Tüm Bilgi Paylaşımlarım

“Sahada: Cumhuriyetin Harcında Bilim ve Kadınlar”

  “Sahada: Cumhuriyetin Harcında Bilim ve Kadınlar”(*)   Önümde uzun bir not listesi var bu kitabı okurken tuttuğum. Bu notların bir kısmı çalışma alanımı ilgilendiriyor, bir kısmı dünya görüşümü, bir kısmı ülkede bilimsel araştırma yapmanın zorluklarıyla ilgili geçmişten gelen makus talihimizi. En severek yazdığım blog yazılarımdan biri olacağını şimdiden biliyor ve başlıyorum…En severek yazdığım blog yazılarımdan biri olacağını şimdiden biliyor ve başlıyorum…   Kitap 12 şahane bilim kadınının cumhuriyetin harcındaki rolünü anlatıyor. Bu anlatıyı o kadar güzel yapıyor ki kendinizi bazen iç çekerken, bazen gurur duyarken, sıklıkla cevabı yıllardır aranan ama bulunmayan, belki de bulunması pek de istenmeyen sorular sorarken buluyorsunuz. Kitabın kapsadığı 12 kadının ana amacını şöyle açıklıyor Müsemma:   … Henüz ulaşılamamış yerlerin bitkilerini toplarken, henüz çalışılmamış yerlerde milyonlarca yıl evvel yaşamış canlıların fosillerini bulmaya çalışırken, henüz tanımlanmamış balık türlerine isimler verirken, henüz gün ışığına çıkmamış binlerce yıl önceden kalma yaşamların izlerini kazı alanlarında ortaya çıkarırken, köylerde, kasabalarda yaşayanlara, buradaki hayatlara bilimsel gözle bakarken, kendilerinden önce kimsenin yapmadığı ve bir ülkenin harcını oluşturacak işler yaparken aslında ortak amaçlar peşinde koşuyordu bu isimler: Tam da tanınmayan bir ülkenin olanaklarını tespit etmek, yeni kurulan cumhuriyet idaresinin, çağdaş değerlerin hayata ne derece geçtiğini ölçmek, daha iyisini aramak, olmayacak gibi görüneni son derece zor koşullarda oldurmak ve bir ülkenin geleceğinden kendini sorumlu tutmak.   (s. 13) Kitabın sonunda deprem bağlamında kullanılan bir “harç” sözcüğü daha var. Diyor ki “harcın cinsi ve kalitesi sağlamsa binalar depreme dayanabilirler” (s. 291). Cumhuriyetin harcı bu kadınlar. Bilimsel ve entelektüel düzeyleri, karşılaştıkları zorluklar ve onca şeye rağmen asla yılmamaları bu harcın ne denli sağlam olduğunu gösteriyor. Işıldayan bilim kadınları Bilimde ve bilimsel iletişimde eşitsizlikler temalı etkinliklere davet edildiğimde bilimdeki cinsiyet eşitsizliklerini göstermek için seçtiğim görsel Marie Curie’nin içindeki tek kadın olduğu popüler fotoğraftı şimdiye kadar. Bugün aşağıdaki fotoğrafı gördüğüm anda değişti fikrim. Sahada’nın 290. sayfasına gelene kadar zaten gözümün hemen pınarındaydı bir damla. Fotoğrafı görünce düştü. Bu fotoğrafla başlamak istedim yazıya. Fotoğrafta ışıldayan Nuriye Pınar Erdem. 1956’da University of California, Berkeley’de düzenlenen ilk dünya deprem mühendisleri konferansında Erzincan’da yıkılmayan binaları anlatıyor. Oradaki tek kadın. Türkiye depremleri izahlı kataloğunu yayınlamış bir deprem bilimci. Bu kitapta Nuriye Pınar Erdem gibi 11 kadının daha hikayelerini bulacaksınız.   Yol yapan ve yol olan ‘ayrıcalıklı’ kadınlar Kitaptaki 12 kadın ailelerinden gelen kültürel ve ekonomik sermaye sayesinde hayata önde başlamış ayrıcalıklı kadınlar. Kitap da, kitapta bahsedilen kadınların hikayeleri de bunu reddetmiyor. Aksine, bunun gerekçelerini açıklıyor. Cumhuriyetin harcı onlar. Cumhuriyet bu ‘seçilmiş’ kadınlara bir sorumluluk yüklüyor. Kimini yurtdışına okumaya gönderiyor, kimine ikinci dünya savaşının da etkisiyle en iyi danışmanları getirebiliyor. Halet Çambel kendilerinin ‘kurucu kuşak’ olarak yetiştirildiğini söylüyor ve cumhuriyetin omuzlarına yüklediği sorumluluktan bahsediyor. Mübeccel Kıray, Behice Boran, Fatma Başaran gibi bilim insanlarının kökenleri köy değil, hepsi kentliler. Kitap hem bu gerçeği bilmemizi, hem de bu gerçeğin bize açtığı yolu görmemizi istiyor. Bu sorumluluk sebebiyle 12 kadının hepsinin ana odağı eğitim. Eğitimde fark yaratıyorlar. Kimsenin gitmediği, gitmeye cesaret etmediği, gitmeye değer görmediği yerlere gidiyorlar. Anlamaya çalışıyorlar. Behice Boran “gitmesek de, görmesek de, o köy bizim köyümüzdür demeyelim. Köy bizimse bizim köye bir el atalım” diyor misal. Mübeccel Kıray hiç tanımadığımız insanlarla tanışmamız gerek diyerek saha araştırmaları yapıyor. Kimsenin uğramadığı köylerde kadınlarla konuşuyor Fatma Başaran. Hafta sonları köy enstitülerinde eğitim veriyorlar hiç usanmadan. Bekçinin kız çocuğunun nasıl yetişeceğini düşünüyor Jale İnan. Kitapları ezberlemenin değil, bilgiye ulaşmanın ve onu değerlendirmenin öneminden bahsediyor Halet Çambel. Düşünmeyi öğretiyor öğrencilerine. Bilimsel iş yapmak yanında yaptıkları işi topluma kazandırmaya çalışıyorlar, farkındalık yaratıyorlar. Yani arkadan gelen için yol yapıyorlar. Yol yoksa yolun kendisi oluyorlar. Meslektaş yetiştiriyor, onlara destek oluyor, düştüklerinde ellerinden tutuyorlar. Yani cumhuriyetin ışığı oluyorlar. Kurumların desteğiyle, toplumsal değişim için, hedef odaklı ‘sakin’ bilim Kitapta en çok hayıflandığım şey bilimsel araştırmaların bir zamanlar yükselme veya teşvik için değil, toplumsal değişim için yapılabildiğini görmek. MTA, Bayındırlık Bakanlığı, Devlet Planlama Teşkilatı ve Turizm Bakanlığı gibi kurumlar tarafından desteklenen bilimsel araştırmaların süreçlerini okumak, basımı senelerce süren gerçek bilimsel kitapların hikayelerini öğrenmek, bir mektuba cevap alabilmek için üç ay bekleyebilmek gibi her türlü gerçek yüzüme çarptı. Geçen onca senenin ardından daha iyi bir noktaya gelmiş olmalıydık. Halbuki biz piyasalaşan akademinin rekabetçi dünyasında hayatta kalabilmek için her gün kimsenin okumadığı yüzlerce yeni içerik üretiyor ve “bilimsel araştırma neden yapılır” sorusunu neredeyse hiç sormuyoruz. Kayıp koleksiyonlar ve bilimsel miras Yüzüme çarpan bir diğer gerçek de Fahire Hoca’nın kavanozlarının, Atıfe Hoca’nın fosil koleksiyonunun veya diğerlerinin ürettiği onca bilimsel mirasın yeterince korunamamış olması. Bilimsel mirasımızı koruyamıyoruz. Zannediyoruz ki bilimsel üretim yalnızca bilimsel yayınlarla sınırlı. Kişiler birer kaynak. O kişilerin laboratuvar notları, günlükleri, taslakları… Hepsi birer kaynak ve korunması gerek. Bilimin birikimli doğasına inanıyorsak koruyabilmeliyiz. Bu noktada Mübeccel Kıray bölümündeki altını kalın çizgilerle çizdiğim “bir sosyoloğun arşivi nedir” tartışmasını anmam gerek. Botanikçi bitki biriktiriyor, paleontolog fosil. Sosyal bilimci ne biriktirir? Ne biriktirmelidir? Somutları bile koruyamamışken somut olmayan bu birikimleri nasıl koruruz? Koruyor muyuz? Kitap çok soru sorduruyor demiştim :=) Bilimde ölçme sorunu ve bilimsel pratiklerde farklılıklar Her çalışmamda, her konuşmamda her alanın, hatta her alt alanın birbirinden farklı özelliklere sahip olduğunu söylüyor ve daha çeşitli/kapsayıcı araştırma değerlendirme sistemleri yaratılması gerektiğini iddia ediyorum. Bu kitapta da bunun şahane örnekleri var. Örneğin, dünyada araştırma değerlendirme alanında son yıllarda en çok sorulan sorulardan biri sanat eserlerinin nasıl değerlendirileceği (örnek bir okuma için: pdf). Yıllar yıllar önce de Leman Cevat Tomsu bir sürü ev yapıyor ama bilim sayılmıyor hiçbiri. Çünkü çıktısı makale değil. Yapı. Botanikçi Asuman Baytop’un çalışmalarını bir fizikçiden ayıran çizgi disiplinlerarası farklılıklar. Kazı esnasında yarısını bulduğu heykelin diğer yarısının ABD’den getirilmesini sağlayan, ne pahasına olursa olsun heykelleri ayağa kaldıran Jale İnan’ın emeğini ölçecek bir mezura yok. Olmayacak. Mezuralar alından akan teri ölçme kapasitesine sahip değil. Ulusal bilimsel literatürü geliştirme çabaları Neredeyse tüm hikayelerde ulusal bilimsel literatürün gelişimi için atılan adımlar var. Türkçeleştirilen mesleki jargonlar, hazırlanan sözlükler, ders kitapları, dernekler veya kurumlar tarafından tamamen gönüllülük esasıyla çıkarılan ulusal dergiler. Şimdi olduğu gibi bir zorunluluk değil (doçent olmak için en az üç TR dizinli makale yazmak zorunlu şimdi), tamamen mesleklerin gelişimi için. Gerçek bilimsel iletişim için. Yukarılarda bahsettiğim sorumluluktan