Tüm Bilgi Paylaşımlarım

Türkiye Cumhuriyeti‘nin Var Oluşunun ( Bekâsının ) Genetik Kodu ....

                                Küresel oyun kuruculara (Yedi Düvele) karşı Türkiye Cumhuriyeti'nin Bitmeyen Var Oluş Mücadelesinin (Bekâsının) Genetik kodu   İlk söz:  Atatürk söylemini değil Atatürk'ü seven , düşüncülerini özümseyen; yurdun her yerinde toplumun her kesimini iyi eğitimli, katma değerli ve üretken kılmak için çalışır. İnsan haklarını baş tacı eder. Hak, Hukuk, Adelet ve Cumhuriyete sahip çıkar. Çatışmadan değil barıştan ve huzurdan yana olur. Sabit fikirden ve peşin hükümden uzak durur.Atatürk sevgisi Cumhuriyet'in sahipliğindedir. Türkiye Cumhuriyeti’nin Varoluş Mücadelesi ve Atatürkçülüğün Genetik Kodu Özet Türkiye Cumhuriyeti, Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün önderliğinde, Türk milletinin bağımsızlık ve hürriyet mücadelesinin bir ürünü olarak kurulmuştur. Bu mücadele, yalnızca ulusal bir kurtuluş hareketi değil, aynı zamanda küresel emperyalizme ve kapitalizme karşı evrensel bir başkaldırı niteliği taşımaktadır. Atatürk’ün düşünceleri ve devrimleri, Cumhuriyet’in genetik kodlarını oluşturur; bu kodlar, bilim, akıl, bağımsızlık ve çağdaşlık ilkeleri üzerine temellenir. Bu makale, Atatürkçülüğün temel prensiplerini, Türkiye’nin varoluş mücadelesini ve bu mücadelenin küresel güçlere karşı anlamını, Atatürk’ün söylemleri ve tarihsel bağlam ışığında akademik bir perspektifle incelemeyi amaçlamaktadır. Ayrıca, Atatürkçülüğün yanlış yorumlamaları, toplumsal değeri ve Türk kimliği üzerindeki etkileri de ele alınmaktadır. Anahtar Kelimeler: Atatürkçülük, Türkiye Cumhuriyeti, bağımsızlık, çağdaşlık, emperyalizm, bilim, demokrasi, Türk kimliği. Giriş Türkiye Cumhuriyeti, 20. yüzyılın başında, Osmanlı Devleti’nin emperyalist güçler tarafından paylaşılmaya çalışıldığı bir dönemde, Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün liderliğinde kurulan bir devlettir. Bu kuruluş süreci, yalnızca bir ulusun kurtuluş destanı değil, aynı zamanda mazlum uluslara ilham veren ilk bağımsızlık hareketlerinden biridir. Atatürk’ün düşünceleri, Cumhuriyet’in temel ilkelerini şekillendirmiş ve Türkiye’nin sürdürülebilir varoluş mücadelesinin (bekasının) genetik kodlarını oluşturmuştur. Bu makale, Atatürkçülüğün felsefi temellerini, Türkiye’nin küresel güçlere karşı mücadelesini ve bu mücadelenin tarihsel ve güncel yansımalarını analiz etmeyi hedeflemektedir. 1. Atatürk’ün Manevi Mirası: Bilim ve Akıl Atatürk, “Ben manevi miras olarak hiçbir nass-ı kati, hiçbir dogma, hiçbir donmuş ve kalıplaşmış kural bırakmıyorum. Benim manevi mirasım, bilim ve akıldır” diyerek, Türk milletine statik bir ideoloji değil, dinamik ve evrensel bir dünya görüşü miras bırakmıştır (Atatürk, 1938). Bu miras, bilimin rehberliğinde değişen koşullara uyum sağlayan ve geleceği inşa eden bir felsefeyi temsil eder. Atatürk’ün bu yaklaşımı, onun devrimci ruhunu ve çağdaşlık hedefini yansıtır. Türk milletini emperyalizmin ve kapitalizmin tahakkümünden kurtararak, irade ve hâkimiyetin gerçek sahibi yapması, bu mirasın somut bir yansımasıdır. 2. Bağımsızlık ve Emperyalizm Karşıtlığı 2.1. Bağımsızlığın Kapsayıcı Tanımı Atatürk’ün bağımsızlık anlayışı, siyasi özgürlükle sınırlı kalmamış; mali, iktisadi, adli ve kültürel alanlarda tam serbestliği içermiştir. “Yaşamak isteyen ulusumuzun istemi, basit bir kelimede saklıdır ve gayet meşrudur: Bağımsızlık!” sözü, Türk milletinin temel talebini net bir şekilde ifade eder (Atatürk, 1920, Tamim ve Telgraflar, s. 344). Bu bağımsızlık, yalnızca egemenlik hakkı değil, aynı zamanda ulusal onur ve kendi kaderini tayin etme iradesidir. 2.2. Küresel Güçlere Karşı Evrensel Mücadele Atatürk, “Biz, Batı emperyalistlerine karşı kurtuluş ve bağımsızlığımızı korumakla yetinmiyoruz. Aynı zamanda Batı emperyalistlerinin kuvvetleri ve bilinen her aracı ile Türk ulusunu emperyalizme araç yapmak istemelerine engel oluyoruz. Bu suretle bütün insanlığa hizmet ettiğimize inanıyoruz” diyerek, Türk milletinin mücadelesinin evrensel bir boyut taşıdığını vurgulamıştır (Atatürk, Tamim ve Telgraflar, s. 339). Ayrıca, “Biz bu hakkımızı saklı tutmak, bağımsızlığımızı güvence altında bulundurmak için… bizi mahvetmek isteyen emperyalizme karşı ve bizi yutmak isteyen kapitalizme karşı savaşmayı uygun gören bir mesleği izleyen insanlarız” ifadesiyle, mücadelesinin anti-emperyalist ve anti-kapitalist karakterini açıkça ortaya koymuştur (Atatürk, 1921, Söylev ve Demeçleri, C: I, s. 1969). 2.3. İlk Bağımsızlık Hareketi Atatürk’ün liderliğindeki Kurtuluş Savaşı, küresel güçlerin mazlum uluslara biçtiği sömürge kaderine karşı bir başkaldırı olarak, ezilen dünya için bir dönüm noktası oluşturmuştur. Bu hareket, yalnızca Türk milletinin bağımsızlığını güvence altına almakla kalmamış, aynı zamanda diğer uluslara ilham veren bir model olmuştur. 3. Türkiye Cumhuriyeti’nin Genetik Kodları 3.1. Cumhuriyet ve Demokrasi Vizyonu Türkiye Cumhuriyeti, Atatürk devrimlerinin somut bir yansımasıdır. Cumhuriyet, bir vizyon olarak ulusal egemenliği; demokrasi ise bir misyon olarak halkın iradesini temsil eder. Kuruluş yıllarında “halka karşın halk için” olan yönetim anlayışı, çok partili demokrasiye geçişle “halk tarafından ve halkla birlikte halk için” şekline evrilmiştir. Ancak, bu süreçte bazı Cumhuriyet seçkinlerinin devrimleri yanlış algılaması, demokrasiye geçişi sancılı hale getirmiştir. 3.2. Aydınlanma Çağı’na Geçiş Cumhuriyet, feodal yapıyı kırmayı, okuryazarlığı artırmayı ve akılcı, demokrat bir insan tipi yaratmayı hedefleyerek, toplumu Aydınlanma Çağı’na taşımıştır. 20. yüzyılın ilk yarısında, Avrupa’da totaliter rejimler yükselirken, Türkiye, savaş sonrası yoksulluk ve okuryazarlık eksikliği gibi zorlu koşullara rağmen demokrasi arayışını sürdürmüştür. Bu çaba, kültürel ve toplumsal dönüşümü hızlandırmayı amaçlayan devrimci bir yaklaşımla desteklenmiştir. 3.3. Atatürk’ün Liderlik Anlayışı Atatürk, otoriter ancak totaliter olmayan bir lider olarak, Meclis’i kapatma, padişahlık veya ömür boyu cumhurbaşkanlığı gibi önerileri reddetmiş ve faşizmi “zorbalık” olarak nitelendirerek diktatörlükten uzak durmuştur. Bu duruş, onun çağdaş ve demokratik bir toplum inşa etme hedefini yansıtır. 4. Atatürkçülüğün Yanlış Algılanması 4.1. Çarpıtmalar ve İdeolojik Yorumlar Atatürkçülük, zaman zaman bağlamından koparılarak yanlış yorumlanmış veya kasıtlı olarak çarpıtılmıştır. Bazı kesimler, Atatürk’ü katı bir ideolojiye hapsederek onun dinamik ve bilimsel anlayışını gölgelemiştir. Gizli anti-Kemalist yaklaşımlar, onun konjonktürel söylemlerini kendi ideolojilerine alet etmiş veya onu totaliter bir figür olarak sunmuştur. 4.2. Bilimsel ve Dinamik Bir Dünya Görüşü Atatürkçülük, bilimin yaşama uygulanmasıdır; ideoloji veya ideokrasi değil, akıl ve bilime dayalı bir felsefedir. Atatürk, “Yaşamda en gerçek yol gösterici bilimdir” diyerek, pozitif bilimi Türk milletinin rehberi olarak tanımlamıştır. Bu anlayış, çağdaşlık hedefiyle birleşerek, Türkiye’nin sürdürülebilir varoluşu için temel bir ilke oluşturur. 5. Çağdaşlık Hedefi Atatürk’ün “muasır medeniyet seviyesi” olarak tanımladığı çağdaşlık, bir ülkenin bağımsız, özgür ve onurlu bir şekilde var olabilmesi için vazgeçilmez bir hedeftir. Çağın gereklerine uyum sağlayamayan toplumlar, uluslararası alanda onurlu ve üretken bir konuma ulaşamazlar. Bu hedef, bugün de Türkiye’nin küresel rekabetteki yerini güçlendirmek için kritik bir öneme sahiptir. 6. Atatürk’ün Toplumsal Değeri 6.1. Ulusal Bir Sembol Olarak Atatürk Atatürk, bir birey olmanın ötesinde, bayrak ve yurt gibi toplumsal bir değerdir. 5816 sayılı Atatürk’ü Koruma Kanunu, onun şahsını değil, Türk milletinin ona duyduğu saygı ve minnet duygusunu korumayı amaçlar. Bu duygu, toplum barışının ve ulusal birliğin temel taşlarından biridir. 6.2. Toplum Barışı ve Ulusal Birlik Türkiye Cumhuriyeti’nin genetik kodları, Atatürk’e duyulan sevgi, saygı ve bağlılık duygusunda gizlidir. Bu ortak duygu, Türk milletinin birlik ve beraberliğini güçlendiren bir unsurdur. Toplum barışını sürdürmek için bu ulusal değerde birleşmek, Cumhuriyet’in bekası açısından hayati öneme sahiptir. 7. Mankurtlaşma ve Türk Kimliği 7.1. Mankurt Efsanesi ve Kimlik Kaybı Cengiz Aytmatov’un “Gün Olur Asra Bedel” adlı eserinde anlattığı “Mankurt Efsanesi,” bireyin ve toplumun öz köküne yabancılaşmasını çarpıcı bir şekilde ortaya koyar. Mankurtlaşma, hafızanın, kimliğin ve bilincin kaybını ifade eder ve Türk milletinin bağımsızlık ruhuna ters düşer. 7.2. Bozkurt Sembolü ve Atatürk Türk milleti, tarih boyunca “Bozkurt” sembolüyle özdeşleşmiş, bağımsızlık ve hürriyet ruhunu taşımıştır. Atatürk, “Mavi Gözlü Bozkurt” olarak, bu ruhu bilim ve çağdaşlık ile harmanlayarak Türk milletine yeni bir ufuk açmıştır. Mankurtlaşmaya karşı, Türk kimliğini ve Atatürk’ün mirasını korumak, her Türk’ün tarihsel sorumluluğudur. Sonuç Türkiye Cumhuriyeti, Anadolu Selçuklu’dan Osmanlı’ya, oradan Cumhuriyet’e uzanan tarihsel bir devamlılığın ürünüdür. Atatürk’ün “en büyük eserim” dediği bu Cumhuriyet, bağımsızlık, bilim, akıl ve çağdaşlık ilkeleri üzerine inşa edilmiştir. Küresel güçlere karşı sürdürülen varoluş mücadelesi, bugün de Atatürk’ün ilke ve devrimleriyle anlam kazanmaktadır. “Ne mutlu Türküm diyene!” ifadesi, Türk milletinin özgüvenini ve birlik ruhunu yansıtır. Atatürk’ü anlamak, onun fikirlerini özümsemek ve bilimin rehberliğinde geleceği inşa etmekle mümkündür. Türk milleti, bu mirasa sahip çıkarak, üniter yapısını koruyacak ve Türk Dünyası’nın birliği için çalışmaya devam edecektir. Kaynakça Atatürk, M. K. (1920). Tamim ve Telgraflar. Atatürk, M. K. (1921). Söylev ve Demeçleri, Cilt I. Atatürk, M. K. (1923). Söylev ve Demeçleri, Cilt II. Atatürk, M. K. (1924). Söylev ve Demeçleri, Cilt III. Aytmatov, C. (1980). Gün Olur Asra Bedel. Ortaylı, İ. (t.y.). Büyük Önder Mustafa Kemal Atatürk’ü Anlatıyor [Video]. https://youtu.be/nvAk6qUc7to Nutuk. (t.y.). https://sarizeybekokullari.com.tr/Mustafa_Kemal_Ataturk-Nutuk.pdf Sesli Nutuk Videoları. (t.y.). http://feritgezgil.com/SesliNutuk/ ----------------------------- Okuma Parçası : Birlikte okuyalım!... "Ben manevi miras olarak hiçbir nass-ı kati, hiçbir dogma, hiçbir donmuş ve kalıplaşmış kural bırakmıyorum. Benim manevi mirasım, bilim ve akıldır." İstiklal mücadelemize önderlik eden, aziz milletimizin eşsiz fedakarlığıyla bu destansı mücadeleyi zafere ulaştıran Gazi Mustafa Kemal, üstün askeri yönetimi ve kararlı duruşuyla, başarılı bir komutan ve lider olarak dünya tarihinde saygın bir yer edinmiştir. Milletine duyduğu sonsuz güven ve inancıyla çıktığı zorlu yolda, milletimizi müşterek bir ideal etrafında birleştirmeyi başaran Gazi Mustafa Kemal, istiklal mücadelemizi Cumhuriyetimizin kuruluşuyla taçlandırmıştır. Gazi’nin mücadeleci ve kurucu vasıflarını gençlerimize ve çocuklarımıza iyi anlatmalı, onun “en büyük eserim” dediği Cumhuriyetimizi ilelebet yaşatmak ve daha ileriye taşımak için üzerimize düşen sorumlulukları hep birlikte yerine getirmeliyiz.  Büyük önderin şu sözleri  manidar: "Yaşamak isteyen ulusumuzun istemi, basit bir kelimede saklıdır ve gayet meşrudur: Bağımsızlık! Avrupa'nın iktidarlarından ve sermayedarlarından ayrı olan asıl ulusları, bizim yaşamımızı bize çok görmüyorlar (Atatürk, 27.1920 Tamim ve Telgraflar, S 344)" Manidar başka bir sözü; "Biz" diyor büyük önder, "Batı emperyalistlerine karşı kurtuluş ve bağımsızlığımızı korumakla yetinmiyoruz Aynı zamanda Batı emperyalistlerinin kuvvetleri ve bilinen her aracı ile Türk ulusunu emperyalizme araç yapmak istemelerine engel oluyoruz Bu suretle bütün insanlığa hizmet ettiğimize inanıyoruz (Atatürk, Tamim ve Telgraflar, S: 339)" Büyük önderin manidar başka bir sözü; "Biz bu hakkımızı saklı tutmak, bağımsızlığımızı güvence altında bulundurmak için genel kurulumuzca, ulusal kurallarımızla bizi mahvetmek isteyen emperyalizme karşı ve bizi yutmak isteyen kapitalizme karşı savaşmayı uygun gören bir mesleği izleyen insanlarız (Atatürk, 1.12.1921, Söylev ve Demeçleri, C: I, S: 1969) Atatürk'ün şu sözleri de hiç ama hiç akla gelmeyecek." Unutturulan bir başka manidar söz. "Almanlarla dost olduk; Almanlar memleketimize, ordumuza ve hükümetimize kadar girdiler Fakat Almanlardan bazıları, bağımsızlık ve onurumuza karşı tavır almaya başladıkları dakikada, en ince ve hemen hiçbir ayıt ve koşula bakmaksızın ruhen ve fiilen isyan ettim (Atatürk, 241.1924, Söylev ve Demeçleri, C: 3, S: 25) Bu sözler akla gelmeyecek, anımsanmayacak; çünkü yıllardır unutturulan ve unutturulmaya çalışılan; Kurtuluş Savaşı'nın amacı ve laik cumhuriyetin ilkeleridir." Büyük önderin bu sözleri de çoktan unutulmuştur: "Biz" diyor Atatürk, "Batı emperyalistlerine karşı kurtuluş ve bağımsızlığımızı korumakla yetinmiyoruz Aynı zamanda Batı emperyalistlerinin kuvvetleri ve bilinen her aracı ile Türk ulusunu emperyalizme araç yapmak istemelerine engel oluyoruz Bu suretle bütün insanlığa hizmet ettiğimize inanıyoruz (Atatürk, Tamim ve Telgraflar, S: 339)  Büyük önderi okudukça, manidar sözlerin çokluğu karşısında hayrete düşmemek elde değil, yine o sözlerden bir tanesi, birlikte okuyalım; "(Büyük) devletler iktisadi esaretle bizi felce uğratıyorlardı Öteden beri bize bazı şeyler vermiş gibi, bizim bazı haklarımızı tanımış gibi tavır alırlardı Bu esarete katlanan yöneticiler hoşnuttu Çünkü görünüşte görkemli bir bağımsızlık elde etmişlerdi Fakat gerçekte, ulusu manen miskinlik çukuruna atmışlardı (Atatürk, Adana, 153.1923 Söylev ve Demeçleri, C: 2, S: 119) Türkiye Cumhuriyeti'nin genetik kodlarını mutasyona/dejenerasyona uğratarak, toplumu tasarlamaya, formatlamaya, afazi  hale getirmeye  çalışanlar, demokratik yapıyı da on yılda bir kesintiye uğratmakta  hiçbir beis görmediler.   Demokrasiyi kesintiye Uğratan /uğratma çabasına girenler,  sözüm ona büyük önderin yolunda oldukları iddiasında bulundular. Mustafa Kemal'in devrimci, çağdaş ve bağımsızlık yanlarının tanıtılmaması için her türlü manipülasyon ve dezenformasyondan kaçınmadılar.   Evet, frak-smokin, bando-mızıka, kabul resimleri, fener alayları Ve beylik sözlerle dolu yapay söylevler ve heykeller!   Türkiye Cumhuriyeti, milletimizin birlik ve beraberliğinin, tüm unsurlarıyla bir arada yaşama ve ortak değerlerde kenetlenme iradesinin ortaya çıkardığı eşsiz bir eser. Şüphesiz vatanın kurtarılması ve bağımsızlık yolunda büyük bedeller ödenmiş, güçlü bir geleceğin inşası için emsalsiz fedakarlıklar gösterilmiştir. Türkiye, Cumhuriyet'in ilanının ardından geçen süre zarfında önemli kazanımlar elde etmiştir. Bugün Türkiye, demokratik rejimiyle, ekonomik, siyasi ve askeri gücüyle, insan kaynaklarıyla, köklü devlet geleneğiyle, küresel topluma katkılarıyla dikkat çeken, ilgiyle takip edilen bir ülke konumunda. Geleceğimizin teminatı olarak gördüğümüz gençlerimizin 19 Mayıs ruhunu anlamalarına, özümsemelerine ve bu ruha sahip çıkmalarına büyük önem veriyoruz." Türkiye Cumhuriyeti gökten zembille inmiş değildir. Gazi Mustafa Kemal de nevzuhur bir devlet adamı değildir. Anadolu Selçuklunun bıraktığı yerden bayrağı nasıl Osmanlı devraldıysa, Osmanlının bıraktığı yerden Cumhuriyet almıştır. Tarihimize bütünüyle sahip çıkacağız.......Gazi de milletine sonsuz inanç besliyordu. Herkes umutsuzluğu kapılırken O 'Geldikleri gibi gidecekler' sözünü milletinden aldığı inançla söylüyordu....Samsun'a çıktığı andan itibaren mücadelesini sadece milletine güvenerek yürüttüğünü söyleyen Gazi'nin mesajlarını hala anlayamayanlar olduğunu üzüntüyle takip ediyorum ve görüyorum. Üstelik bunların başında da bizzat kurucusu olduğu partinin mirasyedileri geliyor. Kendi küçük siyasi çıkarları uğruna ülkelerini, milletlerini, devletlerini Gazi'nin emaneti olan Yeni Türkiye'yi karalamanın, itibarsız hale getirmenin, hedef haline getirmenin peşinde olanlar onun adını ağızlarına almayı hak etmiyorlar.     Muasır medeniyetler seviyesine çıkma hedefini tam bağımsızlıktan ayrı düşünmemiştir. Siyasi, mali, iktisadi, adli, kültürel vb. her hususta tam serbestlik olarak tanımladı. Gazi Mustafa Kemal'in 'en büyük eserim' dediği ve gelecek nesillere emanet ettiği Türkiye Cumhuriyeti'ni tam bağımsız bir ülke olarak sürekli daha ileriye taşımanın gayreti içerisindeyiz. Eğer bunu başarırsanız Gazi'yi anlamış olursunuz.... ...TBMM 23 Nisan 1920'de açıldığında öyle bir yokluk ve yoksulluk vardı ki, birileri memleketlerine geri dönmekten söz eder olmuştur.       Küresel güçlerin mazlum uluslara biçtiği kadere, sömürgeleştirmeye başkaldıran, ezilen Dünyanın İlk Bağımsızlık Hareketini gerçekleştiren, Türk ulusunu “emperyalizm ve kapitalizm tahakkümünden ve zulmünden kurtararak, irade ve hâkimiyetin hakiki sahibi” kılan, Ortaçağ karanlığını yırtıp toplumumuzu aydınlığa kavuşturan, Mustafa Kemal Atatürk’ün bedensel varlığının aramızdan ayrılışının 78. yılındayız.     Günümüzün "ahvâl ve şeraiti" içinde dahi, ulusal uyanışı gerçekleştirip,  ulusumuza dayatılan küresel oyun kurucuların  planlarını Sevr'in yanına, tarihin çöplüğüne atılacağından kimsenin şüphesi yok.... .Onun ilke ve devrimleri, küresel güçlere karşı direnen, Küresel güçlere (Yedi düvele) karşı ilk ulusal kurtuluş hareketini gerçekleştiren, Müslümanların namusunu, ezilen halkların onurunu kurtaran büyük önder tüm uluslara da örnek olmaya devam edecek...      Osmanlı Devleti’nin emperyalistler tarafından paylaşılması amacıyla kurulan “kurtlar sofrasında, bu ülkenin “yerli güçleri” yok sayılmıştı. Atatürkçü düşüncenin taşıdığı ilk anlam, Türk’ün ve Türkiye’nin yok sayıldığı o büyük kavgada, “hayır, biz de varız” tavrını cesaret ve liyakatle seslendirmek olmuştur. Bağımsızlık ve hürriyet düşüncesi, işte bu noktadan hareketle Atatürkçü felsefenin temel esası sayılmaktadır. Sadece 21. yüzyılın başlangıcında değil, gelecek yüzyıllar boyunca bağımsızlık ve hürriyet düşüncesinin “demode” sayılacağı bir zamanın geleceğini düşünmek tasavvur edilemez. Bağımsız bir devlet ve özgür bir millet olgusu, hiçbir siyasal yapının asla gözardı edemeyeceği bir özsaygı sembolüdür.     