Tüm Bilgi Paylaşımlarım

Özgün Suçlarını Yayıp Paylaşmak İçin Ortak Arayanlar

İlk söz: Özgün Suçlarını Yayıp Paylaşmak İçin Ortak Arayanlara cevap: "Yüce Türk Milleti'nin tarihinde başımızı öne düşürecek, utanılacak, saklanacak hiçbir şey yoktur." Ya onların: i-1995 Srebrenista’da 8 bin 400 müslüman,https://bit.ly/3iV4EwK ii-1946 ve 1947 3 bin 100 Endonezyalı, iii- 1740'da Jakarta'da 10 binden fazla Çinli katletmiş Hollanda: "17 milyon insanı katletmiş Almanlar, 15 milyon kişiyi kesen Ruslar,  1 milyon Cezayirli Şehit eden Fransızlar ve Dünyada'ki 192 Ülkeden İngilizlerin bir biçimde ayak basmadığı ülke sayısı hepi topu 22 ve biz bunlardan biri değiliz. Bu notumuz şimdilik burada kalsın.... Kendi sömürgeci geçmişini ve kültürünü hazmetmekten yoksun olanlar,  Türkiye soykırım yaptı diyor." "Ermeni soykırımı" iddialarını resmen tanıyan ülkeler; Almanya, Arjantin, Avusturya, Belçika, Bolivya, Brezilya, Bulgaristan, Kanada, Şili, Kıbrıs Rum Yönetimi, Çekya, Ermenistan, Fransa, Yunanistan, İtalya, Libya, Litvanya, Lübnan, Lüksemburg, Hollanda, Paraguay, Polonya, Portekiz, Rusya, Slovakya, İsveç, İsviçre, Suriye, Vatikan, Venezuela, Uruguay. "Ermeni soykırımı" iddiaları ile verilmek istenen mesaj, oluşturulmak istenen algı sadece buzdağının görünen yüzü. Perde gerisinde ise çok daha sistematik ve planlı bir proje…[Orta Doğu’nun “Süt ve Bal Akan Topraklarını (Kenan) Ele Geçirme Projesi ..." ] Küresel Oyun Kurucuların Dünya Halklarını Formatlama (Afazi Hale Getirme) !...   Algı Operasyonu / Psikolojik Manipülasyon   25.04.2015 15:19:41 A+ A-     Türkiye en üst düzeyde ilgili arşivleri açma tahhüdünde bulunmasına ve Genelkurmay ATASE arşivlerini açmasına rağmen küresel oyun kurucularının   ruhani lideri "20'nci Yüzyılın ilk soykırımı Ermenilere yapıldı" bu kurgu ile   kin ve nefret tohumları ekerek, yeni felaketlere  yol açmasına çanak tutan ve domino etkisi yaratacak olan çok tehlikeli  bir oyunun  parçası   olmakta bir beis görmüyor.. Bu bir böl, parçala yut oyunu.“   1915 ‘de Türklere yapılan zulümler ve katliamların müsebbibi kim? Balkanlarda, kafkasyada,Hocalı'da,Karabağ'da, Doğu Türkistan'da Türklere yapılan katliamların müsebbibi kim ?... Türkiye'yi karıştırmak için nakış nakış dokunan tarihsel bir süreç .... Her şey göründüğünden daha karmaşık ve planlı... Göründüğünden çok tehlikeli  . "Tarih tekerrürden ibarettir" demişler de, büyük şair Mehmet Akif' de "Tarihten ders alınsaydı, tekerrür eder miydi hiç?" deyip işin aslını ortaya koymuş.... Hukuki sonuçları yanında, kültürel olarak da bir milletin hem mazisini hem de geleceğini bağlayan Soykırımların ağır suçluluğunu taşıyan, Küresel oyun kurucular özgün suçlarını yayıp paylaşacak tarihi ortaklar arıyorlar... Küresel oyun kurucu kimdir ve nasıl oyun kurucudur? diyenlere yanıt… İngiliz/ABD/Fransız/Alman. ve diğerleri.… (Son Hakikat" dedikleri dünya görüşlerini  gezegenin bütününe tebliğ etmekle yükümlüd olan "Yüce Pir" başta olmak üzere ; vasıl, salik, mürid ve talipler den oluşuyor.). Bu oyun kurucular geçmişte Türklere Karşı oynadıkları oyunlardan bazıları nelerdir derseniz... Bunlar saymakla bitmez...Anlatmakla bitmez... Kitaplarda yazanların bazılarını özetliyelim ve birlikte okuyalım:  ·        ♦Yahudiler ve diğer Avrupa güçleriyle birlikte Osmanlı’nın durdurulmasında aktif rol üstlenmeleri ·       ♦ 200 yıllık küresel güç olmanın(hegemonyalarının)temellinde ”Şark Meselesi ”olarak adlandırılan uzun vadeli stratejileri … Bu stratejinin iki kritik noktası: -  Osmanlı’nın Avrupa’dan uzaklaştırılması - Müslüman toplumun islâm’ dan uzaklaştırılması… ·       ♦Küresel sisteme itaraz etmiyecek,dini,bireysel inanç meselesine             indirgeyen,mutasyona uğratılmış hormonlu kitleler oluşturmak…             İslamın protestanlaştırılması,              sekülerleştirilmesi,               içinin boşaltılması… ·        ♦İslam dünyasını tam ortadan ikiye ayırmak…            Yapay sunni-şii çatışması …             ve lokal çatışmaların,  etnik kimlikleri              ön plana çıkartarak,Müslüman toplumların,             siyasi,sosyal,kültürel ve ekonomik kaosun eşiğine sürüklemek…             Ortadoğu'da alevlenen mezhep kavgası..             Ermeni meselesi de bu büyük  oyunun bir parçası… Kapitalizm İkinci Dünya Savaşı sonrasında yeni bir küreselleşme aşamasından geçmekte. Amerikan ekonomisinin hegemonik gücü altındaki bu yeni küreselleşme bir yandan teknolojide yepyeni atılımlar gerçekleştirirken diğer yandan da ülkelerin siyasi, kültürel ve sosyal ilişkilerinde yepyeni dönüşümler gerçekleştirmekte“İdeolojilerin Sonu”, “Medeniyetler Çatışması” “alt kimlik - üst kimlik” gibi kavramlar, iktisat dünyasının teknik terimlerinin yanında yer almaya başlaması.  20. yüzyılın son küreselleşme dalgası ile birlikte rekabetin şiddetlenmesi çokuluslu şirketleri artık daha ucuza işçi çalıştırabileceği yeni üretim merkezleri aramaya itmiş olması belki de en kritik nokta. Böylece  Dünyanın fabrikaları giderek dünyanın ucuz emek cennetlerine, Çin’e, Hindistan’a ve Latin Amerika ülkelerine kayması…. Bu süreçte 19. yüzyılın İngiltere odaklı kapitalizminin ayırt edici unsuru olan sanayi işçisi, yerini artık taşeronlaştırılmış, marjinalleşmiş ve çoğunlukla da çocuk işçiliğine dayalı “enformel/ esnek” üretim biçimlerine bırakması. Böylece Batılı sanayileşmiş ülkelerde işsizlik giderek daha büyük bir toplumsal sorun haline dönüşmüş, azgelişmiş ülkelerde asgari geçimlik düzeyinde çalıştırılan ve her an işini kaybetme korkusu yaşayan milyonlarca yeni iş merkezleri yaratılması… Bu dönemeçte artık yeni söylevler geliştirmek gerekti… Amaç her anlamda Dünya tarihini,insanlık tarihini kendi çıkarları doğrultusunda dizayn etme,kendi yaptıkları insanlık suçlarını unutturma ve dünya halklarını afazileştirme…. kendi kanlı ellerini başkalarının üzerinde temizlemek için bu afazilleştirme stratejisi uyguluyor….. Küresel oyun kurucullar bilgiyi, düşünceyi hatta inançları dogmalaştırarak beyinlerde egemenlik kurmak istiyor… Ekonomi alanında neoliberal olarak nitelendirilen politika emperyalizmin oluşturduğu dogma. Beyinler çizilen çerçeve içinde düşünüyor, önerileri, savları önsel, apriori olarak doğru kabul ederek olayları yorumluyor, beklentilere ona göre yön veriyor. Dogmatizm, dogmacılık kuşkuyu, eleştiriyi irdelemeyi ortadan kaldırıyor, bağnazlık, düşünce körlüğü yaratmak istiyor… "Amaca Ulaşmak İçin Her Yol Mübah"   olan Pragmatist / Makyavelist / Oportünist Düşünce Sistemini yaygınlaştırarak tüm Dünya Halklarını afazileştirmek kendi hegomanyası altına almak istiyor... Ve  başarıyor da.... Artık birileri mağdur rolü oynuyor… Ötekilerde cani  olarak ötekeleştiriyor....  İşin garibi bu tarihsel olayları da kendilerinin kurguladığını. Bu işin asıl sorumluları kendilerinin olduğunu hiç gündeme getirmeden… Osmanlı Balkanlarda can veriyor, kan veriyor, Osmanlı Sarıkamış’ta can veriyor. Osmanlı toprak kaybediyor ve bu sırada Osmanlı’nın sadık teba diye bağrına bastığı Ermeni vatandaşlar Ruslarla bir olup Türk’ü Osmanlıyı sırtından vuruyor. İşte Osmanlı, o zaman sen vatanın o yöresinde muzurluk ediyorsun, seni vatanın başka bir yöresine göç ettiriyorum. Tehcir bu demek ve açın Osmanlı arşivlerini açtığımız zaman her kafileye doktor verilsin, her hamile kadına süt verilsin döndükleri zaman borçları ertelenmiş olsun. Eğer Osmanlı bir soykırım yapmaya niyetlenseydi ne sütüyle, ne doktoruyla ne de borcuyla ilgilenmezdi. "Ruslara diyorlar ki ‘Türklere takviye gelmedi çekilmeyin’ Bu bile başlı başına bu ihanet ...   Van faciası Van yakılmış, yüzlerce binlerce insanımız gerçekten hunharca öldürülmüş. Sadece Van değil Erzurum, Erzincan her yerde maalesef o acıları okumak mümkün. Esas yok edilmeye çalışanlar öz yurtlarında Türkler....,. Ermenilerin ilk Başbakanı Kaçaznuni diyor ki; ‘ Biz ihanet ettik. Osmanlı tehcirde haklıydı. Çünkü biz ihanet ettik.Bir Ermeni devlet adamı ve tarihçisi olan Karinyan, Ermeni milliyetçiliğinin tarihini "emperyalizm ile işbirliği tarihi” diye özetliyor (A. B. Karinyan, Ermeni Milliyetçi Akımları, Kaynak Yayınları, çeviren: Arif Acaloğlu)..İşin garip tarafı Almanlarında bu oyunda yer alma istekleri. Savaş filmlerinde görürsünüz... Almanya’da Nazilerden kaçmaya çalışan Yahudiler çoğunlukla Alman halkının ihbarları ile ele geçirilir. Toplama kamplarına gönderilir. Alman halkının en az yarısı Yahudi avına katılmıştır. Savaş sürecinde 6 milyon Yahudi öldürülür. Ama savaş sonunda Nürnberg’de sadece 19 sanık cezaya çarptırılır (12 idam, 3 müebbet, dört 10 - 20 yıl hapis). Hesap görülmüştür. Defter kapatılır!. Yahudi avcısı Almanların pek çoğu hayattadır. Ancak kitaplarda, filmlerde, törenlerde Alman halkı suçlanmaz, “Nazi”ler suçlanır.Türk halkı ise tehciri desteklememiş, on binlerce Ermeni’yi tehcirden kurtarmış, saklamış, kaçırmıştır.Üstelik bugünkü neslin dünkü trajediyle hiç ilgisi yoktur. Ancak bugün hedefte olan ve suçu kabule zorlanan  "Türk halkı”dır.İkiyüzlülük nasıl da sırıtıyor. Tehcirin arkasında Enver ve Tâlât Paşaları da görüyoruz ama Enver’in arkasında duran Hans Humann ve Hans Freiherr von Wangenheim gibi Alman diplomatlar  var... Fritz Fischer adlı bir tarihçi Birinci Dünya Savaşı’nın çıkmasının baş sorumlusunun Almanya olduğunu yazmış... Burada ekonomik çıkarlar önemli ... O zamanlar Osmanlı topraklarında bunları organize eden politikacı ve askerlerin arkasında Deutsche Bank, Krupp, Erhardt ya da Bağdat Hattı’nda çalışan Holzmann gibi belli şirketler var. Hatta bir inşaat şirketi olan Holzmann o dönemde Ermeni ve Rumları zorla çalıştırıyor. Yani daha sonra İkinci Dünya Savaşı’ndaki uygulama önce orada deneniyor.... Belki tehciri örgütleyenler bu boyutta bir soykırım düşünmediler ama savaş koşullarıyla birlikte herşey kontrolden çıkıyor. O zaman da bu savaşı kimin çıkardığı sorusu ortaya çıkıyor. Çünkü savaş soykırımın başlamasını tetikleyen bir olay. Osmanlı’yı savaşa kim soktu, bu suçu kim işledi? O suç şimdilik pek tartışılmıyor. Fakat mesela Türkiye’deki darbeler silsilesinin açılışı olan Bab-ı Ali Baskını’nın örgütlenmesinde Alman Askeri Ataşesi Walter von Strempel’in belirleyici bir rolü, suç ortaklığı var. Zaten Ermeni Soykırımı’na karşı çıkan Osmanlı milletvekilleri İsviçre’de Ermeni siyasetçilerle buluştuğunda onları izleyen casuslar da Alman.Artık alt yapı hazır… “Yeni Dünya Düzeni Tarikatının" Kendi yaptıklarının, özgün suçlarını yayıp paylaşacak tarihlerine ortaklar arayorlar... Kendi Dünya Görüşlerini Gezegenin Bütününe Yayma Çabaları ... .Güneydoğu birilerine peşkeş çekmek için bir oyun… Türkler imparatorluk kültürü,kavimleri bir arada tutma yeteneği ve uygarlık birikiminleri ile emperyalizme hep karşı durmuşlardır.… Bundan neredeyse bir asır önce Türkiye Cumhuriyetinin Kurucusu Büyük Önder Mustafa Kemal Atatürk,. Ermeni olaylarıyla ilgili açıklamaları.. Birlikte okuyalım...: Ermeni meselesi denilen ve Ermeni milletinin gerçek çıkarlarından ziyade dünya kapitalistlerinin ekonomik çıkarlarına göre halledilmek istenen mesele, Kars Anlaşması’yla en doğru çözüm şeklini buldu. Asırlardan beri dostane yaşayan iki çalışkan halkın dostluk bağları memnuniyetle tekrar kuruldu. Mustafa Kemal Atatürk11.3.1922, TBMM Üçüncü Toplanma Yılı Açış Konuşması)... Ve bakalım bundan tam 31 yıl önce bu konuda Uğur Mumcu neler yazmış..Birlikte okuyalım:  Gizli Belgelerle... Şu olaylara bakın: ABD Dış İlişkiler Komisyonu, Türkiye'ye yapılacak askeri yardımı Kıbrıs konusunda verilecek bir ödüne bağlıyor. Bu yapılırken, ABD Kongresi'nde 24 Nisan tarihinin "Soykırım Günü" olarak ilanı için önergeler veriliyor. Fransa'da ise soykırım savlarının ders kitaplarına konması için hazırlıklar yapılıyor. Aynı günlerde, Ermeni terör örgütleri eylemlerini sürdürüyor. Bütün bunlardan sonra ABD yönetimi uluslararası terörden söz edebiliyor. 24 Nisan tarihi soykırım günü olarak ilan edilecekmiş. Sanki ABD'nin Vietnam'daki, Fransa'da, Cezayir'deki insanlık suçlarını unutturdular. Sanki ABD yönetimi, Şili'de halkoyu ile seçilmiş Devlet Başkanı Allende'nin CIA darbesi ile devrilmesinin hiç anımsanmayacağını sanıyor. Sanki ABD'nin Grenada'ya, daha düne kadar yakın bir zamanda Fransa’nın Çad'a asker göndermelerinin hiç ama hiç akla gelmeyeceği düşünülüyor. Ermeni olayını, bugün için uluslararası terörün bir parçası olarak görüyor ve bunun için bütün devletleri ortak bir savaşa çağırıyoruz. Yok, eğer Ermeni sorununun dünü, önceki günü karıştırılırsa, Güya müteffikimiz Amerika bundan hiç hoşnut kalmaz. İsterseniz, bu konuda birkaç tarihsel belgenin satır başlarını aralayalım: İngiliz Kraliyet Matbaası tarafından basılan Birinci Dünya Savaşı ile ilgili gizli belgeler, Erol Ulubelen tarafından Türkçeye çevrilmiş, önce Doğan Avcıoğlu'nun yönetimindeki Yön dergisinde yayınlanmış, daha sonra kitap olarak basılmıştır. İkinci basımı Çağdaş Yayınları tarafından yapılan "İngiliz Belgeleriyle Türkiye" kitabında, Birinci Dünya Savaşı sırasında Ermenilerin Amerikalılarca nasıl desteklenip kışkırtıldıklarını gösteren belgelere yer verilmiştir. Okuyalım: Gizli Belge: Sayfa 735, belge 492. Amiral Webb'den Lord Curzon'a yazılan 19 Ağustos 1919 tarihli yazı: - Amerika, Trabzon ve Erzurum'u içine alan bir Ermenistan’ı himaye edecek. Geri kalan dört ili de Kürt devleti olarak İngilizlerin himayesine bırakıyor... Gizli Belge: Sayfa No:60, Belge No: 46. 5 Nisan 1920 günü Mr. Lindsay'in Washington'dan Lord Curzon'a yazdığı yazı: - Amerikan Senatosu Ermenistan’ın mandası işini görüştü. Beş yılda 757 milyon dolar verecekler. İlk başlangıçta 50.000 kişilik bir ordu yollanacak, daha sonra 200.000 kişiye çıkacak. Amerika kuvvetlerinin basına General Zames G. Harbord getirilecek. Ayrıca bütün Türkiye'nin mandası için de görüşmeler yapılmaktadır... Gizli Belge: Sayfa No:71, Belge No: 63. 16 Mayıs 1920 günü Sir A. Geddes'in Lord Curzon'a yazdığı yazı: - Amerikan hükümeti, Ermenistan’ın Adana’da dâhil korunmasını istiyor. Silah, cephane, demiryolu ve her türlü malzemeyi buraya sevk edecekler. Boşaltım, Karadeniz limanlarında Amerikan bahriyesi tarafından ve Amerikan donanmasının himayesinde yapılacak. Türklerin yapacağı en ufak bir hareket Amerikalilar tarafından bastırılacaktır... Gizli Belge: Sayfa No: 300, Belge No: 38. 