gelen bir misyon bu. Toplumu ilgilendiren konularda İngilizce yazılmış ve kimsenin okumadığı bir koleksiyon oluşturmak yerine hedefi belli ve ülkenin bilimsel altyapısını geliştirmeye yönelik çabalar bunlar. Dil bilmediği için değil (ki hepsi kıskandıracak düzeyde çok dil biliyor), ülke bilimini geliştirmek için çabalamışlar. Başarmışlar da. Bugün geldiğimiz noktada hala tam olarak açıklayamamış olsak da elmas açık erişim hareketinin yapmaya çalıştığı şey tekel yayınevleri tarafından domine edilmeyen o kıymetli zamanlara geri dönebilmek. Yaklaşık dört yıldır bilimde çok dilliliğin ve derneklerce/kurumlarca üretilen yerel/bölgesel çıktıların önemini anlatıyorum. Bunu anlattığım aydın kesimden bile “bilim dili (lingua franca) İngilizce, İngilizce bilmeyenin/yazmayanın bilimde işi yok” cevabı alıyorum bazen. Önümüzdeki yıllarda yapay zekanın da katkısıyla bilimde çok dilliliği yaygınlaştıracağız ve o zaman keyifle geri döneceğim bu yazıya. Keyifle eski çalışmaları anacağım (umarım). Siyaset… Bilinçli bir tercih mi bilmiyorum ama kitapta Behice Boran ve Nuriye Pınar Erdem’in hikayeleri hemen arka arkaya. Dünya görüşleri farklı olan bu iki kadın inanılmaz akademik çalışmalara imza atmışlar. Bunun yanında inanması güç süreçler yaşamışlar. İşlerini kaybetmiş, sürülmüş, hapis yatmışlar. Siyasette kadın yok diyoruz hep. Az da olsa varlarmış. İstememişler. Çeşitliliği burada da sevmemişiz pek. Tahammül edememişiz. Hala sevmiyoruz. Kitapta bu isimlerle ilgili çok doğru bir çıkarım var. Çabaları siyaset için değil, bilime duydukları inanç için olduğundan birlikte bir sürü kaliteli iş yapabilmişler. Ülke sayesinde değil, ülkeye rağmen yapmışlar bazen. Hala öyle. Önünü sonunu düşünmeden akademisyenlere vuranlara sürekli diş göstermem bundan. Kötüler var evet. Ancak onca zorluğa ve engellemeye rağmen bir köşede sessizce işini yapanlar sayesinde ayaktayız hala. İmposter sendromu izleri mi? Akademi uzunca süredir özellikle kadın akademisyenler arasında yaygın olan imposter sendromundan bahsediyor. Yetersizlik hissinden. Sahtekar gibi hissediyor olmaktan. Kitapta Tomsu’nun “bu işteki kabiliyetimin azlığını biliyorum, cüretimin hüsnüniyetimden dolayı mazur görüleceğini ümit ederim”, kuşların ecesi Saadet Ergene’nin hikayesindeki “eksikliklerimin bağışlanmasını dilerim” ifadeleri ile Halet Çambel’in “çok gerekli değilse başarılarınla övünme” tavsiyesi bunun çok eskiden gelen bir duygu olabileceğini hissettirdi bana. Müsemma bunu “mütevazı gözüpeklik” olarak tanımlamış hemen girişte. Hepsi tuttuğunu koparan gerçekten gözüpek kadınlar. İşte o yüzden gelecekte yapılabilecek bir söylem analizi beni çok heyecanlandırıyor. Birileri cumhuriyetin yetiştirdiği erkeklerle kadınların kurdukları cümleler arasındaki farka baksa da anlasak gerçekten böyle bir eğilim var mı. Varsa bunların sebeplerini tartışsak uzun uzun. Bu arada tam Mart ayı ortasında çok şahane bir etkinlikte tartışacağız bu konuları hep. Hazır olun, kemerlerinizi bağlayın. Teknolojinin nimetleri Yabancı dilde yayınlanan eserlerin erişilemez olmasından, literatür takibinin zor olmasına kadar eskiden sorun olan ama bugün çözülen pek çok unsuru bulacaksınız kitapta. Teknolojinin nimetlerine şapka çıkaracaksınız. Çünkü artık yeni çıkan yayınlara anında ulaşabiliyor, bir mesajı saniyeler içinde ilgilisine ulaştırabiliyoruz. Örneğin, kuş seslerinin transkripsiyonuyla ilgili sorunlar artık sorun sınıfına girmiyor bile. Ancak şimdiki sorunlar daha başka. Doğru bilgiye erişmek, bu bilgiye erişimdeki eşitsizlikler vs. Her dönemin zorlukları var ve bu zorlukları takip edebilmenin en iyi yolu böyle kitaplar/eserler. Tarihe izlerimizi bırakmak lazım böyle. Bu kitabın böyle bir misyonu da var. Bilimin sınıflandırılması Uzun yıllardır Bilgi ve Belge Yönetimi Bölümü lisans programı üçüncü sınıf öğrencilerine bilimsel ve teknik bilgi yönetimi dersini veriyorum ve dersin ana amacı öğrencilere fen bilimleri ve mühendislik araştırmacılarının bilgi davranışlarını öğretmek. Örneğin, dersi alan bir öğrenci bir botanik araştırmacısına hizmet sunacağı zaman botanik alanında taksonomilerin önemini biliyor, ona göre bilgi hizmeti sunabiliyor. Bu kitabın bence bir diğer misyonu pek çok bilimsel alan için mükemmel bir bilgi kullanımı ve bilgi davranışı rehberi sunması. Bu da bu kitabı bilgi bilimi alanı için ekstra kıymetli hale getiriyor. İsim karmaşası Yüksek lisans tez konum bilimsel araştırmalarda kişi ve kurum isimlerinin standardizasyonundan kaynaklanan erişim sorunlarıydı. Örneğin aynı isimli araştırmacıların yayınlarının birbirine karışması, hatalı yazımlar, editör veya dizinci hatasıyla yanlış etiketlenmiş yayınlar nedeniyle erişilemeyen bibliyografik kayıtlar vs. uzmanlık alanımdı bir dönem. Kadın araştırmacıların sahip olduğu en büyük dezavantajlardan biri soyadı değişimleri. Tıpkı kitaptaki Fahire Battalgazi örneğinde olduğu gibi. O dönemin sorunlarına bir de soyadı kanunu öncesi/sonrası dahil olduğu için iş daha da dallanıp budaklanmış. Fahire Akif, Fahire Battalgil, Fahire Battal ve son olarak Fahire Battalgazi hep aynı kişi. Zehra Taşkın ve Zehra Yanar’ın aynı kişi olması gibi. Her ne kadar günümüzde bu sorunlar yazar ID’si ile çözüldüyse de cumhuriyet tarihinin hemen hemen ilk yazar adı karmaşası hikayesini öğrendiğim ve çalışmalarımda kullanabileceğim için mutluyum. Kitaptan elde ettiğim katma değer bitmiyor gördüğünüz üzere. Adeta benim için yazmışlar :=) Doçentlik tezlerinin jüri raporlarının açılması Okumaktan en keyif aldığım bölümlerden biri de hocaların doçentlik değerlendirmelerindeki ifadelerdi. Bu da benim sürekli sayıkladığım açık ve şeffaf hakem değerlendirmesi fikrimi cilaladı yeniden. Keşke kimin kime ne değerlendirme yazdığını görebilsek. Ben bana yazılanların görülmesini isterim, başkalarına yazdıklarımın da. Ayrıca hakem raporları inanılmaz kıymetli bir eğitim materyali. Kitapta görüyoruz ki arşivsel değeri de var. Keşke politika yapıcılar sık değiştirilen doçentlik sisteminde asıl buna el atsalar. Canan (Atılgan) Hoca’nın sordugu sorular… Kitap size sürekli soru sorduruyor. Zaten Canan Hoca’nın takdimi sizi bu sorulara baştan hazırlıyor. En sevdiğim kısımlardan biri bu: … Eğer sosyoloji bölümlerinde hocalar muhtelif müdahalelerle dağıtılmasaydı, devlet bu bölümlerden aldığı görüşleri politikalarını yönlendirmekte kullanmayı sürdürseydi ve hatta kurumsallaştırsaydı, bugün megapoller yerine dengeli gelişmiş, daha mutlu insanları barındıran çok sayıda kentimiz olur muydu? Depremlerin afetlere dönüşmesi böylelikle çok daha sınırlı kalır mıydı? Ya sahada çalışan hocaların -kadın olsun erkek olsun- yerelde yaşayanlarla kurdukları ilişki biçimleri üniversite içine yayılabilseydi, hocalara atfedilen ve halkta yaygın olabilen seçkincilik algısı kırılabilir miydi?… (s. 9) Cevapları biliyorsunuz. Cevapları bildiğinizi biliyorum. Ancak geçmiş geride kaldı. Önümüzde uzun ve sancılı bir gelecek var. Bir yerden başlamak lazım. Tıpkı “hayatımda hiç arkama bakmadım” diyen Mübeccel Kıray gibi. Arkamıza hayıflanmak için değil de sadece dersler çıkarmak için bakmak, geleceğimizi o dersler ışığında aydınlatmak gerek. Çok istemesine rağmen okuması engellenmiş kadınlara ithaf edilen eser… Kitap “ailelerimizde de bulunan, çok istemesine rağmen okuması engellenmiş kadınlar” için. Yani köyünde lise olmadığı için liseye gitmesi abisi tarafından engellenen ama dört kızında tüm hayalini gerçekleştirmiş annem için. Okul yüzü görmese de kendi kendine okuma yazma öğrenmiş ve kafadan matematik işlemleri yapabilen rahmetli adaşım babannem için. Onlar ayrıcalıklılardan değillerdi. Ben öyleyim. Okutulmamış kadınların okutulmuş kızları olabildiysek cumhuriyetin kazanımları sayesinde. Cumhuriyet vizyonu bu. Okuyun, okutun. Ben kendi adıma tüm ekibe teşekkür ederim. ----------------- Referans: Zehra Taşkın,Hacettepe University, Department of Information Management, Ankara, Turkey,https://shorturl.at/cmyN3

Eğitimin Kalitesi !..

