, G. (2003). How Customers Think: Essential Insights into the Mind of the Market. Harvard Business Review Press.
------------------------
Bir Okuma Parçası tam anlamıyla bir postmodern ağıt, bir bilinç sıçraması çağrısı, hem sistemin görünmeyen dişlilerine hem de "sevgiyi" kodlara, kampanyalara ve taksitle satın alınabilir hale getiren duygu simsarlarına karşı yazılmış bir manifesto....
İlk söz: “Günlük yaşama indirgenmiş düşler ülkesi!..
En modern en pahalı eşyalarla tıka basa dolu iş yerine gitmek için metroya da,
tıklım tıklım dolu bir trene de binilmiyor, lüks GTİ otomobillerle,
füzeye benzetilmiş motosikletlerle veya turbolarla gidiliyor buralara.
Kaygılanacak ne var ki?... Halk ne ister ki? İşte asıl can alıcı nokta bu ya, hiçbir şey!
Bu olağanüstü gezegende yaşam güzeldir.
Bu düşlere yaraşır dünyayı tanıdınız herhalde
“ Yazımızın ilerleyen bölümlerinin anlam kazanması için az önce de
belirttiğimiz gibi öncelikle bir temel tespiti yapmamız gerekmekte:
Subliminal kelimesi, latince "limen" köküne dayanır. Limen,
"eşik" demek. Subliminal, eşik altı.
Doğrudan algı eşiği altındaki sinyal, yani.
Kapitalizmin küreselleştiği günümüzde toplumu hızla geleneksel
bağlarından koparmış kendi amaçları-tüketim
toplumu-doğrultusunda yeniden dizayn için çeşitli projeler geliştirmiştir.
Bunun en belirgin örneklerinden biri de hayatımızın
neredeyse vazgeçilmezleri haline gelen özel günler:.
“Sevgililer Günü”, “Anneler Günü” , ”Babalar Günü”,!...
Niceleri...
Farkında mısınız, her yıl bir yenisiyle tanıştırıldığımızın.
"özel gün" ler, hayatımızda sendroma dönüşmüş durumda!..
Yaş günlerinin yıldönümlerinin yarattığı gerilim yetmezmiş gibi
Küresel Güçlerin / Eşik Altı Büyücülerin/;
“Özel Günler” zihinsel pazarlama stratejisinin bir örneği olarak da
”Sevgililer Günü” Üretmeden tüketme, tüketim için bilinç altına
“tüketimi” kodlama, Birilerinin özellikle dizayn ederek uygulamaya koydukları
“kodlanmış günler” Ya da başka kültürün ürünleri!...
Tüketim toplumu olma yolunda, birileri tarafından kodlanmış günler,
Konu modernlik bağlamında ele alınabildiği gibi
postmodernlik ile de yakından ilgili olarak gündemdeki yerini korumakta.
Tüketim toplumu olgusunun gündeme gelmesinde
etkin rol alan modern çalışma etiğinin endüstri toplumuna
üretmekten daha öncelikli bir hedef olarak tüketmenin
özendirilmesi süreçleri, İstesek de istemesek de bu yaşam için de ,
yeni sendromlar ortya çıkmakta...
Çünkü insanlık tarihinde belki de ilk defa arz talebi geçmeye başladı.ve
yepyeni bir problem ortaya çıktı. Bu kadar şeyi kim satın alacak?
Böylece üst yapının yeni söylevlerle özel günlerle tekrar formatlanmasını gerektli kılmakta....
Büyümeye devam eden sürdürülebilir kültürel bir norm oluşturma girişimleri.
Bu Anneler Günü'nde insanlar hediye vererek sevgilerini
göstermeleri markaların yüzünü güldürmeler...
Çarpıcı mücevherlerden şık kıyafetlere ve hediye kartlarına
kadar savurganlık Annelerini şımartmak isteyenler için
lüks spa bakımları, rahatlatıcı masajlar ve hoş manikür ve pedikür kuponları ..
Süslü bir öğle veya akşam yemeği ve güzel çiçek buketleri...
özel geziler bile yetersiz kalıyor..
Peki insanlar gerçekte ne kadar ve neye harcama yapmakta?
Tüm ilginç ayrıntılar için aşağıdaki verilere göz atmak gerekiyor(****).