Türkiye Cumhuriyeti devleti, bağımsızlık ve hürriyet esasları üzerine inşa edildikten sonra Büyük Önderin, ortaya koyduğu esere “çağdaşlık” hedefini göstererek bu yönde yapılan atılımlara bizzat önderlik etmiştir. Çağdaşlık, yani o günlerdeki deyimle “muasır medeniyet seviyesi”, dün olduğu gibi bugün de, yarın da bizim için vazgeçilmez bir hedeftir. Bir ülkenin ve milletin bağımsız, özgür ve onurlu bir bütün olarak yaşayabilmesi için kendi çağı içinde yaşaması, çağın getirdiği meydan okumaya, anlamlı ve geçerli cevaplar üretebilmesi şarttır. Çağın gereklerinin ve “meydan okuması”nın altında ezilen toplumlar, hiçbir zaman kendilerini uluslararası ailenin onurlu, güçlü ve üretken bir üyesi olarak hissedemezler. Büyük önderin düşüncesi “çağdaşlık” prensibi hâlâ Türk milletine yol göstermeye devam etmekte.... .    Tarihsel kişiliklerin başına gelen en kötü şey; vefatlarından sonra, onlar adına davrandığını söyleyen ama taban tabana zıt hareketlerde bulunan grupların ortaya çıkması. Büyük bir trajedi bu!...Büyük insanların sağlıklarında izin vermedikleri ve onları temsil etmeyen düşünceler, yanlış bir biçimde onlara mal edilmesi. Ne yazık ki bu olay tarihin en büyük kişiliklerinden birisi olan Büyük Önderin de başına gelmiş. Büyük Önder. yanlış algılanmış. Ya da bilerek yanlış algılatılmış. Bu yanlış algılamanın bugünde sürdüğünü hepimiz tanığız. Yıllardır öğrenmeye çalıştık O'nu ve O'nun hayatını. Ama her defasında 1881 yılında başladı bize anlatılanlar. Hala da bu şekilde sürüp gitmekte. Ancak kimse ayrıntıları anlatmadı /anlatamadı ya da anlatmak istemedi halka. Bir insanı tanımak, onu anlamak ise, ayrıntılarda gizli. Büyük Önderi tanımak demek O'nun 1881 yılında doğduğunu,1938 yılında Dolmabahçe Sarayı'nda öldüğünü ve bu süreç içerisinde hayatında neler olup bittiğini bilmek değil. Mustafa Kemal'i anlamak için onun fikirlerini anlamak gerek. Kendimizle O'nun düşüncelerini özümsemek gerek. Atatürk'ün düşünce ve fikirlerini özümsediğimizde ve bunların hangi sebep ve durumdan ötürü oluştuğunu bildiğimizde O'nu anlama daha kolay olacak. Mustafa Kemal, kendisini anlamak isteyenlerden bunu istemiş. Elde avuçta yokken koskoca bir Cumhuriyet yaratan, daima ileriyi hedefleyen ve bunun için hayatının her aşamasında Türkülüğü ve Türk olmanın gururunu yaşayan, yaşatan ve bunu tüm insanlığa ifade eden bu insanı bir Türk olarak anlamak elbette çok kolay olacak.      Türkiye Cumhuriyeti'nin genetik kodları Atatürk Devrimlerinde , düşüncelerinde saklı. Türkiye Cumhuriyeti ; devrimlerin ve Atatürk düşüncelerinin somutlaşması. Bu bağlamda;Türkiye'nin  vizyonu "cumhuriyet"olmuş. Misyonu ise ;"demokrasi"olmuş. ilk yıllarda strateji "Halka karşın halk için" olmuş. Ancak, çok partili demokrasiye geçilirken bu strateji doğal olarak değişmiş: "Halk tarafından ve/ya halkla birlikte halk için" olmuş. Tüm bu değişim ve dönüşüm sürecinde, Cumhuriyet seçkinleri, Atatürk Devrimini yanlış algılamaları ve yorumlamaları ya da başka bir deyişle; bu son stratejiyi bir türlü algılayamamış ya da algılasalar bile içlerine sindirememişler olmaları değişik sorunların ortaya çıkmasına ve Türkiye'nin demokrasiye geçiş sürecini sancılı hale gelmesine neden olmuş. Buna rağmen ; Cumhuriyet ile birlikte Türkiye yukarıdan aşağıya, yani dikey biçimde Aydınlanma Çağına girmiş.      Atatürk devrimleri, toplumu dönüştürme etkinliklerinin bir bütünü; demokrasiye hazırlık evresi. 20. Yüzyılın ilk yarısında Türkiye'nin örnek aldığı Avrupa'da totaliter rejimler iktidarı ele geçirmiş; Buna karşın; Türkiye ise savaştan yeni çıkmış, Okuryazarı yok denecek oranda az, feodal yapıdan kurtulamamış, Sanayi Devrimi süreçlerini yaşamamış, bir toplum yapısına sahip olduğu halde, bu olumsuz koşullar altında"demokrasi " arayışını sürdürmüş. Bu çabalar üstelik; kültürel değerleri farklı bir halkı, yüzyılları yıllara sığdırarak çağı yakalamak ve demokrasiye hazırlanmak, akılcı/demokrat insanı yaratma çabasıyla birlikte sürdürülmüştür. Çünkü bu iki unsur birbirinin her zaman tamamlayıcısı , Olmazsa olmaz koşulu olmuştur. Bunu gerçekleştirebilmenin de o günkü konjektürde iki yolu vardı: Ya "Devrimci/katı" ya da " evrimci/esnek". Atatürk ve arkadaşları, zamanı kısaltmak için, haklı olarak birinci yolu seçmişler. Ancak bu noktada, değerlendirme yapılırken, özen gösterilmesi gereken noktaları unutmamak gerek. Atatürk otoriter, ama totaliter değil. Yaşadığı dönemin modasına karşın, Meclisi kapatma çağrılarını, padişahlığı, ömür boyu cumhurbaşkanlığı önerilerini reddetmiş, faşizm önerisine "zorbalık" diye karşı çıkmış, tarihe diktatör diye geçmeyi istememiş. Buna karşın Devrim karşıtlarının bazıları , donanım yetmezliğinin yüzeyselliğinde ve sığlığında yaşayan "gizli antikemalistler"den oluşmuştur. Bu Prototipler hep aldatıcı olmuştur. Çünkü ,bu prototipler hep ona karşı olmuşlardır. Gizli antikemalistlerden bazıları Atatürk'ün konjonktürel bir sözünü alarak kendi ideolojileri yararına kötüye kullanma eğliminde olurken, bazıları da onu farklılaşmaya geçit vermeyen, totaliter, dar kalıpları içinde değerlendirmişlerdir. Diğerleri ise, Atatürkçülüğü, katı bir ideolojiye dönüştürerek, süre ve içerik açılarından onu güdükleştirip dondurmuşlar. Atatürk, her zaman 1930'lerde Statik Kalmış değil, bilimin ışığında geleceğe gelecekler üreten dinamik bir anlayış olmuş. Bütün bunlar, kendilerinden menkul ideolojik biatın Atatürkçülüğe çıkardığı talihsiz faturalar. Burada acı olan; Gizli antikemalistlerin ortak yanılgısı, Atatürkçülükten Atatürk severliğe ulaşacak yerde tersini yapmış ve Atatürk'ü âdeta severken boğmuşlardır. Kuşkusuz Atatürkçülük bunlardan hiçbirisi değil. Elbette Atatürk ve Atatürkçülük, yaptıkları ve değişmez amacı gözetilerek tanımlanmalı. Atatürk'ün devrimci anlayışı, ideoloji ve ideokrasi değil. Bilimin yaşama uygulanması. Atatürkçülüğün temel yapısı, bilimselliği temel alması. Bunu Atatürk; şu inançı dile getirmekte; birlikte okuyalım: “Ben, manevi miras olarak hiçbir nass-ı kati, hiçbir dogma, hiçbir donmuş ve kalıplaşmış kural bırakmıyorum. Benim manevi mirasım, bilim ve akıldır. Benden sonrakiler, bizim aşmak zorunda olduğumuz çetin ve köklü zorluklar önünde, belki gayelere tamamen eremediğimizi, fakat asla taviz vermediğimizi, akıl ve bilimi rehber edindiğimizi tasdik edeceklerdir. Zaman süratle dönüyor, milletlerin, cemiyetlerin, bireylerin saadet ve bedbahtlık anlayışları bile değişiyor. Böyle bir dünyada asla değişmeyecek hükümler getirdiğini iddia etmek, aklın ve bilimin gelişimini inkâr etmek olur. Benim, Türk milleti için yapmaya çalıştıklarım ortadadır. Benden sonra, beni benimsemek isteyenler, bu temel mihver üzerinde akıl ve bilimin rehberliğini kabul ederlerse, manevi mirasçılarım olurlar.”        "Yaşamda en gerçek yol gösterici bilimdir", "Türk ulusunun elinde ve kafasında tuttuğu meş'ale pozitif bilim", Atatürk, geçmişin ortak kültür belleğini ulusal potada eritilmesi. Yalnızca özümsenmiş çağcıllık onların üzerinde bir yaşam biçimi kurma özgürlüğünü savunmakta.       Bugün Atatürk'ü ve Devrimini, Türkiye'nin sürdürülebilir Varoluşu (bekası) çerçevesinde, iyi yorumlamak ,analiz etmek ve uygulamaya koymak gerekir. Bunun için de Atatürk Devrimleri karşısında ki duruşları yakından bilmek gerek. "Atatürk" kavramı, artık bir ölümlünün adı olmaktan çıkmış, bayrak gibi, yurt gibi toplumsal/ulusal bir "değer" olmuştur. Ceza hukuku bu değeri koruduğu doğru. Ancak; burada korunan Atatürk'ün resmi, büstü, anıtı değil; insana ilişkin bir değer olan toplumsal ortak duygu: "Atatürk'e bağlılık, sevgi, saygı ve minnet". Toplum barışı için bu ulusal değerde birleşmek gerek. Çünkü,Türkiye cumhuriyeti'nin genetik kodları bu değerde gizli..   Bizim bu cumhuriyete borcumuz var!" Bu borcu ödemek günü de bu gündür! Laik, sosyal hukuk devleti olan Türkiye Cumhuriyetinin ÜNİTER yapısının devamı için her Türk vadesi gelen borcunu ödemek zorundadır! Çünkü şunun çok iyi farkına varmak zorundayız ki; bu coğrafyada üniter Türkiye Cumhuriyeti emperyalistlerin en büyük korkusudur! Milleti ve tüm kurumları ile ayakta olan bir Türkiye Cumhuriyeti sadece kendi vatandaşları için değil Türk Dünyası Birliği ve  Türk Dünyası Vatandaşlığı içinde bu böyle... Doğum anında devrimci tavrı, kaybedişimizin ardından geçen 80 yılın büyük bölümünde devlet tavrı, sonra yine devrimci tavrı olmaya evrilen Atatürkçülük, o eksenin belli bir zaman anında toplumun neresinde durduğuna göre ölçülebilir bir Türkiye hikayesini de, net olarak anlatıyor. Adını andığımız her an içimizi hüzün kaplar oldu. Eskiden 10 Kasımlarda yaşardık bu duyguyu. Şimdi neredeyse her gün aynı hüznü yaşıyoruz. “Atatürk , hukukî anlamda, artık mevcut değil. Dolayısıyla, ona yasa yoluyla da bir imtiyaz sağlanması söz konusu olması mümkün değil.  25 Temmuz 1951 tarihinde kabul edilen ve 31 Temmuz 1951 tarihinde de Resmi Gazete'de yayımlanarak yürürlüğe giren 5816 numaralı Atatürk'ü Koruma Kanunu, ceza hukuk normlarıyla korunması öngörülen hukukî varlık bir şahıs olarak Atatürk değil. Burada korunmak istenen Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusuna karşı Türk milletinde genel olarak yaygın bulunan hayranlık ve saygı duygusu. İşte, ceza tehdidi altına konulmak istenen davranışlar, halkın içinde yaşamayı sürdüren bu saygı duygusunu, yani merhumun anısını zedelemeye müsait davranışlar.”   O, bize elden gitmiş olan vatanımızı geri vermekle kalmadı, kulluktan çıkardı bizi, haklarımızı öğretti. Şimdilerde daha iyi anlasak da biz bunların değerini uzun zaman bilemedik, hakkını veremedik. Adını anınca hüzünlenmemiz ondandır belki biraz da.Türkiye'nin  bağımsızlık ve varoluş mücadelesini  mümkün kılan Büyük öndere, minnetle.... Büyük önderin  ilk kez 10. Yıl Nutkunda söylediği söz  ve minnet duygularımı dillendirdiğim  sözlerle son verelim yazımıza; "Ne mutlu Türküm diyene!..." Onun hedeflerini aklında ve gönlünde tutarak çabalayan, onun yolunda yürüyen, kıymet bilir ve sadakatli insanlar yetiştiren herkese selam olsun. Duvarımda ve masamda her zaman resmini eksik etmediğim Büyük Önder ; ben de koltuğumda büyük adam gibi oturan torunlarım da sana minnettar. İnşallah onların çocukları da seni saygıyla ,sevgiyle ve minnetle anacaklar. Ululaştırarak ve masal kahramanı haline getirerek değil, kalpten severek ve teşekkür ederek, Atatürk diyecekler... Son Söz:"Tarihte Atatürk’e düşman olup da Türk’e dost olan çıkmamıştır! Atatürk, Türk Milletinin mavi gözlü bozkurtudur."Umutsuzluk bilmeyiz. Susmayız. Sinmeyiz. Zaman kötüyse, zamana uymayız. Uyumayız, zaman iyi olana dek. Öğretmenimiz bellidir. Vatan , Şehitlerimizin bize emanetidir. Vatan,Oğuzhandır, Vatan Atilla'dır, Vatan  Sultan Alparslan'dır. Vatan, Sultan Mehmet Han'dır. Vatan, Mustafa Kemal Atatürk'tür...Saygıyla. Aklı, bilimi ve ahlaki değerleri rehber edinerek yaşatan Bizi biz yapan, o muhteşem değerlerimizin önünde saygıyla eğiliyor, ve diyorum ki; Allah bize yar olsun, Türk’ün özü var olsun.. Sağlıcakla kalın... Yüreği "Berkehan ve Bilgehan Deniz" kadar temiz tüm insanların,  günleri hep aydınlık olsun! Yüreklerindeki sevgi daim olsun! 10.11.2012 14:09:18 http://blog.radikal.com.tr/politika/turkiye-cumhuriyetinin--var-olusunu-bekasini-saglayan-genetik-kodataturkculuk-4938 Prof. Dr. İlber Ortaylı, Büyük Önder Mustafa Kemal Atatürk'ü anlatıyor Yayın linki: https://youtu.be/nvAk6qUc7to İlgilenenler için...... Büyük Nutkun Tamamı: https://sarizeybekokullari.com.tr/Mustafa_Kemal_Ataturk-Nutuk.pdf Büyük Nutkun 10 adet video ile anlatımı ..  http://feritgezgil.com/SesliNutuk/1.mp4 http://feritgezgil.com/SesliNutuk/2.mp4 http://feritgezgil.com/SesliNutuk/3.mp4 http://feritgezgil.com/SesliNutuk/4.mp4 http://feritgezgil.com/SesliNutuk/5.mp4 http://feritgezgil.com/SesliNutuk/6.mp4 http://feritgezgil.com/SesliNutuk/7.mp4 http://feritgezgil.com/SesliNutuk/8.mp4 http://feritgezgil.com/SesliNutuk/9.mp4 http://feritgezgil.com/SesliNutuk/10.mp4 ------------------------------------- Bugün sonsuza uzayacak 10 Kasım’ların 2023’ündeyiz. Ölüme inanan, ama yaşarken ölebileceğine inanmayanların soyundan geliyoruz. Her birimiz ölümsüzlük peşinde koşan Gılgamış’larız. Ne var ki; bu Dünya’dan göçenlerin ardından, kimin ölümsüzler arasına katılacağına, yaşayanlar ülkesinin tanrıları karar veriyor. Bu karardan ölenin sanırım, hiç haberi olmuyor. Bizim için yaşamını hiçe saymış, Dünya’ya değerler katmış olanlara ölümsüzlük madalyasını biz takıyoruz. Hak edenler sonsuza kadar iyiliklerle anılıyor. 1881 yılı da kendisinden önceki ve sonrakiler gibi doğumlara, yaşamlara ve ölümlere tanıklık etmiş. Salih  posof'ta ve Mustafa Selanik’te 1881’de doğmuşlar. Salih  son nefesini verdiği a’na kadar, hep Salih tolarak yaşamış. Mustafa; önce Mustafa Kemal ve sonrasında Mustafa Kemal Atatürk olarak 1938 de İstanbul’da, Salih  1964 de Posof’da bir başka yıldıza yerleşmek için veda etmişler. Büyükbabam Salih Bey'in doğumu, yaşamı ve ölümü; birkaç Elmacı dışında kimsenin umurunda değil. Torunlarının çocukları bile Salih Bey'in ismini zor hatırlar. Bilmelerinin ve hatırlamalarının kiymet-i harbiyesi günümüzde yoktur. Mustafa Kemal Atatürk’ü yüreklerinde saklayan milyonlar için durum farklı. Saklamayanlar için ne denebilir! Bilmiyorum. Size bu ölüm yıl dönümünde Atatürk Tiradı yapacak değilim. Her ülkede onun için her şey söylendi, çok şey yazıldı, çizildi. Yarınlarda da durum değişmeyecek. Bilinenlerin tekrarı, kaderci toplumların inanç dinamiği... Kaderle . tesadüfün tutkulu ilişkisi… Kaderci inanırım ama kederci de değilim. Keşkelerden uzak yaşarım. Ancak bir konuda keşkemde baş başa kalırım. Salih Bey ve Mustafa Kemal Atatürk… “Keşke; Atatürk’ümüz 1964 yılına kadar yaşamış olabilseydi… ” diyerek ülkemiz için hayıflanırım. “Büyükbabam 1938 de ölseydi; hiç kimse bir şey kaybetmezdi.” diye düşünürüm. Olmayacak dualara amin demenin anlamsızlığını biliyorum. Artık sadete gelme vakti. Bir kaç saat sonra saatler 09:05 ‘i gösterecek. Tiii Boruları, sirenler çalacak. Atatürk’ümüzü ölüm saatinde; bir kere daha anacağız. Sirenler çalarken düşünün.. Atatürk’ümüzü kaybettik diye ağlayıp, ağıtlar mi yakalım! Yoksa; ona sahip olduk diye övünelim ve sevinelim mi? BENİM DOĞUM GÜNÜM 19 MAYIS’TIR.. diyen Atatürk’ümüz, bizimle sonsuza kadar yaşa. İyi ki doğdun.. İyi ki bizim oldun.... ------------------- Önemli Bir kaç Not: Not::1 Gagavuz Türk‘ü, Hıristiyan’dır. Yunanistan’daki Karaman Türk’ü de, Hıristiyan’dır... Karaim ya da Hazar Türk’ü, Yahudi‘dir… Altaylar, Tengrici’dir... Saha-Yakut Türkleri Şaman‘dır... Uygur Türk‘ünün kimi Budist’tir... Azerbaycan Türk’ü ya da İran’ın Azeri Türk’ü Şii‘dir... Anadolu Türkmen‘i Alevi’dir... Dünyada ilk “Türk Derneği”, Macaristan-Budapeşte’de 1908 yılında açıldı. Üniversitelerde ilk Türkoloji kürsüsü 1870 yılında Budapeşte’de kuruldu... Macar Türklerini bilir misin?... Turan fikrinin nereden doğduğunu sanıyorsun?... Bugün... Gabor Vona‘yı da bileceksin!... Hâlâ Necip Fazıl mı okuyorsun?... Oysa Attila Jozsef‘i okumalısın!... Hadi Yusuf Akçura’yı, Sultan Galiyev’i bildiğini düşüneyim; Turar Rıskulov‘u ya da Ethem Nejat‘ı bilir misin?... Sahiden “sağ” nedir, “sol” nedir hiç kafa yordunuz mu?... Tarihindeki Türk milliyetçi hareketler sömürgeciliğe karşı çıkarken, senin neoliberalizme/ vahşi kapatilizme karşı neden hiç sesin çıkmıyor?... Evet sen kardeşim!... Bak sana bir Türk efsanesini hatırlatayım... Cengiz Aytmatov’u bilirsin. Kırgız Türk’ü... Türk birliğinin yılmaz savunucusu. Dünya edebiyatına armağan ettiğimiz Lenin ödüllü usta bir kalem... 1980 yılında yazdığı bir romanı var: “Gün Olur Asra Bedel”. Okudun mu?... Kişinin, öz köküne yabancılaşmasını anlatır. Bunu Türk “Mankurt Efsanesi”ne dayandırır. Efsaneyi birlikte okuyalım: Juan-Juan adlı barbar bir toplum, tutsak ettiği kişileri işe yarar köleler haline getirmek için belleklerini silerek “mankurt” haline getirirmiş !... Bir insanı “mankurt” yapmak istediklerinde bak ne yaparlar: - Tutsak kişinin saçları iyice kazınır, - Kafasına devenin boyun derisi gerdirilerek geçirilir, - Tutsak başını yerlere vurmasın diye bir kütüğe bağlanır, - Yürek parçalayan çığlıkları duyulmasın diye elleri ayakları bağlı olarak ıssız bir yerde sıcak güneş altında dört beş gün aç susuz bırakılır, - Sıcağın etkisiyle deve derisi büzülür ve bir mengene gibi kafayı sıkıştırır, - Deve derisinin artık kafa derisiyle bütünleşmeye başlamasıyla kazınan saçlar yeniden uzamaya başlar, - Fakat, deri kafaya o kadar yapışır ki, zaten sert olan deve derisi sıcağın etkisiyle iyice sertleşir ve uzayan saçlar deriyi delip uzamasına devam edemez, - Bu nedenle saçlar kafanın dışı yönünde değil, içine doğru uzamaya başlar, - Sıcaktan büzüşen deve derisinin kafatasına yaptığı baskı ve kafanın içinde ters yönde uzayan saçların kafatasını delip, beyne doğru ilerlemesiyle tutsak kişi büyük acılar çeker, - Beşinci günün sonunda tutsakların çoğu ölür, - Sağ kalan tutsak ise zamanla kendine gelir; yiyip içerek gücünü toparlar. - Ama o artık bir insan değildir; ölünceye kadar geçmişini hatırlamayan “mankurt” olmuştur. Artık hafızası yoktur... Kim olduğunu, hangi soydan geldiğini, anasını, babasını ve çocukluğunu bilmez hale gelir. Artık düşünemez... İnsan olduğunun farkında değildir. Ağzı vardır, dili yoktur. Kaçmayı dahi düşünmeyen, hiçbir tehlike arz etmeyen bir köledir sadece. Bilinci, benliği olmadığı için, sadece efendisine boyun eğen bir köle... Evet... Mankurt, için önemli olan tek şey efendisinin emirlerini yerine getirmektir... Akıl yoksunluğunu ifade eden “mankurtlaşma” artık bir kavram olarak kullanılmaktadır... Anadolu’da “mankafa” derler !... Kimbilir... Belki de Cengiz Aytmatov “Bozkurtları” uyarmak istemektedir... Anlayana... Bilmeyenler için : Türk tarihinde ‘Bozkurt’ bir semboldür, idoldür. Öyle sadece bir partinin, grubun sembolü değildir. Biz çöl takımından değiliz, steplerden gelen bir milletiz. O yüzden kurt bizim için mühim ve manalı bir semboldür. Ecnebiler de Atatürk’e ‘Mavi gözlü Bozkurt’ diye hitap ederlerdi . Bu minvalde bir kelam daha ekleyeyim : "Tarihte Atatürk'e düşman olup da Türk'e dost olan çıkmamıştır! Atatürk, Türk Milletinin mavi gözlü bozkurtudur."

