Tüm Bilgi Paylaşımlarım

Ramazanı Müjdeleyen Regâib Kandili Tüm Salih Ameller Taşıyanlara Mübarek Olsun

İlksöz:"Vahiy" sözcüğünün İngilizcesi "revelation", malum.. Bu sözcük Latinceden geliyor ve kökünde "velum" var: Örtü, peçe, duvak, perde demek. Dolayısıyla "revelation" aslında "örtüyü, perdeyi kaldırma" anlamında. Çok hoş... Kimileri gelecekten bahsediyor ama kastettikleri geçmiş aslında. Ebedi rücu... Regâib,arapça bir kelime "reğa-be" kökünden geldiğini yazıyor kitaplar... "Reğa-be", kelime olarak, herhangi bir şeyi istemek, arzulamak, ona karşı meyletmek ve onu elde etmek için çaba sarf etmek demek. "Reğîb" kelimesi ise, "reğabe"'den türemiş olan bir isim ve kendisine rağbet edilen, arzulanan, taleb edilen şey demek. Müennesi, "reğîbe"dir. "Reğîbe"nin çoğulu da "reğâib" dir. Kelime olarak "Regâib"in aslı bu ... . Regaib, sahip olmayı isteyip, rağbet edip, itibar ettiğimiz, yani bizim için muteber olan, arzu ettiğimiz, herhangi bir şeyi ifade eder.   Elde etmek için çabaladığınız, bedel ödemeye hazır olduğunuz her şey bu çerçevede değerlendirilir. Burda unutulmaması gereken.Unutmayalım ki, bize hayır gibi gelen şeylerde şer, şer gibi gelen şeylerde hayır murat etmiş olabilir. Biz bilmeyiz, Allah bilir. Şunu aklımızdan çıkarmayalım: İhtirasla istediğimiz her şey imtihanımız olur. Rıza’yı bir kenara bırakırsanız, bakarsınız o şey “dua ile istenen bela”ya dönüşmüş.... Kendimizi kurtarmanın en emin yolu, başkalarının kurtuluşuna vesile olmaktır. Bunun en güvenilir yolu ise “El emin” olmaktır. Başkaları bizim elimizden, dilimizden, yaptıklarımızdan ve yapacaklarımızdan emin olmalıdır. Öyle ki, uzak bir yere giderken, evlerinin anahtarlarını bize emanet etmekte tereddüt etmemelidirler. Öyle ki, dün onlar, bırakın evlerinin anahtarını, kutsal kabul ettikleri mabedlerinin anahtarlarını bile bize emanet ettiler. Bu anlamda Resullerin ahlakı ile ahlaklanmamız ve veresetül enbiya ahlakına sahip olmamız gerek. Her yaşanan günde bir Şeb-i Arûs var.. Ama bugünlerde daha çok var.. Salih ameller taşıyan tüm inananların gönlünde  bir kandil yanacak bu gece  ta ki güneş doğup gönülerinii aydınlatana dek... Elinden, dilinden zarar görmediğimiz, can ve mallarımızı emanet edebildiğimiz Tüm kadim değerlere bağlı İnsanların ..... nice kandillere , sevdikleriyle, sağlıklı ve mutlu ulaşmaları dileği ile... Ragaip kandiliniz hayırlara vesile olsun... Son Söz: "Geceleyin gözün ışığı söndüğünde insan bir kandil yakar kendine; yaşarken ölüye dokunur uykusunda; uyanıkken uyuyana".. "Mü'minler imanlarından dolayı namaz kılar, oruç tutar, zekat verir, hacceder ve Allah'ı anarlar. Yoksa namaz, zekat, oruç, haccetmekten dolayı iman etmiş olmazlar." Kadrajımdan Eyüp Sultan Camii

2024 Yılının Ülkemize, Dünyamıza Sağlık, Barış, Huzur ve Mutluluk Getirmesi Dileğiyle

2024 yılının tüm dostlarıma, Bizlere artı değerler katan tüm güzel insanlara, sağlıklı mutlu ve huzurlu günler olsun.. Akılarında , hayallerinde, kalplerinde ne varsa ömürlerine yazılsın. Tüm dünya yarının bugünden farklı olmayacağının bilincinde olarak herkes,her yıl aynı anda daha iyisi için umudunu haykırıyor. Yarınları daha iyi kılan da o umut.. Bir şiirde olduğu gibi; birlikte okuyalım: "Umut binbir ayaklı, umut güneşte saklı. Umut edenler haklı, umut insanın hakkı.” 2024 yılı Umutlarımızın gerçekleştiği bir yıl olsun.. Yeni yılınız kutlu olsun!... (*)kadrajımdan ateşte açan çiçekler kentinden objektifime takılan bir kare.   ✯ ✯ ✯ ✯ ✯ ✯ ✯ ✯ ✯ ✯ ✯ ✯ ✯ ✯ ✯ ✯ Bir not: Yeni yılda; Bir silgi olup kimleri sileceğinizi  Kalem olup kimleri  eklyeceğinizi?" Bir düşünün !...  ve siz siz olun: "Negatif enerjili insanları hayatınızdan çıkarın" Aynı matematikte olduğu gibi... Negatif bir sayıdan, pozitif bir sonuç elde etmenin tek yolu çıkarma işlemi yapmaktır. Mesela siz 1 olun. Hayatınızdaki diğer kişi de -1 olsun. Bu ikisini çarptığınızda -1 elde edersiniz. Böldüğünüzde de öyle. Toplamaya çalıştığınızda ne olur? Sıfır. Sizi etkisizleştirirler. Ama çıkarma… 1 den -1 çıkardığınızda, işlem pozitife döner 2 sonucunu elde edersiniz. Bu notumuz  şimdilik burada kalsın...   ✯ ✯ ✯ ✯ ✯ ✯ ✯ ✯ ✯ ✯ ✯ ✯ ✯ ✯ ✯ ✯   Eski Türkler, "kaç yaşındasın yerine, kaç bahar gördün?" derlermiş. Özünde “Yaş” olan kelimeler, hayat, can ve yeşerme anlamı taşımakta .Bu sebeple canlılığı devam eden, yaş alan insana “Yaşlı”, canlı bitki rengine de “Yaşıl” yani "Yeşil" denmekte olduğunu yazıyor tarih kitapları.. Her yıl ömrümüzün bir başka baharına erer, yeşeririz... Bizi ne kadar yeşerdik derseniz yeşerttiklerimize bakın derim! … Hani bir  şiir var: "adı, soyadı / açılır parantez / doğduğu yıl, çizgi, öldüğü yıl, bitti/... / parantezin içindeki çizgi / ne varsa orda." Benim parantez ne zaman kapanır bilmem ama, o kısa çizgide;  giderayak işlerim var bitirilecek,  yapacak, yapmak istediğim, çok şey var... Doğduğum gün sanki söz verdim dünyaya: öylesine yaşıyormuş gibi olmayacağım. “Önemli olan hayatımdaki Yıllar değil, yıllarımdaki "Hayat" ilkesi ile yoldayım ve öğreniyorum hala... Amacım dokunduğum her yere, her kişide güzel, yararlı izler bırakmak, yer değiştirdiğimde ise; "her daim hatırlanmak". Nedenine gelince "Hatırlanma şeklinizi karşınızdakiler değil, yaşamda bıraktığınız izler belirleyecek" Bir Bilge kişi, bir zamanlar şöyle yazmış: "Herkes, yüreğini verdiği şeyin değeri kadar değerlidir.” Benim değerlerim; Vatanım, Bayrağım, Atatürk'üm Ve Adaletli Bir Yaşam... Ölünceye kadar da bu değerlere bağlı yaşayacağım...   https://bit.ly/38UGheO ✯ ✯ ✯ ✯ ✯ ✯ ✯ ✯ ✯ ✯ ✯ ✯ ✯ ✯ ✯ ✯   Radikal Blogda ki denemelerimden ....Vaktiniz olupta okursanız sevinirim...(yazının kaleme alınış tarihi 30.12.2013 / güncelleme 31.12.2023)  Yeni Yıla Girerken Pagan Kültürü...(*) İlk Söz: 1964’te Nobel Edebiyat ödülünü kapitalist ve Burjuva işi diye reddeden yazarın dediği gibi; ‘insan kendinden ne yaratırsa, ondan ibaret’. Aslında ne giden yılda kusur var, ne gelen yılda marifet! Meselenin özü bizde.Bugün, yarın, gelecek yıl bu değişmez.... Umarım hoşgelir 2024... Bu arada söylemeden edemiyeciğim: Maalesef bizde zaman ve mekan kavramı çok zayıftır. Dünya haritası sübliminal mesajlarla doludur. Mesela birçok insan “Rumi takvim”in ya da Şemsi ve Kameri takvimlerin özelliklerini bilmez. Bilmediğini de bilmez. Mesela hicri ayların isimlerini birçok insan bilir, ama bu defa da bildiğini bilmez. Ocak, şubat diye saymasını bilir ama bunlardan kaç tanesi Türkçe desen, onun üzerinde de düşünmemiştir. Mesela Tanrı Kral, Roma imparatoru Agustus neden bizim aylarımızdan birinin adıdır? Mesela Ankara’da Hacıbayram Camii’nin yanındaki tarihi eser kalıntısı, Agustus tapınağına aittir. Ne güzel (!?) mi, kendini Tanrı kabul eden bir sapkının adına “yerli ve milli” bir ayımız var!? Aralık, Ocak, Ekim dışında bir tane Türkçe ay adı yok. Yeni yıl deyince en çok bilinen isim, “Noel baba”, ama ne gariptir ki, o zatı ne sevenler ve ne de ona karşı çıkanlar, gerçek kimliği ile tanımlıyorlar. Noel Baba artık bir tüketim pazarında iş tutan Coca Cola’nın ürettiği bir tüketim ajanı! Öz yurdunda garip bir ademoğlu. Dünyanın en iyi bilinen markası hakkında maalesef bu ülkenin insanlarının yeterli bilgisi yok. Siyaset, bürokrasi, iş dünyası, akademi, sivil toplum, medya da konuyu ucuz bir magazin konusu ya da sekülerleşme / batılılaşma aracı olarak kullanıyorlar.  Neyse sözü fazla uzatmadan, Noel; çocukların başına oyuncak dağıtanların değil, bombalar yağdıran küresel oyun kurucuların ürünü.. Bu da böyle biline...  Bu notumuz da şimdilik burada kalsın... Bu yıla girerken de "küresel devşirme, eğlence ve afaziliğin" simgesi haline gelen "havai fişek" gösterilerini izleme olanağını bulacağız. Kutlayanlar medenileşmiş ,sosyal! Kutlamayanlar ise, “asosyal” ya da bazılarının anlamını bile bilmediği, kaba bir deyimle “denyo”… Yeni yıl dolayısıyla meydanlarda düzenlenen geleneksel Kutlamalarda her zaman olduğu gibi katılanlar saat 24.00'e bir dakika kala insanların çoğu hep birlikte geriye doğru sayacak ve yeni yıla girildiğinde, çığlıklar atarak, ışıl ışıl yanan rengarenk yılbaşı kristal toplarının yüksekten düşer ken çıkardıkları renk ve ışık gösterileri ile masallar dünyasında hayallere dalacak. Hem de ne hayaller! "Çalışmadan, üretmeden, emek harcamadan ulaşabileceklerini sandıkları rahat /refah yaşam düzeyleri! Hani sözlerini büyük Türk şairin yazdığı, Cemal Reşit Rey tarafından bestelenmiş, Türk tiyatrosunun klasik eserlerinden birisi olmuş Şişli'de bir Apartıman” ya da diğer adıyla “Lüks Hayat” şarkısının sözleri gibi… “Hey lüküs hayat, lüküs hayat Bak keyfine Yan gel de yat Ne güzel şey, Oh ne rahat Yoktur eşin lüküs hayat” Bu “halet-i ruh” haliyle gösterileri izlerken, Türk-İş tarafından yapılan "açlık ve yoksulluk sınırı" araştırmasını da umarım ıskalamazlar! Yılbaşını kutlamamak… Dinsel anlamda mı? Yoksa eğlence anlamında mı? Yoksa yozlaşmış, tüm kadim değerlerini kaybetmiş, afazi olarak mı? Yoksa da eşik altı büyücülerin zihinsel Subliminal stratejileri sonucu mu? Bir ritüel yapılıyorsa içeriğini de bilmek gerekir. Yoksa tam bir afazi hale geldiğinizin resmidir! Hıristiyanlığın otantik ve kutsal bir figürü olmayan Noel Baba'nın popülerleşmesi ile kapitalist tüketim kalıplarının yerleştirilmesi ve yaygınlaştırılması arasında sıkı bir ilişki var… Batı dillerinde Santa Claus, bizde Aziz Nikola denen Noel Baba’nın gerçekten yaşayıp yaşamadığı, yaşadıysa nerede ve ne zaman yaşadığı, onu önemli kılan özelliklerinin neler olduğu gibi sorulara henüz bilimsel açıdan doyurucu yanıtlar verilemedi ama Noel Baba’nın gündelik hayata girişi ilk kez, 1863 yılında Thomas Nast adlı bir grafikçinin, yoksullara, gereksinim sahiplerine yardım eden bir Hıristiyan azizinden esinlenerek hayali bir beyaz sakallı tonton bir dede resmi çizmesi ile başladı… Ve bu resim Harper’s Weekly adlı bir derginin 3 Ocak 1863 tarihli kapağında yayımlandı. 