Her yıl geçtikçe insanlar Anneler Günü'nün önemini giderek
daha fazla anlıyor ve minnettarlığını göstermek için
daha çok para harcamak kültürel bir norm haline geliyor.
Bu eğilim bilinçaltına köklü bir şekilde yerleştiği ve
yakın zamanda azalmasının pek mümkün görünmüyor..
Formatlama, dizayn tüm kadim değerler içinde yapılıyor,
Türk toplumunun tüm inançlarını yerle bir etmek, afazi hale getirmek için...
Örnek mi?
Bu toplumun kültürel yapısında yer almayan yılbaşı kutlamaları ...
Hani kafalarına taktıkları huni şapkalar gibi!...
Noel baba figürleri gibi!...,
Çam ağaçları gibi!...
"Sevgililer günü" (*) mü...
Çoğu sevgili o gün ayrılıyor birbirinden...
"Anneler günü" mü...
Hayal kırıklığı sırası annelere geliyor.
Niye? Çünkü
"özel gün sahibi"nin beklentisi alabildiğine kabarıyor o günlerde...
Küresel güçler, eşik altı büyücüler zihinsel pazarlama stretejilerini
günler öncesinden uygulamaya koyuyor,
kendi kontrolü altındaki yazılı ve görsel basın aracılığı ile;
reklama yükleniyor; el ilanları, duvar panoları, radyo ilanları,
televizyon reklamları "o muhteşem günlerin" hazırlığında
AVM’ler sönük geçmiş bir yılın acısını o günden çıkarmak istercesine ayakta.
Haberlerde, reklamlarda "annelerini, sevgililerini,
babalarını seven insanların neler yapması gerektiğini
zihin altına zerk eden şablonlar, söylenecek sözler,
Binlerce kişinin seyrettiği bir film içerisine saniyenin 1/3000 ‘i kadar
kısa sürelerde mesajlar yerleştirilip ve gösterilen deneyler gibi.
Bu deneyler sonucunda kola satışlarının yaklaşık %20 ,
patlamış mısır satışlarının ise %60 artış göstermesi gibi.
Yine de süzülecek gözler, satın alınacak hediyeler,
yeni insan tipi yaratma çabası.
Pek tabi ki masaları, hikayeleri ile birlikte!...
Hep beraber bir şeylerin yanlış olduğunu hissetsek bile ,
yine de bakıp bakıp izliyoruz...
bu kadar sevgi gösteremedik diye ufalanıyoruz.
"O muhteşem gün" geldiğinde, karşısında hiç de
reklamlardakine benzemeyen "hazırlıksız" gören sevgilimiz,
annemiz,babamız da ister istemez bunu kendilerine verilen değerin
biricik göstergesi olarak algılamaya ve çevredekilerle kıyaslamaya başlamakta:
””Bak ,kocam bana ne aldı!..” "Önceki sene de unutmuştun,"
"Geçen sene de bu ayakkabının aynısından almıştın," “
Yine mi ayakkabı ?!...”
"Bu parfümden nefret ettiğimi bilmiyor musun"
“ Bunun markası yok!..
Nice yakınmalar ve gözyaşları!....
Ardından trajikomik son !...
"Sen beni eskisi kadar sevmiyorsun."
Ve nihayet Halbuki ben..." veya
"Eskiden..." diye başlayan kıyaslama cümleleri ile,
ilişkilerin ipini çekme. Ne kadar sevdiğini sonradan
kanıtlamak için girişilen nafile çabalar!...
Huzursuzluğu derinleştirmeden başka bir işe yaramayan uğraşlar.
"Özel günler ekonomisi" Artık bir hastalık olarak değerlendirebileceğimiz
bu tüketim çılgınlığının ekonomik boyutuna baktığımızda
geçen yıl sadece Amerika da bir günlük getirisi 5.6 milyon dolarmış.
Oysa bir yıl boyunca kimse yatağına aç girmesin diyorsak
19 milyar dolar, herkesin içilebilir temiz suyu için 10 milyar dolara…
Okur-yazar olmayan kalmasın diyorsak 5 milyar dolara ihtiyaç varmış.
Sadece makyaj ürünlerine bir yılda harcanan para
18 milyar dolarmış. Sevgililer Günü için, ironik olarak “tamamen duygusal sonuçlar(****)”;
2006 yılında 356 Milyon TL, 2007 yılında 429 Milyon TL,
2008 yılında 528 Milyon TL 2009 yılında 590 Milyon TL ,
2010 yılında 682 Milyon TL , 2011 yılında 790 milyon TL'ye ulaşmış.
