Tüm Bilgi Paylaşımlarım

2024 Yılının Ülkemize, Dünyamıza Sağlık, Barış, Huzur ve Mutluluk Getirmesi Dileğiyle

2024 yılının tüm dostlarıma, Bizlere artı değerler katan tüm güzel insanlara, sağlıklı mutlu ve huzurlu günler olsun.. Akılarında , hayallerinde, kalplerinde ne varsa ömürlerine yazılsın. Tüm dünya yarının bugünden farklı olmayacağının bilincinde olarak herkes,her yıl aynı anda daha iyisi için umudunu haykırıyor. Yarınları daha iyi kılan da o umut.. Bir şiirde olduğu gibi; birlikte okuyalım: "Umut binbir ayaklı, umut güneşte saklı. Umut edenler haklı, umut insanın hakkı.” 2024 yılı Umutlarımızın gerçekleştiği bir yıl olsun.. Yeni yılınız kutlu olsun!... (*)kadrajımdan ateşte açan çiçekler kentinden objektifime takılan bir kare.   ✯ ✯ ✯ ✯ ✯ ✯ ✯ ✯ ✯ ✯ ✯ ✯ ✯ ✯ ✯ ✯ Bir not: Yeni yılda; Bir silgi olup kimleri sileceğinizi  Kalem olup kimleri  eklyeceğinizi?" Bir düşünün !...  ve siz siz olun: "Negatif enerjili insanları hayatınızdan çıkarın" Aynı matematikte olduğu gibi... Negatif bir sayıdan, pozitif bir sonuç elde etmenin tek yolu çıkarma işlemi yapmaktır. Mesela siz 1 olun. Hayatınızdaki diğer kişi de -1 olsun. Bu ikisini çarptığınızda -1 elde edersiniz. Böldüğünüzde de öyle. Toplamaya çalıştığınızda ne olur? Sıfır. Sizi etkisizleştirirler. Ama çıkarma… 1 den -1 çıkardığınızda, işlem pozitife döner 2 sonucunu elde edersiniz. Bu notumuz  şimdilik burada kalsın...   ✯ ✯ ✯ ✯ ✯ ✯ ✯ ✯ ✯ ✯ ✯ ✯ ✯ ✯ ✯ ✯   Eski Türkler, "kaç yaşındasın yerine, kaç bahar gördün?" derlermiş. Özünde “Yaş” olan kelimeler, hayat, can ve yeşerme anlamı taşımakta .Bu sebeple canlılığı devam eden, yaş alan insana “Yaşlı”, canlı bitki rengine de “Yaşıl” yani "Yeşil" denmekte olduğunu yazıyor tarih kitapları.. Her yıl ömrümüzün bir başka baharına erer, yeşeririz... Bizi ne kadar yeşerdik derseniz yeşerttiklerimize bakın derim! … Hani bir  şiir var: "adı, soyadı / açılır parantez / doğduğu yıl, çizgi, öldüğü yıl, bitti/... / parantezin içindeki çizgi / ne varsa orda." Benim parantez ne zaman kapanır bilmem ama, o kısa çizgide;  giderayak işlerim var bitirilecek,  yapacak, yapmak istediğim, çok şey var... Doğduğum gün sanki söz verdim dünyaya: öylesine yaşıyormuş gibi olmayacağım. “Önemli olan hayatımdaki Yıllar değil, yıllarımdaki "Hayat" ilkesi ile yoldayım ve öğreniyorum hala... Amacım dokunduğum her yere, her kişide güzel, yararlı izler bırakmak, yer değiştirdiğimde ise; "her daim hatırlanmak". Nedenine gelince "Hatırlanma şeklinizi karşınızdakiler değil, yaşamda bıraktığınız izler belirleyecek" Bir Bilge kişi, bir zamanlar şöyle yazmış: "Herkes, yüreğini verdiği şeyin değeri kadar değerlidir.” Benim değerlerim; Vatanım, Bayrağım, Atatürk'üm Ve Adaletli Bir Yaşam... Ölünceye kadar da bu değerlere bağlı yaşayacağım...   https://bit.ly/38UGheO ✯ ✯ ✯ ✯ ✯ ✯ ✯ ✯ ✯ ✯ ✯ ✯ ✯ ✯ ✯ ✯   Radikal Blogda ki denemelerimden ....Vaktiniz olupta okursanız sevinirim...(yazının kaleme alınış tarihi 30.12.2013 / güncelleme 31.12.2023)  Yeni Yıla Girerken Pagan Kültürü...(*) İlk Söz: 1964’te Nobel Edebiyat ödülünü kapitalist ve Burjuva işi diye reddeden yazarın dediği gibi; ‘insan kendinden ne yaratırsa, ondan ibaret’. Aslında ne giden yılda kusur var, ne gelen yılda marifet! Meselenin özü bizde.Bugün, yarın, gelecek yıl bu değişmez.... Umarım hoşgelir 2024... Bu arada söylemeden edemiyeciğim: Maalesef bizde zaman ve mekan kavramı çok zayıftır. Dünya haritası sübliminal mesajlarla doludur. Mesela birçok insan “Rumi takvim”in ya da Şemsi ve Kameri takvimlerin özelliklerini bilmez. Bilmediğini de bilmez. Mesela hicri ayların isimlerini birçok insan bilir, ama bu defa da bildiğini bilmez. Ocak, şubat diye saymasını bilir ama bunlardan kaç tanesi Türkçe desen, onun üzerinde de düşünmemiştir. Mesela Tanrı Kral, Roma imparatoru Agustus neden bizim aylarımızdan birinin adıdır? Mesela Ankara’da Hacıbayram Camii’nin yanındaki tarihi eser kalıntısı, Agustus tapınağına aittir. Ne güzel (!?) mi, kendini Tanrı kabul eden bir sapkının adına “yerli ve milli” bir ayımız var!? Aralık, Ocak, Ekim dışında bir tane Türkçe ay adı yok. Yeni yıl deyince en çok bilinen isim, “Noel baba”, ama ne gariptir ki, o zatı ne sevenler ve ne de ona karşı çıkanlar, gerçek kimliği ile tanımlıyorlar. Noel Baba artık bir tüketim pazarında iş tutan Coca Cola’nın ürettiği bir tüketim ajanı! Öz yurdunda garip bir ademoğlu. Dünyanın en iyi bilinen markası hakkında maalesef bu ülkenin insanlarının yeterli bilgisi yok. Siyaset, bürokrasi, iş dünyası, akademi, sivil toplum, medya da konuyu ucuz bir magazin konusu ya da sekülerleşme / batılılaşma aracı olarak kullanıyorlar.  Neyse sözü fazla uzatmadan, Noel; çocukların başına oyuncak dağıtanların değil, bombalar yağdıran küresel oyun kurucuların ürünü.. Bu da böyle biline...  Bu notumuz da şimdilik burada kalsın... Bu yıla girerken de "küresel devşirme, eğlence ve afaziliğin" simgesi haline gelen "havai fişek" gösterilerini izleme olanağını bulacağız. Kutlayanlar medenileşmiş ,sosyal! Kutlamayanlar ise, “asosyal” ya da bazılarının anlamını bile bilmediği, kaba bir deyimle “denyo”… Yeni yıl dolayısıyla meydanlarda düzenlenen geleneksel Kutlamalarda her zaman olduğu gibi katılanlar saat 24.00'e bir dakika kala insanların çoğu hep birlikte geriye doğru sayacak ve yeni yıla girildiğinde, çığlıklar atarak, ışıl ışıl yanan rengarenk yılbaşı kristal toplarının yüksekten düşer ken çıkardıkları renk ve ışık gösterileri ile masallar dünyasında hayallere dalacak. Hem de ne hayaller! "Çalışmadan, üretmeden, emek harcamadan ulaşabileceklerini sandıkları rahat /refah yaşam düzeyleri! Hani sözlerini büyük Türk şairin yazdığı, Cemal Reşit Rey tarafından bestelenmiş, Türk tiyatrosunun klasik eserlerinden birisi olmuş Şişli'de bir Apartıman” ya da diğer adıyla “Lüks Hayat” şarkısının sözleri gibi… “Hey lüküs hayat, lüküs hayat Bak keyfine Yan gel de yat Ne güzel şey, Oh ne rahat Yoktur eşin lüküs hayat” Bu “halet-i ruh” haliyle gösterileri izlerken, Türk-İş tarafından yapılan "açlık ve yoksulluk sınırı" araştırmasını da umarım ıskalamazlar! Yılbaşını kutlamamak… Dinsel anlamda mı? Yoksa eğlence anlamında mı? Yoksa yozlaşmış, tüm kadim değerlerini kaybetmiş, afazi olarak mı? Yoksa da eşik altı büyücülerin zihinsel Subliminal stratejileri sonucu mu? Bir ritüel yapılıyorsa içeriğini de bilmek gerekir. Yoksa tam bir afazi hale geldiğinizin resmidir! Hıristiyanlığın otantik ve kutsal bir figürü olmayan Noel Baba'nın popülerleşmesi ile kapitalist tüketim kalıplarının yerleştirilmesi ve yaygınlaştırılması arasında sıkı bir ilişki var… Batı dillerinde Santa Claus, bizde Aziz Nikola denen Noel Baba’nın gerçekten yaşayıp yaşamadığı, yaşadıysa nerede ve ne zaman yaşadığı, onu önemli kılan özelliklerinin neler olduğu gibi sorulara henüz bilimsel açıdan doyurucu yanıtlar verilemedi ama Noel Baba’nın gündelik hayata girişi ilk kez, 1863 yılında Thomas Nast adlı bir grafikçinin, yoksullara, gereksinim sahiplerine yardım eden bir Hıristiyan azizinden esinlenerek hayali bir beyaz sakallı tonton bir dede resmi çizmesi ile başladı… Ve bu resim Harper’s Weekly adlı bir derginin 3 Ocak 1863 tarihli kapağında yayımlandı. 1924 yılında da siyah-beyaz Noel Baba figürü, kapitalist tüketimin sembol içeceği Coca-Cola için reklamlar tasarlayan İsveçli grafikçi Haddon Sundlom; Noel Baba’sını, kırmızı-beyaz elbiseli güleç yüzüyle sekiz atlı bir rengeyiğinin çektiği kızağa bindirmek suretiyle renklendirdi. Neden renklendirdi acaba? Tabi ki Coca-Cola’nın kış aylarında da tüketilmesini sağlamak. Ürünü çocuklar dünyasına sokmak ve bu ürünün içeriğinin iyi olduğunu bilinçaltına işlemek… Artık ‘kızakla dolaşan neşeli Noel Baba’ figürü 1939’da, Denver Gillen’in çizgileri ve Robert May’in şiirinden oluşan bir broşür o yıl tam 2.4 milyon basılıp dağıtıldı. Neden dağıtılmış dersiniz? Tabi ki kapitalist tüketim kalıplarının yerleştirilmek ve yaygınlaştırmak için… Artık 1947 Noel Baba’nın tam olarak popüler hale geldiği yıl olmuş… Rusya 1918 yılında, yunanistan 1923 yılında, Türkiye 1926 yılında “Gregoryen Takvimi” resmi takvim olarak kullanır olmuş. Açık anlatımıyla 1 Ocak günü, 1926 yılından bu yana Türkler için yeni bir yılın başlangıcı olmuş.. Türkiye’nin Noel Baba ile tanışması ise, Demokrat Parti’nin Türkiye’yi ‘Küçük Amerika’ yapmaya soyunduğu 1950’lerin başında... Bu tarihten sonra yıllardır hasetle seyredilen Beyoğlu eğlenceleri hızla yurda yayılmış. Dergiler, özel yılbaşı sayıları çıkarmaya, gazinolar balolar düzenlemeye, ‘Tayyare Piyangosu’ özel çekilişleri yapılmaya başlanmıştı bile… Sadece büyük şehirlerde değil, Anadolu'da , her gelir grubundan aileler, yılbaşında bir sofra etrafında toplanarak yeni yıl yemeği yemeyi, radyo dinlemeyi, gece yarısı Milli Piyango çekilişini izlemeyi âdet edinmiş. Televizyon yayını başladıktan sonra da gece saat 24.00’te “Zeki Müren konser verecek mi? Dansöz (oryantal)  çıkacak mı?” havasına girilmiş. Kuruyemiş, tombala bu gecenin sembolü haline gelmiş. Gelirdeki farklılaşmaya ve değişime bağlı olarak yılbaşı eğlenceleri gazinolara, lokallere, otellere taşınmış. E ne de olsa o tarihlerde siyasilerin belirlediği hedefe ulaşılmış… ve medenileşmiştik! Nasıl bir medenileşmek ise?! Gerçi ‘medenileşme’ projemiz 1935’te ‘bütün medeni milletlerce’ tatil günü olarak kabul edilen 31 Aralık öğleden sonrasıyla 1 Ocak günlerinin uygulanmakta olan tatil günlerine eklenmesi’ teklifi kabul edildiğinde olmuş! 1951-1955 arasında Noel Baba figürlü posta pullarının basılmasıyla başlamış bu furya… Artık Türkiye Radyoları’nın hazırladığı özel yılbaşı programları, şöhretli sanatçıların rol aldığı skeçler, şarkılar ve türkülerden oluşan konserler, oyun havaları ve Milli Piyango çekilişi yılbaşı kutlamalarının tipik unsurları olmuş…   30 Aralık 1958 tarihinde Tercüman gazetesinde Ayhan Hünalp tarafından çizilen Noel Baba portresi ile doruk noktasına ulaşmış … Hünalp’in Noel Baba’sı, 342 yılında Fethiye yakınlarında bir antik kent olan Patara’da doğmuş. Çeşitli mucizeler göstererek (örneğin vaftiz edildiği leğenden ayağa kalkarak Allah’a şükretmiş, Hıristiyanların oruç günlerinde ve her cuma annesinin sütünü emmeyerek perhiz yapmış) azizlik mertebesine ulaşmıştı. Daha sonra darda kalanlara yardım etmeyi gelenek haline getirmiş olan Aziz Nikola, ömrünün son yıllarını Demre’de (Antalya’nın Kale ilçesinin antik adı) piskopos olarak geçirmiş. Noel Baba adını alması, hayırseverlik işini iki kez üst üste 26 Aralık’ta yapmış... 1960’lardan itibaren açılan ‘Amerikan Pazarları’ Amerikan malları, otomobilleri, dergileri, Amerika’nın Sesi Radyosu (VOA), Hollywood filmleri ve ‘Barış Gönüllüleri’ ile Amerikan kültürünün topluma nüfuz etmesiyle 1970’li yıllara gelindiğinde büyük otellerde ve çocuk yuvalarında Noel Baba’lı kutlamalar başlamış. Kimse de Antalya gibi sıcak bir yerden nasıl olup da rengeyiğinin çektiği kar kızağında hediyeler dağıtan bir Noel Baba çıktığını sorgulamamış! Patara ile Demre bir süre Noel Baba için yarıştılarsa da Noel Baba’nın Patara’da doğduğu, Demre’de yaşadığı şeklindeki formülde uzlaşılmış ve böylece iki şehrimizin de bu kutlu olayın meyvelerini toplaması mümkün olmuş. Batı kültürü artık iyiden iyiye tüm ülkeye nüfuz etmiş... 1960’lar, 1970’lerde Hilton, Park ve Divan otellerinde serpantinli ve konfetili yılbaşı kutlamaları giderek yaygınlaşmış. 1980’lerde yılbaşını kış tatili ile birleştirip ‘ bir yerlere kaçma’ modası başlamış. 1990’larda Noel Baba’ya Noel Anne ve Noel Köpekleri eklenmiş… 2000’li yıllarda ise Noel Baba artık ailemizden biri olmuş…  Öyle ki bir Noel Baba’yı anlatan 2009 tarihli ‘Neşeli Hayat’ adlı filmi, kısa sürede bir milyonu aşkın izleyicinin ilgisini çekmeyi başarmış...  2014 yılına gelindiğinde; Türkiye'de Asgari Ücret 16 yaş altı ve üstü uygulamasına son verilirken ilk altı ay için aylık brüt 1071 TL, net 846TL.  