1924 yılında da siyah-beyaz Noel Baba figürü, kapitalist tüketimin sembol içeceği Coca-Cola için reklamlar tasarlayan İsveçli grafikçi Haddon Sundlom; Noel Baba’sını, kırmızı-beyaz elbiseli güleç yüzüyle sekiz atlı bir rengeyiğinin çektiği kızağa bindirmek suretiyle renklendirdi. Neden renklendirdi acaba? Tabi ki Coca-Cola’nın kış aylarında da tüketilmesini sağlamak. Ürünü çocuklar dünyasına sokmak ve bu ürünün içeriğinin iyi olduğunu bilinçaltına işlemek… Artık ‘kızakla dolaşan neşeli Noel Baba’ figürü 1939’da, Denver Gillen’in çizgileri ve Robert May’in şiirinden oluşan bir broşür o yıl tam 2.4 milyon basılıp dağıtıldı. Neden dağıtılmış dersiniz? Tabi ki kapitalist tüketim kalıplarının yerleştirilmek ve yaygınlaştırmak için… Artık 1947 Noel Baba’nın tam olarak popüler hale geldiği yıl olmuş… Rusya 1918 yılında, yunanistan 1923 yılında, Türkiye 1926 yılında “Gregoryen Takvimi” resmi takvim olarak kullanır olmuş. Açık anlatımıyla 1 Ocak günü, 1926 yılından bu yana Türkler için yeni bir yılın başlangıcı olmuş.. Türkiye’nin Noel Baba ile tanışması ise, Demokrat Parti’nin Türkiye’yi ‘Küçük Amerika’ yapmaya soyunduğu 1950’lerin başında... Bu tarihten sonra yıllardır hasetle seyredilen Beyoğlu eğlenceleri hızla yurda yayılmış. Dergiler, özel yılbaşı sayıları çıkarmaya, gazinolar balolar düzenlemeye, ‘Tayyare Piyangosu’ özel çekilişleri yapılmaya başlanmıştı bile… Sadece büyük şehirlerde değil, Anadolu'da , her gelir grubundan aileler, yılbaşında bir sofra etrafında toplanarak yeni yıl yemeği yemeyi, radyo dinlemeyi, gece yarısı Milli Piyango çekilişini izlemeyi âdet edinmiş. Televizyon yayını başladıktan sonra da gece saat 24.00’te “Zeki Müren konser verecek mi? Dansöz (oryantal)  çıkacak mı?” havasına girilmiş. Kuruyemiş, tombala bu gecenin sembolü haline gelmiş. Gelirdeki farklılaşmaya ve değişime bağlı olarak yılbaşı eğlenceleri gazinolara, lokallere, otellere taşınmış. E ne de olsa o tarihlerde siyasilerin belirlediği hedefe ulaşılmış… ve medenileşmiştik! Nasıl bir medenileşmek ise?! Gerçi ‘medenileşme’ projemiz 1935’te ‘bütün medeni milletlerce’ tatil günü olarak kabul edilen 31 Aralık öğleden sonrasıyla 1 Ocak günlerinin uygulanmakta olan tatil günlerine eklenmesi’ teklifi kabul edildiğinde olmuş! 1951-1955 arasında Noel Baba figürlü posta pullarının basılmasıyla başlamış bu furya… Artık Türkiye Radyoları’nın hazırladığı özel yılbaşı programları, şöhretli sanatçıların rol aldığı skeçler, şarkılar ve türkülerden oluşan konserler, oyun havaları ve Milli Piyango çekilişi yılbaşı kutlamalarının tipik unsurları olmuş…   30 Aralık 1958 tarihinde Tercüman gazetesinde Ayhan Hünalp tarafından çizilen Noel Baba portresi ile doruk noktasına ulaşmış … Hünalp’in Noel Baba’sı, 342 yılında Fethiye yakınlarında bir antik kent olan Patara’da doğmuş. Çeşitli mucizeler göstererek (örneğin vaftiz edildiği leğenden ayağa kalkarak Allah’a şükretmiş, Hıristiyanların oruç günlerinde ve her cuma annesinin sütünü emmeyerek perhiz yapmış) azizlik mertebesine ulaşmıştı. Daha sonra darda kalanlara yardım etmeyi gelenek haline getirmiş olan Aziz Nikola, ömrünün son yıllarını Demre’de (Antalya’nın Kale ilçesinin antik adı) piskopos olarak geçirmiş. Noel Baba adını alması, hayırseverlik işini iki kez üst üste 26 Aralık’ta yapmış... 1960’lardan itibaren açılan ‘Amerikan Pazarları’ Amerikan malları, otomobilleri, dergileri, Amerika’nın Sesi Radyosu (VOA), Hollywood filmleri ve ‘Barış Gönüllüleri’ ile Amerikan kültürünün topluma nüfuz etmesiyle 1970’li yıllara gelindiğinde büyük otellerde ve çocuk yuvalarında Noel Baba’lı kutlamalar başlamış. Kimse de Antalya gibi sıcak bir yerden nasıl olup da rengeyiğinin çektiği kar kızağında hediyeler dağıtan bir Noel Baba çıktığını sorgulamamış! Patara ile Demre bir süre Noel Baba için yarıştılarsa da Noel Baba’nın Patara’da doğduğu, Demre’de yaşadığı şeklindeki formülde uzlaşılmış ve böylece iki şehrimizin de bu kutlu olayın meyvelerini toplaması mümkün olmuş. Batı kültürü artık iyiden iyiye tüm ülkeye nüfuz etmiş... 1960’lar, 1970’lerde Hilton, Park ve Divan otellerinde serpantinli ve konfetili yılbaşı kutlamaları giderek yaygınlaşmış. 1980’lerde yılbaşını kış tatili ile birleştirip ‘ bir yerlere kaçma’ modası başlamış. 1990’larda Noel Baba’ya Noel Anne ve Noel Köpekleri eklenmiş… 2000’li yıllarda ise Noel Baba artık ailemizden biri olmuş…  Öyle ki bir Noel Baba’yı anlatan 2009 tarihli ‘Neşeli Hayat’ adlı filmi, kısa sürede bir milyonu aşkın izleyicinin ilgisini çekmeyi başarmış...  2014 yılına gelindiğinde; Türkiye'de Asgari Ücret 16 yaş altı ve üstü uygulamasına son verilirken ilk altı ay için aylık brüt 1071 TL, net 846TL.  İkinci altı ayın brüt 1131 TL, net 891 TL olarak belirlendi. Bir karşılaştırma olarak, "5 yıldızlı" otellerde yeni yılı karşılamanın bedeli kişi başı 900 lira! Milyoner'le zilyoner arasındaki uçurumun ne kadar derinleştiğini gösteren bir karşılaştırma... Buzdağına çarpan Titanic'in güvertesinde keman çalmaya devam edenlerle, güverte altında üçüncü sınıf yolcusu olarak seyahat edenler gibi! Bu  notumuz şimdilik burada kalsın... Her neyse "5 yıldızlı" otellerde... Yeni yılı karşılamanın bedeli o yıllarda kişi başı 900 lira dedik ya! Buna limitsiz yerli içki dahil! Masa üzerinde (Amuse Bouche/Meze Fransızca) Zeytinyağlı yaprak ve midye dolma, dometes carpaccio Sebzeli Crostini, peynir tabağı pastırmalı mutabbel Menü İstakoz madalyonları, Andiv yaprakları, Tabuleh salata ve siyah havyar ile Bloody Mary çorbası, yeşil kereviz ve tava edilmiş Tarak balığı ile Kaz ciğeri, Akdeniz yeşilliği, karamelize tarçın ve kestaneli ayva sotesi ve Balsamik şurubu ile Balmoral steak, Ratatouuille sebze, Fondina peynirli polenta ve çikolata aromalı sosu ile The Maria sorbe Çikolatalı ve Citrus Meyveli Kestaneli Terrin Çay/kahve Mevsim meyveleri tabağı, karışık kuru meyveler, çikolatalı dondurma topları, zencefilli kek...   Gece yarısından sonra işkembe çorbası ikramı…  Ve filmin koptuğu..... Nirvana’ya ulaşıldığı an!... Kafada püskülü sauka/katyon,, Ağzında kaynana dilli ile gece ısınacak ve DJ müziği eşliğinde gönüllerince dans edilecek. Yılbaşının vazgeçilmez muhteşem oryantal şovun da sunulacak galada, misafirlere gece için özenle hazırlanan Türk ve Dünya mutfağından farklı lezzetleri tatma olanağı da bulacak.  Parası olana,  o yıllarda 900 lira çerez parası olana sözümüz yok! Adamın parası var harcıyor! Parası olan için, lüksün sınırı yok. Adam köpeğine kürk giydirir, pırlanta kolye takar! Altın banyo muslukları yaptırır! Pırlantalı şarap kadehleri, iPhone kılıflarını çeşitli mücevherler ile süsler! Aslında zenginliğin, lüksün ve bir anlamda şımarıklığın sonu yok! Amerikan gazeteleri yazıyordu üç dört sene evvel... Havadan para kazananlar   Wall Street Restoranların da kedi dışkısıyla filtre edilmiş kahvenin(**) fincanına 100 dolar, bir burger’e 175 dolar öder.... Köftesi Kobe bifteğinden Trüf mantarı ve kaz ciğeri sosuyla tepesinde altın yaprağıyla servis ediliyormuş. Dedik ya! Parası olana ne sözümüz olabilir. Var harcıyor! İsrafta, lüks düşkünlüğünde, çar çur'da üstlerine yok ama… Egoları altın varaklı. Kültürleri teneke.  Ama "aç tavuk olup da kendini buğday ambarında" sananlara ne demeli?! Bunlara özenenlere, içten içe iç geçirenlere ve yapanlara ne demeli?! Herhalde Kerizlikte Nirvana! Farkında mısınız? Bu Prototiplerin çoğu "Hem kel, hem fodul" olanlar. Yaşamımızın çoğunu başkaları ne der diye düşünerek inşa edenler. Yani kendilerinden, örf ve adetlerinden git gide uzaklaşanlar!. Umut başka, kendini kandırma başka.. Umut gerçekleşmedikçe yara halini alıyor. Çirkin kalın bir yara...    Bilimsel olarak ifade edecek olursak topluma ve kendine" yabancılaşanlar" "..mış gibi yaşayanlar" Ama burada dikkat edilmesi gereken kritik nokta: Bu âdetin sadece eğlence tarafını almış olmamız.. Zira bizdekinin Hıristiyanlardaki gibi dinle alakası yok… Hayır ve hasenat işlemekle de hele bir hafta evvel gelen Noel’le de! Tuhafı şudur ki, tek geleneğimize dayanmayan bu yeni âdete, yani yılbaşı sabahlamasına, bütün âdet ve bayramlarımızdan fazla gayretle, dört elle sarılmış haldeyiz! son söz olarak  size güzel iki hikaye…   Birinci hikaye:    Adamın biri köyüne doğru yola koyulmuş, heybesine iki tane karpuz koymuş evine götürmeye. Eski zaman tabii yollar uzun, güneş yakıcı... Yolda yorulmuş adamcağız, heybesinden çıkardığı karpuzun birini kesmiş, yemiş. Kabuklardan arta kalan kırmızı kısımlara bakıp, "Desinler ki bunu bir ağa yemiş." deyip, kabukları bir kenara bırakmış. Sonra yan gelip yatmış. Biraz sonra kalkıp, kabuklardaki kırmızı kısımları iyice kazımış. Beyaz kabukları bırakırken, kendi kendine söylenmiş: "Desinler ki yanında bir de hizmetkârı varmış. " Yorgunluk kolay çıkmaz. Ağacın altında uzanmış kalmış. Bir de doğrulmuş ki vakit epeyce ilerlemiş. Bu arada terleyip susamış da. Yine kabuklara bakmış ve başlamış yemeye. Hem yiyip hem söylenmiş: "Desinler ki bir de eşeği varmış."  İkinci hikaye:   Adamın biri aç mı aç, sefil mi sefil, zavallı mı zavallı...   Ev kirasını ödese, bakkalı ödeyemeyecek, bakkalı öderse, ev kirasını...    Tutmuş kira için ayırdığı parayla at yarışlarında oynamaya kalkmış. Ola ki kazanırım, ola ki benim de cebim para görür, ola ki çoluğuma çocuğuma birer kat elbise alırım, bir eğlence yerine götürürüm onları, borçlarımı öderim...  Ve oynamış. Kaybetmiş bütün parayı.   “Çekiver kuyruğunu,” demiş adam, “şu dünyanın” ve akşam saatlerinde sokaklardan el etek çekilince, şehrin en yüksek köprüsünün korkuluklarını aşarak, suya atlamaya hazırlanmış.    Bir el dokunmuş omzuna. Saçları yapış yapış, burnu çenesine değen bir kocakarı: - Ne yapıyorsun evladım? demiş. - Hiç, ne yapacağım, kuyruğunu çekmeye hazırlanıyorum dünyanın. - Bir sıkıntı mı var ? - Bir sıkıntı olsa mesele yok. Ne ev kirasını ödedik, ne bakkal borcunu, alacaklıların suratları, karının dırdırı, çocukların yalvaran bakışları... Sıkıldım yaşamaktan. Kocakarı: - Ben cadıyım, demiş. Vazgeç bu işten. Ev kirası bankaya yattı, bakkalın borcu ödendi, karın neşeyle seni bekliyor. Adam: - Ne olacak, demiş, bir dahaki aya yine aynı hikâye değil mi? Kocakarı: -Peki, açıktan bir de yüz bin liralık çek bulacaksın masa örtüsünün altında, demiş. Şimdi tamam mı? Adam duraklamış, korkuluğun ön tarafına geçmiş: - Niye yapıyorsun bunu bana? - Hiç, gençsin, yaşamak hakkın, onun için. Yalnız bir tek şey rica ediyorum senden, bu geceni benimle geçireceksin. Kabul etmiş adam ve gitmişler kocakarının kulübesine...    Gece öyle geçmiş, sabahleyin kocakarı yatağın ortasında pörsük göğüslerini sallayarak, yağlı, yapışık saçlarını tarıyormuş. Adamın ise midesi bulanıyor, yüreğini tarif edilmez bir pişmanlıkla iğrenme duygusu sıkıştırdıkça sıkıştırıyormuş. Olanları bitenleri şöyle bir hatırlamaya çalışmış. Bir teselli bulmak için: - Neyse, demiş, artık ev kirası da yok, bakkal borcu da; yüz bin liralık çek ise hazır. Kocakarı kahkahalarla gülmeye başlamış: - Ne, ne dedin bakayım? - Kurtuldum sayende sıkıntılardan, şimdi giyinecek, insan gibi, yaşamaya başlayacağım.   Kocakarı, saçlarının üzerinden traktör geçirir gibi hart diye çekmiş tarağı aşağıya: - İlahi evladım, diye sormuş, sen kaç yaşındasın? - Otuz sekiz civarı... - Bu yaşa gelmişsin bak. Hâlâ cadılara inanıyor musun?   Cadılara, Noel babalara inanmamak gerektiğini öğrenmeden göçüp gidiyoruz.... son söz: Bir yıl dediğin nedir...? Güneş etrafında kat edilen 940 milyon kilometrecik!... Ne çabuk geçti değil mi ? Hiç bir şey anlamadık. Bi' de anlasaydık n'olurdu acaba?   Demek ki neymiş? Takvim zaman demek değilmiş. Bitiyor çünkü ve hiçbir şey olmuyor. Oysa zaman bitince varoluş kalmaz... Pagan kültüründen esinlenerek ortaya çıkarılan Noel kutlamalarının asıl önemi tarihsel mantığı değil, çok kazançlı bir iş olduğu…. Başka bir deyişle, ticari bir festival olarak icat edilmesi. Noel kutlamalarının  başından beri pazarlama amaçlı olduğu gerçeği.… Umut başka, kendini kandırmak başka... Umut, yarındır...  Sessizce kırlır: Kalp, umut, hayal... Sağlıcakla Kalın! Yüreği "Berkehan" ve "Bilgehan  Deniz " Kadar temiz tüm insanların, günleri, gelecek yılları hep aydınlık olsun! Yüreklerindeki sevgi daim olsun! O.E. 30.12.2013 http://blog.radikal.com.tr/yasam/havai-fisek-gosterileri-altinda-kuresel-devsirme-eglence-ve-afazilik-9691  01.01. 2013  Kadrajıma takılanlardan.... Kuruluştan Kurtuluşa Ateşte Açan Şehrin Saat kulesi https://bit.ly/3GyiAek (*)(2013 'de yazılmış ancak günümüz için de geçerli yeni Yıla ilişkin bir deneme)...Yukarıda ki verileri güncellemek isteyenler için, 30.12.2013  1$ =2,119 ₺... Bu da böyle... (**) Endonezya'da bulunan Sumatra adası ve çevresindeki birkaç adada bulunan palmiye misk kedisinin kahveyi yemesi ve sonrasında dışkılaması sayesinde elde edilen ve yılda 380 kilo üretilebilen kopi luwak kahvesi 350 dolar ile 500 dolar arasında satılıyor