Babalar günü için yapılan; 2006 yılında 356 Milyon TL,
2007 yılında 445 Milyon TL, 2008 yılında 524 Milyon TL
2009 yılında 596 Milyon TL , 2010 yılında 714 Milyon TL ,
2011 yılında 851 milyon TL'ye ulaşmış.
Harcamalar her yıl artarak devam etmiş!...
Yapılan alışverişlerin borçlanma ile yapılması,
milyonlarca kredi kartı borçlusunun ve
haciz tehlikesi altında kişinin bulunduğu ülkemizde durumun
vehametini artırıcı etki oluşturduğu tartışılmaz bir gerçek.
Bu nedenle alışverişe ve borçlanmaya teşvik edilen uygulama
ekonomik gerçeklerimize de aykırı.
Buna karşın, Sevgililer Günü’nden hemen önce fiyatlarda nasıl bir artış olduğu ve
böylesi özel günlerde satışların nasıl da gereksinmelerin
çok üzerine çıktığı görülünce, bu günün “sevgililerin ” mi,
yoksa “satıcıların” mı olduğu konusunda ciddi şüphe oluşmakta.
Tüketiciler Birliği, fedakarlıkları ile ün kazanan sevgililer gününü
kutlmakta; tüketicileri bu gün dolayısıyla, hem annelere,
hem çocuklarına bedel ödetecek gereksiz harcamalarda
bulunmamaları ve zam fırsatçılarına fırsat vermemeleri yönünde güya uyarmakta.
Ve tüketim özgürlüğüne davet etmekte.
“ Bu ne perhiz bu ne lahana turşusu “!...
Sevgililer Günü’nün anlamı, gizli bir elin almaya zorladığı hediye..
kadın obje olarak öne çıkaran erkek eğemen toplumda tüketim ve
görgüsüzlük , gösteriş budalalığı ... Sevgi, hiç bir değeri olmayan
vitrinlerde süslü bir paket... Her biri sevginin ayrı bir rengi,
hepsi de birbiri kadar önemli, bunların tümünün sevgidir temeli,
değerleri maddi hiçbir şeyle ölçülebilirmi ki !..
Tek bedelleri yine sevgidir... Bütün sevgilerin önüne
“Sevgiler Günü” getirildi. Bununla ilgili yeni pazarlama stratejileri geliştirildi...
Kampanyalı Yurtdışı seyahatleri düzenlendi,
“Güne” özel ucuz biletler sattı Uçak Şirketleri,
Otellerde yapılan Sevgililer günü indirimleri, Özel ayakkabılar,
giysiler, hatta menüler bile üretiliyor. İş tamamen
ticari bir konuma getirilmiş durumda. Artık Sevgi pazarda!...
Sevgi harcamayla doğru orantılı artık!..
Ne kadar çok harcama yaparsan sevgi o kadar büyük !...
Yani sevgi ironik olarak betimlenirse “duygusallaştı”,
Ne kadar güzel !...
Gelir düzeyi düşük olanların durumu hiç düşünülmeden...
Böyle devam ederse eğer, sonunda rezil rüsva olacak sevgi.
Diğer kadim değerlerinin içi boşaltıldığı gibi….
Her AVM , her mağaza, her vitrinin iç dekarasyonu
Cezbedici ancak içinde ne kadar sevgi olduğu şüpheli kalplerle süslenmiş…
Buralara gidememek ya da gitsek bile, boş ya da kırık bir kalple dolaşmak ne can yakıcı.
Öksüzlere özgü bir Anneler Günü...
Reklamların mütemadiyen “sevgi pazarlığı/sevgi ticareti” için
alışverişe çağırması, küresel çapta uluorta kutlanması,
yalnız kalplerin ıssızlığını perçinlemekte bir kat daha...
Sevgi dillendirildikçe, yitik bir dostun adı gibi çınlamakta.
Henüz reklamlardaki gibi bir sevgi kısmet olmamıştır kimine;
ama çoğu doludizgin yaşamış ve sonunda kıymıştır” sevgisine”..
.Onu acılar çektirerek öldürmüş ve eski bir şarkıya gömmüştür.