28 Şubat 1920 Londra Konferansı tutanaklarından bir parça: - Mustafa Kemal kendisini Erzurum Valisi ilan etmiş. Erzurum'da yeni kurulacak Ermeni devletinin katılacağı bir sırada bu çok anlamlı bir harekettir. Bu adam olmasaydı Ermenilerin bir şansı olacaktı... Gizli Belge: Sayfa No: 81, Belge No: 10, tarih 16 Şubat 1920. Londra Konferansı tutanaklarından bir başka parça: - Ermenistan'a 6 ilden başka Trabzon ve Adana da verilmelidir. Amerika Ermenistan'a yardım edecektir ve mandası altına almayı da kabul ediyor. Fransa ise Adana’yı kendisi için istiyor. Gizli Belge: Sayfa No: 99, Belge No: 12, Londra Konferansı tutanağından bir başka ilginç parça: - Lord Curzon, Erzincan’ın da Ermenistan'a verilmesini, Karadeniz'de bir Lazistan kurulup, Ermenilerin mandasına vermek istiyor... Bu belgeler, bugün ABD Kongresi'nde 24 Nisan tarihini "Soykırım Günü" ilan etmek isteyenlerin amaçlarını olduğu kadar, ABD'nin Lozan Barış Antlaşması’na niçin imza koymadığını da anlatmaya yetmektedir. Atatürk, Ermeni sorununun "dünya kapitalistlerinin ekonomik çıkarlarına göre çözülmek istediğini" söylememiş miydi? ( Söylev ve Demeçler , C: I, S: 233). Olay, dün olduğu gibi bugün de böyledir. Biz bugün bunca saldırıdan sonra , bu gizli belgeleri , örneğin devletin televizyonunda tek tek halkımıza gösterebiliyor muyuz? Gösteremiyorsak, Ermeni sorununun çok uluslu yanını ve uluslararası terör ile ilgisini, diplomatik forumlarda nasıl anlatabiliyoruz? 24 Nisan tarihini soykırım günü ilan edip, Ermeni terör örgütlerine destek olan Amerikan Kongre üyeleri, 1920'lerde topraklarımız üzerinde Ermeni devleti kurmak isteyen Amerikalılar'ın torunlarıdır. Bizler de bunlara karşı Kuvay-i Milliyecilerin torunları olduğumuzu hatırlatmak zorundayız." Toplumları birbirine düşürerek, ellerindeki her şeyi alan küresel oyun kurucuların parlamentolarına göre mi etik oluşturacağız, vicdanlarımıza ve gerçeklere göre mi? "Türkiye Batmaz. Batarsa, okyanuslar taşar.” Saygılarımla. Sağlıcakla kalın! Günleriniz hep aydınlık olsun! Yüreğinizde sevgi daim olsun! Yüreği "Berkehan ve  Bilgehan Deniz" kadar temiz olanların! ---------------------------------------------------------------------- Refranslar:  Ovanes kaçaznun,Taşnak Partisinin Yapacağı Bir Şey Yok.(1923 Parti Konferansı'na Rapor) https://bit.ly/3u3xpNf Ek: ErmeniSoykırımı Yalanı İngiliz Gizli Örgütünce Nasıl Hazırlandı? Ermeni isyanı ve I. Dünya Savaşı: ibretlik bir ihanet hikayesi adlı bu eser İrlandalı bir tarihçi olan Pat Walsh tarafından yazılmış. Pat Walsh Osmanlı meclisinde vekil olan Pastırmacıyan'ın itiraflarını da esere ek olarak koymuş. Forgotten Aspects Of  Ireland’s Great War on Turkey  1919–1924 https://goo.gl/5RvyLT (Unutulan Yönleriyle İrlanda’nın Türkiye’ye Karşı Büyük Savaşı: 1914–1924)  Yazan: Dr. Pat Walsh  Yayınevi: ATHOL BOOKS, 540 sayfa, Belfast 2009  Yazar Dr. Pat Walsh, İrlanda ulusal mücadelesinin sosyalist aydınlarından birisi. Çalışmalarını İrlanda ulusal tarihi üzerine odaklamış ve İrlanda ulusal kimliğinin şekillenişi üzerine zengin araştırmaları mevcut. Bunlardan en önemli iki tanesi şu kitaplar:  (İrlanda Cumhuriyetçiliği ve Sosyalizm, Cumhuriyetçi Hareket’in Politikaları 1905-1994) -Irish Republicanism and Socialism, The Politics Of The Republican Movement 1905-1994  (Sivil Haklar Mücadelesi’nden Ulusal Savaşa, Kuzey İrlanda Katolik Politikları 1964-74) -From Civil Rights to To National War, Northern Ireland Catholic Politics 1964-74  ATHOL Yayınevi ise; İrlanda ve genel olarak Britanya’da ‘küçük fakat üst düzeyde etkili’olarak tabir edilen The British and Irish Communist Organisation (B&ICO) (Briton ve İrlandalı Kommunist Organizasyon) olarak bilinen Maoist kökenli organizasyonun yayınevi. Londra, Belfast, Cork ve Dublin merkezli olarak faaliyet gösteriyor. Grubun lideri 1935 doğumlu Brendan Clifford. 1965 yılına kadar “İrlanda Komünist Grup” olarak faaliyet gösteren grubun içinde yer alan Clifford, 1965 yılındaki büyük bölünmede, Maocu kanadın liderliğini üstlenerek gruptan ayrıldı. Troçkist kanat Gerry Lawless’ın liderliğinde Irish Workers Group adını aldı. ATHOL BOOKS yayınevi Belfast’ta bu yıllarda kuruldu. Yayınevi aynı zamanda aylık Irish Political Review ve haftalık The Irish Communist and Workers Weekly yayın organlarını çıkarıyor.  2009 yılında yayınlanan kitabın tanıtımı; Dublin ve Belfast’ta ‘Öğretmenler Sendikası’ tarafından yapıldı. Söz konusu kitap şu anda İrlanda’da Ulster ve Sinn Fein çevrelerinde okunuyor ve inceleniyor. Bu kitapta İrlanda ve dünya tarihinde ilk defa açıklanan tarihsel belgelerin ışığında dile getirilen düşüncelerin siyasallaşması; dünya politikalarında deprem etkisi yaratabilir. Kitabın en büyük önemi belki de bu. Neden? Dr. Pat Walsh, kitabın önsözünde şu vurguyu yapıyor:  İrlanda Cumhuriyeti Atatürk’ün açtığı yoldan kurulmuştur. Atatürk sadece Türk Devleti’nin değil İrlanda Cumhuriyeti’nin de kuruluş temellerinde vardır.  Dr. Walsh bu saptamayı yaparken, İrlandalı tarihçilere” gelin tarihimizle yüzleşelim” çağrısı yapıyor. Türkiye’de aynı çağrıyı yapan bir takım “aydın” takımının Atatürk’ü reddetmesinin aksine, Dr.Walsh Belfast’ta Atatürk’ü 2010 yılında halkının karşısına çıkartıyor. Bunu da bir tarihçi sorumluluğu ile yapıyor.  Sözkonusu kitabın Türk okuyucular için birçok açıdan önemi mevcut. Öncelikle Ermeni soykırımı fabrikasyonun Londra’da İngiliz Devleti’nin içinde oluşturulmuş bir gizli örgüt eliyle nasıl geniş kapsamlı olarak hazırlandığını ve meşhur Mavi Kitap’ın bu örgütten nasıl çıktığının belgelerini ilk defa açıklıyor. Bunu yaparken de 540 sayfalık dev eserini akademik bir omurgaya oturtuyor:  i-Osmanlı İmparatorluğu ile Britanya İmparatorluğu arasındaki devlet mekanizmasını karşılaştırıyor. Osmanlı’daki hoşgörünün Britanya Devleti’nde olmamasının felsefi temellerini tartışıyor.  ii-İngiltere’de bir zamanlar varolan olumlu Türk imajının, 1nci Dünya Savaşı’na giden süreçte değiştirilmesi için uygulanan gizli örgüt faaliyetleri sonucunda nasıl değiştirildiğini anlatıyor. Olumsuzlanan Türk imajı ile dağılan Osmanlı topraklarının Batılı güçlere hazırlanması ve ABD’nin İngiltere yanında savaşa sokulması için nasıl kullanıldığını anlatıyor.  iii-İrlanda ulusal mücadelesinin, Türkiye ve Atatürk’ü kendilerine model olarak nasıl aldıklarını açıklıyor.  Kitabın içeriğini Türkiye kamuoyuna sunmadan önce son bir noktayı vurgulamak istiyoruz. Bu yazıyı hazırlarken, sıkıntısını çektiğimiz en büyük konu, İrlanda tarihinin Türkler açısından neredeyse hiç bilinmemesi gerçeği oldu. Halbuki, İrlanda ulusal mücadelesi 1900’lerin başlarında dünyada Atatürk ve Lenin gibi iki devrimci önder tarafından yakından takip ediliyordu. Atatürk’ün İrlanda halkının İngiliz emperyalizmine karşı mücadelesine dair, Atatürk’ün Meclis konuşmaları ve Kuvayı Milliye dergisindeki başyazıları mevcut. Öte yandan Lenin, İrlanda mücadelesini ‘burjuva ulusal’ diye küçümseyen Rosa Lüksemburglarla sert tartışmalara girerken, sürekli olarak Türkiye ve İrlanda örneklerini veriyordu. Bu yüzden Türkiye’nin emperyalizme ve Ermeni soykırımı yalanlarına karşı verdiği mücadeleye, kimsenin aklına gelmeyen İrlanda’dan uzanan destek aslında hiç şaşırtıcı olmamalı. Aşağıda okuyacağınız satırlarda bizim hiçbir yorumumuz yoktur.   özetlenen kitabın bu makalede kullanılan sayfaları şunlar:  Syf.25-Türklere karşı kullanılan ilk faşist entellektüel W.E.D.Allen  Syf.190-Gizli örgüt elemanı Mark Sykes’ın The Times gazetesindeki makalesi  Syf.192-Weelington House’da ajanlaştırılan yazarlar komitesi.  Syf.195-Ermeni soykırımı fabrikasyonu nasıl hazırlandı.  Syf.197-Mavi Kitabın arkasındaki gerçek.  Syf.198-Malta Sürgünleri davası Londra’dan nasıl yönetildi.  Syf.206-Türklere karşı propoganda faaliyeti.  Syf.207-Anti Türk Kampanyası’nın formülasyonu. Avustralya ve Yeni Zelanda ulusal uyanışının başlangıcı kendi tarihçileri tarafından Çanakkale Savaşı olarak gösterilir. Avustralya ve Yeni Zelanda ulusalcılığının resmi tarih yazımı Çanakkale ile başlar. Anzaklar olarak bilinen, Britanya İmparatorluk Ordusu içindeki Avustralyalılar ve Yeni Zelandalılar ilk defa Çanakkale’de ‘We are not English anymore’ (Artık İngiliz değiliz) demişlerdir. İrlandalılar bu tarihi yeni yeni tartışmaya başlıyorlar. Pat Walsh’un kitabı bu anlamda İrlanda milliyetçiliğine ve ulus devlet tarih dökümanlarına bir meydan okuma. Neden? 1912-1914 yılları arasında İrlanda İç Savaşı’nın tarafları olan Protestan ve Katolik İrlandalıların, Britanya İmparatorluğu’na bağlılık taraftarı Uslter Gönüllüleri ve IRA temelinde örgütlenen bağımsızlık yanlısı katoliklerin milis örgütlenmeleri, 1nci Dünya Savaşı’nda Britanya Ordusu içinde Türklere ve Almanlara karşı ‘omuz omuza’ savaştılar. Bu tarihe dair, Longman yayınevinin aylık tarih dergisi World History’nin son sayısı Mart 2010 sayısında da Goldsmith University’den Richard Grayson, ‘Düşmanlar Birleşti’ makalesinde İrlanda’nın düşman milis taraflarının 1nci Dünya Savaşı’nda nasıl birleştiklerini anlatıyor. 2002 yılında Oxford Universitesi’nden Adrian Gregory ve Senia Paseta da ‘Savaş Bizi Birleştirdi mi?’ başlıklı bir kitap yayınlamışlardı.  Dr. Walsh kitabında İrlanda iç politikasını ve Amerika’daki güçlü İrlanda lobisini, Ulster, Sinn Fein ve İrlanda Hükümetlerini hep beraber ‘tarihle yüzleşmeye’ davet ediyor. Resmi tarih belgelerini açıklamaya davet ediyor. Kitabın 5 ve 22nci sayfalarındaki önsözde şunları belirtiyor: “...Sorumuz ortada duruyor: Kasım 1914 yılında İrlanda Türkiye ile niye savaşa girdi? İrlandalı tarihçilerin sormaya tenezzül etmediği bu soruyu şu anda bu yazar soruyor. İrlandalılar kendilerine karşı hiçbir yanlış davranış içinde bulunmayan ve üstelik 1847-8 yılları arasındaki büyük açlık yıllarında kendilerine yardım elini uzatmış Türklere karşı Britanya İmparatorluğu adına savaştı. Her şeyden önce neden İrlanda Türklerle savaştı? Neden İngiltere yüzyıl boyunca müttefiği olan Türklere savaş açtı? Bütün bunlar yanlıştı ve bu sorular yanıt bekliyor. Yanıtlar, ortaya çıkarılmamış İrlanda’nın 1nci Dünya Savaşı’nda Türkiye ile 1914-24 yılları arasındaki savaşının belgelerinde gizli.  Karşınızdaki yazar bu soruları sorarken 1919 ve 22 yılları arasındaki gazeteleri inceledikten sonra, kaçamayacağı bir sonuca da ulaştı. 1nci Dünya Savaşı Kasım 1918 yılında sona ermedi. Bu olgu bir sürpriz değil. İrlanda, Türkiye ile 1924 yılına kadar savaşın içinde oldu... İkinci unutulan gerçek ise, Modern Türk Ulusu’nun kurucusu ve emperyalizme karşı Türk direnişinin kahramanı Mustafa Kemal Atatürk, modern İrlandalı tarihçiler tarafından ‘sekter yayıncılık’ yapmakla suçlanan Katolik Bülten (Catholic Bulletin) gazetesi tarafından büyük bir saygı gördü.Katolik Bülten; Atatürk ve Türk Cumhuriyeti’ne açık bir destek verirken,İngilizlerin kurulmakta olan İrlanda ve Türkiye Cumhuriyetlerini engellemek için aynı yöntemleri uyguladığına dikkat çekti.  Katolik Bülten ”İngiltere Türkiye ve İrlanda’ya karşı aynı taktiklerle mücadele ederken, tarih her iki Cumhuriyet’in de kuruluşuna şahit oldu” diyor ve ekliyor” Tabii ki tek bir farkla, İrlandalılar kaybetti, Türkler kazandı.” Ve ekliyor:  “1924 Lozan Antlaşması’ndan sonra, kurulamayan İrlanda Cumhuriyeti, Türkiye ile savaşın sonunda Britanya İmparatorluğu’na bağlanmaya zorlandı. -Sinn Fein üyelerinin 1914 yılında kendilerini Redmond’un savaşından ayrı tutmalarına rağmen- Lozan Antlaşması ile Türkiye bağımsız ve hükümran bir devlet olarak tanındı.”  “Birçok yönden bu hikaye üç antlaşmanın masalıdır” diyor Dr. Walsh ve devam ediyor: “1921 Anglo-İrlanda Antlaşması, 1923 Lozan Antlaşması ve 1920 yılında yenilen bir ulusa 1920 yılında silah doğrultarak dikte edilen; unutulan Sevr Antlaşması.”  Dr. Walsh kitabında kullandığı tarihsel dökümanları şöyle sıralıyor: “Hanns Froemberg’in 1938 yılında basılan Atatürk kitabı, Catholic Bulletin gazetesinin 1922-24 nüshaları, Lozan Antlaşması tutanakları” Catholic Bulletin’de yer alan saptamaları ve belgeleri şöyle özetliyor:  “1921 Anglo-Irish Antlaşması’na karşı çıkan Fianna Fail (*) ortaya çıkarken Atatürk’ün örneğini izleyerek bağımsız İrlanda’yı kurmuştur. Böylece, belki de Atatürk’ün, Türk Devleti’nin kurucusu olmanın yanısıra... bağımsız İrlanda fikrinin oluşmasında da payı vardır.  İrlanda’ya yetki devri (devolution) veren Yurt Yasası (Home Rule) 1914 yazında kanunlaştı. Yasa maddesi 1912 yılında Parlamentoya sunulduğunda, İrlanda’daki Britanya İmparatorluğu içinde kalmak isteyen protestan ULSTER örgütü, yasaya ülkenin bölünmesine giden süreci başlatacağı gerekçesiyle karşı çıktı. 28 Eylül 1912 yılında 234.046 İrlandalı protestan kadın ve 237.368 erkek kamusal bir bildiri yayınlayarak, yasaya karşı çıktılar ve silahlı UVF-Ulster Volunteer Force’u (Ulster Silahlı Gönüllüleri Örgütü) kurdular. 1913 yılında, bu sefer UVF’e karşı, katoliklerden oluşan İrlandalı ulusalcılar, Dublin Universitesi’nden Eoin MacNeill’in önderliğinde IV-Irish Volunteers (İrlandalı Gönüllüler) adlı silahlı teşkilatı oluşturdular. Ulusalcı güçlerin silahlı örgütü kısa bir süre içinde Ulster’de 40 bin kişiye ulaştı. Bu iki paramileter örgüt, 1914 yılında Home Rule yasasının çıkmasından 6 ay sonra, Türkiye ve Almanya’ya karşı cepheye sürüldü. Katolik ulusalcılar, Londra tarafından ‘Katolik Belçika’nın Almanlardan kurtarılması için ikna edildi. Belçika’da Almanların yaptıklarına dair üretilen haberlerin savaştan sonra kurmaca olduğu anlaşıldı. Protestan Ulsterciler ise Britanya İmparatorluğu’na tam sadakati savundukları için savaşa gönüllü girdiler.  Fakat Çanakkale’ye gönderilen İrlandalılar ülkelerine oldukça farklı döndüler. Özellikle Katolik ulusalcılar. Savaştan önce, istemlerini sadece ‘yerel özerklik’ ile sınırlayan İrlandalı ulusalcılar, Çanakkale’den, Türk direnişinden etkilenerek tam bağımsızlık talebi ile döndü, Cumhuriyetçilere dönüştü ve tamamına yakını IRA saflarına katıldı. 