Öğrenilmiş çaresizlik , bir öznenin kontrolü dışında tekrarlanan olumsuz uyaranlara katlandıktan sonra sergilediği davranıştır. Başlangıçta, öznenin olumsuz uyarandan kaçınma veya kaçınma girişimlerini bırakması yoluyla güçsüzlüğünü kabul etmesinden kaynaklandığı düşünülmüştür, bu tür alternatifler açıkça sunulduğunda bile. Bu tür bir davranış sergileyen öznenin öğrenilmiş çaresizliği edindiği Amerikalı psikolog Martin Seligman, depresyona olan ilgisinin bir uzantısı olarak 1967'de öğrenilmiş çaresizlik üzerine başlattığ deneyler ile ispatlanmış bir teori...Bu teori daha sonra İsmini 1973 yılında İsveç’in başkenti Stockholm’de yaşanan bir olaydan alan ve Nils Bejerot tarafından tanımlanan "Stockholm Sendromu" oile de desteklenmiştir...
Anlamını genişleterek insanın kendisini zora sokan, üzen koşulları benimsemesi, savunması ve bu koşulları yaratan nedenleri görmemesi, onun yanında yer alması olarak da tanımlamak mümkün...
Öğrenilmiş çaresizlik, bir organizmanın davranışlarıyla kontrol edemediği olumsuz bir durumdan sonra bu olumsuzluğun etkisinde kalarak, kontrol edebileceği durumlar karşısında bile tepkisiz kalması durumudur... (Norman, 1988: 34). Diğer bir ifadeyle öğrenilmiş çaresizlik, insanların ve diğer canlıların, önceden yaşadıkları olumsuz bir deneyimi genelleştirerek, daha sonra karşılaştıkları istenmedik durumlar karşısında tepki göstermemeleri veya yetersiz tepki göstermeleridir. Öğrenilmiş çaresizlikte canlılar kendilerinden beklenen çabayı yeterince göstermezler ve potansiyellerinin altında kalırlar (Overmier ve Seligman, 1967: 28).
Öğrenilmiş çaresizlikte “çaresizlik” kavramı “yetersizlik” kavramından farklı anlamlara gelmektedir. Yetersizlik insan yeteneğini aşan bir durumdur. İnsan sonucunu değiştirmek istediği bir olayı ve durumu değiştirmek için çaba gösterdiği halde değiştiremez ise, bu olay karşısında yetersiz kalmış demektir; ancak öğrenilmiş çaresizlikte kişi değiştirebileceği veya kontrol edebileceği durum karşısında yeterince çaba göstermemekte, yeteneklerini kullanma yoluna gitmemekte, kendini dış denetleyicilerin kontrolüne bırakabilmektedir. Öğrenilmiş çaresizlik içinde olanlar, herhangi bir nedenle olumsuz bir durumu ortadan kaldıramayacağına kendilerini bir kere inandırdıktan sonra, bir sorunu kolayca ortadan kaldırabilecekleri durumlarda bile gereken çabayı gösterememektedirler.
Kontrol edemediği, sonucunu değiştiremediği olaylara sık bir şekilde maruz kalan insan, yavaş yavaş bulunduğu durumu değiştirebileceğine dair inancını yitirmeye başlar. Bu durum kişinin çaresizliği öğrendiği anlamına gelir. Çaresizliği öğrenmiş insan, olayları değiştirme veya kontrol etme gücü olduğu durumlarda bile pasif, umutsuz ve eylemsiz kalır. Ne var ki öğrenilmiş çaresizlik sadece insanlar ve diğer canlılar için söz konusu değildir; örgütler de çaresizliği öğrenebilir. Yeteneklerinin ve potansiyelinin altında faaliyet gösteren örgütler, aslında öğrenilmiş çaresizlik içindedir...
Öğrenilmiş çaresizlik ile ilgili bir kaç hikaye:
Hindistan’da filleri yetiştirmek için,
onları küçücükken kalın bir zincirle bir kazığa bağlarlarmış.
Tabi bu yavru filin bu zinciri koparabilmesi,
kırabilmesi ya da kazığı söküp atabilmesi mümkün değilmiş.
Küçük fil önceleri bundan kurtulmak için tüm gücüyle uğraşır,
defalarca dener ama sonucu değiştiremezmiş,
özgürlüğüne kavuşamazmış.
Yıllar geçer, fil kocaman olduğunda...