   İlksöz:    "Eğitimdir ki, bir milleti ya özgür, bağımsız, şanlı, yüksek bir topluluk halinde yaşatır; ya da esaret ve sefalete terk eder." / Eğitimdir ki; bir milleti ya özgür, bağımsız, şanlı ve yüce bir toplum halinde yaşatır ya da onu köleliğe ve yoksulluğa iter. "     Ünlü bir bilim adamının notu: "Aslında herkes dahidir. Ama siz kalkıp bir balığı, ağaca tırmanma yeteneğine göre yargılarsanız, tüm hayatını aptal olduğuna inanarak geçirir."/ “Eğitim gerçeklerin öğretilmesi değildir; düşünmek için aklın eğitilmesidir.” Dünya üniversitesi olma ülküsüne yönelik olarak "Türk Ulusunu” çağdaş uygarlığın en ön safhasına geçirme,bilimde, teknikte özgür ve bağımsız olarak hareket edebilme,dünyanın en gelişmiş ülkesi olarak diğer ülkelere liderlik edebilme ve sürekli ilerlemenin bir düşünce-nesnesi olarak somut çıktılar elde edebilmek için Ulusal irade seslenişi yeteneğini, diğer bir deyişle kolektif ruh/irade varlığını çağdaş bilim ve akılcılıkla geliştirmek.Bu bağlamda; beşeri sermayemizin, aydınlık yarınlarımızın umudu olan gençlerimizi ;Fikri, Vicdanı ve İrfanı Hür olarak Kadim değerlere (İnancına, Tarihine , Kültürüne )bağlı analitik düşünen, tartışan , üreten bireyler olarak yetiştirmek. "Üniversite sadece bilim için değildir, aynı zamanda Hak, Hukuk, Adalet ve Cumhuriyet içinde üniversite gereklidir.Üniversite Cumhuriyet'in sahipliğindedir."       Eğitim, belirli bir amaca göre gereken bilgileri verme işi, tedris, tedrisat, talim anlamına geliyor. Öğretim ise öğrenmeyi kolaylaştıracak etkinlikleri düzenleme, gereçleri sağlama ve kılavuzluk etme işi olarak tanımlanıyor. Eğitim, daha çok insanın ailesinden, çevresinden öğrendiklerini, öğretim ise daha çok okullarda öğrenilen bilgileri kapsıyor. O nedenle ikisi arasındaki farkı en iyi belirten ifade Albert Einstein’in şu sözünde yer alıyor: “Eğitim, insanın okulda öğrendiği her şeyi unuttuğunda arta kalandır.”  Cumhurbaşkanımızın 10.09.2017 tarihinde İslam İşbirliği Teşkilatı (İİT) 1. Bilim ve Teknoloji Zirvesi’nin açılış konuşmasında altını kalın çizgilerle çizdiğimiz önemli satırbaşları..http://bit.ly/2xtNgdy Birlikte okuyalım: "Bugün İslam dünyasındaki nüfusun yüzde 55’i okuma yazma dahi bilmiyor. OECD ülkelerinde milli gelirden eğitime ayrılan payın ortalaması yüzde 5,2 iken bu oran İslam dünyasında yüzde 1’i dahi bulmuyor. En başarılı çocuklarımızı, en parlak beyinlerimizi Batılı kurumlara ve ülkelere kaptırıyoruz. Günümüzün en önemli güç kaynağı olan enformasyon ve bilgi teknolojileri konusunda üreten değil tüketen konumundayız. Bu durum bizi milli güvenliğimiz başta olmak üzere birçok açıdan kırılgan hale getiriyor. Altını çizerek ifade etmek isterim ki dün olduğu gibi bugün de güçlü ülke olmak, bilgiyi üretmekten ve bilgiyi en iyi şekilde işleyebilmekten geçiyor.”     Öğretimin insana bilim öğretmesi gerekiyor. Gerisi eğitimin işi olmalı. Yani matematik, fizik, psikoloji, ekonomi, tıp gibi konularda insanı geliştirme ve uzman yapmak öğretimin görevi. Buna karşılık genel ahlâk, terbiye, alçakgönüllülük, dini inanç, yemek adabı, insanlarla ilişkiler, fedakârlık gibi konular eğitimin kapsamına giriyor. Bizim burada ele alacağımız konu öğretim konusu.     Ama üniversitelerin bu kadar zayıf mezunlar vermesinin en önemli nedenlerinin başında aslında bir kenara bıraktığımız ilk ve ortaöğretimdeki kalite düşüşünün bir sonucu.     Üniversite sözcüğünün aslı Latince ‘bütün’ anlamını taşıyan Universitas’dan geliyor. Bugünkü karşılığı; çeşitli akademik dallarda akademik unvanlar veren yükseköğrenim ve araştırma kurumu demek oluyor. Batıda üniversiteler katedral okullarının biat kültüründen soyutlanıp bilime dönük bağımsız kurumlar halini almasıyla ortaya çıkarken bizde de medreselerden dönüşerek batılı üniversitelere benzer kurumlar halini almış. Cumhurbaşkanımızın ;26.07.2017 tarihinde Yükseköğretim Kurulu tarafından düzenlenen, İslam Dünyası Yükseköğretim Alanının Oluşturulması Konferansının ​ açılış konuşmasından http://bit.ly/2tYyeXO “Soran, sorgulayan, geleceğe dair iddiaları olan bir nesil yetiştirmekte gereken başarıyı gösteremediğimizde ortaya geçici hevesler peşinde koşan, maalesef bir nesil çıkıyor. Hâlbuki kendine özgü eğitim sistemlerini geliştiremeyen milletlerin istikbali tayin edemeyecekleri gerçeğiyle karşı karşıyayız”     Yine Cumhurbaşkanımızın; 09.02.2017 tarihinde, "Kültür ve Turizm Bakanlığı Özel Ödülleri" töreninde yaptığı konuşmadan http://bit.ly/2k78CTA altını çizdiğimiz, eğitimle ilgili olarak önemli başlıklar.Birlikte okuyalım: i- Kültür ve Sanatı Küçümseyen Toplumlar, Kaybetmeye Mahkûmdur. ii- Türkiye'nin Yeni Değerler Yetiştirmesi  Var Olan Değerlerine Sahip Çıkmasıyla Mümkün. iii- Teknolojiyi Üreten,Kültür ve Sanata da Hakim Olur. iv-Eğitim ve Kültür Alanında Eksiğimizi Gidermeliyiz. v-Gençlerin Sahip Çıkmadığı, İçinde Olmadığı Hiçbir Proje ve Faaliyetin, Toplumlar İçin Kalıcı Kazanıma Dönüşmesinin Mümkün Değildir.            "Yükseköğretimin Fırtınalı Sularında" ;Üniversitelerde kurumsallaşma ve dünya üniversitesi olma ülküsüne yönelik çabalar. Bu ülkü ile "Türk Ulusu' nu çağdaş uygarlığın en ön safhasına geçirme, bilimde, teknikte özgür ve bağımsız olarak hareket edebilme, dünyanın en gelişmiş ülkesi olarak diğer ülkelere liderlik edebilme ve sürekli ilerlemenin bir düşünce-nesnesi olarak somut çıktılar elde etme çabaları.. Belki ülkenin sosyal, politik ve ekonomik gelişmelere önderlik etme isteği.. Bir yandan Ulusal irade seslenişi yeteneğini, diğer bir deyişle kolektif ruh/irade varlığını çağdaş bilim ve akılcılıkla geliştirme çabası.Bu çabaların elli yıllık panoroması. Sonra ...Sonrası malum!.       Ülkelerin zenginliği nasıl belirleniyor, zenginlik nasıl ölçülüyor? Merkantilist yaklaşımla, kıymetli maden, döviz stoku ile mi? Doğal kaynakları, altın madeni, petrol, doğalgaz yataklarının varlığı ile mi? Beşeri sermayesi, bireylerinin niteliği, becerisiyle mi zenginlik ölçülüyor.       Ülkelerin zenginliğini doğal kaynakları, altın stoku değil beşeri sermayeleri, bireylerinin nitelikleri, becerileri, değer yargıları belirliyor. Ülkelerarası farklı doğal kaynaklar, altın, kıymetli maden varlıkları değil, insan yaratıyor. Doğal kaynak fakiri yüzlerce irili ufaklı adaya sıkışmış, yüzölçümü Türkiye'nin yarısından az olan Japonya, dünya sıralamasında önde de, Türkiye niçin hep gerilerde. Farkı insan öğesi yaratığı kesin.. .      Milletlerin zenginliğinin doğasını ve nedenlerini araştıran Adam Smith, insan faktörünün öneminin belirleyiciliğini yüzyıllar öncesi görmüştür. A. Smith'e göre, milletlerarası zenginlik farkını, işgücünün beceri, nitelik farkı ile işgücünün üretime katılma oranı belirler. Adam Smith ayrıca zenginlik bağlamında adalet, emniyet, hukuka bağlılığın önemini vurguluyor, bunları çağdaş bir devletin temelleri olarak görüyor. Adam Smith, zenginliğin ölçüsünün toplam değil, topluluğun bireylerinin ortalama zenginliği olarak görüyor. Adam Smith'e göre milletlerin zenginliği için, bireylerin becerisi yükseltilmeli, nitelikli işgücünün istihdamı artırılmalı, zenginlik dengeli dağılmalıdır. Adam Smith, günümüzün neoliberal, refah, zenginlik anlayışına kıyasla çok daha ileride.     Bakanlık adındaki değişim anlayış değişiminin de göstergesi: "Maarif": irfandan geliyor "Eğitim": eğmekten geliyor...    Eğitimimiz eğmekle öğmek arasına mı sıkışmış? Eğitiyoruz, eğitiyoruz ki adam edelim; eğiyoruz ki yola sokalım? Doğru olan yola. Haklı olan yola. Daha önce kuralları konmuş olan yola. Yoksa eğiriyor muyuz? Yün ya da pamuktan iplikler elde etmeye mi çalışıyoruz? İplikleri dokumaya mı? Dokutma mıdır, eğitmek? Öğerek, öğrenci dalkavukluğu ile mi eğitimi yürütelim?   Bana "eğitim" sözcüğü hep "tuhaf" gelmiştir. Bu "tuhaflık" ürkütücü bir tuhaflıktır. Boyun mu eğdiriyoruz? Latin kökenli dillerde kullanılan "éducation", "education" sözcüklerinde de, "yol göstermek", "sevk etmek", "kılavuzluk yapmak" anlamlarına karışmış "yönlendirme", itip, çekip, "yola koyma", "yola getirme" iması yok mu?       Diyeceksiniz ki bu doğal! Cahil, şaşkın ya da masum, bilgisiz biri geliyor. Yol gösterip, onu bilgilendirecek, onu "şekle" sokacaksınız. "Şekle sokmak" "zorla olur. Öğrenciyi kendi haline bırakırsanız, serseri olur, "havai" olur. Eğitim bir çiledir. Sıkıntı çekilecektir ki öğrenme, biçimlenme tam olsun! Eğiteceğimiz kişi "biçimi olmayan", "düz" belki de "dümdüz", yola girmemiş biridir. Öyle olmasaydı, eğitilmeye "talebi" olmazdı; talebe olamazdı! Öğrenci, eğitilirken eğilmelidir; biçimlenmeye hazır olmalıdır! Yoksa, öğrenemez; gelişemez! Sürekli "talim" ettirmeli, ona "olumlu" alışkanlıklar, "istendik" davranışlar kazandırılmalıdır.Eğitimin , doğru dürüst yapılabilmesi için bundan sorumlu herkesin önce 'education' ile 'training' arasındaki büyük farkı bilmesi gerekir. Education'un amacı statükoyu eleştirip alternatif üretebilecek aydınlar yetiştirmektir. Training ise kişinin işinde gösterdiği performansını yükseltmek amacına hizmet eder. Bu ikisi tamamen ayrı şeyler..... Ülkemiz dahil bir çok ülkede, özellikle  bu ikisi çorba edilmiştir. Türkçe her iki İngilizce kelimenin karşılığı aynı; 'eğitim' diye geçiyor. Tartışmayı fazla derinleştirmeden  "education" kelimesini eğitim, "training" kelimesini talim olarak çevirelim....       "Seneca'nın gençlik yıllarında Homines dum docent discunt (İnsanlar öğretirken Öğrenirler)dediği söylenir. , Bu fikir atasözü olarak "docendo discimus" kelimeleri ile ifade edilir. Bu eski gerçeğe ben, öğretmek durumunda olduğum şeyleri evvelâ kendim öğrenmek zorunda kalarak, katkıda bulunmuş oldum?" "Buna da ek olarak bir nokta daha vardı: Temel teorik yön, mukayeseli hukuk olduğu halde, ders reforumunun canalıcı özelliklerinden biri de, pratikle bağın kurulmasaydı?" "Daha Üniversitenin törenle açılışından önce, teorik derslerinin uslûbu ve yöntemi üzerine önceki dekan ile gayet ciddî tartışmıştım. Dekanlığa yaptığım bir ziyaret sırasında kendisi açmıştı bu konuyu. Frankfurt am Main'da nasıl ders verdiğimi, kürsüde ayakta durduğumu, serbest konuştuğumu, öğrencilere sürekli soru sorduğumu anlattım. Buradaki derslerin veriliş tarzı Paris örneğine uygundu; profesör kürsüde oturur ve evde itinayla hazırlamış olduğu ders metnini okurdu. Öğrencilere soru sormak, ya da öğrencilerin soru sorması caiz değildi. Profesörün okuduklarını öğrenciler yazarak not tutarlardı, bu notları ezberlemek ve sene sonu imtihanında bilmek zorundaydılar. Dolayısıyla benim vazifem, derslerimi yazılı olarak hazırlamak ve çevirmene her seferinde zamanında vermekti ki, çevirmen Türkçe metni hazırlayabilsin ve derste okusun. Nitekim, kamu hukukçusu Fransız meslektaşımız profesör Charles Crozat da, yıllardır dersleri böyle vermiyor muydu? Cevap olarak bu yöntemi bir türlü benimseyemediğimi söyledim. Çünkü bu durumda hiç ağzımı açmama gerek kalmayacaktı. Dolaysıyla öğrencilerle hiçbir kişisel bağ kuramayacaktım. Asıl önemlisi de okunan dersin, gerçekten doğru anlaşılıp kavrandığını kontrol edemeyecektim? Fazıl Pelin (Dekan) dehşetle telaşlandı. Tekrar tekrar bunun âdetten olmadığını, caiz olmadığını, üstelik gerçekleştirilmesinin de mümkün olmadığını söyledi, durdu. Üstelik, şayet bu plânımda ısrar edecek olursam, profesörler kurulunun da bu konuda zorunlu olarak bir prensip kararı almak durumunda kalacağını, ama tabii bu konunun ancak Hukuk Fakültesi için Çağrılmış olan öteki yabancı meslektaşlar da geldikten sonra ele alınabileceğini bildirdi" Bu satırlar, Cumhuriyetin ilk kurulduğu yıllarda ki Üniversite reformu sonrası İstanbul Üniversitesine gelen Türk vatandaşlığına geçen ünlü Alman hukukçusu Ernst E. Hirsch'e ait [1]. 1933 yılında Türkiye'ye gelen ve önce İstanbul, daha sonra Ankara Üniversitelerinde 20 yıla yakın ders veren, Türk Ticaret Kanunu başta olmak üzere nice düzenlemenin mimarı olan bu değerli öğretim üyesinin, İstanbul'a geldiğinde karşılaştığı ders verme sistemi işte buydu. 1932 yılında bir Üniversite reform önerisi hazırlamak üzere Türk Hükümeti tarafından resmen davet edilen, İsviçreli Pedogog Prof. Albert Malche de, Türkçe bilimsel yayınların eksikliği, düşük ücretlerin yan görevlere yönlendirmesi vb. eksikliklerin yanında en önemli husus olarak ders verme metodunun hiçbir şey vaat etmeyecek kadar eskimiş olduğunu belirtmiş ve bu hususu eleştirilerinin en ağır maddesi olarak kabul etmiştir[2]. Dersin ansiklopedik Bugün, üzerinden seksen yıl geçtikten sonra, kürsüde oturarak sadece ders kitabını ya da PowerPoint slaytlarını okuyan ya da kitabın yazarını, yılını, basımevini, öğrencilerin görmeyeceği şekilde kapatılmış kitaplardan satır satır dikte ettiren, öğrencilere soru sormayan, onların soru sormasına izin vermeyen bir öğretim üyesi davranışına hayret etmemek mümkün değil. İyi ama ya seksen yıl sonra bizlerin ders verme biçimimizin de aynı hayretle karşılanmayacağı kim iddia edebilir? O öğretim üyeleri de büyük bir olasılıkla, o yıllarda yaptıklarının doğru olduğuna inanmışlardı Ülkemizde muhasebe eğitiminde kaliteyi etkileyen, daha iyi ders verilmesini engelleyen birçok kritik faktör bulunmakta. Ancak özellikle, muhasebenin "Kariyer Mesleği" hedefine ulaşmada, teorinin pratikle bütünleştirildiği muhasebe eğitim sistemi eksikliği en büyük handikap. Teorik-pratik dengesinin gözetilememesi, hatta bu dengenin hiç olmaması ve tam 20 yıl eğitim görüp, iş hayatına atılmış birine "okulda öğrendiğin her şeyi unut" sözü en büyük hayal kırıklığı olduğundan emin olabilirsiniz. Ülkemizde çok değişik düzeylerde verilen muhasebe eğitimlerinde, herhalde bir eğitimcinin ilk sorması gereken soru şudur: "Muhasebe bilgisi hangi düzeyde, nasıl ve ne şekilde verilmeli? Teorik olarak mı? Pratik olarak mı? Yoksa teori pratik dengesini sağlayan teorinin pratikle bütünleştirildiği Mesleki Uyum Eğitim sistem ile mi? [3]. Muhasebe eğitimini yalnızca gelecekte muhasebe alanında (ve de özellikle vergi beyannamesi düzenlemeye yönelik muhasebe faaliyetlerinde) çalışacak kişiler için ele alınması ve bu perspektif de eğitim yapılması yanılgıların en büyüğü. Bu yanılgıya düşen eğitimcileri gelecek kuşakların bağışlamayacağından kimsenin kuşkusu olmasın[4]. Çünkü, telefon rehberi ezberletir gibi hesap numarası ezberleten bir eğitimcinin, "Muhasebe bilimini" belirli kalıplarla öğrencilere aktarması ve kendisinin ezberindeki bu bilgileri tekrar sınavlarda harfiyen geri istemesi için fazla yetkin bir kişi olmaya gerek olmadığı açık. Eğitimde herhalde yapılması en kolay şey, bilgi tekrarı. Zaten buna eğitim demek de ne kadar doğru? Bilinenleri tekrar etmenin en büyük tehlikesi; "neden, niçin, nasıl" sorularını soran bilimsel düşüncenin temelini teşkil eden "analitik düşünce sistemi"nin önüne duvar örülmesi. "Muhasebe"yi bilim olmaktan çıkarılarak tekdüzen kalıplara sokma isteği. "Zaten çoğu kişi aynısını yapmıyor mu? Bizde aynı davranış biçimini tekrarlayarak görevimizi yapmış oluruz" düşüncesi "Muhasebe Bilimi "nin gelişmesinde en önemli engel. Seksen yıl öncesinden bir farkla; eğitimde çağ atladığınızı, teknolojiyle ne kadar bütünleştiğinizi göstermek için, notlarınızı Power Point slaytlarına dönüştürüp aynen okumakla, dün olduğu gibi görevinizi layıkıyla tamamlamış olmanın en büyük hazını yaşayabilirsiniz. Belki de, ekonomimizi dünyayla entegrasyonu kolaylaştıracak, ekonomik yapınıza uygun "Muhasebe Standartları" geliştirememeniz, teorisyeninde, meslek mensubunun da, uygulayıcının da ortak dili olamaması hep bundandır kim bilir. Muhasebede teori, konuları sistematik olarak ele almak, tartışmak suretiyle yön vermek, daha iyi ifadeyle daha yararlı uygulamalar yapabilmeleri için katkıda bulunmayı hedeflerken, "Teorinin Pratikle Bütünleştirildiği Eğitim sisteminde" uygulama üzerinde çalışılması gereken konuları belirlemek suretiyle teoriye katkıda bulunur. İkisinin birbiriyle uzlaşmaz değil, tam aksine uyumlu olduğunu kabul etmek bir muhasebe eğitimcisi için temel ilke olmalıdır. Vak'a, gerçek bir işletme probleminin tarafsız bir tarzda tasvir edildiği ve gerçek olaylara ışık tutan bir metin. Vak'a çalışması. teori-pratik(uygulama) entegrasyonunu içeren, öğrenciye teorik bilgiler verildikten sonra, bu bilgilerin uygulanmasını ve pekiştirilmesini sağlamak amacı ile, eğitim- öğrenim veriminin maksimum kılınmasında önemli eğitim araçlarından bir tanesi. Öğrencinin gerçek iş hayatında bir muhasebecinin karşılaştığı problemlerle karşı karşıya bırakılması ve bu problemleri uygulamada kullanılan metod ve teknikler aracılığı ile çözmeye yöneltilmesi, iş hayatına atıldığında mesleği ile ilgili daha verimli ve başarılı olmasını sağlayacağı açık. Vak'a metodunun uygulandığı derslik/amfi bir simülasyon merkezi niteliğinde ve öğrenci bu merkezde üzerinde çalıştığı ve bir çözüme ulaştığı vak'a problemini gözden geçirmek, çalışmalarında ulaştığı sonuçların yeterliliğini test etme, sınama olanağını bulmakta. Vak'a; hız verici, yönetim usullerini tasvir edici, sistemli analize olanak sağlayan vakalar olarak sınıflandırılabilmekte. Çalışmada geliştirilmeye çalışılan vak'a "Satışların Maliyetinin Hesaplanmasına Yönelik Amprik Bir Çalışma" iki farklı sektörde faaliyet gösteren kurumsallaşmış popüler iki firmanın gerçek verilerini içermekte olup, öğrencilere gelir tablosunun önemli unsurunun nasıl hesaplanacağını öğretmeyi hedeflemekte. Vak'a bilgileri bizzat bu firmalara gidilerek elde edilmiş gerçek verilerden oluşmaktadır.   SONSÖZ Vak'a yazımını çok ciddi bir iş olduğunun bilincinde olarak, İki farklı sektörde faaliyet gösteren iki firmaya ait gerçek verilerle geliştirilmeye çalışılan Vak'a çalışmamız amatörce yapılmış, bir deneme niteliğinde. Teori ve Pratiğin entegre edilerek eğitime taşınması çok önemli. Günümüzde muhasebe eğitimini veren üniversitelerde dahil tüm kurumlar, muhasebe mesleğinin kalite imajını sürdürülebilir kılmaları, hatta arttırmaları ancak muhasebe eğitim kalitesini arttırmaktan geçtiği yadsınamaz bir gerçek. Muhasebe eğitiminde bu vizyon vazgeçilmez bir paradigma olarak herkesçe kabul edilmek zorunda. Bu şekilde eğitim görme olanağını elde edenler, mesleği en iyi bir biçimde temsil etme yeteneğine (gerekli bilgi, donanım, yetenek ve becerilere) sahip olacağı tartışmasız bir gerçek. Muhasebe eğitiminin; bilimsel olarak sürdürüldüğü, yükseköğretim kurumlarından da aynı beklenti fazlası ile bulunmakta. Bu çalışmayı yazanların hayali ve özlemi, özellikle öğretim elemanlarının "Üniversite-Sanayi "işbirliği kapsamında, firmaların sorunları çözüme kavuşturmalarını sağlayacak sistemlerin en kısa sürede kurulup, işletilmesidir. Üniversitelerde gerçekleştirilecek üretime yönelik bu yeni yapılanma; piyasadan edinilen bilgi ve tecrübelerin üniversiteye taşınmasına, daha yetkin öğrencilerin yetiştirilmesine, uygulamaya dönük bilimsel çalışmaları ortaya konmasına, kısaca üniversitelerin çıktı değerlerinin ülke ekonomisine sinerjik katkı sağlayacaktır. [1] Hirsch, Ernst E. , Anılarım, Kayzer Dönemi, Weimar Cumhuriyeti, Atatürk Ülkesi (Aus des Kaisers Zeiten durch Weimarer Republik in das Land Atatürks, Eine unzeitgämesse Autobiographie), Çev:F. Suphi, Tübitak Popüler Bilim Kitapları, Ankara, 5. Basım, Nisan 2000, s. 245-249. [2] http://guncel. tgv. org. tr/journal/35/pdf/364. pdf, http://www. muhasebevergi. com/content. aspx?id=271 [3] http://www. gokselyucel. net/muhasebe-egitiminin-kalitesini-artirmada-egitimcinin-rolu/ [4] Agk.  http://blog.radikal.com.tr/bilim-teknoloji/egitimin-kalitesi-28633  Bazı öğretim üyeleri pek önemsemese de İlk günden öğrenciye syllabus,yani ayrıntılı ders planı dağıtılmasının çok önemli olduğuna inananlardanım.. İlgilenenler için;  Maliyet Muhasebesi ve Yönetim Muhasebesi Dersi Ayrıntılı Planı (syllabus) https://bit.ly/3o51GYt                                                                                                             

İnternette Dakika Başına Neler Yapıyoruz ?