1916 Paskalya ayaklanmasının altında yatan önemli etmenlerden biri, Çanakkale ruhuydu. İrlandacada, Poblacht na hÉireann or Saorstát Éireann olarak geçen İrlanda Cumhuriyeti fikri, 1919-1922 yılları arasındaki İrlanda bağımsızlık savaşının kaynakları, Çanakkale’den Cumhuriyet ve Bağımsılzık fikri ile dönen askerlerde yatıyor. IRA ya da İrlandacada Oglaigh na hEireann yani İrlanda Cumhuriyetçi Ordusu’nun 1913 yılında kurulduğunda iki monarşili sistemden tamamen bağımsız Cumhuriyet fikrine geçmesi, İrlanda Cumhuriyetçi Partisi Fianna Fail’in tarih sahnesine çıkması’nın altında Catholic Bulletin nüshalarında yer alan tek bir etmen var: Atatürk. 1921 Antlaşması İrlandayı sorunları halen daha devam eden bir şekilde ikiye böldü. Bağımsız İrlanda 1937 yılına kadar tanınmadı. Kuzey İrlanda’yı Bağımsız İrlanda’dan kopararak Britanya’ya bağladı. Peki bu süreçte; İrlanda’daki cumhuriyet fikri nasıl gelişti?”  Nisan 1923 yılında Catholic Bulletin, alışılmadık bir şekilde Lozan Antlaşması’nın resmi İngiliz belgelerini yayınlamaya başladı. Dr. Walsh kitabında bu yayın programını şöyle yorumluyor:  “...Catholic Bulletin, Lozan belgelerini yorumsuz yayınlamaya başlar. Yoruma da gerek yoktur. Britanya İmparatorluğu’na diz çöktüren bir milletin mücadelesi İrlanda’ya örnek teşkil etmiştir. Bu anlamda kanımca, Atatürk’e İrlanda Cumhuriyeti’ne ilham ve örnek teşkil ettiği için borcumuz vardır. Atatürk’ün Türkiye için yaptığını, İrlandalıların da İrlanda için yapması fikri bir vizyon oluşturmuştur.”  Dr. Walsh, kitabındaki tezleri Anglo-Sakson dünyasındaki tarihsel Türk imajı ve bu imajın fabrikasyonla değiştirilmesi üzerine oturtuyor.  “Türk deyince 1915 yılına kadar İngiltere’de ilk akla gelen gerçek bir centilmen imajıydı. Türkler İngilizlere silah doğrulttuktan sonra bile bu imaj değişmedi ve yerini ‘temiz ve dürüst savaşçı’ imajı aldı. Osmanlı İmparatorluğu’nun toparklarının parçalanması sürecinde bu imajın değiştirilmesi gerekiyordu.  Bu işin ilk adımı olarak Ermeni soykırımı fabrikasyonuna başlandı. Bu amaçla ilk göreve getirilen kişi W.E.D Allen (1901-73) oldu. Allen aristokrat ailelerin çocuklarının okuduğu Eton mezunuydu. 1919 yılında Avrupa’da Türkler adlı kitabını yazdı. Bu kitabında Türklerin Avrupa’daki yerini şöyle tanımlıyordu: ‘...Orta Asya’nın steplerinden gelen göçmen çobanlardan oluşan garip bir kabilenin Avrupa’daki bir düzine ulus üzerinde egemenlik kurması nasıl mümkün olabilir ki?’  “Allen, 1920 yılında Türkler ile Yunanlıların Savaşı’na savaş muhabiri olarak katıldı. 1929 yılında Kraliyete bağlılık yanlısı Unionist Parti’den Batı Belfast milletvekili seçildi. 1931 yılında Sör Oswald Mosley’in faşist partisine katıldı. Mosley’nin yakın arkadaşı olarak, faşist Kara Gömlekliler örgütünün kuruluşunda görev aldı. 1934 yılında James Drennan takma adıyla Oswald Mosley ve Britanya Faşizmi adlı bir kitap kaleme aldı. Mussolini ve Mosley arasındaki resmi görevli kurye görevine getirildi. Daha sonradan bu dönemde Sör Basil Thomson’un başkanlığındaki ‘Special Branch’ daki MI5 (İngiliz içistihbarat servisi) görevlisi olduğu öğrenilecekti. İki dünya savaşı arasında, Anadolu’da ve Kafkaslarda MI5 adına araştırmalar yaptı. 1943 yılından 1948 yılına kadar Ankara’da İngiliz Büyükelçiliği Enfromasyon Bürosu’nun başkanlığını yaptı. 1948 yılında Kraliyet madalyası ile ödüllendirildi. Ulster Unionist (Protestan Kraliyet yanlısı örgüt) ve faşist olarak; Türkiye aleyhindeki ilk raporları kaleme alan kişidir.” Anti Türk propogandasının modeli ise 20 Şubat 1917 yılında The Times gazetesinde çıkan bir makale ile başladı. Yazarın adı Mark Sykes idi. Türklerin 700 bin Ermeni’yi kestiğini ilk olarak Sykes dile getirdi. Sykes The Times gazetesinde çıkan makalesinde şunları dile getiriyordu:  “...Kısa zaman öncesine kadar, İngiltere’de Genç Türk denilince akla, Anadolu’ya geziye giden romantik İngiliz seyyahlar ve politikacıların da katkısıyla, dürüst ve temiz bir savaşçı olan Türkler geliyordu... Bir kez daha şu Genç Türk’e Alman üniforması ile bakın. Alman militer sesi. Alman Teknik eğitimiyle yetişmiş Genç Türk. Alman profesörleri ona kitle propogandası, politika ve patlayıcıları öğretmiş... 2.5 yıl boyunca katliamlar yaptı, ihanetler yaptı, bütün anlaşmaları ihlal etti, savaş esirlerimizi katletti, yaralılarımızı öldürdü, kadınlarımızı rehin aldı ve halen daha birileri ‘temiz savaşçı Türk’ (clean fighting Turk) diyor... Bu Türkler 700 bin Ermeniyi katlettiler, Lübnan’da açlık ve sefillik yarattılar, Yahudi kolonistleri yok ettiler...”  Sykes’ın The Times gazetesinde yayınlanan bu makalesi, 100 bin kopya basıldı. 30 bin adedi Amerika’ya gönderildi. Sykes’ın mektubu Ermenilerin öldürülmesini temel alarak oluşturulan Anti-Türk Kampanyası’nın modeli oldu.(syf.207) Pat Walsh’ı okumaya devam edelim:  “Türklere karşı kampanya ve Ermeni katliamı fabrikasyonu 1914 yılında kurulan gizli bir örgütlenmenin içinde oluşturuldu. Britanya Devlet yapısı içindeki bu gizli örgüt 1914 sonbaharında adını o tarihte İngiliz Parlamentosu’nun kalbi olan ve Buckingham Sarayı’nın yanında bulunan, Wellington House’da örgütlenen Savaş Propoganda Bürosu’ndan (War Propoganda Bureau) alıyordu. Doğrudan dışişlerine bağlı olarak kurulan bu gizli örgütün tüm bilgileri ve dokümanları savaştan sonra Wellington House’ın şaibeli bir şekilde tamamen yanmasıyla yok oldu. Bu gizli örgütün ve Türkler aleyhindeki propoganda faaliyetleri 1935 yılına kadar ortaya çıkmadı. Wellington House’da Türklere karşı yapılan kurmaca Ermeni katliamı haberlerinin esas hedefi Amerika Birleşik Devletleri’ydi.(syf.207)( Bu konudaki geniş dökümantasyon için şu kaynağa bakınız: Wellington House and British PropogandaDuring The first World War, M.L. Sanders, The Historical Journal, XVIII, 1975)  Savaş Propoganda Bürosu’nun başında Liberal milletvekili Charles F.Masterman bulunuyordu. Eski kabine bakanı ve Daily News gazetesinin edebiyat editörü olan Masterman, Asquith Hükümeti’nde bakanlık yapmıştı. Asquith kendisini bu gizli büronun başına davet ettiğinde, misyon çok netti. İngiltere’nin düşmanlarını kötü ve şeytan göstermek ve İngiltere’yi haklı göstermek. İşin başında bu büro Almanlara karşı örgütlenmişse de daha sonta Türkler özel çalışma alanı oldu.” “Masremann görevi kabul ettiğinde, İngiliz edebiyatının önde gelen 25 yazarını Wellington House’a davet etti. Toplantının amacı Britanya İmparatorluğu’nun savaştaki çıkarlarını korumaktı. Yazarlara bu örgüt ve toplantının başlatacağı faaliyetler hakkında hiçbir yere bilgi sızdırmamaları dikte edildi. Wellington House’daki bu toplantılardan ve çalışmalardan, Ermeni katliamı haberlerinden İngiliz Parlamentosu’nun bile haberi olmadı. Wellington House’daki gizli faaliyete kimler katıldı. Bu bilgi ilk kez geniş kamuoyuna açıklanıyor: Thomas Hardy, H.G.Wells, John Galsworthy, Arthur Conan Doyle, John Masefield, Arnold Bennett, G.K. Chesterton, J.M.Barrie, G.M.Trevelyan ve diğerleri.”(syf.192)  Dr.Walsh, kitabında bu toplantının İngiliz tarihindeki en geniş katılımlı yaratıcı ve akademik toplantı olduğunu belirtiyor. İkinci toplantı bu sefer gazetecilerle yapıldı:  “İngiltere’nin önde gelen gazete editörleri örgütte biraraya geldi: Geoffrey Dawson, Edward Cook, J.L. Garvin, J.A. Spender ve diğerleri...  Wellington House, gizli bir yapılanma olduğu için yayınların özel yayınevleri tarafından basılması ve dağıtımı görevini de üstlendi. Yayınevi editörleri Wellington House’a çağrıldı. Oxford University Press, Macmillan, Hodder and Stoughton, Methuen yayınevleri yani dünyanın en büyük ve prestijli yayınevleri örgütlenmeye dahil edildi. Oxford University Press ve John Murray yayınların dağıtımı işini üstlendiler. Amerika’da tespit edilen 13 bin etkili kişinin de içinde olduğu bir adres listesine; aristokratların imzaları ile yayınlar ulaştırılmaya başlandı.”     “Wellington House gizli propoganda Bürosu, İngiltere’nin o tarihe kadar yetiştirdiği iki öenmli tarihçiyi görevlendirdi. G.P.Gooch ve Arnold Toynbee. Toynbee, Wellington House’da tarihçi olarak değil propogandist olarak görevlendirildi. Toynbee az sonra değineceğimiz meşhur Mavi Kitap’ı da Wellington House memuru olarak yazdı. Wellington House’da Türkleri hedef alan kitapların uzun bir listesi mevcut, bunlardan bazıları:  Mark Sykes, British Palestine Committee, The Clean Fighting Turk  E.F.Benson; Crescent and Iron Cross, Deutschland über Allah  Israel Cohen; The Turkish Persecution of the Jews  Edward Cook; Britain and Turkey  E.W.G.Masterman; The Deliverence of Jerusalem  Basil Mathews; The Freedoom of Jerusalem  Esther Mugerditchian; From Turkish Toils  Martin Niepage; The Horrors of Allepo  Cannon Partif; Mesopotomia  R.W.Seaton; Serbia, Yesterday, Today and Tomorrow  Josiah Wedgewood; With Machine Guns in Galliboli  Chaim Weizmann, R.Gothell; What is Zionism?  Anon; Subject Nationalities of the German Allies, Syria During March 1916  S.Tolkowsky; Jewish colonisation in Palestine  Arnold J.Toynbee; Armenian Atrocities:The Murder of a Nation, Turkey-A Past and a Future, The Murdereous Tyranny of Turks MAVİ KİTABIN ARDINDAKİ GERÇEK  Daha geçtiğimiz yıl Lord Avebury’nin eline alarak Ankara’ya geldiği Mavi Kitap’la ilgili İngiltere bu kitabın savaş döneminde propoganda amacıyla yazıldığını dile getirdi bugüne kadar. Ama kullanmaya da ısrarla devam etti. Mavi Kitap’ın ardında başka gerçekler de var. Türkler aleyhine uzun bir liste oluşturan bu kitaplardaki tüm kurmaca malzeme yazarlar arasında aslında tek bir merkezden çıkan akademik referanslarmış gibi kullanıldı. Dr. Walsh Türklere karşı fabrikasyonun bu korkunç metodunu ortaya sererken bir örnek veriyor:  “Örneğin o yıllarda hayalet romanlarının ünlü bir romancısı olan Canterbury Archbishop’u E.F.Benson ‘Crescent and Iron Cross’ kitabının önsözünde kullandığı kaynakları şöyle açıklıyor:  ‘...Ermeni katliamlarına ilişkin şu kaynaklara başvurdum: Lord Bryce’ın topladığı ifadeler, Bay Arnold J.Toynbee’inin The Murder of a Nation ve The Murdereous Tyranny of the Turks ve Dr.Martin’in Niepage’ın The Horrors of Aleppo kitabı. İlk bölümde Bay D.G.Hogarth’ın The Balkans (Clarendon Press,1915) adlı kitabına başvurdum...’  Değişik yayınevlerinden çıkan, değişik kitaplardan kullanılan kaynaklar. Aslında tüm kitaplar tek bir gizli merkezden çıkmış. Yazarlar birbirlerinin çalışmalarının haberleri yokmuş gibi birbirlerine referanslar veriyorlar...” MAVİ KİTABIN AMACI: Malta sürgününü gerçekleştirmek ve ABD’yi savaşa sokmak.  Şunu özetleyebiliriz: Mavi Kitap, gelecekte kullanılmak üzere raflarda tozlanmaya bırakıldı, ta ki Britanya’nın Türklere karşı kullanmasına tekrar ihtiyaç duyuluncaya kadar.’  (Dr.Walsh, a.g.e: syf.198)  Dr.Walsh devam ediyor:  “Mavi Kitabın içeriğine ilişkin Britanya Hükümeti tarafından hiçbir zaman tatmin edici bir resmi açıklama yapılmadı. Toynbee, 1922 yılında yayınlanan Western Question and Turkey adlı kitabının 50inci sayfasında, kitabın ‘propoganda’ amacıyla yazıldığını belirtmesine karşın...  İngiliz tarihçi Trevor Wilson bu konuda şunları söylüyor: ‘Lord Bryce bu iddiaların yalan ya da sahte olduğunu söyleme seçeneğine sahip değildi. Toynbee’nin Türkiye ile benzer bir şekilde Almanya’nın Belçika’da yaptığı insanlık dışı işlemlere dair fabrikasyon haberlerinin; hiçbirinin doğru olmadığı da savaştan sonra ispatlandı. (Journal of Contemporary History, Haziran 1979)’  “Fakat Britanya Hükümeti, 1920-21 yılları arasında MaviKitap’ta yazılanları delil gösterererek o zamanki ulusal önderleri Malta’ya sürgüne göndertti. Mahkeme heyetine Mavi Kitap verimesine karşın; iki yıl süren yargılamalardan sonra, yargı sanıkları delil yetersizliğinden serbest bıraktı. ( Bu teknik Kuzey İrlandalı okurlara hiç yabancı gelmeyecektir.)  Mavi Kitap, Haziran 1915 yılında, 2.5 milyon adet basıldı ve dağıtıldı. 1916 yılında 200 ve 1917 yılında 400 üzerinde yayınevi tarafından 17 dile çevrilerek milyonlarca basıldı. Mavi Kitap broşürleri ABD’deki bütün kütüphanelere, doktor kliniklerine, berber dükkanlarına dağıtıldı. Savaş yıllarında 7 milyonun üzerinde kopya dünyadaki fikir üreticilerine yollandı. Özel hedef ABD’ydi. Gilbert Parker, ABD’de 13bin etkili ismin listesini çıkardı. Bu seçkin kişiler, Devlet Propoganda Bölümü’nden belge aldıklarını bilmeden bu zarfların kendilerine İngiliz elitlerinden gönderilidiğini zannettiler. Kitapların pahalı olması ve sadece üst orta sınıflar tarafından okunabilmesi nedeniyle, Wellington House, Illustrated London News matbaasında birçok dilde kendi gazetelerini basmaya başladı. Savaşın başlaması ile beraber İngiltere, Almanya’dan ABD’ye giden iletişim hatlarını ve kablolarını kesti ve ABD’ye tüm bilgi akışı sadece İngiltere’den gerçekleşmeye başaldı. (Kaynak: H.C. Peterson, British Influence On The American Press 1914-17, American Political Science Review, February 1937, syf.81)  H.C.Peterson; Ermeni Soykırımı haberlerinin de ABD’ye İngiltere’den gittiğini, Alman haber ajanslarının sansürlendiğini belirterek, İngiliz medyasının Amerikan medyasına dönüştürüldüğünü anlatıyor.  Amerika’ya yapılan Türk karşıtı propogandanın amacı; Anadolu’da Ermenileri protestanlaştırmak için faaliyet gösteren Amerikalı misyonerlerin hazırladıkları zemin üzerinde ABD’yi savaşa dahil etmekti. Türklerin Doğu Avrupa’da Yahudileri de katlettikleri Amerika’daki Yahudi cemaatini ayrıca harekete geçirmeye yetiyordu. Kuşkusuz bu propogandanın bir diğer amacı da parçalanan Osmanlı topraklarını Batılı güçlere paylaşım için hazırlamaktı. İngiltere’nin Amerika’ya yönelik propogandasının bir diğer nedeni de, Amerikan elitlerinin savaş yıllarında İngiltere’ye değil Almanya’ya sempati duydukları gerçeği idi.  İrlandalı sosyalistler; Dr.Walsh’ın kitabı ile büyük bir tarihsel sorumluluğu yerine getirdiler. Şimdi bu kitapta ortaya konan tarihsel gerçeklerin artık siyasallaşmasının zamanı geldi. 1900’lerin başlarında Türkiye karşıtı faaliyetlerin perde arkası; basit bir tarih tartışması değil. Bunun siyasal etkileri halen daha devam ediyor. Bu kitaptaki belgelerin siyasallaşması demek; Ermeni Soykırım yalanlarını onaylayan dünyadaki tüm Meclislerin ve Türkiye’deki işbirlikçilerinin bir kez daha düşünmesi anlamına geliyor. Ya 1915’lerde İngiliz devleti içindeki bir gizli örgütün fabrikasyonuna doğru demeye devam edecekler ya da tarihin önünde saygıyla eğilecekler.