Medeni Bilgiler’den Altını Çizebileceğimiz Ana Fikirler ve Alıntılar...

Mustafa Kemal Atatürk’ün yazımına bizzat katkıda bulunduğu ve Prof. Dr. Afet İnan tarafından derlenen Medeni Bilgiler kitabı, Türk milletinin çağdaş, bağımsız ve medeni bir toplum olma yolundaki ilkelerini ve vatandaşlık bilincini aktarmayı amaçlayan önemli bir eserdir. 1930 yılında ilk kez yayımlanan bu kitap, özellikle 1931’den itibaren ortaokul ve liselerde ders kitabı olarak okutulmuştur. Kitap, Atatürk’ün el yazılarından oluşan notlarla şekillenmiş ve bir milletin uygarlık yolunda ilerlemesi için gerekli temel bilgileri içermektedir. “Altını çizdiklerimiz” ifadesiyle, kitabın en dikkat çekici, anlamlı veya etkileyici bölümlerini kastettiğinizi varsayıyorum. Aşağıda, Medeni Bilgiler kitabından öne çıkan bazı temel fikirleri ve alıntıları özetliyorum. Eğer belirli bir bölüm veya tema üzerinde durmak isterseniz, lütfen belirtin! Medeni Bilgiler’den Altını Çizebileceğimiz Ana Fikirler ve Alıntılar Türk Milletinin Kimliği ve Birliği Atatürk, Türk milletinin tarihsel ve kültürel birikimini vurgulayarak, ulusal kimliğin önemine dikkat çeker. Kitapta millet, dil, yurt, tarih ve ahlaki değerler üzerinden tanımlanır: “Türk milleti, halk idaresi olan Cumhuriyetle idare olunur bir devlettir.” “Türk milletinin dili Türkçedir. Türk dili, dünyada en güzel, en zengin ve en kolay olabilecek bir dildir. Onun için her Türk dilini çok sever ve onu yükseltmek için çalışır.” Bu bölümler, Türk milletinin birliğini ve bağımsızlığını koruma azmini vurgularken, dilin ve kültürün önemine işaret eder. Laiklik ve Din Özgürlüğü Atatürk, devletin laik yapısını ve bireylerin din seçme özgürlüğünü savunur. Kitapta dinin bireysel bir mesele olduğu ve devlet işlerinden ayrılması gerektiği belirtilir: “Türk Devleti laiktir, her reşit dinini intihapta (seçmekte) serbesttir.” Kitabın bazı bölümlerinde, Türklerin İslam’ı kabul etmeden önce de büyük bir millet olduğu vurgulanarak, dinin milli bağları zayıflatmaması gerektiği ifade edilir: “Türkler Arapların dinini kabul etmeden evvel de büyük bir millet idi. Arap dinini kabul ettikten sonra, bu din, ne Arapların, ne aynı dinde bulunan Acemlerin ve ne de Mısırlıların vesairenin Türklerle birleşip bir millet teşkil etmelerine hiçbir şekilde tesir etmedi. Bilakis, Türk milletinin milli rabıtalarını gevşetti, milli hislerini, milli heyecanını uyuşturdu.” Bu görüşler, Atatürk’ün dinin bireysel vicdanlara bırakılması ve ulusal birliğin seküler temeller üzerine kurulması gerektiği fikrini yansıtır. Cumhuriyet ve Vatandaşlık Bilinci Kitap, vatandaş-devlet ilişkisini düzenleyen temel prensipleri açıklarken, Cumhuriyetin halk egemenliğine dayandığını vurgular: “Birinci kitapta Millet, Devlet, Cumhuriyet, Vatandaş-Devlet-Vatandaş ilişkileri, Seçim, Vergi, Ceza, Askerlik, Ordu üzerine; ikinci kitapta ise Anayasa, Türkiye Büyük Millet Meclisi, Yasa, Bütçe, Siyasal Partiler, İçişleri, Belediyeler, Köyler, Memurlar, Adalet gibi bölümlerle vatandaşlara bir millet olarak bağımsız ve insanca yaşayabilmesi için gerekli olan bilgiler aktarılmıştır.” Bu bölümler, vatandaşların hak ve ödevlerini öğrenmesini, demokratik bir toplumun işleyişine katkıda bulunmasını hedefler. Eğitim ve Çağdaşlaşma Atatürk, eğitimin bir milletin ilerlemesindeki kritik rolüne inanır ve Medeni Bilgiler’de eğitimi çağdaşlaşmanın temeli olarak görür: “Türkiye’yi muasır medeniyetlerin üstüne çıkaracak formül ümmet dini filan değildir. Bütün halkı en çağdaş bilgilerle donatacaksın. Topyekün bir eğitim hareketi başlatmak lazım.” Kitap, genç nesillerin bilimsel düşünceyle yetişmesini ve dogmalardan uzak bir eğitim sistemini savunur. Bağımsızlık ve Özgürlük Atatürk’ün bağımsızlık tutkusu, kitabın her satırında hissedilir. Türk milletinin bağımsızlığını korumasının, eğitimli ve bilinçli bir toplumla mümkün olacağı belirtilir: “Türk milleti, insaniyet aleminin samimi bir ailesidir.” Kitap, vatandaşların özgürlük ve bağımsızlık bilinciyle hareket etmesi gerektiğini vurgulayarak, devletin ve milletin ortak hedeflerini öne çıkarır. Din ve Toplum Eleştirisi Kitabın bazı bölümleri, özellikle sansürlenmiş kısımları, Atatürk’ün dinin toplumsal ve siyasi istismarına yönelik eleştirilerini içerir. Bu bölümler, Türk milletinin dini dogmalar yerine akıl ve bilimle ilerlemesi gerektiğini savunur: “Türk milleti milli hissi dini hisle değil fakat insani hisle yan yana düşünmekten zevk alır.” “Muhammed’in dinini kabul edenler, kendilerini unutmaya ve hayatlarını Allah kelimesinin her yerde yükseltilmesine harcamaya mecburdular.” Bu ifadeler, dinin bireysel bir mesele olarak kalması ve ulusal bilincin önünde engel olmaması gerektiğini vurgular. Ancak, bu bölümler geçmişte sansüre uğramış ve tartışma konusu olmuştur. Notlar ve Uyarılar Sansür Meselesi: Atatürk’ün orijinal el yazılarından derlenen ve 1998’de Afet İnan tarafından zenginleştirilen Medeni Bilgiler ve Atatürk’ün El Yazıları adlı baskıda bulunabilir. Tarihsel Bağlam: Kitap, 1920’ler ve 1930’ların devrimci atmosferinde yazılmıştır. Hilafetin kaldırılması, laiklik ilkesinin benimsenmesi ve çağdaşlaşma çabaları, kitabın tonunu ve içeriğini şekillendirmiştir. Bu nedenle, ifadeler dönemin ruhunu yansıtır. Kaynakça: Yukarıdaki alıntılar ve bilgiler, kitabın çeşitli baskılarından ve güvenilir kaynaklardan derlenmiştir. Daha fazla detay için Medeni Bilgiler ve M. Kemal Atatürk’ün El Yazıları (Türk Tarih Kurumu, 1998) veya sansürsüz baskıları incelemenizi öneririm. İlgilisi İçin: Bir okumahttps://www.turkererturk.com.tr/wp-content/uploads/2018/11/M.K.Atat%C3%BCrk-Medeni-Bilgiler.pdf

“Öyle İnsanların Yanında Ol ki !...“

"Radikal Blog'da ki Denemelerimden...(6)"12.05.2013   "Öyle insanların yanında ol ki onlarla aynı fotoğraf karesinde olduğun için şükredesin Ve öyle insanlara da karşı dur ki o fotoğraf karesinde olmadığına şükredesin... Öyle bir zaman gelir ki  O gün birlikte çektirdiğin fotoğraf karesinde, keşke olmasaydım dersin" oe "Konuşmaya değer insanlarla konuşmazsan insanları, konuşmaya değmez insanlarla konuşursan kelimeleri yitirirsin. Sen öyle biri ol ki, ne insanları, ne de kelimeleri yitir.”  "Bazı insanlar dua gibidir: Görünmez ama dokunur sana, duyulmaz ama bırakmaz seni....".   Her Balon Sönmeye Mahkum!...   27.11.2012 21:04:05 İlk söz: Hayat bana  hiçbir olguyu görünen üzerinden değerlendirmemeyi öğretti, kötülük hariç!... “Güzel davrananlara (Salih amel) taşıyanlar / iyilik yapanlara daha güzel karşılık, de fazlası var. Onların yüzlerine ne bir toz (kara leke)  bulaşır ne de bir horluk (gelir)..” Yüce Yaradanın kaleminden dökülmüş bu kelamlar...  İçimiz her neresiyse... Titreyebilen bir yer. İnsan işte: "... sonsuz bir uçurumun üzerinde durmaktadır da bilmez onun üzerinde durduğunu .. "Bizler hiçbir şeyiz, aradığımız ise her şeydir." "Bilsem de pek çok şeyi, Bilmeliyim her bir şeyi. Nadandır insanlar, öngöremezler nasibi, başlarına gelenlerden ne iyiyi ne kötüyü sezerler önceden.. Hayat, Kendiliğinden ne iyi ne kötü... Ona iyiliği, kötülüğü katan sizsiniz. Ahlakın özü çok basit: insanlara birer insan gibi davranmak. Bu arada adil olan, iyi olana öncelikli.. Kanaat başka, doğru bambaşka.. Bilgin başka, bilge bambaşka. Yanlış, yanlışla düzeltilir mi ? Ancak bilmiyor bildiğini ve bu yüzden inanıyor bilmediğine. İnanıyorsun diye öyle olması inanmıyorsun diye öyle olmaması gerekmiyor gerçeğin... Arzularının yangınları içinde yürür insan. İçeriği olmayan düşünceler boş, kavramları olmayan görüler kördür. Hiç doğmamış gibiyiz. Hiç ölmeyecek gibi... Vakit başka, süre daha başka, zaman ise bambaşka.. Bırak aynı şeyi görmeyi, aynı şeye bile bakmıyoruz... Ömür biter ama hayat tamamlanmaz... Varoluş tamamlanamazlık... İnsanın sayılıdır günleri daima, Yaptıkları hep rüzgâr gibidir... Yapraklar gibidir insan soyu. Bir yandan rüzgâr bakarsın onları döker yere, bir yandan bakarsın bahar gelir.... Bir ağacın tek tek yiten yaprakları gibiyiz. Hangimiz önce düşecek belli değil ama hepimiz döküleceğiz... .Ölümdür eli kulağında olan... Ölüm geride kalanlar için... Geride kalanlara keder miras kalır: Elem bırakır ölenler hayatta kalanlara... Ölümden korkmayan ölümü bilmeyendir... "Gördü ki varoluş, mumun ışığı gibiymiş: ışığının yanması ile ışığının sönmesi aynı şeymiş." Onlar sahiden geride kalmışlar. :birbirine-ait-olanın bir daha-birarada- olmayışıdır noksanlık... Varoluş teşrih, tevil ve tâbir.... Varoluş yorumlama, açık hale getirme ve anlam çözme.. Bitmek ve saf hiçlik, tamamen aynı! Biteviye yaratma neyimize Yaratılan hiçe dönüveriyorsa eğer! İşte bak, bitti gitti! Ne demek bu? Hiç varolmamış olsaydı da fark etmezdi Yine de dönüp durur varolmaktaymışçasına. Bense ebedi-boşluğu severim kendi adıma. Sevgi göstermek başka, sevgi görmek bambaşka. Kaybetmek başka, yitirmek bambaşka. Biri gözden, diğeri gönülden gider sanki... Gerçeklerden vazgeçtiğimizde hakikatlerden de feragat etme.... "Nerede utanç varsa orada korku  var." Doğru yitirilince her şey kaybedilir.. “İyilik demek kimseye kötülüğü dokunmamak değil, kötülük yapacak cevheri içinde taşımamak demek” Semeresiz iyi niyet değersizdir... Alışkın değilsin diye yanlış olması gerekmiyor... Kim ki çehresi ışıldamıyorsa Olamaz asla bir yıldız.... Soru şu: İnsanlar arasındaki asli düşmanlığa delalet eden (kötülük olarak) ilk şey haset midir, yoksa riya mı?" İç dünyamız çok dinamik: Çelişik, karşıt, kayıtsız, t tutarsız, devingen his, düşünce ve edimlerle dolu. Ama hepsi de bizim, hepsi de içimiz... Erdemlerimiz içimizdedir. Onları dışımızda icra ederiz. Bu yüzden lafa değil işe bakılır. Vasatlık mecburidir. onu düzeltmeye çalışmamak gerekir. Çünkü, cezalandırılmıştır. En sert olarak da kendi zavallılığını bilmemesi ve kendi zati yasası yüzünden bunu bilemeyecek olmasıyla cezalandırılmıştır. Neyi yaptığımız ne olduğumuzla ilgilidir... Gerekli başka, zorunlu bambaşka. Bilmek başka, anlatabilmek bambaşka. Bu arada: "Malum" ilam edilir. İlan değil... Basit başka, yalın bambaşka. Biri düz, diğeri katışıksız... Var olmayanı varmış, var olanı yokmuş gibi gösterendir "sofist". Onun yaptıkları bu yüzden "safsata" ... “Ben böyle düşünüyorum!” demekle olmuyor. Akıl yürütme yetisinin hatalı kullanımıdır"safsata" . "boş, asılsız, temelsiz ..." Bu bağlamda "Keyfiyet" başka "keyfilik" bambaşka..... Nefret Söylemi, düşünme ve ifade etme özgürlüğü mü? Yoksa ilkel bir dürtünün dışa vurumu mu? İçimizdeki aydınlık ve karanlığın hangisini beslersek o büyüyor. İkisi de içimizde. Hangisini beslediğimiz önemli... "Kalbimizde Allah'ın nuru vardır, onun adı da vicdandır. Vicdansız olunca,  orada bir boşluk mu oluyor? Yoksa nefretle mi dolu orası da vicdan sığmıyor? Vicdan kaskatı olunca neyin üzerine inşa ediyorsun dini ?" Neler yapıp ettiğini seninle birlikte bilen, mahremini gören, iç şahit Gözleri hep açık. Asla uyumayandır vicdan.. Bilinmese de haddizatında mevcut kalandır vicdan... İşaret edene bakmaktan işaret edileni göremez olduk... "Hiçbir şey gözyaşı kadar çabuk kurumaz..." .Gerçi ne kadar sinsi bir söz.. Canımızın sıkılması başka, içimizin daralması bambaşka.. Uyanma umudumuz olmasa, uyumazdık... Yıkmak kolay ve çabucak. Yapmak çok zor. Yeniden yapmak çok daha zor. Yapmak zorunda olmak başka, yapmamayı tercih etmek bambaşka. Hatta olanaksız. Neyi yıktığına dikkat etmeli insan... Küçük düşünecek kadar büyümek... Güven esas. Yok ise, her şey boş... Mesele çürük elmalar değil, elmaları neyin çürüttüğüdür. Eski başka, eskimiş bambaşka. Birini saklar, diğerini atarsın. Atmalısın hatta... Bir insanın sana neler verebileceği değil, senin için nelereden vazgeçeceği önemli... Kalp kırılınca içinden hayaller dökülür.. Tahrip edenin, inşa etme mükellefiyet ve mesuliyeti daha büyüktür. Bu etik olduğu kadar ahlaki de bir meseledir... Yara kabuk bağlar, kimlik olur. "Eksik olma," diye bir dilek var dilimizde. Tıpkı "var ol" gibi o da ince ve duru bir dilek. Varoluşumuzu anlamlı kılanlara söylenebilecek ne hoş sözler ... Bir de "Meftun" sözcüğü ne kadar hoş... Yanmış anlamına geliyormuş. Yanarak, aydınlığa doğru... Birlikte sevinmek başka, birlikte üzülmek bambaşka. Hüzün, kendi başına müthiş bir deryadır. Hüzünlenemeyen insan gelişmemiş bir insandır. Kendinden kopukluğunun, içindeki öze olan özlemin farkında değildir.. Vazgeçtin mi başka, vaz mı geçtin bambaşka... Bütün güzel ise parçaları da güzel midir? Çirkin parçalar güzel bir bütün oluşturabilir mi?.. Bazen düşünüyorum da dünyayı değiştirmek için sarsılmaz bir istekle çalışmak mı mutlu eder bizi yoksa konforun sakin sularında kulaç atmak mı? Bir şeye sahip olmak değil, layık olmak önemli... Uçtuğunu düşünmek ile uçmak arasında devasa bir fark var.... Yolunu bilmeyen için yol fark etmez. Her yol yanlış, her yol doğrudur. Hepsi yoldur ve hiçbiri yol değildir. Yolda olmak başka, yolculuk bambaşka.... Arzularının yangınları içinde yürür insan... Yolda olmak yetmez. "Varış" da gerek.. "Her şey yoldur." Kimileri gelecekten bahsediyor ama kastettikleri geçmiş aslında. Ebedi rücu.... Asla şimdiki zaman olmamış kurgusal bir geçmiş zamanı gelecekte yeniden inşa etmeyi tasarlamak fena ve belki de abes. Geçmişin önümüze geçmesi... Geçmişi anlama ile geçmişte anlam bulma farklı hâller: Biri geleceğe açılma, diğeri gelecekten kaçınmadır... Geçmiş hiçbir zaman ölmüş değildir. Geçmiş bile değildir." Geçmişi ansımak çeşit çeşit, farklı farklı: Anmak başka, anımsamak başka, hatırlamak başka, yâd etmek başka, aklına gelmek başka. Biri özlemle, biri unutuş içinde, biri acıyla, biri hürmetle, biri apansız. Yinelemekle kalmıyor, zaman ve hislerin belirişini tekrar açımlıyoruz... Anlamı olmamak başka, anlamsız olmak bambaşka... İki tür gelecek var....   Birincisi gelen gelecek, İkincisi gidilen gelecek. İkincisi umut... Umut etme başka, dileme bambaşka... Haddizatında yalnızdır insan. "Hakikatin haddi vardır da Yanılgı’nın yoktur..." Ölesiye yaşıyoruz ama öylesine değil.. Kimse tok kalkmaz hayat sofrasından. ."Kulak dilsizdir, ağız sağır. Göz ise hem duyar hem konuşur. Dışarıdan dünya, içeriden insan yansır onda.... "göz gözü görmemek" deyimi ne hoş. Mesele gözün gözü görmesi çünkü... Göz daha fazlasını görür, Kalbin bildiğinden... Anlama çok az kimse tarafından anlaşılan bir kavram.. Bir kimseyi anlamak demek, o kimsenin bir şeyi nasıl anladığını anlamak demek.. Anlama ne çok söz söylemeyle, ne de hararetle kulak kabartmayla olur. Anlamak anlamayı anlamak... Anlamak anlayış göstermek demek değil... Anlamak affetmek demek de değil... Anlamak varoluşun özü. Zordur üstelik... Sağduyu ne sağ ne duyu. Düpedüz ön yargı. Üstelik hiç de sağın değil. Gayrisahih... Bizi zengin yapan kazandıklarımız değil, muhafaza ettiklerimiz. Bizi bilgili yapan okuduklarımız değil, özümseyebildiklerimiz... Önem değerli olmuş değer önemli olmalıydı oysa... Ateş ile alev başka. Nur ile ziya başka. Işık ile karanlık bambaşka. Düşünmek başka, düşlemek bambaşka... Kasabalılık başka şehirlilik bambaşka.. kendisi hiçbir iş yapmayan, iş yapanda da mutlaka kusurlar bulan anlayışın egemen olduğu kültürdür "kasabalılık"... Yaptığından pişman olmak başka, yapmadığından pişman olmak bambaşka. Birinde imkânsızlıktan, diğerinde imkândan azap duyulur... Birikimlerim ve ulaştığım bilinç bana sürekli “konuşmak  birbirimizi anlamanın en etkin yolu” Anlamak sanıya da müsait. Anladığını sanarsın, oysa yalandır. Çünkü insan hayatta hiç yaşamadığı güzellikteki şeyleri anlamakta zorlanır." Soru Şu : İkisi arasında büyük bir özgürlük asimetrisi varsa? Bir kişinin özgürlüğü, başkasının özgürlüğünün başladığı yerde biter mi?, Dengesizliği korur bu ilke... Mavi gökyüzü dediğin gökyüzü bile değil. Işıyan atmosfer o sadece. Göğün mavisi, ışımasıdır atmosferin. Yoksa gök kapkara... Gökyüzünün sonsuzluğu gecenin kör karanlığında görülür. Güneş bizi ışıkla örtüp kapatır aslında. Gece, dünyanın gölgesidir. Gece geçer, ışık ışır ardından. Ve insan daha "Bak!" diyemeden Karanlığın çeneleri açılıp yutuveriyor her şeyi. Parlak ne varsa yok oluyor bir anda.... Nasıl ki olmayan bir şey hakkında konuşmak onu var etmeyecekse, olan bir şey hakkında konuşmamak da onu yok etmez. Susmak daha kötü; susulan bütün hakikatlerde zehir var . "Sözün bitim yerini olay ya da konu seçmez, söz seçer. Bir şeye karşı çıkarken başka bir şeye destek veriyor olabilirsin, hem de farkında olmadan. İzan şart... Başlangıcını da olduğu gibi." Yalan anlaşıldığında yalan olur... Gerçekle bağımız kopunca, geriye yalan kalır..  yalan üç tür :  bencil duygularla söylenen, Siyah yalan; diğerkâm duygularla söylenen Beyaz yalan... ve en fenası ortaya çıksa bile kimsenin umurunda olmayan.   grup çıkarı ve aidiyet duygularıyla söylenen  mavi yalan ... Yalan olduğunu bilsen dahi inanacaksın insan oğluna, yani dinleyeceksin onu, niçin yalan söylediğini anlamaya çalışacaksın. Bazen yalan, insanın özünü gerçeklerden daha çok açığa vurduğunu unutmayacaksın... Basit çıkarların için gerçeği yansıtmayan cümleleri kurup telaffuz edeceksin…  İilişkileri bir anda onarılamayacak hale getereceksin.. Hep sahici yaşamağa çalışarak, hep yalan yaşayacaksın yaşamağa çalıştığın her sahicilik, hep bir yalan olarak çıkacak ortaya. Sahici yalanlar yaşayacaksın, hep. Yaşadıkların, hep, sahiden, yalanlar olacak. Görmek ne hoş. Ama siz yine de her gördüğünüze kanmayın. Vefa kalbin hafızası... Gönüllere dokunacaksa gönülden gelmeli...... kural çok basit: ... Sana yapılmasını  istemediğin bir şeyi başkasına yapmayacaksın.. İstediğini söyleyen istemediğni işitir derler.... Her erdem ruhun güzelliği... “Sevgi his meselesi, istem değil. Sevgi istemekle olmaz, zorunda olmakla (sevmeye mecbur edilmeyle) hiç olmaz. Sevme ödevi ise zaten abes.”  