Ortak hatıralar mezarlığına...
Ya da ihanetler kabristanına... Söylenenler son derecede acı, sanki zehir gibi,
ama ne yazık ki bu gerçeğin ta kendisi.
Gerçek sevgi oturmuş ağlıyor;
Ben bu hallere mi düşecektim diye.
Bu koşullarda kalmadı artık bunun bir çaresi, Seneye beklenecek bir yenisi.
İnşallah yeniden gerçeğe dönüşür sevgi, Yeniden yeşerir,
gönüllerde açan bir kır çiçeği gibi. Ticarete dönüştü,
amacından uzaklaştırıldı
Hepsinin önüne geçirildi sadece içlerinden biri..
Görünen ve gerçek olan o ki bu özel günlere
duygusal anlamlar yükleyerek bize sunanların amacı sevgiyi kutsadıklarından değil,
daha çok harcama yapmamızı sağlamak ve kârlarına kâr katmalarıdır.
Bu yüzden siz siz olun sevdiklerinize sevginizi böyle özel günlerde
pahalı hediyeler alarak değil, onları her gün ve her saat hatırlayın.
Onları ne kadar sevdiğinizi her fırsatta dile getirin.
Unutmayın, içten bir dokunuş, bir demet kır çiçeği
hele sevgi dolu bir öpücük paha biçilmez en büyük hediye..
İşte budur mutluluk...
Mutuluk aslında bir insanın hayatı ne kadar anlamlı ve
ne kadar değerli görüp göremediği ile ilgili.
Şimdi anladınızmı, sevgiyi bilmediğimizden değil,
bilmiyenedir karşı olduğumuz.
Son söz: Sevgi ne boğazda, ne mum ışığında yemek yemek.
Ne de pahalı bir pırlanta demek. Sevgi; bir lokmada iki mutlu insan demek.!
Sağlıcakla kalın!... Günleriniz hep aydınlık olsun!
Yüreklerindeki sevgi daim olsun!
Yüreği "Berkehan ve Bilgehan Deniz"
Kadar temiz olan tüm insanların! OE -12.05.2013
--------------- (*) Sevgililer Günü, her yılın 14 Şubat günü birçok ülkede kutlanan özel bir gün. Kökeni, Roma Katolik Kilisesi 'nin inanışına dayanan bu gün, Valentine ismindeki bir din adamının adına ilan edilen bir bayram günü olarak ortaya çıkmış. Bu nedenle bazı toplumlarda "Aziz Valentin Günü" (İngilizce: St. Valentine's Day) olarak bilinmekte. Valentine kelimesi, Batı medeniyetlerinde hoşlanılan kişi veya sevgili anlamlarında da kullanılmaktaymış.Kitaplar öyle yazıyor... (**)Hikâye anlatarak pazarlama" yönteminin yükselişi https://bit.ly/3lb6hqt (***) 8 Martı güzellik markalarının indirimleri, incik boncuk firmalarının kampanyaları ve çiçekler ile yozlaştıran Neo-Liberal Ekonomik Dönüşümün Üst Yapıda ki Mutasyonu: " Tüketim toplumu ve şiddet ..". Bugün Dünya Kadınlar Günü, daha doğrusu Dünya Emekçi Kadınlar günü, medya ve basın sadece kadınlardan bahsedecek, binlerce yıldır ataerkinin kadınların elinden aldığı hakları hâlâ geri vermemiş olmasını bir günlüğüne “hatırlayıp”, ertesi gün yine hayatlarımıza devam edeceğiz. Çünkü özel günler bunun içindir, değil mi? 8 Mart nasıl 8 Mart olmuş öğrenmek ister misiniz? Kadın hakları tarihçesi o denli uzun ve zor bir mücadele ki, değil tek bir yazıya sığdırmak, cilt cilt kitaplar yazılsa yine bir yerleri eksik kalır. 