İkinci altı ayın brüt 1131 TL, net 891 TL olarak belirlendi. Bir karşılaştırma olarak, "5 yıldızlı" otellerde yeni yılı karşılamanın bedeli kişi başı 900 lira! Milyoner'le zilyoner arasındaki uçurumun ne kadar derinleştiğini gösteren bir karşılaştırma... Buzdağına çarpan Titanic'in güvertesinde keman çalmaya devam edenlerle, güverte altında üçüncü sınıf yolcusu olarak seyahat edenler gibi! Bu  notumuz şimdilik burada kalsın... Her neyse "5 yıldızlı" otellerde... Yeni yılı karşılamanın bedeli o yıllarda kişi başı 900 lira dedik ya! Buna limitsiz yerli içki dahil! Masa üzerinde (Amuse Bouche/Meze Fransızca) Zeytinyağlı yaprak ve midye dolma, dometes carpaccio Sebzeli Crostini, peynir tabağı pastırmalı mutabbel Menü İstakoz madalyonları, Andiv yaprakları, Tabuleh salata ve siyah havyar ile Bloody Mary çorbası, yeşil kereviz ve tava edilmiş Tarak balığı ile Kaz ciğeri, Akdeniz yeşilliği, karamelize tarçın ve kestaneli ayva sotesi ve Balsamik şurubu ile Balmoral steak, Ratatouuille sebze, Fondina peynirli polenta ve çikolata aromalı sosu ile The Maria sorbe Çikolatalı ve Citrus Meyveli Kestaneli Terrin Çay/kahve Mevsim meyveleri tabağı, karışık kuru meyveler, çikolatalı dondurma topları, zencefilli kek...   Gece yarısından sonra işkembe çorbası ikramı…  Ve filmin koptuğu..... Nirvana’ya ulaşıldığı an!... Kafada püskülü sauka/katyon,, Ağzında kaynana dilli ile gece ısınacak ve DJ müziği eşliğinde gönüllerince dans edilecek. Yılbaşının vazgeçilmez muhteşem oryantal şovun da sunulacak galada, misafirlere gece için özenle hazırlanan Türk ve Dünya mutfağından farklı lezzetleri tatma olanağı da bulacak.  Parası olana,  o yıllarda 900 lira çerez parası olana sözümüz yok! Adamın parası var harcıyor! Parası olan için, lüksün sınırı yok. Adam köpeğine kürk giydirir, pırlanta kolye takar! Altın banyo muslukları yaptırır! Pırlantalı şarap kadehleri, iPhone kılıflarını çeşitli mücevherler ile süsler! Aslında zenginliğin, lüksün ve bir anlamda şımarıklığın sonu yok! Amerikan gazeteleri yazıyordu üç dört sene evvel... Havadan para kazananlar   Wall Street Restoranların da kedi dışkısıyla filtre edilmiş kahvenin(**) fincanına 100 dolar, bir burger’e 175 dolar öder.... Köftesi Kobe bifteğinden Trüf mantarı ve kaz ciğeri sosuyla tepesinde altın yaprağıyla servis ediliyormuş. Dedik ya! Parası olana ne sözümüz olabilir. Var harcıyor! İsrafta, lüks düşkünlüğünde, çar çur'da üstlerine yok ama… Egoları altın varaklı. Kültürleri teneke.  Ama "aç tavuk olup da kendini buğday ambarında" sananlara ne demeli?! Bunlara özenenlere, içten içe iç geçirenlere ve yapanlara ne demeli?! Herhalde Kerizlikte Nirvana! Farkında mısınız? Bu Prototiplerin çoğu "Hem kel, hem fodul" olanlar. Yaşamımızın çoğunu başkaları ne der diye düşünerek inşa edenler. Yani kendilerinden, örf ve adetlerinden git gide uzaklaşanlar!. Umut başka, kendini kandırma başka.. Umut gerçekleşmedikçe yara halini alıyor. Çirkin kalın bir yara...    Bilimsel olarak ifade edecek olursak topluma ve kendine" yabancılaşanlar" "..mış gibi yaşayanlar" Ama burada dikkat edilmesi gereken kritik nokta: Bu âdetin sadece eğlence tarafını almış olmamız.. Zira bizdekinin Hıristiyanlardaki gibi dinle alakası yok… Hayır ve hasenat işlemekle de hele bir hafta evvel gelen Noel’le de! Tuhafı şudur ki, tek geleneğimize dayanmayan bu yeni âdete, yani yılbaşı sabahlamasına, bütün âdet ve bayramlarımızdan fazla gayretle, dört elle sarılmış haldeyiz! son söz olarak  size güzel iki hikaye…   Birinci hikaye:    Adamın biri köyüne doğru yola koyulmuş, heybesine iki tane karpuz koymuş evine götürmeye. Eski zaman tabii yollar uzun, güneş yakıcı... Yolda yorulmuş adamcağız, heybesinden çıkardığı karpuzun birini kesmiş, yemiş. Kabuklardan arta kalan kırmızı kısımlara bakıp, "Desinler ki bunu bir ağa yemiş." deyip, kabukları bir kenara bırakmış. Sonra yan gelip yatmış. Biraz sonra kalkıp, kabuklardaki kırmızı kısımları iyice kazımış. Beyaz kabukları bırakırken, kendi kendine söylenmiş: "Desinler ki yanında bir de hizmetkârı varmış. " Yorgunluk kolay çıkmaz. Ağacın altında uzanmış kalmış. Bir de doğrulmuş ki vakit epeyce ilerlemiş. Bu arada terleyip susamış da. Yine kabuklara bakmış ve başlamış yemeye. Hem yiyip hem söylenmiş: "Desinler ki bir de eşeği varmış."  İkinci hikaye:   Adamın biri aç mı aç, sefil mi sefil, zavallı mı zavallı...   Ev kirasını ödese, bakkalı ödeyemeyecek, bakkalı öderse, ev kirasını...    Tutmuş kira için ayırdığı parayla at yarışlarında oynamaya kalkmış. Ola ki kazanırım, ola ki benim de cebim para görür, ola ki çoluğuma çocuğuma birer kat elbise alırım, bir eğlence yerine götürürüm onları, borçlarımı öderim...  Ve oynamış. Kaybetmiş bütün parayı.   “Çekiver kuyruğunu,” demiş adam, “şu dünyanın” ve akşam saatlerinde sokaklardan el etek çekilince, şehrin en yüksek köprüsünün korkuluklarını aşarak, suya atlamaya hazırlanmış.    Bir el dokunmuş omzuna. Saçları yapış yapış, burnu çenesine değen bir kocakarı: - Ne yapıyorsun evladım? demiş. - Hiç, ne yapacağım, kuyruğunu çekmeye hazırlanıyorum dünyanın. - Bir sıkıntı mı var ? - Bir sıkıntı olsa mesele yok. Ne ev kirasını ödedik, ne bakkal borcunu, alacaklıların suratları, karının dırdırı, çocukların yalvaran bakışları... Sıkıldım yaşamaktan. Kocakarı: - Ben cadıyım, demiş. Vazgeç bu işten. Ev kirası bankaya yattı, bakkalın borcu ödendi, karın neşeyle seni bekliyor. Adam: - Ne olacak, demiş, bir dahaki aya yine aynı hikâye değil mi? Kocakarı: -Peki, açıktan bir de yüz bin liralık çek bulacaksın masa örtüsünün altında, demiş. Şimdi tamam mı? Adam duraklamış, korkuluğun ön tarafına geçmiş: - Niye yapıyorsun bunu bana? - Hiç, gençsin, yaşamak hakkın, onun için. Yalnız bir tek şey rica ediyorum senden, bu geceni benimle geçireceksin. Kabul etmiş adam ve gitmişler kocakarının kulübesine...    Gece öyle geçmiş, sabahleyin kocakarı yatağın ortasında pörsük göğüslerini sallayarak, yağlı, yapışık saçlarını tarıyormuş. Adamın ise midesi bulanıyor, yüreğini tarif edilmez bir pişmanlıkla iğrenme duygusu sıkıştırdıkça sıkıştırıyormuş. Olanları bitenleri şöyle bir hatırlamaya çalışmış. Bir teselli bulmak için: - Neyse, demiş, artık ev kirası da yok, bakkal borcu da; yüz bin liralık çek ise hazır. Kocakarı kahkahalarla gülmeye başlamış: - Ne, ne dedin bakayım? - Kurtuldum sayende sıkıntılardan, şimdi giyinecek, insan gibi, yaşamaya başlayacağım.   Kocakarı, saçlarının üzerinden traktör geçirir gibi hart diye çekmiş tarağı aşağıya: - İlahi evladım, diye sormuş, sen kaç yaşındasın? - Otuz sekiz civarı... - Bu yaşa gelmişsin bak. Hâlâ cadılara inanıyor musun?   Cadılara, Noel babalara inanmamak gerektiğini öğrenmeden göçüp gidiyoruz.... son söz: Bir yıl dediğin nedir...? Güneş etrafında kat edilen 940 milyon kilometrecik!... Ne çabuk geçti değil mi ? Hiç bir şey anlamadık. Bi' de anlasaydık n'olurdu acaba?   Demek ki neymiş? Takvim zaman demek değilmiş. Bitiyor çünkü ve hiçbir şey olmuyor. Oysa zaman bitince varoluş kalmaz... Pagan kültüründen esinlenerek ortaya çıkarılan Noel kutlamalarının asıl önemi tarihsel mantığı değil, çok kazançlı bir iş olduğu…. Başka bir deyişle, ticari bir festival olarak icat edilmesi. Noel kutlamalarının  başından beri pazarlama amaçlı olduğu gerçeği.… Umut başka, kendini kandırmak başka... Umut, yarındır...  Sessizce kırlır: Kalp, umut, hayal... Sağlıcakla Kalın! Yüreği "Berkehan" ve "Bilgehan  Deniz " Kadar temiz tüm insanların, günleri, gelecek yılları hep aydınlık olsun! Yüreklerindeki sevgi daim olsun! O.E. 30.12.2013 http://blog.radikal.com.tr/yasam/havai-fisek-gosterileri-altinda-kuresel-devsirme-eglence-ve-afazilik-9691  01.01. 2013  Kadrajıma takılanlardan.... Kuruluştan Kurtuluşa Ateşte Açan Şehrin Saat kulesi https://bit.ly/3GyiAek (*)(2013 'de yazılmış ancak günümüz için de geçerli yeni Yıla ilişkin bir deneme)...Yukarıda ki verileri güncellemek isteyenler için, 30.12.2013  1$ =2,119 ₺... Bu da böyle... (**) Endonezya'da bulunan Sumatra adası ve çevresindeki birkaç adada bulunan palmiye misk kedisinin kahveyi yemesi ve sonrasında dışkılaması sayesinde elde edilen ve yılda 380 kilo üretilebilen kopi luwak kahvesi 350 dolar ile 500 dolar arasında satılıyor

21.yüzyılda Bilim İnsanlarının Tarihi Sorumluluğu Üzerine

21.yüzyılda Bilim İnsanlarının Tarihi Sorumluluğu Üzerine   İlksöz: "Bir sinemada yangın çıktığında bilim insanının yapması gereken ilk iş itfaiyeyi çağırmaktır. (Tıpkı diğer insanlar gibi!) Yoksa sahneye çıkıp yangın redifli bir gazel okumak ya da yangının kavramsal çerçevesi üzerine nutuk atmak değil. (Bu bağlamda o, çok da aykırı bir fiil de bulunmaz.) Hatta yangına karşı ne türlü önlemler alınması gerektiğini dahi söylememelidir; çünkü bunu yangın çıkmadan önce söylemiş olması gerekir." Kimileri gelecekten bahsediyor ama kastettikleri geçmiş aslında. Ebedi rücu... Soru Şu :Aydın kimdir? "Dünyada her şey için, maddiyat için, maneviyat için,  muvaffakiyet için, en hakiki mürşit ilimdir, fendir;  ilim ve fennin haricinde mürşit aramak gaflettir, cehalettir, dalalettir". "Mülazahat hanesini açık bırakmak gerekiyor başka bir deyişle bir kimse veya bir oluşum hakkında tek okumada ya da tek duyumda kesin bir yargıya varmayıp kararı zamana bırakmak gerekiyor.  Bu bağlamda Veri, gündelik yaşamımızda gördüğümüz, duyduğumuz, okuduğumuz veya karşılaştığımız olaylardan edindiğimiz duyumların bütünü; beyin bunları sınıflandırıyor ve depoluyor. * Malumat, beyinde depolanmış verilerin düzenlenmiş, işlenmiş, muameleye tabi tutulmuş haline deniyor. * Bilgi, malumatın belirgin bir amacı gerçekleştirmeye yarayacak şekilde düzenlenmiş, zapturap altına alınmışlık durumu. * Bilgi sahibi olmak, akıl erdirme ve çözümleme yetisi gerektiriyor, oysa malumat edinme böyle bir kısıta tabi değil, kişi hayatta olduğu sürece kendiliğinden birikiyor. * Malumat sahibi olmadan, bilgi sahibi olmak mümkün değil; ama belirgin bir amacı, bir hedefi olmayan malumatın da furuşluktan öte işlevi yok." İrfan, bilginin ötesinde, duyarlılık, ortam farkındalığı, idrak ve "halden anlama" dediğimiz hassasiyetleri gerektiriyor. Bu bağlamda, zeka ve tecrübenin bileşkesi, irfan. ~[ Kendi Everest'imize Tırmanırken Kendimizi sorgulama ( Özeleştiri )Ve Analitik Düşünme .]..    "Pek çok kişi entelektüel bir insanın (aydın) çok okumuş, iyi bir eğitim almış (ve hatta öncelikle insani bilimlerde), çok seyahat etmiş, birkaç dil bilen insan olduğunu düşünür. Ama tüm bunlara sahip olup entelektüel olunmadığı gibi tüm bunlara sahip olmadan büyük ölçüde, içsel olarak entelektüel bir insan olunabiliyor. Entelektüellik sadece bilgide değil, bir diğer insanı anlama becerisinde yatar. Bu beceri binlerce ve daha fazlası detayda bulunur. Örneğin saygı çerçevesinde tartışma, masada mütevazı davranma, fark ettirmeden (tam olarak fark ettirmeden) bir başkasına yardım edebilme, doğayı koruma, çevreyi kirletmeme, sigara izmariti veya küfürle, aptalca fikirlerle (Bu da bir çöptür. Hem de ne çöp) çevreyi kirletmeme. Rusya’nın kuzeyinde gerçekten de entelektüel köylüler tanıdım. Evlerinde inanılmaz temizdiler, güzel türkülere değer veriyorlardı, güzel hikâyeler (yaşadıkları veya başkalarının yaşadıkları) anlatmayı biliyorlardı, düzenli bir yaşamları vardı, misafirperver ve güleçtiler, başkalarının derdine ve neşesine anlayışla yaklaşıyorlardı. Entelektüel olmak, anlayabilme ve algılayabilme yeteneği; dünyaya ve insanlara sabırla yaklaşabilmek demektir." Prof. Dmitriy Lihaçyov Lihaçev D.S. Eski çağ rus edebiyatı şiirselliği. – L., 1968;  https://en.wikipedia.org/wiki/Dmitry_Likhachov       Daha fazlası... Elit, seçkin demektir. Seçilen, seçkindir. bu kavramdaki kişilerin belirli alanda kendini geliştirmiş, uzun soluklu liyakat sergileyen, hukuk, tıp, siyaset gibi özellikle alanlara adanmış, derin eğitimli, disiplinleri, başarıları veya erdemleriyle öne çıkan kişilerdir. “Anti-elitism bu kesimi hedef alıyor. Emek, adanmışlık, süreklilik sonucu ulaşılan kazanımları küçültüyor, genç kuşaklara rol modeli olması beklenen ehil dehaları sıradanlaştırıyor, meydanı ‘kifayetsiz muhteris’ dediğimiz kişiliklere açıyor. ‘Picasso da kimmiş, ben de onun kadar çizerim’ ya da ‘Osmanlı tarihini bilsem ne yazar?’ şeklindeki ruh hali yaygınlaşıyor. ”Seçmek yerine siyasi duruşa ve mevcut güce yatkınlığa göre atama yaptığınızda, her yeri milletin kılmış olmasınız. Seçkin bir milleti vasatlaştırırsınız. Bu projede ışıkları söndürmenin yolu "millet"i "elit"in zıddı olarak konumlamaktır. Kültürden eğlenceye, futboldan üniversitelere kadar, ülkenin tüm değerlerini yarın yokmuş gibi siyasi çekişme tüneline sokarak renksizleştirip vasatlaştıranlar, toplumun her figürünü toplumdan koparıp "ya biat ya recm" ikileminin her alternatifinde yok edenler, çekişmesiz olamaz.Bu notumuz şimdilik burada kalsın.... Bu arada   “Aydın Despotizmi” kitabından (*) Önemsediğim bir kaç satır.... “İstibdatın sadece belirli ve bilinen kurumların tekelinde olmadığına, Türk düşünce hayatında muhtelif köşe başlarında yerleşik aydınların “yeni”ye geçit vermeyen tekellerini ısrarla korumak gayreti içinde olduklarına, bu tutumun özgür düşünce filizlerinin hoyratça kopartılması ile sonuçlandığına, gençlerin üzerinde neredeyse sınıfsal nitelikli bir baskı yarattığına inanıyor, Türk düşünce yaşamını ve edebiyatını vesayetleri altında tutmaya çalışan bütün müstebitlere karşı çıkılması gerektiğini savunuyorum.” “Aydınlanmanın kibri” dediğim olguyu tek bir kelimeyle ifade etmek durumunda kalsam, seçeceğim sözcük hükümsüzleştirmek olurdu.  İnsanları, yaşananları, ülküleri, bilgi birikimini, inançları hükümsüzleştirmek; hiç olmamışlar gibi yapmak; teknolojik üstünlüğün revaç verdiği çok bilmişlik, kabalık, yüzeysellik, hafifmeşreplik. "  “Rus ovasında insanlar ya ölesiye mümin ya da ölesiye imansızdırlar. Orada ortada yol yoktur. Bu ovada sarhoş bile ölesiye sarhoş olur.” (**)     AYDIN ÜSTÜNE  BİR KAÇ SAV   i- Aydın gizlenenin üstüne giden, saklı olanın perdesini kaldıran, yalan söyleyenlerin, gerçeğin üstünü örtmeye çabalayanların foyasını meydana çıkarandır. ii- Aydın bilmediğine, anlamadığına "Bilemiyorum, anlayamıyorum" diyebilendir. iii- Kabul etmediği, onaylamadığı, benimseyemediği, görüşler, inançlar, savlar karşısında dik duruş sergileyendir. iV-Aydın kendisiyle nasıl yaşadığına bakarak anlayabileceğimiz bir kişidir.  V-Pragmatist / Makyavelist / Oportünist Düşünce Sistemini Türkçesi "Şark Kurnazlığı" benimsemeyendir.  Cemil Meriç' den... "Aydınla entelektüel aynı kimse midir?  Hayır." "Entelektüel, ya zamanını doldurmuş değerlerin aktarıcısı,  ya yeni bir dünya kurmağa çalışan bir içtimaî sınıfın yol göstericisidir." "Aydın ne mazisini bilir,  ne geleceği hakkında aydınlık tasavvurları vardır.  Ülkesi ile göbek bağını çoktan koparmıştır." Rıfat Ilgaz'dan... Aydın mısın? "Kilim gibi dokumada mutsuzluğu Gidip gelen kara kuşlar havada Saflar tutulmuş top sesleri gerilerden Tabanında depremi kara güllelerin Duymuyor musun Kaldır başını rüya aleminde ki uykulardan ------------ Her satırında buram buram alın teri       Her sayfası günlük güneşlik Utanma suçun tümü senin değil -------------- Benden geçti mi demek istiyorsun     Aç iki kolunu iki yanına Korkuluk ol."  (1968) Karakılçık adlı şiir kitabından (1969) Bütün Şiirleri 1927-1991(Çınar Yayınları) Türkiye'de bizim 'aydın' dediğimiz kimseler ne organiktir ne de toplumdan farklılıkları gerçek anlamda aydın farklılığıdır. Onlar yerlilikten ve otantiklikten nefret ederler. Çünkü kendilerini bu topluma değil Batı'ya bağlı hissederler. Gerçek yerli toprağın mahsulü değil Batılılaşma'yı hedefleyen eğitim sisteminin ve resmi ideolojinin ürünüdürler. Eğitim sisteminin ve resmi ideolojinin tornasından geçen bu insanlar, bırakın aydın olmayı olsa olsa kendi kültürümüzün anomalisidir. Kendi yuvasını beğenmeyen bu okur-yazar kesimin bir diğer vasfı, sekülerliğidir. İlericilik ve ne idüğü belirsiz çağdaşlık temel mottoları olup toplumun genel maneviyatına karşı mücadelelerinde onlara enerji sağlar. Türkiye hakiki organik aydınlarına yeni Türkiye'de kavuşabilir. Tarih bu seküler aydıncıkları bir sapma anomali olarak ileride kaydedecektir. Nasıl biliriz çoğunlukla aydını? Alışılagelen aydın nasıl biridir? Bilgilidir. Düşünür. Duyar. Sorumlulukları vardır. Bilgisi, düşünme gücü, duyup kavrama yetisiyle birleşmiş sorumluluğuyla “aydınlatır” toplumunu (“Tenvir” eder, ışık tutar). Bilgisi, toplumunun sorunlarını kavrayıp yorumlamaya yönelmiştir: Yalnızca toplumun sorunlarına karşı sorumlu değildir, sorumluluğu dünyanın tüm sıkıntılarına eğilmeyi zorunlu kılar. Yaşanan haksızlıklara, zulme, sömürüye karşı çıkar. En önemli görevi eleştirmektir. Toplumca yaşananı, kültürel, toplumsal, siyasal, ekonomik, antropolojik, düşünsel açılardan sorgulamak, yorumlamak, eleştirmek, eleştirileri doğrultusunda sorumlu bir karşı çıkış ya da zaman zaman onaylama eylemlerinde bulunmak… Dürüstlük, eşitlik, özgürlük, insan onuru uğruna yılmadan mücadele verilmesi gereken temel kavramlarıdır aydının. Aydın yönetilenlerin, güçsüzlerin, ezilmişlerin, haksızlığa uğramışların sesidir. Bilgisi, kavrama yeteneği, sorumluluk bilinci, güçlü iradesi, cesareti, eylemde bulunma gücü ile hem toplumunun hem de dünyanın kültürüne ışık tutan, katkıda bulunan bir insandır. Bu betimleme, aydını ne denli anlatıyor? Aydın bu betimleme ışığında hangi özellikleriyle ortaya çıkıyor? i. Aydın bilgilidir. Cahilden aydın olmaz. Ama her “bilgili” aydın mıdır? Değildir, elbette. Nasıl “bilgili” aydındır? Bilgisini sindirmiş, seçenekleri görebilen. Seçenekleri görebilmek: Öğrendikleri görüşlerin dışındaki görüşlerin farkında olabilmek. Bilgisini yaşayabilendir, aydın. Bilgisi üzerinde yama gibi duran biri değil. Bilgisinin sonuçlarını, uygulamalarını; dayandığı temel ilkeleri fark edebilen biri. Deyim yerindeyse, bilgi bilincine sahip olan. ii. Kavrayıcıdır. Anlayıcıdır. Tarihi, kültürü, yaşamı bilgisiyle kavrar; sezgileri ve düş gücüyle anlar. iii. Aydın araştırandır. Yaşananı kavramak, geçmişi, bilgi ve anlam dünyasını yorumlayabilmek araştırmakla olanaklı. iv. Aydın çalışkandır. Araştırma, emek ister, sabır. Dünya bilgisiz, kavrama-anlama gücü olmaksızın, araştırmaksızın yorumlanamaz. Tüm bu etkinliklerin sürekliliği çalışkan olmayı gerektirir. v. Aydın neden bilecek, kavrayacak-anlayacak, araştıracak, çalışacaktır? İnsana, dünyaya, evrene, evrendeki yaşama duyduğu sorumluluktan. Aydın sorumludur. vi. Görüşü olandır aydın. Eskilerin deyimiyle nokta-i nazârı olan. Savunduğu düşünceleri olan. Fikir sahibi. vii. Kendine özgü bakış açısı olduğu için, bu açıdan görülen dünyayı yorumlama, eleştirme ödevi vardır. Aydın, eleştirmendir. Karşı çıkan, muhalefet eden, yeri geldiğinde beğenen, onaylayan ama sürekli değerlendiren. Kendini de. vii. Değerlendirmelerin ardında duran, irâdeli bir insandır, aydın. Yaşama atılımı, isteme gücü taşır içinde. Mızmız değildir, coşkuludur. ix. Cesurdur. Savunduklarının bedelini ödemeye hazırdır. Tehlikeleri göğüslemeye. x. Savundukları yalnızca sözde kalmaz. Eyleyicidir, aydın. Eylemcidir. Düşünceler, eylemle bütünleşmiyorsa etkisizdir, boştur. Eylem, düşüncelerle bağ kuramıyorsa, kördür. Bu mudur aydın? Unutulan bir yanını vurgulayayım. Aydın sakladığı, saklamaya çabaladığıyla kendini gösterir. Kısaca söylenirse, aydın sakladığıdır. Nedir saklamak? Neden saklar insan? Neyi saklar? Çağımız saklayan insanların çoğaldığı bir çağ. Çağlar boyu saklamış. Öncelikle yaşamını sürdürebilmek için. Çevresi üzerinde denetim kurmak, yaşamını düzenlemek amacıyla saklamış. Saklamak eyleminin en azından Türkçe’mizde beş ayrı anlamını anabiliriz: i. Örtmek, gizlemek ii. Korumak iii. Biriktirmek iv. Elde tutmak v. Ele geçirmek. Aydın sakladığınla aydındır. Sözcüğün beş anlamıyla: i. Neyi örtmektedir? Bilerek ya da bilmeyerek kasıtlı ya da kasıtsız örttükleriyle ortaya çıkmaktadır. Gösterirken örten, aydınlatırken karartandır. Neyi örtüyorsun aydın? Bu görüşlerin ardında duran, gösterdiklerinin ardalanında duran göstermediklerinle, göstermek istemediklerinle, gösteremediklerinle aydınsın. Yalnızca aydınlattıklarınla değil, kararttıklarınla! i. Neyi korumaktasın? Hangi değerleri? Hangi inançları? Hangi çıkarları? Hangi düşünceleri? ii. Neyin birikmesinin ardındasın? Nelerin birikmesini, çoğalmasını dilemektesin? iii. Neyin elde tutulmasını, elden çıkarılmamasını istiyorsun? Neden? iv. Neyi ele geçirmenin peşindesin? Ün mü? Para mı? Konum mu? Saklamanın amaçlarından biri de ele geçirmek mi? Aydın sakladığından bellidir. *** Dünyayı, toplumu, farklı yüzleriyle nasıl kavradığımız, i nsanlarla olan ilişkimizin sağlıklı bir yönde gidip gitmediği, kendimizle gerçekleştirmeye çalıştığımız iletişime, yüzleşmeye bağlıdır, önemli ölçüde. Kendimizle olan ilişkimiz, dünyayla olan ilişkimize dâhîldir. Dünyaya müdahalemizi, kararlarımızı, eylemlerimizi etkiler. Kendimizle olan ilişkimiz çok zor bir ilişkidir: Yüzleşmeyi gerektirir. İçtenliği, dürüstlüğü, kendimize güveni. O ilişkiyle, o ilişkinin sağlıklı başarılışı ya da başarılamayışla etkilenen bir dünyaya açılış söz konusudur. Aydın kendisiyle ilişkisinden bellidir. son söz:İyi insan demek vatanını seven, vatanı için doğruları ve yanlışları tarafsız ve objektif bir şekilde insanlarına anlatan demektir.  Güneş hep ışık saçar..Özüne daima sadık, adıyla daima müsemmadır. Ne mutlu Güneş gibi olup hep ışık saçana.. Dünya salgınlar, savaşlar ve krizlerin yanı sıra büyük bir dönüşüm ve değişim döneminden geçiyor.  bu dönüşüm ve değişimin önemini anlattıyor bir bilim insanı(**).  Birlikte Okuyalım.... Bir taraftan nanorobotlarla hastalık tedavi etmeye hazırlanırken bir taraftan da uzaya gönderdiğimiz James Webb teleskobu ile kâinatın sırlarını çözüyoruz. 2012’de tanımlanan CRISPR gen teknolojisi 2020’de Nobel Ödülüne layık görülüyor; şu anda öğrenci düzeyinde uygulanabilir hale geliyor, birçok genetik hastalığın tedavisinde kullanılması an meselesi. Nano düzeyden evrenin sonsuzluğuna uzanan bilim dünyasındaki baş döndürücü buluşların hızla yıkıcı teknolojilere dönüşüp günlük hayatımıza girdiği ve bütün üretim ilişkilerini, sosyal dünyamızı derinden etkilediği bu hızlı dönüşüm dönemini, Tarım Devrimine atfen, Bilim Devrimi olarak adlandırıyorum. Böyle bir çağda gözlem yetenekleri ve sorun çözme becerileri zengin biliminsanlarının sadece bilinmeyenleri keşfetmeye odaklanarak yeni bilgi üretmekle yetinmeyip başka sorumluluklar da üstlenmelerinin tarihi görevleri olduğunu düşünüyorum. Dönüşüm dönemlerinin önemli bir karakteristiği, krizlerle birlikte seyretmesidir. Nitekim insanlık 2022 yılını giderek artan biçimde ekonomik kriz, COVID-19’un yarattığı sağlık krizi, yerinden edilen insanlar yani sığınmacı ve mülteci krizi, iklim krizi ve bunların sonucunda her düzeyde derinleşen yönetim krizi içinde karşıladı. 24 Şubat’ta Rusya’nın Ukrayna’ya saldırısı ile savaş başladı. Önceleri, pandemi sonrası dünya eskisi gibi olmayacak öngörüsü ile yeni beklentiler içine girmiştik ama artık kesinlikle 24 Şubat sonrası dünyanın eskisi gibi olamayacağını söyleyebiliriz. Çok hızlı gelişen bir dönüşüm döneminin tam ortasında, tepe noktasındayız. Yan tutmadan gerçekleri aramak olarak tanımladığım bilim, insanın en eski ortak üretimlerinden birisidir. Bir diğer ortak ve en eski üretimi siyasettir. Neanderthaller başta insansılara karşı savaşlarımızda, diğer tüm canlılara karşı galebe çalarak bu evrene damga vurmamızda bu iki ortak üretimin hiç kuşkusuz çok büyük payı olmuştur. Ortak bir hikâyenin etrafında toparlanabilen yani siyaset üretebilen ve bilim yaparak alet (teknoloji) geliştirebilen insan evladı doğadaki rakipleriyle girdiği mücadelelerden hep galip çıkmıştır. Sonuçta Tarım Devrimi’ni de gerçekleştirerek avcı toplayıcı yaşam biçiminden tarım toplumu aşamasına geçmiş; sofistike yönetim biçimleri, ordu, yazı, bilginin saklanması ve okullarla sonraki kuşaklara aktarılması işlerini başarmıştır. Bilim Tarihinin ana kavşakları bizi Sanayi Devrimi, Aydınlanma, Modernite gibi süreçlere taşımıştır. Ne yazık ki, bu gelişmelere paralel, insanın hırsı her zaman emperyal rüyalara da yol açmış ve bilim ile teknolojideki devasa ilerlemeler iki dünya savaşı gibi  felaketi yaşamamıza engel olamamıştır. İçinde yaşamakta olduğumuz, adı ister Bilim Devrimi, ister başka bir şey olsun, büyük dönüşüm dönemini de keşke savaşsız, yumuşak geçişle atlatabilseydik ama başaramadık. 