Sevgi; Kendisine önem vermeyen yürekleri  terk eder... insan nerede artık sevemiyorsa, oradan - geçip gitmeli! - Her kişi, haddizatında yalnızdır. Değilmiş gibi yapar, yaşar... ölümüyle de yaşar. Ölüm de yaşar, her kişiyle. Ölüm kişiyle yaşar. Zamansallık yitimidir ölüm... Her insan kendi zatî ölümünü ölür. Noksanlık ne fena: yeri var ama orada değil... Yok'sunluk. Kayıp birikmez, büyür. Devcileyin boşluk kalır.. Ölüm amansız bir hırsız. Boş bırakıcı, yer çelici... Geride kalanlar içindir ölüm. Acılı bir son, sonsuz bir acıdan iyidir. Silmek yazmaktan zor.. Bitince tamamlanmış olmuyor maalesef... Özlem, bahar başında esip geçer gibi görünen kar fırtınasıdır; ama, sanki, her bir tanesi donup kalacak, hiçbir zaman erimeyecek gibi gelip kalır... Özlemek öz-leyememektir. Değil başkası, kendisi bile yol gösteremez, özlem çekene.... Kaybetmek başka, yitirmek bambaşka. Biri gözden, diğeri gönülden gider sanki... Ölene kadar sorumlusun gönül bağı kurduğun her şeyden... Kendini başkasının göz bebeğinde görürsün, Yıldızları vardır insanların... Geceleyin gökyüzüne baktığında, ben bunlardan birinde olacağım, bunlardan birinde güleceğim için, sanki tüm yıldızlar gülüyormuş gibi gelecek sana. Gülmesini bilen yıldızların olacak.” "Yarın" ne kadar umut dolu bir sözcük: sabah olma, aydınlanma, ışıma, karanlık sonrası anlama sahip. Sonrasal olan insan, hep yarında yurt tutar bu yüzden: umutla, heyecanla ve elbette kaygıyla... Filizlenir, açar ve solarız. Zamanda varlık buluruz. Hem aklın hem de gönlün varsa, açmalısın onlardan yalnızca birini. Açarsan şayet ikisini birden, yazık olur her birini. Kaygı, yuvalanır derin yüreğimizde, Gizli acılar doğuruverir orada, Huzursuzca devinir, bozar heves ve rahatı, Her defasında yeni maskelerle örterek kendini... "Kendi huzurum onun huzuruna bağlı, Onu mutlu eden bana hayat verir, Onu üzen kalbimi yaralar..." Bu arada mutluluk nedir? Mutuluk,  bir insanın hayatını ne kadar anlamlı ve değerli görüp görmediği ile ilgili. Ramaktayızdır hep. Ne herhangi bir göz görmüştür güneşi, güneş gibi olmadıkça; ne de güzeli görebilir bir ruh, güzel olmadıkça. Ömür denir buna.. Yağmur sözcüğü ne kadar isabetli. Hem yağarak kendi oluyor hem kendi olduğu için yağıyor. Ölçüt şudur: Yeniden aynı hayatı yaşamak ister miydin? İlgiyle Okuduğum bir makaleden : İzninizle paylaşıyorum..... Dört  temel Yaşam kuralı: İlk kural : ” Karşına çıkan kişiler her kimse, doğru kişilerdir.  Bunun anlamı şudur, hayatımızda kimse tesadüfen karşımıza çıkmaz. Karşımıza çıkan, etrafımızda olan herkesin bir nedeni vardır,  ya bizi bir yere götürürler ya da bize bir şey öğretirler.”   İkinci kural : Yaşanmış olan her ne ise, sadece yaşanabilecek olandır.  Hiç bir şey, hem de hiç bir şey yaşadığımız şeyi değiştiremezdi. Yaşadığımızın içindeki en önemsiz saydığımız ayrıntıyı bile değiştiremeyiz. ‘ Şöyle yapsaydım, böyle olacaktı’ gibi bir cümle yoktur. Hayır, ne yaşandıysa, yaşanması gereken, yaşanabilecek olandır, dersimizi alalım ve ilerleyelim diye.  Her ne kadar zihnimiz ve egomuz bunu kabul etmek istemese de, hayatımızda karşılaştığımız her olay, mükemmeldir.”   Üçüncü kural : ” İçinde başlangıç yapılan her an, doğru andır.  Her şey doğru anda başlar, ne erken ne geç.  Hayatımızda yeni bir şeyler olmasına hazırsak, o da başlamaya hazırdır.   Dördüncü kural: “Bitmiş olan bir şey bitmiştir.  Bu kadar basittir. Hayatımızda bir şey sona ererse, bu bizim gelişimimize hizmet eder.  Bu yüzden serbest bırakmak, gitmesine izin vermek ve elde etmiş olduğun bu tecrübeyle yola devam etmek gerekir.” Bir Anekdot... Geçenlerde Üniversitemiz de düzenlenen "Kütahya'da kariyer ve İstihdam Günleri"ne katıldım. "Balık denizi gökyüzü sanır," demiş ya üstat. Bu deyişi teyit edercesine yaşanmış bir hikaye.... Öğrencilere rol model olması düşünülen ilin en büyük  Nevi şahsına münhasır​ kerameti kendinden menkul Mülkü  Âmir.... Hayatında ticari bir faaliyette bulunmamış iflas etmemiş başarısız olmamış. Gemiyi  azgın dalgalarda liman ‘a getirmemiş Sözüm ona  girişimcilik dersleri / konferansı veriyor açılış konuşmasında. Öğrencileri motivasyon sağlamak, geleceklerine rehberlik için bir anısını anlatıyor...... "on üç yaşında iken, kendi inşaatlarında  yaz ayında yeni atılan betonu sabah ve akşam saatlerinde hortumla sularken ayağına batan çiviyi nasıl kahramanca çıkartığını, tarihi bir kişi  ile  özleştirerek anlatıyor.. İşin ilginç  yanı  özdeşleştirdiği tarihi anekdot  vatan bölünmesin,bayrak inmesin , ezanlar susmasın,ocaklar sönmesin diye savaşan  çok ünlü bir  komutanla kendisini özdeşleştirmesi  ...   Bu arada unutmadan:  Onu dinleyen protokolde  Özdilek firmasının sahibi  Hüseyin Özdilek ve Kütahya!nın en büyük işadamlarından Tavşanlı Meslek Yüksek okulu'nun kuruluşunda  ve sonrasında maddi ve manevi yardımlarını esirgemeyen saygı duyduğum Nafi Bey'de var...  Birden nereden geldiyse aklıma uçan balonlarr  ve Küçük adamın sözleri geldi.   Berkehan bey, Karagöz'e "Neden dondurma yemeye gitmiyoruz Hacivat?" Hacivat'a da "Sabah da yedik, babam olmaz der" dedirterek ... subliminal mesajlar verirken.... Aklımı ve sağduyumu bir tarafa bırakıp içimdeki  hisleri yazıya dökmeye başlarsam hiç arzu etmediğim bir seviyeye inebileceğimden endişe ediyorum. Bu sebeple, en iyisi, bu yazıyı burada noktalamak… Yazıyı noktalarkende İnsanın aklına neler gelmiyor/ neler geçmiyor ki!... Uçan balonu bilmeyen yoktur.  Genellikle havadan daha hafif olan helyum gazıyla dolu olduğundan  . helyum gazının kaldırma kuvvetinin, balonun ağırlığından fazla olmasından  balon uçabilmekte. Balon şişirildiğinde ince bir zar haline gelmekte. Balonun içindeki hava, bu zarda bulunan küçük deliklerden dışarı kaçmakta. Helyum molekülleri, oksijen ya da azot gazı moleküllerine göre daha küçük olduklarından, daha çabuk dışarı kaçmakta. ve içerideki helyum gazı miktarı azaldığında, artık balonun ağırlığını taşıyamaz olmakta ve balon artık uçmaz hale gelmekte!... Konunun uzmanlar böyle söylüyor ... kitaplar böyle yazıyor...Özetle ... Balon zamanla sönmekte. Hani ya !.. Balon gibi şişirilmiş insanlar gibi!.. Kâşgarlı  Mahmut" İnsan şişirilmiş tulum gibi, ağzı açılınca sönmekte." diyor...   Ne kadar doğru bir söz. Bu sözü teyit edercesine , "Testinin içinde ne varsa, dışarıya o sızar..."diyor ya Rûmî.tıpkı onun gibi... Hayat, haksız parlatılanların yaldızlarını günü gelince  mutlaka dökmekte... Sözü fazla uzatmadan;  yakın zaman içinde yaşadığım bir olayı izninizle paylaşmak istiyorum. Geçenlerde Berkehan'la,  yeni açılan AVM' ye gezmeye gittik. Onu elinden tutup dolaştırırken, Berkehan 'ı mutlu etme çabasındayım. Ona şekerler, oyuncaklar, pastalar teklif ediyorum . Ancak nafile!..  Birden sevinçle; rengarenk uçan balonları elinde tutan baloncunun yanında buluyoruz kendimizi. Gerçi AVM'de balondan geçilmiyor. Çoğu mağaza çocuklara balon vermek suretiyle müşteri çekme çabasında.  Balonların çoğu , büyüklerin elinde!...    Berkehan'a"sana balon alayım mı?" diye soruyorum; biraz kaygılı, biraz mahzun yanıt veriyori. -"Ne yapayım balonu, sönüverir!"  .  Üç yaşında ki bir çocuğun sönebileceği için balonu reddetmesi.   Ne kadar ilginç!..   Ne kadar düşündürücü!...    Nutkum tutuluyor!..    "Her balon sönmeye mahkum!..."    "Kifayetsiz muhterisler gibi!...    Bu tipleri;  bilim adamları,        i-    Beceri/bilgi düzeylerinin gerçekte olduğundan daha iyi olduğunu düşünmeleri...        ii-   Başkalarının becerilerini/bilgi düzeylerini değerlendirme yeteneğinden yoksunluk,,       iii-   Ne kadar beceri(k)siz/ bilgisiz olduklarının farkında olmamaları....        iv-   Sağırdırlar, dilsizdirler, kördürler... diye tanımlıyor.... Ne yazık ki ülkemizde  bu tiplerin yetersizliklerine karşın  hızlıca çevresindekilerin ,yandaşların uçurması ile o mevkiye gelebilmekte!... Hani "şeyh uçmaz mürit uçurur "aforizmasını teyit edercesine ...  Bir garip Orhan Veli "Kitabe i seng i mezar" şiirinde şöyle diyor:  "öyle bir ruzigâr ki, kendi gitti, ismi bile kalmadı yadigâr....." Kendilerini, makam verilince, Zübde*i âlem sanan… Kendini o kurum için bir şans olarak gören… Hesaptaki parası kendini satın alan,... Erke selam edip, kula ram olan, Nafakası, Nifak olan… Bir ben varım deme, yoksan da olur..    ve   üç kişiye acırım diyor Şeyh Edebâli:  "Zenginken fakir düşene, cahiller arasındaki alim , bilmiş geçinenlere ve en önemlisi hatırlı iken itibarını kaybedene."... Altın gibi görünseler bile deneyimi aşan ilkelerden hareket edilince, onları değerlendirebilecek hiçbir şey elde kalmıyor maalesef...   Kifayetsiz insanlar gibi!..  "Buraya nasıl gelmiş," diye şaştığımız, insanlar gibi!... Dünya kifayetsiz muhterislerle, riyakarla ve nankörlerle dolu ve bunlar her yerde hak etmedikleri konum da / her mevkide.. Ama er ya da geç "her balon gibi sönmeye mahkum!....". Dün olduğu gibi bugünde... Tamamlanmadan bitiverecekler Hitam işte; kapanıp mühürlenecekler...... Eski olanlar gitti, yeni olanlar henüz gelmedi.... Son Söz:“Herkesten, her şeyden kaçabilirsin. Geçmişten, gerçeklerden, kafanın içindekilerden. Kaçtıklarının, hayatın boyunca gölge gibi adım adım peşinden geleceğini, en mutlu, en zayıf anını kollayacağını, mutlaka en olmadık anda karşına çıkacağını bile bile yine de kaçabilirsin. Çünkü kaçmaya devam edersek geçmişin gölgesi bizi kovalar. O beklemediğimiz bir anda karşımıza çıkıp bizi köşeye sıkıştırmadan biz onun karşısına çıkmalıyız. Çünkü değişim cesaret ister. Ya korkularımız bize sahip olur, ya da biz korkularımıza hükmederiz.” Bu özgün düşünsel deneme yazısının sonuna yaklaşırken yaşanan burukluk...... Saygılarımla. Sağlıcakla kalın! Günleriniz hep aydınlık olsun! Yüreğinizde sevgi daim olsun! Yüreği "Berkehan ve Bilgehan Deniz" kadar temiz olanların! ------------------------------------- Not:  şöhret: halkın sana verdiği değer itibar: seçkinlerin sana verdiği değer haysiyet: senin sana verdiğin değer şöhret ve itibarını sana verenler başkaları, isterlerse verdikleri gibi geri de alırlar. haysiyetine gelince, kimse onu senden alamaz, onu ancak sen kendin yitirirsin. (*)“Bazen kelimeler kifayetsiz kalır” ve "Sözün bittiği yer" söylemlerin sığlaştığı "söylenen laf mıdır, söyleyen adam mıdır? sorusunun karşılığı olarak Kendilerini, makam verilince, Zübde*i âlem sanan…Erke selam edip, kula ram olan, Nafakası, Nifak olan…kerameti kendinden menkul zat-ı muhteremler için çok sevdiğim üç  kıssadan hisse. Birlikte okuyalım:   Birinci kıssadan hisse:   Mülazahat hanesini açık bırakarak hayatın üç kuralı var... başka bir deyişle"hayatın motto" su var. yani tam karşılığı o işin amentüsü, temeli, en genel ve kısa özeti!... Her neyse!.. Lafı fazla uzatmadan... Birinci kural ; Kulun işine , ikincisi Yüce yaradan'ın işine ve üçüncüsü de ne olursa olsun hangi koşulda olursa olsun "yalan" söylememek.. İkindi vakti öncesi abdest almak için avluya çıkan şeyh;dervişin birinden bir ibrik su ister.Derviş getirir.Yere çömelmiş abdest almaya çalışan şeyh bir yandan da bahçedeki dervişleri gözetlemektedir.Su döken derviş bakar ki şeyh elini yıkarken bazı yerleri kuru kalır. İçinden; -Bir de bize mürşit olacak doğru dürüst abdest almayı bile beceremiyor diye geçirir.Bakışları alaycı ve suizandır.Şeyh kafasını kaldırır dervişin bakışlarını yakalar aklından geçenleri okur; -Evlat sen bize yaramazsın akşama kalmadan dergahımızı terk et,der. Derviş şeyhi için böyle düşündüğü için bin pişman olmuştur ama nafile kovulmuştur artık.Akşam arkadaşları ile helalleşerek ıssız bir dağ yamacındaki dergahtan ayrılır.Ne ailesi vardır ne gidecek yeri.Deli divane dağ tepe yürür,yorulmuştur,acıkmıştır.Nereye gideceğim ne yapacağım diye düşünürken uzakta bir ışık görür.Işığa doğru yürür;ağaçların altında çoban ateşin üzerinde yemek pişirmektedir. -Selamün aleyküm -Aleyküm selam -Allah misafirine aşın ekmeğin var mıdır? -Vardır hele otur şöyle,der çoban. Çoban gelen yabancıyı süzer,gece vakti ormandan gelen yabancı kimdir necidir?Üzerinde derviş kıyafeti var.İyi de bir derviş bu vakitte ne geziyor dağ başında,dervişler dergahtan akşamları dışarı çıkmazlar ki,diye düşünür.Derviş olan biteni anlatınca çoban onun haline acır ve: -Şu karşıdaki dağın arkasında bir şehir var,ismi 'Eyvallah'şehridir oraya git ne alırsan al 'eyvallah'dedikten sonra ücretsiz bedava. -Ne yani para pul istemiyorlar mı? -Eyvallah diyene herşey bedava.Derviş kendisi ile dalga geçildiğini düşünür.Çoban devam eder; -Yalnız Eyvallah şehrinin üç kuralı var.İhlal edersen şehirden atılırsın! -Nedir bu kurallar? -Bir 'Kulun işine karışmayacaksın' . İki 'Allah ın işine karışmayacaksın' . Üç 'Asla yalan konuşmayacaksın' . -Kolaymış ben zaten dergahta eğitim aldım der derviş.Sabah çekine çekine şehre giren derviş çobanın doğru söyleyip söylemediğini anlamak için hamama gider yıkanır kasaya gelir 'eyvallah'der kasa başındaki de 'eyvallah' der. -Borcum ne?der çoban hamamcı;Eyvallah kardeş borcun yok eyvallah dedin ya. Derviş şaşırır.Bir yandan sevinir fırına girer yine aynı muamele'eyvallah' diyenden para alınmıyor.Derviş 'iyi ki dergahtan kovulmuşum burda herşey bedava padişah gibi yaşarım' diye düşünmüş...Aradan bir ay geçmiş aile kurmaya karar vermiş arkadaşına danışmış.Arkadaşı köle pazarına git beğendiğini seç satıcıya eyvallah de yeter demiş..Derviş denileni yapmış evlenmiş.Aradan bir hafta geçmiş derviş çarşıda dolaşmaktadır.Karşısından biri genç biri yaşlı iki kadın gelmektedir.Genç olanın saçı başı heryeri açıktır.Diğer kadın çarşaflı sadece gözleri görünen bir kadındır. Derviş; -Şuna bak ya diye bağırır.Şuna bak örtünmesi gerekenin her yeri açık saçık;örtünmese de olur yaşlı kadının her yeri kapalı.Bu nasıl iştir,niye böyle açık giyindin be kadın der. -İmdat zaptiye!diye bağırır genç kız.Zaptiyeler gelir. -Ne vardı? -Bu adam kulun işine karıştı. Bizim dervişe karakolda on dayak atılır karakoldan çıkınca yediği dayağın acısından çok bir kulun hatasını uyardığından dolayı şikayet edilmesi ve dayak yemesi içine dokunmuştur.Karakolun avlusunda yüksek sesle; -Allah'ım bu nasıl iş?Kullarını uyardım dayak yedim.Ey Rabbim bu ne biçim iş?Dervişin söylediklerini duyan birisi; -Zaptiye zaptiye diye seslenir. -Ne oldu? -Şu derviş Allah'ın işine karıştı.Tekrar karakol on değnek daha yer derviş.Yorgun argın eve gelir içeri girip yatağa uzanır.Yarım saat sonra kapı çalınır.Eşi kapıyı açar.Av arkadaşları gelmiştir eşinden evde olup ava gidip gitmeyeceğini sorarlar.Eşi odaya girer; -Arkadaşların geldi birlikte ava çıkacakmışsınız. -Beyim evde yok de. -Zaptiye zaptiye!! -Ne vardı? -Eşim yalan konuşmamı istiyor.Yalan söylüyor.Derviş zaptiyecilerce şehirden atılır.Üstü başı toz toprak içinde şehre doğru bakar dizine vurarak; -Eyvallah'ın ayarını bilmeyen eyvah eyvah diye inler....   İkinci kıssadan hisse:   "Vaktiyle Bursa’ da bir Müslüman, eski adı “Yahudilik Yolağzı”, bugünkü adı Arap Şükrü olan muhitte çeşme yaptırmış ve başına bir kitabe eklemiş: “Her kula helâl, Müslüman’a haram!..” Bursa başkent, tabii Osmanlı karışmış, bu nasıl fitnedir diye… Gitmişler kadıya şikâyete, adam yakalanıp yaka-paça huzûra getirilmiş. “Bu nasıl fitnedir, dîni İslâm, ahâlisi Müslüman olan koca devlette sen kalk, hayrattır, sebildir diye çeşme yap, ama suyunu Müslüman’a yasakla!.. Olacak iş midir, nedir sebebi, aklını mı yitirdin?..” diye çıkışmışlar adama. Adam: - “Müsaade buyurun, sebebi vardır, lâkin ispat ister, delil şarttır…”dedikçe kadı kızmış: - “Ne delili, ne ispatı?.. Sen fitne çıkardın, Müslüman ahâlinin huzurunu kaçırdın, katlin vâciptir!” demiş. Demiş ama, bir yandan da merak edermiş: - “Nedir gerekçen?..” diye sormuş. Adam: - “Bir tek Sultan’a derim…” diye cevap verince, ortalık yine karışmış. Söz Sultan’a gitmiş, adam yaka paça saraya götürülmüş… Padişah da sinirlenmiş ama, diğer yandan o da meraklanırmış: - “De bakalım ne diyeceksen. Bu nasıl iştir ki, hem çeşmeyi yaparsın,hem de her kula helâl,Müslüman’a haram yazarsın?..” Adam, başı önünde konuşur: - “Delilim vardır, lâkin ispat ister.” - “Ya dediğin gibi sağlam değilse delilin?..” - “O zaman boynum, hükme kıldan incedir Sultânım…” - “Eeee?!..”