Gezegensel Sınırlar

28. Taraflar Konferansı (COP 28)’ın çöp28.  Dubai'de, bugüne kadar hiç görülmemiş sayıda fosil yakıt şirketi lobicisi var. En büyük üçüncü fosil yakıt üreticisi olan Abu Dhabi Ulusal Petrol Şirketi’nin CEO’su Sultan Al Jaber başkanlık ediyor  olması da başka bir ilginçlik ve trajikomik. Insanlar hala "dünya bunca zaman döndü, şimdi bizim yaşam süremizde mi patlayacak" muhabbetinde. Dünya patlamayacak. Insanlar ve bildiğimiz türlerin en az %75'i onun üzerinde barınıp tutunamayacaklar. Bunun kaçınılmaz hale geleceği eşiği geçmemiz ise, akıllı olmazsak, bizim hayat süremize denk geliyor. Dünyamız 4,5 milyar yıl yaşında. Sırf son 500 milyon yıl içerisinde 5 defa tüm türlerin %75'inden fazlasının ölümünü içeren toplu tükenişler yaşayıp milyonlarca yıl içinde yeni süreçlerle tekrar renkli yaşam gördü. Insanlar 6 milyon yıldır dünya üzerinde. Dinozorlar 140 milyon yıl dünya üzerindeydiler. Yani, zamana, zamanın neresinde olduğumuza, hiçbir şeyin bizimle başlayıp bizimle bitmediğine, uyanmamız lazım.  Bizim insanlar olarak 4.5 milyar yıllık dünya tarihinde hiç denk gelinmemiş bazı özelliklerimiz var. Zamanı kendi geçiciliğimizi ve evreni algılayabiliyoruz. Bir gezegende daha yaşam kurabilme ve bu suretle türümüzü sürdürülebilir kılma ihtimalimiz var. Öte yandan, kendi gezegenimizin üzerindekileri silkeleme döngülerini kendi elimizle tetikleyip hızlandırma riski de sadece bizim türümüze ait. Kendi gezegenimizin döngülerini gözleme ve yoğurma kabiliyetimiz, yine, bize özgü.  Işte bu kritik dengelerin en hassas hale geldiği yaşam süreleri, 2015 ile 2035 arasındaki 20 senede dünya üzerinde etkide bulunabilecek olan insanlar. Zaman, her şeyin ilacı. Bir gezegeni çekirge sürüsü gibi yemeye kalkışırsa, insan zararlısının da ilacı, zaman olur. O durumda 10 milyonlarca yıllık süreçler sonucunda bu gezegene yine akıllı ve bilinçli bir tür gelir mi, bilinmez. Gelirse, bizim kazıp dinozorları bulduğumuz gibi bizi bulduğunda, "imkanları da varmış, niye göz göre göre toplu tükenişe gitmişler?" sorusunu soracaklardır. Cevap, ne yazık ki, "kurdukları düzen yeterince hızlı toplu irade gösterilmesine el vermemiş" cümlesinden ibaret olacak. Bunu değiştirmek, şu anda kendi etki alanında hamle yapabilecek her bir kişinin o iradeyi bir diğerinden bağımsız olarak ortaya koyabilmesine bağlı. Bu yazı bir ilave kişinin harekete geçmesine bile vesile olsa faydadır. Insana has umutla.   (-)COP 27 sona erdi: 'Kayıp ve Zarar Fonu' kurulacakmış... Fon ile, iklim krizinden etkilenen yoksul ülkelere para yardımı yapılması öngörülüyormuş... Ancak hangi ülkenin ne kadar katkı yapacağına karar verilmemiş. Bunun gelecek yıl yapılacak zirvede ele alınması bekleniyormuş. Önemli bir not: İklim değişikliğinden en çok etkilenen yoksul ülkeler, yaklaşık 30 yıldır maddi destek almak için mücadele veriyor. Stockholm Resilience Merkezinin Gezegensel sınırlar Araştırması(*)   Stockholm Resilience Merkezi (SRC) kavramı şöyle tanımlıyor; “bir sistemin, bireyin, bir ormanın, bir şehrin veya ekonominin, değişim ile başa çıkma ve gelişmeye devam etme kapasitesidir” (What is resilience, n.d). Kavram insanların ve doğanın, finansal kriz, sosyal yozlaşma, iklim değişikliği, doğal afetler gibi hangi boyutta ve kapsamda olursa olsun karşılaştığı şoklar karşısında yenilenmeyi ve yenilikçi düşünmeyi teşvik etmek için nasıl kullanabileceği ile ilgilidir. Bir felaket anında topluluğun bütün unsurları karşılaşılan şoku karşılamak ve hayatta kalabilmek için bir ağ gibi birlikte çalışmalıdır. Kavramın sosyal boyutu olan “Sosyal Resilience” ise Merkez tarafından şu şekilde tanımlanıyor; “insan topluluklarının çevresel değişim ya da sosyal, ekonomik veya politik ayaklanma gibi streslere dayanma ve toparlanma yetenekleridir”(Resilience dictionary, n.d.).   Bu noktada şoklarla başa çıkmak ve gelişmeye devam etmek neden önemlidir sorusu akıllara gelebilir. Bu soruya Godschalk (2003) “belirsizlik” diyerek cevap veriyor. İster fiziki olsun ister sosyal olsun, bir felaketin ne zaman, nerede ve nasıl gerçekleşeceğini biliyor olsaydık eğer, sistemlerimizi zaten bu şoklara dayanacak şekilde inşa ederdik. O yüzden sistemlerimizi kavrama adapte etmeliyiz.       Neden bu kavrama ihtiyaç duyuldu? Nobel Ödüllü Paul Crutzen Sanayi Devrimi ile başlayan özellikle de II. Dünya Savaşı sonrasında şekillenen dönemi tanımlamak için yeni bir kelime oluşturmuştur. Yunanca kökenli “Anthropo” yani insan kelimesi ile “cene” yani çağ kelimelerini bir araya getirerek, içinde bulunduğumuz dönemi “Anthropocene”, İnsan Çağı olarak tanımlamıştır. Tüm insanlık tarihini göz önünde bulundurursak eğer, binlerce yıldır süregelen yaşam şeklimiz yaklaşık 300 yıl içinde baştan aşağı değişti.   İnsanlığın ekosistem ile olan bağı üretim süreçlerinin değişmesi ile koptukça yeni sosyal ve ekonomik düzenler oluşturmaya, onlara adapte olmaya başladık. Yeni üretim süreçleri, yeni tüketim alışkanlıkları oluşturdu ve bizler sosyal hayatlarımızı tekrar tekrar değişen koşullara adapte ettik. Bu değişim sürecinde gözden kaçırdığımız önemli bir nokta vardı. Ekosistem bize uyarılar vermeye başlamıştı ancak biz bunları göz ardı ettik, gözlerimizi kapatmakta ısrarcı olduk. Şimdilerde ise doğa bize sağlam bir tokat atmak üzere. Ve bu tokat az gelişmiş ülkelere veya gelişmekte olan ülkelere daha insaflı inmeyecek. Aynı geminin içindeyiz ve bundan bir bütün olarak etkileneceğiz.   Stockholm Resilience Merkezi uyarıyor, gezegenimizin sınırları var. Aslına bakılırsa Roma Kulübü 1972 yılında dünyaya bir uyarıda bulunmuştu bile. Kulüp “Büyümenin Sınırları” raporu ile ekonomik büyüme odaklı yaklaşımın ekosistem üzerinde yarattığı baskıya dikkat çekmeye çalışmıştı (Meadows, Meadows, Randers, and Behrens III, 1972). Raporda ekonomik yapı ile ekosistemin birbirlerine karşılıklı olarak bağımlı olduklarının göz önüne alınmak zorunda olduğu vurgulanmıştı. Lakin o yıllarda dünya henüz sürdürülebilirlik kavramını henüz kullanılmadığı gibi, daha önümüzde yaşanması gereken bir “kavramın türetilmesi ve sindirilmesi süreci” vardı.   Gezegenin sınırları Merkezin 2009 yılında yapmış olduğu “Gezegenin Sınırları” çalışmasındaki uyarı ise çok daha çarpıcı. Genel ifadeler yerine elle tutulur, gözle görülür sonuçlar sunuyor bizlere; gezegen için 9 adet sınır tanımlanmış durumda ve biz hâlihazırda bu sınırların bazılarını aşmış bulunmaktayız. Bu dokuz sınır şunlardan oluşuyor; iklim değişikliği, okyanus asitlenmesi, stratosferik ozon incelmesi, azot döngüsü, fosfor döngüsü, küresel tatlı su kullanımı, arazi kullanımında değişim, biyolojik çeşitlilik kaybı, atmosferde asılı kalan parçacık (aerosol) yükü ve kimyasal kirlilik. Yani 1990’larda medyada hemen her gün duyduğumuz “delinen ozon tabakası” ve delinmenin sorumlusu olan deodorantlar haberlerinin çok daha ötesine geçtik.   Merkez, hızlı insani kalkınma süreci yakalama kaygısının gezegenin sınırlarının aşılmasında ne kadar önemli bir baskı yarattığını vurguluyor. Aşağıdaki şekil bu dokuz sınırı temsil etmek üzere oluşturulmuş. Sarı (artan risk) ve kırmızı (yüksek risk) renkleri ise haberlerin iyi olmadığını söylüyor bizlere.         https://www.stockholmresilience.org/research/planetary-boundaries/planetary-boundaries/about-the-research.html Peki, ne yapacağız? Doğa ana ile bağımızı acilen tekrar kurmamız ve kuvvetlendirmemiz lazım. Bu bağı insanlık tarihinin binlerce yıl sürdürdüğü hali gibi birebir oluşturmamız ancak romantik bir hayal ile sınırlı kalır. Çünkü biz bu sınırları yalnızca doğa anaya birkaç yüzyıl boyunca, ısrarla kafa tuttuğumuz için aşmadık. Bu inatlaşma sürecinde serbest piyasanın görünmeyen elini sıkıca tuttuğumuz, yemeğimizi kasabın, biracının ve fırıncının yardımseverliklerine değil, kendi çıkarlarını gözetmelerine teslim ettiğimiz ve sosyoekonomik yapılarımızda kökten bir değişim yarattığımız için aştık.   Bu noktada SRC bir paradoksu hatırlatıyor bizlere; insanlığın yenilikçi kapasitesi bizi içinde bulunduğumuz koşullara sürüklemiş olsa da bu koşulları değiştirebilecek olan faktör de yine bu yenilikçi kapasitedir. Özetle bu derdi biz yarattık, dermanını da biz bulacağız. Bu süreçte işe öncelikle doğal çevreyi toplumdan farklı bir şeymiş gibi düşünmeyi bırakmakla başlamalıyız.       Resilience bir toplum için dayanışma ekonomisi 12-17 Mart 2018 tarihleri arasında düzenlenen Dünya Sosyal Forumunda da belirtildiği gibi; resilient, işbirlikçi ve dayanışma temelli bir toplum için çözümler zaten var ve bu çözümler daha büyük bir ölçekte genişlemeli. Bu noktada dayanışma ekonomisi devreye giriyor. Birbirleri ile bağlantısı zayıf olan, dağınık ve küçük yapıları, piyasa güçlerinin karşısında duracak ve gelişecek yani daha resilient örgütler haline getirebilmemiz gerekli. Burada bizlerin üzerine düşen dayanışma ekonomisinin kamuoyunda tanınmasını sağlamak ve teşvik etmek olmalı.   Dokuz gezegen sınırı Gezegensel sınırlar çerçevesinin çizimi. Yedi gezegen sınırı için farklı kontrol değişkenlerinin 1950'den günümüze nasıl değiştiğine dair tahminler. Yeşil gölgeli çokgen, güvenli çalışma alanını temsil eder. Kaynak: Steffen ve ark. 2015   Stratosferik ozon incelmesi Atmosferdeki stratosferik ozon tabakası, güneşten gelen ultraviyole (UV) radyasyonu filtreler. Bu tabaka azalırsa, artan miktarda UV radyasyonu yer seviyesine ulaşacaktır. Bu, insanlarda daha yüksek cilt kanseri insidansına ve ayrıca karasal ve deniz biyolojik sistemlerine zarar verebilir.   Antarktika ozon deliğinin görünümü, kutupsal stratosferik bulutlarla etkileşime giren antropojenik ozon tüketen kimyasal maddelerin artan konsantrasyonlarının bir eşiği geçtiğinin ve Antarktika stratosferini yeni bir rejime taşıdığının kanıtıydı.   