2008’deki ekonomik kriz kapitalizmin son aşaması olan neoliberalizmin önemli bir kriziydi; zorlukla yatıştırıldı. Küresel ısınma var mı yok mu diye tartışırken kendimizi bir anda çok ciddi bir iklim krizinin içinde buluverdik. Örneğin 19 Mart 2022’de Antarktika’da dünyanın en soğuk yerinde normalde -53 derece ölçülen hava sıcaklığı sadece - 12 derece oldu. Mart sonunda, ülkemizde Ordu’da hava sıcaklığı 32 derece oldu. Kötü yönetimle birlikte, iklim krizi göçleri tetikledi; dünyanın dört bir köşesinde rekor sayıda insan yaşadığı coğrafyaları terk etmek zorunda kaldı. Göç alan ülkelerin vatandaşları yeni gelenleri çoğu kez istemediler, binlerce insan Akdeniz’de boğuldu. En son Ukrayna işgali ile bir ay içerisinde 3,5 milyon kişi ülke dışına kaçmak, bunun en az 2 katı kadar çocuk, yaşlı, kadın ülke içinde yer değiştirmek zorunda kaldı. Dünyanın en hızlı göç hareketine şahit olduk. COVID-19 pandemi olarak bu resmigeçitte yerini aldı. Küresel bir salgın yıllardır bekleniyordu ve sonunda geldi, dünyayı kasıp kavurdu. En zengin, sağlık alanında iddialı ülkeler ve yönetimler Yeni Koronavirüs karşısında çaresiz kaldı. Mahşerin Dört Atlısı şeklinde üzerimize gelen bu krizler her gün istisnasız herkesi, her kurumu ve her ülkeyi etkiledi. Bunun sonucunda her kurum, her devlet bir biçimde yönetim krizi de yaşamaya başladı. Şimdi işgal ve savaşla başlayan süreç bütün bu krizleri herkes için daha da ağır hale getiriyor. Bütün bu krizlerin ortak özellikleri neydi, niçin üst üste geldiler çok uzun tartışılabilecek konular. Pek çok düşünürün üstünde anlaştığı nokta bu krizlerin bir dönüşüm çağının da habercisi olduğu yönünde. Gezegenimizin bizi bu halimizle, yani alıştığımız zihin yapısı, kurumlar, değerler sistemi ile taşıyamadığı bir gerçek; gelecekte var olabilmek için yeni bir devrime ihtiyacımız var. Nasıl COVID-19 ile mücadelede eski tip, ölü virüs aşısı yeterli olmuyorsa; mRNA aşısı ancak sorunumuzu çözebiliyorsa, tüm toplumsal, ekonomik krizlerin çözümü için de bilimin rehberliği ile gerçekleri demokrat anlayışla harmanlayan “Bilim Siyaseti” ne ihtiyacımız var. Doğaldır ki yaşadığımız krizleri aşmak için Bilim Siyasetinden başka otokratik, totaliter yöntemler önerilebilir veya bazı toplumlar böyle yönetilmeyi seçebilir. Demokrasi uzunca bir süre iş görmüş olabilir ama artık mevcut ağır krizlerin çözümünde ne ülke ne de uluslararası düzlemde yeterli olmuyor. Çünkü bu kişileri neden seçtiğimiz, ne için seçtiğimiz hakkında elimizde kanıtlı bilgiler yok. Kişisel kanaatim dijital çağda demokratik, şeffaf, paylaşımcı, hesap verebilir olamayan yönetim anlayışların ömrünün pek uzun sürmeyeceği yönündedir. İşte biliminsanının en önemli tarihi sorumluluğu bu noktada ortaya çıkıyor çünkü o menfaate, gizliliğe ve yalana itibar etmez. Paylaşımcıdır, bulduklarını meslektaşlarıyla paylaşır; çünkü bilimin üst üste konan tuğlalardan oluştuğunu bilir. Buluş yapmak için şeffaf ve önyargısız olmalıdır, hipotezi yanlış çıktığında yanlışını kabul eder; daha doğrusu her zaman kendisini ve başkalarını yanlışlamaya çalışır. Demokrat olmak, yan tutmamak zorundadır yoksa gerçeğe ulaşamaz. O halde biliminsanının bizatihi kendisi bilim siyasetinin öznesi olmalıdır. Ayrıca tüm bu adeta genetik özellikleri nedeniyle şu anda siyaset dünyasını bir kanser gibi sarmış gerçeküstü/posttruth çağının panzehiridir. Bu yüzden de her alanda, bir adım öne çıkmalıdır. Akademik olarak siyaset bilimi ile uğraşmak veya akademik alanda “politika” yapmak benim kastettiğim anlamda biliminsanının sorumluluğundan farklıdır. Bilim Siyaseti, Bilim Devrimi çağının siyasetidir ve her politika alanına biliminsanı sorumluluğu ve bilimsel yöntemlerle yaklaşmayı gerektirir. İnsanlık olarak tarih boyunca geliştirdiğimiz en iyi yönetim usulü temsili demokrasi. Bir şekilde seçim yapıyoruz ve bazı kişileri bizi yönetsinler, hakkımızda karar versinler diye görevlendiriyoruz. Bu sistem uzunca bir süre iş görmüş olabilir ama artık mevcut ağır krizlerin çözümünde ne ülke ne de uluslararası düzlemde yeterli olmuyor. Çünkü bu kişileri neden seçtiğimiz, ne için seçtiğimiz hakkında elimizde kanıtlı bilgiler yok. Bu seçimi sıklıkla gerçeklere dayanarak değil, o anki duygularımızla ve yan tutarak yapıyoruz. Biliminsanlarının önemli tarihi sorumluluğu bu noktada da kendini gösteriyor. Yaşamakta olduğumuz sorunlar artık bir grubun temsilcisi olarak seçilmiş, o grubun menfaatlerini gözeten, lafla peynir gemisi yürüten, sorunları çözmek yerine algı yönetimi ile geçiştiren siyasetçilerin çözebileceği basitlikte değil. Çok daha karmaşık ve ayrıntılarıyla özenle uğraşmak gereken sorunlar.  En başta bütünsel yaklaşım gerektiriyor, eğer soruna bütünsel bakış açısıyla yaklaşmazsanız düzelteyim derken bozuyorsunuz. Örneğin ekosistemi korumak çok önemli. HES yapacağım diye ağaçları kesip doğaya zarar verdiğimizde bir süre sonra yağış azalıyor, su kesiliyor, HES elinizde kalıyor. Ya da toprak kaymaları, sel ile HES yapıları bile yok oluyor. Bütün bunları yalnızca oy peşinde koşarak güç elde etmek için iktidar olmayı hedefleyen eski anlayıştaki politikacılar değil,  var olan bütün bilgileri dikkate alarak, bilimsel yöntemi kullanarak irdeleyebilen ve çözüm yaratabilen kişiler sağlayabilir. Bu kişiler arada bir danışılan, fikri sorulan ama nadiren ve onda da işlerine geldiği şekilde dikkate alınan danışmanlar olarak değil, bizzat karar verici yönetim kademesinde olmalılar. Temsili demokrasiyi yozlaştıran tüm faktörlerin elimine edilmesinin kolay olmadığını biliyorum ama yeni inovatif çözümlerle siyaset de dönüşebilir. Örneğin temsil görevlerinin kurayla belirlenmesi, referandumların dijital teknolojiler yardımıyla yaygınlaşması, yönetim görevlerine zaman sınırlaması getirilmesi bilim siyasetinin yeni araçları olarak kullanılabilir. Biliminsanı yan tutmadan gerçeklerle uğraşır. Her gün yaşadıklarımızdan, bir çıkar grubunun tarafı olan siyasetçilerin çözdüklerinden daha fazla sorun yarattıklarını biliyoruz. Özellikle bilimin sesine kulak veren ülkeler krizlerden daha az etkileniyor, yurttaşlarına daha fazla olanak ve refah sağlıyor. Bu nedenle de artık biliminsanları sadece laboratuvarlarına kapanıp bilimsel bilgi üretmekle yetinmemelidir. Mutlaka toplumsal sorumluluk almaları, en azından toplumun meseleleri ile ilgili düşünmeleri ve görüşlerini açıklamaları, karar vericileri, halkı etkilemek için kanıtlar sunarak çaba göstermeleri gerekir. Tabii ki, bunu yaparken bilim iletişimi yaklaşımına azami dikkat etmek gerek. Topluma karşı konuşmak bir bilimsel toplantıda sunum yapmaktan hem biçim hem üslup hem de seçilen kelimeler bakımından farklılık gösterir. Bu açıdan iletişimcilerden yardım almalıdırlar, aksi halde topluma fayda yerine zarar verebilirler de. İdeolojiler, inanç sistemleri, cinsel tercihler, kimlikler derken geçtiğimiz yüzyıllarda, hele ki son on yıllarda bölündükçe bölündük. Kolayca bahaneler üreterek başka insanları ötekileştirebiliyoruz. Zaten insanı merkeze alan inanç, yaşam ve düşünce sistematiğimiz nedeniyle ormanları, hayvanları, doğayı, neredeyse tüm evreni “ötekileştirdik” ve bunun sonucunda zalimce kullandık. Bir türlü doymak bilmiyoruz, doğa da bize cezamızı iklim krizi olarak kesiyor. Şimdi yolun sonuna geldik, bundan sonra kuracağımız sistemler canlı cansız tüm varlıkları ötekileştirmemeli ve “Yaşamdaşlık” temel eksenine oturmalı. Yaşamın kendisini merkeze alan yeni bir ekonomik anlayışa, dolayısıyla yeni tüketim ve üretim biçimlerine, hukuka, eğitim sistemine ihtiyacımız var. Hayatın bütün alanlarında bilimin önderliğinde, demokrat bir zihniyet ile tüm yaratıcılığımızı kullanarak hızla, adeta bir devrim yaparak bu krizler dönemini sonlandırmalıyız. Tarım Devrimi kurumları, sorun çözme yöntemleri ulusal ve uluslararası düzeyde artık işimize yaramıyor, acilen yeni yapılar oluşturmamız gerekiyor. Burada da dikkatle gözlem yapıp nedensellik ilişkileri kurmaya ve yararlı çözümleri bilimsel metodolojiyle üretmeye, inovasyona yani değer katan yenilikçiliğe ihtiyacımız var. Ayrıca Mahşerin Dört Atlısı temel krizlerimizin hepsi uluslararası düzlemde yoğun işbirliği ve güç birliği gerektiriyor. Örneğin biz kendi ülkemizde başarılı bir aşılama ile COVID-19’u eradike ediyoruz ama Güney Afrika’da yeterli aşılama yapılmadığı için Omikron varyantı çıkıp salgında ikinci dalgayı yaratabiliyor. Yani artık tek başına, bireysel kurtuluş yok. Her bakımdan sağlıklı bir geleceği ancak tüm insanlık hep birlikte kurabiliriz. Şimdi yolun sonuna geldik, bundan sonra kuracağımız sistemler canlı cansız tüm varlıkları ötekileştirmemeli ve “Yaşamdaşlık” temel eksenine oturmalı. Saldırgan Rusya’nın başlattığı savaş bir insanlık ayıbı. Ama bir taraftan da bize yeni dünyayı hangi değerler sistemi üzerine kurmamız gerektiğini göstererek benzersiz bir fırsat sunuyor. Ben bu savaşı III. Dünya Savaşı olarak tanımlıyorum. Aslında önceki iki dünya savaşından çok farklı, belki başka bir özgün ad vermek gerekir; çünkü iki tarafın emperyal amaçlarla giriştiği bir savaş değil bu, özünde bir değerler savaşı. Bir tarafta tamamen eski, anlamını yitirmiş paradigmalarla, değerler sistemi ile acımasızca saldıran Rusya; diğer tarafta evrensel değerleri, yaşamdaşlığı savunan Ukrayna. Rusya’nın öncelikli hedefinin siviller, sivil yerleşim alanları, hastaneler, çocuklar olması boşuna değil, çünkü yaşama düşman faşist bir zihniyete sahip. Yaşına bakmaksızın korunmasız sivillere karşı giriştikleri katliamlar her gün sosyal medya sayesinde önümüze geliyor, dehşet içinde izliyoruz. Buna karşılık evcil hayvanlarını kilometrelerce kucağında taşıyan Ukraynalı yaşlılar tabii ki yaşamdaşlığı simgeliyorlar. Milyonlarca mülteci ile dayanışma içine giren halklar adeta Avrupa Birliğini tabandan yeni baştan kuruyorlar. Dünyanın her yerinden Ukrayna’ya verilen destek geleceğe yönelik ümitlerimizi canlı tutuyor. Bu savaştan Putin Rusya’sının mağlup çıkacağına hiç şüphem yok. Şantaj için kullandığı nükleer silahları kullanma cüreti gösterebileceğini de hiç zannetmiyorum. Yaşamı, yaşamdaşlığı savunuyorsak bu savaşta Ukrayna’nın yanında yer almamız gerekiyor. Nitekim Nobel ödülü kazanmış birçok biliminsanı, Dünya Bilim ve Sanat Akademisi üyeleri benzer metinlerle Rusya’nın işgaline şiddetle karşı çıktılar. Böyle zamanlarda biliminsanlarının seslerini sıradan yurttaşlara göre çok daha fazla yükseltmeleri gerekir çünkü toplum onlara bakar, bu da onların tarihi bir sorumluluğudur. Eminim ki, hiçbir şey 24 Şubat öncesi gibi olmayacak ve yeni bir dünya kurulacak. Yaşadığımız ağır krizler bu yeni dünyanın bilimin rehberliğinde ve yaşamdaşlık temel ekseninde kurulmasını gerekli kılıyor. Bilim Devrimi çağında bir an önce eskimiş Tarım Devrimi yapılarından, düşünce bağlarından kurtulup Bilim Siyasetine geçmeye şiddetle ihtiyacımız var. Bunun için tüm dünyada toplumun demokrat, bilge, mesleği ve kariyeri ne olursa olsun bilimsel metodolojiyi özümsemiş ve hayatında yaygın biçimde kullanan, geçici kişisel menfaat peşinde koşmayan özgüvenli insanlarının tarihi sorumluluklarının bilinciyle bir adım öne çıkması ve aydınlık geleceği kurmaya başlaması gerekiyor   -------------------------------------------- Referans: (*) Alev Alatlı, “Aydın Despotizmi”, (1986).. (**)Alev Alatlı, Aydınlanma Değil Merhamet!-Gogol'un İzinde 1, (2013) https://goo.gl/wqag2d http://blog.radikal.com.tr/yasam/toplumun-deger-yargilarindaki-mutasyon-29810 http://blog.radikal.com.tr/felsefe/besirilikten-insanliga-evrilmedeki-ayak-izi-32043 http://blog.radikal.com.tr/yasam/turk-toplumunun-zekiligi-uyanikligi-uzerine-bir-deneme-5285  https://bit.ly/38GBbX1 (*)"Biz cahil dediğimiz zaman, mektepte okumamış olanları kastetmiyoruz. Kastettiğimiz ilim, hakikati bilmektir. Yoksa okumuş olanlardan en büyük cahiller çıktığı gibi, hiç okumak bilmeyenlerden de hakikati gören gerçek alimler çıkabilir." (**)Prof. Dr. Melih Bulut

Maliyet ve Yönetim Muhasebesinin Köklerinden Günümüze Değin Gelişim Serüveni...