18. Yüzyıl’a kadar toplum düzeninin sadece ataerkil olabileceğine inanıldığı ve aksine dair bir kanıt bulana kadar anaerkil toplumların dahi yok sayıldığı bir düzenden bahsediyoruz. Haliyle 8 Mart’ın Dünya Kadınlar Günü olabilmesi de uzun bir mücadeleden geçiyor. Ataerkil düzenin vazgeçilmez parçası kapitalizmle mücadeleyle başlıyor aslında her şey. Çünkü her yerde olduğu gibi, işçi sınıfında da kadın ve erkek ayrımı var ve kadın işgücü daha kolay suiistimal edilebilir ve daha ucuz. 8 Mart 1857’de günde 16 saat ve düşük ücretle çalıştırılan tekstil işçisi kadınlar New York’ta greve gitmişler. Gösterdikleri direniş o denli ses getirmiş ki, onlar sayesinde tekstil ve tütün sanayisinde diğer işçiler de greve gitmeye başlamışlar. Tüm bu grevler, bir işçi dayanışmasının doğmasına neden olmuş. Bu, mücadelenin ABD ayağının başlangıcı sadece. Mücadelenin Avrupa ayağındaysa Clara Zetkin gibi müthiş bir kadından bahsetmeden geçmek olanaksız. Kendisi 1874 yılı itibariyle Almanya’da kadın hareketi ile işçi direnişini birleştirmeye başlamış. Ve geliyoruz bugüne, 8 Mart’ı 8 Mart yapan güne. 1917 yılında, Jülyen takvimine göre Şubat ayında ancak Miladi takvime göre 8 Mart gününde Rusya’da kadınlar “ekmek ve barış” isimli bir mücadele başlatmışlar. Petrograd (Sankt Peterburg)’da başlayan bu mücadele daha sonrasında gelen Şubat Devrimi’nin başlangıcı olmuş. Bu mücadele sayesinde Rusya’da kadınlar oy verme hakkı kazandıkları gibi, aynı zamanda Rusya İmparatorluğu’nun da sonu gelmiş. Birincil olarak kadınların başlattığı bu devrime, Rusya’daki kadınların direnişine atfen Dünya Kadınlar Günü sosyalist platformlar tarafından 8 Mart olarak kabul edilmiş. Birleşmiş Milletlerin bu güne resmiyet kazandırması ise ta 1975 yılında gerçekleşmiş. Bu denli emek ve mücadele ile kazanılan 8 Mart’ın Türkiye’deki algısı nasıl peki? İnci kolye hediyeli alışveriş kampanyaları varmış mağazalarda. inci kolyeyle mutlu olan kadınlar! Ütülerde, mutfak robotlarında, elektrik süpürgelerinde indirim varmış bugün. Yaşasın kendisinde ev işinden öte vasıf görülmeyen, ev işi emekçisi kadınlar! Çiçekçilerde indirim varmış bugün, kadınlar çiçektir diyenler için. Buna en güzel cevabı birkaç ay önce Kadın Emeği ve İstihdam Grişimi (KEİG) bir basın açıklamasında: “Kadın kadındır, çiçek babandır!” Kimse kusura bakmasın; emekçi kadınların tırnaklarıyla kazıyarak, canlarından olarak, greve girip maaşlarını kaybederek, örgütler kurarak, ülkelerinden sürülerek, konferanslar vererek, bildiriler hazırlayarak var ettiği 8 Mart’ın anlamı güzellik markalarının indirimleri, incik boncuk firmalarının kampanyaları ve çiçekler değildir. Bu gün, bu kadınların ve daha nicesinin kadınların şu an sahip olduğu hakları nasıl elde ettiklerini farkına varmanız için var. Bu gün, kadınların hâlâ sahip olmadığı ve ataerkinin kadınlara, kadınlar direnmedikçe vermeyi reddedeceği hakları görmeniz ve bunlar için mücadele etmeniz için var. (****) Planned total expenditure on Mother's Day in the United States from 2007 to 2023(in billion U.S. dollars) https://www.statista.com/statistics/289496/us-mother-s-day-expenditure/ (*****)The history of Mother’s Day( BY GILL HASSON 16TH MAR 2023 LIFE https://www.readersdigest.co.uk/inspire/life/the-history-of-mothers-day 1216 - 1257 yılları arasında İngiltere tahtında oturan III. Henry'in "Anneler Günü" yaratma fikri 16. yüzyılda hayata geçmiş. Bir anda herkesi içine çeken ve kısa zamanda tüm adaya yayılan bu etkinlik sayesinde Birleşik Krallık'ta büyüdükleri yerden uzaklaşan insanların evlerine dönmeleri, aileleriyle buluşmaları ve vaftiz edildikleri "ana kiliselerini" ziyaret etmeleri için bir fırsat doğmuş. "Anneler Pazarı" isminde yapılan bu etkinlikler