         İnternette  Dakika  Başına Neler Yapıyoruz ? 187 milyon E-mail 481 bin Tweet 3.7 milyon Google araması 973 bin Facebook girişi 4.3 Milyon YouTube video izleme 38 Milyon WhatsApp mesajı 375 bin Apple uygulama indirimi 2.4 Milyon Snaps yaratımı 174 bin Instagram...              http://www.visualcapitalist.com/internet-minute-2018  

“Biat Kültürü ve Günümüze Yansımaları“

      İlk söz "Üniversite sadece bilim için değildir, aynı zamanda Hak, Hukuk, Adalet ve Cumhuriyet içinde üniversite gereklidir.Üniversite Cumhuriyet'in sahipliğindedir."Memleket işlerinde, millet işlerinde, gerçek işlerde, duyguya, hatıra, kardeşliğe ve dostluğa bakılmaz. " "Bir kavram ne zaman tehlikeli olur? İçeriği bulanık olduğu halde, herkes bu kavramı bildiğini sanınca.Sözcük ve kavramların içini boşaltan, altını oyanlara itibar etmeyiniz. Onlarsız da yaparız ama kavram ve sözcüklerden bağımsız varolamayız.    Ünlü bir düşünürün  : .:“Bir ağacın yapraklarında eğer sararma varsa, bu sararmayı itekleyen ya da destekleyen bir kök sistemi var demektir."  diye bir  özdeyiş ( motto) var.    Bu bağlamda  Boğaziçi Üniversiteliler Derneği 14. Genel Kurulunun açılış konuşmasından altını kalın çizgilerle çizdiğim  önemli satırlar  birlikte okuyalım (*): “Bilimin Olmadığı Yerde Sadece Cehalet Değil, Vahşet de Kök Salmaya Başlar” Cumhurbaşkanımızın bu konuşmanın ana teması ,bir yandan çağdaş bilimin ve akılcılığın ülkemizde gelişmesine, diğer yandan sosyal, politik ve ekonomik disiplinler arasılık ve Ulusal irade Sesleniş Yetenekleriyle gerçekleştirme Koşullarının yaratılmasına ne kadar öncülük ettiğinizi sorgulayan,Ülke ekonomisinin  büyümesine / üretimine ne derece katkı sağlayıp /sağlayamadığınızı” “vatan ve ülkü” kavramına gönderme yaparak doğru bir paradigmayla sorgulamak.Yoksa  Yükseköğretim derecelendirme kuruluşları tarafından sıralamada kaçıncı olduğunuzu değil Patent ve patentlerin ürüne dönüşümü konusunda yüzde kaçlık başarı elde ettiğiniz,ne kadarını katma değere dönüştürdüğünüze  bakmak lazım... Yoksa gerisi Laf’ı güzaf..    “Üniversite bu anlamda ve üniversitenin kökeni itibariyle geçmiş bütün eğitim kurumları insanlığın en ulvi müesseselesi... Bu ulvi özelliklerini koruyup insan doğasına, insan onuruna, insanın ihtiyaç hissettiği erdeme hitap ettiğinde ve onu tekrar ürettiğinde aslında onun üretildiği toplumlara büyük bir onur kazandırmıştır. Bunun olmadığı toplumlarda ise maalesef araçsallaşmış ve önemini kaybetmiştir. Bizim gönlümüz, zihnimiz, yüreğimiz  küreselleşmenin getirdiği zihni ve bilgi harmanlanmasında Türk üniversitelerinin insanlığın önüne geçmesi ve tarihin öznesi, bilgi tarihinin öznesi olmasıdır. Sadece bilgi aktaran, yorumlayan değil bilgiyi üreten kurumlar haline dönüşmesidir. Yeni Türkiye kavramını bugünlerde siyasi olarak çok kullanırken, aslında böylesi yeni Türkiye’nin inşasının da temeli yeni bir bilgi paradigmasının inşası ve yeni bir üniversite geleneğinin bütün o engin tecrübe/deneyim üzerinde inşa edilmesidir.Bilimi yol gösterici olarak,rehber olarak seçmeyen ülkelerin ileriye gidebilmesi mümkün değildir.Onun içindir ki  büyük önder,"Benim mirasıma girmek isteyenler var sa,ancak aklı rehber alanlardır.Aklı rehber alanlar benim mirasıma girebilir."diyor.Bu nedenledir ki Türk halkı,bu cumhuriyetin genetik kodlarını oluşturan büyük önderin gösterdiği bu yol haritasını iyi yol haritası olarak seçmiştir.Bu yolda ,sendelemeden,sekteye uğramadan yoluna devam edecektir.Ve ona minettardır.Şükran borçludur.Ve onu minnetle ve şükranla her zaman anar.Bu nedenle;”Üniversite sadece bilim için değildir, aynı zamanda Hak, Hukuk, Adelet ve Cumhuriyet içinde üniversite gereklidir.Üniversite Cumhuriyet'in sahipliğindedir."    “Yükseköğretimin Fırtınalı Sularında” ;Üniversitelerde kurumsallaşma ve dünya üniversitesi olma ülküsüne yönelik çabalar… Bu ülkü ile “Türk Ulusu' nu çağdaş uygarlığın en ön safhasına geçirme, bilimde, teknikte özgür ve bağımsız olarak hareket edebilme, dünyanın en gelişmiş ülkesi olarak diğer ülkelere liderlik edebilme ve sürekli ilerlemenin bir düşünce-nesnesi olarak somut çıktılar elde etme çabaları…… Belki ülkenin sosyal, politik ve ekonomik gelişmelere önderlik etme isteği…. Bir yandan Ulusal irade seslenişi yeteneğini, diğer bir deyişle kolektif ruh/irade varlığını çağdaş bilim ve akılcılıkla geliştirme çabası…Bu çabaların elli yıllık panoroması… Sonra ...Sonrası malum!…Tarihteki örnekleri ile defalarca görülebileceği gibi Bilim'de ihmalin maliyeti çok çok büyük; bugün ise çok daha büyük, telafisi yok...(-).   Yine aynı mealde   "Uluslararası Münazara Turnuvası ödül" töreninde yapılan  konuşmadan altını çizdiğimiz satırlar.Birlikte okuyalım:     “Bize sorgusuz, sualsiz biat eden, cahil bir gençlik değil; neye inandığını, neyi savunduğunu, neyin mücadelesini verdiğini bilen, bunun için gereken her türlü donanıma sahip bir gençlik lazımdır. 15 Temmuz gecesi gördük ki işte bu vasıflara sahip gençlik, gerektiğinde ülkesi ve milleti için, istiklali ve istikbali için gözünü kırpmadan canını dahi ortaya koyabilmektedir”     Biat her anlamda ;sosyal,siyasal ve ekonomik güçlüden  yana olma..., Biat kültürüne sahip kişiler için ;güçlünün dini,inancı,milliyeti hiç önemli değil....!.  Amaca giden her yol mübah....Aynı zamnada Neo-Liberal Yükselen Değerlerin  genetik kodu olan Pragmatist / Makyavelist / Oportünist Düşünce Sistemi biat kültüründe de  hakim.... Öztürkçesi: kasaba kültüründen beslenen, hayatın özgerçeği yerine kendi gerçeğini öne çıkaran ilke ve kuraldan çok, anlık gelişmelere,- konjonktürel etkilere göre kendini ayarlayanlara için kullanılan bu düşünce sistemi, biat kültürünün de özünü oluşturmakta..Bu düşünce sisteminde tek önemli olan iktidar. Güç, yani iktidar kimdeyse onun önünde eğilimek...Arapça bir sözcük olan biat, hükmeden  ile hükmedilen arasında yazılı olmaksızın var olduğu kabul edilen itaat anlaşması anlamına gelmekte ....Biat (sorgusuz sualsiz söyleneni kabul) etmeyi bir alışkanlık haline getirmek....  Biat kültürünün olduğu yerde adalete de vicdana da yer yok.. Haklılık haksızlık aranmaz. Tartışma, sorgulama, eleştiri kabul etmez. Örnek: “Ya taraf olursun ya bitaraf” söylemi… Biat  kültürü, analitik düşünme yeteneğinin yok olması demek..; Böyle olunca artık güdümlenmeye, yönetilmeye hazır hale gelmiş demek ..... Tarihsel sürece  bakıldığında,  biat geleneği olan toplumlarda insanlar hep bilinçsiz olarak yönlendirilmiş, güdümlenmiş..Toplum afazileşmiş. Metaforik olarak, afazileşmiş toplumsal yapıda; insanlar anlamlandırma yeteneğinden mahrum hale gelmiş. .Yani bir anlamda, toplumca bir şuursuzluk hali içinde olmuş..Feodal yapılarda yaygın olan biat, çoğu kez rızaya dayansa da bazen zorla da söz konusu olmuş. Cemaat,tarikat, teba, tabiyet, tabi gibi sözcükler  de  aynı kökten geldiğini, birisine biat eden, ona tabi hale gelen;  onun  cemaatına,onun tebasına (biat edenleri) girdiğini  yazıyor kitaplar.....     Biat kavramı ,başlangıçta daha çok dinsel bir tema taşımış olmasına rağmen ; sonraları siyasal bir nitelik kazanmış ve  hükmedenle  hükmedilen arasında, yazılı olmayan ama zımnen (üstü kapalı) yapıldığı kabul edilen, bir bağlılık sözleşmesi anlamına dönüşmüş..Biat kültürü kendi içinde ve karşıtlarına karşı savaşlar Avrupa da 1542’de Alman köylülerinin ayaklanması ile başlamış ve 106 sene sürmüş ve en önemlisi bu savaşların nedeni günümüzde de olduğu gibi  Hükmeden sınıf (eskiden ruhban sınıfı) yani halkın sırtından geçinen sınıf, lüks içinde yaşayan bir aristokrasi olma isteklerinin kaynaklanmış.. Her anlamda sömürme Kula kulluk etmeden kaynaklanmış...      O dönemde Avrupa’nın büyük Hristiyan devletleri olan İspanya, Portekiz, Fransa, Avusturya, İsveç, Almanya, Hollanda,  İngiltere ve İrlanda savaşın bir parçası olmuş. Bir ara 300 bin köylünün katıldığı ayaklanma bu ülkeleri harabeye çevirmiş.   Biat  Savaşları'nın en kanlı olanı Otuz Yıl Savaşları... . Katolik ve Protestan devletler arasında başlayan çatışma daha sonra Fransa ve Avusturya-Macaristan İmparatorluğu’nu da içine alarak Avrupa’ya hakim olma savaşına dönüşmüş.     Almanya bu savaşta nüfusunun yüzde kırkını kaybetmiş.     Din Savaşları’nda ölenlerin sayısının 6 ile 19 milyon arasında olduğu tahmin ediliyormuş.    Ayaklanmanın ve ardından gelen savaşın birçok nedeni vardı. Ama en önemlisi Martin Luther ve John Calvin’in Hristiyanlıkta reform yapma girişimlerinden sonra ortaya çıkan Protestanlık ve Kalvenizm ile Katoliklerin onları tehdit olarak algılaması olmuş.   Bin beş yüz yıl Hristiyanlığa egemen olan Katolikler dinde reformu kabul etmemişler. Rakip kiliselere ait olanları ezmişler.  