Neyse ki, Montreal Protokolü sonucunda atılan adımlar sayesinde bu sınırın içinde kalmamızı sağlayacak yola girmiş görünüyoruz.   Biyosfer bütünlüğünün kaybı (biyoçeşitlilik kaybı ve yok olmalar) 2005 Binyıl Ekosistem Değerlendirmesi, insan faaliyetleri nedeniyle ekosistemlerde meydana gelen değişikliklerin son 50 yılda insanlık tarihindeki herhangi bir zamandan daha hızlı olduğu ve ani ve geri döndürülemez değişiklik risklerini artırdığı sonucuna varmıştır.   Değişimin ana itici güçleri, ciddi biyolojik çeşitlilik kaybına neden olan ve ekosistem hizmetlerinde değişikliklere yol açan gıda, su ve doğal kaynaklara olan taleptir. Bu sürücüler ya sabittir, zamanla azalma belirtisi göstermezler ya da yoğunlukları artmaktadır. Mevcut yüksek ekosistem hasarı ve yok olma oranları, canlı sistemlerin (biyosfer) bütünlüğünü koruma, habitatı geliştirme ve ekosistemler arasındaki bağlantıyı iyileştirme ve bir yandan da insanlığın ihtiyaç duyduğu yüksek tarımsal üretkenliği sürdürme çabalarıyla yavaşlatılabilir.   Bu sınır için 'kontrol değişkenleri' olarak kullanılmak üzere güvenilir verilerin mevcudiyetini geliştirmek için daha fazla araştırma devam etmektedir.   Kimyasal kirlilik ve yeni varlıkların salınımı Sentetik organik kirleticiler, ağır metal bileşikleri ve radyoaktif malzemeler gibi toksik ve uzun ömürlü maddelerin emisyonları, gezegen ortamında insan kaynaklı önemli değişikliklerden bazılarını temsil eder. Bu bileşikler, canlı organizmalar ve fiziksel çevre üzerinde (atmosferik süreçleri ve iklimi etkileyerek) potansiyel olarak geri döndürülemez etkilere sahip olabilir.   Kimyasal kirliliğin alımı ve biyolojik birikimi organizmalar için öldürücü olmayan seviyelerde olsa bile, azalan doğurganlığın etkileri ve kalıcı genetik hasar potansiyeli, kirliliğin kaynağından çok uzaktaki ekosistemler üzerinde ciddi etkilere sahip olabilir. Örneğin, kalıcı organik bileşikler, kuş popülasyonlarında çarpıcı azalmalara ve deniz memelilerinde üreme ve gelişmenin bozulmasına neden olmuştur.   Bu bileşiklerin katkı ve sinerjik etkilerinin birçok örneği vardır, ancak bunlar hala bilimsel olarak yeterince anlaşılmamıştır. Şu anda, tek bir kimyasal kirlilik sınırını nicelleştiremiyoruz, ancak Dünya sistemi eşiklerini geçme riski, ihtiyati eylem ve daha fazla araştırma için bir öncelik olarak listeye dahil edilmesi için yeterince iyi tanımlanmış kabul ediliyor.   İklim Değişikliği Son kanıtlar, şu anda atmosferde 390 ppmv CO2'yi geçen Dünya'nın gezegen sınırını çoktan aştığını ve birkaç Dünya sistemi eşiğine yaklaştığını gösteriyor.   Yaz kutup deniz buzunun kaybının neredeyse kesinlikle geri döndürülemez olduğu bir noktaya ulaştık. Bu, üzerinde hızlı fiziksel geri besleme mekanizmalarının Dünya sistemini deniz seviyelerinin mevcuttan birkaç metre daha yüksek olduğu çok daha sıcak bir duruma getirebileceği iyi tanımlanmış bir eşiğin bir örneğidir. Örneğin dünyanın yağmur ormanlarının süregelen tahribatı yoluyla karasal karbon yutaklarının zayıflaması veya tersine çevrilmesi, iklim-karbon döngüsü geri bildirimlerinin Dünya'nın ısınmasını hızlandırdığı ve iklim etkilerini yoğunlaştırdığı başka bir potansiyel devrilme noktasıdır.   Önemli bir soru, büyük, geri dönüşü olmayan değişiklikler kaçınılmaz hale gelmeden önce bu sınırın üzerinde ne kadar kalabileceğimizdir.   Okyanus Asitlenmesi İnsanlığın atmosfere saldığı CO2'nin yaklaşık dörtte biri nihayetinde okyanuslarda çözülür. Burada okyanus kimyasını değiştirerek ve yüzey suyunun pH'ını düşürerek karbonik asit oluşturur. Bu artan asitlik, birçok deniz türü tarafından kabuk ve iskelet oluşumu için kullanılan temel bir "yapı taşı" olan mevcut karbonat iyonlarının miktarını azaltır. Bir eşik konsantrasyonunun ötesinde, bu yükselen asitlik, mercanlar ve bazı kabuklu deniz ürünleri ve plankton türleri gibi organizmaların büyümesini ve hayatta kalmasını zorlaştırır. Bu türlerin kaybı, okyanus ekosistemlerinin yapısını ve dinamiklerini değiştirecek ve ------------------------- Referans: (*)https://www.stockholmresilience.org/research/planetary-boundaries/the-nine-planetary-boundaries.html

21.yüzyılda Bilim İnsanlarının Tarihi Sorumluluğu Üzerine

21.yüzyılda Bilim İnsanlarının Tarihi Sorumluluğu Üzerine   İlksöz: "Bir sinemada yangın çıktığında bilim insanının yapması gereken ilk iş itfaiyeyi çağırmaktır. (Tıpkı diğer insanlar gibi!) Yoksa sahneye çıkıp yangın redifli bir gazel okumak ya da yangının kavramsal çerçevesi üzerine nutuk atmak değil. (Bu bağlamda o, çok da aykırı bir fiil de bulunmaz.) Hatta yangına karşı ne türlü önlemler alınması gerektiğini dahi söylememelidir; çünkü bunu yangın çıkmadan önce söylemiş olması gerekir." Kimileri gelecekten bahsediyor ama kastettikleri geçmiş aslında. Ebedi rücu... Soru Şu :Aydın kimdir? "Dünyada her şey için, maddiyat için, maneviyat için,  muvaffakiyet için, en hakiki mürşit ilimdir, fendir;  ilim ve fennin haricinde mürşit aramak gaflettir, cehalettir, dalalettir". "Mülazahat hanesini açık bırakmak gerekiyor başka bir deyişle bir kimse veya bir oluşum hakkında tek okumada ya da tek duyumda kesin bir yargıya varmayıp kararı zamana bırakmak gerekiyor.  Bu bağlamda Veri, gündelik yaşamımızda gördüğümüz, duyduğumuz, okuduğumuz veya karşılaştığımız olaylardan edindiğimiz duyumların bütünü; beyin bunları sınıflandırıyor ve depoluyor. * Malumat, beyinde depolanmış verilerin düzenlenmiş, işlenmiş, muameleye tabi tutulmuş haline deniyor. * Bilgi, malumatın belirgin bir amacı gerçekleştirmeye yarayacak şekilde düzenlenmiş, zapturap altına alınmışlık durumu. * Bilgi sahibi olmak, akıl erdirme ve çözümleme yetisi gerektiriyor, oysa malumat edinme böyle bir kısıta tabi değil, kişi hayatta olduğu sürece kendiliğinden birikiyor. * Malumat sahibi olmadan, bilgi sahibi olmak mümkün değil; ama belirgin bir amacı, bir hedefi olmayan malumatın da furuşluktan öte işlevi yok." İrfan, bilginin ötesinde, duyarlılık, ortam farkındalığı, idrak ve "halden anlama" dediğimiz hassasiyetleri gerektiriyor. Bu bağlamda, zeka ve tecrübenin bileşkesi, irfan. ~[ Kendi Everest'imize Tırmanırken Kendimizi sorgulama ( Özeleştiri )Ve Analitik Düşünme .]..    "Pek çok kişi entelektüel bir insanın (aydın) çok okumuş, iyi bir eğitim almış (ve hatta öncelikle insani bilimlerde), çok seyahat etmiş, birkaç dil bilen insan olduğunu düşünür. Ama tüm bunlara sahip olup entelektüel olunmadığı gibi tüm bunlara sahip olmadan büyük ölçüde, içsel olarak entelektüel bir insan olunabiliyor. Entelektüellik sadece bilgide değil, bir diğer insanı anlama becerisinde yatar. Bu beceri binlerce ve daha fazlası detayda bulunur. Örneğin saygı çerçevesinde tartışma, masada mütevazı davranma, fark ettirmeden (tam olarak fark ettirmeden) bir başkasına yardım edebilme, doğayı koruma, çevreyi kirletmeme, sigara izmariti veya küfürle, aptalca fikirlerle (Bu da bir çöptür. Hem de ne çöp) çevreyi kirletmeme. Rusya’nın kuzeyinde gerçekten de entelektüel köylüler tanıdım. Evlerinde inanılmaz temizdiler, güzel türkülere değer veriyorlardı, güzel hikâyeler (yaşadıkları veya başkalarının yaşadıkları) anlatmayı biliyorlardı, düzenli bir yaşamları vardı, misafirperver ve güleçtiler, başkalarının derdine ve neşesine anlayışla yaklaşıyorlardı. Entelektüel olmak, anlayabilme ve algılayabilme yeteneği; dünyaya ve insanlara sabırla yaklaşabilmek demektir." Prof. Dmitriy Lihaçyov Lihaçev D.S. Eski çağ rus edebiyatı şiirselliği. – L., 1968;  https://en.wikipedia.org/wiki/Dmitry_Likhachov       Daha fazlası... Elit, seçkin demektir. Seçilen, seçkindir. bu kavramdaki kişilerin belirli alanda kendini geliştirmiş, uzun soluklu liyakat sergileyen, hukuk, tıp, siyaset gibi özellikle alanlara adanmış, derin eğitimli, disiplinleri, başarıları veya erdemleriyle öne çıkan kişilerdir. “Anti-elitism bu kesimi hedef alıyor. Emek, adanmışlık, süreklilik sonucu ulaşılan kazanımları küçültüyor, genç kuşaklara rol modeli olması beklenen ehil dehaları sıradanlaştırıyor, meydanı ‘kifayetsiz muhteris’ dediğimiz kişiliklere açıyor. ‘Picasso da kimmiş, ben de onun kadar çizerim’ ya da ‘Osmanlı tarihini bilsem ne yazar?’ şeklindeki ruh hali yaygınlaşıyor. ”Seçmek yerine siyasi duruşa ve mevcut güce yatkınlığa göre atama yaptığınızda, her yeri milletin kılmış olmasınız. Seçkin bir milleti vasatlaştırırsınız. Bu projede ışıkları söndürmenin yolu "millet"i "elit"in zıddı olarak konumlamaktır. Kültürden eğlenceye, futboldan üniversitelere kadar, ülkenin tüm değerlerini yarın yokmuş gibi siyasi çekişme tüneline sokarak renksizleştirip vasatlaştıranlar, toplumun her figürünü toplumdan koparıp "ya biat ya recm" ikileminin her alternatifinde yok edenler, çekişmesiz olamaz.Bu notumuz şimdilik burada kalsın.... Bu arada   “Aydın Despotizmi” kitabından (*) Önemsediğim bir kaç satır.... “İstibdatın sadece belirli ve bilinen kurumların tekelinde olmadığına, Türk düşünce hayatında muhtelif köşe başlarında yerleşik aydınların “yeni”ye geçit vermeyen tekellerini ısrarla korumak gayreti içinde olduklarına, bu tutumun özgür düşünce filizlerinin hoyratça kopartılması ile sonuçlandığına, gençlerin üzerinde neredeyse sınıfsal nitelikli bir baskı yarattığına inanıyor, Türk düşünce yaşamını ve edebiyatını vesayetleri altında tutmaya çalışan bütün müstebitlere karşı çıkılması gerektiğini savunuyorum.” “Aydınlanmanın kibri” dediğim olguyu tek bir kelimeyle ifade etmek durumunda kalsam, seçeceğim sözcük hükümsüzleştirmek olurdu.  İnsanları, yaşananları, ülküleri, bilgi birikimini, inançları hükümsüzleştirmek; hiç olmamışlar gibi yapmak; teknolojik üstünlüğün revaç verdiği çok bilmişlik, kabalık, yüzeysellik, hafifmeşreplik. "  “Rus ovasında insanlar ya ölesiye mümin ya da ölesiye imansızdırlar. Orada ortada yol yoktur. Bu ovada sarhoş bile ölesiye sarhoş olur.” (**)     AYDIN ÜSTÜNE  BİR KAÇ SAV   i- Aydın gizlenenin üstüne giden, saklı olanın perdesini kaldıran, yalan söyleyenlerin, gerçeğin üstünü örtmeye çabalayanların foyasını meydana çıkarandır. ii- Aydın bilmediğine, anlamadığına "Bilemiyorum, anlayamıyorum" diyebilendir. iii- Kabul etmediği, onaylamadığı, benimseyemediği, görüşler, inançlar, savlar karşısında dik duruş sergileyendir. iV-Aydın kendisiyle nasıl yaşadığına bakarak anlayabileceğimiz bir kişidir.  V-Pragmatist / Makyavelist / Oportünist Düşünce Sistemini Türkçesi "Şark Kurnazlığı" benimsemeyendir.  Cemil Meriç' den... "Aydınla entelektüel aynı kimse midir?  Hayır." "Entelektüel, ya zamanını doldurmuş değerlerin aktarıcısı,  ya yeni bir dünya kurmağa çalışan bir içtimaî sınıfın yol göstericisidir." "Aydın ne mazisini bilir,  ne geleceği hakkında aydınlık tasavvurları vardır.  