Maliyet ve Yönetim Muhasebesinin Köklerinden Günümüze Değin Gelişim Serüveni... İlksöz: "Her şeyin bir maliyet var.Yaşamın, var olmanın, nefes almanın bile..." Giriş Dünyanın yaşadığı yenilenme, değişim ve dönüşüm sürecinin odak noktasında (ekseninde) serbest piyasa ekonomisi yer almıştır. Değişim endeksli bu dinamik sarmal, serbest piyasa ekonomisinin hem altyapısında (üretim, istihdam, ticaret, fiyat, parasal piyasalar, teknolojik dışsal ekonomilir vb.) hem de üst yapısında (devlet, din, kültür, hukuk, etik, sosyal, politik vb.) hızlı değişim ve gelişim ivmesi kazandırmıştır. Birbirlerini etkileyen bu değişkenler kümesinin odak noktasında rekabet, özgürlük, kalite, bilgilenme, işbirliği, katılım a demokrasi ve bütünleşme kritik unsurları yer almış  ve bu unsurlar kısa sürede küresel konsensüse diğer bir deyişile "Küresel Vizyon haline gelmiştir. Bu değişim süreci içersinde birçok ülke, gelişme ve kalkınma için çeşitli ekonomik ve politik ideolojileri sahneye koymalarına rağmen bu ekonomik modellerin rekabetçi ve yenilikçi dinamiklerdenyoksun olması sonun başlangıcı olmuştur.Bu rekabetçi ve yenilikçi motifler sanayileşmenin gelişmesinde sürükleyici bir işlev üstlenmiş, teori-model-uygulama ve yorum aşamaları bir dairesel permütasyon içinde kararlı bir birliktelikle oluşturmuşlardır.  Bu çalışmanın amacı,  maliyet ve yönetim muhasebesinin tarihsel kökenini ve gelişimini açıklamak için kaleme alınmıştır. Bu çalışma, modern yönetim muhasebesi sistemlerini geçmişe başarıyla bağlayarak daha iyi anlaşılmasını sağlamayı hedeflemektedir.. En eski yönetim araçlarından biri olan maliyet muhasebesinin varlığının çok eskilere dayanmaktadır. Maliyet ve yönetim muhasebesinin resmi başlangıcı, büyük ticari işletmelerin ortaya çıkışıyla karakterize edilen on dokuzuncu yüzyıldaki sanayi devrimine atfedilmektedir. Parker'a (1969) göre on dokuzuncu yüzyıl, muhasebe tarihçileri tarafından maliyet ve yönetim muhasebesinde önemli gelişmelerin yaşandığı ve günümüzde kullanılan yöntemlerin çoğunun imalat şirketlerinde ortaya çıktığı “maliyet rönesansı” olarak değerlendirilmektedir. Kavramsal/ Kurumsal Çerçeve/ Gerekçeler ve Bağlantılı Konular Muhasebe, iktisatçıların kullanmadan edemedikleri iki ölçme disiplininden biridir. Diğeri istatistiktir. Gerek muhasebe gerek istatistik (daha ziyade indeks sayılar), aynı zamanda birer yalan söyleme yöntemidir. Kim bilir belki de muhasebenin yalan söyleme aracı olmaması içindir Finansal Raporlama Standardı (BOBİ FRS)’ ,“Türkiye Muhasebe /Finansal Raporlama Standartları (TMS/TFRS) ve KÜMİ FRS taslağı.Bu arada yalan dünya deriz ama yalan olan dünya değil insanlardır. Doğada, insanların ağzından çıkanlar hariç,her şey, gerçektir. Hatta denir ki; yalanın üç türü vardır.i-Bencil duygularla söylenen “Siyah Yalan”;ii-Diğerkâm duygularla söylenen “Beyaz Yalan”,ve en fenasıiii-Ortaya çıksa bile kimsenin umurunda olmayan, grup çıkarı ve aidiyet duygularıyla söylenen “Mavi Yalan” .. Benzer bir “yanıltma gücüne göre sıralama” muhasebe için de yapılabilir. i. Hesaplar ii. Finansal tablolar iii- Vergi Usul Kanunu'na uygun, denetimden geçmiş çok sayfalı mufassal raporlar. Muhasebenin mekaniğine, eskilerin muzaaf dediği “çift kayıtlı defter tutma” (double entry bookkeeping) denir. Çift kayıt yöntemi harika bir keşiftir. “Alan borçlu, veren alacaklıdır” mantığına dayanır. Muhasebe, iki yönlü hesap demektir. Münakaşa, mübadele, münazara, mukabele, müsabaka vs gibi iki taraflı bir eylemi anlatır. Bir işin muhasebesini yapmak, onun “getirisini-götürüsünü”, “fayda ve zararını”, “nimet ve külfetini”, “kârını-zararını” birlikte ele alp değerlendirme demektir. Bu değerlemeye zaman boyutunu da katmak gerekir. Çünkü yapılan işlerin veya alınan önlemlerin külfeti ile nimeti aynı anda oluşmaz. Bunları dönemsel olarak eşleştirmek gerekir. Bu da muhasebede “zamanlama” (timing) sorunudur. KİME?  Üstteki bölümde fayda ve zarardan bahsedildi. Burada sorulması gereken temel soru “kime?”dir. Yapılan bir işin, alınan bir önlemin faydası kime, zararı kimedir? Çünkü toplumun her kesimi alınan kararlardan aynı şekilde etkilenmez. Bu sebeple muhasebenin ilk ilkesi de zaten “Ayrı Kişilik” (Separate Entity) olarak belirlenmiştir. Mesela siyasi iktidarın aldığı veya muhalefetin önerdiği iktisadi veya mali bir karar, toplumun bazı kesimlerine yarar sağlarken, diğerlerine zarar verebilir. Kararı yanlış (zararlı) veya doğru (faydalı) bulan yorumcu “kimin için” bu muhasebeyi yaptığını, önceden ortaya koymalıdır. Bu sebeple, muhasebenin ürettiği “kâr/zarar” cetveli ile “bilanço” tablosunun üstüne mutlaka bir “isim” yazılır. Bu isim, gerçek veya tüzel kişi olabilir. Her gelir veya gider ya da varlık veya yükümlülük kime aitse onun adı altında kayda alınır. “Ayrı Kişilik” ilkesi gerek özel gerek kamu sektöründe muhasebe tutmanın belalı bir konusudur. Tek bir “patron” (gerçek kişi/devlet veya belediye başkanı) tarafından yönlendirilen ancak görüntüde ayrı kişilikleri varmış gibi duran firma veya kurumların mali tabloları gerçeği göstermez. Bu gibi vakalarda sonuçlara “bütünsel /holistik” bakılır. Maliyet ve Yönetim Muhasebesinin Tarihsel Kökeni Akademik literatürde,  Yönetim Muhasebesinin tarihsel kökeni   ekonomik yaklaşım ve  ekonomik olmayan yaklaşımlar  olarak iki farklı pencereden ele alınmaktadır.Sanayi devrimi ile gelen makineleşmenin, emek yoğun üretimden sermaye yoğun üretime doğru giden süreçte bir dönüm noktası olduğu söylenebilir. Böylece ürün maliyetleri basitçe hesaplanan hammadde ve işçilik giderlerinin toplamı olmaktan daha karmaşık bir hale gelmiştir. Çünkü üretim faktörleri için yapılan sermaye yatırımları da ürün maliyetlerinin bir unsuru haline gelmiştir. Sanayi devriminin getirdiği çok sayıda farklı kalemin maliyet bünyesine katılması ve kontrolünün zorlaşması yöneticilerin karar vermek için daha fazla bilgiye ihtiyaç duymasına yol açmıştır. Böylece bu döneme kadar en basit haliyle birkaç kalemden oluşan toplam maliyete bir kar marjı eklenmesiyle elde edilen fiyat, artık daha rekabetçi bir ortamda; daha fazla bilginin referansında oluşmaya başlamıştır.. Dolayısıyla, sadece fiyatlandırma için dahi; hem rekabet gibi işletme dışı koşullar hem de kimi sabit kimi değişken olan; kimi sermaye yatırımına dayalı kimi ise basitçe hammadde kullanımından gelen birbirinden çok farklı maliyet kalemlerini de etkin bir şekilde yönetme ihtiyacı gün geçtikçe artmıştır. Araştırmacı J. Maurice Clark, yönetim karar alma süreci için sabit maliyetlerle değişken maliyetler arasında ayrım yapmanın önemine vurgu yapan ilk akademisyendir (Johnson ve Kaplan 1987, 154;). Clark “farklı kararlar için farklı maliyetler” yaklaşımını getirmiş ve maliyet bilgisinin- finansal muhasebe bilgisinin aksine- herhangi bir standarda ya da prosedüre tabi olmadan işletme karar alma sürecinde ihtiyaç duyulduğu haliyle kullanılması gerektiği savunmuştur (Johnson ve Kaplan 1987, 155). Clark’ın 1923’te yayınladığı "The Economics of Overhead Costs (Genel Üretim Giderleri Ekonomisi) teorik olarak da sabit ve değişken maliyet ayrımının kavramsal bir çerçeveye oturmasında öncülük etmiş eserlerdendir (Frank 1990, 157) İşletme faaliyetlerinin ve başarı düzeylerinin mali anlamda değerlendirilmesini amaçlayan ve bir bilgi sistemi olarak ortaya çıkan muhasebe kavramı, M.Ö. 3000 yılına kadar uzanan bir geçmişe sahiptir (Güvemli, 2000: 8). Diğer bir ifade ile uygarlıkların oluşumu ile birlikte muhasebenin de oluştuğu söylenmektedir (Selimoğlu vd., 2009: 220). Bu kadar eski bir tarihe sahip olan muhasebenin bilimsel kurallarla incelenmesi ancak 1494 tarihinde gerçekleşmiştir. Muhasebeye ait bilinen bilimsel ilk yapıt 1494 tarihinde Luca PACIOLI adında bir İtalyan rahibi ve matematikçi tarafından kaleme alınmıştır. PACIOLI, muhasebeyi çift yanlı defter tutma olarak tanımlamış ve  yayınladığı eserde; envanter ve yevmiye defterindeki kayıtlarla, stokların değerlendirilmesi tahsili olanaksız alacaklar için karşılık ayrılması, kâr ve zarar hesaplarının tesisi, mizan, bilançoların düzenlenmesi gibi çift yanlı defter tutma sistemine ilişkin usul ve kurallar ortaya koyarak günümüzde uygulanan muhasebe teorisinin temelini atmıştır (Uragun,1993: 2). Çift taraflı kayıt sistemi, genel olarak muhasebenin miladı kabul edilmekle birlikte, yönetim muhasebesinin başlangıç noktası olan maliyet muhasebenin ilk uygulamalarının; çift taraflı kayıt sisteminin bulunmasından daha önce kullanılmaya başlandığını öne süren muhasebe tarihçileri mevcuttur (Abs 1954, 487; Garner 1947, 286; Edler 1937, 228-230). Abs’e (1954) göre 1400’lü yıllara ait olduğu öne sürülen ve İtalya’da bulunan yün işletmesi kayıtları sipariş maliyetlemenin ilk örneğidir Garner (1947, 230) ise maliyet muhasebesine ilişkin ilk profesyonel uygulamalarının İngiltere’de Kral VII. Henry döneminde (1485-1509) gerçekleştiğini savunmaktadır. Buna göre, o dönemde faaliyet gösteren yün üreticileri lonca kısıtlamalarına maruz kalmamak için küçük köylere taşınmışlar, kitle satışlar yerine daha bireysel bir şekilde farklı satış kanallarına yönelmişlerdir. Rekabet arttıkça düşük fiyatlarla avantaj elde etmek isteyen bu üreticiler, düşük fiyatla ürün sunabilmek için maliyetleri düşürmeye odaklanmak zorunda kalmışlardır. XVI. yüzyıl kayıtlarında ise Christopher Plantin adlı Fransız bir yayıncının işçilik, mamul maliyeti gibi maliyet unsurlarını yayın bazında hesaplayarak kayıt tuttuğu görülmektedir (Edler 1937, 235 Garner 1947, 385-387). Bu uygulama da teorik olan yüz yıllar sonra kavamsallaşan iş maliyetleme “job costing” örneği olarak kabul edilebilir. Görüldüğü gibi yönetim muhasebesinin köklerini aldığı temel maliyet yöntemlerinin tarihi oldukça gerilere gitmektedir. Öte yandan, literatürde “yönetim muhasebesi” ifadesi ancak XVIII.yüzyıl sonlarında başlayan Sanayi Devrimi ve dünya savaşları döneminde değişen çevresel koşullar, ticari ihtiyaçlar, gelişen endüstri ve kısıtlı kaynaklarla maksimum faydayı sağlama zorunluluğu gibi faktörlerin etkisi ile kavramsallaşmış ve gelişmeye başlamıştır.  Çok eskiden beri devletler vergi topluyor ve defter tutuyordu. Gutenberg'in matbu İncil' inden 40 yıl sonra ilk matbu muhasebe metinleri görüldü. Marco Polo, İpekyolu, akdenizin ticarileşmesi Rönesans dönemi derken ticari gemilerle merkantalizm dönemine geçiş zamanı geldi (Caspari, Caspari,2014,.274-275). Bir kaç yatırımcı bir araya gelip bir gemi hazırladılar, seyahate gitti ve dönüşte seyahatin hesabını tutmak istediler. Gemi yükünü boşaltıp sonraki seferine çıktı. Harcamanın ne kadarı ilk sefer için, ne kadarı ikincisi içindi (Cost Allocation Concept) Çok sayıda insan, coğrafya, takasa konu mal, para derken kayıt güvenliğini sağlamak için iki defter tutuldu, henüz denklik aranmıyordu (Double-Entry Bookkeeping) İngilizler gider yükleme (charge) fikriyle ve Hollandalılar defter-i kebir (Ledger) ile katkıda bulundu. Artık işler büyümüştü, gemileri donatmak ve sayıca artırmak için daha büyük paralar gerekiyordu. Böylece farklı amaçları olsa bile sermayesiyle sınırlı hissesi olan yatırımcılar bir araya geldi (Corporate Form of Organization) Seyahatler bazen yıllarca sürebiliyordu, bu dönem zarfında sahip olduğu payı satmak isteyenler oldu. Rastgele dönemlerde kâr paylaşımı yapıldı (Accrual Basis of Accounting) Kâr paylaşımı yapabilmek için stok bilgisi gerekiyordu, gemiler dünyanın başka bir ucundaydı ve bu nedenle fiziki maldan ayrı olarak kaydi stok bilgisi oluşturuldu (Perpetual Inventories) Gemiler çoğaldı, seyahatler sıklaştı, dolayısıyla çakışmalar görüldü. 