Küresel Güçlere Rağmen Ulusal Egemenlik, Bağımsızlık ve Varoluşun Sürdürülebilirliği

Küresel Güçlere Rağmen Ulusal Egemenlik, Bağımsızlık ve Varoluşun Sürdürülebilirliği İlk Söz: Ulusal Egemenlik ona layık olanların, ona sahip çıkanların hak ettiği bir yönetim biçimi Ulusal değerlere,Cumhuriyet ilkelerine sahip çıkılan nice bayramlar olsun..... Bayramınız kutlu olsun !.. Küçüklüğümüzde 23 Nisan günleri,  İlkokul bahçesinde siyah önlüklerimiz, beyaz yakalarımızla toplanıp, "Bugün 23 Nisan neşe doluyor insan" diye diye yürürdük caddelerde hep birlikte. Ya da "Ankara'nın taşına bak gözlerimin yaşına bak"....... Okul idaresince gece düzenlenen fener alaylarında da ellerimizde yanan meşalelerle "Dağ Başını Duman almış" marşı ve "İzmir’in dağlarında çiçekler açar"... diye başlayan "Yaşa Mustafa Kemal Paşa yaşa... Adın yazılacak mücevher taşa... " diye sona eren "İzmir Marşı"nı büyük bir çoşku ile söylerdik hep birlikte ... Bizler çok şanslıydık belki… Öğrencilik hayatımız boyunca tüm bayramlara ve fener alaylarına katılmıştık. Çoşkuyla kutlamıştık "Cumhuriyetimizin bize kazandırdığı tüm kadim değerleri"… "Atatürk ilke ve İnkilâplarını…." Küçük bir kasaba da, isimleri hala hafızamızda duran , Cumhuriyet ilkelerine derinden bağlı Turan hocamdan, Çetin hocamdan, Hilmi  hocamdan, Belkıs hocamdan, Habibe hocamdan , Necmettin hocamdan, Mutahhar  hocamdan; Mustafa hocamdan…. Bugün; sevgi ,saygı ve hürmetle andığım daha nicelerinden...  Kuva-yi Milliye ruhuyla yetiştirmişlerdi bu nesli… Cumhuriyeti, demokrasiyi ; Atatürk İlke İnkilâplarını korumak ve kollamak için….. Yıllar önce, İlkokulu bahçesinde toplanıp, siyah önlüklerimiz, beyaz yakalarımız ve İskarpin pabuçlarımızla söylediğimiz şarkıları,  bugün torunlarıma söylerken içim buruk.    İçimde ki burukluk çocuk olmadığım için değil, Ülkem çocuklarına nasıl bir Türkiye nasıl bir Dünya bıraktık? Bu soruyu kaçımız özeleştiri yaparak cevapladık.. Insanın dünyaya gerçekten bakışı ancak çocukken oluyorsa, büyüyünce görebildikleri o hatıralara ve ezbere dayalı ise, gelecek malzemesi hatıralara hakkını vermek için en mükemmel günlerden biri de, 23 Nisan - Bugün 23 Nisan, neşe doluyor insan... Bugün, ulusal egemenliğimizin kurulması yolunda atılan en güçlü adımlardan birinin yıl dönümü. - Bin atlı akınlarda çocuklar gibi şendik / Bin atlı o gün dev gibi bir orduyu yendik / Aktolgalı beylerbeyi haykırdı ilerle / Bir yaz günü geçtik Tuna'dan kafilelerle..... 23 Nisan Egemenlik ve Çocuk Bayramı... Öyleyse çalsın mızıkalar, bandolar; öyleyse çocuk balolarında sevinç çığlıklarımızla kutlayalım bu başarıları... Büyük Önderin 100 yıl önce ilk harcını attığı bağımsızlığı, kutsal bir bayrak gibi elden ele taşımak; bu bayramları, bu törenleri hak etmek için !.... - Bugün 23 Nisan, neşe doluyor insan... kutluyoruz "Egemenlik ve Çocuk Bayramı"nı... - Bugün 23 Nisan, neşe doluyor insan... "Egemenlik ve Çocuk Bayramı"nı, neşe içinde, binbir neşe içinde kutlayalım! - Bugün 23 Nisan, neşe doluyor insan. Çocukluğumuzun bu şarkısı yerine bir başka.... Bir başka şarkıya, bir başka türküye takılıyor dilim.... Kafkas dağlarının eteklerinde tüm kafkas Türk halkı tarafından çoşku ile söylenen çok sevdiğim türküye...... "Hoş gelişler ola Mustafa Kemal Paşa Askerin milletin bayrağınla çok yaşa Arş arş arş ileri ileri Arş ileri marş ileri Dönmez geri Türk'ün askeri Sağdan sola soldan sağa Al da bayrağın düşman üstüne Cephede süngüler ayna gibi parlıyor Kafkas Türkleri bayrak açmış bekliyor Arş arş arş ileri ileri Arş ileri marş ileri Dönmez geri Türk'ün askeri Sağdan sola soldan sağa Al da bayrağın düşman üstüne Parlayan yıldızın alemi tenvir eder Cumhuriyet bayrağı semalar içre süzer Arş arş arş ileri ileri Arş ileri marş ileri Dönmez geri Türk'ün askeri Sağdan sola soldan sağa Al da bayrağın düşman üstüne" Bir not; "Tarihte Atatürk’e düşman olup da Türk’e dost olan çıkmamıştır! Atatürk, Türk Milletinin mavi gözlü bozkurtudur." Vatan , Şehitlerimizin bize emanetidir. Vatan, Sultan Alparslan'dır. Vatan, Sultan Mehmet Han'dır. Vatan, Mustafa Kemal Atatürk'tür... Bu anlamlı günü başta Cumhuriyetimizin kurucusu Gazi Mustafa Kemal Atatürk'ü, İstiklal Savaşımızın tüm kahramanlarını ve şehitlerimizi saygı, minnet ve şükranla anıyorum. Bu duygu ve düşüncelerle ; Canımdan bir can Berkehan'la ve "Bilgehan Deniz" ile birlikte kutlayacağım "23 Nisan Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramımız kutlu olsun"   Küresel Güçlere Rağmen Ulusal Egemenlik ve Sürdürülebilirliği: Hedef 2023/2071  21.04.2013 13:46:06 İlksöz:   Cumhuriyet ve Demokrasi ona layık olanların, ona sahip çıkanların hak ettiği bir yönetim biçimi /   Sadece büyük bir lider geleceği küçük kalplere emanet eder..... “Küçük Hanımlar Küçük Beyler; Sizler hepiniz geleceğin bir gülü, yıldızı, bir mutluluk parıltısısınız. Memleketi asıl aydınlığa çıkaracak sizsiniz. Kendinizin ne kadar mühim, kıymetli olduğunuzu düşünerek, Ona göre çalışınız. Sizlerden çok şeyler bekliyoruz!"     Bugün, ulusal egemenliğimizin kurulması yolunda atılan en güçlü adımlardan birinin yıl dönümü. Ulusal egemenliğimizin stratejik yol haritasının  çizimlerinin yapıldığı Türk Milleti’nin makus tarhinin çağdaşlığa dönüşüm ve evrilme  sürecinin başlangıcı. Türk Milleti’nin bir millet olarak uyanışının ayağa kalkışının ilk adımı. Türk Milleti’ Böyle bir günde, "Egemenlik" kavramının yıllar boyunca törpülendiğini, zaman zaman kesintiye uğratıldığını, toplumun hafızasının günümüzün popüler deyimi ile her on yılda bir devamlı resetleme ve tekrar formatlanma girişimlerini hiç unutmamak, hiç akıldan çıkarmamak gerekir…. Çıkarmamak gerekir çünkü, bu girişimler aslında, bu bayramı niçin kutlamamız gerektiğine, bu bayrama niçin sahip çıkmamız gerektiğine ilişkin tarihsel “mihenk taşl”…"bir kilometre taşı"... .Çünkü bu tarih aynı zamanda Lozan Barış Konferansı  ikinci defa toplandığı tarih... Bu tarihe ulaşmada ki kilometre taşlarını tarih kitaplarından birlikte okuyalım: 16 Mart 1920: İstanbul işgal edildi. İşgal kuvvetleri Osmanlı’nın bazı milletvekillerini tutukladı. 18 Mart 1920: Osmanlı Meclis-i Mebusan’ı kapanış toplantısı yaptı. 19 Mart 1920: Mustafa Kemal, ‘olağanüstü yetkiler taşıyacak bir meclisin’ Ankara’da toplanacağını ilan etti. Bu bildiriyle yurdun her yerinde seçimler yapıldı.   22 Nisan 1920’de yapılan çağrıyla Millet Meclisi, 23 Nisan 1920 günü toplandı. Meclis, 24 Nisan 1920’de Mustafa Kemal Paşa’yı başkanlığa seçti. Meclisin açılış günü olan 23 Nisan, 1921’de çıkarılan bir kanun ile ülkenin ‘ilk resmi bayramı’ olarak ilan edildi. Kanunda, ‘23 Nisan günü milli bayramdır’ ifadesi yer aldı. 1935’te çıkarılan bir kanun ile 23 Nisan, ‘Milli Hakimiyet Bayramı’ olarak adlandırıldı.     Bu bağlamda Cumhurbaşkanımız' ın 23 Nisan Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı münasebetiyle yayımladığı mesajı birlikte okuyalım: "Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin 96. kuruluş yıldönümünü, Türkiye ve dünyadaki tüm çocukların Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramını en samimi duygularımla kutluyorum. 23 Nisan bir yönüyle ülkemizin milli egemenliğinin ve bağımsızlık mücadelesinin en önemli dönüm noktalarından birini oluştururken öte taraftan da çocuklar için bayram olarak kutlanmaktadır. İstiklal Harbi esnasında aziz milletimiz bir büyük seferberlik gerçekleştirmiş, birlik ve beraberlik içinde mücadele vererek zafere ulaşıp, Cumhuriyetimizi ilan etmiştir. 23 Nisan 1920’de, “Hâkimiyet kayıtsız şartsız milletindir” şiarıyla kurulan Meclisimiz, tam bağımsızlık konusundaki azim ve kararlığımızı tüm dünyaya ilan etmiştir.  Millî Hâkimiyet, (Ulusal Egemenlik) devletin gücü olan egemenliğin doğrudan doğruya ulusa ait olmasıdır. Kurucu ve yönetici güçler kişilerde ya da belli gruplarda değil, halktadır.   Milletin kendi kaderiyle ilgili her türlü kararı kendisinin verebilmesidir. Milletin kendi kendisini yönetmesi, kendi kaderine hakim olmasıdır. Büyük Önder diyor ki: "- Milli hakimiyet, milletin bütün varlığı ile milletin kaderine, istikbaline; vatanın tümüne ve devletin tüm hizmetlerine tam olarak hakim olması demektir. - Millet işleri ancak milli kararlara dayanmakla, milletin genel duygularına tercüman olmakla gerçekleşir. - Millet Meclisi’nin bütün programlarının umdesi şu iki esastır: İstiklal-i Tam. Kayıtsız şartsız milli hakimiyet. (27.4.1920) - Cumhuriyette meclis, reis-i cumhur ve hükümet; halkın hürriyetini, emniyetini ve rahatını düşünmek ve temine çalışmaktan başka bir şey yapamazlar. Çünkü bilirler ki, kendilerini iktidar ve selahiyet mevkiine muayyen bir zaman için getiren irade ve hakimiyetin sahibi, millettir. -Büyük önder günümüzde çok kişinin farkında olmadığı bir ayırımı yapıyor. Sistem ile milli hakimiyetin birbirinden ayrı olduğunu, mutlakıyette bile milli hakimiyetin olduğunu işaret ediyor. Diyor ki; “Hakimiyet-i milliye başka bir meseledir; cumhuriyet, meşrutiyet, mutlakiyet-i idare, istibdat yine başka birer meseledir.. Bu dört şekil içinde muhtelif şekilde milli hakimiyetin tatbik edildiğini görmekteyiz. Hatta istibdatta bile bir parça vardır. Milli hakimiyet, cumhuriyetin tekamülü demek değildir. Çünkü milli hakimiyet, şekil değildir. Ruh ve esas meselesidir! - Bütün cihan bilmelidir ki, artık bu devletin ve milletin başında hiçbir kuvvet, hiçbir makam yoktur, yalnız bir kuvvet vardır. O da milli hakimiyettir. Yalnız bir makam vardır. O da milletin kalbi, vicdanı ve varlığıdır. (16.1.1923) TBMM, necip milletimizin, vatan ve bayrak sevgisinin, bağımsızlığa olan aşkının yanında başka milletlerin bağımsızlık mücadelelerine örnek olmuş, milli iradenin gerçekleştirilmesi yolunda emsal teşkil etmiştir. 23 Nisan demokrasinin, milli iradenin, millet egemenliğinin en bariz göstergesidir. Bu günün çocuklarımıza armağan edilmesi, Türkiye’nin geleceği olan çocuklarına, gençlerine olan güvenini, umudunu gösterir. Türkiye’nin gençleri üzerinden yükseleceğine, onların dinamizmi, parlak hedefleri, duru zihinleriyle 2023, 2071 hedeflerine ulaşacağına inancımız tamdır. 23 Nisan 1920 ruhunu, barış, kardeşlik ve beraberlikle yoğrulan mücadele azmini çocuklarımız, gençlerimiz çağın gerektirdiği bilgiyle buluşturacak, beklediğimiz büyük Türkiye’yi inşa edecektir. Biz çocuklarımıza güveniyoruz; bizim gençlerimizden beklentilerimiz çok büyük. İnanıyorum ki onlar da, kendilerine sunulan imkânları iyi değerlendirecek, tarihlerinden aldıkları özgüvenle büyük başarılara imza atacaklardır. Bu duygularla, Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin ilk başkanı olan Gazi Mustafa Kemal’i, Kurtuluş Savaşımızı sevk ve idare eden ilk Meclis’teki tüm milletvekillerini, bize bu vatanı armağan eden tüm şehit ve gazilerimizi bir kez daha rahmetle ve minnetle yad ediyorum. Tüm çocuklarımızın, tüm dünya çocuklarının bayramını kutluyorum."    23 Nisan'ın Türkiye'de uIlusal bayram olarak kabul edilmesinin nedeni, 1920'de o gün Türkiye Büyük Millet Meclisi'nin açılmış olması. "23 Nisan", 1921'de çıkarılan 23 Nisan'ın Milli Bayram Addine Dair Kanun ile, Türkiye'nin ilk ulusal bayramı olmuş. 1 Kasım 1922'de saltanatın kaldırılmasıyla 1 Kasım, Hakimiyet-i Milliye Bayramı (Ulusal Egemenlik Bayramı) olarak kabul edilmiş. Daha sonraki yıllarda, TBMM'nin açılış tarihi olan 23 Nisan "Milli Hakimiyet Bayramı" olarak kutlamış ve bu durum 1 Kasım'ın uzun vadede bayram olarak unutulmasına neden olmuş. 1935'te bayramlar ve tatil günleriyle ilgili kanun değiştirilmiş ve "23 Nisan Millî Bayramı"nın adı "Millî Hakimiyet Bayramı" haline getirilmiş, böylece 1 Kasım Hakimiyet-i Millîye Bayramı ile 23 Nisan Millî Bayramı birleştirilmiş.         “Hakimiyet-i Milliye Bayramı (önceleri 1 Kasım, sonra 23 Nisan), saltanatın kaldırılışının ve Türkiye Cumhuriyeti'nin kuruluşunu gerçekleştiren TBMM'nin açılışının egemenliği padişahtan alıp halka vermesini kutlamak amacını taşırken, Çocuk Bayramı savaş sırasında yetim ve öksüz kalan yoksul çocukların bir bahar şenliği ortamında sevindirmek amacını taşımaktaydı. Türkiye Radyo Televizyon Kurumu, UNESCO'nun 1979'u Çocuk Yılı olarak duyurmasının ardından, TRT Uluslararası 23 Nisan Çocuk Şenliği'ni başlatarak, bayramı uluslararası düzeye taşıdı...23 Nisan’ın bayram oluşunu da hatırlatalım,      Hıfzı Veldet hoca, “İlk Meclis” kitabında (Çağdaş Yayınları, 1990) bunu ayrıntısıyla anlatmakta.Birlikte okuyalım...      "23 Nisan 1921, B M M’nin açılışının birinci  yıldönümüdür. O gün İçel Mebusu Şevki Bey ile Manisa Mebusu Refik Şevket Bey, 23 Nisan’ın, eski tabirle “ayad-ı milliyeden”, yani milli bayram ilan edilmesini isteyen bir öneri verirler.         Öneri görüşmeye açılır. Konya Mebusu Vehbi Bey itiraz eder:         “Efendiler! Rica ederim, böyle bir kanuna ne ihtiyaç vardır? Nümayiş yapmakla bayram olmaz. Ulusumuz İzmir’e o mübarek bayrağımızı diktiğimiz gün, yüreğinde gerçek bir bayram yaşatır.”          Tabii tartışma çıkar. Kırşehir Mebusu Yahya Galip, itiraz sahibi Vehbi Bey’e, “Hoca efendi hazretleri! Bugünü gökteki melekler bile yüceltiyor, siz neden yüceltmek istemiyorsunuz?” der.        Salon karışır.        Yahya Galip iyice yüklenir:        “Ne vakit böyle bir milli bayram olur, memleketin sevinçli anları olur, bunun içine hemen ‘ahlakı İslamiye’ sokarlar. Her gün, her fırsattan yararlanarak temcit pilavı gibi bunu söylemekten ne çıkar, ben anlamıyorum.”         Mahmut Celal, onu destekler:        “Rica ederim bu, bütün Müslümanlar için büyük bir gün değil midir?”        Trabzon Mebusu Ali Şükrü, konuyu isim vermeden Mustafa Kemal’e getirir:        “Efendiler! Meclis’in kendi kendine ‘Burada toplandığım günü bayram yapıyorum, siz de bayram yapın’ demesi uygun değildir. (..) İşi bütün ulus yaptığı halde bu başarı doğrudan doğruya bize mi aittir? Mesela bir ordunun başarısı bir kumandana mı ait olacaktır?”         Son sözü, teklif sahibi Refik Şevket söyler:        “Koca bir tarihi canlandırma şerefini üzerine alan Meclisimiz bugünü elbette kutsallaştıracak ve bunu torunlarına yadigâr bırakacaktır. Bugünü ‘ayadı milliye’den sayan teklifimin oybirliğiyle kabulünü rica ediyorum.”         Tunalı Hilmi, “’Milli bayram’ diyelim” diyerek Türkçeleştirir.         Teklif kabul edilir ve kabul edilen kanun gereği 23 Nisan resmi tatil olduğundan oturum kapanır.                O günden beri -2 yıl eksiğiyle- 23 Nisan, Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı’dır.          Acaba  neden iki yıl eksiği ile?...         Geçen 96 yıl içinde sadece 2 yıl, 23 Nisan, “Ulusal Egemenlik Bayramı” olarak kutlanmadı; resmi tatil yapılmadı.        Hatırlamayanlar, “Buna kim cüret edebilir ki?” diyebilirler. Hemen hatırlatmakta yarar var:          Kararı alan, 12 Eylül askeri yönetimi.           Kapattıkları Meclis’in egemenliğini kutlamak tuhaf olacağından 17 Mart 1981 tarihli yasayla, 23 Nisan’ı sadece “Çocuk Bayramı” olarak ve resmi tatil olmadan anmayı kararlaştırıyor….            Aynı yasa ile, “27 Mayıs Anayasa ve Hürriyet Bayramı” ile “1 Mayıs Bahar Bayramı”nı da kutlanmamasına karar veriyorlardı….        küresel oyun kurucularının oyun kuralları ile, Ulusal egemenliğin hiçe sayıldığı günler… Toplumu dönüştürme, toplumu dizayn etme, toplumu afazileştirme girişimleri!….        İyi de kutlanmasını yasakladıkları bayramın genetik kodları Kuvayı Milliye Ruhunu dayanmaktaydı. Bu nedenle yok etmek mümkün değildi!...İşte bunu unuttular!....        Ne demekti "Kuvayı Milliye ruhu?" Ulusal güçlerin bütün milletçe benimsenme ve özümsenmesinden oluşan bir ruh, ulusal bir kükreyiş demekti bu. Yunanlılar 15 Mayıs 1919'da İzmir'e çıkmış, Anadolu'nun içlerine doğru ilerliyordu. Millet her yerde tedirgindi. Yer yer "Müdafaa-i Vatan", "Müdafaa-i Hukuku Milliye", "Vilayatı Şarkiye Müdafaa-i Hukuk", "Reddi İlhak" gibi«türlü adlar altında dernekler kurulmuştu.        Mustafa Kemal Paşa 19 Mayıs 1919'da Samsun'a çıktığında, direniş odaklan böyle dağınık ve güçsüzdü. Mustafa Kemal'in parolası "Kuvayı Milliyeyi âmil, iradeyi milliyeyi hâkim kılmak" idi. Bu parola Amasya buluşmasından Erzurum Kongresi'ne, oradan Sivas Kongresi'ne ulaştı. Sivas Kongresi 'nde, yurttaki bütün müdafaa-i hukuk dernekleri"Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti" adı altında birleştirildi; "Kuvayı Milliyeyi âmil, iradei milliyeyi hâkim kılmak" (Ulusal güçleri harekete geçirmek, ulusal istenci egemen kılmak) sloganı Amasya'dan Erzurum'a, Erzu-rum'dan Sivas'a, oradan da Ankara'ya ulaşarak ilk Büyük Millet Meclisi'nin de parolası oldu.       ilk Meclis'in, Kuvayı Milliye ruhunu temsil etmesinin nedenide budur. Türkiye Büyük Millet Meclisi'nin birinci devresi 23 Nisan1920'de başlayıp eylemli olarak 21 Mayıs 1923 tarihine kadar sürdü; ama hukuksal olarak İkinci Meclis'in işe başlama tarihi olan 11 Ağustos 1923'e değin görevi bitmedi. Bu devreye "İlk Meclis" denmekte. Buradaki "devre" sözcüğü "seçim dönemi" demektir. Osmanlıcada buna "devre-i intihabiye" denirdi. Görevi üç yıldan biraz fazla süren bu Meclis'e Birinci Meclis ya da İlk Meclis denir. Ulusal Kurtuluş Savaşı'nı Mustafa Kemal Paşa'nm önderliğinde bu Meclis sürdürmüş ve kazanmıştır; önemi bu yönden çok büyüktür. Seçimlerin yenilenmesiyle oluşan İkinci Meclis, 11 Ağustos 1923'te göreve başlayıp eylemli olarak 26 Haziran 1927 tarihine kadar sürer. Hukuksal olarak ise görevi, yeni seçimler sonunda gelen Üçüncü Meclis'in işe başlama tarihi olan 1Kasım 1927'ye değin devam eder. Üçüncü Meclis'in görev süresi ise 1 Kasım 1927'den başlayıp1 Kasım 1931'de biter.          Meclis'in ilk açıldığı gün olan 23 Nisan 1920'den 1 Ocak 1929 tarihine kadar her üç Meclis 'te Cumhuriyet tarihinin en ilginç ve önemli meclisleridir: Birinci Meclis, "Milli Mücadele Meclisi", İkinci ve Üçüncü Meclisler ise "Siyasal ve toplumsal devrim meclisleri "dir.         Genetik kodlarında  Kuvayı Milliye Ruhunu  taşıyan , yok etmek mümkün olmayınca  da adı  “23 Nisan Egemenlik ve Çocuk Bayramı”na...dönüştürülen büyük önderin büyük projesi…Dünün ve bugünün büyükleri, çocuklara nasıl bir dünya, nasıl bir Türkiye bıraktılar ve bırakıyorlar? mutlu Türkiye mi?!...; hazinesiyle güçlü Türkiye mi?..; ekonomisiyle büyük Türkiye mi?!..        