Ülkesi ile göbek bağını çoktan koparmıştır." Rıfat Ilgaz'dan... Aydın mısın? "Kilim gibi dokumada mutsuzluğu Gidip gelen kara kuşlar havada Saflar tutulmuş top sesleri gerilerden Tabanında depremi kara güllelerin Duymuyor musun Kaldır başını rüya aleminde ki uykulardan ------------ Her satırında buram buram alın teri       Her sayfası günlük güneşlik Utanma suçun tümü senin değil -------------- Benden geçti mi demek istiyorsun     Aç iki kolunu iki yanına Korkuluk ol."  (1968) Karakılçık adlı şiir kitabından (1969) Bütün Şiirleri 1927-1991(Çınar Yayınları) Türkiye'de bizim 'aydın' dediğimiz kimseler ne organiktir ne de toplumdan farklılıkları gerçek anlamda aydın farklılığıdır. Onlar yerlilikten ve otantiklikten nefret ederler. Çünkü kendilerini bu topluma değil Batı'ya bağlı hissederler. Gerçek yerli toprağın mahsulü değil Batılılaşma'yı hedefleyen eğitim sisteminin ve resmi ideolojinin ürünüdürler. Eğitim sisteminin ve resmi ideolojinin tornasından geçen bu insanlar, bırakın aydın olmayı olsa olsa kendi kültürümüzün anomalisidir. Kendi yuvasını beğenmeyen bu okur-yazar kesimin bir diğer vasfı, sekülerliğidir. İlericilik ve ne idüğü belirsiz çağdaşlık temel mottoları olup toplumun genel maneviyatına karşı mücadelelerinde onlara enerji sağlar. Türkiye hakiki organik aydınlarına yeni Türkiye'de kavuşabilir. Tarih bu seküler aydıncıkları bir sapma anomali olarak ileride kaydedecektir. Nasıl biliriz çoğunlukla aydını? Alışılagelen aydın nasıl biridir? Bilgilidir. Düşünür. Duyar. Sorumlulukları vardır. Bilgisi, düşünme gücü, duyup kavrama yetisiyle birleşmiş sorumluluğuyla “aydınlatır” toplumunu (“Tenvir” eder, ışık tutar). Bilgisi, toplumunun sorunlarını kavrayıp yorumlamaya yönelmiştir: Yalnızca toplumun sorunlarına karşı sorumlu değildir, sorumluluğu dünyanın tüm sıkıntılarına eğilmeyi zorunlu kılar. Yaşanan haksızlıklara, zulme, sömürüye karşı çıkar. En önemli görevi eleştirmektir. Toplumca yaşananı, kültürel, toplumsal, siyasal, ekonomik, antropolojik, düşünsel açılardan sorgulamak, yorumlamak, eleştirmek, eleştirileri doğrultusunda sorumlu bir karşı çıkış ya da zaman zaman onaylama eylemlerinde bulunmak… Dürüstlük, eşitlik, özgürlük, insan onuru uğruna yılmadan mücadele verilmesi gereken temel kavramlarıdır aydının. Aydın yönetilenlerin, güçsüzlerin, ezilmişlerin, haksızlığa uğramışların sesidir. Bilgisi, kavrama yeteneği, sorumluluk bilinci, güçlü iradesi, cesareti, eylemde bulunma gücü ile hem toplumunun hem de dünyanın kültürüne ışık tutan, katkıda bulunan bir insandır. Bu betimleme, aydını ne denli anlatıyor? Aydın bu betimleme ışığında hangi özellikleriyle ortaya çıkıyor? i. Aydın bilgilidir. Cahilden aydın olmaz. Ama her “bilgili” aydın mıdır? Değildir, elbette. Nasıl “bilgili” aydındır? Bilgisini sindirmiş, seçenekleri görebilen. Seçenekleri görebilmek: Öğrendikleri görüşlerin dışındaki görüşlerin farkında olabilmek. Bilgisini yaşayabilendir, aydın. Bilgisi üzerinde yama gibi duran biri değil. Bilgisinin sonuçlarını, uygulamalarını; dayandığı temel ilkeleri fark edebilen biri. Deyim yerindeyse, bilgi bilincine sahip olan. ii. Kavrayıcıdır. Anlayıcıdır. Tarihi, kültürü, yaşamı bilgisiyle kavrar; sezgileri ve düş gücüyle anlar. iii. Aydın araştırandır. Yaşananı kavramak, geçmişi, bilgi ve anlam dünyasını yorumlayabilmek araştırmakla olanaklı. iv. Aydın çalışkandır. Araştırma, emek ister, sabır. Dünya bilgisiz, kavrama-anlama gücü olmaksızın, araştırmaksızın yorumlanamaz. Tüm bu etkinliklerin sürekliliği çalışkan olmayı gerektirir. v. Aydın neden bilecek, kavrayacak-anlayacak, araştıracak, çalışacaktır? İnsana, dünyaya, evrene, evrendeki yaşama duyduğu sorumluluktan. Aydın sorumludur. vi. Görüşü olandır aydın. Eskilerin deyimiyle nokta-i nazârı olan. Savunduğu düşünceleri olan. Fikir sahibi. vii. Kendine özgü bakış açısı olduğu için, bu açıdan görülen dünyayı yorumlama, eleştirme ödevi vardır. Aydın, eleştirmendir. Karşı çıkan, muhalefet eden, yeri geldiğinde beğenen, onaylayan ama sürekli değerlendiren. Kendini de. vii. Değerlendirmelerin ardında duran, irâdeli bir insandır, aydın. Yaşama atılımı, isteme gücü taşır içinde. Mızmız değildir, coşkuludur. ix. Cesurdur. Savunduklarının bedelini ödemeye hazırdır. Tehlikeleri göğüslemeye. x. Savundukları yalnızca sözde kalmaz. Eyleyicidir, aydın. Eylemcidir. Düşünceler, eylemle bütünleşmiyorsa etkisizdir, boştur. Eylem, düşüncelerle bağ kuramıyorsa, kördür. Bu mudur aydın? Unutulan bir yanını vurgulayayım. Aydın sakladığı, saklamaya çabaladığıyla kendini gösterir. Kısaca söylenirse, aydın sakladığıdır. Nedir saklamak? Neden saklar insan? Neyi saklar? Çağımız saklayan insanların çoğaldığı bir çağ. Çağlar boyu saklamış. Öncelikle yaşamını sürdürebilmek için. Çevresi üzerinde denetim kurmak, yaşamını düzenlemek amacıyla saklamış. Saklamak eyleminin en azından Türkçe’mizde beş ayrı anlamını anabiliriz: i. Örtmek, gizlemek ii. Korumak iii. Biriktirmek iv. Elde tutmak v. Ele geçirmek. Aydın sakladığınla aydındır. Sözcüğün beş anlamıyla: i. Neyi örtmektedir? Bilerek ya da bilmeyerek kasıtlı ya da kasıtsız örttükleriyle ortaya çıkmaktadır. Gösterirken örten, aydınlatırken karartandır. Neyi örtüyorsun aydın? Bu görüşlerin ardında duran, gösterdiklerinin ardalanında duran göstermediklerinle, göstermek istemediklerinle, gösteremediklerinle aydınsın. Yalnızca aydınlattıklarınla değil, kararttıklarınla! i. Neyi korumaktasın? Hangi değerleri? Hangi inançları? Hangi çıkarları? Hangi düşünceleri? ii. Neyin birikmesinin ardındasın? Nelerin birikmesini, çoğalmasını dilemektesin? iii. Neyin elde tutulmasını, elden çıkarılmamasını istiyorsun? Neden? iv. Neyi ele geçirmenin peşindesin? Ün mü? Para mı? Konum mu? Saklamanın amaçlarından biri de ele geçirmek mi? Aydın sakladığından bellidir. *** Dünyayı, toplumu, farklı yüzleriyle nasıl kavradığımız, i nsanlarla olan ilişkimizin sağlıklı bir yönde gidip gitmediği, kendimizle gerçekleştirmeye çalıştığımız iletişime, yüzleşmeye bağlıdır, önemli ölçüde. Kendimizle olan ilişkimiz, dünyayla olan ilişkimize dâhîldir. Dünyaya müdahalemizi, kararlarımızı, eylemlerimizi etkiler. Kendimizle olan ilişkimiz çok zor bir ilişkidir: Yüzleşmeyi gerektirir. İçtenliği, dürüstlüğü, kendimize güveni. O ilişkiyle, o ilişkinin sağlıklı başarılışı ya da başarılamayışla etkilenen bir dünyaya açılış söz konusudur. Aydın kendisiyle ilişkisinden bellidir. son söz:İyi insan demek vatanını seven, vatanı için doğruları ve yanlışları tarafsız ve objektif bir şekilde insanlarına anlatan demektir.  Güneş hep ışık saçar..Özüne daima sadık, adıyla daima müsemmadır. Ne mutlu Güneş gibi olup hep ışık saçana.. Dünya salgınlar, savaşlar ve krizlerin yanı sıra büyük bir dönüşüm ve değişim döneminden geçiyor.  bu dönüşüm ve değişimin önemini anlattıyor bir bilim insanı(**).  Birlikte Okuyalım.... Bir taraftan nanorobotlarla hastalık tedavi etmeye hazırlanırken bir taraftan da uzaya gönderdiğimiz James Webb teleskobu ile kâinatın sırlarını çözüyoruz. 2012’de tanımlanan CRISPR gen teknolojisi 2020’de Nobel Ödülüne layık görülüyor; şu anda öğrenci düzeyinde uygulanabilir hale geliyor, birçok genetik hastalığın tedavisinde kullanılması an meselesi. Nano düzeyden evrenin sonsuzluğuna uzanan bilim dünyasındaki baş döndürücü buluşların hızla yıkıcı teknolojilere dönüşüp günlük hayatımıza girdiği ve bütün üretim ilişkilerini, sosyal dünyamızı derinden etkilediği bu hızlı dönüşüm dönemini, Tarım Devrimine atfen, Bilim Devrimi olarak adlandırıyorum. Böyle bir çağda gözlem yetenekleri ve sorun çözme becerileri zengin biliminsanlarının sadece bilinmeyenleri keşfetmeye odaklanarak yeni bilgi üretmekle yetinmeyip başka sorumluluklar da üstlenmelerinin tarihi görevleri olduğunu düşünüyorum. Dönüşüm dönemlerinin önemli bir karakteristiği, krizlerle birlikte seyretmesidir. Nitekim insanlık 2022 yılını giderek artan biçimde ekonomik kriz, COVID-19’un yarattığı sağlık krizi, yerinden edilen insanlar yani sığınmacı ve mülteci krizi, iklim krizi ve bunların sonucunda her düzeyde derinleşen yönetim krizi içinde karşıladı. 24 Şubat’ta Rusya’nın Ukrayna’ya saldırısı ile savaş başladı. Önceleri, pandemi sonrası dünya eskisi gibi olmayacak öngörüsü ile yeni beklentiler içine girmiştik ama artık kesinlikle 24 Şubat sonrası dünyanın eskisi gibi olamayacağını söyleyebiliriz. Çok hızlı gelişen bir dönüşüm döneminin tam ortasında, tepe noktasındayız. Yan tutmadan gerçekleri aramak olarak tanımladığım bilim, insanın en eski ortak üretimlerinden birisidir. Bir diğer ortak ve en eski üretimi siyasettir. Neanderthaller başta insansılara karşı savaşlarımızda, diğer tüm canlılara karşı galebe çalarak bu evrene damga vurmamızda bu iki ortak üretimin hiç kuşkusuz çok büyük payı olmuştur. Ortak bir hikâyenin etrafında toparlanabilen yani siyaset üretebilen ve bilim yaparak alet (teknoloji) geliştirebilen insan evladı doğadaki rakipleriyle girdiği mücadelelerden hep galip çıkmıştır. Sonuçta Tarım Devrimi’ni de gerçekleştirerek avcı toplayıcı yaşam biçiminden tarım toplumu aşamasına geçmiş; sofistike yönetim biçimleri, ordu, yazı, bilginin saklanması ve okullarla sonraki kuşaklara aktarılması işlerini başarmıştır. Bilim Tarihinin ana kavşakları bizi Sanayi Devrimi, Aydınlanma, Modernite gibi süreçlere taşımıştır. Ne yazık ki, bu gelişmelere paralel, insanın hırsı her zaman emperyal rüyalara da yol açmış ve bilim ile teknolojideki devasa ilerlemeler iki dünya savaşı gibi  felaketi yaşamamıza engel olamamıştır. İçinde yaşamakta olduğumuz, adı ister Bilim Devrimi, ister başka bir şey olsun, büyük dönüşüm dönemini de keşke savaşsız, yumuşak geçişle atlatabilseydik ama başaramadık. 