- “Sultânım, herhangi bir havradan (sinagog) rasgele bir hahamı izahsız yaka-paça tutuklayın, bir hafta tutun. Bakın neler olacak…” Dediği yapılmış adamın. Bütün azınlıklar bir olmuş, başlarında Mûsevîler, “ne oluyor, bu ne zulüm?.. Bizim din adamımıza biz kefiliz, ne gerekirse söyleyin yapalım, o masumdur, gerekirse kefalet ödeyelim…” Çevre ülkelerden bile elçiler gelmiş, elçiler mektup üstüne mektup getirmiş… Bir hafta dolunca, adam: - “Sultanım, artık bırakmak zamanıdır” demiş. Haham bırakılmış, azınlıklar mutlu, bu sefer Sultan’a teşekkürler, hediyeler… Az zaman geçmiş ki, adam: - “Aynı işi herhangi bir kiliseden herhangi bir papaz için yaptırınız Sultanım” demiş. Aynı şekilde bir papaz derdest edilip yaka-paça alınmış Pazar ayininden ve aynı tepkiler artarak devam etmiş. Haftası dolunca da serbest bırakılmış. Mutluluk ve sevinç gösterileri daha bir fazlalaşmış, teşekkürler, şükranlar… Levantenler din adamlarına kavuşmanın mutluluğuyla daha bir sarılmışlar birbirlerine… Sultan: - “Bitti mi?..” demiş adama. - “Sultânım son bir iş kaldı, sonra hüküm zamanıdır izninizle” demiş. - “Şimdi nedir isteğin?..” - “Efendim, pâyitahtımız Bursa’nın en sevilen, en sözü dinlenilen, itimat edilen âlimini alınız minberinden…” Adamın dediğini yapmışlar, Ulucâmi imamını Cuma hutbesinin ortasında almışlar, yaka-paça götürmüşler…Ve ne olmuş bilin bakalım?.. Bir ALLAH’ın kulu çıkıp da, “ne oluyor, siz ne yapıyorsunuz?.. Hiç olmazsa vaazı bitene kadar bekleseydiniz”, gibi tek bir kelâm etmemiş, imamın peşinden giden, arayan-soran olmamış… Geçmiş bir hafta, “Nerde imam” diye gelen-giden yok!.. Aptal ve cahil bir imam tayin edilmiş yerine, ne konuştuğunu kendi kulağı duymayan tam yobaz cinsinden biri… Halk hâlinden memnun, başlamış bir dedikodu, o geçen hafta derdest edilen koca âlim için: - “Biz de onu adam bilmiş, hoca bellemiştik…” - “Kim bilir ne halt etti de tevkif edildi!..” - “Vah vaah!.. Acırım arkasında kıldığım namazlara…” - “Sorma, sorma…” Padişah, kadı ve adam izliyorlarmış olup-bitenleri. Sonunda Padişah çeşmeyi yaptırana sormuş: - “Eee, ne olacak şimdi?.. Adam: - “Bırakma zamanıdır. Bir de özür dileyip helâllik almak lâzımdır hocadan.” “Haklısın” demiş padişah, denilenin yapılması için emir buyurmuş ve adama dönmüş. Adam başı önünde konuşmuş: - “Ey büyük Sultânım, siz irade buyurunuz lütfen, böyle Müslümanlara su helâl edilir mi?..” Sultan acı acı tebessüm etmiş: - “Hava bile haram, hava bile!..” demiş… "Bana dokunmayan yılan bin yaşasın" diyenlere... "Sap döner, keser döner; gün gelir, hesap döner." "yarına kalır ama yanına kalmaz..." Üçüncü kıssadan hisse:   Padişah, özel dalkavuğuyla vakit öldürürken: -Ben demiş; “hünkarbeğendi”yi çok seviyorum, sen ne düşünüyorsun patlıcan hakkında? Dalkavuk da: -Patlıcan mı, demiş; sultanımın ağzına layık muhteşem bir sebzedir, hele “hünkarbeğendi”. Hâk-i pâyiniz kulunuz bendeniz de bayılırım ona... Padişah: -”Patlıcan musakka” da öyle, demiş; onu da çok seviyorum. -Sultanımın hakkı alileri var elbet; Allah’ın bir lütfudur patlıcan. Padişah bu kez: -”Patlıcan oturtma” ile “patlıcanlı kebap” da fena değil ama, eh işte, demiş. Dalkavuk da: -Hâk-i pâyini kulunuz bendeniz de, demiş; patlıcanlı bir yemek söylendiğinde, biraz tereddüde düşerim, hele “oturtma” ile “kebap”sa... Ve Padişah: -Ama, demiş; “patlıcan karnıyarık”tan hiç hoşlanmıyorum... -Alt tarafı patlıcan işte, nesinden hoşlanacaksınız ki?... -”İmambayıldı”dan ise nefret... -Tam bir rezalet sultanım, tam bir rezalet bu patlıcan... Padişahın birden tepesi atmış: -Bre, demiş; sen ne hınzır mel’unsun; demincek patlıcanı öve öve yere göğe koyamıyordun, şimdi de yerin dibine batırmaya başladın, yıkıl hemen karşımdan... Dalkavuk, yerlere kapanarak, ayaklarını öpmeye başlamış padişahın: -Hâk-i pâyiniz bendeniz kulunuz, patlıcanın dalkavuğu değilim ki, demiş; sadece sultanımın dalkavuğuyum. Çevir kazı yanmasın... Kim ne kadar çevirirse çevirsin, yine de bazen yanıyor galiba; çünkü burunlara sık sık yanık kokuları da geliyor. (*)"İnsanların mutluluğu nesnel koşullardan ziyade beklentilerine bağlı. Beklentilerse koşullara göre şekillenme eğiliminde; buna başka insanların koşulları da dahil. İşler düzelince beklentiler de kabarıyor ve koşullar ciddi ölçüde düzelse bile memnuniyetsizliğimiz aynı şekilde devam edebiliyor." (**)yalana dair:dair bir hikaye  .Birlikte okuyalınm:    “Birinin yalan söylediğini hissetmek kadar hiç bir şey tiksindirmedi beni bu hayatta.” Çok eskiden Ateş, Su, Gerçek ve Yalan büyük bir evde beraber yaşarlarmış. Her ne kadar birbirlerine nazik davransalar da aralarına mümkün olduğu kadar çok mesafe koymaya çalışırlarmış. Gerçek odanın bir yanında oturursa, Yalan diğer yanında otururmuş. Su, Ateş’in ayaklarının altında dolaşmamaya sürekli özen gösterirmiş. Bir gün birlikte ava gitmişler. Büyük bir sığır sürüsüyle karşılaşmışlar ve elbirliğiyle hayvanları çevirip köylerine sürmeye başlamışlar. Otlaklarda ilerlerken, Gerçek, “Hayvanları eşit paylaşalım. En hakça olanı bu” demiş. Yalan dışında herkes Gerçek’e katılmış. O, payının diğerlerinden fazla olmasını istiyormuş ama şimdilik ağzını açmamaya karar vermiş. Köye doğru yollarına devam ederken Yalan gizlice Su’ya yaklaşmış ve fısıldamış. “Sen ateşten güçlüsün. Onu ortadan kaldır, geriye kalanların payına daha çok sığır düşsün.” Su köpürerek, fokurdayarak ateşin üzerinden akmış ve onu söndürünceye kadar durmamış. Payına daha çok sığır düşeceğini düşünerek keyifle kıvrılıp dolanarak akmasına devam etmiş. Bu arada Yalan Gerçek’e şu şekilde fısıldıyormuş. “Bak! Gördün mü?! Su Ateş’i öldürdü! Sıcak yürekli arkadaşımızı gaddarca söndüren Su’yu arkada bırakalım. Sığırları dağın zirvesinde otlatmaya çıkaralım.” Gerçek ve Yalan dağa tırmanmaya başlamışlar. Su onlara yetişmeye çalışmış. Ama dağ çok dikmiş ve Su yukarı doğru akamıyormuş. Sıçraya kıvrıla, kendi kendinin üzerinden geçerek aşağıya doğru akmaya başlamış. Bakın! Görüyor musunuz?! Su hâlâ bugün bile kıvrılarak dağdan aşağı akmakta. Gerçek ve Yalan dağın zirvesine varmışlar. Yalan, Gerçek’e dönerek, yüksek sesle, “Ben senden güçlüyüm! Sen benim hizmetkârım olacaksın! Ben de senin efendin! Sığırların hepsi benim!” demiş. Kavgaya tutuşmuşlar Gerçek ayağa kalkmış ve sesini yükseltmiş. “Senin hizmetkârın olmayacağım!” Kavgaya tutuşmuşlar. Savaşmışlar savaşmışlar, savaşmışlar. Sonunda Rüzgâr’ı çağırmışlar. “Hangimiz efendi, sen karar ver” demişler. Rüzgâr karar verememiş. Esip gürleyerek bütün dünyayı dolaşmış ve insanlara “Yalan mı güçlü, Gerçek mi?” diye sormuş. Kimisi “Yalan bir kelimeyle Gerçek’i yok eder,” demiş. Kimisi “Gerçek, karanlıkta yanan küçük bir mum gibi, her durumu değiştirir” demiş. Sonunda Rüzgâr dağın zirvesine dönmüş. “Yalanın çok güçlü olduğunu gördüm. Ama hükmü sadece Gerçek’in duyulmaya çalışmaktan vazgeçtiği yerlerde geçer” demiş. Ve o gün bu gündür bu hep böyledir. Bu bir Afrika masalı. Türkçeye çevirdim. Türkiye masalı oldu. Artık yalanın hükmünün geçmemesi için ne yapılması gerektiğini bilmiyorum diyemezsiniz. Sağlıcakla kalın!

Sevgi Pazarda: Tüketim Toplumunda Özel Günler ve Eşik Altı Kodlama

Sevgi Pazarda: Tüketim Toplumunda Özel Günler ve Eşik Altı Kodlama Özet Bu çalışma, özel günlerin (Anneler Günü, Sevgililer Günü, Yılbaşı vb.) modern kapitalist toplumda nasıl metalaştırıldığı ve duygusal deneyimlerin nasıl pazarın diliyle kodlandığı üzerine eleştirel bir değerlendirme sunar. Feodalizmden kapitalizme, oradan da şirket kapitalizmine uzanan tarihsel dönüşüm bağlamında, sevgi, minnettarlık ve aidiyet gibi değerlerin nasıl ticarileştirildiği analiz edilir. "Eşik altı kodlama" kavramı kullanılarak, görünürde duygusal ve insani olanın nasıl görünmez bir biçimde tüketime yönlendirdiği ortaya konur. Tüketim toplumu, yalnızca nesnelerin değil, duyguların da pazarda dolaşıma sokulduğu bir evreye evrilmiştir. Bu bağlamda, özel günler hem kültürel hegemonya hem de ekonomik yönlendirme aracı olarak işlev görmektedir. Anahtar Kelimeler: Tüketim toplumu, özel günler, kapitalizm, eşik altı kodlama, duyguların metalaşması, şirket kapitalizmi Giriş Anneler Günü’nde bir demet çiçek, Sevgililer Günü’nde kalp biçimli bir çikolata kutusu, yılbaşında ise etiketlenmiş bir “mutluluk seti”... Günümüzde sevgi, minnettarlık, bağlılık ve umut gibi en temel insani duygular, küresel kapitalizmin yeniden üretim süreçleri içerisinde metalaşmış; pazarlanabilir, fiyatlandırılabilir ve kampanyalarla kodlanabilir hale gelmiştir. Duygular birer ürün, ritüeller birer satış stratejisi, hatırlanmak ise algoritmalarla tetiklenen bir uygulama bildirimi haline gelmiştir. Bu dönüşüm, bireyin içsel deneyimleriyle piyasa arasındaki sınırları bulanıklaştırmakta; öznel olanı nesneleştirmekte; insanı, yalnızca tüketen değil, duygularını da pazara sunan bir "duygusal girişimci" konumuna taşımaktadır. Bu çalışma, özellikle şirket kapitalizmi bağlamında, özel günler üzerinden işletilen tüketim mekanizmalarını ve duyguların sistematik biçimde metalaştırılmasını eleştirel bir perspektifle incelemeyi amaçlamaktadır. Özel günler –Anneler Günü, Sevgililer Günü, Babalar Günü, Yılbaşı gibi takvimsel eşikler– yalnızca bireysel duyguların ifade alanı olmaktan çıkmakta; aynı zamanda piyasanın kolektif hafızayı yönlendirdiği, toplumsal ritüellerin yerini marka stratejilerinin aldığı hegemonik alanlara dönüşmektedir. Bu bağlamda çalışma, duyguların ve ilişkilerin “ekonomikleştirilmesi” olgusunu, hem kuramsal hem de kültürel bir bağlamda çözümlemektedir. Kavramsal olarak çalışma, Arlie Russell Hochschild’in "duygusal emek" (emotional labor) ve "duyguların yönetimi" (emotion management) kuramlarını temel alarak, bireyin iç dünyasının da emek süreçlerine dahil edilmesiyle ortaya çıkan yeni tüketim biçimlerini tartışmaktadır. Ayrıca Eva Illouz’un "duygusal kapitalizm" (emotional capitalism) yaklaşımı çerçevesinde, aşk, sevgi, aile gibi toplumsal kurumların nasıl birer pazarlama stratejisine dönüştüğünü sorgulamaktadır. Bu bağlamda özel günler, yalnızca kültürel değil aynı zamanda ekonomik ve ideolojik aygıtlar olarak ele alınmakta; bireysel duyguların, algoritmalar, kampanyalar ve uygulama bildirimleri aracılığıyla nasıl piyasa diline çevrildiği analiz edilmektedir. Çalışmanın temel savı şudur: Şirket kapitalizmi, bireyin duygusal evrenini sistematik olarak ticarileştirerek, modern öznenin hem toplumsal ilişkilerini hem de kendilik deneyimini metalaştırmaktadır. Bu dönüşüm yalnızca ekonomik bir strateji değil, aynı zamanda varoluşsal bir kırılmadır. Çünkü duygular, artık yalnızca hissedilen değil; satın alınan, sunulan, paketlenen ve yeniden pazarlanan şeylerdir. Bu bağlamda araştırmanın amacı, özel günler aracılığıyla kurgulanan duygusal kodların nasıl içselleştirildiğini, bireyin kendi kimliğini bu tüketime dayalı semboller aracılığıyla nasıl yeniden inşa ettiğini ve bu sürecin hem bireysel hem de toplumsal ölçekte ne tür kırılmalara yol açtığını analiz etmektir. Literatür Taraması i-Duygusal Kapitalizm ve Tüketim Kültürü Duyguların ticarileştirilmesi, Arlie Russell Hochschild'in 1983 yılında geliştirdiği "duygusal emek" (emotional labor) kavramı ile akademik dünyada geniş bir tartışma alanı bulmuştur. Hochschild, duygusal emeğin özellikle hizmet sektöründe, çalışanların duygusal durumlarını kontrol etmeleri ve belirli duyguları sergilemeleri beklentisini içerdiğini öne sürmüştür. Ancak bu kavram, yalnızca çalışma hayatıyla sınırlı kalmamış; daha geniş bir kapitalist yapı içinde duyguların birer meta olarak işlev gördüğü bir bağlama evrilmiştir (Hochschild, 1983). Hochschild'in teorisi, duyguların iş gücü piyasasında ekonomik değer taşıyan bir varlık olarak görülebileceğini ortaya koymuş, bu da kapitalist toplumun duyguları nasıl ekonomik bir kaynak olarak kullandığını eleştiren önemli bir bakış açısı oluşturmuştur. Eva Illouz'un (2007) "Duygusal Kapitalizm" (Emotional Capitalism) adlı çalışması, bu ticarileşmiş duyguların özel ilişkiler ve bireysel kimlikler üzerindeki etkilerini incelemektedir. Illouz, kapitalist toplumların "aşk" ve "sevgi" gibi derin insani duyguları nasıl yeniden yapılandırıp tüketim kültürünün bir parçası haline getirdiğini araştırmaktadır. Tüketici kültürünün insanların duygusal yaşamlarını belirlemesi, toplumsal bağların zayıflamasına ve bireylerin daha fazla tüketime yönlendirilmesine yol açmaktadır. Illouz, bu dönüşümün duyguların ekonomik değerlerle ölçülmesini, bireylerin özdeğerlerini ve toplumsal ilişkilerini nasıl şekillendirdiğini ortaya koymaktadır. ii-. Özel Günlerin Ekonomik Dönüşümü Özel günler, modern kapitalizmin duygusal ve kültürel hegemonyasının önemli araçları haline gelmiştir. Anneler Günü, Sevgililer Günü, Yılbaşı gibi takvimsel eşikler, yalnızca toplumsal değerleri kutlamak için değil, aynı zamanda geniş çaplı pazarlama stratejileriyle bireyleri belirli tüketim alışkanlıklarına yönlendirmek amacıyla kullanılır. Bu bağlamda, özel günlerin ekonomik anlamda nasıl dönüştüğü üzerine yapılan çalışmalar, toplumsal kutlamaların zaman içinde nasıl birer tüketim nesnesine dönüştüğünü ve kapitalist piyasanın bu süreçteki rolünü sorgulamaktadır. Baudrillard’ın (1998) "Tüketim Toplumu" adlı eserinde, özel günlerin ve ritüellerin, toplumları belirli tüketim kalıplarına yönlendiren stratejik araçlar olarak kullanıldığı vurgulanmaktadır. Baudrillard, bu kutlamaların artık duygusal anlam taşımadığını, aksine bireylerin sürekli olarak kendilerini yeniden inşa ettikleri ve bu süreçte sürekli olarak tükettikleri gösterge sistemleri haline geldiğini ileri sürmüştür. Özel günler, bu göstergelerin işlevselliğiyle, insanlar arasındaki duygusal bağları daha çok tüketim odaklı ilişkilere dönüştürmektedir. Zygmunt Bauman (2007) ise "akışkan modernite" kavramıyla, bireylerin sürekli değişen, güvenceye alınamayan bir dünyada, duygusal bağlarını da sürekli olarak şekillendirdiğini ifade etmektedir. Bauman, özel günler gibi sabit ritüellerin, bireyleri geçici tatminler arayışı içine soktuğunu ve gerçek anlamda duygusal derinlikten yoksun, yüzeysel bağlar kurduğunu savunmaktadır. iii- Duyguların Pazarlanabilirliği ve Algoritmalar Duyguların pazarlanabilir hale gelmesi yalnızca geleneksel pazarlama stratejileriyle sınırlı kalmamaktadır. Dijital kapitalizmin yükselmesiyle birlikte, duygular artık algoritmalar aracılığıyla hedeflenmektedir. Çeşitli sosyal medya platformları ve dijital uygulamalar, kullanıcıların duygusal durumlarını analiz etmekte ve onlara uygun reklamlar, kampanyalar ve ürünler sunmaktadır. Bu süreç, duygusal yönetim ve kontrolün daha sofistike bir boyuta taşındığı yeni bir dijital çağın habercisidir. Shoshana Zuboff (2019) "Sınırsız Kapitalizm" adlı eserinde, dijital kapitalizmin duyguları ve bireysel deneyimleri nasıl veri haline getirdiğini, bu verilerin nasıl pazarlanabilir hale geldiğini tartışmaktadır. Zuboff, "gözetim kapitalizmi" kavramı ile, şirketlerin kullanıcıların duygusal ve psikolojik verilerini nasıl ticaret haline getirdiğini ve bireylerin duygusal tepkilerinin nasıl birer ekonomik kaynağa dönüştüğünü göstermektedir. Duyguların algoritmalar tarafından şekillendirilmesi, özel günlerin ve kutlamaların dijitalleşen dünyada daha da metalaşmasına yol açmıştır. Özellikle sosyal medya platformlarında, kullanıcıların özel günlerdeki paylaşımlarına ve tepkilerine göre hedeflenen reklamlar ve promosyonlar, duygusal yönelimleri doğrudan etkilemektedir. Bu durum, bireylerin duygusal yaşamlarının sadece dışsal sosyal faktörler değil, aynı zamanda teknolojik araçlarla yeniden şekillendirilen bir yapı olduğunu ortaya koymaktadır. iv- Eleştirel Perspektifler ve Toplumsal Etkiler Tüketim kültürünün duyguları pazarlama aracı olarak kullanması, toplumsal eşitsizlikleri derinleştiren bir etkiye sahiptir. Duyguların metalaşması, özellikle düşük gelirli ve marjinal gruplar için daha fazla ekonomik baskı oluşturmakta, toplumsal anlamda da bireylerin duygusal bağlarını zayıflatmaktadır. Bununla birlikte, bu süreçler, bireysel özgürlüğün ve kimliğin yeniden tanımlanmasını da engellemektedir. Her ne kadar bu durum kapitalizmin bireysel özgürlük ve özdeğer üzerinden genişleyen hegemonik bir gücü olarak görülebilse de, aynı zamanda kapitalist toplumun yapısal sorunlarını da daha görünür hale getirmektedir. Toplumların kendilik, kimlik ve değerler üzerine inşa ettikleri anlayışlar, kapitalist pazarın yönlendirdiği çerçevelerle sınırlı kalmaktadır. 