Biat ve Din savaşları, Westphalia Barış Antlaşması ile sona ermiş. Katolik kilisesinin din üstündeki tekeli sonlandırılmış. Hristiyanlıkta üç ayrı kilise olduğu tescil edilmiş:  Katolik, Protestan ve Kalvenizm. Bugün Avrupa’nın birçok ülkesinde Hristiyanlığın her kolu düşüşte. Bazı tarihçiler, bu düşüşün Avrupa’daki Din Savaşları ile başladığını yazıyorlar. Birçok insan, akıl almaz gaddarlık ve yıkıma neden olan biat kültürünün, insanın yararına olmadığını o tarihten itibaren düşünmeye başlamış. Özetle; İlk çağ ve Ortaçağ da Biat kültürünün  zirve yapmış....Sonra etkisi azalarak devam etse de ,Fransız devrimi ve ardından gelen sanayi devrimine kadar   tüm  Avrupa’da egemen olan feodal düzende dıotoriteye bağlılık usulü geçerli  olmuş..Biat kültürünün  temelinde "sömürü"yatmakta ve ekonomik...... Neden ekonomik ,çünkü aydınlanmış toplum tüm değerlerini (maddi ve maddi olmayan) koruma eğiliminde olmuş tarih boyunca....Ekonomik ve kültürel değerlerini koruyan ulusalar tarih sahnesinden silinmemiş.Biz, batının bir zamanlar yaptığı, dogmalarımızı azaltacak, yani biat kültürünü değiştirecek reformlar yapmaya kalkışsak bile, göreceksiniz, uygar batı, demokrasi yaygarası ile bu girişimimizi önleyeceğinden hiç şüpheniz olmasın....    Bu arada bir not ekliyelim ve şimdilik burda dursun.. Küresel oyun kurucu kimdir ve nasıl oyun kurucudur? diyenlere yanıt olarak İngiliz/ABD/Fransız/Alman. ve diğerleri.…İşte size küresel  biat  kültürel yapılanması örneği:YÜCE PİR/ Vasıllar/salıkler/ Müridler/ ve Talipler...   Postnişinde YÜCE PİR'in oturduğu Yeni Dünya Düzeni tarikatı iktidarını Tarikatı oluşturan Vasıl, Salik, Mürid ve Talipler,  dün olduğu gibi bugünde sinsi savaş  stratejileri...…  Yeni Dünya Düzeni tarikatı iktidarı tüm İnsanlık tarihinde yaptıkları katliamları,işkenceleri,talanları,kan ve gözyaşlarını,,hırsızlıklarını,,sömürülerini ve bunun üzerine inşaa  ettikleri ve halen bununla beslenen “Sosyo Ekonomik ve Kültürel “yapı… Ve bu oyun kurucular geçmişte  oynadıkları oyunlardan bazıları nelerdir derseniz...Bunlar saymakla bitmez...İsterseniz kitaplarda yazanların bazılarını özetliyelim...Birlikte okuyalım:      Bir zamanlar Hindistan’da bir yönetici, protein kıtlığından kırılan halka, sığır etini de yiyebileceklerini öğütlemeye başlayınca, Hindistan’ın İngiliz Valisi çok sert tepki göstererek, “halkın inançları ile oynanmasına izin vermem” söylemi ile adamın sesini hemen kesmiş....  Daha sonra bu vali yazmış olduğu hatıralarında, “eğer halkın sığır eti yemesini destekleseydim, proteinle beslenen halk daha sağlıklı-bilinçli olacaktı ve dogmalarının kırıldığında beklenen felaketlerin ortaya çıkmayacağını görünce de, İngiliz çıkarları Hindistan’da tehlikeye girebilirdi” diye yazıyor.,   Oradakilerin inancına bu denli saygılı olduğunu beyan eden İngiltere İmparatorluğu, uzun yıllar İngiliz Kumaşı olarak bilinen ve tercih edilen tekstil ürünlerinin Hindistan’da çok daha ucuza üretildiğini görünce ve çıkarları tehlikeye düşünce, Hindistan’daki tekstil işçilerinin (bir rakama göre 5.000 kişinin) sağ kolunu, tezgâhlarda artık çalışamasınlar diye Bethoven’in senfonisini dinleterek kestirmiş bir ülke..  Uzun zaman (Mao’ya kadar) yönetiminde tutuğu Çin’i, tüccarlarının aracılığıyla afyon-esrar bağımlısı yapan ve uyutan İngiltere, yollarda ser sefil yatan esrarkeşleri görmemezlikten gelmiş ve imparatorluğunun zenginliğini bu cesetlerin üzerine kurmuş.... Bir yöneticinin çıkıp da Çin’de esrar içilmesini yasaklamasıyla, kızılca kıyamet kopmuş; İngiliz İmparatorluğu yandaşları ile birlikte tüm gücüyle Çin’e saldırmış ve Pekin, Şangay’ı topa tutmuştur. Bu savaşın adı, tarihte “Afyon Savaşı” olarak geçmiş.   Sonuçta yenilen Çin, İngiliz tüccarlarını rahatsız ettiği için, özür dilemeye mecbur edilmiş ve “bundan böyle İngiliz tüccarları, tütün, esrar ve afyonu hiçbir kısıtlama ve engellemeye tabi olmadan satabilecektir” ibaresini taşıyan anlaşmayı yutkunarak imzalamak zorunda kalmıştır. Yetmedi, ceza olarak da, İngiliz Armadasını ve tüccarlarını rahatsız ettiği için, Hong-Kong’u 100 yıllığına İngilizlere vermiş. Yakın zamanlara kadar Hong-Kong’un bir İngiliz şehri olmasının nedeni bu iğrenç anlaşma..   Bu iki örnek de  de biat kültürünün temelinde i"sosyo-ekonomik,sosyo kültürel sömürü"görmek mümkün...    Batıda yavaş yavaş biat kültürünün yok olmasına ve analitik düşünce nin yerleşmesine yol açmış...       Dünya da zaman zaman, biat kültürünr karşı  çıkılsa da  biat kültüründen uzaklaşıldığı görünümü doğsa da otoriteye bağlılık anlamındaki biat kültürü şekil değiştirerek günümüze kadar devam etmiş.. Bunda bilimsel, sorgulayıcı, analitik eğitimin  yaşama geçirilememesinin büyük etkisi olmuş.. Macchiavelli, hükmedilenlerin mevcut otoriteye bağlılığı konusundaki şu saptamayı yüzyıllar önce Hükümdar (Prens) adlı kitabında yapmış: “Hükmedilenleri kolay kolay liderleri aleyhine ayartamazsınız. Ama bir kez ayartırsanız bu kez bağlılıklarını sizin otoritenize bağlılık şeklinde gösterecekler.”       Kısaca özetlersek , 17. yüzyıla kadar biat kültürü feodal  yapıların  gücünün temel taşlarından birini oluşturmuş. ve bütün savaşlar bu kültür büzerine inşaa edilmiş.....      Fransız Devrimi  sonrası görünüm değişmeye başlamış. Keşifler ve icatların ardısıra gelmesi ve sonuçta her şeyde olduğu gibi savaş araçlarında ve yöntemlerinde de yenilikler ortaya çıkmasına neden olmuş... Kol gücüne dayalı savaşların yerini yeni beyin gücüne dayanan ve bunların somut göstergeleri olarak  icat edilen araçların kullanıldığı savaşların  almış..   Buluş yapabilmek, teknolojiyi değiştirebilmek veya geliştirebilmek için bilimsel eğitim ve onun getirdiği özgür, sorgulayıcı, analitik düşünce sistemi öne çıkmış.  Biat kültürü, bilimselliği dışlayan  eğitime ağırlık vermiş..Öyle olunca da buluş yapmak, teknolojiye katkıda bulunmak pek mümkün olmamış.Analitik 1.0 den  Analitik 2.0’e ve  Analitik 3.0 yöneliş: Çağımızı yönlendiren  karşılıklı-bağımlılık ilişkilerinin  ulaştığı  son nokta  analitik    gereksinimdir. Yaygın biçimde  tartışıldığı gibi, bir toplumun kuruluş ve kurumları  “alışkanlıktan analize geçmiş” ise, insanlar iş yaparken  verileri derliyor; analiz ediyor, verilerin nesnel göstergelerine dayalı  karar üretiyorsa   “analitik 1.0 aşamasını” içselleştirmiştir diye yazıyor kitaplar ve devam ediyorlar.Birlikte okuyalım: "Analitik 1.0" işlerimizi, anadan, atadan, sokaktan, komşudan gördüklerimizle, alışkanlıkla yapma yerine, verilere erişme, verileri malumata dönüştürme, malumatları uygun yöntemlerle bilgi haline getirme, bilgilere sezgileri de katarak anlama derinliğine ulaşma. İşyeri kayıtlarını resmi makamlardan gelenlere göstermek için değil de, işlerin gidişatını görmek için analiz etmektir;kendimize ayna tutmaktır. Analitik 1.0 alışkanlıkla değil, analizle iş yapmak. "Analitik 2.0", büyük veriyi ehlileştirerek,gereksinim duyulan bilgileri, bilgi gürültüsü ve kirliliklerinden ayıklama işidir. Ünlü araştırmacı Bill S. Hansson'un uyarısı,tam da bu işlemlerin yapılmasının önemini anlatıyor. gereksinim duyulan verileri ayıklayabilecek insanlar hızla kritik alanlarda istihdam edilmeye başlanması Geleceğin parlak işleri analitik gerektiriyor. Ehlileşmiş bilgiyi elimizin menzili altında tutabiliyorsak,analitik 2.0 aşamasındayız; Analitik yeteneklerimizi yaygınlaştırmadan ve derinleştirmeden gelişmeleri kavramak mümkün değil. "Analitik 3.0" ise gereksinim duyulan ve uygun yöntemlerle erişilebilen ehlileştirilmiş bilgileri bir ürünün içine sindirerek, farklı, rekabet edebilir ve piyasası olan mal ve hizmet üretimine dönüştürme ve piyasada tutturabilme aşaması "Analitik 4.0" Bugünün dünyasında "öncü olanların" gündemlerinde analitik tartışmaları ilk sıralarda yerini korumakta... Analitik süreçlere hakim, bu süreçlerin gerektirdiği teknik araçları ustalıkla kullanabilen ve bu süreçleri şeffaflaştırabilen kişiler veri bilimci & veri analisti olabileceği konunu uzmanları tarafından belirtiliyor.. Analitik kavramı üzerinde bu kadar durma nedenimiz başta da belirttiğimiz gibi, dijital çağın bilgi üretme süreçlerinde merkezi öneme kavuşmuş olması... Şeffaflaşabilen ve büyük veriyi kucaklayabilen analitik geçerlidir bugün. Analitik konusunu merak edenler, bu kısa anlatım üzerinde bir kez daha düşünmeli. Eğer açıklamaları yeterli bulmayanlar varsa, kavramları açıkladığımız daha ayrıntılı yazılarımıza erişebilecekleri gibi, dünyada konuyu analiz eden bir dizi uzmanın makalelerine de okuyarak gerekli netliğe ulaşabilirler. Analitik, geleceğin insan kaynakları yönetimini bir numaralı sorun alanı Eğitim sistemleri yakın gelecekte "analitik-odaklı" olacağı kesin; bundan en küçük kuşkunuz olmasın.  Çağın gereksinimine  uygun bir değerler sistemine  kafa yormayan,  bilginin yeterli olmadığı  ve anlama derinliğine erişmenin gerektiğini kavramadan, bilgi   kuramına sahip olmak mümkün değil.İnsan doğasından kalkarak  günün gerçeklerine uygun  eğitim-öğretim sistemleri kurgulamayan bir toplum  vasatlık batağına  doğru gideceğinden de kimsenin şüphesi olmasın. Hatta,  yeni tekniklere uygun öğrenme sistemi  çerçeveleri  netleşmeyen, yeni araç-gereçlerle  uygun aktarma metotları geliştirmeyen, toplum yapısına ilişkin bir uzlaşma zemini bulmayan, fırsat yaratma konusunda  bir uygarlık tasavvuru ortaya koymayan bir toplum da   vasatlık tuzağından uzak duramaz. Bir ortak  akılda  uzlaşma sağlanamazsa, vasatlıktan  ileri toplum olmaya  gidemez. Özellikle de  vasatlıktan kurtulmanın  eğitim-öğretim bağlamının hayati önemi kavranmalıdır ki, çağı yakalayalım; proje-odaklı programlarla eğitim sistemimizi  alternatif tepki biçimleri üretebilen bir düzeye taşıyabilelim. Bu arada unutmdan Stephen W.  