Cumhuriyetimizin 100. yılında, büyük önderin  işaret ettiği muasır medeniyet seviyesine ulaşma hedefi doğrultusunda hayallerimiz vardı. Bu hayallerimizi birlikte okuyalım:         •bilim ve teknolojiye hakim,         •teknolojiyi bilinçli kullanan ve yeni teknolojiler üretebilen,         •teknolojik gelişmeleri toplumsal ve ekonomik faydaya dönüştürme yeteneği kazanmış            bir "refah toplumu" oluşturabilmek için yaratılacak hedef değerler:    Dünyanın ilk 10 büyük ekonomisi arasına girmek. Yıllık GSYH’yı 2 trilyon dolara çıkarmak. Kişi başına düşen milli geliri 20 bin doların üzerine çıkarmak. 500 milyar dolarlık ihracat yapmak. İhracatta ileri ve yüksek teknolojili ürünlerin payını yüzde 20’lere çıkarmak. İnşaat malzemeleri ihracatında 100 milyar dolarla dünyada ilk üç arasına girmek. Orta ve yüksek teknolojili ürünlerde Avrasya’nın üretim üssü olmak. 46 milyon turist ağırlamak ve 50 milyar dolar gelir elde etmek. AB’ye tam üyelik kabul edilirse 63 milyon turist ve 86 milyar dolar gelir elde etmek Dünya çapında turizm kentleri oluşturmak. İç turizm pazarından 20 milyon kişinin yararlanmasını sağlamak. Ekonomik sıkıntılardan tamamen uzaklaşmak. Gelir dağılımını daha adil bir hale getirmek. Demokrasi ve hukuk ilkelerini tam işler hale getirmek. Büyüme oranlarını sürdürülebilir olarak ortalama yüzde 7’ler seviyesine yükseltmek. Cari açığı kapatarak cari fazla vermek. İşsizliği çok düşük mertebelere çekmek. Yoksulluk sınırının altındaki nüfusu azaltmak. Çok yüksek insani gelişme kategorisine çıkmak. Avrupa Birliği’ne tam üye olmak. Ortadoğu’da lider ülke olmak. İstanbul’u dünyanın önemli finans şehirlerinden biri yapmak. Orman varlığını, ülke toplam alanının yüzde 30’una çıkarmak Mevcut ormanları geliştirmek, verimliliğini artırmak ve alanlarını genişletmek. Meteoroloji alanında bölgesel merkez olmak. Tüm özel çevre koruma bölgelerinde 2023’e kadar karasal ve denizsel alanlarda biyolojik çeşitlilik tespit çalışmalarını bitirmek. Tüm nesli tehdit ve tehlike altında olan endemik, gösterge türlerin korunmasını sağlamak. Yenilenebilir enerji kaynaklarını en az yüzde 30 seviyesine çıkarmak. Rüzgar enerjisinde 10 bin MW (megavat) kurulu kapasiteye ulaşmak. Jeotermal kaynakların tamamını kullanmak. 5 bin MW küçük hidroelektrik santrali kurulu kapasitesini sağlamak. 60 milyon kapasiteli 1, 30 milyon kapasiteli 2, 15 milyon kapasiteli 3 havalimanı yapmak. Türkiye’yi havacılık üssü yapmak. Olimpiyat, Dünya Futbol Şampiyonası ya da Avrupa Futbol Şampiyonası gibi bir büyük organizasyona ev sahipliği yapmak. EXPO fuarına ev sahipliği yapmak. Bölünmüş yolları 32 bin kilometreye çıkarmak. Kuzey-güney karayolu koridorlarını iyileştirmek. Yerleşim merkezlerine çevre yolu yapmak. Kuzey Marmara Otoyolu, Tekirdağ-Çanakkale- Balıkesir Otoyolu, Ankara-Delice Otoyolu, Ankara, İzmir Otoyolu, Sivrihisar-Bursa Otoyolu, Afyon- Antalya Otoyolu, Ankara-Niğde Otoyolu, Şanlıurfa- Habur Otoyolu, Aydın-Denizli-Antalya Otoyolu, İstanbul-Ankara-Kafkasya ve İran Otoyolu, Şanlıurfa-Diyarbakır Otoyolu’nu yapmak. 24 yeni karayolu yapmak. Karayolu Akademisi kurmak. Tüm liman ve OSB’lerin bölünmüş yollarla bağlantılarını oluşturmak. Rize-Mardin Otoyolu’nu inşa etmek. Türk Otomotiv Kurumu’nu kurmak. Liman ve deniz tesislerini ulusal ulaşım ve trans Avrupa ağlarına entegre etmek. Yeni liman projeleriyle transit ülke olmak. Elleçleme kapasitesini 32 milyon TEU, 500 milyon ton kuru yük, 350 milyon ton sıvı yük ve 15 milyon yolcuya ulaştırmak. Yurtiçi taşımacılıkta denizyolunun payını yüzde 15’e (ton/km), konteynırlaşma oranını yüzde 15’e (TEU) yükseltmek. Gemi inşa sanayisinde 10 milyar dolar inşa geliri ve yeni istihdam alanları oluşturmak. Katma değeri yüksek, ileri teknolojili gemiler inşa etmek. Marmara Denizi’nde kuzey-güney, doğu-batı ulaşımları için modern, fonksiyonel ve intermodal taşımacılığa uygun 2 veya 3 katlı araç yükleme boşaltma imkânları olan Ro-Ro terminalleri inşa etmek. Kısa mesafe deniz taşımacılığına yönelik, Karadeniz ve Akdeniz limanlarına sefer yapan Ro-Ro, Ro-Pax filosu kapasitesini artırarak hatları çeşitlendirmek. Tersanelerin yoğunlaştığı yerlerde organize yan sanayi bölgeleri oluşturmak. 200 adet balıkçı barınağının 55’ini kademeli olarak yat limanına dönüştürmek. Deniz ticaret filosunu modernize edip, dünyanın en büyük 10 limanından en az birini inşa etmek. Denizcilik ekonomisinde Ar-Ge’nin payını, ulusal hedefe paralel yüzde 2 seviyesine çıkarmak. Türkiye’nin kıyılarını dünyanın en temiz kıyıları arasına taşıyacak etkin bir çevre yönetim sistemi kurmak. Birbirine yakın iskeleleri ihtisas limanlarına dönüştürmek. Gemi inşa sanayisinde yüzde 80 yerli katkı payını yakalamak. Kent içi ulaşım sistemlerini AB standartlarına uyumlu hale getirmek. Engelliler ve fiziksel hareket kısıtlılığı olanlar için ulaşımda planlama ve tasarım standardı oluşturmak. Raylı sistemlerde yerli sanayiyi teşvik etmek. Kent içi trafikte enerji dostu, çevreye duyarlı doğalgaz-hibrit araç kullanmak, deniz-iç suyolu ulaşımını toplu taşımayla entegre edip iyileştirmek. Kentlere özgün otopark yönetim sistemi kurmak. 22 Eylül’ü ‘’otomobilsiz’’ gün ilan etmek. 6 bin 792 kilometre yeni yüksek hızlı tren ağı inşa etmek. 4 bin 707 kilometre konvansiyonel yeni hat inşa etmek. Başkentray projesini inşa etmek Egeray projesini tamamlamak, demiryolu araç filosunu yenilemek Demiryolu Araştırma Enstitüsü kurmak. Demiryolu payını yolcuda yüzde 10, yükte yüzde 20 artırmak. Uçak-dolmuş-taksi işletmeleri kurmak. Deniz, göl gibi yerlere yakın turizm yerleşim merkezlerine hitap edecek deniz hava araçlarını kullanmak, bu alanda gelişim sağlamak. Türkiye’nin uluslararası uydu projelerinde yer alması için gerekli çalışmalar yapmak. Hava kargo taşımacılığına uygun havaalanlarını serbest bölge ilan etmek. Yerli imalat olarak en az 2 tip uluslararası bilinirliği olan tek-çift motor pervaneli ve çift motorlu hafif jet uçağı üretmek. 100 geniş gövde, 450 dar gövde ve 200 bölgesel uçak olacak şekilde 750 uçaklık bir yapıya ulaşmak. Kendi uydusunu uzaya yerleştirecek teknolojiye sahip olmak. Yaylaları, turbo-prob uçuşlarına imkan veren havaalanlarıyla entegre etmek. Posta Düzenleme Kurumu kurmak. Bilişimin hacmini 160 milyar dolara çıkarmak. Genişbant internet abone sayısını 30 milyona ulaştırmak. Uluslararası bilişim şirketlerinin Ar- Ge merkezlerinin Türkiye’de kurulmasının sağlanması amacıyla “Bilişim Vadisi OSB projesini gerçekleştirmek. Avrupa’nın çağrı merkezi üssü olmak. Küresel bilişim teknolojileri pazarında söz sahibi en az bir ulusal şirkete, en az bir ulusal markaya, tasarım ve standardıyla bize ait en az bir ulusal ürüne sahip olmak. Türkiye’nin ilk savaş uçağını tamamlamak. Otomotiv sektörünün 5 milyon araç üretmesini ve 125 milyar dolarlık ihracat yapmasını sağlamak. Yaklaşık 10 milyar dolarlık yaş sebze ve meyve ihracatı yapmak. Hazır giyim sektöründe 60 milyar dolarlık ihracat yapmak. İçme, kullanma ve sanayi için 38.5 milyar metreküplük su kapasitesi yaratmak; su sıkıntısını ortadan kaldırmak. Tüm sulanabilir arazilerin sulanmasını sağlamak. İstanbul’da TEM Otoyolu üzerinde Silivri, Selimpaşa, Bahçeşehir, Avcılar, Kavacık, Ataşehir ve Kurtköy’de cep otogarları yapmak. Avrupa yakasında Silivri-Büyükçekmece Gölü aksında ve TEM Otoyolu arasında kalan bölgeyi; Silivri’nin batısında Değirmenköy, Çanta ve Hadımköy ile Kayabaşı ve Ispartakule’yi; Anadolu yakasında ise Maltepe, Orhanlı, Şile ve Ağva’yı gelişmiş alanlar haline getirmek. Enerji köprüsü haline gelmek. Petrol ve doğalgaz aramalarını artırıp enerjide dışa bağımlılığı ortadan kaldırmak. İstanbul Menkul Kıymetler Borsası’nda işlem gören şirket sayısını 1.000’e ulaştırmak, nüfusun yüzde 10’una yakın yatırımcı olmasını sağlamak. Okullaşma oranlarını ilköğretim ve ortaöğretimde yüzde 100, yükseköğretimde ise yüzde 50 seviyesine çıkarmak. Teknoparkların etkinliğini artırmak için bölgelerde sağlanan destek, teşvik ve istisnaları 2023’e kadar uzatmak. Ülke nüfusunun yaklaşık 5’te birinin yaşadığı İstanbul, 2023’te 16 milyonu aşacak. Başkent Ankara’nın nüfusu 5.5 milyona, İzmir’inki 4.5 milyona, Bursa’nınki ise 3.4 milyona ulaşacak.    Bu hayallerimizi ne kadar gerçeğe dünüştürebildik sorusunu siz yanıtlayın. Umudu yitirmeden: Bu hedeflere ulaşmak için, bu vatan için ,bu millet için   bu hedeflere ulaşmak için hep üretin, hep emek sarfedin!...     Bu vatan için, bu bayrak için canını bile esirgemeyen!...      Kadim değerlere bağlı tüm üreten insanlar için!... - Bin atlı akınlarda çocuklar gibi şendik...  - Bin atlı akınlarda çocuklar gibi şendik / Bin atlı o gün dev gibi bir orduyu yendik / Aktolgalı beylerbeyi haykırdı ilerle / Bir yaz günü geçtik Tuna'dan kafilelerle.....,  Öyleyse çalsın mızraklar, bandolar; öyleyse çocuk balolarında sevinç çığlıklarımızla kutlayalım bu başarıları... Büyük Önderin ilk harcını attığı bağımsızlığı, kutsal bir bayrak gibi elden ele taşıdık; bu bayramları, bu törenleri hakettik çünkü; kutlayalım; kutlayalım hep birlikte: - Bugün 23 Nisan, neşe doluyor insan... kutlayalım; çocukların, özgür ve egemen olacak çocuklarımızın bayramlarını kutlayalım!.. Sonsöz: Çocuklar hep gülsün demekle, çocuklar gülmüyor. Buna emek vermek gerekiyor. O emeğin en yoğununu Büyük Önder verdi. Her erişkine yaşanacak ülke emanet edip onu çocuklar için yaşanacak halde tutma ödevi verdi. "Tarihte Atatürk’e düşman olup da Türk’e dost olan çıkmamıştır! Atatürk, Türk Milletinin mavi gözlü bozkurtudur." Vatan , Şehitlerimizin bize emanetidir. Vatan,Oğuzhandır, Vatan Atilla'dır, Vatan  Sultan Alparslan'dır. Vatan, Sultan Mehmet Han'dır. Vatan, Mustafa Kemal Atatürk'tür...Saygıyla. Aklı, bilimi ve ahlaki değerleri rehber edinerek yaşatan Bizi biz yapan, o muhteşem değerlerimizin önünde saygıyla eğiliyor, ve diyorum ki; Allah bize yar olsun, Türk’ün özü var olsun.. Ulusal değerlere, Cumhuriyet ilkelerine sahip çıkılan nice bayramlar olsun.. Bayramınız kutlu olsun !.. Günleriniz hep aydınlık olsun!..  Yüreklerindeki sevgi daim olsun!..  Yüreği "Berkehan ve Bilgehan Deniz" Kadar temiz olan tüm insanların!.. Sağlıcakla kalın!...        OE -22.04.2013  

Radikal Blog‘ da ki Denemelerimden (6) Egemenlik Kayıtsız Şartsız Milletindir!...

22 Nisan 2011, 18:07   İlk söz: Egemenlik, Ulusun kendi yazgısını belirleme hakkıyla kendi kendini yönetme yetkisini ulusal istençle edinme olgusu ve laikliğin kurumsallaşmasıdır.Mlli Egemenlik Ulusal Onurdur.  Hıfzı Veldet hoca, “İlk Meclis" (Çağdaş Yayınları, 1990) bunu ayrıntısıyla anlatmakta.Birlikte ökuyalım:  23 Nisan 1921, T.B. M. M’nin açılışının 1. yıldönümü. O gün İçel Mebusu Şevki Bey ile Manisa Mebusu Refik Şevket Bey, 23 Nisan’ın, eski tabirle “ayad-ı milliyeden”, yani milli bayram ilan edilmesini isteyen bir öneri verirler.  Öneri görüşmeye açılır. Konya Mebusu Vehbi Bey itiraz eder: “Efendiler! Rica ederim, böyle bir kanuna ne ihtiyaç vardır? Nümayiş yapmakla bayram olmaz. Ulusumuz İzmir’e o mübarek bayrağımızı diktiğimiz gün, yüreğinde gerçek bir bayram yaşatır.”  Tabii tartışma çıkar. Kırşehir Mebusu Yahya Galip, itiraz sahibi Vehbi Bey’e, “Hoca efendi hazretleri! Bugünü gökteki melekler bile yüceltiyor, siz neden yüceltmek istemiyorsunuz?” der.  Salon karışır. Yahya Galip iyice yüklenir: “Ne vakit böyle bir milli bayram olur, memleketin sevinçli anları olur, bunun içine hemen ‘ahlakı İslamiye’ sokarlar. Her gün, her fırsattan yararlanarak temcit pilavı gibi bunu söylemekten ne çıkar, ben anlamıyorum.” Mahmut Celal, onu destekler: “Rica ederim bu, bütün Müslümanlar için büyük bir gün değil midir?” Trabzon Mebusu Ali Şükrü, konuyu isim vermeden Mustafa Kemal’e getirir:  “Efendiler! Meclis’in kendi kendine ‘Burada toplandığım günü bayram yapıyorum, siz de bayram yapın’ demesi uygun değildir. (..) İşi bütün ulus yaptığı halde bu başarı doğrudan doğruya bize mi aittir? Mesela bir ordunun başarısı bir kumandana mı ait olacaktır?”  Son sözü, teklif sahibi Refik Şevket söyler:  “Koca bir tarihi canlandırma şerefini üzerine alan Meclisimiz bugünü elbette kutsallaştıracak ve bunu torunlarına yadigâr bırakacaktır. Bugünü ‘ayadı milliye’den sayan teklifimin oybirliğiyle kabulünü rica ediyorum.” Tunalı Hilmi, “’Milli bayram’ diyelim” diyerek Türkçeleştirir. Teklif kabul edilir ve kabul edilen kanun gereği 23 Nisan resmi tatil olduğundan oturum kapanır.         O günden beri -2 yıl eksiğiyle- 23 Nisan, Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı’dır.  Acaba  neden iki yıl eksiği ile?... Bu sorunun cevabı ilgili linkte ki yazımda https://goo.gl/Ku4LrR   Meclis'in ilk açıldığı gün olan 23 Nisan 1920'den 1 Ocak 1929 tarihine kadar her üç Meclis 'te Cumhuriyet tarihinin en ilginç ve önemli meclisleri: Birinci Meclis, "Milli Mücadele Meclisi", İkinci ve Üçüncü Meclisler ise "Siyasal ve toplumsal devrim meclisleri " Bu notumuzda burada kalsın,,,,, Büyük  önder halkıyla bütünleşerek, Cumhuriyet’i özgür ve egemen yaşam iradesi ile bayraklaştırdı. Amasya Genelgesi’nden sonra Erzurum ve Sivas Kongreleri ve bu kongrelerde alınan kararlar… Ulusça kazanılan kurtuluş savaşının Ulusun temsilcilerine devredilmesi… “TBMM Orduları”(*) denmesi ve demokrasinin çağdaş açılımı olarak ulusun ayrılmaz, koparılmaz bir parçası azlığın da temsil etmesi ve, Geleceğin temeli olarak da yaşama geçerilmesi… Bu arada unutmadan, 'Tek Millet' olan 'Türk Milleti', bir etnik aidiyeti değil siyasî kimliğimiz… Türk Milletine mensup her fert, etnik kimliği, dini, mezhebi ne olursa olsun 'Türk Vatandaşı'…. 'Tek Bayrak' 'Türk Bayrağı'; 'Tek Vatan', Türk Milleti'nin yaşadığı coğrafya olan 'Türkiye'dir. 'Tek Devlet' de 'Türk Devleti', yani 'Türkiye Cumhuriyeti Devleti'. TBMM ,  Ulusal  yürüyüşün, ulus bilincin kendi kendini yönetme iradesinin insan hak ve özgürlüklerine dayanan, ahlak ve sorumlulukla sınırlı hukuksal biçimlenmesi ve tartışmasız somutlaştırılması. Ulusal irade seslenişi yeteneğini, diğer bir deyişle kolektif ruh/irade varlığını çağdaş bilim ve akılcılıkla geliştirme çabasının tarihsel süreciyle bir uluslaşma, insancıl yaşama olgusu ve yönteminin evrensel ölçütlerle yansıtılması. insan hak ve özgürlüklerine dayanan, ahlak ve sorumlulukla sınırlı saygın bir kavram…. kamu hukukunda değişik kurumların kaynağı.. Cumhuriyet’in geçerli ve gerçek kılacak ülküsü. Karar verme, yönetme-yürütme ve yargılama  hakkının, kısaca  iktidarın Millete verilmesi.. Yargılama yetkisini de, Millet adına, bağımsız mahkemelere verilmesi Ülke topraklarının bütünlüğü, ulusun bir’liği… Kapsamındaki ulusal değerler ve hukuksal gerekler içeren egemenliğin kayıtsız şartsız Türk Milleti’nin olması, Tek Millet olma bilincinin kurumsallaşması… Cumhuriyetle başlayıp demokrasiyle çağdaşlaşması Hukuk devleti yapısının  benimsenmesi.    Millet bilincinin ve kendi kendini yönetme iradesinin Anayasa kurallarıyla güvenceye bağlanması, Egemenlik hakkı, ulusun varlık nedeni, cumhuriyetin özgün niteliği, devletin onuru. Egemenliğin bağsız-koşulsuz Milletin  olduğu, 1921 Anayasası’nın 1., 1924 Anayasası’nın 3., 1961 Anayasası’nın 4., 1982 Anayasası’nın 6 vurgulanmış.. 1982 Anayasasında ki ilgili maddeyi birlikte okuyalım: Egemenlik MADDE 6. – Egemenlik, kayıtsız şartsız Milletindir. Türk Milleti, egemenliğini, Anayasanın koyduğu esaslara göre, yetkili organları eliyle kullanır. Egemenliğin kullanılması, hiçbir surette hiçbir kişiye, zümreye veya sınıfa bırakılamaz. Hiçbir kimse veya organ kaynağını Anayasadan almayan bir Devlet yetkisi kullanamaz. VII.  Yasama yetkisi MADDE 7. – Yasama yetkisi Türk Milleti adına Türkiye Büyük Millet Meclisinindir. Bu yetki devredilemez.” Parlamento, siyasal oluşumun ve gücün odağıdır. Anayasal kaynağı belirlemek yönünden egemenliğin yetkili organlar eliyle kullanılacağı açıklığı getirilmesi, böylece güçler ayrılığı ilkesi nin teyit edilmesi. Egemenliğin kurulması, hiçbir biçimde kişiye, kesime ya da sınıfa bırakılamayacağının genetik olarak kodlanması Ulusun devletinin öğesi ve sahibi düzeyine gelmesi. Yetki, kurum ve kişilerde değil, ulusun kendisine verilmesi... Çoğulcu, katılımcı, kurallar ve kurumlar düzeni olan demokrasi, ulusal egemenliğin ulusal irade ile belirlendiği yaşamın ötesinde, bir öz ve bir hukuksal yapı. Uygarlık çizgisindeki seçkin bir yer ediniş Ulusal egemenlik ülküsünün sürdürülebilirliği  için çocuklara armağan… 23 Nisan'da "ÇOCUĞUZ", 19 Mayıs'ta "GENCİZ", 30 Ağustos'ta "ZAFERİZ", 29 Ekim'de ise "CUMHURİYETİZ". Cumhuriyet ve Demokrasi ona layık olanların, ona sahip çıkanların hak ettiği bir yönetim biçimi. Ulusal değerlere, Cumhuriyet ilkelerine sahip çıkılan nice bayramlar olsun.. Bayramınız kutlu olsun !.. Son Söz: Duvarımda ve masamda her zaman resmini eksik etmediğim Büyük Önder ; ben de koltuğumda büyük adam gibi oturan torunlarım da sana minnettar. İnşallah onların çocukları da seni saygıyla ,sevgiyle ve minnetle anacaklar. Ululaştırarak ve masal kahramanı haline getirerek değil, kalpten severek ve teşekkür ederek, Atatürk diyecekler...   Türkiye, ilelebet pâyidar olacaktır ve Türkiye Cumhuriyeti Devleti'nin ismini değiştirmeye hiçbir küresel güç  muvaffak olamayacaktır. Büyük önder Mustafa Kemal Atatürk'ün  ilk kez 10. Yıl Nutkunda söylediği gibi;  "Ne mutlu Türküm diyene!..." Sağlıcakla kalın... Yüreğinizdeki sevgi daim olsun! Yüreği "Berkehan ve Bilgehan Deniz kadar temiz tüm insanların,  günleri hep aydınlık olsun! -------------------------------------------------------------------------------------- (*)Türk Ordusu, tarihin her safhasında, âdeta, Türk Milletiyle özdeşleşmiş, Türk Ordusu denince Türk Milleti, Türk Milleti denince Türk Ordusu akla gelmiştir. Bu ordu-millet kavramı, Büyük önder "Türk Ordusu, Türk birliğinin, Türk kudret ve kabiliyetinin, Türk vatanseverliğinin çelikleşmiş bir ifadesidir" diye kısa ve veciz açıklamalarıyla tarif etmiştir..