Bağlı olduğu kazığın ve zincirin onlarca katına gücü yetebildiği halde fil asla böyle bir girişimde bulunmazmış.
O özgür olamayacağına inandığından, artık kırılamayan şey,
filin zinciri değil inancı olduğunu yazıyor kitaplar!..
ve kitaplar
buna psikolojide "Öğrenilmiş Çaresizlik" diyorlar...
Yıl 1969.
Berkeley Üniversitesi’nden Prof. John Watson, üç aylık bebekleri özel bir beşiğe yatırıyor. Başlarının altına da sensörlü yastıklar koyuyor. Önlerine de kendilerini rahatsız eden bir aparat asıyor.
Bebekler kafalarını hareket ettirerek, yastığa komut veriyor ve bu aparatı hareket ettirmeyi öğreniyor.
Başka bir grup bebeği de aynı beşiklere yatırıyor ama onları sensörlü yastıklara yatırmıyor. Çocuklar ne yaparsa yapsın, aparatı hareket ettiremiyor.
Yani, birinci grupta “Kontrol bende.” duygusu, ikinci grupta ise “Ne yaparsam yapayım, durum değişmeyecek.” duygusu yaratıyor.
Daha sonra ikinci grubu sensörlü yastıklara yatırıyor. Bu defa bebeklere aparatı kontrol etme şansı vermesine rağmen, birçoğu aparatı hareket ettirmeyi denemiyor. Yani, bu bebekler çaresizliği öğreniyor.
Düşünün, bütün bunlar bir beşikte onbeş dakikalık bir deneyle oluyor.
Bir toplum benzer bir muameleye ömrü boyunca maruz kalırsa, ne olur?
İnsanlar kendini çaresiz hisseder. Uğraşmaz. Çalışmaz. Mücadele etmez. Hakkını savunmaz. Başına gelenleri olduğu gibi kabul eder. Aciz ve çaresiz hisseder. Toplumda “öğrenilmiş çaresizlik” oluşur.
Şu anda Türkiye’deki durum, tam olarak budur. Peki, çaresiz hisseden insan nasıl bir yaşam sürer?
İki farklı derse giriyorum ve gözlem yapıyorum. İki öğretmene de soruyorum: Sizce ders nasıl geçti?
Birinci öğretmen, “Ders iyiydi. Kazasız belasız geçti.” diyor.
İkinci öğretmen, “Ders iyiydi. Çocuklar çok güzel yorumlar yaptı.” diyor.
Sizce hangi öğretmen daha çaresiz hissediyordur?
Birincisi. Neden mi?
Çünkü çaresiz hisseden birinci öğretmen için “iyi” demek, etki yaratmak değil, kötü bir olayın olmaması demek. Kötü bir şey olmazsa; işler sıradan gitse bile, ders iyidir.
Ama ikinci öğretmen için “iyi” demek, kötü bir olayın olmaması değil, etki yaratmak demek. İyi bir iş olmazsa; işler sıradan gitse bile, ders kötüdür.
Yani, çaresizliği öğrenen insanlar bir etki yaratmadan durumu idare eder. Bir etki ya da katma değer yaratmaya çalışmazlar.
İçinde bulunduğumuz konjonktüre uygun
ve "öğrenilmiş çaresizlik girdabından kurtuluşa" ilişkin güzel başka bir hikâye ...
paylaşmak istedim.
Umarım beğenirsiniz !..
Yaşlıca, Anadolulu bir hademe varmış çalıştığı hastanede kolları diz kapağından uzun, ayakları çocuk beşiği büyüklüğünde, tek tek kelimelerle konuşan, kamburumsu, garipçe bir adam.
Adı da galiba Memiş Efendi’ymiş.
Memiş Efendi bir gün izin almış. Kastamonu taraflarındaki köyüne sılaya gitmiş. Bir müddet sonra dönmüş Memiş Efendi.
Koridorda Memiş Efendi’ye rastlayan dostum:
- Hoş geldin, demiş, nasıl geçti yolculuk?
Memiş Efendi biraz mütevekkil, biraz kalender, biraz vurdumduymaz:
- Eyi geçti eyi emme çoh şey geldi başımıza, demiş.
- Ne oldu, ne geldi, geçmiş olsun, hastalık falan mı?
- Yoh, hastalık deel, otoboslan giderken uçtuh..