1658 de İngiltere' de sürüp giden faaliyet fikri ortaya çıktı (Continuous Corporate Life). Seyahat sonrasında gemiyi tekrar donatabilmek için paraya ihtiyaç vardı ve diğer taraftan seyahate para yatıranlar belirli dönemlerde karşılığını almak istiyorlardı. Böylece sermaye ve kâr payı fikrine gelindi (Periodic Dividends). 1720 de hisse senedi piyasasındaki sahtekârlıkları önlemek üzere İngiltere' de Bubble Act ilan edildi, yatırımcılar rahatsız oldu ve yaklaşık bir asır süreyle yeni şirketleşme olmadı (Stock Market Regulation) Birinci Sanayi Devrimiyle sermaye ihtiyacı büyüdü. Yatırımcılar "güven" hissedimiyordu. Bu noktada muhasebe bilen dış denetçiler görülmeye başlandı (External Auditor) 18. yüzyılın sonunda çift defter ve gider yükleme sistemleri birleşerek bugünkü anlamına kavuştu. Bilanço ve Gelir Tablosu yaratıldı. Dış denetçilere "denetlenebilecek zemin" sağlamak üzere ürün maliyeti fikri icat edildi. Böylece tüm harcamalar ürünlere yansıtılabilecekti (Accounting Product Cost) ABD de kitle tipi üretim başlamıştı, yönetim kararları ürün maliyetine dayandırıldı, henüz arz talebi karşılayamıyordu ve her fiyat uygundu (Cost Based Decision Making)  Ürünler çeşitlenince tek tip uygulama yerine ürüne göre ince ayar denendi (Engineered Product Cost) .ancak sistem zamanın yöneticilerine karışık göründü, I.Dünya Savaşı sonrasında tamamen bırakıldı, ürün maliyeti hakim yöntem oldu. Bu dönemde okullarda muhasebeciler yetiştirildi, bu muhasebeciler devam eden yıllarda yönetici oldular ve ürün maliyeti uygulamaları sanayinin iyice içine işledi. Savaş döneminde ABD hükümeti maliyet+%kâr zorlamasıyla süreci pekiştirdi. Dönemin ekonomisinde rekabet yoktu, piyasalar mala açtı, kârsız olduğu görülen ürünler iptal edildiğinde diğer ürünlerin maliyetinin artması kimseyi rahatsız etmiyordu (Gross Margin Analysis). Büyük Buhranla bir kesinti yaşandı, bunun üzerine ABD de Generally Accepted Accounting Principles (GAAP) konuşulmaya başlandı. Aslında üzerinde anlaşılmış bir konu falan yoktu, söz konusu prensiplerin yazılı olarak belirmesi 50 yıl sonraya kalacaktı! (Product Cost as Conventional Wisdom) Bu piyasa ortamında maliyet ve fiyat kavramları evli hale geldi (The Price-Cost Relationship Concept). Borsaya kayıtlı şirketlere dönük kâr beklentisi yöneticilerin kafasında maliyetlerle gelirleri yakından ilişkilendirdi, özellikle uzun vadede maliyet ve gelirin aynı yönde hareket edeceği kanısını doğurdu (Cost Coupled with Revenues for Control) Eğer her ürünün fiyatı "ürün maliyetinden" yüksekse ve kâr oranı genel giderleri karşılayacak kadar yüksekse VE üretilen tüm ürün satılmışsa şirket kâr edecekti (Control by Numbers).  Hikâye şimdilik burada kalsın...Ama yine de  gerisi ile ilgili bir kaç söz.... Dünya çok yüksek tansiyonu olan bir hasta olarak mevcut görünümü ile ani bir kalp krizine işaret eden emareler,, riski büyük ölçüde arttan bir krizin fragmanlarını bugünlerde izliyoruz . Varlığımız için kolektif olarak tamamen bağımlı olduğumuz bu gezegenin gezegensel sınırlarlarında çok hızlı bir  vahşi  deneyin  sonuçlarını istemesekte seyretmek zorunda kalıyoruz.  İktidarları elinde tutan sermaye gruplarının , finansörlerin ve şirket yöneticilerinin kısa vade palyatif çözümlere yönelmek yerine kalıcı adım atmaları ve değişime öncülük etmeleri krizin derinleşmesini önlemede önemli bir kilometre taşı olacaktır.. Çok yakında belki 10 yıldan az geriye dönüp baktığımızda ve kelimenin tam anlamıyla yarının balık ve cips ambalajı olacak  gazetelerin manşetinin () ya da marjinal olarak geliştirilmiş tüm şarkıları, tüm dans ürünü lansmanlarının yolumuza çıkan felaketerin yarattıcısı olduğunu  sorgulamak zorunda kalacağız.Sanayi devrimi, yüzyıllar boyunca logaritmik olarak büyüyen bir  enerji dönüşümü olduğunu ve bu süreçte; üretim, ulaşım ve iletişim teknolojilerinde “yaratıcı yıkıcılık” diye adlandırılan değişim ve dönüşümleri beraberinde getirmiş, serbest piyasa (kapitalizm) ekonomik modelinin ürün odaklıdan bilgi odaklıya evrilmesine ve   dolayısıyla  inceleme konomuzla ilgili olarak da Muhsebe Biliminin de teorik ve pratik çok derinden etkilemiştir. Günümüz işletmeleri de logaritmik olarak dairesel permütasyonu içinde çok boyutlu ve çok katmanlı paradoksal bir eğilimle  büyüyen çevresel, sosyal ve kurumsal yönetişim [(ÇSY) / (ESG)] uygulamaları ile sürdürülebilirliklerini güvence altına almak zorundalar. 1990’ların ortalarında ortaya çıkan  bu yeni kompleksite  paradigma daha bütüncü (holistic), tamamlayıcı (integrative), çevreci (ecological) ve güçlendirici (empowering)’nitelikleri birlikte barındırmakta ve  kurumsal sürekliliğin tanımlayan değerlerin temelini oluşturmaktadır. Bu nedenle muhasebe  tüm unsurların doğrusal sebep-sonuçlarından ve anlık resimlerden çok değişim düzenlerini görmek için hazırlanması gereken bir çerçeve olmak ayrıca geniş  kitlelerin katma değer kaynağı olan eşitlik, şeffaflık,  hesap verilebilirlik ve sorumluluk çerçevesinde aktif ve gerçeki veri gereksinmelerine yanıt  vermenin yollarını aramaktadır.  Antroposen çağında – biraz da iklimsel değişikliğin ve Kovid 19 ve devam edegelen varyantlarının etkisiyle - ekolojik aydınlanmadan söz etmenin zamanı geldi hatta geçti bile. Ekolojik perspektif, insan merkezli bakış açısını bir yana bırakıp eko-merkezli (kimilerince biyomerkezli) bir bakış açısına sahip olmayı ifade ediyor. Bu perspektif eko-toplumsal ve eko-ekonomik boyutları da içeren bir biçimde ele alındığında “sürdürülebilir yaşam” odak noktasına zoom yapmamız gerekliliğini anlatır bizi. Dikkat edilirse, “sürdürülebilir kalkınma” kavramının dar anlam kalıbına ve ideolojik tartışmalarına takılıp kalmamak için “sürdürülebilir yaşam” deyimini yeğledik. Holistik nitemi   bütün anlamına gelen “holos kökünden gelmektedir. Yunanca’dan kaynaklı bu sözcüğün 1926’da Jan Christiaan Smuts tarafından “Holizm ve Evrim” yapıtında holizm olarak kullanıldığını görüyoruz. SmutsH holizm ile indirgemeci yaklaşıma karşıt bir biyolojik evrim anlayışını ortaya atmıştır: bütünsellik. Batı’da 1960’lardan sonra üç onyıl pek fazla akademik radarlara girmeyen holizm 1990’lardan sonra tekrar gündeme gelmiştir. Oysa Doğu’da bu kavram yaşamın ana felsefesidir. Holistik yaklaşımın dizgesel (sistemik) ve diyalektik bakış açılarıyla birlikte düşünülmesi gereğinin altını çizerek belirtelim. Aksi halde beklenilmedik ekonomik krizler anlamındaki siyah kuğuyu; iklim değişikliğinin getirdiği karmaşık krizler anlamındaki yeşil kuğuyu anlamak olanaklı olmayacaktır.. Holistik operasyon ve muhasebenin birlikte  gelişimini günümüzde sürdürülebilirlik paradigması ile bütünleşen  paydaş katılımı, sosyal sorumluk, sürdürülebilirlik ve çevre bilinçlenmesi  konuları önemli rol oynamıştır. 1990 sonrasında şirketlerin sadece sermaye sahiplerine karşı sorumlu olmadıkları, bütün “paydaşlarına” değer yaratmak olduğu kabul gördü ve bu anlayış hızlı bir biçimde yayıldı. 1994’larda şirketlerin kârlara olduğu kadar sosyal ve çevresel kaygılara da odaklanarak kurumsal sosyal sorumluluğa bağlılık düzeyini ve zaman içinde çevre üzerindeki ekolojik etkisini ölçmesi gerekliliğini 1990’larda Elkington (1997) Üçlü Alt Çizgi (Tripple Bottom Line) teorisi ön planda yer aldı. Reinders (2003) “İnsan, Doğa ve Kâr prensibi” (People Planet Profit principle) değerlendirmesine göre, şirket sosyal sorumluluğu şirketlerin insan gücüne ve çevreye duyarlı olmasını gerekliliğini ön plana çıkardı. Tüm bu teorik ve uygulamaya dönük gelişmeler süreklilikten ( corporate continuity ) Sürdürülebilirlik (corporate sustainability) paradigmasına dönüştü.  Diğer bir deyişle; kısa vadeli düşünmeden uzun vadeli düşünmeye, kâr maksimizasyonundan rakipl paydaşlığına , büyümeden sosyal, çevresel ve  ekonomik etkileri dengeleyerek kalkınma ve gelişimeye, para ile ölçümden para dışında farklı ölçümlere, tüketimden  tasarruf ve üretime, küreselleşmeden yerelleşmeye , İnovatif: ve yapay düşünceden entegre düşünceye dönüştü (Çoşkun.2021, s.19). Muhasebe artık, küresel regülasyonlarla uyumlu ,çevresel, sosyal ve yönetişim odaklı değer yaratan  yaklaşım ve stratejilerin ve sürdürülebilirlik performanslarına ilişkin raporlamalarda ön planda olmak   zorunda. Diğer bir deyişle muhasebe, paydaşları, paydaş gereksinmeleriniı ve bu gereksinmelere  yanıt verecek veri ve ölçütleri geliştirmede büyük sorumlulukları bulunmakta. Bu bağlamda,muhasebe, İşletme yönetim süreçlerine kaldıraç etkisi yaratacak bilginin üretilmesi ve paylaşılması amacıyla, iş hayatının öne çıkardığı ölçme ve değerlendirme esaslarını da içerecek bir biçimde, ÇSY (ESG) metriklerinin kildini açarak verilerden raporlamaya geçişte yeni teorik ve pratik zengin ufuklar vaat etmekte .  Devamı pek yakında....Pruvamız neta rüzgarımız kolayına olsun... ----------------- Referans i-Caspari,John A.,Caspari,Pamela, (2004), Management Dynamics: Merging Constraints Accounting to Drive Improvement,1st Edition,Wiley; 1st edition (September 13, 2004) 264-280.. ii-Cost And Cost And Management Management Accountıng, Laser Typesetting by Delhi Computer Services, Dwarka, New Delhi Printed at M. P. Printers/July 2017,https://shorturl.at/ENOU0 iii-Güvemli, O. (2000) Muhasebe Tarihi I. Cilt, Süryay: İstanbul. • Hansen, R. D., Mowen, M. M. ve Guan, L. (2007) Cost Management Accounting & Control, South-Western Cengage Learning: Mason. iv-Uragun, M. (1993) Maliyet Muhasebesi ve Mali Tablolar, Yetkin Basımevi: Ankara v-Yükçü,Atağan ,"20. Yüzyılın İlk Yarısında Maliyet Muhasebesinin Gelişimi",39-61https://www.acarindex.com/dosyalar/makale/acarindex-1423909009.pdf vi-Bekçioğlu,kaderli,Köroğlu,sezer."A New Cost Accounting Concept by the End of 20th Century": Strategic Cost Management ,https://dergipark.org.tr/tr/download/article-file/319865 vii-• Selimoğlu, Seval Kardeş., Aslan, Ü. ve Güvemli, Batuhan. (2009) “12. Dünya Muhasebe tarihi Kongresinde Sunulan Türk Akademisyenler ve Uygulamacıların Bildirileri; Bir Literatür İncelemesi”, Muhasebe ve Finansman Dergisi, s.42, ss.217-228 https://dergipark.org.tr/tr/pub/mufad/issue/35618/395834#article-authors-list viii-Coffman, Edward N. ,Lazdowski, Yvette, J.  and Previts, Gary John,(2014), "A Hıstory of The Academy of Accountıng Hıstorıans: 1999-2013",The Accounting Historians Journal Vol. 41, No. 2 (December 2014), pp. 1-73 (73 pages) ,https://www.jstor.org/stable/43487010  ix--Degos,.Jean-Guy,(2007), ,”Muhasebe Tarihi Araştırma Yöntemler”, Muhasebe ve Finansman dergisi, Ocak 2007,sayı:33, https://dergipark.org.tr/tr/pub/mufad/issue/35602/395503 x-Johnson, H. T. ve R. S. Kaplan. (1987),. “Relevance Lost: The Rise and Fall of Management Accounting”. Boston. Harvard Busines Press. https://coin.wne.uw.edu.pl/pmodzelewski/The%20rise%20and%20fall%20of%20management%20accounting.pdf xi-Çoşkun,İzel Levi,(2021) Süreklilikten Sürdürülebilirliğe Bir Kurumsal Sürdürülebilirlik Yolculuğu, Artasan Yayınları,İstanbul.. xii-Zor, Ümmügülsüm ,(2019), "XV. Yüzyıldan Günümüze Yönetim Muhasebesinin Tarihi", Muhasebe Bilim Dünyası Dergisi Aralık , 21(4); 944-955  Gelişimi,https://dergipark.org.tr/en/download/article-file/908100 xiii-Mena,Reynaldo Fraustol,İllescas,C.P Reyna Yezika,(2008), İspanyol Öncesi Dönemde Meksika’da Muhasebenin Kökleri ve Gelişimi,Yıl 2008, Sayı: 38, 220 - 228, https://dergipark.org.tr/tr/pub/mufad/issue/35612/395714 xiv-Elmacı,Orhan,Ergin,H, (1999),Maliyet Ve Yönetim Muhasebesinde Yeni Açılımlar: Stratejik Yönetim Muhasebesi,Dumlupınar Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi,https://dergipark.org.tr/en/download/article-file/55127  

Kurumsal Kalite Algısındaki Yanılsamalar!...