2-Kuramsal Çerçeve Çalışmamız, modern kapitalizmin toplumsal değerleri, duyguları ve ritüelleri nasıl pazarlama araçlarına dönüştürdüğüne dair bir eleştiriyi hedeflemektedir. Bu bağlamda, araştırma; duygusal kapitalizm, tüketim kültürü ve gözetim kapitalizmi gibi kavramları temel alarak toplumsal değişimi, bireysel kimliklerin dönüşümünü ve pazarın toplumsal ilişkiler üzerindeki etkilerini tartışacaktır. Duygusal Kapitalizm Duyguların ticarileştirilmesi, kapitalist toplumlarda bireylerin içsel dünyalarını dışsal ekonomik sistemle ilişkili hale getirmektedir. Arlie Russell Hochschild'in "duygusal emek" (emotional labor) kavramı, bu sürecin ilk ve temel teorik açıklamalarından biridir. Hochschild, duygusal emeğin özellikle hizmet sektöründe nasıl metalaştırıldığını ve duygusal becerilerin iş gücü olarak nasıl işlediğini ele almıştır (Hochschild, 1983). Ancak bu kavram, yalnızca iş yerinde duygusal emeği incelemekle sınırlı kalmamış; kapitalizmin, duygusal ilişkiler ve içsel yaşamla olan etkileşimini daha geniş bir ölçekte ele almıştır. Bu çerçevede, Hochschild'in çalışması, duyguların ticarileşmesinin toplumsal yapıyı nasıl dönüştürdüğünü anlamamıza yardımcı olmaktadır. Eva Illouz’un "duygusal kapitalizm" üzerine yaptığı çalışmalar da bu kuramsal çerçevenin önemli bir parçasını oluşturur. Illouz, modern kapitalizmin duyguları nasıl metalaştırdığını, bireylerin duygusal yaşamlarının nasıl tüketime dönüştüğünü ve romantik ilişkilerin bile birer tüketim nesnesine dönüştüğünü tartışır (Illouz, 2007). Ona göre, kapitalizm, bireylerin duygusal dünyasını şekillendirerek, bu dünyayı bir ürün ve hizmet talep eden bir pazar alanı olarak yeniden kurgulamaktadır. Bu bakış açısı, duyguların toplumsal ve bireysel düzeyde nasıl ekonomik süreçlerle kesiştiğini ve kapitalist sistemin bireysel kimlikler üzerindeki etkilerini incelememize olanak tanır. Tüketim Kültürü ve Kapitalizmin Toplumsal Değerlerle İlişkisi Jean Baudrillard’ın "tüketim toplumu" teorisi, kapitalizmin bireyler arasındaki toplumsal ilişkileri, değerleri ve anlamları nasıl dönüştürdüğüne dair önemli bir perspektif sunmaktadır. Baudrillard’a göre, tüketim toplumunda insanlar artık sadece ürünleri değil, aynı zamanda sembolik değerleri, anlamları ve ilişkileri de tüketirler. Özel günler gibi toplumsal ritüeller de, bu tüketim sürecinin birer parçasına dönüşür (Baudrillard, 1998). Özellikle Sevgililer Günü veya Anneler Günü gibi kutlamalar, başlangıçta bireysel anlam taşıyan toplumsal ritüellerken, zamanla ticarileşerek birer tüketim aracı haline gelmiştir. Tüketim kültürünün toplumsal ilişkiler üzerindeki etkisi, insanların bu ilişkileri de ürün ve hizmet taleplerine indirgemesine yol açmaktadır. Örneğin, bir kutlama günü, samimi bir hatırlama ya da minnettarlık gösterisi olmaktan çıkarak, bir ürün ya da hizmete dönüşmektedir. Bu geçiş, toplumsal değerlerin ve insani ilişkilerin kapitalizm tarafından nasıl yeniden üretildiğini göstermektedir. Gözetim Kapitalizmi ve Dijital Duygular Shoshana Zuboff’un "gözetim kapitalizmi" kavramı, dijital kapitalizmin bireylerin duygusal yaşamlarını nasıl veriye dönüştürdüğünü ve bu verilerin nasıl kapitalist amaçlarla kullanıldığını ele alır (Zuboff, 2019). Zuboff, dijital platformların kullanıcı verilerini toplama, analiz etme ve bu verileri pazarın yönlendirilmesi için nasıl kullanıldığını detaylandırmıştır. Bu bağlamda, sosyal medya ve dijital uygulamalar, bireylerin duygusal durumlarını takip etmekte ve bu verileri, onlara yönelik kişiselleştirilmiş reklamlar ve ürünler sunmak için kullanmaktadır. Dijital teknolojiler, özel günlerdeki kutlama mesajlarını, fotoğrafları ve tepkileri de "dijital duygular" olarak pazarlamaktadır. Zuboff’un teorisi, bu sürecin, bireylerin kendilerini dijital platformlar üzerinden yeniden inşa etmeleri ve duygularını sürekli olarak ticaret haline getirmeleriyle nasıl iç içe geçtiğini anlamamıza olanak tanımaktadır. Eleştirel Perspektif ve Toplumsal Etkiler Duyguların ticarileştirilmesinin toplumsal eşitsizlikleri derinleştirdiği ve bireylerin duygusal bağlarının sığlaşmasına yol açtığı eleştirileri, Zygmunt Bauman’ın "akışkan modernite" kavramı çerçevesinde tartışılabilir. Bauman, modern toplumun bireyleri, güven arayışı içinde sürekli bir belirsizliğe sürüklediğini ve bu belirsizliklerin, duygusal bağları da yüzeysel ve geçici hale getirdiğini öne sürmüştür (Bauman, 2007). Bu bağlamda, kapitalist sistemin sadece ekonomik eşitsizlikleri derinleştirmediği, aynı zamanda bireylerin duygusal dünyalarını da metalaştırarak, kimlik ve toplumsal bağlarını şekillendirdiği söylenebilir. Eşik Altı Kodlama: Görünmeyen Mesajın Gücü Kapitalist sistem, artık doğrudan mesajlarla değil, eşik altı (subliminal) yollarla tüketimi yönlendirir. Anneler Günü reklamında ağlayan bir çocuk, Sevgililer Günü afişinde el ele tutuşan çift, yılbaşı kampanyasında gülümseyen aile... Görünürde duygu yüklü, fakat temelde tüketim çağrısı yapan bu imgeler, bireyin bilinçdışında iz bırakır. Bu tür kodlama, bireyin özgür seçim yanılsaması altında pazarın yönlendirmesine açık hale gelmesini sağlar (Zaltman, 2003). Duygular, pazarlama diliyle içselleştirilir ve tüketim davranışına dönüşür. Tüketim Ritüelleri: Özel Günler Üzerinden Toplumsal Kontrol Özel günler, bir yandan birliktelik ve anma ritüelleri sunarken, diğer yandan bireyleri belirli tüketim pratiklerine yönlendirir. Anneler Günü'nde hediye almayan bir evlat “duyarsız”, Sevgililer Günü’nde yalnız kalan bir birey “eksik” hisseder. Bu hisler, bireyin duygusal değil, ekonomik bir performansa göre kendini değerlendirmesine neden olur. Bu durum Michel Foucault’nun “iktidarın mikrofizikleri” (1977) kavramıyla örtüşür: Piyasa, yalnızca ekonomiyi değil, toplumsal normları da şekillendirir. Sonuç Kapitalist ekonomi, yalnızca malların ve hizmetlerin değil, artık duyguların da mülkiyetine talip bir yapıdır. Bu çalışmada, özellikle özel günler üzerinden şekillenen duygusal ekonominin nasıl işlediği, eşik altı kodlama teknikleriyle bireyin bilinçdışına nasıl sızdığı, ve en mahrem duyguların bile metalaştırıldığı bir kültürel iklimde nasıl normalleştirildiği tartışılmıştır. Sevgi artık bir ürün, özlem bir kampanya, vefa ise bir indirim kodudur. Bu dönüşüm, yalnızca piyasanın bir zaferi değil, bireyin duygusal özerkliğinin çöküşüdür. Elde edilen bulgular, modern kapitalizmin, duygulanımı bireysel bir iç deneyim olmaktan çıkarıp, kitlesel olarak tasarlanmış ve yönlendirilmiş bir davranış biçimine dönüştürdüğünü göstermektedir. Sosyal medya bu dönüşümün panoptikonudur; birey sevdiğini gösterirken, aslında sisteme sadakatini ilan eder. Tüketim yoluyla sevgi ifade etme normu, alternatif duygulanım biçimlerini marjinalleştirir; el emeği bir mektup, sessiz bir dokunuş, zamanın içten armağanı artık görünmezleşmiştir. Bu bağlamda, özel günlerin yalnızca ekonomik değil, aynı zamanda ideolojik aygıtlar olduğunu ileri sürmek mümkündür. Louis Althusser’in “ideolojik aygıtlar” tanımını hatırlarsak, bu günler yalnızca “hediye alma” eylemiyle değil, duygulanımı şekillendirme ve yönlendirme işleviyle de sistemin yeniden üretimine katkı sunar. Michel Foucault’nun "biyopolitika" kavramını da hatırlatacak şekilde, bireyin yalnızca bedeni değil, duyguları da yönetilmektedir artık. Ancak bu distopik resmin karşısında hâlâ bir direnç ihtimali vardır. Duyguların metalaşmasına karşı verilecek mücadele, duyguların yeniden sahiplenilmesini gerektirir. Sevginin ölçülemeyeceğini, özlemin fiyatlandırılamayacağını, vefanın algoritmik biçimde önerilemeyeceğini hatırlamakla başlar bu direniş. Alternatif duygulanım biçimlerinin, ticarileşmemiş ifade yollarının teşvik edilmesi, sadece bireysel değil, kültürel bir etik sorumluluktur. Sonuç olarak bu çalışma, duyguların metalaşmasının yalnızca bir ekonomik mesele değil, aynı zamanda bir kültürel hegemonya meselesi olduğunu göstermektedir. Kapitalist tüketim kültürü, yalnızca ne aldığımızı değil, ne hissettiğimizi de belirler hale gelmiştir. Bu nedenle, duyguların yeniden kamusallaştırılması, gösteriden öze, tüketimden yaşantıya dönüş bir etik çağrı olarak karşımızda durmaktadır. Kaynakça  Baudrillard, J. (1998). The Consumer Society: Myths and Structures. Sage. Bourdieu, P. (1991). Language and Symbolic Power. Harvard University Press. Debord, G. (1996). The Society of the Spectacle. Zone Books. Foucault, M. (1977). Discipline and Punish: The Birth of the Prison. Vintage Books. Hochschild, A. R. (1983). The Managed Heart: Commercialization of Human Feeling. University of California Press. Klein, N. (2001). No Logo. Picador. Zaltman, G. (2003). How Customers Think: Essential Insights into the Mind of the Market. Harvard Business Review Press.    

Türkiye’de Şirket Kapitalizmi: Kamusal Varlıkların Sermaye Birikim Rejimine Devri Üzerine Eleştirel Bir İnceleme...

İlk Söz: Sistem bozuk değil...Sistem bu....Sistem şirket kapitalizmi ...Bu sistem, yalnızca malların değil, hayallerin de alınıp satıldığı bir pazar. Bu sistem, zenginliği değil yoksulluğu büyütmekte; kalkınmayı değil, çöküşü finanse etmekte. Kamu malına çökmek artık suç değil, "kurumsal strateji" . #Kapitalizm #SistemEleştirisi Öz Yirminci yüzyılın sonları ve yirmi birinci yüzyılın başları, bilim ve teknolojide benzeri görülmemiş bir hızda ilerlemeye sahne olmaktadır. Özellikle biyoteknoloji ve genetik mühendisliği alanındaki çığır açıcı keşifler, yalnızca yaşam bilimlerini değil, aynı zamanda ekonomik ve toplumsal yapıları da derinden etkileme potansiyeli taşımaktadır. Güncel biyoteknolojik gelişmelerin ve popüler kültürdeki yansımalarının, ekonomik sistemlerde gözlemlenen dönüşümlerle olan ilişkiler gözönüne alınarak özellikle, genetik mühendisliği alanındaki ilerlemelerin tetiklediği potansiyel ekonomik ve etik sonuçlar, Şirket Kapitalizmi, Tekno-Kapitalizm ve Paydaş Kapitalizmi kavramları çerçevesinde, tarihsel bir paralellik kurularak "Yeni Merkantilizm" olarak adlandırılabilecek bir perspektifle analiz edilmektedir. Popüler kültür referansları (Time dergisi, Jurassic World, The Fly, Jurassic Park, Melekler ve Şeytanlar) aracılığıyla sunulan metaforik anlatılar, bilimsel ilerlemenin ekonomik sistemler üzerindeki derin ve karmaşık etkilerini anlamak için bir çerçeve sunmaktadır.Bu bağlamda, Time dergisinin kapağında yer alan yeniden canlandırılmış kurt yavruları gibi sembolik olaylar ve popüler kültürdeki yansımaları (örneğin, Jurassic World serisinin sosyal medya etkileşimi), bu gelişmelerin hem heyecan verici hem de potansiyel risklerle dolu doğasını gözler önüne sermektedir. Bu makale, bu tür bilimsel ilerlemelerin günümüz ekonomik sistemleri olan Şirket Kapitalizmi, Tekno-Kapitalizm ve giderek önem kazanan Paydaş Kapitalizmi anlayışıyla nasıl bir etkileşim içinde olduğunu incelemeyi amaçlamaktadır. Ayrıca, bu etkileşimi tarihsel bir perspektife oturtarak, modern gelişmelerin "Yeni Merkantilizm" olarak adlandırılabilecek bir yeniden yorumunu sunmayı hedeflemektedir.Bu çalışma, Türkiye’de son kırk yılda kamusal varlıkların şirket kapitalizmi ekseninde özel sermayeye devrini ve bunun doğurduğu ekonomik, sosyal ve kültürel sonuçları eleştirel bir perspektifle irdelemektedir. Özelleştirme politikalarının ve neoliberal yapısal dönüşümlerin, halkın ortak mülkiyetini nasıl sermaye birikim rejimlerine tabi kıldığı açıklanırken; medya, üniversite, tarım ve çevre politikaları gibi alanlardaki yansımalar da analiz edilmektedir. Anahtar Kelimeler: Şirket kapitalizmi, özelleştirme, kamu varlıkları, neoliberalizm, sermaye birikimi, medya, tarım, çevre Giriş Şirket kapitalizmi, tekno-kapitalizm ve paydaş kapitalizmi kavramları, farklı vurgulara sahip olsalar da, özünde benzer ekonomik sistemlerin çağdaş tezahürleri olarak analiz edilebilir. Bu sistemlerin kökeninde, ekonomik faaliyetlerde devletin merkezi bir rol oynadığı ve zenginlik birikiminin öncelikli amaç olduğu Merkantilizm'in tarihsel mirası yatmaktadır (Heckscher, 1931). Günümüzde ise, özellikle biyoteknoloji, bilgi teknolojileri ve nanoteknoloji gibi alanlardaki hızlı inovasyonlar, ekonomik yapıyı derinden etkileyerek tekno-kapitalizm olarak adlandırılan yeni bir aşamaya evrilmesine neden olmaktadır (Schiller, 1999). Bu bağlamda, Time dergisinin yakın tarihli bir kapağında yer alan on bin yıl öncesine ait bir kurdun DNA'larından yeniden canlandırılan beyaz kurt yavrularına ilişkin görsel ve Jurassic World X hesabının bu gönderiye yaptığı ironik yorum, tekno-kapitalizmin belirgin özelliklerini ve beraberinde getirebileceği potansiyel riskleri kavramsal düzeyde anlamak için dikkat çekici bir örnek sunmaktadır. Jurassic Park filminde fosilleşmiş bir sivrisinekten elde edilen DNA aracılığıyla dinozorların yeniden yaratılması anlatısı, genetik manipülasyonun hem çığır açıcı potansiyelini hem de öngörülemeyen sonuçlarını alegorik bir biçimde temsil etmektedir (Crichton, 1990). Jeff Goldblum'un söz konusu filmde ve DNA düzeyinde birleşme sonucu mutasyona uğrayan bir karakteri canlandırdığı The Fly (Sinek) filmindeki rolleri, bu metaforik ilişkiyi daha da güçlendirmektedir. Sinek temasının, kâğıt oyunlarındaki en değersiz karttan (sinek ikili) en büyük etkilere yol açabilecek gelişmelere uzanan yorumu ise, küçük ölçekli başlangıçların zamanla geniş ve etkili sonuçlar doğurabileceği fikrini sembolize etmektedir. Bu durum, kapitalist sistemin inovasyon ve büyüme dinamiklerini yansıtırken, aynı zamanda kontrolsüz ilerlemenin potansiyel tehlikelerine de işaret etmektedir (Bostrom, 2009). Simgebilimci Robert Langdon karakterinin Dan Brown'ın Melekler ve Şeytanlar romanındaki antimadde arayışı gibi bir zamanlar ütopik addedilen bilimsel kavramların günümüzde somut gerçekliklere dönüşmeye başlaması, tekno-kapitalizmin bilimsel araştırmalara yaptığı yoğun yatırımların ve bu yatırımların potansiyel olarak "imkansız" olarak görünen sonuçlar üretebileceği düşüncesini desteklemektedir (Brown, 2000). Ancak bu türden bilimsel ve teknolojik ilerleme arayışları, Merkantilizm dönemindeki sınırsız zenginlik arayışına benzer bir biçimde, etik ve toplumsal sonuçların yeterince değerlendirilmemesi riskini de beraberinde getirebilir (Polanyi, 1944). Metinde yer alan "en büyük kartların açıldığı bir döneme şahit oluyoruz" ifadesi, Merkantilizm'in temel özelliklerinden biri olan yoğun rekabet ortamını ve ulusların (günümüzde ise küresel şirketlerin) sürekli olarak daha fazla ekonomik ve siyasi güç elde etme arayışını çağrıştırmaktadır (Gilpin, 2001). Merkantilist dönemde devletin ekonomik faaliyetlere aktif müdahalesi ve ihracatın teşvik edilmesi gibi politikalar, günümüzdeki uluslararası şirketlerin küresel pazarlarda rekabet avantajı elde etme çabaları ve devletlerle kurdukları karmaşık ilişkilerle paralellikler göstermektedir (Strange, 1996). Tekno-kapitalizmde ise bu rekabet, teknolojik üstünlük ve sürekli inovasyon yoluyla daha da yoğunlaşmış ve Schumpeter'in (1942) "yaratıcı yıkım" teorisinin pratik bir uygulaması haline gelmiştir. Sonuç olarak, yeniden canlandırma teknolojileri, genetik manipülasyon ve bir zamanlar ütopik olarak görülen bilimsel hedeflerin gerçekleşmesi gibi unsurlar, tekno-kapitalizmin bilim ve teknolojiye yaptığı stratejik yatırımları, bu yatırımların potansiyelini ve beraberinde getirebileceği riskleri, etik tartışmaları ve sürekli büyüme imperatifini yansıtmaktadır. Bu durum, Merkantilizm'in rekabetçi ve zenginlik odaklı doğasının günümüzdeki şirket kapitalizmi ve tekno-kapitalizm bağlamında nasıl bir dönüşüm geçirdiğine dair önemli bir analitik çerçeve sunmaktadır. Paydaş kapitalizmi kavramı ise, bu teknolojik ve ekonomik gelişmelerin yalnızca şirketlerin finansal getirilerini değil, aynı zamanda tüm ilgili tarafların (çalışanlar, tüketiciler, toplum ve çevre) refahını da gözetmesi gerektiği yönündeki güncel tartışmaları gündeme taşımaktadır (Freeman et al., 2010). 2. Kavramsal/Kuramsal Çerçeve (Gerekçeler ve Bağlantılı Konular): Şirket Kapitalizmi Nedir? 2. Kavramsal/Kuramsal Çerçeve: Şirket Kapitalizmi ve Tekno-Feodalizm Tartışmaları Bu bölüm, şirket kapitalizmi kavramını ve günümüz ekonomik sistemini anlamak için önem taşıyan tekno-feodalizm tartışmalarını incelemektedir. Son yıllarda öne sürülen tekno-feodalizm tezi, geleneksel kapitalist dinamiklerin önemli ölçüde değişime uğradığını ve yeni bir ekonomik düzenin ortaya çıktığını savunmaktadır (Varoufakis, 2023). Bu bağlamda, şirket kapitalizmi anlayışı, bu dönüşümün anlaşılması için kritik bir zemin sunmaktadır. 2.1. Şirket Kapitalizmi: Tanım ve Temel Özellikler Şirket kapitalizmi, genel olarak kamu kaynaklarının özel sektörün sermaye birikimi lehine olacak şekilde yeniden yapılandırılması olarak tanımlanabilir (Harvey, 2005). Bu modelde devlet, klasik liberalizmin öngördüğü tarafsız bir hakem rolünden ziyade, aktif bir aktör olarak ekonomik süreçlere müdahale eder. Devletin temel işlevi, sermaye birikimini desteklemek, yönlendirmek ve kolaylaştırmak haline gelir. Bu durum, kamu politikalarının ve kaynaklarının öncelikli olarak şirketlerin ve büyük sermaye sahiplerinin çıkarlarını gözetecek şekilde şekillenmesine yol açabilir. David Harvey (2005), şirket kapitalizmini "birikim yoluyla el koyma" (accumulation by dispossession) kavramı üzerinden açıklamaktadır. Bu kavram, kapitalist sistemin yalnızca üretim yoluyla değil, aynı zamanda kamu varlıklarının özelleştirilmesi, doğal kaynakların tahribi, finansal spekülasyonlar ve fikri mülkiyet haklarının genişletilmesi gibi mekanizmalarla da sermaye birikimini sağladığını ifade eder. Şirket kapitalizmi bağlamında, devletin bu el koyma süreçlerini kolaylaştırıcı veya doğrudan uygulayıcı bir rol üstlenmesi söz konusudur. 2.2. Tekno-Feodalizm Tezi: Kapitalizmin Dönüşümü mü, Yeni Bir Sistem mi? Yanis Varoufakis (2023) gibi düşünürler, günümüz kapitalizminin temel dinamiklerinin köklü bir değişim geçirdiğini ve "tekno-feodalizm" olarak adlandırdıkları yeni bir sistemin ortaya çıktığını ileri sürmektedirler. Bu teze göre, kapitalizmin temel unsurları olan kâr ve piyasalar, Büyük Teknoloji şirketlerinin ve merkez bankalarının yarattığı "bulut sermayesi"nin hegemonyası altında dönüşüme uğramıştır. Varoufakis (2023), bu dönüşümü şu şekilde açıklamaktadır: Bulut Sermayesinin Hegemonyası: Büyük teknoloji şirketleri, sahip oldukları devasa veri merkezleri ve algoritmalar aracılığıyla yeni bir tür "bulut sermayesi" yaratmışlardır. Bu sermaye, kullanıcıların her tıklaması ve kaydırmasıyla sürekli olarak değer üretir ve bu değerin büyük bir kısmı bu şirketlerin kontrolünde kalır. Piyasaların Dönüşümü: Geleneksel serbest piyasa mekanizmaları, büyük teknoloji platformlarının algoritmik kontrolü altında giderek daha fazla şekillenmektedir. Bu platformlar, kullanıcıların davranışlarını yönlendirerek ve piyasa erişimini kontrol ederek rekabeti sınırlayabilir ve kendi çıkarlarını maksimize edebilirler. Verinin Metalaşması: Kullanıcıların kişisel verileri, bu yeni sistemin temel hammaddesi haline gelmiştir. Teknoloji şirketleri, bu verileri toplayarak, işleyerek ve satarak önemli ölçüde kâr elde etmektedirler. Bu durum, insanların farkında olmadan her gün teknoloji devleri için "ücretsiz" çalıştıkları anlamına gelebilir (Varoufakis, 2023). Reel Ekonomi ve Finans Arasındaki Kopuş: Varoufakis (2023), reel ekonomi ile finans arasındaki bağın giderek koptuğunu ve bunun tekno-feodalizmin bir işareti olduğunu belirtmektedir. Tahvil ve hisse senedi fiyatlarının normalde zıt yönlerde hareket etmesi beklenirken, son dönemde eş zamanlı yükselişler veya düşüşler gözlemlenmektedir. Bu durum, finansal piyasaların reel ekonomik temellerden uzaklaştığına işaret edebilir. Tekno-feodalizm tezi, 21. yüzyıl kapitalizminin "gözetim kapitalizmi" (surveillance capitalism) olarak da adlandırılan bir aşamasına işaret etmektedir (Zuboff, 2019). Bu çerçevede, bireylerin verileri sürekli olarak toplanmakta, analiz edilmekte ve davranışlarını tahmin etmek ve etkilemek amacıyla kullanılmaktadır. Bu durum, bireylerin özerkliği ve özgürlüğü üzerinde önemli etkiler yaratmaktadır. 