Yeni Dünyaların Keşiflerini Takip Etmek İçin Bir Kaç Kelime...

      XXII-Yeni yıldızların doğuşuna şahit olmak...7.600 ışık yılı uzaklıktaki NGC 3324 (Carina Nebula)https://go.nasa.gov/3z1qo48 XXI-Evren teorisinde radikal ve etkileşimli değişime neden olacağından hiç kuşku yok. 4,7 milyar ışık yılı uzaklıktaki "SMACS 0723" isimli galaksi kümesi .. Bu kümenin içinde ki her bir alt kümenin içinde milyarlarca yıldızdan oluşan birer galaksi olduğunu belirtiyor konunun uzmanları. https://go.nasa.gov/ xx-Doğanın Gücü Karşısında  Ne Kadar Çaresiz Olduğumuzu İspatlayan etkileyici görüntüler..https://bit.ly/3vOJGpQ xix- Güneşin çekirdeğinde oluşan ışığın yüzeye çıkması bir milyon yıl sürüyormuş...Dünyaya varması sekiz dakikaymış..Öyle yazıyor.. https://lnkd.in/d54VExs xviii-'Dev küresel kümenin' ortasında Güneş ve diğer gezegenlerin muhteşem ahenk görüntüsü...İnanılmaz ...İnsanın nutku tutuluyor https://twitter.com/i/status/1349051807121563648 xvii- Plüton'un meşhur kalbi aslında azot, karbon monoksit ve metandan oluşan dev bir buz kütlesiymiş.  https://www.nasa.gov/feature/scientists-probe-mystery-of-pluto-s-icy-heart XVİ-Bizden 300 ışık yılı uzaklıkta olup güney yarım küredeki Musca takımyıldızında yer alan ve Güneş büyüklüğünde olan TYC 8998-760-1 isimli yıldız (sol üstte), iki devasa gezegeniyle birlikte fotoğraflanmış. Bu bir ilk: https://iopscience.iop.org/article/10.3847/2041-8213/aba27e xv-Pentagon resmi olarak UFO videosu yayınlamış (görüntüler eski)! https://cnn.it/2W6XQBT xiv-Prof. Dr. Feryal Özel,  kendi galaksimiz olan Samanyolu'nun merkezindeki kara deliğin görüntülenmesi için çalışan ekipte yer aldığını açıklayarak göğsümüzü kabarttı. Bu ülkenin insanları yüzünü akla, bilime, sanata dönünce çok daha güzelleşiyor..https://bit.ly/2OfolBa xiii- 'Varolmaması gereken' bir gezegen... Teori dediğiniz olan biteni (Phenomena) açıklamak amacıyla kurgulanmış ,akla yakın,daha doğrusu "İnandırıcı "bir genel ilke veya ilkeler bütünü;kilit kelime "İnandırıcı".Herhangi bir teorinin kalae alınabilmesi için her şeyden önce "inandırıcı"olması gerekir."Yörüngesinde döndüğü yıldızdan büyük olamaz" hipotezi kötü kurulmuş,eksikli bir hipotezmiş.Bilim insanları, uzayda 'varolmaması gereken' yeni bir gezegen keşfetti. Yeni keşfi enteresan kılan şey, yörüngesinde bulunduğu yıldızdan çok daha büyük olması. Bu zamana kadar kabul gören teorilere göre, bir gezegenin yörüngesinde döndüğü yıldızdan bu kadar büyük olması imkansız görülüyordu.https://www.bbc.com/news/science-environment-49855058 xii-Nasa,265 bin Galaksiyi “Hubble Legacy Field”isimli Görsele sığdırmış. Öyle yazıyor   https://go.nasa.gov/2PGFyDG   xi- Bu bir ilk:Evrene dair bir sır daha çözüldü. ABD Ulusal Bilim Vakfı'na bağlı astrofizikçiler dün kara delik görüntüsünü paylaştı..Fotoğraf için dünyanın farklı noktalarındaki 8 teleskop kullanılmış.. Parlak çemberin nasıl oluştuğu bilinmiyor.. Saat yönünün tersine dönüyor. karadelik o kadar büyük ki aslında: Gözlemlenebilen evrende en büyük galaksinin merkezinde; Güneşin 6.5 milyar katı büyüklüğünde, bir uçtan diğer uca 40 milyar km...Güneş sistemimiz içine rahatlıkla sığaca...ğını ve yine de yer kalacağını söylüyor konunun uzmanı bilim adamları !... Akla sığmaz bir büyüklük...https://go.nasa.gov/2Z2mJPS  i-https://bit.ly/2QJ8Qp9 Gök bilimciler, Güneş Sistemi dışında yeni ve alışılmamış gezegenler sınıfı keşfetmiş. ii-https://go.nasa.gov/1FwzvKB Mars'ta su iii-https://goo.gl/94MfwM Dünya etrafında yaklaşık 22.000 uydu varmış. Bunların %5'i çalışır; %8'inin yakıtı bitmiş, %87'si ise bozuk durumdaymış.... iv-https://goo.gl/qfneeN 95 yeni öte gezegen keşfedildi. v-https://goo.gl/yrRx4S ‘Super Blue Blood Moon’   vi-https://go.nasa.gov/2ktuSsU NASA bilim insanları, evrenin uzak bir noktasında yer alan ve Kepler90 adı verilen güneşin yörüngesinde dönen bir gezegen keşfetmiş. Öyle yazıyor... Bilim insanlarının bu keşfi, dünyanın da içinde bulunduğu güneş sisteminin en yakın dengi olarak görülüyormuş. Kepler90 adı verilen ve Draco takımyıldızının bir parçası olan güneşin etrafında keşfedilen gezegene bilim insanları Kepler90i adını vermiş. Gezegenin tıpkı dünyanın içinde bulunduğu güneş sistemi gibi Kepler90'ın yörüngesinde döndüğü ve yörüngedeki sekizinci gezegen olduğu belirtiliyor. Bilim insanları, Kepler90i'nin dünya benzeri bir rotasyon içinde olmasına karşın dünyanın üç katı büyüklüğünde ve dünyadan 420 derece daha sıcak olduğunu belirtmişler vii--Işığı yansıtmayan siyah gezegen keşfedildi Kanada’da yer alan McGill Üniversitesi’nde çalışan bilim insanları, Güneş Sistemi’nin dışında Hubble uzay teleskobu aracılığıyla ışığı yansıtmayan yüzeye sahip, Jüpiter’den neredeyse iki kat büyüklüğünde bir gezegen (WASP-12B)’ keşfettiklerini açıkladığını yazıyor.... viii- Güneş'den uzaklığı 1.4 milyar km olan Satürn'ün uydusu ve  yüzeyi buzla kaplı olan Enceladus'ta hidrotermal bacalar keşfedilmiş  yaşam olabileceğine dair veriler elde edilmiş.....Suyu yaşam ile ilişkilendirmek şimdilik söylemek mümkün değilmiş Ancak ileri araştırmalar sayesinde belki gerçekleştirilebilecekmiş.... Öyle yazıyor. ..https://go.nasa.gov/2oAmv0c ix-- 400 ışık yılı uzaklıktaki HD 163296 isimli yıldızın çevresinde henüz oluşum halinde olan iki gezegen....http://bit.ly/2nRc3EM x--Türk astrofizikçi Burçin Mutlu Pakdil ve ekip arkadaşları, Dünya'ya yaklaşık 359 milyon ışık yılı uzaklıkta olan bir galaksi keşfetti.ABD'de Minnesota Duluth Üniversitesi'nde doktora öğrencisi olan Pakdil ve çalışma arkadaşları, daha önce gözlemlenmemiş ve eşine çok az rastlanan bir çift halkalı galaksi keşfetti.   PGC 1000714' ismi verilen ve artık bilim çevrelerinde ‘Burçin'in Galaksisi' olarak adlandırılacak olan 'hoag' tipi galaksi, Minnesota Duluth Üniversitesi ile Kuzey Carolina Doğal Bilimler Müzesi'ndeki bilim insanları tarafından keşfedildi.  Daha fazla: http://www.sciencealert.com/scientists-just-discovered-a-brand-new-type-of-galaxy

Radikal Blog‘ da ki Denemelerimden (7)“kurumsal Dalkavukluk ve Toplumsal Afazilik“

Kurumsal Dalkavukluk ve Toplumsal Afazilik 5 Aralık 2011, 12:55 (*) İlksöz: "Haklıdan yana değil, güçlüden yana olanlar korkak ve kaypak olurlar. Güç merkezi değiştikçe dönerler; fırıldak olurlar."Bir Kurumda / Ülkede dalkavukluğun sağladığı çıkar, dürüstlüğün sağladığı çıkardan daha verimli olursa o Kurum / Ülke batar. Hay hak! Perde kurduk, ışık yaktık / Gösterimiz gölge, hayal / Gerçeğin aynasıdır bu / Sanılmaya martaval / Bu perde, başka perde / Gölge oyunu perdesi / Karagöz’ü sevenlere / İşte Karagöz perdesi” Bu maniyle başlar “Karagöz ve Hacivat”. Ama önce anlatılacak konuya pek ilintili olmayan ilginç gölgeler geçer perdeden. Fonda ise mutlaka bir müzik çalar. Bu başlangıç bölümü, bir ucuna gerilmiş sigara kağıdı bağlanan “nareke” adındaki kamış düğün cırlak sesiyle sona erer. Tef eşliğinde Hacivat çıkar sahneye ve onun giriş manisini söylemesiyle de oyun başlar. İkinci aşamada Hacivat, perde gazeline başlar. Bu gazelde mutlaka hem felsefi hem de siyasi bir tema vardır. Daha sonra Hacivat, uyaklı bir beyit daha söyler ve nihayet Karagöz perdede belirir. Hacivat’la bir itiş-kakış... Hacivat kaçar. Karagöz yere uzanır ve başlar Hacivat’a verip veriştirmeye. Oyun, yan karakterlerin de katılımıyla, ön planda Hacivat’la Karagöz’ün, iki farklı kültürün örneği olan iki kahramanın, didişmesiyle sürer gider...Oynayan Karagöz’dür amma bu ibret perdesi... Dalkavukluk, [Sycophantic attitude// WürdelosesSchmeicheln: Kriecherei]: (Yalakalık; müdahenet): Arapça sözcük... Arapça dhn kökünden gelen mudāhanat مداهنة  "birini yüzüne karşı övme, dalkavukluk" sözcüğünden  alıntı.Arapça dahana دهن  "yağladı, yağ sürdü" fiilinin mufā'alatvezni (III) masdarıdır.öyle yazıyor kitaplar.....     ‘Daha çok dünyevi ve madde menfaat sağlamak ve itibar kazanmak maksadıyla, önemli kabul edilenbirilerine hoş görünme, özellikle mevki sahibi kişilerin yüzüne gülme,riyakar tutum sergileme, abartılı ve yersiz övgülerde bulunma, güçlüleri,haksız da olsalar desteklemek anlamlarına gelen anti-sosyal ve nahoş bir tutum ve davranış biçimi...’ Yalaka, dalkavuk, çıkar beklentisi ile çıkar sağlayabileceğini düşündüğü kişileri ikiyüzlülükle aşırı övendir. Yalakalığın bir çeşitlemesi olan şakşakçılıkta da başkalarına da benimsetme amacıyla çıkar beklenen kişiye övgü düzmek temel güdüdür. Şarlatan, bilgili gözükerek, yaptıklarını abartarak, ağız kalabalıklığıyla çevreyi aldatarak kendine yarar sağlayan kişidir. Şaklaban, gülünç düşmeye, onursuzluğa katlanarak, sözleriyle, davranışlarıyla ulaşmak istediği kişi ve çevrelere hoşça vakit geçirterek yanaşan kişidir.  Yaşamımızın her alanında   gözlenen davranışlar, düşünürlerin, yazarların özlü deyişlerini çağrıştırmaktadır.Birlikte okuyalım: Dehri arasan binde bir adem bulamazsın Adem görünen harları adem mi sanırsın Ziya Paşa Aptallık genelleştiğinde hamakat görünmez olur. Bertolt Brecht Aptallar akıllılardan çok az şey öğrenebilir, akıllılar ise aptallardan çok şey öğrenir İnsan ne kadar az düşünürse o denli çok konuşur Montesquieu Ehil insana canım feda olsun Ayağı öpülse öperim onu Hele git bir cahille konuş Cehennem ne imiş görmüş olursun Kendilerini önemseyen, üstün niteliklere sahip olduğu sanısına, yanılsamasına, kuruntusuna kapılanların gerçek değerini, Kaygusuz Abdal “bir cim çıkmaz eğer karnını yararsan, camiye gelir de erkân beğenmez” dizesiyle ölçmüştür.  Günümüzden yaklaşık 2 bin 500 yıl önce yaşamış Sinoplu Diyojen’in (Kynite Diogenes) Atina sokaklarında gündüz elinde fenerle ne aradığını soranlara “insan, insan” haykırışını unutmamak gerekir.  Alıntılar, anekdotlar, bireyin kendini değersizleştirmesine, küçük düşürmesine, alçalmasına karşı insan onurunu korumaya yönelik tepkilerdir. Kişi için en değerli erdem artam, onurlu olmaktır. Özgür olmanın, çalışkanlığın, kamu yararı gözetmenin, başarıya odaklanmanın, cesaret göstermenin, ödün vermemenin temel güdüsü kişinin onurunu korumasıdır. Onurlu kişi sözünün eridir, tutarlıdır. “Yanlış anlaşılma, amacını aşma, kamu baskısı, genel istek” gibi özürlerin arkasına sığınarak sözlerini, hareketlerini tevile, sözünü çevirmeye kalkışmaz. Doğru bildiği yolda tek başına kalsa da yürür. Onurlu kişi, övünmez, alçakgönüllü, özgeci davranır. Yunus Emre “Er odur ki alçak dura, yüceden bakan göz değil” dizeleri ile alçakgönüllü olmanın erdemini ifade etmiştir. Şair Sadi de “meyvalarla yüklü dal başını yere serer” dizesiyle bu görüşü paylaşmıştır. Atalarımızın “Boş başak dik durur” gözlemi de bu yöndedir.  Dünyanın en ünlü drama yazarının dünyayı bir sahne olarak görmesi gibi, bizlerinde çalıştığımız yeri,yaşadığımız kenti, yaşadığımız ülkeyi, üstelik  seyirciside olan bir sahne olarak görebilmek bir dünyanın betimi bir bakışın betimidir. Bu sahnede oyuncular, sıraları geldiğinde sahneye çıkmakta, rollerini yapıp, oyunlarını oynayıp ve bittiğinde sahneden de, tiyatrodan da çıkarlar ama…Bizim(Dalkavuk) seyircilerimiz,  değil tiyatrodan çıkmak, koltuklarından bile kalkmazlar. Onlar, biraz önce biten oyunu seyrettikleri hareketsizlikleri ve  sessizlikleriyle, biraz sonra oynanacak yeni oyunun başlamasını beklerler. Ve oyuncular sahneye adımlarını atar atmaz, onlar da yerlerinden yay gibi fırlayarak ayağa kalkarlar ve ellerinin tüm gücüyle yeni oyunun, yeni oyuncularını alkışlamaya  başlarlar. Bizim Dalkavuk seyircimizin  sayısız özelliklerinden biri de bu uygulamadır. Biten oyunun oyuncuları yerine, başlayacak oyunun yeni oyuncularını alkışlamak önsezisine, dünyanın başka hiçbir ülkesinin seyircisi sahip değildir. Çünkü bu sahnesinin seyircileri, sahneden çekilen bir oyuncudan hayır gelmeyeceğini bilecek denli ileri görüşlüdürler(vizyon sahibidirler )  . Bu nedenle  enerjilerini, gideni alkışlayarak boşa harcayacakları yerde, sahnede “sil baştan yeniden” oynanacak  yeni oyunun, yeni oyuncularını alkışlamak için kullanmanın daha akıllı bir yatırım olacağının bilincindedir. Bu sahnenin seyircilerinin bir ilginç özelliği de, seyretmek  istedikleri oyunu seçmek zahmetine  katlanmamalarıdır. Karşısındaki sahnede ister komedi oynansın, ister dram, ister trajedi oynansın, Bu sahnenin seyircileri, karşılarında oynanan tüm oyunları gözlerini bile kırpmadan, parmak uclarını bile kıpırdatmadan, bir televizyon dizisi seyredercesine büyük bir ciddiyetle seyretmeye zaten peşinen hazırdırlar. Zaman zaman da olsa içlerinden bir ya da iki üç kişli ayağa kalkıp da, “Biz bu oyunu yıllardır seyrediyoruz… Bırakın bizi uyutmayı da bir takım yeni, çağdaş hareketler yapın artık” diyecek olsa, tiyatro güvenlik kuvvetlerinin o kişilerin üstüne acımasızlıkla saldırmaları karşısında bile Bizim sahnenin seyircileri seslerini  yükseltmezler, rahatlarını bozmak istemezler. Aslında hiçbiri kendi rahatını düşündüğü için susuyor değildir.  Bakın, ne diyorlar: “Viran olası hanede” diyorlar...  “evlad ü ıyal var “diyorlar...(*) Birşeyler daha diyorlar ama... Ses çok zayıf geliyor... Kulak kabartalım; dinleyin: “Aramızdan öne fırlayıp, bizi uyarmaya çalışan cesur yürekli aydınlarımızı gördükçe, içimizden bir anda bizim de ayağa kalkıp, onları coşkuyla alkışlamak ve yüksek sesle ‘Yaşayın...Bravo size... Her zaman dimdik yanınızdayız’ diye haykırmak gelmiyor değil... Gelmesine geliyor da...  Biliyorsunuz durumları... Hak verin...” *** Sahneye bakıyorsunuz, roller aynı, oynanan oyun aynı, yalnızca oyuncular değişik... Başını da biliyoruz, ortasınıda biliyoruz, sonunu da biliyoruz biz bu oyunun ama…Seyircilere bakıyorsunuz, her biri bir heykel kıpırdamazlğında... Herbiri bir heykel hareketsizliğinde... Herbiri bir heykel sessizliğinde... “Hişt, hişt” demek geliyor insanın içinden. I-ııh..  “Bu ne dikkat, bu ne ciddiyet…Bir televizyon dizisi değil ki bu seyrettiğiniz…”Hııı? Bu sahnenin Dalkavuk  seyirciler, oturdukları yerde sessiz ve hareketsiz oturuyorlar. Tek umudumuz, yeni oyunu oynayacak yeni oyuncuların sahneye çıkmasında... Çünkü, ancak onlar sahneye çıktıklarında anlayabileceğiz seyircilerimizin Yaşayıp  yaşamadıklarını  yerlerinden yay gibi fırlayarak ayağa kalkmalarından ve ellerinin tüm gücüyle yeni oyunun, yeni oyuncularını alkışlamaya başlamalarından…      Dalkavukluk” aşağılayıcı bir kavram olarak kullanılmakla birlikte, geçmişten günümüze şekil değiştirerek varlığını devam ettirmekte. Çıkar sağlamak amacıyla başkalarına saygı ve hayranlık gösterisi yapmak, yaranmaya çalışmak, dalkavukluğun en belirgin nitelikleri. Osmanlı sarayında “muhasip” sohbet eden, “nedim” birlikte yenilip içilen, yarenlik yapılan kişilerin yanında birde “dalkavuk” görevi yapan kişiler bulunmaktaydı. Ayrıca aynı dönemlerde zenginleri eğlendirmek, kaprislerini çekmek, onların eziyet verici şakalarına katlanarak dalkavukluk yapmak bir meslek olarak sürdürülüyordu. Sarayda dalkavuğun görevi hükümdarın hoşuna giden şaklabanlıklar ve taklitler yaparak onu eğlendirmekti. Dalkavukluk gerek sarayda gerekse zengin konaklarında bir meslek olarak sürdürülmüş ancak günümüzde bir hayat tarzı olarak toplum hayatında, yükselme ve itibar görme aracı olarak bürokraside yerini almıştır.Geçmişte dalkavukluk, toplumsal hayatı veya devlet idaresini etkilemeyen, lokalize olmuş bir meslek alanı ve mizah konusu iken; günümüzde, hayatımızı ve devlet idaresini istila eden kaygı verici bir durum olarak yaşanmakta....  