Hawking’den, çağdaş bilimin giderek artan biçimde tekniğe dayanmasının, mesleki uzmanlığa olan gereksinimin artıracağını, proje-odaklı yeni nesil eğitim-öğretim anlayışının öne çıkacağını söylüyor.    Kaynak-odaklı üretimden yetenek –odaklı üretime geçiş: Vasat toplum olmaktan ileri toplum aşamasına geçişin bir başka  ilişki düzlemi de, kaynak-odaklı üretim aşamasını  yetenek odaklı üretim aşamasına  taşımaktır.  Üretimin emek-sermaye ekseninden, yaratıcı-girişimcilik eksenine kaydığının  bilincine ulaşmadan da vasatlık tuzağından kurtulmamız mümkün olmaz. Dünya genelinde, satıcı piyasa egemenliğinin alıcı piyasalar egemenliğine kaydığını kavramadan da   vasatlığı  aşamamız mümkün mü?   Analitik  paradigma değişimini algılayamanlar, uygarlık yolunua girmekte zorlanmışlar . Bu toplumlar  biat kültüründen çıkamadığı, eğitimi bu paradigma değişimine göre örgütleyemediği için sanayi devrimine de yakalayamamış..Gerçi Batı bilimsel ilerleme ve toplumsal zengilliği sömürgecilikle  pekiştirmiş ...Gücünü güç katmış.....Batı bu yapı ile , her gün yeni icatları   daha da çoğaltmış ,teknolojide dev adımlar atmış.  Buna karşılık az gelişmiş ülkeler ya da gelişmekte olan ülkeler (Üçüncü dünya Ülkeleri) görünürde değişikliklere yol açan bir takım hukuksal düzenlemeler yapmaya çalışsa da altyapısı olmayan bu düzenlemeler, topluma pek bir şey katamamış. Asıl olarak eğitimi, aydınlanma çağının gereklerine göre düzenleyememiş. Ve doğal olarak batı daha ileri gittiği için onlara göre daha da geri kalmış.    Türkiye’yi biat kültüründen çıkaracak olan adımlar Cumhuriyetle birlikte atılmış. Büyük önder Musatafa Kemal Atatürk'ün “Hayatta en hakiki mürşit ilimdir” (hayatta en gerçek yol gösterici bilimdir) sözü bu değişimin en temel göstergesi olmuş. Türkiye, uzun bir aradan sonra ve çok geç kalmış olarak paradigma değişimine ayak uydurma yolunda adımlar atmış. Bu adımlar, aslında bugün tartışıp durduğumuz yapısal reformların ta kendisi.. Var olan yasaların çağdaş yasalarla değiştirilmesi, kadın erkek eşitliği, kadının sosyal yaşama ve çalışma yaşamına girmesi, eğitimde dinsel, geleneksel eğitimin yerini bilimsel eğitimin alması, ekonomide devletin önderliğinde sanayileşme için atılan adımlar vd hep bu yapısal dönüşümün halkaları olmuş... . Türkiye 'de  ki on yılda bir demokrasiden kopmalar,  küresel oyun kurucular (Yüce Pir) tarafından kurgulanıp, sahneye konan toplumsal bir mühendislik, toplumsal transformasyon projesi olmuş--------------Gerçi bu proje, bu güçler tarafından dünyanın her tarafında kurgulanıp istediklerinde uygulamaya sokulmuş bir proje------ (Küresel oyun kurucuların, yerel toplum mühendislerin (asker, bürokrat, akademisyen, gazeteci, sanatçı, din adamı vb.) aracılığı ile, küresel sermayenin ve onun uzantılarının çıkarlarını garanti altına almak, bu çıkarları maksimize etme arzularına dayalı ekonomik modeli zorla kurma, zorla modeli revize etme girişimi!..)... Demokrasiden kopartılarak revize edilen bu ekonomik model; doğal olarak, zamanla üst yapıyı kendi arzu ettiği formata, forma sokmuş, işin en acı yanı ; bu süreç sivil iktidarlarca da devam ettirilmiş olmuş... Ve içinde bulunduğumuz, yaşadığımız, yaşamak zorunda kaldığımız, yoz, afazi, kadim değerlerden yoksun bir toplum yapısı ortaya çıkmış......    Küresel Oyun Kurucuların 15 Temmuz işgal girişiminde ülkemizde yaşananlar gibi; dökülen/döktürülen kan, Küresel oyun kurucular tarafından, çok önceden planlanmış ve yerli işbirlikçileri ile sahneye konmuş.... Bu zaman sürecinde bugünde olduğu gibi; toplumu kutuplara bölerek  ayrıştırılmış ve ayrıştırılan toplum tek bir merkezden idare edilmiş ve birbirine kırdırılmaya çalışılmş..Toplumu dejenere edilmiş, gençliği pasifize edilmiş, toplum afazi hale getirilmiş. Toplumu afazileştirme faaliyeti, gençlik kesiminde yabancılaşmayı ve kimlik bunalımını beraberinde getirmiş. Dolayısıyla tüm darbe ve kalkışmalar toplumsal transformasyon projesi, '5Y formülü' (yoksulluk, yolsuzluk, yozlaşma, yabancılaşma, yasaklar) ile ifade edilebilecek bir dönüştürme projesi olmuş. Toplumun paraya, statüye ve güce tapınması için geliştirilmiş bir toplumsal mühendislik projesi...Meselâ siyasetten bağımsız olarak metinlerini analiz edildiğinde, düpedüz cahil olduklarını göreceksiniz, üçyüz kelimeyle konuşan ve hep tekrar yapan ve ülkeye dayatılan proje konularına odaklanan yalan yanlış gerçeklik taşımayan demokrasi özgürlük laflarının peşine düştüklerini. Bir de Ünvanları profesör/Doç/Yard.Doç..vb.sözüm ona şaşalı ünvanlar ..Dış ve yerli işbirlikçileri ile planlanan ve uygulamaya konan  askeri darbelere ve kalkışmalar , Ülkemizin dünyayı  ıskalamamıza ve paradigma değişiminin bir kez daha dışında kalmmız için girişilen oyunun bir parçası.olmuş...    Bugün geldiğimiz noktada ilk öğretimin, orta öğretimin, yüksek öğretimin,kısaca  tüm eğitim-öğretim sistemimizin hali içler acısı. Soru soramayan, sorgulayamayan, büyüklerinin dediğini kayıtsız koşulsuz doğru kabul eden, önüne konulanları sadece ezberleyen,  itiraz bile edemeyen bir öğrenci prototipleri oluşmuş... OECD’nin yaptırdığı PISA eğitim yeterliliği testinin sonuçları hangi noktada olduğumuzun açık ve acı bir göstergesi. Türk öğrenciler 65 ülkenin öğrencileri arasında matematikte 44, okuduğunu anlama ve anlatmada 42, fen bilgisinde 43’üncü sırada yer alıyorlar. Tahmin edeceğiniz gibi Uzakdoğu ülkelerinin öğrencileri en üst sırada... Dünyada son ikiyüz yıldır yaşanan gelişmeler, soru sormayan, sorgulayamayan, analitik düşünemeyen insanların buluş yapamayacağını, teknolojiye katkıda bulunamayacağını göstermiş bulunuyor. Bunun son örneğini Uzakdoğu ülkeleri veriyor. yöntemi kullanarak yani insanları soru soran, sorgulayan, analitik düşünebilen insanlar olarak kendi kültürel yapılarıyla entegrasyonu sağladıkları ve kadim değerlerdende zere kadar ödün vermeden , analitik düşünce ile yetiştirerek sanayileşmiş ülkelerin arasına girmeyi başarmışlar... Kimsenin baskısı altında olmadığımız, korkunun saptırıcı etkisinden uzakta bulunduğumuz zaman, içimize yolculuk yapıp soralım: “Değer katarak pastayı büyütüp payımı artırma peşinde miyim,yoksa mevcut pastadan pay kapma peşinde olanlardan mı?” İçimizdeki ses, “Değer katmadan değer kapanlardansın” diyorsa, hiç bir kuşkuya yer vermeden “sömürücü” biri olduğumuza karar verebiliriz. Var olmak için değil de varlıklı olma peşindeysek, yetenek ve beceri-odaklı olma yerine, eş-do...st, dayı-yeğen, kafa-kol ilişkisine dayalı varlık sahibi olmayı kendi vicdanımızda meşrulaştırabiliyorsak, sömürücülük yolunda bir hayli ilerlediğimizden kuşku duymamalıyız. Yeraltı ve yerüstü kaynakların, fiziki sermaye stokunun, insan kaynağının ve teknolojinin verimini artırma yerine, kısa yoldan zengin olmanın kurnazlığıyla var olanı kapma anlayışı ile kuşatılmışsak, sömürücülükte çıraklığı aşıp kalfalık dönemi başlamış demektir. Bir hukuk sistemi, yasa önünde herkesin eşitliğini içimize sindirmeyi, hakim bağımsızlığını özümsemeyi, yasalar yürürlükte olduğu sürece uyma zorunluluğunu zihnimizde meşrulaştırmayı gerektirir. Hukuk sistemi gereklerini unutmuş ve adamını bulup her sorunu çözeceğimize kendimizi inandırmışsak; sömürücülükte kalfalık dönemini bitirerek, ustalık dönemine geçiş yaptığımızın resmidir. Biat, sadakat ve itaata dayalı yaşam yolunu seçmiş, bir güçlünün arkasına takılmışsak; sloganlardan örülmüş ezberlerimizi ciddi fikirlerin yerine koymayı yeğliyorsak; muhataplarımızı fikirle ikna yerine düşman ilan ederek, yandaş cepheleri oluşturmayı yol ve yöntem edinmişsek, sömürücü kişiliğin ustadları arasında yerimiz sağlamdır. Gözetim ve denetim mekanizmaları yerine, ilkesiz gizliliğin karanlığında işlermizi yürütmeyi benimsiyorsak, sömürücülüğün ordinaryüsü olduğumuza da hükmedebiliriz. Kendi yanılmazlığımıza inanmış, kendi yarı doğrularmızı hayatın mutlak doğruları mertebesine yükseltmişsek, çevremizi de müritler sarmışsa, kuşkunuz olmasın ki, müritlerin taktığı kanatlarla uçanlar arasına katılır; sömürücülerin ustad-ı azamı mertebesine ulaşırız. Bildiklerimizle, açık ortamlarda söyleyebildiklerimiz arasındaki makası iyice açmış, dürüstlük limanını çoktan terketmişsek, değrerli olma yerine önemli olmanın tutkusuyla yanıp tutuşuyosak, küçük çıkarlarımız önüne hiçbir değer engel koyamaz, sömürcü kişiliğimizi kutsal şalların altında saklayarak, karanlıkların dostları kervanına katılırız. Bilmediğini bilmeyen, bildiğinin farkında olmayan, farkında olduğu gerçeklerden yana durmayan, sadece başkalarının hakları üzerinden varlık sahibi olma tutkusuyla yanıp tutuşanlardansak, insanlık sınırlarından çok uzaklaşmış, sömürücülük denizlerine yelken açmış oluruz. Bir toplumun insanları arasında “sömürücü anlayış” ne kadar yaygınsa, o toplum o kadar verimsizdir; yokluk ve yoksunluk içindedir    Biat kültürü, şehlere/şıhlara/tarikat ya da cemaat  liderlerine kayıtsız, koşulsuz bağlı prototipler  yetiştirimiş ve yetiştirmeye devam etmekte. Bu   Dünyanın en iyi okullarında, en iyi hocalarla okusalar bile buluş yapacak, teknoloji geliştirecek, teoriye katkıda bulunacak adımlar atmaları mümkün değil. Çünkü önceliklerinde hep bağlı oldukları lider ve onun düşünce sistemine biat olacağı kesin....      