2008’deki ekonomik kriz kapitalizmin son aşaması olan neoliberalizmin önemli bir kriziydi; zorlukla yatıştırıldı. Küresel ısınma var mı yok mu diye tartışırken kendimizi bir anda çok ciddi bir iklim krizinin içinde buluverdik. Örneğin 19 Mart 2022’de Antarktika’da dünyanın en soğuk yerinde normalde -53 derece ölçülen hava sıcaklığı sadece - 12 derece oldu. Mart sonunda, ülkemizde Ordu’da hava sıcaklığı 32 derece oldu. Kötü yönetimle birlikte, iklim krizi göçleri tetikledi; dünyanın dört bir köşesinde rekor sayıda insan yaşadığı coğrafyaları terk etmek zorunda kaldı. Göç alan ülkelerin vatandaşları yeni gelenleri çoğu kez istemediler, binlerce insan Akdeniz’de boğuldu. En son Ukrayna işgali ile bir ay içerisinde 3,5 milyon kişi ülke dışına kaçmak, bunun en az 2 katı kadar çocuk, yaşlı, kadın ülke içinde yer değiştirmek zorunda kaldı. Dünyanın en hızlı göç hareketine şahit olduk. COVID-19 pandemi olarak bu resmigeçitte yerini aldı. Küresel bir salgın yıllardır bekleniyordu ve sonunda geldi, dünyayı kasıp kavurdu. En zengin, sağlık alanında iddialı ülkeler ve yönetimler Yeni Koronavirüs karşısında çaresiz kaldı. Mahşerin Dört Atlısı şeklinde üzerimize gelen bu krizler her gün istisnasız herkesi, her kurumu ve her ülkeyi etkiledi. Bunun sonucunda her kurum, her devlet bir biçimde yönetim krizi de yaşamaya başladı. Şimdi işgal ve savaşla başlayan süreç bütün bu krizleri herkes için daha da ağır hale getiriyor. Bütün bu krizlerin ortak özellikleri neydi, niçin üst üste geldiler çok uzun tartışılabilecek konular. Pek çok düşünürün üstünde anlaştığı nokta bu krizlerin bir dönüşüm çağının da habercisi olduğu yönünde. Gezegenimizin bizi bu halimizle, yani alıştığımız zihin yapısı, kurumlar, değerler sistemi ile taşıyamadığı bir gerçek; gelecekte var olabilmek için yeni bir devrime ihtiyacımız var. Nasıl COVID-19 ile mücadelede eski tip, ölü virüs aşısı yeterli olmuyorsa; mRNA aşısı ancak sorunumuzu çözebiliyorsa, tüm toplumsal, ekonomik krizlerin çözümü için de bilimin rehberliği ile gerçekleri demokrat anlayışla harmanlayan “Bilim Siyaseti” ne ihtiyacımız var. Doğaldır ki yaşadığımız krizleri aşmak için Bilim Siyasetinden başka otokratik, totaliter yöntemler önerilebilir veya bazı toplumlar böyle yönetilmeyi seçebilir. Demokrasi uzunca bir süre iş görmüş olabilir ama artık mevcut ağır krizlerin çözümünde ne ülke ne de uluslararası düzlemde yeterli olmuyor. Çünkü bu kişileri neden seçtiğimiz, ne için seçtiğimiz hakkında elimizde kanıtlı bilgiler yok. Kişisel kanaatim dijital çağda demokratik, şeffaf, paylaşımcı, hesap verebilir olamayan yönetim anlayışların ömrünün pek uzun sürmeyeceği yönündedir. İşte biliminsanının en önemli tarihi sorumluluğu bu noktada ortaya çıkıyor çünkü o menfaate, gizliliğe ve yalana itibar etmez. Paylaşımcıdır, bulduklarını meslektaşlarıyla paylaşır; çünkü bilimin üst üste konan tuğlalardan oluştuğunu bilir. Buluş yapmak için şeffaf ve önyargısız olmalıdır, hipotezi yanlış çıktığında yanlışını kabul eder; daha doğrusu her zaman kendisini ve başkalarını yanlışlamaya çalışır. Demokrat olmak, yan tutmamak zorundadır yoksa gerçeğe ulaşamaz. O halde biliminsanının bizatihi kendisi bilim siyasetinin öznesi olmalıdır. Ayrıca tüm bu adeta genetik özellikleri nedeniyle şu anda siyaset dünyasını bir kanser gibi sarmış gerçeküstü/posttruth çağının panzehiridir. Bu yüzden de her alanda, bir adım öne çıkmalıdır. Akademik olarak siyaset bilimi ile uğraşmak veya akademik alanda “politika” yapmak benim kastettiğim anlamda biliminsanının sorumluluğundan farklıdır. Bilim Siyaseti, Bilim Devrimi çağının siyasetidir ve her politika alanına biliminsanı sorumluluğu ve bilimsel yöntemlerle yaklaşmayı gerektirir. İnsanlık olarak tarih boyunca geliştirdiğimiz en iyi yönetim usulü temsili demokrasi. Bir şekilde seçim yapıyoruz ve bazı kişileri bizi yönetsinler, hakkımızda karar versinler diye görevlendiriyoruz. Bu sistem uzunca bir süre iş görmüş olabilir ama artık mevcut ağır krizlerin çözümünde ne ülke ne de uluslararası düzlemde yeterli olmuyor. Çünkü bu kişileri neden seçtiğimiz, ne için seçtiğimiz hakkında elimizde kanıtlı bilgiler yok. Bu seçimi sıklıkla gerçeklere dayanarak değil, o anki duygularımızla ve yan tutarak yapıyoruz. Biliminsanlarının önemli tarihi sorumluluğu bu noktada da kendini gösteriyor. Yaşamakta olduğumuz sorunlar artık bir grubun temsilcisi olarak seçilmiş, o grubun menfaatlerini gözeten, lafla peynir gemisi yürüten, sorunları çözmek yerine algı yönetimi ile geçiştiren siyasetçilerin çözebileceği basitlikte değil. Çok daha karmaşık ve ayrıntılarıyla özenle uğraşmak gereken sorunlar.  En başta bütünsel yaklaşım gerektiriyor, eğer soruna bütünsel bakış açısıyla yaklaşmazsanız düzelteyim derken bozuyorsunuz. Örneğin ekosistemi korumak çok önemli. HES yapacağım diye ağaçları kesip doğaya zarar verdiğimizde bir süre sonra yağış azalıyor, su kesiliyor, HES elinizde kalıyor. Ya da toprak kaymaları, sel ile HES yapıları bile yok oluyor. Bütün bunları yalnızca oy peşinde koşarak güç elde etmek için iktidar olmayı hedefleyen eski anlayıştaki politikacılar değil,  var olan bütün bilgileri dikkate alarak, bilimsel yöntemi kullanarak irdeleyebilen ve çözüm yaratabilen kişiler sağlayabilir. Bu kişiler arada bir danışılan, fikri sorulan ama nadiren ve onda da işlerine geldiği şekilde dikkate alınan danışmanlar olarak değil, bizzat karar verici yönetim kademesinde olmalılar. Temsili demokrasiyi yozlaştıran tüm faktörlerin elimine edilmesinin kolay olmadığını biliyorum ama yeni inovatif çözümlerle siyaset de dönüşebilir. Örneğin temsil görevlerinin kurayla belirlenmesi, referandumların dijital teknolojiler yardımıyla yaygınlaşması, yönetim görevlerine zaman sınırlaması getirilmesi bilim siyasetinin yeni araçları olarak kullanılabilir. Biliminsanı yan tutmadan gerçeklerle uğraşır. Her gün yaşadıklarımızdan, bir çıkar grubunun tarafı olan siyasetçilerin çözdüklerinden daha fazla sorun yarattıklarını biliyoruz. Özellikle bilimin sesine kulak veren ülkeler krizlerden daha az etkileniyor, yurttaşlarına daha fazla olanak ve refah sağlıyor. Bu nedenle de artık biliminsanları sadece laboratuvarlarına kapanıp bilimsel bilgi üretmekle yetinmemelidir. Mutlaka toplumsal sorumluluk almaları, en azından toplumun meseleleri ile ilgili düşünmeleri ve görüşlerini açıklamaları, karar vericileri, halkı etkilemek için kanıtlar sunarak çaba göstermeleri gerekir. Tabii ki, bunu yaparken bilim iletişimi yaklaşımına azami dikkat etmek gerek. Topluma karşı konuşmak bir bilimsel toplantıda sunum yapmaktan hem biçim hem üslup hem de seçilen kelimeler bakımından farklılık gösterir. Bu açıdan iletişimcilerden yardım almalıdırlar, aksi halde topluma fayda yerine zarar verebilirler de. İdeolojiler, inanç sistemleri, cinsel tercihler, kimlikler derken geçtiğimiz yüzyıllarda, hele ki son on yıllarda bölündükçe bölündük. Kolayca bahaneler üreterek başka insanları ötekileştirebiliyoruz. Zaten insanı merkeze alan inanç, yaşam ve düşünce sistematiğimiz nedeniyle ormanları, hayvanları, doğayı, neredeyse tüm evreni “ötekileştirdik” ve bunun sonucunda zalimce kullandık. Bir türlü doymak bilmiyoruz, doğa da bize cezamızı iklim krizi olarak kesiyor. Şimdi yolun sonuna geldik, bundan sonra kuracağımız sistemler canlı cansız tüm varlıkları ötekileştirmemeli ve “Yaşamdaşlık” temel eksenine oturmalı. Yaşamın kendisini merkeze alan yeni bir ekonomik anlayışa, dolayısıyla yeni tüketim ve üretim biçimlerine, hukuka, eğitim sistemine ihtiyacımız var. Hayatın bütün alanlarında bilimin önderliğinde, demokrat bir zihniyet ile tüm yaratıcılığımızı kullanarak hızla, adeta bir devrim yaparak bu krizler dönemini sonlandırmalıyız. Tarım Devrimi kurumları, sorun çözme yöntemleri ulusal ve uluslararası düzeyde artık işimize yaramıyor, acilen yeni yapılar oluşturmamız gerekiyor. Burada da dikkatle gözlem yapıp nedensellik ilişkileri kurmaya ve yararlı çözümleri bilimsel metodolojiyle üretmeye, inovasyona yani değer katan yenilikçiliğe ihtiyacımız var. Ayrıca Mahşerin Dört Atlısı temel krizlerimizin hepsi uluslararası düzlemde yoğun işbirliği ve güç birliği gerektiriyor. Örneğin biz kendi ülkemizde başarılı bir aşılama ile COVID-19’u eradike ediyoruz ama Güney Afrika’da yeterli aşılama yapılmadığı için Omikron varyantı çıkıp salgında ikinci dalgayı yaratabiliyor. Yani artık tek başına, bireysel kurtuluş yok. Her bakımdan sağlıklı bir geleceği ancak tüm insanlık hep birlikte kurabiliriz. Şimdi yolun sonuna geldik, bundan sonra kuracağımız sistemler canlı cansız tüm varlıkları ötekileştirmemeli ve “Yaşamdaşlık” temel eksenine oturmalı. Saldırgan Rusya’nın başlattığı savaş bir insanlık ayıbı. Ama bir taraftan da bize yeni dünyayı hangi değerler sistemi üzerine kurmamız gerektiğini göstererek benzersiz bir fırsat sunuyor. Ben bu savaşı III. Dünya Savaşı olarak tanımlıyorum. Aslında önceki iki dünya savaşından çok farklı, belki başka bir özgün ad vermek gerekir; çünkü iki tarafın emperyal amaçlarla giriştiği bir savaş değil bu, özünde bir değerler savaşı. Bir tarafta tamamen eski, anlamını yitirmiş paradigmalarla, değerler sistemi ile acımasızca saldıran Rusya; diğer tarafta evrensel değerleri, yaşamdaşlığı savunan Ukrayna. Rusya’nın öncelikli hedefinin siviller, sivil yerleşim alanları, hastaneler, çocuklar olması boşuna değil, çünkü yaşama düşman faşist bir zihniyete sahip. Yaşına bakmaksızın korunmasız sivillere karşı giriştikleri katliamlar her gün sosyal medya sayesinde önümüze geliyor, dehşet içinde izliyoruz. Buna karşılık evcil hayvanlarını kilometrelerce kucağında taşıyan Ukraynalı yaşlılar tabii ki yaşamdaşlığı simgeliyorlar. Milyonlarca mülteci ile dayanışma içine giren halklar adeta Avrupa Birliğini tabandan yeni baştan kuruyorlar. Dünyanın her yerinden Ukrayna’ya verilen destek geleceğe yönelik ümitlerimizi canlı tutuyor. Bu savaştan Putin Rusya’sının mağlup çıkacağına hiç şüphem yok. Şantaj için kullandığı nükleer silahları kullanma cüreti gösterebileceğini de hiç zannetmiyorum. Yaşamı, yaşamdaşlığı savunuyorsak bu savaşta Ukrayna’nın yanında yer almamız gerekiyor. Nitekim Nobel ödülü kazanmış birçok biliminsanı, Dünya Bilim ve Sanat Akademisi üyeleri benzer metinlerle Rusya’nın işgaline şiddetle karşı çıktılar. Böyle zamanlarda biliminsanlarının seslerini sıradan yurttaşlara göre çok daha fazla yükseltmeleri gerekir çünkü toplum onlara bakar, bu da onların tarihi bir sorumluluğudur. Eminim ki, hiçbir şey 24 Şubat öncesi gibi olmayacak ve yeni bir dünya kurulacak. Yaşadığımız ağır krizler bu yeni dünyanın bilimin rehberliğinde ve yaşamdaşlık temel ekseninde kurulmasını gerekli kılıyor. Bilim Devrimi çağında bir an önce eskimiş Tarım Devrimi yapılarından, düşünce bağlarından kurtulup Bilim Siyasetine geçmeye şiddetle ihtiyacımız var. Bunun için tüm dünyada toplumun demokrat, bilge, mesleği ve kariyeri ne olursa olsun bilimsel metodolojiyi özümsemiş ve hayatında yaygın biçimde kullanan, geçici kişisel menfaat peşinde koşmayan özgüvenli insanlarının tarihi sorumluluklarının bilinciyle bir adım öne çıkması ve aydınlık geleceği kurmaya başlaması gerekiyor   -------------------------------------------- Referans: (*) Alev Alatlı, “Aydın Despotizmi”, (1986).. (**)Alev Alatlı, Aydınlanma Değil Merhamet!-Gogol'un İzinde 1, (2013) https://goo.gl/wqag2d http://blog.radikal.com.tr/yasam/toplumun-deger-yargilarindaki-mutasyon-29810 http://blog.radikal.com.tr/felsefe/besirilikten-insanliga-evrilmedeki-ayak-izi-32043 http://blog.radikal.com.tr/yasam/turk-toplumunun-zekiligi-uyanikligi-uzerine-bir-deneme-5285  https://bit.ly/38GBbX1 (*)"Biz cahil dediğimiz zaman, mektepte okumamış olanları kastetmiyoruz. Kastettiğimiz ilim, hakikati bilmektir. Yoksa okumuş olanlardan en büyük cahiller çıktığı gibi, hiç okumak bilmeyenlerden de hakikati gören gerçek alimler çıkabilir." (**)Prof. Dr. Melih Bulut

Maliyet ve Yönetim Muhasebesinin Köklerinden Günümüze Değin Gelişim Serüveni...