Soru şu: peki kurumsal dalkavukluk ne ? Soruyu yanıtlamadan önce  konuyla ilgili kavramsal/ kurumsal çerçeveye ilişkin ilintili kavramları açıklamakta fayda var. Müptezel olan, bayağı olan, banal olan, renksiz ve ortalama kabul edilen, adi bulunan kimse kaldı mı? Yoksa dünya üzerinde sadece “güçlü” ve “güçsüz” mü var artık? Eskiden, güçlü olduğu halde saygınlığa ulaşamayan, zengin olduğu halde görgüsüz bulunan, düşüncelerini en üst perdeden yaymaya çalıştığı halde orijinalitesi ve ilginçliği eksik olduğu için bunu başaramayan insanlar vardı. Kaldı mı onlar? Pek görmüyoruz. O insanlar yitip gittiğinden değil. Her yer onlarla dolunca, saygıyı güce gösterenler, zenginliğin ta kendisini derinlik bilenler, konuşurken çok bağırmayı ilginçlik ve hakikilik zannedenler kendi dünyalarını yaratıverdiler. Birbirlerini alkışlayıp besliyorlar. Güçlüler sahnede, böbürlenmekle meşgul. Müptezellik, saygınlığını yitirmişlikle ve basitlikle âlâkalıdır. Kibirle bağdaşmaması beklenir. Etrafındaki öncelikler doğru ise, saygın olmayan, basit olan, kibirli olabilmek şöyle dursun, saklanarak yaşar. Saygın olan, saygıyı katma değeri sayesinde alır. Ancak, öncelikler gücü esas alacak şekilde başkalaşırsa, kaynağı ne olursa olsun güce saygı duyanlar sayıca fazlalaşırsa, müptezel kibirliler türeyebilir. Onlar, kibirlerini kendilerini var edenler nezdinde yaşarken beslenip ürerler. Gücü sevenler nezdinde yeni bir sahne kurulur. O sahnede, gücün kaynağı değişiverirse herhangi bir sadakat göremeyeceklerinden, gittikçe daha fazla güce ihtiyaç duyarlar. Güç karşılığında, onlar da o gücü kendilerine verenleri sahneye davet ederek beslerler. Diğerleri, geri kalanlar, bu döngünün dışında olanlar, kurulan bir tuhaf sahnede değil gerçekler icinde yaşayanlar ne yapıyorlar peki? Saygının kaynağını doğru yerlerde, örneğin, bilimde, sanatta, merhamette, hoşgörülülükte, prensiplerde, düşünce derinliğinde, erdemlilikte ve katma değer yaratmakta arayanlar, yani içerikli ve sahici insanlar, kendi sahnelerini kurmakta da, lider üretmekte de, lideri takip etme tutkusunda da çok daha yavaş, seçici ve zayıflar. Gitgide, gücün merkezinden de genel olarak sahneden de çekiliyorlar. Önceliklendirdikleri şeyler gücün ta kendisiyle de, bir liderin şahsıyla da, sahnelenenlerle de ilgili değil zira. Onlar sahneden çekildikçe, müptezel kibirleniyor, banal ukalalaşıyor. İçerikli ve sahici insanların kendilerinin sahneden çekilmekte olması yetmez gibi, kimileri çocuklarının da güç odaklı tuhaf sahnede yer almasını kurguluyor artık. Kuşak geçerken, güce hayranlık ve saygı duyanlar sahnesine kayış izleyeceğiz yani. Çocuklarımız için önemli meselelerden biri olacak bu. Eğer içerikli ve sahici insanlarda çocuklarını yetiştirişleri yönünden gözlenebilen şu yaklaşım ve eğilimler devam ederse, hepimizin çocukları daha da çetin bir “güçten beslenip güce alkış tutanlar” dünyasında, müptezel kibirliler ve banal ukalalar dünyasında, iyice içlerine kapanacaklar. Kendileri müptezele müptezel, banale banal diyebilen, kendileri için güce tutkun olmayan, içerikli ve sahici insanlar, güce yatkın olanlarca kurulan sahnede kendi çocuklarının “kendilerinin yaptığı hataları yapmaması” adı altında, çocuklarını da alternatif sahne cephesinden çekiyorlar. “Zorbalığa maruz kalacağına zorba olsun”, “ensesine vurulup lokması alınır, çetin olsun”, “zarafet zayıflık sanılıyor, biraz öküz olsun”cu ana babalar, kendilerinin ahbap olmayacakları, hayat arkadaşı olarak seçmeyecekleri, öylece tanışsalar zinhar sevmeyecekleri insanları kendi evlatları olarak yetiştiriyorlar. Ne şekilde olursa olsun gücü elde edip kibirli ve ukala olabileceği şekilde çocuk yetiştiren anne ve babalar artıyor. Bu güç heyelanı ortamında çocuğu kendisi olmaya yöneltmenin riski de arttıkça artık insanlar paylaşmayı, teşekkürü, tebessümü, kendi işini kendi görmeyi, erdemi, emek vermeyi, gönül almayı ve kadir kıymet bilmeyi çocuklarına aşılamıyor. Sloganlarla, kolay formüllerle, kestirme yollarla, süreci değil sonucu dert eden düşüncelerle, nobranlığa dayalı itip kakma marifetleriyle donatılmış çocuklar gelecekteki alfa rollerine hazırlanırken, katma değere dayalı, saygıyı bilgide, emekte, sanatta, merhamette, hoşgörülülükte, prensiplerde, düşünce derinliğinde ve erdemlilikte bulan çocuklara da yerleri ve sıfatları yine ana babalarca hazırlanıyor: içine kapanık, utangaç, veya, kaybeden. Gerçekte bu sarmalda kaybedenin kim olduğu, kuşaktan kuşağa gittikçe hızlanan bir erozyonla kaybedilenin ne olduğu, o çocukları kaybeden toplumların neleri ne hızda kaybedecekleri, umursanmadan, bilinmeden. Peki, bu durumla nasıl mücadele edilir? O erozyona karşı ne yapılır? Alternatif sahne nasıl kurulur, korunur? Kolay. Önce, güce hayran olanların savsakladığı sahneyi izlemeyi bırakmak lazım. Aval aval diğer sahnede sahneleneni izlerken ve ona göre pozisyonlanılırken kaybedilen zamanı hayatımızdaki içerikli ve sahici insanlarımıza, eş, dost ve akrabalarımızdan bizim hücrelerimize geçmiş olanlarına, en önemlisi de çocuklarımıza, vermek lazım. Onların önceliklerini doğru kurabildikleri sahneyi ayakta tutabilmelerine, o sahneye getireceğimiz emek, içerik, sevgi ve espriyle destek vermek lazım. Çocukları ve gençleri güce odaklayıp etiketleye etiketleye kudurtmak yerine, sinemize yaklaştırıp sıcaklık ve umut vermek lazım..  Erozyona karşı, tohum ekme ve kök saldırtma işi yapılır. Tam da bunu yapmak lâzım. Yüzeyselliklerden kaçınmak, sloganları ve kestirmeden gidilen sonuçları değil içerikli bilgiyi, uğrunda emek verilmiş kazanımları ve tecrübe edindiren süreçleri beğenip öven tavrı korumak lazım. O tohumları ekmek ve o konularda derinlere kök saldırtmak lazım.ve en önemlisi "vasatlıktan" kurtulmak gerekir. COVID-19 salgınının somut etkileri, ortak aklı harekete geçirdi ama COVID-19’dan daha ölümcül ve daha yıkıcı olan “vasatlık salgınını” gerektiği kadar tartışmıyor ve sorgulamıyoruz. ► Vasatlık, okumadan âlim, gezmeden seyyah olduğuna kendini inandırmaktır. ►Vasatlık, ahlâkın emek istediğini görmezden gelerek, ayrıntı bilgisi olmaksızın yargıya varmaktır. ►Vasatlık, bir inanca, ideolojiye, yerleşik doğruya, kalıp düşünceye ve ezbere aklımızı emanet etmektir.   ►Vasatlık, sorgulamadan alkış tutmak; inancımızın kutsal kitabında, “Hakkında bilgin olmayan şeyin arkasından gitme” hükmünü görmezden gelmektir. ►Vasatlık, kendimiz için olamama, başkaları için değer katamama, harekete geçerek sorunlarla yüzleşmeyi göze alamama korkaklığıdır. Herkese sormak isterim Başta kendime ve erişebildiğim herkese sormak istiyorum: ►Vasatlığın yol açtığı eşitsizlik, kaynak kullanma verimindeki düşüklük, yönetişim niteliğindeki zayıflık COVID-19 salgınından daha önemsiz mi? ►Vasatlığın yarattığı benmerkezci tutumların ve sadece kendi kısa dönemli çıkarlarına odaklanmanın yarattığı Irak’tan Libya’ya, Filistin’den Afrika derinliklerine, Uzakdoğu’dan Güney Amerika ülkelerine “lokal savaş kışkırtıcılığının” neden olduğu ölümler, sürgünler ve eziyetler insanlık için COVID-19 kadar yıkıcı değil mi? ►Vasatlık bencilliğinin depolarda çürüttüğü tonlarca gıda maddesi varken, değişik ülkelerde açlık sınırlarının altında yaşayan binlerce insanın yaşaması, açlıktan ölmelerine ilgisiz kalınması bir insanlık suçu olmuyor mu? İster mitolojik bilinç düzeyinde olalım, ister teolojik bilinç davranışlarımıza yön versin, dilerseniz ideolojik bilincin kolaycı ve kestirme çözümler üretmesinin cazibesine kendimizi kaptırmış olalım, bir an durup “yaşamın anlamı” üzerine düşünmeliyiz. Sistemler yaşamı kolaylaştırmalı Düşünce sistemleri, inanç sistemleri; bilim, teknoloji ve eğitim sistemleri, ticaret sistemleri, finans sistemleri; sosyal, siyasi ve kültürel sistemler, hukuk sistemleri ve yönetişim sistemleri özünde maddi ve kültürel zenginlik üretme, zenginlikleri adil paylaştırma ve yurttaşların güvenli bir yaşam sürdürmelerini sağlama için vardır... Vasatlık bir salgına dönüşmüşse, sistemler gelir eşitsizliği yaratıyorsa, kaynakların kullanımında verimsizlik artıyorsa, kaliteli yönetişim yapmanın bilinen en az zararlı yolu demokrasi zaafa uğruyorsa, hep birlikte vasatlık salgınının aşısını bulmak zorundayız. Ahlâk, karşılaştığımız olay ve olguların ayrıntısını bilmeyi, kendi hakkımızın sınırlarını çizmeyi, insanlık adına kendimize fren koyabilmeyi gerektirir. Ahlâk emek ister. Ahlâk, hakkında yeterli bilgi sahibi olmadığın düşünce ve eylemlerin peşinden gitmemektir. Ahlâk, kulaktan dolma, doğruluğu kanıtlanmamış duyumların peşinden sürüklenmeden, başkalarının ağzına bakarak değil, kendi irademizle öğrendiklerimizin peşinden gitmedir. Değerleri çürüten mikrop olan vasatlığın sığ ve yarım bilgilerinin peşinde sürüklenmenin karşısına dikilmektir ahlâklı olmak. Bu bağlamda; Kurumsallaşma, şu anda iş dünyasının gündemindeki en popüler konu. Tanımı gereği, bir işin yerine getirilmesinde oluşturulacak süreçlerin belirlenmesive bunun ortak hafızada taşınması demek. Dalkavukluğu, ‘bir işin yerine getirilmesinde oluşturulacak sürecin içine ve daha da beteri, kurumun ortak hafızasına taşımak’ söz konusu olduğunda, artık ‘kurumsal dalkavukluk’tan sözediyoruz demektir. Kurumsal dalkavukluk, bir kültür sorunu. Kültürü ‘toprak’, değerleri de ‘tohum’ olarak kabul edersek, liderin tutumu, işyeri kültüründe, kurumsaldalkavukluğun yeşerip yeşermeyeceğini belirleyen en temel unsur haline gelmekte. Kurumsal dalkavukluğun en tehlikeli yanı, karar verme süreçlerini çarpıtması ve bunun sonucu ortaya çıkan ‘yönetimsizlik’.... Yazı konusu “Kurumsal dalkavukluk” kavramıyla, bürokraside dalkavukluğun yükselme aracı ve muteber bir davranış tarzı olarak benimsenmesi kastedilmekte. Dalkavukluk; gerek günlük hayatta gerekse bürokratik alanda yalakalık, yağcılık, yağdanlık, kemik yalayıcılık, çanak yalayıcılık gibi değişik kavramlarla da ifade edilmekte. Dalkavukluk, günlük dilde aşağılayıcı bir kavram olarak kullanılmasına karşın hayatımızda neden etkili bir davranış tarzı olmakta? Dalkavukluk; makam, servet, güç, şöhret sahiplerine karşı yapılan karşılığında çıkar elde edilen bir davranış şekli. Kişilerin ancak uzun bir çaba, yetenek ve eğitimle elde edebilecekleri çıkarı bir anda elde etmesi dalkavuklukla mümkün olmakta. Dalkavukluk; onur kaygısı yaşamayan, yeteneğine güvenmeyen, çalışmayı sevmeyenler için cazip bir yol olarak görünmekte. Bir ülkede dalkavukluğun sağladığı çıkar, dürüstlüğün sağladığı çıkardan fazla ise orda dalkavukluk yaygın bir davranış haline gelir. Bir bilim adamı “Bir ülkede dalkavukluğun sağladığı çıkar, dürüstlüğün sağladığı çıkardan daha verimli olursa o ülke batar.” demiş. Kişi iradesini özgürce kullanamıyorsa, özgür bir irade oluşturacak eğitim ve kültürden yoksun yetişmişse potansiyel dalkavuktur. Rahatlıkla iradesini bir güce, bir çıkara yaslar. Sürü toplumlarında dalkavukluk yaygın bir davranış şeklidir. Bizde de “sürüden ayrılanı kurt yer.” “Önde gitme asılırsın, arkada kalma basılırsın.” gibi sözlerle sürüye uyma telkin edilir. Özgür irade kullanımı tehlikeli bir davranış olarak gösterilir.Özgür irade kullanımı aynı zamanda sorumluluk almaktır. Dalkavuk özgür irade kullanmaz. Başka iradenin oyuncağı olarak davranır. Böylelikle hem sorumluluk almamış hem de çıkar sağlamış olur. Kişinin insan onuruna yakışır bir ruh asaletine sahip olması, yaygın tabirle “nokta kadar menfaati için virgül gibi eğilmemesi” dir.Erdemli olma hali; doğruluğu, dürüstlüğü, onuru çıkar duygusunun üstünde tutma halidir. Erdem bizden bedel ister. Erdem karşılığında bazı çıkarlarımız yok olur. Eğer bedelini ödemeyi göze alamıyorsak erdemli olamayız. Shakespeare “İktidar dalkavukluktan hazzetmeye başladığı zaman, şeref daima ayaklar altında ezilmiştir.” der. Gündüzleri Atina sokaklarında elinde fenerle dolaşarak, dürüst adam aradığı söylenen Diyojen’e bir yakını “Eğer krala biraz yakınlık gösterseydin, bu kuru yerlerde yatıp kuru ekmek yemek zorunda kalmazdın.” der. Diyojen ise ona “Sen de kuru ekmek yiyip kuru yerlerde yatmayı göze alsaydın alçak adamlara yalakalık yapmak zorunda kalmazdın.” diye cevap verir. Toplum düzenine adaletin egemen olmaması dalkavukluğun yaygınlaşmasında önemli rol oynamaktadır. Adalet; haklıya hakkını, suçluya cezasını vermek, eşit durumda olanlara eşit davranmak, farklı durumlarda hakkaniyeti gözetmektir. Hukuk düzeninin işlediği bir yönetim biçiminde dalkavukluk yaparak bir makama gelmek mümkün değildir. Hukuk düzeninde bir makama gelmek ancak o makamı hak etmekle mümkün olabilir. Hak etmeden bir makama gelenler karşılığında onurlarını verirler. Dalkavukluk yaparak geldiği makamda eksilen onurlarını, başkalarının da kendisine dalkavukluk yapmasını zorlayarak telafi etme yoluna girerler. Böylelikle yönetimde yukardan aşağı doğru bir dalkavuklaşma yayılır Neyzen Tevfik bir şiirinde “Asrın bir umdesi var, hak kapanındır./Söz haykıranın, mantık ise şarlatanındır./Geçmez ele bir paye, kavuk sallamayınca,/Kürsi-i liyakat p……k, p…t olanındır!” diyerek devrindeki durumu hicvetmiştir. Bizde dalkavukluğun tarihsel geçmişi vardır. Osmanlı sarayında dalkavukların bulunduğunu ve padişahı eğlendirdiğini biliyoruz. Toplumlar bazı davranış modellerini geçmişten tevarüs yoluyla edinirler. Eğer bir davranış toplumca kınanmıyor bilakis itibar görüyorsa o toplumda o davranış yaygınlaşır. Örneğin bir toplum, temiz ellerden ziyade dolu ellere itibar ediyorsa o toplumda çıkarcılık ve hırsızlık yaygın hale gelir. Dalkavukluğun geçmişte bir meslek, bir geçim kaynağı olması günümüze kadar devam eden bir süreçtir. Ancak dalkavukluk günümüzde şekil değiştirmiş meslek olarak değil, karakter olarak yaşanmaktadır.   