2.3. Şirket Kapitalizmi ve Tekno-Feodalizm Arasındaki İlişki Şirket kapitalizmi anlayışı, tekno-feodalizm tezinin daha iyi anlaşılması için önemli bir bağlam sunmaktadır. Devletin ekonomik süreçlerde aktif bir rol üstlenmesi ve sermaye birikimini destekleyici politikalar izlemesi, büyük teknoloji şirketlerinin bu denli güçlenmesine ve yeni bir ekonomik düzenin ortaya çıkmasına zemin hazırlamış olabilir. Devletin regülasyon eksikliği veya yetersizliği, bu şirketlerin piyasaları domine etmelerini ve kullanıcı verilerini kontrol etmelerini kolaylaştırmış olabilir. Sonuç olarak, şirket kapitalizmi ve tekno-feodalizm tartışmaları, günümüz ekonomik sisteminin geçirdiği dönüşümü anlamak için kritik öneme sahiptir. Devletin rolü, teknoloji şirketlerinin gücü, verinin metalaşması ve piyasa dinamiklerindeki değişimler, bu yeni ekonomik düzenin temel özelliklerini oluşturmaktadır. Bu çerçeve, ilerleyen bölümlerde yapılacak analizler için önemli bir zemin sağlayacaktır. 3. Türkiye'de Özelleştirme Uygulamaları ve Kamu Varlıklarının Özel Sektöre Devri: Eleştirel Bir Bakış Türkiye ekonomisi, 1980'li yıllardan itibaren küresel neoliberal politikaların etkisiyle kapsamlı bir dönüşüm sürecine girmiş olup, bu sürecin temel bileşenlerinden birini kamu iktisadi teşebbüslerinin (KİT'ler) özelleştirilmesi oluşturmuştur (Boratav, 2003). Şirket kapitalizminin dünya genelindeki yükselişiyle eş zamanlı olarak Türkiye'de hayata geçirilen özelleştirme uygulamaları, önemli kamu varlıklarının özel sektör aktörlerine devrini hızlandırmış ve ülkenin ekonomik yapısında derin ve kalıcı izler bırakmıştır (Yeldan, 2001). Bu bağlamda, bu bölüm Türkiye'deki özelleştirme sürecinin tarihsel gelişimini, gerekçelerini, uygulanan yöntemleri ve kamu varlıklarının devrini incelemekte, ardından bu uygulamaların ekonomik ve sosyal etkilerini eleştirel bir perspektifle değerlendirmektedir. 3.1.Türkiye'de Özelleştirme Sürecinin Evrimi ve Temel Gerekçeleri Türkiye'de özelleştirme düşüncesi ilk olarak 1980'li yılların başlarında tartışılmaya başlanmış ve 1984 yılında yasal bir çerçeveye oturtulmuştur (Özden, 2000). Ancak, özelleştirme uygulamaları asıl ivmesini 1990'lı yılların sonu ve 2000'li yılların başlarında kazanmıştır. 1986 yılında kurulan Özelleştirme İdaresi Başkanlığı ve 1994 yılında faaliyete geçen Özelleştirme Yüksek Kurulu, kamu varlıklarının özel sektöre devir sürecini kurumsal bir yapıya kavuşturmuştur (Yeldan, 2001). Hükümetler tarafından sıklıkla dile getirilen özelleştirme uygulamalarının temel gerekçeleri literatürde şu şekilde özetlenmektedir: Ekonomik Verimliliğin Artırılması: KİT'lerin bürokratik işleyişi, siyasi müdahalelere açık olmaları ve rekabet baskısının sınırlı olması nedeniyle verimsiz çalıştıkları ileri sürülmüştür. Özel sektörün dinamizmi, etkin yönetim anlayışı ve rekabetçi piyasa koşulları sayesinde bu verimliliğin artırılacağı savunulmuştur (Boyacıoğlu & Koç, 2010). Mali Disiplinin Sağlanması: Özelleştirme yoluyla elde edilecek gelirlerin bütçe açıklarının finansmanında kullanılması, kamu borcunun azaltılması ve genel kamu maliyesinin güçlendirilmesi hedeflenmiştir (Celasun, Gelgeç, & Tansel, 2002). Rekabet Ortamının Oluşturulması: KİT'lerin bazı sektörlerde tekel veya oligopol konumunda bulunması nedeniyle rekabetin sınırlı olduğu ve bu durumun tüketici refahını olumsuz etkilediği belirtilmiştir. Özelleştirme ile piyasaların serbestleşeceği ve rekabetin artacağı öngörülmüştür (Akyüz, 2005). Yabancı Sermaye Girişinin Teşvik Edilmesi: Özelleştirme uygulamalarının ülkeye doğrudan yabancı yatırım girişini sağlayacağı, teknoloji transferini hızlandıracağı ve Türkiye'nin uluslararası rekabet gücünü artıracağı iddia edilmiştir (Togan, 2003). Devletin Ekonomideki Rolünün Sınırlandırılması: Neoliberal ideolojinin etkisiyle, devletin ekonomik faaliyetlerden çekilerek temel görevleri olan düzenleme ve denetleme fonksiyonlarına odaklanması gerektiği savunulmuştur (Öniş, 1998). 3.2.Özelleştirme Yöntemleri ve Kamu Varlıklarının Devri Türkiye'deki özelleştirme sürecinde çeşitli yöntemler uygulanmıştır. Bu yöntemler, kamu varlıklarının niteliğine, piyasa koşullarına ve hükümetin stratejik tercihlerine göre farklılık göstermiştir. Başlıca özelleştirme yöntemleri şunlardır: Blok Satış: Kamu teşebbüslerinin veya iştiraklerinin hisselerinin tamamının veya büyük bir bölümünün stratejik yatırımcılara, genellikle yerli veya yabancı büyük sermaye gruplarına doğrudan satılmasıdır (Ercan & Tulga, 2012). Halka Arz: Kamu şirketlerinin hisselerinin bir kısmının veya tamamının sermaye piyasaları aracılığıyla bireysel ve kurumsal yatırımcılara sunulmasıdır (Şahin, 2007). Varlık Satışı: KİT'lere ait olan arazi, bina, tesis gibi taşınır ve taşınmaz varlıkların doğrudan özel sektör aktörlerine satılmasıdır. İşletme Hakkı Devri: Kamu hizmetlerinin sunulması için gerekli olan bazı tesislerin veya hizmetlerin işletme hakkının belirli bir süre için özel sektöre devredilmesi modelidir (örneğin, yap-işlet-devret projeleri) (Akdoğan, 2004). Bu yöntemler aracılığıyla telekomünikasyon (Türk Telekom), enerji (TÜPRAŞ, elektrik dağıtım şirketleri), ulaştırma (limanlar, havaalanları), petrokimya (PETKİM), bankacılık gibi stratejik öneme sahip sektörlerde faaliyet gösteren çok sayıda KİT ve kamu varlığı özel sektöre devredilmiştir (ÖİB, çeşitli yıllar). Özellikle 2000 sonrası dönemde, bu devirler hız kazanmış ve Türkiye ekonomisinin temel dinamiklerini etkilemiştir (Yeldan, 2001). 3.3.Özelleştirme Uygulamalarının Ekonomik ve Sosyal Etkileri: Eleştirel Bir Değerlendirme Türkiye'deki özelleştirme uygulamalarının ekonomik ve sosyal sonuçları, akademik çevrelerde ve kamuoyunda yoğun tartışmalara neden olmuştur. Farklı perspektiflerden yapılan değerlendirmeler, özelleştirmenin hem olumlu hem de olumsuz etkilerinin olduğunu göstermektedir. Ekonomik Etkiler: Özelleştirme Gelirleri: Özelleştirme yoluyla önemli miktarda gelir elde edilmiş olsa da (ÖİB, çeşitli yıllar), bu gelirlerin büyük bir bölümünün bütçe açıklarının finansmanında kullanıldığı ve uzun vadeli, stratejik yatırımlara yeterince yönlendirilemediği eleştirisi yaygındır (Kazgan, 2007). Verimlilik Artışı: Bazı özelleştirilen kuruluşlarda verimlilik artışı gözlemlenmekle birlikte (örneğin, telekomünikasyon sektöründe), bu artışın genellikle istihdam azaltma ve fiyat artışları pahasına gerçekleştiği yönünde eleştiriler bulunmaktadır (Bakır & Soyak, 2011). Ayrıca, bazı durumlarda özelleştirme sonrası beklenen verimlilik artışının sağlanamadığı da görülmüştür (Çelik, 2009). Rekabet Ortamı: Bazı sektörlerde (örneğin, bazı telekomünikasyon hizmetlerinde) rekabetin arttığı söylenebilirse de, bazı özelleştirmeler sonucunda özel sektörde de tekel veya oligopol yapıların oluştuğu ve bu durumun beklenen rekabet avantajlarını sınırladığı gözlemlenmiştir (Ercan, 2015). Yabancı Sermaye Girişi: Özelleştirme, Türkiye'ye önemli miktarda yabancı sermaye girişini sağlamıştır (Togan, 2003). Ancak, bu sermayenin uzun vadeli kalkınmaya, teknoloji transferine ve katma değerli üretime ne kadar katkı sağladığı ve karlılık transferleri yoluyla ülke ekonomisine olan net katkısı tartışma konusudur (Seyidoğlu, 2009). Sosyal Etkiler: İstihdam Kayıpları: Özelleştirilen kuruluşlarda, özellikle rasyonelleştirme ve yeniden yapılandırma süreçlerinde önemli ölçüde istihdam kayıpları yaşanmıştır. Bu durum, işsizlik oranlarının artmasına ve sosyal refahın azalmasına katkıda bulunmuştur (Adaman & Keyder, 2006). Fiyat Artışları: Özellikle enerji ve telekomünikasyon gibi temel hizmetlerin özelleştirilmesi sonrasında, bu hizmetlerin fiyatlarında значительные artışlar yaşanmış ve bu durum tüketicilerin ekonomik yükünü artırmıştır (Şahin & Yılmaz, 2010). Kamu Hizmetlerinin Erişilebilirliği: Sağlık ve eğitim gibi bazı kamu hizmetlerinin özelleştirilmesi veya ticarileştirilmesi yönündeki eğilimler, bu hizmetlere erişimin zorlaşması ve eşitsizliklerin artması endişelerini beraberinde getirmiştir (Savaş, 2000). Sosyal Eşitsizliklerin Artması: Özelleştirme gelirlerinin dağılımındaki adaletsizlikler ve özelleştirme süreçlerinde yaşanan şeffaflık ve hesap verebilirlik sorunları, sosyal eşitsizliklerin derinleşmesine katkıda bulunduğu yönünde eleştirilere neden olmuştur (Zengin, 2013). Ayrıca, bazı kamu varlıklarının değerinin altında satıldığına dair iddialar, kamu kaynaklarının etkin kullanımı konusunda soru işaretleri yaratmıştır. 3.4.Şirket Kapitalizmi Bağlamında Özelleştirme Türkiye'deki özelleştirme uygulamaları, küresel şirket kapitalizminin yaygınlaşması ve neoliberal ideolojinin egemenliğiyle yakından ilişkilidir (Harvey, 2005). Kamu varlıklarının özel sektöre devri, büyük yerli ve yabancı şirketlerin ekonomik gücünü önemli ölçüde artırmış ve piyasa üzerindeki etkilerini derinleştirmiştir. Özelleştirme süreci, kamu yararının gözetilmesi, şeffaflık, hesap verebilirlik ve rekabetin korunması gibi temel ilkeler açısından zaman zaman eleştirilmiştir (Tanzi, 2005). Özellikle stratejik sektörlerdeki özelleştirmelerin uzun vadeli etkileri, ulusal çıkarlar üzerindeki potansiyel riskleri ve bu sektörlerde yabancı sermayenin artan rolü sürekli olarak tartışılmaktadır (Waterman, 1998). Türkiye'de özelleştirme uygulamaları, şirket kapitalizminin yükselişiyle birlikte ekonomik politika araçlarının önemli bir parçasını oluşturmuş ve kamu varlıklarının önemli bir bölümünün özel sektöre devredilmesine yol açmıştır. Özelleştirmenin ekonomik verimliliği artırma, mali disiplini sağlama ve rekabet ortamı oluşturma gibi gerekçeleri bulunmakla birlikte, uygulamaların istihdam kayıpları, fiyat artışları, sosyal eşitsizliklerin artması ve kamu hizmetlerine erişimin zorlaşması gibi olumsuz sonuçları da olmuştur. Şirket kapitalizmi perspektifinden bakıldığında, özelleştirme pratikleri büyük şirketlerin ekonomik gücünü pekiştirmiş ve kamu yararının ne ölçüde gözetildiği sorusunu gündeme getirmiştir. Gelecekteki özelleştirme politikalarının belirlenmesinde, geçmiş deneyimlerden elde edilen derslerin dikkate alınması, şeffaflık, hesap verebilirlik ilkelerinin ön planda tutulması ve kamu yararının en üst düzeyde gözetilmesi büyük önem arz etmektedir. 4. Sermaye-Medya İlişkisi ve Hegemonik Sessizlik Küreselleşen dünyada şirket kapitalizmi, ekonomik sistemlerin temelini oluştururken, medya da bu sistemin işleyişinde kritik bir rol oynamaktadır (Herman & Chomsky, 1988). Türkiye özelinde incelendiğinde, sermaye ve medya arasındaki iç içe geçmiş ilişkiler ağı, hegemonik bir sessizliğin oluşmasına ve sürdürülmesine katkıda bulunmaktadır. Bu bölümde, Türkiye'deki şirket kapitalizminin temel dinamikleri, sermaye ve medya arasındaki karmaşık ilişki ve bu ilişkinin hegemonik sessizlik üzerindeki etkileri analiz edilecektir. 4.1.Şirket Kapitalizminin Türkiye'deki Yükselişi Türkiye ekonomisi, 1980 sonrası dönemde uygulanan neoliberal politikalar neticesinde önemli yapısal dönüşümler geçirmiştir (Boratav, 2003). Kamu iktisadi teşebbüslerinin özelleştirilmesi, dış ticarete açılma ve serbest piyasa ekonomisine geçiş gibi uygulamalar, şirketlerin ekonomik alandaki ağırlığını kayda değer ölçüde artırmıştır. Günümüzde, büyük holdingler ve şirketler, yalnızca ekonomik faaliyet alanlarında değil, aynı zamanda medya, enerji, inşaat gibi stratejik sektörlerde de önemli bir güce erişmişlerdir (Yeşil, 2016). Bu yoğunlaşma, sermayenin belirli ellerde toplanmasına ve ekonomik karar alma süreçleri üzerinde etkili olmasına zemin hazırlamıştır. 4.2.Sermaye ve Medya İlişkisinin Çok Boyutluluğu Türkiye'de sermaye ve medya arasındaki ilişki, çeşitli boyutlarda kendini gösteren karmaşık bir yapı arz etmektedir: Medya Sahipliği: Türkiye medya sektöründe, büyük medya kuruluşlarının önemli bir bölümünün doğrudan veya dolaylı olarak büyük holdinglerin mülkiyetinde olduğu görülmektedir (Özsoy, 2019). Bu sahiplik yapısı, medya organlarının yayın politikalarının, sahibi olan şirketlerin ticari ve siyasi çıkarları doğrultusunda şekillenmesi potansiyelini beraberinde getirmektedir. Reklam İlişkileri: Şirketler, medya kuruluşları için önemli bir gelir kaynağı olan reklamları aracılığıyla ekonomik bir bağımlılık ilişkisi tesis etmektedirler. Bu ekonomik bağımlılık, medyanın şirketler aleyhine eleştirel yayınlar yapma konusunda çekinceli davranmasına neden olabilmektedir. Reklam gelirlerinin kesilmesi veya azaltılması olasılığı, oto-sansür mekanizmalarını tetikleyebilmektedir (Bagdikian, 2004). Çapraz Mülkiyet: Bazı büyük sermaye grupları, medya sektörünün yanı sıra, enerji, inşaat, telekomünikasyon gibi farklı sektörlerde de faaliyet göstermektedir (Yılmaz, 2018). Bu çapraz mülkiyet yapısı, bir sektördeki olumsuz gelişmelerin diğer sektörlerdeki medya organları aracılığıyla örtbas edilmesine veya farklı bir şekilde sunulmasına olanak tanıyabilmektedir. Siyasi İttifaklar: Büyük sermaye grupları, siyasi iktidarlarla karşılıklı çıkar ilişkisine dayalı yakın ilişkilere sahip olabilmektedirler (Aktaş, 2020). Bu durum, iktidara yakın medya organlarının şirketlerin lehine yayınlar yapmasına veya aleyhlerindeki haberleri göz ardı etmesine yol açabilmektedir. Aynı zamanda, siyasi baskılar da medyanın bağımsızlığını zedeleyebilmektedir (Freedom House, 2024). 4.3.Hegemonik Sessizlik ve Sonuçları Sermaye ve medya arasındaki bu çok boyutlu ve iç içe geçmiş ilişkiler ağı, Türkiye'de hegemonik bir sessizliğin oluşmasına ve sürdürülmesine önemli ölçüde katkıda bulunmaktadır. Hegemonik sessizlik kavramı, Gramsci'nin (1971) hegemonya teorisi çerçevesinde, belirli konuların, sorunların veya eleştirel bakış açılarının medya tarafından ya tamamen göz ardı edilmesi ya da marjinalleştirilerek kamuoyunda yeterince tartışılmasının engellenmesi anlamına gelmektedir. Bu durumun çeşitli olumsuz sonuçları bulunmaktadır: Eleştirel Seslerin Bastırılması: Şirketlerin veya siyasi iktidarın çıkarlarına ters düşen eleştirel sesler, ana akım medya organlarında yeterince yer bulamaz veya itibarsızlaştırılmaya çalışılır (McChesney, 1999). Bu durum, farklı ve muhalif görüşlerin kamuoyuna ulaşmasını zorlaştırarak düşünce çeşitliliğini sınırlar. Kamuoyunun Manipülasyonu: Medya, şirketlerin veya iktidarın söylemlerini yaygınlaştırarak kamuoyunun belirli konularda yönlendirilmesine hizmet edebilir. Eleştirel analizlerin ve farklı perspektiflerin eksikliği, kamuoyunun bilinçli ve özgürce karar verme yeteneğini zayıflatır (Lippmann, 1922). Sosyal Adaletsizliklerin Görünmez Kılınması: Şirket kapitalizminin neden olduğu eşitsizlikler, işçi hakları ihlalleri, çevre sorunları gibi toplumsal sorunlar, medyanın sessizliği veya sınırlı eleştirisi nedeniyle kamuoyunda yeterince tartışılmaz. Bu durum, sosyal adaletsizliklerin sürmesine ve derinleşmesine katkıda bulunur (Ryan, 2001). Demokratik Katılımın Zayıflaması: Farklı görüşlerin ve eleştirel analizlerin olmadığı bir medya ortamı, vatandaşların bilinçli bir şekilde siyasi ve ekonomik süreçlere katılımını zorlaştırır. Hegemonik sessizlik, demokratik tartışma zeminini daraltarak katılımcı demokrasi idealinden uzaklaşmaya neden olur. Türkiye'nin basın özgürlüğü endekslerindeki düşük sıralaması (Sınır Tanımayan Gazeteciler, 2024), bu hegemonik yapının somut bir göstergesi olarak değerlendirilebilir. Türkiye'de şirket kapitalizmi ve medya arasındaki derin ve karmaşık ilişkiler, hegemonik bir sessizliğin önemli bir kaynağını teşkil etmektedir. Medya sahipliği yapısı, reklam bağımlılığı, çapraz mülkiyet ve siyasi ittifaklar gibi faktörler, medyanın eleştirel ve bağımsız bir şekilde işlemesini güçleştirmektedir. Bu durum, eleştirel seslerin bastırılmasına, kamuoyunun manipülasyonuna, sosyal adaletsizliklerin görünmez kılınmasına ve demokratik katılımın zayıflamasına yol açmaktadır. Türkiye'de daha çoğulcu, katılımcı ve adil bir toplumun inşa edilebilmesi için, sermaye ve medya arasındaki bu bağımlılık ilişkisinin eleştirel bir şekilde sorgulanması ve medyanın bağımsızlığının güçlendirilmesi hayati bir gereklilik olarak ortaya çıkmaktadır. Bu bağlamda, medya çeşitliliğini destekleyici politikaların geliştirilmesi, şeffaflık mekanizmalarının güçlendirilmesi ve gazetecilik etik ilkelerinin etkin bir şekilde korunması gibi adımların atılması önem arz etmektedir. 2012).5. Tarım, Doğa ve Bilginin Ticarileşmesi: Şirket Kapitalizminin Türkiye Üzerindeki Yıkıcı Etkisi Küresel kapitalist sistemin periferik bir parçası olarak Türkiye, son yıllarda neoliberal politikaların etkisiyle şirket kapitalizminin derinleştiği bir dönüşüm geçirmektedir (Boratav, 2008). Bu süreç, yalnızca sanayi ve hizmet sektörlerini yeniden yapılandırmakla kalmamış, aynı zamanda tarım, doğa ve bilgi gibi temel toplumsal alanları da metalaştırarak yoğun bir ticarileşme baskısı yaratmıştır. Bu bölümde, şirket kapitalizminin söz konusu alanlardaki etkileri, ilgili literatür ve ampirik kanıtlar ışığında eleştirel bir bakış açısıyla incelenecektir. 