Maliyet ve Yönetim Muhasebesinin Köklerinden Günümüze Değin Gelişim Serüveni... İlksöz: "Her şeyin bir maliyet var.Yaşamın, var olmanın, nefes almanın bile..." Giriş Dünyanın yaşadığı yenilenme, değişim ve dönüşüm sürecinin odak noktasında (ekseninde) serbest piyasa ekonomisi yer almıştır. Değişim endeksli bu dinamik sarmal, serbest piyasa ekonomisinin hem altyapısında (üretim, istihdam, ticaret, fiyat, parasal piyasalar, teknolojik dışsal ekonomilir vb.) hem de üst yapısında (devlet, din, kültür, hukuk, etik, sosyal, politik vb.) hızlı değişim ve gelişim ivmesi kazandırmıştır. Birbirlerini etkileyen bu değişkenler kümesinin odak noktasında rekabet, özgürlük, kalite, bilgilenme, işbirliği, katılım a demokrasi ve bütünleşme kritik unsurları yer almış  ve bu unsurlar kısa sürede küresel konsensüse diğer bir deyişile "Küresel Vizyon haline gelmiştir. Bu değişim süreci içersinde birçok ülke, gelişme ve kalkınma için çeşitli ekonomik ve politik ideolojileri sahneye koymalarına rağmen bu ekonomik modellerin rekabetçi ve yenilikçi dinamiklerdenyoksun olması sonun başlangıcı olmuştur.Bu rekabetçi ve yenilikçi motifler sanayileşmenin gelişmesinde sürükleyici bir işlev üstlenmiş, teori-model-uygulama ve yorum aşamaları bir dairesel permütasyon içinde kararlı bir birliktelikle oluşturmuşlardır.  Bu çalışmanın amacı,  maliyet ve yönetim muhasebesinin tarihsel kökenini ve gelişimini açıklamak için kaleme alınmıştır. Bu çalışma, modern yönetim muhasebesi sistemlerini geçmişe başarıyla bağlayarak daha iyi anlaşılmasını sağlamayı hedeflemektedir.. En eski yönetim araçlarından biri olan maliyet muhasebesinin varlığının çok eskilere dayanmaktadır. Maliyet ve yönetim muhasebesinin resmi başlangıcı, büyük ticari işletmelerin ortaya çıkışıyla karakterize edilen on dokuzuncu yüzyıldaki sanayi devrimine atfedilmektedir. Parker'a (1969) göre on dokuzuncu yüzyıl, muhasebe tarihçileri tarafından maliyet ve yönetim muhasebesinde önemli gelişmelerin yaşandığı ve günümüzde kullanılan yöntemlerin çoğunun imalat şirketlerinde ortaya çıktığı “maliyet rönesansı” olarak değerlendirilmektedir. Kavramsal/ Kurumsal Çerçeve/ Gerekçeler ve Bağlantılı Konular Muhasebe, iktisatçıların kullanmadan edemedikleri iki ölçme disiplininden biridir. Diğeri istatistiktir. Gerek muhasebe gerek istatistik (daha ziyade indeks sayılar), aynı zamanda birer yalan söyleme yöntemidir. Kim bilir belki de muhasebenin yalan söyleme aracı olmaması içindir Finansal Raporlama Standardı (BOBİ FRS)’ ,“Türkiye Muhasebe /Finansal Raporlama Standartları (TMS/TFRS) ve KÜMİ FRS taslağı.Bu arada yalan dünya deriz ama yalan olan dünya değil insanlardır. Doğada, insanların ağzından çıkanlar hariç,her şey, gerçektir. Hatta denir ki; yalanın üç türü vardır.i-Bencil duygularla söylenen “Siyah Yalan”;ii-Diğerkâm duygularla söylenen “Beyaz Yalan”,ve en fenasıiii-Ortaya çıksa bile kimsenin umurunda olmayan, grup çıkarı ve aidiyet duygularıyla söylenen “Mavi Yalan” .. Benzer bir “yanıltma gücüne göre sıralama” muhasebe için de yapılabilir. i. Hesaplar ii. Finansal tablolar iii- Vergi Usul Kanunu'na uygun, denetimden geçmiş çok sayfalı mufassal raporlar. Muhasebenin mekaniğine, eskilerin muzaaf dediği “çift kayıtlı defter tutma” (double entry bookkeeping) denir. Çift kayıt yöntemi harika bir keşiftir. “Alan borçlu, veren alacaklıdır” mantığına dayanır. Muhasebe, iki yönlü hesap demektir. Münakaşa, mübadele, münazara, mukabele, müsabaka vs gibi iki taraflı bir eylemi anlatır. Bir işin muhasebesini yapmak, onun “getirisini-götürüsünü”, “fayda ve zararını”, “nimet ve külfetini”, “kârını-zararını” birlikte ele alp değerlendirme demektir. Bu değerlemeye zaman boyutunu da katmak gerekir. Çünkü yapılan işlerin veya alınan önlemlerin külfeti ile nimeti aynı anda oluşmaz. Bunları dönemsel olarak eşleştirmek gerekir. Bu da muhasebede “zamanlama” (timing) sorunudur. KİME?  Üstteki bölümde fayda ve zarardan bahsedildi. Burada sorulması gereken temel soru “kime?”dir. Yapılan bir işin, alınan bir önlemin faydası kime, zararı kimedir? Çünkü toplumun her kesimi alınan kararlardan aynı şekilde etkilenmez. Bu sebeple muhasebenin ilk ilkesi de zaten “Ayrı Kişilik” (Separate Entity) olarak belirlenmiştir. Mesela siyasi iktidarın aldığı veya muhalefetin önerdiği iktisadi veya mali bir karar, toplumun bazı kesimlerine yarar sağlarken, diğerlerine zarar verebilir. Kararı yanlış (zararlı) veya doğru (faydalı) bulan yorumcu “kimin için” bu muhasebeyi yaptığını, önceden ortaya koymalıdır. Bu sebeple, muhasebenin ürettiği “kâr/zarar” cetveli ile “bilanço” tablosunun üstüne mutlaka bir “isim” yazılır. Bu isim, gerçek veya tüzel kişi olabilir. Her gelir veya gider ya da varlık veya yükümlülük kime aitse onun adı altında kayda alınır. “Ayrı Kişilik” ilkesi gerek özel gerek kamu sektöründe muhasebe tutmanın belalı bir konusudur. Tek bir “patron” (gerçek kişi/devlet veya belediye başkanı) tarafından yönlendirilen ancak görüntüde ayrı kişilikleri varmış gibi duran firma veya kurumların mali tabloları gerçeği göstermez. Bu gibi vakalarda sonuçlara “bütünsel /holistik” bakılır. Maliyet ve Yönetim Muhasebesinin Tarihsel Kökeni Akademik literatürde,  Yönetim Muhasebesinin tarihsel kökeni   ekonomik yaklaşım ve  ekonomik olmayan yaklaşımlar  olarak iki farklı pencereden ele alınmaktadır.Sanayi devrimi ile gelen makineleşmenin, emek yoğun üretimden sermaye yoğun üretime doğru giden süreçte bir dönüm noktası olduğu söylenebilir. Böylece ürün maliyetleri basitçe hesaplanan hammadde ve işçilik giderlerinin toplamı olmaktan daha karmaşık bir hale gelmiştir. Çünkü üretim faktörleri için yapılan sermaye yatırımları da ürün maliyetlerinin bir unsuru haline gelmiştir. Sanayi devriminin getirdiği çok sayıda farklı kalemin maliyet bünyesine katılması ve kontrolünün zorlaşması yöneticilerin karar vermek için daha fazla bilgiye ihtiyaç duymasına yol açmıştır. Böylece bu döneme kadar en basit haliyle birkaç kalemden oluşan toplam maliyete bir kar marjı eklenmesiyle elde edilen fiyat, artık daha rekabetçi bir ortamda; daha fazla bilginin referansında oluşmaya başlamıştır.. Dolayısıyla, sadece fiyatlandırma için dahi; hem rekabet gibi işletme dışı koşullar hem de kimi sabit kimi değişken olan; kimi sermaye yatırımına dayalı kimi ise basitçe hammadde kullanımından gelen birbirinden çok farklı maliyet kalemlerini de etkin bir şekilde yönetme ihtiyacı gün geçtikçe artmıştır. Araştırmacı J. Maurice Clark, yönetim karar alma süreci için sabit maliyetlerle değişken maliyetler arasında ayrım yapmanın önemine vurgu yapan ilk akademisyendir (Johnson ve Kaplan 1987, 154;). Clark “farklı kararlar için farklı maliyetler” yaklaşımını getirmiş ve maliyet bilgisinin- finansal muhasebe bilgisinin aksine- herhangi bir standarda ya da prosedüre tabi olmadan işletme karar alma sürecinde ihtiyaç duyulduğu haliyle kullanılması gerektiği savunmuştur (Johnson ve Kaplan 1987, 155). Clark’ın 1923’te yayınladığı "The Economics of Overhead Costs (Genel Üretim Giderleri Ekonomisi) teorik olarak da sabit ve değişken maliyet ayrımının kavramsal bir çerçeveye oturmasında öncülük etmiş eserlerdendir (Frank 1990, 157) İşletme faaliyetlerinin ve başarı düzeylerinin mali anlamda değerlendirilmesini amaçlayan ve bir bilgi sistemi olarak ortaya çıkan muhasebe kavramı, M.Ö. 3000 yılına kadar uzanan bir geçmişe sahiptir (Güvemli, 2000: 8). Diğer bir ifade ile uygarlıkların oluşumu ile birlikte muhasebenin de oluştuğu söylenmektedir (Selimoğlu vd., 2009: 220). Bu kadar eski bir tarihe sahip olan muhasebenin bilimsel kurallarla incelenmesi ancak 1494 tarihinde gerçekleşmiştir. Muhasebeye ait bilinen bilimsel ilk yapıt 1494 tarihinde Luca PACIOLI adında bir İtalyan rahibi ve matematikçi tarafından kaleme alınmıştır. PACIOLI, muhasebeyi çift yanlı defter tutma olarak tanımlamış ve  yayınladığı eserde; envanter ve yevmiye defterindeki kayıtlarla, stokların değerlendirilmesi tahsili olanaksız alacaklar için karşılık ayrılması, kâr ve zarar hesaplarının tesisi, mizan, bilançoların düzenlenmesi gibi çift yanlı defter tutma sistemine ilişkin usul ve kurallar ortaya koyarak günümüzde uygulanan muhasebe teorisinin temelini atmıştır (Uragun,1993: 2). Çift taraflı kayıt sistemi, genel olarak muhasebenin miladı kabul edilmekle birlikte, yönetim muhasebesinin başlangıç noktası olan maliyet muhasebenin ilk uygulamalarının; çift taraflı kayıt sisteminin bulunmasından daha önce kullanılmaya başlandığını öne süren muhasebe tarihçileri mevcuttur (Abs 1954, 487; Garner 1947, 286; Edler 1937, 228-230). Abs’e (1954) göre 1400’lü yıllara ait olduğu öne sürülen ve İtalya’da bulunan yün işletmesi kayıtları sipariş maliyetlemenin ilk örneğidir Garner (1947, 230) ise maliyet muhasebesine ilişkin ilk profesyonel uygulamalarının İngiltere’de Kral VII. Henry döneminde (1485-1509) gerçekleştiğini savunmaktadır. Buna göre, o dönemde faaliyet gösteren yün üreticileri lonca kısıtlamalarına maruz kalmamak için küçük köylere taşınmışlar, kitle satışlar yerine daha bireysel bir şekilde farklı satış kanallarına yönelmişlerdir. Rekabet arttıkça düşük fiyatlarla avantaj elde etmek isteyen bu üreticiler, düşük fiyatla ürün sunabilmek için maliyetleri düşürmeye odaklanmak zorunda kalmışlardır. XVI. yüzyıl kayıtlarında ise Christopher Plantin adlı Fransız bir yayıncının işçilik, mamul maliyeti gibi maliyet unsurlarını yayın bazında hesaplayarak kayıt tuttuğu görülmektedir (Edler 1937, 235 Garner 1947, 385-387). Bu uygulama da teorik olan yüz yıllar sonra kavamsallaşan iş maliyetleme “job costing” örneği olarak kabul edilebilir. Görüldüğü gibi yönetim muhasebesinin köklerini aldığı temel maliyet yöntemlerinin tarihi oldukça gerilere gitmektedir. Öte yandan, literatürde “yönetim muhasebesi” ifadesi ancak XVIII.yüzyıl sonlarında başlayan Sanayi Devrimi ve dünya savaşları döneminde değişen çevresel koşullar, ticari ihtiyaçlar, gelişen endüstri ve kısıtlı kaynaklarla maksimum faydayı sağlama zorunluluğu gibi faktörlerin etkisi ile kavramsallaşmış ve gelişmeye başlamıştır.  Çok eskiden beri devletler vergi topluyor ve defter tutuyordu. Gutenberg'in matbu İncil' inden 40 yıl sonra ilk matbu muhasebe metinleri görüldü. Marco Polo, İpekyolu, akdenizin ticarileşmesi Rönesans dönemi derken ticari gemilerle merkantalizm dönemine geçiş zamanı geldi (Caspari, Caspari,2014,.274-275). Bir kaç yatırımcı bir araya gelip bir gemi hazırladılar, seyahate gitti ve dönüşte seyahatin hesabını tutmak istediler. Gemi yükünü boşaltıp sonraki seferine çıktı. Harcamanın ne kadarı ilk sefer için, ne kadarı ikincisi içindi (Cost Allocation Concept) Çok sayıda insan, coğrafya, takasa konu mal, para derken kayıt güvenliğini sağlamak için iki defter tutuldu, henüz denklik aranmıyordu (Double-Entry Bookkeeping) İngilizler gider yükleme (charge) fikriyle ve Hollandalılar defter-i kebir (Ledger) ile katkıda bulundu. Artık işler büyümüştü, gemileri donatmak ve sayıca artırmak için daha büyük paralar gerekiyordu. Böylece farklı amaçları olsa bile sermayesiyle sınırlı hissesi olan yatırımcılar bir araya geldi (Corporate Form of Organization) Seyahatler bazen yıllarca sürebiliyordu, bu dönem zarfında sahip olduğu payı satmak isteyenler oldu. Rastgele dönemlerde kâr paylaşımı yapıldı (Accrual Basis of Accounting) Kâr paylaşımı yapabilmek için stok bilgisi gerekiyordu, gemiler dünyanın başka bir ucundaydı ve bu nedenle fiziki maldan ayrı olarak kaydi stok bilgisi oluşturuldu (Perpetual Inventories) Gemiler çoğaldı, seyahatler sıklaştı, dolayısıyla çakışmalar görüldü. 