Kurumsal Kalite Algısındaki Yanılsamalar!... BİLİM TEKNOLOJİ 5,0     24.01.2013 22:33:09 A+ A- İlksöz;:Kelimeler gördüklerimizi kavrayamıyorsa ya da gördüklerimiz kelimelere sığmıyorsa konuşmak ne işe yarar? Ülkelerin zenginliği nasıl belirlenir? zenginlik nasıl ölçülür? kıymetli maden, döviz stoku ile mi? Doğal kaynakları, altın madeni, petrol, doğalgaz yataklarının varlığı ile mi? Beşeri sermayesi, bireylerinin niteliği, becerisiyle mi zenginlik ölçülür?. Ülkelerin zenginliğini doğal kaynakları, altın stoku değil beşeri sermayeleri, bireylerinin nitelikleri, becerileri, değer yargıları belirliyor. Ülkelerarası farklı doğal kaynaklar, altın, kıymetli maden varlıkları değil,  insan yaratıyor. Doğal kaynak fakiri yüzlerce irili ufaklı adaya sıkışmış, yüzölçümü Türkiye'nin yarısından az olan Japonya, dünya sıralamasında önde de, Türkiye niçin hep gerilerde. Farkı insan öğesi yaratığı kesin.. Milletlerin zenginliğinin doğasını ve nedenlerini araştıran  ünlü iktisatçı,  insan faktörünün öneminin belirleyiciliğini yüzyıllar öncesi görmüş.  Buna göre, milletlerarası zenginlik farkını, işgücünün beceri, nitelik farkı ile işgücünün üretime katılma oranı nın belirlediği tezini ileri sürmüş.  Ayrıca zenginlik bağlamında adalet, emniyet, hukuka bağlılığın önemini vurgulamış, Bunları çağdaş bir devletin olmazsa olmazları olarak tanımlamış.   zenginliğin ölçüsünün toplam değil, topluluğun bireylerinin ortalama zenginliği olarak tespit etmiş. Buna göre milletlerin zenginliği için: Bireylerin becerisinin yükseltilmesi, nitelikli işgücünün istihdamının artırılması, zenginliğin dengeli dağıtılması gerekliliğine vurgu yapmış. İleri sürülen bu klasik görüş günümüzün  neo liberal, refah, zenginlik anlayışına kıyasla çok daha ileride olduğu yadsınamaz bir gerçek Fizikteki birleşik kaplar kuralı gereği toplumun hemen hemen her kesiminde ki düzeyin giderek düştüğünü gözlemlemek mümkün..... Sporda dahi yapılan saldırıganlıklar  sonra şampiyonluk geyikleri bile ne hale geldiğimize ayna tutmakta...: Nefret, öfke, kin, aşağılama, alaya alma yüreği güzel bir öğretmenin kalbine de ağır gelmesi... gelecek kuşaklara şiddet musallat olduysa, artık ivedi önlemlerin alınması gerektiğinin resmi.. Allah kimseye nefretiyle yalnız kalma cezasını vermesin. Kadim öğretilere göre, varlığımızı kusursuzluğa taşıyan şeyler şunlardır: - İyi düşünceler - İyi sözler - İyi işler Düşünce, söz ve işlerimizde iyiliği istemek ve iyi olmak gerekir. Bazen yine de onurlu, kişilikli davranışların saygı doğurması, taktir, beğeni toplaması, övülmesi bir umut… Ancak geniş bir kitlenin desteği ile ülkede şarlatanlar, ağzı kalabalıklar, tafra satan, yüksekten atan ama işe yaramayanlar, Kurumlara ve ülkemiz bu davranış biçimlerinin, değer yargılarının değişmesiyle ancak müreffeh olabileceği tartışmasız bir gerçek..   Ülkenin düzgün, bilgili, özverili, onurlu, mücadeleci insanlara bu iştiyakının sembollerine gereksinim var....... Ülkede düzgün, nitelikli, onurlu,  kişilik sahibi olanlarla şarlatanlar, yarı bilgililer, çıkarcılar arasında savaşı sürmekte... Hangi eğitimi almış, hangi siyasal görüşte olursa olsun, niteliksizler arasında gizli koalisyon,  kurumlarda, örgütlerde oluşmakta.. Bu koalisyonu, yaşamın her alanında  hemen hemen  tüm kurumlarda gözlemlemek olanaklı.. Niteliksizler sayısal çoğunluklarıyla egemen... Toplumda başarısızlık, kişisel davranış bozukluğu, sorunlar, niteliksiz çoğunluğun egemenliğinden kaynaklandığından hiç şüpheniz olmasın... Ünlü bir bilim adamı, "karşı karşıya kaldığımız sorunlar onları yarattığımız düşünce düzleminde çözülemez" diyor.   Yani paradigmayı (bakış açısını) değiştirmemiz gerektiğini söylüyor. Yeni yaklaşımlar, yeni kavramlar, yeni stratejiler, yeni yöntemler,  yeni kurallar  ve uygulamalar.. Dün olduğu gibi bugün de tüm kurum ve kuruluşlar da temel parametre zamana uyum  kapasitesi. Diğer bir deyişle, Sürdürülebilir yetenekleri geliştirebilme kapasitesi. Derste  hem hocaya, hem diğer öğrencilere saygı göstermeden dersin huzurunu bozacak eylemlerde bulunacaksın, küçük beyninle karşıdakini "ti" ye almaya çalışacaksın. Yönetici olduğun kurumda "pragmatizm" anlayışı ile Her türlü kayırmacılık yapıp,  yandaş,  akraba eş dost kayırma ("nepotizm") yapıp  diğerlerini ötekileştireceksin… sokakta yürürken, araba kullanırken, karşıdan gelene saygı göstermeyeceksin,  herhangi bir yerde yemek yerken ağzından çıkan seslere dikkat etmeyeceksin, trafik sıkıştığında emniyet şeridini kullanacaksın, İnsanlarla ilişkilerinde mesafeyi çıkarlarının belirlemesini düşüneceksin, oturduğun evin alt katındakilerin başında takır tukur yürüyeceksin, Üst katındakilere süpürge sapıyla uyarı vuruşları yapacaksın,  markette kasaya yaklaşırken  insanları ezmeye çalışacaksın,  çalıştığın kurumda, ortak yaşam alanlarına  ve kullanım alanlarına en ufak bir özen göstermeyip kendi malın gibi kullanacaksın,  çalışanlarınla, zorunlu olmadıkça yüz yüze gelmeyeceksin. Sonra da. kurumunuzun kaliteli olduğunu öne sürüp sözüm ona "kalite birimleri" kurup ,kaliteden bahsedeceksin.. Bunu tüm paydaşlarına, eşine dostuna gururla anlatacaksın, çıktılarının kalite kontrolünü; bir iki kişi ile sınırlandıracaksın. Ve bunun "kalite üretmek için" yeterli olduğunu düşüneceksin. Hadi canım sende!... "Kalite" insanın ve kurumların  tüm yaptıklarının  toplamında ortaya çıkmakta ve sadece yandaşların değil tüm paydaşların mutluluğu; "Ya var  ya da yok".  "Bunun ortası yok"!... Böyle yazıyor kitaplar. Böyle söylüyor konun uzmanları. O yüzden kalite, kullandığınız araçların / binaların kaliteli olması meselesi değil, insana dair bir konu. Özünde , öznesinde insan var. Kalite bir sistemi tanımlar. Sistemi oluşturan alt sistemler zincirin en zayıf halkaları. Kurumsal olarak hem girdiyi, hem süreçleri hem de çıktıyı kalite hale getirmek.  Bu süreci kurumsal olarak tamamlarken tüm paydaşların  memnuniyetini sağlayabilmek bütün mesele bu!... Yaşam alanlarımızda muhakkak karşılaştığımız gücü (yetki /otarite/para vb..)   ellinde bulunduran bu tiplemeler sadece yandaşlarına her türlü menfaatleri esirgemeyenler, akraba eş dost kayırmakla ("nepotizm")  kurumun kalitesi artmıyor. Siz arttığını sansanız bile!... Ve kısaca kalite; tek tek kişilerle belirlenecek bir kavram değil, top yekun bir sonuç. Yani sistemin tamamını içine aldığından "Toplam kalite" denilmiş. Kurumunuzun kalite algısı, "idare eder" düzeyinde kaldığı sürece;  Kaliteden söz etmek mümkün değil. Kalite denetimi yapanları yanıltmak kolay, zira iki tane çıktıya ya da sürece bakıp onay verirler.. Önemli olan çıktınızın  piyasadaki değeri. Çıktınızın  piyasadaki imajı.. Siz ne kadar kaliteli çıktı ürettiğinizi iddia etseniz bile!... Ancak en zoru yöneticinin / insanları ve kendini kandırması. Siz hiç merak etmeyin; Piyasa sizin ve çıktılarınızın ne kadar "kaliteli"olup olmadığını değerlendirmesini kendiliğinden yapıyor. Siz ne kadar Kaliteli olduğunuzu söyleseniz bile!.. Son söz; Hak etmeden elde edilen mevki ve makamların beraberinde getirdiği bir takım ahlak erozyonu kaçınılmaz... Ahlak erozyonu, değerlerin kaybı,   tepkisizleşmek Bu yerleştikten sonra, zaten ört ki ölem. "Kamış ses verince Ney oldum sanır, İp gerilince Yay oldum sanır, Sarayda oturan Padişah oldum  sanır; Abdal ata binince bey oldum sanır,  şalgam aşa girince yağ oldum sanır.." Gökten zembille inip her şeyi bilenler.  Kendilerinden başka  "hiçbir kimsenin önemi olmayanlar ... Burunları havada gezenler ., Küçük dağları yaratmış  tavırlar.  Herkesi küçümseyen bakışlar...  Ön yargılar ve Kadim değerlerden yoksun İnsan tiplemeleri.. Son Söz: Üniversite sadece bilim için değildir, aynı zamanda Hak, Hukuk, Adalet ve Cumhuriyet içinde üniversite gereklidir. Üniversite Cumhuriyet'in sahipliğindedir." "Memleket işlerinde, millet işlerinde, gerçek işlerde, duyguya, hatıra, kardeşliğe ve dostluğa bakılmaz. " Sağlıcakla kalın!... Günleriniz hep aydınlık olsun!.. Yüreklerindeki sevgi daim olsun!.. Yüreği "Berkehan ve Bilgehan Deniz" Kadar temiz olan tüm insanların!...    24 Ocak 2013  

Bitmeyen Sürgün Acısı... Ahıska Türkleri

14 Kasım 1944 Bu tarih üzerinden bugün 79 yıl geçti. İlk söz: “Yaşanmış gerçeklilik anlaşılmadan, yaşanan gerçeklilik anlaşılmaz” "Bu tarih, Türk ve Dünya tarihinin en acı günlerinden birisidir. Ata topraklarım Ahıska bölgesinden, 14 Kasım 1944 yılında 2 saat içinde 90 bin 538 kardeşimiz topraklarından, anılarından, evlerinden, hayatından, eşinden, dostundan zorla kopartılarak hayvan vagonları ile bilinmezliğe doğru sürgün edildi. Bir ay kadar süren bu sürgünde, binlerce soydaşımız yollarda açlık, hastalık ve soğuktan hayatını kaybetti. Zalim Stalin'in aldığı insanlık dışı bu karar halen daha sürmektedir. 77. yılında Ahıska sürgününü acıyla anıyor, bir gün Ahıska topraklarının tekrar öz evlatlarına kavuşmasını özlemle bekliyoruz." (*)     Gazi Üniversitesi  öğretim Üyesi Yunus Zeyrek hoca "Bizim Ahiska" dergisinde http://www.ahiska.org.tr/ Bitmeyen sürgünü bilimsel olarak tüm ayrıntıları ile anlatıyor.Bu yazısının altını çizdiğim önemli satırlarını birlikte okuyalım: "Çarlık Rusyası dönemindeki baskı ve zulümler Sovyet Gürcistan’ı döneminde de devam etti. Onlar hem Rus, hem de Gürcü mezâlimi ile karşı karşıya kaldılar. Türk ve Müslüman olarak yaşamanın bedeli ağırlaşmaya başladı. Bu baskı, Stalin zamanında en yüksek noktaya çıktı. Ahıska Türklerinin önde gelen aydınları, çeşitli düzme suçlarla tutuklanıp ya öldürüldüler, yahut da sürüldüler. Masum insanlar için düzme suçlar icat ediliyordu: Türkçülük, Kemalistlik ve Türkiye taraftarlığı hattaTroçkistlik! Bu yıllar aynı zamanda Gürcü şovenizminin azgınlaştığı bir zamandı. Birçok Türk’ün soyadı değiştirildi: Paşaoğlu,Paşaladze; Alioğlu, Alidze; Dadaşoğlu, Dadaşidze; Zeyneloğlu, Zenişvili… 1938 Sovyet anayasasının kabulünden sonra Ahıskalıların bir kısmını Azerbaycan milleti(!) diye yazdılar. Aynı yıl Ahıska ve çevresine sınır koruması adı altında on binlerce asker yerleştirildi. Bu, yakında çıkabilecek Türk-Sovyet savaşının hazırlıklarıymış! II. Dünya Savaşı yıllarına kadar askere alınmayan Ahıska Türkleri, savaş başlayınca askere alınmaya başlandı. 40.000 civarında insan, Almanlarla savaşmak üzere silâh altına alınarak cepheye gönderildi. Geride kalan kadınlar ve yaşlılar da, Ahıska-Borcom  demiryolu inşaatında çalıştırıldılar. Bu hat 1944 ekiminde tamamlandı. Ahıskalılar, kendilerini vatana hasret bırakacak trenlerin yolunu, kendi elleriyle yapmışlardı!   15 Kasım 1944 tarihi, yalnız Türk tarihinin değil, insanlık tarihinin de kara sayfasıdır. Zira bu tarih, bir kış gecesi 200′den fazla köy ve kasabada yaşayan binlerce insan, birkaç saat içinde ocağından sökülerek yük ve hayvan vagonlarında, Sibirya, Kazakistan, Kırgızistan ve Özbekistan’a sürülmüşlerdir. Sürgün edilenlerin birçoğu yollarda öldü. Sağ kalanlar da, ata vatanından ebedî ayrılığa mahkûm edildiler. Yıllarca dünya kamuoyundan gizlenen sürgünün belgeleri bugün artık sır değil. 