- Aman Memiş Efendi, Allah korusun, nasıl oldu kaza ?
- Tam analayamadıh ki, şoför da eyi oğlan emme bir o yana kıvırttı, bir bu yana, tepe tahlah oluverdik..
- E, sonra?
- Birgaç kişinin gaşı gozü yarıldı. Zor belam çıhtıh otobosdan. Şofor dayandı, biz dayandıh, düzelttik otobusu, bindik.
Doktor:
- Büyük büyük geçmiş olsun, demiş. Neyse ucuz atlatmışsınız.
Memiş Efendi:
- Asıl ondan sonra oldu kaza, demiş.
-Ne, nasıl kaza?
-Düzelttih otobosu, bindih... Şofor da eyi oğlan hani... Yine bir aralıh, bir o yana kıvırttı, bir bu yana... Aşağısı da uçurum gibi... Ülen, emen, demeye galmadı uçtuh.
- Sonra?
- Yine birgaç gişinin gaşi gözü yarıldı. Camdan, gapıdan çıhtıh dışarı
- Eeeee?
- Dayandıh, zor aşağıdan otobosu yuharıya çıhartmah. Gelen geçen yardım etti. İp mip attılar... Gamyonlar asıldı.... Ha baba, de baba, yola goyduh otobusu.
Doktor heyecanlanmış:
- Artık binmeyin işte, binmeyin..
- Binmeyip de nidecen... Bindih.
- Motorda falan bir arıza olmamış mı?
- Vın vın itti... Azıcık gurcaladılar... Çalıştı... Bindih...
- Neyse, verilmiş sadakan varmış Memiş Efendi.
Memiş Efendi durup bir düşünmüş:
- Şofor da eyi oğlan hani, sarhoş falan da değil... Biteviye gittih... Çoh kötü bu insanlar bazan... Kafama bastı biri.
- Nasıl, kim bastı kafana?
- Bir ara gene bir oraya gıvırttıh, bir buraya, bir de goca dere akıyor yanda... Otobos dereye daldı, yıhıldı... Can havlıyla camdan fırlayayım diyenlerden biri bastı gafama... Sular girdi burnuma... Yetiştiler imdada... Köye de yaklaşmıştıh eyice... Çıharttılar otobosu... Biz de itehledik, koyduk yola.
Doktor gözleri büyüyerek sormuş:
- Bindiniz mi tekrar otobüse?
- Hee, bindik, illevelakin işlemedi meret... Saatlerce uğraştı şoforlar... Sonunda çalıştı motor.
Doktorun tepesi atmış:
- Niye binersiniz artık o otobüse, insan böyle otobüse biner mi?
Memiş Efendi de doktora sinirlenmiş:
- Eee, neye binecehdih ki? Köy de yakın... Bindih tabii...
- Sonra düşündüm, kızmamız anlamsız. Zavallılar o otobüse bağlamışlar kaderlerini... Başka da otobüs yok...
Memiş Efendi anlatınca biraz tuhaf geliyor ama aslında hepimiz Memiş Efendi gibiyiz..
O aday, bu aday derken hep aynı otobüse biniyoruz..
Ne yapacaksın, eldeki otobüs bu ve kaderimiz bu otobüse bağlı..
Başkası yok ki..
- Memiş Efendi’nin yine talihi varmış, köyü yakındaymış...
Bizimki ise henüz çok taa uzaklarda...
Son Söz: Çok geç değil. Gidişat yavaşlatılabilir, hatta durdurulabilir.
Ozonu delen, tamir etmesini de bilir...
Yapay Zekâ, suları kirleten bakterileri yiyen nano-robotlar da üretebilir...
İş ki, niyetlenilsin, kul hakkına riayet edilsin...
Kuş hakkı diye bir nassın varlığı kabul edilsin...
Kul hakkı, Somali ağızdan ekmek almaktan ibaret değil...
Hâkikatı gizlemek, toprağa iltisaklı ot gibi yaşamasına razı olmak da kul hakkının ihlâli olduğunu unutmadan...
Referans:
Norman, D. (1988). The Psychology of Everyday Actions. In Norman (Ed), “The Psychology of Everyday Things”, New York: Basic Books, 34-53.
Overmier, J.B. and Seligman, M.E.P., (1967) “Effects Of İnescapable Shock Upon Subsequent Escape And Avoidance Responding”. J. Comp. Physiol. Psychol., 63 28–33.