Dalkavukluğun bir mizah malzemesi olarak sohbetlerde yer alması hoştur. Ancak ülke yönetiminde dalkavukluğun yer alması o ülkenin batmasına yol açacak bir süreçtir. Çünkü dalkavukluk; ehliyetli, liyakatli, yetenekli, başarılı, çalışkan insanların yükselmesini önler. Bu durum bürokraside “negatif seleksiyon” dediğimiz kötülerin yükselmesi, iyilerin ise bertaraf olması sonucunu doğurur. Dalkavuk biri başa geçtiğinde etrafını dalkavuklarla doldurur. Bir makam sahibinin çevresine seçtiği insanlara bakarak, nasıl biri olduğunu anlayabiliriz. Herkesin birbirine dalkavukluk yaptığı bir düzende işler doğru dürüst yapılmaz. Hoşa giden ve boşa giden işler yapılır. Dalkavuk kendine güvenmez. Çünkü hak ederek o makamda oturmamaktadır. Kendine güvenmediği için kimseye de güvenmez. Dalkavuk makam sahibi, bilgisiyle, yeteneğiyle hâkim olamadığı çevresini ajan kullanarak, açık arayarak, fitne çıkararak kontrol etmeye çalışır. Bu durum yönetimde jurnalciliğe, güvensizliğe, kaygıya korkuya ve dolayısıyla verimsizliğe yol açar. Dalkavukluğun egemen olduğu yönetim bir maskeli balo gibidir. Gerçek kişilikler ortada görünmez. Aşağıdan yukarı, yukardan aşağı, sağdan sola, soldan sağa dalkavukluklar yapılır. Aşağıdan yukarı dalkavukluk yükselmek ve işleri yapmamak içindir. Yukardan aşağı dalkavukluk ise, işi onun üzerine yıkmak içindir. Onun için eskiler “iltifatı ümeraya güven olmaz.” (amirlerin iltifatına güven olmaz.) demişlerdir. Sağdan sola, soldan sağa, yatay dalkavukluklar da yine işleri birbirinin üzerine yıkmak içindir. Dalkavuk düzeninde sorumluluklar sürekli başkasına yıkılmaya çalışılır. Sorunlar hep çözümsüz kalır. Yönetimde fikir üretimi olmaz. Aşağıdan yukarı doğru sürekli şu sözler olur. “isabet buyurdunuz efendim.” “siz zaten söylemiştiniz efendim.” “siz bu konunun üstadısınız efendim.” “siz en iyisini bilirsiniz efendim.” “en büyük sizsiniz efendim.” vb. sözler. Böylelikle “ne fikirlerin çarpışmasından” ne de “fikirlerin birleşmesinden” yeni fikir doğar. Başta oturanlar sözlerinin sadece yankılarını duyarak mutlu olurlar. Ancak yönetim kendini yenileyemediğinden çökmeye başlar. Yönetim dalkavuklarla, asalaklardan oluşan dev bir sisteme dönüşür. Yönetimde rol alanlar yediği lokmanın hakkını o topluma ödemekle sorumlu kişilerdir. Eğer kişiler yediği lokmanın hakkını topluma ödeyemiyorsa o toplumun asalağı olur. Asalaklar çoğaldıkça bünye iflas eder. Yani hem toplum hem de yönetim batar. Dalkavukluğun fazla olduğu yönetimde ihanetler de çok olur. En büyük ihanetler dalkavuklar tarafından yapılır. Çünkü dalkavukluk doğrudan kişiye yapılan bir şey değildir. Kişideki makama, servete, güce yapılır. O makam, servet, güç kaybedildiğinde o kişiye dalkavukluk anında kesildiği gibi yeni efendilere yaranmak için eski efendilere ihanet kaçınılmaz olur. Yönetimde dalkavukluğun egemen olması denetimi ortadan kaldırır. Dalkavuk bir yandan iş yapmamaya diğer taraftan açıklarını dalkavukluk yaparak gidermeye çalışır. Eğer makam sahipleri dalkavukluktan hoşlanıyorsa -ki bu durumda kendisi de dalkavuktur.- “en büyük sensin.” sözlerine muhatap olur. Hukuku çalıştırmaz. Kendisine izafe edilen ilahi bir güçle dalkavuğu hoş görür. Suçlunun cezasını çekmediği yerde suçlular kahraman olur. Düzen de yerle bir olur. Yönetimde dalkavukluğun daha birçok yan etkileri vardır. Konunun yeterince anlaşıldığı varsayımıyla daha fazla söze gerek görmüyorum. Siz isterseniz kapatıp bir sonraki pencereden devam edin.Bu konuyu böylece açıklığa kavuşturduktan sonra, peki ne yapmalı ?sorusuna dönelim. Eğitim sistemimiz her kademesinde kişilikli, erdemli, sorumluluk sahibi ve özgür düşünen insanlar yetiştirmelidir. Yetenek ve çalışma ile kazanma arasında orantı doğru kurulmalıdır. Makamlar, servetler hak edilerek elde edilmelidir. Büyük Önder “Çalışmadan, yorulmadan ve üretmeden rahat yaşamanın yollarını aramayı alışkanlık haline getiren milletler; önce haysiyetlerini, sonra hürriyetlerini daha sonra da istikballerini kaybederler.” Sözü unutulmamalıdır. Hukuk düzeni korunmalıdır. Lütuf ve gazap kültürü değil hukuk kültürü egemen olmalıdır. Yöneticiler, iktidarın lütfüyle abad, gazabıyla berbat olmamalıdır. İşler ahbap çavuş ilişkisiyle değil hukuk düzeniyle yapılmalıdır. Toplumda dalkavukluğun itibar görmeyeceği bir anlayış gelişmelidir. Dalkavukluk ilgi ve itibar görmediği yerden göç edecektir.  Ülkemizde, onurlu, bilgili, yetenekli, kamu yararı gözeten, özgeci, gurur verici niteliklere sahip insanlarımız ne yazık ki tersine ayrımla dışlanmakta, tasfiye edilmekte, hatta cezalandırılmaktadır. Yetenekleri sınırlı kişiler, belli orunlara gelebilmek, unvanlar, sıfatlar alabilmek için etkili gördükleri kişilere, çevrelere biat ederek, yanaşarak, övgü düzerek, komplolar, kumpaslar kurarak, al-ver ilişkilerine girerek kendi çıkarlarını korurken, liyakatli olanların da dışlanmasına yol açmaktadırlar. Türkiye’nin temel sorunu gerekli niteliklerden yoksun kişilerin politikada, bürokraside, akademik çevrelerde, toplum yaşamında ön plana çıkmaları, etkili olmalarıdır. Ülkelerin ana zenginliği beşeri sermayeleri olmasına karşın ülkemiz beşeri sermayesini de verimli şekilde kullanamamaktadır. Savunmaya çalıştığımız görüşü, alıntı yaptığımız “insanlık için entelektüel sermayenin parasal sermayeden daha değerli olduğu anlaşıldığında, dünya dramatik değişikliğe sahne olacaktır” tümcesi daha özlü, yetkin olarak ifade etmektedir. Sorunun nedenlerini, kaynağını göremezsek çözüm bulamayız. Dalkavukluğun bir yandan bireysel çıkarlar sağlarken diğer yandan bir yönetimin hatta bir toplumun önce afazi hale geleceği daha sonra da mahvına yol açacağı herkesçe bilinmelidir. Dalkavukluğun toplumda zararlı bir davranış olduğunu söylemeye gerek varmı bilemiyorum!...‘Nasihatname’ dediğim kalıp, bu yolda bir temrin aslında. Elim henüz kalem tutarken, tecrübemi tecrübenize, bildiklerimi bildiklerinize, hadi lafı dolandırmayayım, ömrümü ömrünüze katarak, 21. yüzyıldaki yolculuğunuzda size belirli bir avans sağlama gayreti. İsterim ki, elinizden geleni değil, yapılması gerekeni yapın, dünyaya bir de benim pencerelerimden bakın. İstemediklerinizi kapatın, yenilerini açın.  İstihkâmlarınızı güçlendirin, zor zamanları fırsata çevirin. Benim yaşıma geldiğinizde, benim hiç olamadığım kadar hakîm, fehim, müstakim, emin, mekin ve metin olun."(*) Konuyla ilgili sizlere altı hikaye… “Anlayana Sivri Sinek Saz, Anlamayana Davul Zurna Az !...” Birinci hikaye… Köylüler değirmene taş arıyormuş. Sonunda kayalık tepelik bir yerde değirmenlik taş bulmuşlar. İyi de nasıl indireceğiz bu taşı.. İçlerinden biri ben dereye inip aşağıda bekleyeyim, siz yukardan taşı yuvarlayın, taş tam üstüme gelirken ben ‘hööö hühü deyip taşı ürkütür kaçırır düze indiririm’. -Olur mu gardaş, valla olur. Taşı yuvarlamışlar, taş derede akıl verenin tam üstüne düşmüş.. Kafası kopmuş.. Arkadaşlar yanına varmış, bakmışlar kafası yok..’Yav arkadaşlar bunun kafası var mıydı?’ Bir köylü, yav arkadaş kafası olmaz olur mu geçenlerde yoğurt yerken bıyıkları beyazdı, ben şahidim.. Diğer köylü, yav arkadaş, bunun kafası olsaydı değirmen taşını üstüne çağırıp höt zöt’le değirmen taşını ürküteceğine inanır mıydı? İkinci hikaye… Köylü kadın kuyunun başında kovasını oflaya puflaya çekiyor ancak gücü yetmiyor zorlanıyor.. Kovayı su doldurup çekemeyince de ‘Allah belanı versin Köroğlu’ diye beddua ediyor.. Olacak ya, Köroğlu tam yanında bitmiş. Köylü kadına, ‘ana, Köroğlu netti sana, çocuğunu mu öldürdü, kocanı mı öldürdü, tarlanı mı talan etti, netti?’ Kadın: Yoo Köroğlu tarlamı talan etmedi çocuğumu öldürmedi.. Köroğlu: İyi de ana, bir kovayı çekemiyon gelip Köroğlu’na küfrediyon, o kovayı da gelip Köroğlu mu çeksin… Üçüncü hikaye… Bir gün mahalle camisine güngörmüş bir hoca gelmiş.. Hoca ne zaman namaz kıldırsa, namazın sonunda ‘essalamünaleykümverahmetullah’ der demez cemaat duaya tespihe durmadan hemen camiden kaçıyormuş. Hoca düşünmüş, yahu cemaat duaya tespihe kalmıyor hemen kaçıyor, ne yapmalı. Sonunda dua ve tespihi namazın başında yapmaya karar vermiş. Cemaat namaz için saf olur olmaz hoca namaza değil duaya başlamış, ‘bu kıldığımız namaz geçmişlerimizin…’ der demez cemaatten biri: -Hocam daha namazı kılmadık bu neyin duası? Cematten bir başkası hocaya bu soruya sorana bir omuz atıp: Öyle deme, bunlar büyük hocalar, bunlar namazlarını ötelerde yukarlarda birileriyle kıldı bize de duası kaldı. Dördüncü hikaye… Okula yeni başlayan saf çocukları üst sınıflardaki öğrenciler kandırmak için büfe önüne gelir, çocuğa, şu pestilinden bir parça ver ondan deve yapayım, der, Çocuğu kandırıp elinden lokumunu cevizini alır.Çocuk da safça nasıl deve oluyor diye bön bön kanıp bakarken, pestili ağzına atar döndürür çevirir saf çocuk boşuna bekler, tabii ki ağzına atıp afiyetle yutar. Dilimizde ‘deve yaptılar’ deyimi buradan gelme. Beşinci hikaye… Ağa’nın yaşı gelmiş yetmişe, eski höt zöt günleri geride kalmış, durulmuş mülayimleşmiş sakin bir adam olmuş. Bu Ağa’nın işte tarlasına girip yağma etmişler. Ağa’ya gelip, ağa senin tarlayı talan ettiler her bir şeyini yaktılar yıktılar. Ağa: ne edek adam mı öldürek farzedem ki benim eşekler tarlayı talan etti. Gün geçmiş, ağanın evine girip soymuşlar, her tarafı kırmışlar. Ağa’ya gelmişler, ağa senin evin her dolabını soyup kaçmışlar. Ağa: ne edek adam mı öldürek farzedem ki benim itler evi dağıtmış soymuştur. Gün gelmiş ağanın gelinini yolda taciz edip laf atmışlar. Ağa’ya gelip, Ağa senin namusuna gelinine göz koymuşlar yolda gelinine arkadan mıncık atmışlar (elle taciz). Ağa: Ne edek adam mı öldürek sayaram kendi hovardalığıma. Altıncı hikaye… Padişahın avanak bir oğlu varmış, geri zekalı.. Bu şehzade çok cahil yarın padişah olursa işimiz nice olur deyip bir tedbir almışlar. Avanak şehzadeyi bir akşam alimler meclisine sokmaya karar vermişler. Alimler konuşurken dinler düşünür öğrenir, alimlerden feyz kapar, demişler. Alimler meclisi felsefe sanat konuşurken avanak şehzade lafın ortasında çok gereksiz ve çok saçma bir laf söyler: Bir ok attım kebap oldu.. Padişahın dalkavuk’u bir alim bu utanç verici cahillik karşısında şaşırır ve bu saçma sapan sözü toparlamaya çalışır, üstadlar, şehzademiz bu sözle, bir ok atmış, tavşanı vurmuş, ve tavşanın etini kebap edip yediğini anlatmaya çalışıyor. Vaziyet biraz kurtarılmışa benziyor, alimler tekrar ilmi sohbetlerine devam etmişler. Bir müddet sonra avanak şehzade yine ortaya saçma sapan bir söz atar: Bir ok attım sütlaç oldu. Padişahın dalkavuğu, içinden eyvah bu sözü nasıl toparlayacağız, demiş.. Ve kendince bu anlamsız sözleri bir şeylere uydurmaya ‘anlamlandırmaya’ çalışmış. Üstadlar, şehzademiz burada bir ok atmış, dişi bir keçiyi vurmuş, keçinin sütüyle sütlaç yaptım, demek istiyor. Diğer alim ortaya atılmış, olmaz, demiş, ölmüş keçinin sütü murdardır içilmez. Derken alimler ölmüş keçinin sütü helal mi haram mı diye başka bir boş tartışmanın içine düşmüş. Nerdeyse alimler bu sözü toparlamak için birbirini öldürecek. Derken, bir kenarda olup biteni sessizce izleyen başka gün görmüş bir alim, ‘efendiler, siz daha süt bahsinde anlaşamadınız, daha bunun pirinci var şekeri var.’ Bir başka hikaye birlikte okuyalım: Aksak Timur'un Anadolu'yu işgalinde, ordusunda filler de varmış. Bunlardan birini, tarlada hizmet amacıyla köylülere armağan etmiş. Fil, tüm ekinleri talan etmeye başlayınca, köylüler soluğu, Timur ile arası iyi olan Nasrettin Hoca'nın yanında almışlar. -Bu fil bizi mahvedecek. Timur'a gidip, fili geri almasını bizim adımıza rica edebilir misin, ya Hoca? Nasrettin Hoca düşünmüş, taşınmış. Bu adamlara da bir türlü güvenmezmiş... -Tek bir şartla! demiş. Benimle birlikte Timur'un otağına varacaksınız; ben de sizin adınıza konuşacağım. Köylüler kabul etmişler. Birlikte Timur'un otağına varmış, huzura kabul edilmişler... Daha doğrusu Nasrettin Hoca öyle sanmış. Astığı astık, kestiği kestik Aksak Timur seslenmiş: -Söyle Hoca, dileğin nedir? -Ben köylünün adına geldim, efendimiz! demiş Nasrettin Hoca. Onların derdine tercüman olmaktır dileğim. Diyorlar ki... Nasrettin Hoca, kolunun çemberi ile köylüleri işaret etmek üzere şöyle bir yarım dönmüş ki; o da nesi? Ardında hiç kimse yok! Yarı bele kadar eğilmiş ve: -Diyorlar ki, diye devam etmiş... armağan ettiğiniz fil, öyle hayırlı, uğurlu ve yararlı bir hayvanmış ki... Ondan bir tane daha köye armağan etmenizi talepten utanç duyuyorlar. Kerem edin, köyümüze bir tane daha gönderin Aksak Timur'la Nasreddin hoca'dan beri nedense; Anadolu'nun insanının aynı refleksi verdiğini hayretle izliyoruz.. Manevi âleme açılan o kapılar kapandı. Asıl kapıları yitirip. Ya keramet beklediğimiz, rızk kapısı zannettiğimiz, bizi şükrü unutturan yöneticilerin, iktidarda olanların kapı eşiklerinde aranan umut kapıları… yaşadığımız toplumda. Kapalı kapılar ardında güce ve iktidara karşı hep isyankar ve hoşnutsuz, iktidardan.yönetenden ve hükmedenden biteviye dert yanan;ama yine de garip bir şekilde,o iktidar sahiplerine övgüler yağdıran,dalkavukluk ,yağcılık yapan, "giden ağam,gelen paşam"diyen, omurgasız duruşu yaşam biçimi haline getiren, sırtını okşamayla takla atmada beis görmeyen , "nokta kadar menfaat için virgül kadar eğilen ",acı çektikçe, o acı çektirenlere daha da akıl almaz bir biçimde aşkla bağlanan, hatta tapınan bir yaklaşım... Bir anlaşılmaz muamma!.. Türk toplumunun garip bir profili!.. Bir akademisyen arkadaşımın bu konuda güzel bir sözü var ,ama o söz bende saklı kalsın!.. Bilen biliyor zaten!.. Hani son zamanlarda moda deyim var ya... "Sözün bittiği yerdeyiz" diye!... İçinde yaşadığımız bu olaylar aklımıza geldikçe; kalan ömrümüz de,hep Nasreddin hocayı Aksak Timurun fillerini anacağız. Ne diyim!.. Sen çok yaşa Nasreddin hoca!... Sen çok yaşa Aksak Timur!.. ve de siz çok yaşayın Timur'un sevimli filleri. Zinhar başımızdan, aramızdan eksik etmesin. Tüm yapılanları, bu yaşananları, Tüm haksızlıkları Allaha havele ediyoruz!.. Dalkavukluk, yalakalık sadece siyasete mi özgü sanıyorsunuz. Akademik camiaya gelin, her gün çeşit çeşit örneklerini görürsünüz ...Hem de ne örnekler!..vallahî hafızalanız almaz...Sadece "Şeyh uçmaz, müridi uçurur"derler ya!...Bizim mürit bir üst 'level (* )'a geçmiş haberi yok..Adam yalakalığın/dalkavukluğun son aşamasında.Kendi uçmuş...Ama ne uçuş! Nirvana!.. "yalakalığın sonu ayakçılık" haberi yok!...Alın size tanık olduğum yalaka hikayesi , ama nirvanalık anlamında en çarpıcısı...... Kurucu Rektörümüz  ile birlikte; Dumlupınar Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Dekan Yardımcısı ve aynı zamanda Tavşanlı Meslek Yüksekokul Kurucu Müdürü olarak Gediz’ de bir açılış törenine katılmıştım. Açılış töreninde teşrifatçılık görevini üstlenmiş (cazgır); Rektöre , Arapça, Farsça ,Türkçe karışık methiyeler düzüyordu…Ama ne methiyeler…Protokolde Yanımda oturan hem yönetici hem de Öğretim Üyesi bir arkadaş yüksek sesle sunuculuk yapan Zat-ı muhtereme “Oldu olacak bir de “Vahdet-i vücûdumuzun hikmeti de sensin" diye söyle de tam olsun” dedi. Tüm protokol de olanlar gülmekten kendilerini alamadı….Rektör kürsüye geldiğinde Zat-ı muhtereme "yalakalığın sonu ayakçılık" mealinde satır aralarında göndermeler yaptı. Zatı_ı muhterem o uçuş sonrasında, Rektörün kendisine yönelik O Kinayeli konuşmasından ders almış mıdır hep merak ederim... (* )Bu kelime özellikle İngilizce yazılmıştır. Hani sözüm ona!... Çok bilimsel olduğunu belirtmek için, Türkçe kelimelerin arasına, İngilizce kelimeleri serpiştirerek konuşan, "kerameti kendinden menkul" akademisyenler için...(16 ocak 2014) Son Söz: Bir ülkede her türlü: Yolsuzluk, Hukuksuzluk, Adaletsizlik, Kayırmacılık, Milliyetçilik ( SAHTE Milliyetçilik) adı altında ve arkasında aklanıyorsa, O ülke sefilliğe batar... GERÇEK Vatanseverlik, ülkesi için Hukuk, Adalet ve Liyakat istemekle başlar..Gün gelecek, pozisyon değil prensip, laf değil eylem, bireysel konum değil toplumsal fayda, tercih değil ödev, yetki değil sorumluluk asıl olacak. Gerçekten büyük olmayan “büyük adamlar” çevrelerini küçük adamlarla doldururlar. "Esas olan, Sadece yaşamak değil, İnsana yakışır şekilde ve Onurlu yaşamaktır. Teslim olmadan, Boyun eğmeden, Sürünmeden, El etek öpmeden yaşamak..." -------------------------- Referans: (*)Radikal Blog‘ da ki Denemelerimden (7) (**) Alev Alatlı,Fesüphanallah,Nasihatname 1,s.16.