31 Temmuz 1944 tarihli “Devlet Savunma Komitesi”nin gizli kaydıyla kaleme alınan kararının altında Gürcü diktatörü Stalin’in imzası bulunmaktadır. Bu karar: “Ahıska, Adigen, Aspinza, Ahılkelek ve Bogdanovka rayonlarıyle Acaristan Özerk SSC’den Türk,  Hemşin olmak üzere toplam 86.000 kişiden meydana gelen 16.700 hanelik nüfustan, 40.000′i Kazakistan SSC’ye, 30.000′i Özbekistan SSC’ye ve 16.000′i de Kırgızistan’a tahliye edilsin.” emriyle başlıyordu. Tahliyenin, SSCB Halk İçişleri Komiseri Beriya tarafından 1944 yılı kasım ayında gerçekleştirmesi isteniyordu. Ahıska Türklerinin malı mülkü de buralara getirilerek iskân edilecek Gürcü ve Ermenilere peşkeş çekiliyordu. Bu hususta şu emirler veriliyordu: “Bölgeye iskân edilen çiftçilere sınır bölgesi için uygun görülmüş miktarlarda arsalar dağıtmak; buradan tahliye edilmiş nüfustan kalan kamu ve hususî bahçe ve bağları yedi yıl vadeli kredi şeklinde yeni gelenlere devretmek; bu bölgeye iskân edilen nüfusu 1945 yılında her türlü vergilerden muaf tutmak; iskân edilenlere Gürcistan Hükûmeti imkân ve fonları çerçevesinde ev hayvanları vermek; boşaltılan bölgeye yeni iskân edilecekleri parasız nakletmek. Taşınma masrafları Gürcistan Hükûmeti’ne özel olarak ayrılmış paralarla karşılanacaktır.“ Bu karar gereğince, 14 kasımı 15′ine bağlayan gece, Türk köyleri askerler tarafından kuşatıldı. Kapılar dövüldü. Birkaç saat içinde, küfür, tüfek ve dipçiklerle köy meydanlarına toplanan halk, kamyonlarla demiryolu boylarına getirilerek hayvan vagonlarına dolduruldu. İnsanlar, haftalar sürecek bir ölüm yolculuğuna çıkarıldılar. Gittikleri yerlerde yıllar sürecek  zorbalıklara ve acılara maruz kaldılar. Sürgünü gerçekleştiren L. Beriya, 28 Kasım 1944 tarihli yazıyla, icraatını Stalin’e rapor ediyordu: “Türklerin ve Hemşenlilerin Gürcistan SSC sınır bölgesinden tahliye işlemleri tamamlanmıştır. Türkiye’nin sınıra yakın kısmındaki nüfusla akrabalık bağları bulunan söz konusu halkın önemli bir çoğunluğu kaçakçılık yapmakta olup muhaceret eğilimi gösteriyor ve Türkiye istihbarat makamları için casus angaje etme ve çete grupları oluşturma kaynağı teşkil ediyordu. Tahliye işlemlerine hazırlık tedbirleri bu yılın 20 Eylül gününden 15 Kasım gününe kadar alınmıştır. Nitekim tahliyeye tâbi tutulan kişilerin sınırı geçmesini önlemek için Türkiye ile devlet sınırımızın korunma ve gözetimi azami şekilde takviye edilerek kuvvetlendirilmiştir. Adigen, Aspinza, Ahıska, Ahılkelek ve Bogdanovka rayonlarında tahliye işlemleri 15-18 Kasım; Acaristan Özerk Cumhuriyeti’nde ise 25-26 Kasım günlerinde gerçekleştirilmiştir. Toplam  91.095 kişi tahliye edilmiştir. Tahliye edilenleri taşıyan katarlar hareket hâlinde olup Kazakistan, Kırgızistan ve Özbekistan’daki yeni iskân yerlerine doğru yol almaktadırlar. Tahliye işlemleri düzenli ve olaysız bir şekilde tamamlanmıştır. Adı geçen sınır rayonlarına Gürcistan’ın toprak sıkıntısı çekilen bölgelerinden 7.000 köylü hanesi iskân edilecektir.“ 1944 sürgününün tahminî rakamları şöyledir: Ahıska: 64 köy, 30.000; Adigön: 72 köy, 40.000; Aspinza: 59 köy, 35.000; Ahılkelek: 11 köy, 5.000; Bogdanovka: 2 köy, 5.000 olmak üzere 208 köyle birlikte toplam 115.000 kişi sürgüne gönderilmiştir.   Stalin bu sürgünü, Kars ve Ardahan’ı Gürcistan’a ilhak etmek için bir hazırlık mahiyetinde gerçekleştirmiştir. Batılı gözlemciler de bu kanaattedir: “Onların sürgün sebebi, Sovyetlerin, Türkiye üzerine yapmayı düşündüğü bir saldırıda, stratejik önemi olan bu bölgeyi Türk unsurundan temizleme maksadıydı.“ Nitekim Sovyet yönetimi, sürgünden hemen sonra bu talebini açığa vurmuş, iki Gürcü profesörüne sözde ilmî yazılar yayınlatmıştır. Stalin’in de bir Gürcü olduğu hesaba katılırsa sürgünün esas sebebinin bu olduğu söylenebilir.     Stalin, Ahıska Türklerini Orta Asya’ya sürerken onların Orta Asya Müslüman Türk boyları arasında eriyip gideceklerini, böylece tarihî kahramanlıkları, Rus askerî arşivlerini dolduran halkın tarihe karışıp gideceğini hesaplamıştı. Hâlbuki onlar dil, din, kültür ve geleneklerini bırakmadı, nerede yaşarsa yaşasın asimile olmadılar.    Savaştan dönen gaziler ve madalyalı kahramanlar, köylerine döndüklerinde ailelerini bulamadılar. Boş evlerde, kimsesiz sokaklarda akrabalarını aradılar! Onların sürgüne gönderildiklerini öğrenince, Orta Asya yollarına düştüler. Bu çile de yıllarca sürdü. Birçoğu aradıkları yakınlarına hiç kavuşamadılar.    Bu trajik olayın kahramanlarından biri Hatem Kurbanoğlu’dur. Onun yaşadığı uzun macerayı özetleyelim: “1916′da Aspinza’nın Van köyünde doğdu. Pedagoji Enstitüsünü bitirip öğretmen oldu. Nişanlandı. Düğüne bir hafta kala 1939′un karakışında askere çağrıldı. Savaşın en çetin safhalarına katıldı, yaralandı. Birçok madalya aldı. Savaş bittikten bir yıl sonra 1946′da terhis edildi. Son iki yıl boyunca evinden haber alamamıştı. Sürgünden haberi yoktu. Tiflis’e geldiğinde, “Bölgede karışıklık var!” denilerek Ahıska’ya bırakılmadı. Sürgün haberini aldı. Orta Asya’da aylarca ailesini aradı. Nihayet buldu ve bollukta nasip olmayan düğün, sürgünde, darlıkta yapıldı. Yeniden Rus dili tahsili yaptı. Öğretmen oldu. Çocuklarının, “Baba madem bu madalyaları kazanacak başarılar gösterdin, niçin sizi sürdüler?” sorularına cevap veremedi. 1987′de emekliye ayrıldı. Kazakistan’da Çimkent’te yaşayan Kurbanoğlu ailesi, ölmeden önce vatana dönmek istiyor.“  1956 yılına kadar hiçbir Ahıskalı oturduğu köyü terk edemez, akrabasını görmek için komşu köye bile gidemezdi! Stalin’in sürgüne gönderdiği Karaçay, Balkar, Çeçen, İnguş ve Kalmuk gibi Kafkasya halkları, Komünist Partisi’nin XX. Kongresinden sonra ana yurtlarına dönme izni aldılar. Kırım Türkleri ile Ahıska Türklerine dönüş izni çıkmadığı gibi eski vatanlarını ziyaret etmeleri de yasaklandı. 31 Ekim 1956′da Yüksek Sovyet, gizli polis teşkilâtının kontrolünde devam eden sıkı rejim şartlarını kaldırdı. Fakat yurda dönüş izni vermedi. Ellerinden alınan malları da iade edilmedi. Ahıska Türklerinin temsilcileri, 1957′de Moskova’ya gelerek vatana dönmek için ilk müracaatlarını yaptılar. Kendilerine, “Siz Azerîsiniz! O hâlde Azerbaycan’a dönebilirsiniz…” diye cevap verildi. 1958′de, bazı aileler bunu kabul ederek, kendi vatanlarına yakın gördükleri Azerbaycan’a geldiler. Buradan Ahıska’ya geçmek kolay olur diye düşünüyorlardı. 1964 Şubatında Taşkent’te yapılan Halk Kongresine diğer sürgün bölgelerinden de gelen 600 civarında delege katıldı. Burada  “Millî Hakların Müdafaası İçin Türk Birliği”  kuruldu. Başkanlığına da Enver Odabaşev seçildi. 1968 Nisanında Taşkent yakınlarındaki Yengiyol’da yapılan gösteri yüzünden yüzlerce kişi tutuklandı. Ahıska Türklerinin sürgünü konusunda -açıkça olmasa da- yapılan ilk açıklama, SSCB Yüksek Prezidyumu’nun 30 Mayıs 1968 tarihli kararnamesidir. Böylece Stalin’in cinayetlerinden biri daha su yüzüne çıkmış oluyordu. Bu garip belgede, devletin kusurundan bahsedilmemekte, Sovyetlerin böyle bir meselesi yokmuş gibi bir üslûp kullanılmaktadır! 1968 Kasımında Sovyet KP Merkez Komitesi Sözcüsü B.P. Lakovlev, kendisine gelen Türk temsilci heyetine, vatanları olan Ahıska yöresine dönüşlerine müsaade edileceğini vaad etti. Bu vaade sevinerek Ahıska’ya hareket eden yüzlerce Türk ailesi, mahallî yöneticilerin engellemeleriyle karşılaştılar. Çalışma belgeleri verilmedi, askerlik problemi çıkarıldı ve taşınmak için vasıta verilmedi. Azerbaycan’dan gelenler de Gürcistan hududunda durduruldular. Eşyalarını bırakarak girenler de Gürcü idareciler tarafından sınır dışı edildiler. Ahıska Türkleri vatana dönüş hareketinin lideri Enver Odabaşev, arkadaşları Muhlis Niyazov, İslâm Kerimov, T. İlyasov’la birlikte Türkiye’nin Moskova Büyükelçiliği’ne müracaat ettiler. 2 Mayıs 1970′te “Biz Türküz!” diye başlayan bir beyannameyi açıkladılar. Bu beyannamede şu görüşlere yer veriliyordu: SSCB yetkili adli makamları ve Bakanlar Kurulu bir tahkikat yapmalı ve biz Türkleri sürgüne gönderenleri cezalandırmalıdır. Yüksek Sovyet Prezidyumu, Türklerin kendi yurtlarına iskân ve milletlerin mevcut determinant haklarını vererek, başkenti Ahıska olmak üzere bir Türk Muhtar Cumhuriyeti veya Özerk Vilâyeti kurulmasını kabul etmelidir. Sürgünden dolayı uğranılan zarar ziyan tazmin edilmelidir. Eğer bu talepler yerine getirilmeyecekse Türkiye’ye göç etmemize müsaade edilmelidir. Bu tebliğin yayınlanması çok önemlidir. Zira o güne kadar Batı âlemine ulaşan en aydınlatıcı belge budur. Ayrıca millî kimliklerini en açık şekilde dile getirmeleri de mühimdir. Şu var ki, Sovyet makamları bu tebliğe yanıt vermemiştir. Yine 1970 yılı içinde  vatana dönme teşebbüsleri, Gürcistan yetkililerince şiddetle engellenmiştir. O zamanın İçişleri Bakanı olan Eduard Şevardnadze yönetimi, Ahıska’ya dönmek üzere Tiflis’e gelen binlerce Ahıska Türkü’nü cop, basınçlı su vs. ile geri çevirmiştir. 1972 yılında hareketin yeni önderi Reşit Seyfatov, Sovyet KP Sekreteri Brejnev, BM Genel Sekreteri Waldheim ve Türkiye Başbakanı Ferit Melen’e müracaat etti. Bu müracaatlardan da yazık ki, sonuç alınamadı...". Gazi Üniversitesi  öğretim Üyesi Yunus Zeyrek hoca'nın "Bu Yolda" şiir kitabından geçmişte yaşanan ve hala devam eden tüm acıları dile getiren  "Ben Ahiska’yım" şiirini birlikte okuyalım:  "Bayraksız direğim, ezansız minarem, Susmakta şimdi Kars, Erzurum, Ardahan, Ki her biri eski ciğerpârem. .............................. Dost hain çıktı, düşman zalim Ümitleri örümcek ağında örülen benim. ...................... Son söz: Vatan , Şehitlerimizin bize emanetidir. Vatan, Sultan Alparslan'dır. Vatan, Sultan Mehmet Han'dır. Vatan, Mustafa Kemal Atatürk'tür... Tarihte ATATÜRK’e düşman olupta TÜRK’e dost olan çıkmamıştır! Bunun tek bir istisnası bile yoktur! Çünkü ATATÜRK, Asyadan Akdenize bir kısrak başı gibi uzanan bu memleketin ve büyük TÜRK milletinin “Mavi Gözlü Bozkurtudur     Arif Nihat Asya'nın şiirinden bir kaç satır:   "Biz,kısık sesleriz minareleri, Sen,ezansız bırakma Allahım! Bizi sen sevgisiz,susuz,havasız; Ve vatansız bırakma Allah’ım !...." 77 yıl önce sürgünde şehit olan kardeşlerimizi bir kez daha rahmetle anıyorum. Nurlarda Yatsinlar Cennet Ehli onlar!.... Saygılarımla. Sağlıcakla kalın! Günleriniz hep aydınlık olsun! Yüreğinizde sevgi daim olsun! Yüreği "Berkehan ve Bigehan Deniz" kadar temiz olanların! Kötülüğü tanımamış insanların memleketi Posof... Kafkas Dağlarının Eteklerinde “Cennetin Saklı Bahçesi“ Memleketim Posof .. Her nedense hep İçim burkularak izledim Mustafa Hacioğlu'nu..... Birlikte izleyelim.... (Ahıska "Ömür Dediğin" Mustafa Hacioğlu) https://www.youtube.com/watch?v=1AEaX1_3NV8 Cennetin Saklı Bahçesi :POSOF https://www.youtube.com/watch?v=ztjl7md_BNQ    --------------------------------------------------------------- Referans: http://ahiskalilar.org/ahiska/ (*)Kaan Gündoğdu  https://www.facebook.com/kaan.gundogdu.18?fref=ts