sayesinde uzaklarda çalışan yoksulların evlerine, anne-babalarına, doğdukları yerleşim yerine birkaç günlüğüne de olsa dönmeleri ülkenin dört bir yerinde çok büyük bir sinerji yaratmış Annelik kutlamalarının kökenini çok kutsallı dönemin tanrılarından Hestia, Demeter, Hera ve Zeus'un annesi olan Tanrıça Rhea (Lea) ile onun onuruna festivaller düzenleyen eski Yunanlılara ve Romalılara bağlayan çalışmalar var. Hatta deniliyor ki; Antik Roma'da bu etkinliklerin ölçeği büyümüş; annelere saygı amaçlı düzenlenen kutlamalar genellikle üç gün sürüyormuş. Diğer bir görüş de Anadolu'da yaşanan Frigya Krallığı döneminde bütün tanrıların büyükannesi olarak kabul edilen ve annelik, doğa, doğurganlık ile tarımla da ilişkilendirilen Ana Tanrıça "Kibele" kültünün zamanla Antik Yunan'a ve Roma'ya da yayıldığı yönünde. Hristiyanlığın Kıta Avrupa'sında yayıldığı yıllarda "Anneler Pazarı" olarak bilinen erken Hristiyan festivalini Anneler Günü'nün en açık ve modern örneği olarak görenler de var. Orta Çağ'da kilisenin yoğun baskısı içinde insanların din dışında özel günler kutlaması bir tür batıl inanç olarak görülüyormuş, bu nedenle de özel kutlamalar çok uzun yıllar boyunca düzenlenememiş. 1216 - 1257 yılları arasında İngiltere tahtında oturan III. Henry'in "Anneler Günü" yaratma fikri 16. yüzyılda hayata geçmiş. Bir anda herkesi içine çeken ve kısa zamanda tüm adaya yayılan bu etkinlik sayesinde Birleşik Krallık'ta büyüdükleri yerden uzaklaşan insanların evlerine dönmeleri, aileleriyle buluşmaları ve vaftiz edildikleri "ana kiliselerini" ziyaret etmeleri için bir fırsat doğmuş. "Anneler Pazarı" isminde yapılan bu etkinlikler sayesinde uzaklarda çalışan yoksulların evlerine, anne-babalarına, doğdukları yerleşim yerine birkaç günlüğüne de olsa dönmeleri ülkenin dört bir yerinde çok büyük bir sinerji yaratmış. Bu gelenek kısa sürede Avrupa'nın bazı bölgelerine de yayılmış. Akılda kolay kalması, karıştırılmaması, her yıl aynı tarihte yapılması amacıyla Paskalya'dan üç pazar öncesine, Büyük Perhiz'in dördüncü pazar gününe denk getirilecek şekilde kilise takvimiyle de bağlantılı hale getirilerek sabitlenmiş. İnsanlar ana kiliselerine, yani doğduklarında toplumla tanıştırıldıkları vaftiz mekânlarına dönerlerken bir günlük de olsa " annelik yapmaya" gideceklerini söylemişler, annelerine sunmak üzere kır çiçekleri toplamışlar. O günün şartlarında yapılması kolay olmayan şekerlemeler, çörekler, incirli turta gibi yenilebilir hediyeler hazırlayarak götürmüşler, annelerine, yaşlı teyzelerine, komşularına -günümüzde de yaşatılmaya çalışılan- farklı bir tür pasta ikram etmişler. "Anneler Pazarı" sırasında tüm çalışanlara yolculuk süresi de dikkate alınarak izin verilmiş. Tüm mahalle halkının, geniş aile bireylerinin bir araya gelmesi için nadir bir fırsat yaratılmış. Uygulama zaman içinde yavaş yavaş değişmiş, o günlerin odağı olan kilise yerine kişinin kendi annesini ziyaret etmesiyle daralmış. 1806 yılında Napolyon, ailelerin genişlemesi, dört bir yana yayılan bireylerin belli bir gün içinde toplanması ve annelerin - büyükannelerin daha yakından tanınması için özel bir gün ilan etmiş. 