1658 de İngiltere' de sürüp giden faaliyet fikri ortaya çıktı (Continuous Corporate Life). Seyahat sonrasında gemiyi tekrar donatabilmek için paraya ihtiyaç vardı ve diğer taraftan seyahate para yatıranlar belirli dönemlerde karşılığını almak istiyorlardı. Böylece sermaye ve kâr payı fikrine gelindi (Periodic Dividends). 1720 de hisse senedi piyasasındaki sahtekârlıkları önlemek üzere İngiltere' de Bubble Act ilan edildi, yatırımcılar rahatsız oldu ve yaklaşık bir asır süreyle yeni şirketleşme olmadı (Stock Market Regulation) Birinci Sanayi Devrimiyle sermaye ihtiyacı büyüdü. Yatırımcılar "güven" hissedimiyordu. Bu noktada muhasebe bilen dış denetçiler görülmeye başlandı (External Auditor) 18. yüzyılın sonunda çift defter ve gider yükleme sistemleri birleşerek bugünkü anlamına kavuştu. Bilanço ve Gelir Tablosu yaratıldı. Dış denetçilere "denetlenebilecek zemin" sağlamak üzere ürün maliyeti fikri icat edildi. Böylece tüm harcamalar ürünlere yansıtılabilecekti (Accounting Product Cost) ABD de kitle tipi üretim başlamıştı, yönetim kararları ürün maliyetine dayandırıldı, henüz arz talebi karşılayamıyordu ve her fiyat uygundu (Cost Based Decision Making)  Ürünler çeşitlenince tek tip uygulama yerine ürüne göre ince ayar denendi (Engineered Product Cost) .ancak sistem zamanın yöneticilerine karışık göründü, I.Dünya Savaşı sonrasında tamamen bırakıldı, ürün maliyeti hakim yöntem oldu. Bu dönemde okullarda muhasebeciler yetiştirildi, bu muhasebeciler devam eden yıllarda yönetici oldular ve ürün maliyeti uygulamaları sanayinin iyice içine işledi. Savaş döneminde ABD hükümeti maliyet+%kâr zorlamasıyla süreci pekiştirdi. Dönemin ekonomisinde rekabet yoktu, piyasalar mala açtı, kârsız olduğu görülen ürünler iptal edildiğinde diğer ürünlerin maliyetinin artması kimseyi rahatsız etmiyordu (Gross Margin Analysis). Büyük Buhranla bir kesinti yaşandı, bunun üzerine ABD de Generally Accepted Accounting Principles (GAAP) konuşulmaya başlandı. Aslında üzerinde anlaşılmış bir konu falan yoktu, söz konusu prensiplerin yazılı olarak belirmesi 50 yıl sonraya kalacaktı! (Product Cost as Conventional Wisdom) Bu piyasa ortamında maliyet ve fiyat kavramları evli hale geldi (The Price-Cost Relationship Concept). Borsaya kayıtlı şirketlere dönük kâr beklentisi yöneticilerin kafasında maliyetlerle gelirleri yakından ilişkilendirdi, özellikle uzun vadede maliyet ve gelirin aynı yönde hareket edeceği kanısını doğurdu (Cost Coupled with Revenues for Control) Eğer her ürünün fiyatı "ürün maliyetinden" yüksekse ve kâr oranı genel giderleri karşılayacak kadar yüksekse VE üretilen tüm ürün satılmışsa şirket kâr edecekti (Control by Numbers).  Hikâye şimdilik burada kalsın...Ama yine de  gerisi ile ilgili bir kaç söz.... Dünya çok yüksek tansiyonu olan bir hasta olarak mevcut görünümü ile ani bir kalp krizine işaret eden emareler,, riski büyük ölçüde arttan bir krizin fragmanlarını bugünlerde izliyoruz . Varlığımız için kolektif olarak tamamen bağımlı olduğumuz bu gezegenin gezegensel sınırlarlarında çok hızlı bir  vahşi  deneyin  sonuçlarını istemesekte seyretmek zorunda kalıyoruz.  İktidarları elinde tutan sermaye gruplarının , finansörlerin ve şirket yöneticilerinin kısa vade palyatif çözümlere yönelmek yerine kalıcı adım atmaları ve değişime öncülük etmeleri krizin derinleşmesini önlemede önemli bir kilometre taşı olacaktır.. Çok yakında belki 10 yıldan az geriye dönüp baktığımızda ve kelimenin tam anlamıyla yarının balık ve cips ambalajı olacak  gazetelerin manşetinin () ya da marjinal olarak geliştirilmiş tüm şarkıları, tüm dans ürünü lansmanlarının yolumuza çıkan felaketerin yarattıcısı olduğunu  sorgulamak zorunda kalacağız.Sanayi devrimi, yüzyıllar boyunca logaritmik olarak büyüyen bir  enerji dönüşümü olduğunu ve bu süreçte; üretim, ulaşım ve iletişim teknolojilerinde “yaratıcı yıkıcılık” diye adlandırılan değişim ve dönüşümleri beraberinde getirmiş, serbest piyasa (kapitalizm) ekonomik modelinin ürün odaklıdan bilgi odaklıya evrilmesine ve   dolayısıyla  inceleme konomuzla ilgili olarak da Muhsebe Biliminin de teorik ve pratik çok derinden etkilemiştir. Günümüz işletmeleri de logaritmik olarak dairesel permütasyonu içinde çok boyutlu ve çok katmanlı paradoksal bir eğilimle  büyüyen çevresel, sosyal ve kurumsal yönetişim [(ÇSY) / (ESG)] uygulamaları ile sürdürülebilirliklerini güvence altına almak zorundalar. 1990’ların ortalarında ortaya çıkan  bu yeni kompleksite  paradigma daha bütüncü (holistic), tamamlayıcı (integrative), çevreci (ecological) ve güçlendirici (empowering)’nitelikleri birlikte barındırmakta ve  kurumsal sürekliliğin tanımlayan değerlerin temelini oluşturmaktadır. Bu nedenle muhasebe  tüm unsurların doğrusal sebep-sonuçlarından ve anlık resimlerden çok değişim düzenlerini görmek için hazırlanması gereken bir çerçeve olmak ayrıca geniş  kitlelerin katma değer kaynağı olan eşitlik, şeffaflık,  hesap verilebilirlik ve sorumluluk çerçevesinde aktif ve gerçeki veri gereksinmelerine yanıt  vermenin yollarını aramaktadır.  Antroposen çağında – biraz da iklimsel değişikliğin ve Kovid 19 ve devam edegelen varyantlarının etkisiyle - ekolojik aydınlanmadan söz etmenin zamanı geldi hatta geçti bile. Ekolojik perspektif, insan merkezli bakış açısını bir yana bırakıp eko-merkezli (kimilerince biyomerkezli) bir bakış açısına sahip olmayı ifade ediyor. Bu perspektif eko-toplumsal ve eko-ekonomik boyutları da içeren bir biçimde ele alındığında “sürdürülebilir yaşam” odak noktasına zoom yapmamız gerekliliğini anlatır bizi. Dikkat edilirse, “sürdürülebilir kalkınma” kavramının dar anlam kalıbına ve ideolojik tartışmalarına takılıp kalmamak için “sürdürülebilir yaşam” deyimini yeğledik. Holistik nitemi   bütün anlamına gelen “holos kökünden gelmektedir. Yunanca’dan kaynaklı bu sözcüğün 1926’da Jan Christiaan Smuts tarafından “Holizm ve Evrim” yapıtında holizm olarak kullanıldığını görüyoruz. SmutsH holizm ile indirgemeci yaklaşıma karşıt bir biyolojik evrim anlayışını ortaya atmıştır: bütünsellik. Batı’da 1960’lardan sonra üç onyıl pek fazla akademik radarlara girmeyen holizm 1990’lardan sonra tekrar gündeme gelmiştir. Oysa Doğu’da bu kavram yaşamın ana felsefesidir. Holistik yaklaşımın dizgesel (sistemik) ve diyalektik bakış açılarıyla birlikte düşünülmesi gereğinin altını çizerek belirtelim. Aksi halde beklenilmedik ekonomik krizler anlamındaki siyah kuğuyu; iklim değişikliğinin getirdiği karmaşık krizler anlamındaki yeşil kuğuyu anlamak olanaklı olmayacaktır.. Holistik operasyon ve muhasebenin birlikte  gelişimini günümüzde sürdürülebilirlik paradigması ile bütünleşen  paydaş katılımı, sosyal sorumluk, sürdürülebilirlik ve çevre bilinçlenmesi  konuları önemli rol oynamıştır. 1990 sonrasında şirketlerin sadece sermaye sahiplerine karşı sorumlu olmadıkları, bütün “paydaşlarına” değer yaratmak olduğu kabul gördü ve bu anlayış hızlı bir biçimde yayıldı. 1994’larda şirketlerin kârlara olduğu kadar sosyal ve çevresel kaygılara da odaklanarak kurumsal sosyal sorumluluğa bağlılık düzeyini ve zaman içinde çevre üzerindeki ekolojik etkisini ölçmesi gerekliliğini 1990’larda Elkington (1997) Üçlü Alt Çizgi (Tripple Bottom Line) teorisi ön planda yer aldı. Reinders (2003) “İnsan, Doğa ve Kâr prensibi” (People Planet Profit principle) değerlendirmesine göre, şirket sosyal sorumluluğu şirketlerin insan gücüne ve çevreye duyarlı olmasını gerekliliğini ön plana çıkardı. Tüm bu teorik ve uygulamaya dönük gelişmeler süreklilikten ( corporate continuity ) Sürdürülebilirlik (corporate sustainability) paradigmasına dönüştü.  Diğer bir deyişle; kısa vadeli düşünmeden uzun vadeli düşünmeye, kâr maksimizasyonundan rakipl paydaşlığına , büyümeden sosyal, çevresel ve  ekonomik etkileri dengeleyerek kalkınma ve gelişimeye, para ile ölçümden para dışında farklı ölçümlere, tüketimden  tasarruf ve üretime, küreselleşmeden yerelleşmeye , İnovatif: ve yapay düşünceden entegre düşünceye dönüştü (Çoşkun.2021, s.19). Muhasebe artık, küresel regülasyonlarla uyumlu ,çevresel, sosyal ve yönetişim odaklı değer yaratan  yaklaşım ve stratejilerin ve sürdürülebilirlik performanslarına ilişkin raporlamalarda ön planda olmak   zorunda. Diğer bir deyişle muhasebe, paydaşları, paydaş gereksinmeleriniı ve bu gereksinmelere  yanıt verecek veri ve ölçütleri geliştirmede büyük sorumlulukları bulunmakta. Bu bağlamda,muhasebe, İşletme yönetim süreçlerine kaldıraç etkisi yaratacak bilginin üretilmesi ve paylaşılması amacıyla, iş hayatının öne çıkardığı ölçme ve değerlendirme esaslarını da içerecek bir biçimde, ÇSY (ESG) metriklerinin kildini açarak verilerden raporlamaya geçişte yeni teorik ve pratik zengin ufuklar vaat etmekte .  Devamı pek yakında....Pruvamız neta rüzgarımız kolayına olsun... ----------------- Referans i-Caspari,John A.,Caspari,Pamela, (2004), Management Dynamics: Merging Constraints Accounting to Drive Improvement,1st Edition,Wiley; 1st edition (September 13, 2004) 264-280.. ii-Cost And Cost And Management Management Accountıng, Laser Typesetting by Delhi Computer Services, Dwarka, New Delhi Printed at M. P. Printers/July 2017,https://shorturl.at/ENOU0 iii-Güvemli, O. (2000) Muhasebe Tarihi I. Cilt, Süryay: İstanbul. • Hansen, R. D., Mowen, M. M. ve Guan, L. (2007) Cost Management Accounting & Control, South-Western Cengage Learning: Mason. iv-Uragun, M. (1993) Maliyet Muhasebesi ve Mali Tablolar, Yetkin Basımevi: Ankara v-Yükçü,Atağan ,"20. Yüzyılın İlk Yarısında Maliyet Muhasebesinin Gelişimi",39-61https://www.acarindex.com/dosyalar/makale/acarindex-1423909009.pdf vi-Bekçioğlu,kaderli,Köroğlu,sezer."A New Cost Accounting Concept by the End of 20th Century": Strategic Cost Management ,https://dergipark.org.tr/tr/download/article-file/319865 vii-• Selimoğlu, Seval Kardeş., Aslan, Ü. ve Güvemli, Batuhan. (2009) “12. Dünya Muhasebe tarihi Kongresinde Sunulan Türk Akademisyenler ve Uygulamacıların Bildirileri; Bir Literatür İncelemesi”, Muhasebe ve Finansman Dergisi, s.42, ss.217-228 https://dergipark.org.tr/tr/pub/mufad/issue/35618/395834#article-authors-list viii-Coffman, Edward N. ,Lazdowski, Yvette, J.  and Previts, Gary John,(2014), "A Hıstory of The Academy of Accountıng Hıstorıans: 1999-2013",The Accounting Historians Journal Vol. 41, No. 2 (December 2014), pp. 1-73 (73 pages) ,https://www.jstor.org/stable/43487010  ix--Degos,.Jean-Guy,(2007), ,”Muhasebe Tarihi Araştırma Yöntemler”, Muhasebe ve Finansman dergisi, Ocak 2007,sayı:33, https://dergipark.org.tr/tr/pub/mufad/issue/35602/395503 x-Johnson, H. T. ve R. S. Kaplan. (1987),. “Relevance Lost: The Rise and Fall of Management Accounting”. Boston. Harvard Busines Press. https://coin.wne.uw.edu.pl/pmodzelewski/The%20rise%20and%20fall%20of%20management%20accounting.pdf xi-Çoşkun,İzel Levi,(2021) Süreklilikten Sürdürülebilirliğe Bir Kurumsal Sürdürülebilirlik Yolculuğu, Artasan Yayınları,İstanbul.. xii-Zor, Ümmügülsüm ,(2019), "XV. Yüzyıldan Günümüze Yönetim Muhasebesinin Tarihi", Muhasebe Bilim Dünyası Dergisi Aralık , 21(4); 944-955  Gelişimi,https://dergipark.org.tr/en/download/article-file/908100 xiii-Mena,Reynaldo Fraustol,İllescas,C.P Reyna Yezika,(2008), İspanyol Öncesi Dönemde Meksika’da Muhasebenin Kökleri ve Gelişimi,Yıl 2008, Sayı: 38, 220 - 228, https://dergipark.org.tr/tr/pub/mufad/issue/35612/395714 xiv-Elmacı,Orhan,Ergin,H, (1999),Maliyet Ve Yönetim Muhasebesinde Yeni Açılımlar: Stratejik Yönetim Muhasebesi,Dumlupınar Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi,https://dergipark.org.tr/en/download/article-file/55127