5.Şirket Kapitalizminin Türkiye Tarımına Etkileri: Gıda Egemenliğinden Şirket Kontrolüne Geçiş Türkiye tarımı, Cumhuriyetin ilk yıllarından itibaren desteklenen küçük aile çiftçiliği modelinden giderek uzaklaşarak, şirketleşme ve endüstrileşme yönünde önemli bir dönüşüm yaşamaktadır. Özellikle 1980 sonrası uygulanan neoliberal politikalar, tarım sektöründe piyasa mekanizmalarının güçlenmesine ve şirketlerin etkinliğinin artmasına zemin hazırlamıştır (Şahin, 2015). Şirket kapitalizminin tarım üzerindeki temel etkileri şu şekilde özetlenebilir: Tohum ve Girdi Piyasasının Oligopolleşmesi: Hibrit ve genetiği değiştirilmiş organizmaların (GDO'lu) yaygınlaşması, yerel ve atalık tohum çeşitliliğinin dramatik bir şekilde azalmasına neden olmuştur (Altındal, 2012). Bu durum, çiftçileri uluslararası tohum şirketlerine bağımlı hale getirirken, biyoçeşitliliğin kaybına ve genetik erozyona yol açmaktadır. Benzer şekilde, gübre, ilaç ve modern tarım teknolojileri gibi girdi piyasaları da büyük ölçekli şirketlerin kontrolü altındadır. Bu oligopolistik yapı, girdi maliyetlerini artırarak küçük çiftçilerin rekabet gücünü zayıflatmaktadır (Goodman, Sorj & Wilkinson, 1987). Büyük Ölçekli Tarım İşletmelerinin Hegemonyası: Küçük aile çiftçiliğinin sürdürülebilirliği giderek zorlaşırken, büyük ölçekli ve endüstriyel tarım işletmeleri yaygınlaşmaktadır. Bu dönüşüm, kırsal alanlarda işsizliğin artmasına, toprak mülkiyetinin yoğunlaşmasına ve tarımsal üretimin belirli şirketlerin elinde tekelleşmesine yol açma potansiyeli taşımaktadır (McMichael, 2009). Tarım Arazilerinin Finansallaşması: Tarım arazileri, salt üretim alanı olmaktan çıkarak, spekülatif yatırım araçları haline gelmektedir. Özellikle kentleşme baskısı altındaki kıyı bölgelerinde ve büyük metropollerin çevresinde tarım arazilerinin imara açılması veya farklı spekülatif amaçlarla kullanılması, nitelikli tarım alanlarının kaybına ve gıda güvenliği risklerinin artmasına neden olmaktadır (Harvey, 2003). Gıda Sisteminin Şirket Kontrolüne Entegrasyonu: Tarımsal üretimden dağıtıma, pazarlamadan perakendeye kadar tüm gıda zinciri, ulusal ve uluslararası gıda şirketlerinin artan kontrolü altına girmektedir. Bu durum, gıda fiyatlarının manipüle edilmesine, yerel ve küçük ölçekli üreticilerin piyasadan dışlanmasına ve tüketicilerin sağlıklı ve uygun fiyatlı gıdaya erişiminin zorlaşmasına yol açabilmektedir (Friedmann & McMichael, 1989). 5.1.Doğanın Ticarileşmesi: Sınırsız Birikim Hırsının Ekolojik Yıkımı Şirket kapitalizminin temel dürtüsü olan sınırsız birikim arayışı, doğal kaynakları ve ekosistemleri metalaştırarak geri dönüşü olmayan tahribatlara neden olmaktadır (Foster, 2002). Türkiye'de doğanın ticarileşmesinin belirgin biçimleri şunlardır: Yıkıcı Madencilik ve Enerji Projeleri: Maden arama ve çıkarma faaliyetleri, hidroelektrik santralleri (HES'ler), termik santraller ve rüzgar enerjisi santralleri gibi enerji projeleri, geniş doğal yaşam alanlarının yok olmasına, su kaynaklarının kirlenmesine, biyoçeşitliliğin azalmasına ve yerel toplulukların yaşam alanlarının tahrip olmasına neden olmaktadır (Swyngedouw, 2013). Bu projeler genellikle büyük şirketler tarafından hayata geçirilmekte ve çevresel maliyetler göz ardı edilmektedir. Su Kaynaklarının Metalaşması: Su, temel bir insan hakkı olmasına rağmen, şişelenmiş su endüstrisi ve büyük sulama projeleri aracılığıyla ticari bir meta haline getirilmektedir. Su havzalarının özelleştirilmesi veya şirketlerin kontrolüne devredilmesi, suya erişim eşitsizliklerini derinleştirebilmekte ve su kıtlığı sorunlarını daha da karmaşık hale getirebilmektedir (Shiva, 2002). Ormanların Kaynak Olarak Sömürülmesi: Ormanlar, kereste üretimi, turizm yatırımları ve madencilik faaliyetleri gibi çeşitli ticari amaçlarla şirketlerin kullanımına açılmaktadır. Bu durum, orman ekosistemlerinin zarar görmesine, biyoçeşitliliğin azalmasına ve küresel iklim değişikliğiyle mücadelede kritik öneme sahip karbon yutak alanlarının yok olmasına yol açmaktadır (Merchant, 1980). Turizm Alanlarının Şirketleşmesi ve Doğal Alanların Tahribi: Doğal güzelliklere sahip kıyı şeritleri, milli parklar ve diğer korunan alanlar, büyük turizm şirketleri tarafından oteller, tatil köyleri ve diğer ticari tesislerle yapılaşmaya açılmaktadır. Bu durum, doğal alanların tahrip edilmesine, yerel ekosistemlerin bozulmasına ve turizm gelirlerinin yerel halka adil bir şekilde dağılmamasına neden olabilmektedir (Brenner & Theodore, 2002). 5.2.Bilginin Ticarileşmesi: Kamusal Faydadan Özel Mülkiyete Dönüşüm Bilgi, modern toplumun ilerlemesi için hayati bir öneme sahip olmasına rağmen, şirket kapitalizminin etkisiyle giderek ticarileşen ve özel mülkiyete dönüşen bir meta haline gelmektedir (Castells, 2000). Bu durumun Türkiye'deki yansımaları şu şekilde gözlemlenmektedir: Eğitim Sisteminin Piyasalaşması: Özel okulların ve vakıf üniversitelerinin sayısının artması, eğitim hizmetlerinin kamusal bir hak olmaktan ziyade bir piyasa malı olarak algılanmasına neden olmaktadır. Bu durum, eğitimde fırsat eşitsizliğinin derinleşmesine ve eğitimin kalitesinin bölgeler ve sosyo-ekonomik gruplar arasında farklılaşmasına yol açabilmektedir (Apple, 2001). Araştırma ve Geliştirme Faaliyetlerinin Şirketleşmesi ve Patent Rejiminin Etkisi: Bilimsel araştırmalar ve teknolojik gelişmeler, giderek özel şirketlerin finansmanı ve kontrolü altına girmektedir. Patent sistemleri aracılığıyla bilginin özel mülkiyete dönüştürülmesi, bilginin serbest paylaşımını ve yaygınlaşmasını engelleyebilmektedir. Özellikle ilaç ve tarım gibi temel sektörlerdeki bilgi tekeli, etik tartışmalara ve sosyal adaletsizliklere neden olabilmektedir (Klein, 2001). Gür (2018) de Türkiye'deki üniversitelerin kamu yararına bilgi üretme misyonundan uzaklaşarak, sermayenin ihtiyaçlarına yönelik Ar-Ge merkezlerine dönüştüğünü belirtmektedir. Medya ve İletişim Alanının Yoğunlaşması: Medya kuruluşlarının büyük şirketlerin mülkiyetinde yoğunlaşması, bilginin üretimi, dağıtımı ve yorumlanması süreçlerini önemli ölçüde etkilemektedir. Tek sesliliğin ve manipülasyonun artması, kamuoyunun doğru ve eleştirel bilgiye erişimini zorlaştırmakta ve demokratik süreçleri zayıflatmaktadır (Herman & Chomsky, 1988). Dijital Verinin Metalaşması ve Gözetim Kapitalizmi: İnternet ve dijital teknolojilerin yaygınlaşmasıyla birlikte, bireylerin çevrimiçi davranışlarından elde edilen kişisel veriler, büyük teknoloji şirketleri için son derece değerli bir meta haline gelmiştir. Veri madenciliği ve algoritmalar aracılığıyla kullanıcıların davranışları analiz edilmekte ve ticari amaçlarla kullanılmaktadır. Bu durum, mahremiyetin ihlali, manipülasyon riskleri ve yeni bir gözetim kapitalizmi biçiminin ortaya çıkmasına neden olmaktadır (Zuboff, 2019). 5.3.Alternatif Bir Gelişme Vizyonuna Doğru Türkiye'de şirket kapitalizminin derinleşmesi, tarım, doğa ve bilgi gibi yaşamsal öneme sahip alanların geri dönüşü olmayan bir şekilde ticarileşmesiyle sonuçlanmaktadır. Bu ticarileşme süreçleri, yerel üreticilerin ekonomik olarak zor durumda kalmasına, doğal kaynakların sürdürülebilirliğinin tehlikeye girmesine, biyoçeşitliliğin azalmasına, bilgiye erişimde eşitsizliklerin artmasına ve demokratik katılım mekanizmalarının zayıflamasına neden olabilmektedir. Akder (2010) de benzer şekilde, tarımsal politikaların küçük üreticiler aleyhine ve tarım endüstrisi lehine dönüştürüldüğünü, yerli tohumlar, gübreler ve su kaynaklarının çok uluslu şirketlerin tekeline bırakıldığını vurgulamaktadır. Bu olumsuz gelişmeler karşısında, salt ekonomik büyüme odaklı ve doğal kaynakları sınırsızca tüketen bir kalkınma modelinin sürdürülebilir olmadığı açıktır. Tarımda gıda egemenliğini temel alan, doğanın korunmasını önceliklendiren, bilginin kamusal bir hak olduğunu savunan ve demokratik katılımı esas alan alternatif yaklaşımlara acil ihtiyaç bulunmaktadır. Yerel tohum takas ağlarının desteklenmesi, ekolojik tarım uygulamalarının yaygınlaştırılması, doğal kaynakların korunmasına yönelik güçlü yasal düzenlemelerin hayata geçirilmesi, bilginin serbest paylaşımını teşvik eden politikaların geliştirilmesi ve medya tekelleşmesinin önüne geçilmesi gibi adımlar, şirket kapitalizminin yıkıcı etkilerine karşı verilecek mücadelede kritik bir rol oynayacaktır. Türkiye'de şirket kapitalizminin tarım, doğa ve bilgi üzerindeki ticarileştirme baskısı, yalnızca ekonomik bir sorun olmanın ötesinde, derin sosyal, ekolojik ve politik boyutları olan karmaşık bir sorundur. Bu sorunun çözümü, eleştirel bir bakış açısıyla mevcut durumu analiz etmeyi ve sürdürülebilir, adil ve demokratik bir gelecek vizyonu inşa etmeyi gerektirmektedi Sonuç Türkiye'deki yeraltı ve yerüstü kaynaklarının sömürgeci şirketler tarafından yağmalanmış, maden ruhsatlarının kontrolsüz bir kaos ortamında olduğu ve milli madenciliğin zayıflatılmıştır. Bu stratejik kaynakların ülke egemenliği ve ekonomik bağımsızlık üzerindeki eşik çoktan aşılmıştır (Yergin, 1991). Madenlerin bir ülke için sadece ekonomik zenginlik kaynağı değil, aynı zamanda siyasi güç ve manevra kabiliyeti anlamına geldiği düşünüldüğünde (Bridge, 2004), bu kaynaklar üzerindeki kontrolün kaybedilmesi ulusal çıkarlar açısından ciddi riskler barındırmaktadır. Özellikleyabancı sermayeli madencilik şirketlerinin faaliyetleri ve bu faaliyetlerin çevresel ve sosyo-ekonomik etkileri (Bebbington & Bury, 2013) maden ruhsatlarının verilme süreçlerindeki şeffaflık ve denetim mekanizmalarının etkinliğinde ki (Otto, 2013) yetersisizlikler tehlikenin hangi boyutlara vardığının en önemli kanıtıdır. Milli madenciliğin güçlendirilmesi ve stratejik kaynaklar üzerinde devlet kontrolünün artırılması , kaynak milliyetçiliği (resource nationalism) (Radetzki, 1985). açısından artık bir gerekliliktir.Ancak, gereklililik yerine getirilirken potansiyel yatırım ortamı üzerindeki etkileri ve uluslararası hukuk çerçevesindeki sınırları da dikkate alınmalıdır (Zillman et al., 2016). İktidar ve muhalefetin milli projeleri yeterince gündeme getirmemesi ve siyasi tartışmaların yüzeysel kalması, Türkiye'deki siyasi aktörlerin uzun vadeli ekonomik ve stratejik vizyonlarının sorgulanmasına yol açmaktadır. Siyasi partilerin programlarında milli kalkınma stratejilerine ne kadar yer verildiği ve bu stratejilerin kaynak politikalarıyla ne ölçüde bütünleştiği artık sorgulanmalıdır.Ülkemizin tüm yeraltı yerüstü kaynakları tam bir yağma düzeniyle sömürgeci şirketlerin elinde, an itibariyle  büyük ve sınırsız ruhsat haklarıyla köyler yaylalar ormanlar mezralar tamamen sömürgeci şirketlerin insafına bırakılmış! Ve maden ruhsatları tam bir kaos içinde, kim hangi madeni çıkarıyor, bilen anlayan denetleyen bir güç yok! Ülkemize yeni bir fikir lazım, milli madenciliğimiz yani Eti Maden sömürgeci şirketler üzerinde kontrolünü hızla ele geçirmeli ve madenlerimize yeniden sahip olmanın yolunu mutlaka bulmalı! Hangi maden şirketleri neyi çıkartıyor ve hangi taşeron şirketler siyonist şirketlerle ortak çalışıyor bilen anlayan yoktur ve Türkiye'nin ABD ve İsrail tarafından çok sevilmesinin sebebi de işte bu gizemli ortaklıklardır! Maden demek zenginlik ve güç demektir! Stratejik madenlerinden habersiz ülkeler sömürgeci şirketlerin kölesidir! Madenlerinize sahip değilseniz siyaset yapabilme şansınız dahi yoktur! Sömürgeci şirketleri durduracak sınırlandıracak bir devlet gücü olmayan ülkelerin yaşama şansı hiç yoktur! Ülkemiz önümüzdeki on yıl içinde, bir, madenlerinde kontrolü sağlamak, iki, yine şirketlerin ele geçirdiği en temel ihtiyaç maddeleri ve sonra petrol elektrik gibi yüksek teknolojik tesislerini ele geçirecek milli bir projenin sahibi olmalı! Tam tersine şu anda iktidarı ve muhalefeti kumda oynuyor, akıl alacak gibi değil, sorun kendinize bakalım, iktidar muhalefet hangisi hangisi kazansa ne değişecek, o halde, her gün birbirinizi boğazladığınız bu siyasi kavga neyin ve kimin kavgası? İktidarı ve muhalefeti devleti güçlendirecek milli projeleri neden hiç konuşmuyor, küçük esnafı, çitfçiyi köylüyü üretimde ve tedarikinde büyütecek milli projeleri neden hiç konuşmuyor, şirketleri sınırlayacak ve halkı zenginleştirecek milli seferberlik projelerini niçin hiç konuşmuyor! Ve neden ülkemizin onlarca yıldır hergünkü siyasi kavgası açılım gibi dayatılan siyasi dayatmalar! Zenginlikleriniz şirketlerin eline geçtikçe siyasi dayatmaların dozu da her geçen gün anayasa değiştirecek kadar büyümekte! Zenginlikleriniz şirketlerin eline geçtikçe sabah akşam taviz vermekten boyun eğmekten başka şansınız kalmaz! Ve iç politikada zenginlikler kimin eline geçmiş bilemeyecek kadar cahil ve köle bir toplum birbirini yiyor! Devletimiz ve halkımız niçin zayıflatıldı ve şirketler ne adına kim adına bu kadar büyütüldü ve şimdi bu şirketler kimlere hizmet ediyor? Yani şirketlerin halkı ve devleti on yıllar içinde zayıflatıp teslim aldığını bilmeyen kitlelerin sahnede sergilenen "Kayıkçı kavgası" her birisinin gözünü kör etmiş, şirketlerin devasa imtiyazları ve zenginlikleri sınırlandırılmadan kölelikten çıkamayacağını bilemeyen zavallı kitleler! Birileri Türkiye'de kırk uzun yıldır şirketlerin devletin ve halkın zenginliklerini soyup madenleri ve en temel ihtiyaç maddelerini ele geçirdiğini kasıtla anlatmıyor, kasıtla gündeme taşımıyor, kasıtla kitleleri uyutmak istiyor! Birileri devletin ve halkın madenlerin kontrolünde ve en temel ihtiyaç maddeleriin üretim ve tedarikinde zenginleşmesini hiç istemiyor! Sağı da solu da iktidarı da muhalefeti de sömürgeci şirketlere hizmet ediyor ve ortaklıklar kuruyor ve bu ortaklıklar dönüp dolaşıp siyonist şirketlerin küresel imparatorluğuna hizmet ediyor! Medya düzeni de haliyle sömürgeci taşeron şirketlerin elinde olduğu için milleti zenginlikleri konusunda uyandırmak hiç mümkün görünmüyor! Oysa sömürgeci şirketleri sınırlandırmadan milli bir meclisiniz milli bir partiniz milli bir iradeniz yani bir devletinizin olması mümkün değildir! Şirket kapitalizmi, sadece iktisadi bir model değil, toplumsal hırsızlığın kurumsallaşmış halidir. Bu yapıya karşı en etkili direniş, yerel halk inisiyatifleri, ekolojik hareketler ve özgür bilgi ağlarının kurumsallaşmasıyla mümkündür. Yeni bir kamusal akıl ve etik, geleceğin yeniden inşası için zaruridir. Kaynakça Adaman, F., & Keyder, Ç. (2006). Türkiye'de Devlet ve Piyasa. İletişim Yayınları. Akdoğan, A. A. (2004). Yap-İşlet-Devret Modeli ve Türkiye Uygulaması. Sayıştay Dergisi, 54, 87-106. Akder, A. H. (2010). Küreselleşme ve Tarım: Türkiye Örneği. İmge Kitabevi. Akder, A. H. (2010). Tarım Politikalarının Serbestleşmesi ve Etkileri. Tarım Ekonomisi Araştırmaları Dergisi, 16(2). Aktaş, Y. (2020). Türkiye'de Medya ve Siyaset İlişkileri. İletişim Yayınları. Akyüz, Y. (2005). The making of the Turkish financial crisis. World Development, 33(9), 1317-1336. Altındal, Ö. (2012). Tohumun Halleri: Türkiye'de Tohum Politikaları ve Yerel Tohum Mücadelesi. Yordam Kitap. Apple, M. W. (2001). Educating the “Right” Way: Markets, Standards, God, and Inequality. Routledge. Bagdikian, B. H. (2004). The New Media Monopoly: A Completely Revised and Updated Edition with Seven New Chapters. Beacon Press.   Bakır, C., & Soyak, A. (2011). Özelleştirme ve İstihdam İlişkisi: Türk Telekom Örneği. Çalışma ve Toplum, 30(3), 145-168. Bebbington, A. J., & Bury, J. T. (2013). Subterranean struggles: New dynamics of mining, money, and development in the Andes. University of Texas Press. Boratav, K. (2003). Türkiye İktisat Tarihi 1908-2002. İmge Kitabevi. Boratav, K. (2008). Türkiye İktisat Tarihi: 1908-2007. İmge Kitabevi. Bostrom, N. (2009). The future of humanity. In N. Bostrom & M. Ćirković (Eds.), Global catastrophic risks (pp. 1-63). Oxford University Press. Boyacıoğlu, İ., & Koç, Y. (2010). Kamu İktisadi Teşebbüslerinin Özelleştirilmesi ve Verimlilik Etkileri: Türkiye Örneği. Maliye Araştırmaları Dergisi, 2(1), 1-24. Brenner, N., & Theodore, N. (2002). Spaces of neoliberalism: Urban restructuring in Western Europe and North America. Urban Affairs Review, 37(6), 731-755. Bridge, G. (2004). Geographies of power: The social construction of resource frontiers. Geografiska Annaler: Series A, Physical Geography, 86(3), 291-305. Brown, D. (2000). Angels & demons. Pocket Books. Castells, M. (2000). The Rise of the Network Society. Blackwell Publishers. Celasun, O., Gelgeç, S., & Tansel, A. (2002). Türkiye'de Kamu Mali Yönetimi ve Reform İhtiyaçları (Türkiye Ekonomi Kurumu Tartışma Metni No. 2002/1). Türkiye Ekonomi Kurumu. Crichton, M. (1990). Jurassic Park. Alfred A. Knopf. Çelik, S. (2009). Özelleştirme Uygulamalarının Firma Performansı Üzerindeki Etkileri: Türkiye İmalat Sanayiinde Bir Uygulama. İktisat İşletme ve Finans, 24(279), 9-30. Ercan, M. (2015). Türkiye'de Özelleştirme Politikalarının Rekabet Üzerine Etkileri (Rekabet Kurumu Uzmanlık Tezleri). Rekabet Kurumu. Ercan, M., & Tulga, N. B. (2012). Türkiye’de Blok Satış Yöntemiyle Yapılan Özelleştirmelerin Analizi. Maliye Dergisi, 163, 1-20. Foster, J. B. (2002). Ecology against capitalism. Monthly Review, 53(8), 1-15. Freedom House. (2024). Freedom of the Press 2024. Erişim adresi: [ilgili web sitesi adresi buraya eklenecekti