1865 yılında kurulan "Anneler Dostluk Çalışma Kulübü" 1865 yılında Amerikan İç Savaşı sona erdikten sonra 11 çocuk doğursa da bunlardan sadece 4 tanesini yaşatabilen Bayan Anna Maria Jarvis, o dönemde çocuk ölümlerinin önde gelen nedenlerinden biri olan sağlıksız ortamla mücadele etmek için bir şeyler yapmak istemiş. 1858 yılından beri aklında olan "Anneler Dostluk Günü" adında çalışma kulübü kurarak mücadele edecek bir hareket başlatmış. Ancak bu hareket neredeyse hiç ilgi görmemiş. İç Savaş sırasında sözlerini yazdığı "Cumhuriyet Savaş İlahisi" şarkısıyla popüler olan ciddi bir ün kazanan kölelik karşıtı ve eşit oy hakkı savunucusu Bayan Julia Ward Howe adlı başka bir kadın da 1870 yılında bir "Anneler Barış Günü" hareketini başlatmış; ama bu da beklenen ilgiyi görmemiş. Anneler günü için özel bir günün ayrılması konusunun öncüleri arasında aktivist Juliet Calhoun Blakely ile Mary Towles Sasseen - Frank Hering ikilisinin de adı tarihe işlenmiş. Hatta bazı kaynaklarda "Hering" bazı kaynaklarda da "Sasseen" adı anneler gününün fikir babası olarak yer almış. 8 Mayıs 1905'te ölen Bayan Anna Maria Jarvis'in bir türlü ilgi görmeyen arzusu, kızı Anna Jarvis'in 1907 yılında onun ölüm gününde memleketi Virginia'da Grafton'da bir kilisede düzenlediği etkinlikle tekrar canlanmış. Bir yıl sonra bu etkinliğin şekli "tüm anneleri anma günü olarak" belirlenince ülkenin dört bir yanından gelen mektuplara, çağrılara, kamuoyu talebine Başkan Wilson da seyirci kalamamış. 1914 yılında Anneler Günü'nü ulusal bayram haline getiren bir kararnameyi imzalamış. Anna Maria Jarvis'in hayalini kızı gerçekleştirmiş, Başkan Wilson 1914 yılında anneler gününü ulusal bayram haline getiren kararnameyi imzalamış. İsviçre'de 1917 yılında başlayan Anneler Günü kutlamaları İskandinav ülkelerine sıçramış; Norveç'te 1918, İsveç'te 1919 yılında anneler günü kutlamış. Avrupa'da devam eden anneler günü kutlamaları büyük savaşın kargaşasına - koşuşturmasına yenilmiş ama 1920 yılında Birinci Dünya Savaşı'nda çok sayıda can kaybının ardından "anne" teması hükümetlerin tekrar aklına gelmiş. Nüfusun yeniden inşasındaki etkilerini takdir etmek adına anneleri kutlama ve anneliği özendirme çabaları için geniş ailelerin annelerine madalya verilmesi ile canlanmış. Uygulanan politikalar ile savaşın parçaladığı aile hayatı tekrar kurulmaya çalışılmış. Çiçekçilerin yoğun baskısı altında Almanya'nın Anneler Günü'nü resmi olarak tanıması 1922 yılında gerçekleşmiş. Avusturya Cumhurbaşkanının annesi Mariana Heinisch'in 1927 yılında vefatı radyoda duyurulunca anneler günü resmi bir hale bürünmüş. İkinci Dünya Savaşı'ndan Fransa hükümeti, mayıs ayının son pazar gününü "La Fête des Mères" olarak ilan ederek annelere olan saygısını özel bir saptamayla dile getirmiş. Hitler'in kendi biyolojik annesini andığı ölüm yıldönümünü anneler günü olarak dayatmaya çalışsa da savaşın kargaşası içinde başarılı olamamış. Ama Nazizm tüm genç kadınları doğum yapmaya ve ülkeye hizmet edecek çocuklar yetiştirmeye teşvik etmek için "anne" sembolünü çok sık kullanmış. Cephelerden annelere atılan mektuplar savaşın soğuk yüzünü umuda çevirmiş. Önce Anneler Günü'nü kurmuş, sonra da iptal ettirmeye çalışmış! Anneler Günü'nü ulusal bir tatil haline getirdiği mücadelesini bir süre sonra kapitalist sistemin ticari kaygılarla kullandığını gören, alış-verişi arttırmak