Türkiye’nin yapması gereken birincil yapısal reform eğitim reformu..temel eğitim. orta öğretim yükseköğretimde köklü değişiklikler yapılması ve okullarda  bilim derslerinin ağırlıklı olarak okutulması, soru sorulmasının özendirilmesi, analitik düşünce tarzının geliştirilmesine yönelik bir eğitim sistemine geçilmesi birinci koşul. Hiç kuşkusuz bunu yapabilmek için öncelikle eğiticilerin  eğitimini  sürekli sağlayacak kursaların açılması, öğretmen okullarında derslerin bu biçime dönüştürülmesi gerekmekte. Biat kültüründen kurtuluşun tek yolu bu. Biat eden değil, analitik düşünceye sahip , bizim dediğimize itaat eden değil bizim dediğimizi sorgulayan kuşaklar yetiştiremediğimiz sürece bu kısır döngüden çıkamaz, ortadoğunun sorgulayamayan, anlayamayan ve dolayısıyla teknoloji üretemeyen üçüncü dünya toplumları gibi olmaktan kurtulamamız mümkün değil.     Cumhuriyetimizin 100. yılında, Türkiye eğer, Cumhurbaşkanımızın gösterdiği "Hedef 2023"'e ,  ülkeyi buluş yapan, marka yaratan, teknoloji üreten bir ekonomi durumuna getirecek stratejik yol haritasını acilen yürürlüğe koymadığı sürece   birinci sınıf bir ekonomi konumuna ulaşması mümkün değil.. Biat kültüründen çıkamadığımız, analiz eden , sorgulayan, araştıran, bulan, eleştiren kuşaklar yetiştiremediğimiz sürece  gelişmiş bir toplum konumuna gelmek mümkün değil...http://www.alevalatli.com.tr/ Son söz: Düşünceyi inancın önünde tutan çabayı çocukluğumdan beri savunuyorum. Yaşamımda düz bir çizgi izlemedim; ama temel ilke ve görüşlerimde sezgisel yaklaşımlarım doğruya yakındı.Tarihteki en kötü suçlardan bazıları, insanların inandığı kurgusal hikayeler adına işlendi. Çok az savaş nesnel maddi şeylerle ilgilidir: insanlar hikaye üzerinde anlaşamadıklarında çatışma ortaya çıkar. İnsanlara fayda sağlayacak ortak iyi hikayeleri nasıl yaratabiliriz ve büyük sefalete neden olan kötü hikayeleri nasıl önleyebiliriz? Öncelikle hikayeleri bizim gibi insanların yarattığını anlamamız gerekiyor; böylece biz de onları değiştirebiliriz.   Bilimin kahramanı, özgür düşüncenin yılmaz savaşçısı, umutsuzluğa kendini teslim etmemenin irade simgesi, bir büyük deha Stephen W.  Hawking’den,  İnançtan düşünceye geçmekle ilgili  saptamalarını; hayatı anlamada  ve sorgusuz inanmanın bağnazlığından kurtulmanın kritik anahtarı niteliğinde.   Bu saptamaları birlikte okuyalım:: i-“Gerçeklik diye bir şey yoktur; zihni modele göre gerçeklik vardır. Zihni modelinizin varsayımlarını değiştirirsiniz, gerçekliğiniz de değişir!”   ii-   kendi gerçekliğinin tek gerçeklik olduğa, kendi yanılmazlığına inanın insanların, en büyük tehlike, olduğu  iii-, çağdaş bilimin giderek artan biçimde tekniğe dayanmasının, mesleki uzmanlığa olan gereksinimi artıracağını, proje-odaklı yeni nesil eğitim-öğretim anlayışının öne çıkacak  iv-sorunları kavrama ve anlamada çok temel araçlarımızdan biri olacak, kuramı, gelişmemiş zihinlerin küçümseneceği v- inanç özgürlüğü ile düşünce özgürlüğünü ayıramayan birey, topluluk ve toplumların gelişme yoluna yarışı kazanamayacaklar  vi- sonsuz küçük ile sonsuz büyüğü açıklayabilecek “birleşik kuramın” insan yaşamını kolaylaştıracak atımları  hızlandıracağı  vii- “İnsanın asıl gücünün, fizik gücü değil, düşünce ve düş gücü” olduğunu...  viii- Analitik düşünce sisteminin ,ekonominin makro ve mikro sorunlarını tam ve bütün olarak kavramada da bir anahtar olduğu  Analitik düşünceden uzak biat kültürü bir mesel gibi: ...Ağaç kovuğundaki mantar.....İçiniz oyulduğunda o boşluğa yerleşen ve sizin eğitilmez cehaletinizle büyüyen bir başkası oluyor özü emen...Sonra?...Sonrası malum!..."Kulla kulluk eden prototipler"... Son söz:       Milli İrade’yi, Milli Egemenlik’i örseleyen ‘vesayet’ zincirleri ile Türk Milleti’ni prangalara mahkum etmek isteyen hain oluşumlara ve girişimleri önlemek için başta eğitim kurumlarımız olmak üzere tüm Devlet kurumlarımızda belirli sosyal grup ve sınıfların çekip çevirme anlamında ayrıcalıklı bir konumda bulunmalarına izin verilmemesi ve Türkiye Cumhuriyeti’nin Bekasına hizmet eden nesiller yetiştirmesini temennisi ile Aziz Şehitlerimizin Ruhları Şad Olsun ! ...Nurlarda Yatsınlar Cennet Ehli onlar..   Bunu asla unutmayın. Hem TBMM’nin şerefli tarihini, hem de içimizdeki hainlerin ihanetini unutmayın. Unutursanız acınacak hale gelirsiniz. Sağlıcakla kalın... Yüreği "Berkehan ve Bilgehan Deniz "  Kadar temiz tüm insanların, günleri hep aydınlık olsun!.. Yüreğinizdeki sevgi daim olsun! Umudu hiçbir zaman kaybetmemek dileği ile !.... ----------------------------------- (*) https://goo.gl/MAUJrP )  (**)http://bit.ly/2qROIj3.  (***)  Bilgilendirici bir konuşma,: "Devlet-ulema ittifakı: Müslüman ülkeler neden geri kaldı?"https://bit.ly/3mmD9AI (****)  Bilgilendirici bir yazı,   Türkiye ve Muhafazakarlık Üzerine Bir Ağıt: 2013-2016 |  https://bit.ly/3j3v6GD (-)“Makale sayımız artıyor. 2013’te 26 bin iken 2016’da 36 bini aştı. Ama çoğu etki düzeyi düşük dergilerde yayımlanıyor ve atıf almıyor. Her bilim alanında etki değeri en yüksek olan ilk yüzde 25’lik dilime giren dergilerde yayımlanan makalelerin dünya ortalaması yüzde 44 iken, Türkiye kaynaklı makalelerde bu oran yüzde 21. En düşük dilime giren makalelerin dünya ortalaması yüzde 20’nin altında iken bu rakam Türkiye için yüzde 34. Türkiye üniversitelerinden çıkan makalelerin çoğu en alt dilimdeki dergilerde yayımlanıyor.“https://goo.gl/mubz4D / https://goo.gl/y8bfWH / https://goo.gl/LRfUJd

Başın Sağolsun Türkiye..... Dualarımız Türk Milleti‘nin ve Türkiye Cumhuriyeti‘nin Bekası İçin!..“

İlksöz: Vatan , Şehitlerimizin bize emanetidir. Vatan, Sultan Alparslan'dır. Vatan, Sultan Mehmet Han'dır. Vatan, Mustafa Kemal Atatürk'tür... Hicran, yeis, yok-sun'luk... Teröre ve destekleyenlere lanet olsun. Baş" eski Türkçe'de yara demek...  "Başın sağolsun" yaran iyileşsin,  "acın dinsin" demek.... Başın sağolsun Türkiye!... Türk Ulusunun Büyük Acısı İçimizde; Yüreğimiz Kan Ağlıyor!... Aziz Şehitlerimizin Ruhları Şad Olsun ! ... Nurlarda Yatsinlar Cennet Ehli onlar... BAŞIMIZ SAĞ OLSUN! . Şehitlerimize Allah’tan rahmet yaralılara ise acil şifalar diliyorum.  Tüm Güvenlik Güçlerimizin  Allah yar ve yardımcısı olsun. "Bu milletin evlatlarının fedakarlıkları, kahramanlıkları için kıyaslanacak örnek bulunamaz" Vatanı böldürmemek, bayrağı indirmemek, ezanları susturmamak, ocaklar söndürmemek için Şanlı Türk Ordusunun Türkiye'nin kendi güvenliği için oluşturduğu  üstlere küresel güçlerin desteği ile  yapılan kaleşçe  saldırlarda hayatını kaybedenlere rahmet, yaralılara şifa, sevenlerine sabır diliyorum..... "Avrupa Parlamentosunda  boyunlarınızda ki   terör örgütünü simgeleyen fularla  Uluslararası Mafya Örgütü oldunuz, peki ne zaman  "Müttefikimiz" olacaksınız?.... Herkesin bildiği ve görmezden geldiği.Kök neden işte budur.. .Küresel güçler de kimmi diyorsunuz ? ABD,AB ( İngiltere başta olmak üzere Fransa, Almanya, Avusturya, Belçika, Danimarka, Estonya, Finlandiya, Hollanda, İrlanda, İspanya, İsveç  diye devam eden Avrup ülkeleri ) , Rusya ve  Çin... Bazen düşünüyorum da küresel güçler, tüm bu coğrafyayı yağmalarken, Uluslararası mafya örgütleri kurup her türlü lojistik destek sağlarken…... İnsanları vatanlarından ederken.. insanlık medeniyetinin hafızasını silimeye çalışılırken neden  tek kelime söylenmiyor? Neden NATO'yu toplantılara çağırılmıyor? Neden o zaman kendilerinin kurup besleyip büyütükleri terör örgütleri ile kol kola olamya devam ediliyor ? Neden?  Yanıtı m? Küresel güçlerin sürdürülebilir refahları İçin,... Tarih boyunca küresel oyun kurucular her zaman kaba kuvvet yoluyla yerküreden daha büyük bir dilim kapma yoluna gittiler. Doğu Akdeniz'de oynan kirli oyun göründüğünden daha karmaşık ve planlı... Çok tehlikeli bir oyun .. Filistinde yapılan soykırım "vadedilmiş topraklar" için... sürdürülebilir Refahları İçin yapılan  Enerji Savaşları / Ortadoğu "cambaza bak" ülkesi yapılırken " onlar aslında başka yerlerde ..: Güney Çin Denizi, "gelen" olmaktan çıkıp "olan" durumunda... Şimdilik bu notlarımız burada kalsın... https://goo.gl/YXBRNb ------------------------------------- Bundan daha güzel anlatılamazdı... ABD'nin dahil olduğu savaşların bitmesini istemeyen Askeri-endüstriyel kompleks ABD'yi yönetiyor... "Düşmanımız, bu ülkeye yüz milyonlarca ve trilyonlarca dolar soyan askeri sanayi kompleksleridir..." https://l24.im/EHjFdcw