için suni bir ivme yaratıldığını düşünen Anna Jarvis, "Anneler Günü" olgusunu, yaşamının geri kalan kısmında sıradan bir güne dönüştürmek için didinmiş durmuş. Kararlı ve akılcı mücadelesi ile kabul ettirdiği Anneler Günü'nü, çok daha büyük bir uğraş içinde verdiği savaş ile iptal ettirmeye çalışsa da bu defa başarılı olamamış. Anneler Günü dünyanın dört bir yanında kutlanmaya devam ediyormuş. Anna Jarvis kaderine küsmüş, dünyadan elini eteğini çekmiş ve bu uğurda her şeyini hatta ailesinden kalan evini bile kaybetmiş. Gözleri görmeyen kız kardeşini de kaybedince sağlığı bozulmuş ve dostlarının el vermesiyle kabul edildiği sanatoryumda mutsuz, umutsuz ve gözleri az görür bir halde 1948 yılında 84 yaşında ölmüş. Ülkemizdeki ilk kutlama 9 Mayıs 1955 tarihinde düzenlenmiş. İnsanı yaşama katan "anne" teması üzerine söylenecek o kadar çok şey var ki; öğrendikçe, araştırdıkça, yaşadıkça ve düşündükçe herkesin bu deryaya ekleyecekleri olacağı kanısındayım... Annelik doğada her canlının eşit olarak sahip olduğu bir değer! Ama herkesin anne sevgisini yaşama süresi farklı; kimi erken kaybeder annesini, kimi de annesinin sıcak kucağını yaşamının olgun yaşlarında da hisseder. Ne mutlu anne sevgisinin değerini bilenlere! Filatelinin gücünü bilen bürokratlar anneler günü temalı pullarla dünyanın dört bir yanında ülkesini tanıtıyor. Anneler Günü koleksiyonerler için de önemli bir tema! Dünyanın her yerinde anneler günü onuruna çıkarılan pullar, ilk gün zarfları, etkinlik biletleri, postaya atılan kartlar – mektuplar, gazete kupürleri, hatıra paralar meraklıları tarafından toplanıyor, birikimler tematik sergilerle halka açılıyor. Ünlülerin annelerine gönderdikleri, annelerinden aldıkları mektuplar, anılar, yaşanmışlıklar koleksiyonları derinlemesine etkiliyor, zenginlik katıyor. Puldan anlayan, pulun ülke tanıtımında ne kadar önemli bir unsur olduğunu bilen akıllı yönetimler çıkardıkları pullarla, ilk gün zarflarıyla, antiyelerle meraklıları dünyanın dört bir yanından kendi çekim alanına alıyor; ülkesinin bayrağını filateli yoluyla sınırlar ötesine taşıyor. Pul sevenler, PTT'nin anne temalı yeni tasarımlarını bekliyor. Türkiye'de "Anneler Günü" kutlaması ilk kez 9 Mayıs 1955 tarihinde yaşanmış; toplumdan karşılık bulmuş ve yaygınlaşmış. Anneler Günü, dünyanın dört bir yanında kutlansa da tarihleri arasında farklılık olabiliyor. Örneğin bu yıl Meksika'da 10 Mayıs, İngiltere'de 31 Mart Kosta Rika ve Etiyopya'da da 31 Mart tarihlerinde kutlanmış. Arnavutluk, Bulgaristan, Belarus, Burkana Faso ve Moldova'da 8 Mart Kadınlar günü aynı zamanda bu amaçla da kutlanıyor. . Ne mutlu annesinin özenle yapıp gönderdiği yiyecekleri yavaş yavaş çıkarıp yetişkin yaştaki çocuklarına hazırlayan, bu arada da kendi çocukluğunu hatırlayan emeklilik çağına gelmiş annelere! Tüm vefakâr ve cefakâr annelerimizin, onurlu günlerini kutluyor, emeklerine, sevgilerine içten teşekkürlerimi sunuyorum. Güzellikleri biriktirmenizi dilerim! https://www.readersdigest.co.uk/inspire/life/the-history-of-mothers-day https://nationalwomenshistoryalliance-org https://a2z.fhl.net/gb https://m.thepaper.cn https://time.com https://www.arenaflowers.com https://www.history.com https://www.gemporia.com https://www.dummies.com