Tüm Bilgi Paylaşımlarım

Küreselleşmenin Genetik Kodu Neo Liberal Ekonomik Yapının Sorunsalı: Adaletsizlik, Yoksulluk ve Eşitsizlik...

Küreselleşmenin Genetik Kodu Neo liberal Ekonomik Yapının sorunsalı: Adaletsizlik, Yoksulluk ve Eşitsizlik...   İlk Söz: Bize savaş denmemişti. Küresel köy, serbest dolaşım hakkı, uzay çağı, refah ve bolluk toplumu denmişti. Bize globalleşme, bilgiye erişimde eşitlik ve barış içinde bir arada yaşama denmişti. Tarihin sonu denmişti, savaşlar bitecek denmişti... Neoliberal ekonomik küreselleşmenin hedefi ticaretin önündeki tüm engellerin kaldırılması ve mevcut tüm kaynak ve hizmetlerin özelleştirilmesidir. Bu senaryoda, elde edilen kârlar az sayıda kişinin yararına olduğundan kamusal yaşam piyasa güçlerinin insafına kalacaktır. Ekonomik küreselleşme olgusunun ardındaki uluslararası politikanın itici gücü doğası gereği neoliberaldir.  Şirketler ve zengin seçkinler için son derece kârlı olan neoliberal politikaların propagandası IMF, Dünya Bankası ve DTÖ aracılığıyla yapılmaktadır. Neoliberalizm, küresel kaynak tahsisinin en etkili yöntemi olarak serbest piyasayı destekler. Sonuç olarak büyük ölçekli, kurumsal ticareti ve kaynakların özelleştirilmesinden yanadır. Son zamanlarda neoliberalizme uluslararası ilgi oldukça fazla. İdeolojileri Latin Amerika'daki etkili ülkeler tarafından reddedildi ve ahlaki temeli artık geniş çapta sorgulanıyor. DTÖ, IMF ve Dünya Bankası'na karşı son dönemde yapılan protestolar esasen bu kuruluşların özellikle düşük gelirli ülkelerde uyguladığı neoliberal politikalara karşı yapılan protestolardı... Neoliberal deney aşırı yoksullukla mücadelede başarısız oldu, küresel eşitsizliği artırdı ve uluslararası yardım ve kalkınma çabalarınında  en büyük engeli. . Bu çalışma  küreselleşmenin genetik kodu neoliberal yapının sorunsalı olarak ,adeletsizliği,eşitsizliği en önmlisi de yoksulluk üzerine etkisinin genel bir perspektifde yansıtmayı amaçlamakta... Neo Liberal Yapının Tarihsel Gelişim Süreci İkinci Dünya Savaşı'ndan sonra kurumsal şirketler, ABD ve Avrupa'da hükümetleri üzerinde aşırı siyasi etkiye sahip olan, toplumda zengin bir sınıfın oluşmasına yardımcı oldu. Neoliberalizm,  bu zengin elitlerin, işçi sınıfını destekleyen ve refah devletini güçlendiren savaş sonrası politikalara karşı koymaya yönelik bir tepkisi olarak ortaya çıktı. Neoliberal politikalar, mal ve hizmet üretimi ve tedariğinde en etkili yöntemler olarak piyasa güçlerini ve ticari faaliyeti savunur. Aynı zamanda devletin piyasayı düzenleme rolüne karşı çıkar. Diğer bir deyişle siyasi erki elinde tutan  gücün ekonomik, mali ve hatta sosyal işlere müdahale etmesinin doğru olmayacağı düşüncesi hakimdir.  Ekonomik küreselleşme süreci bu ideoloji tarafından yönlendirilmektedir; Piyasa güçlerinin küresel ekonomiyi yönlendirebilmesi için uluslar arasındaki sınırların ve engellerin kaldırılması. Bu genel politikalar hükümetler tarafından kolayca benimsendi ve hâlâ klasik ekonomik düşünceyi etkilemeye devam ederek şirketlerin ve varlıklı ülkelerin dünya ekonomisindeki mali avantajlarını güvence altına almalarına olanak tanıyor. Bu politikalar en çok 1980'lerde Regan-Thatcher-Kohl döneminde ABD ve Avrupa'da uygulandı. Bu liderler serbest piyasayı ve özel mülkiyeti genişletmenin daha fazla ekonomik verimlilik ve sosyal refah yaratacağına inanıyorlardı. Bunun sonucunda ortaya çıkan kuralsızlaştırma, özelleştirme ve sınır kısıtlamalarının kaldırılması, kurumsal faaliyetler için verimli bir zemin sağladı ve sonraki 25 yıl içinde şirketler, boyut ve etki açısından hızla büyüdü. Şirketler artık dünyadaki çoğu ülkeden daha verimli ekonomik birimlerdir. Devasa mali, ekonomik ve politik nüfuzlarıyla neoliberal hedeflerini ilerletmeye devam ediyorlar. Çoğu ülkede mali seçkinler, neoklasik iktisatçılar ve siyasi sınıflar arasında neoliberal politikaların küresel refah yaratacağı konusunda bir fikir birliği var. Konumları o kadar sağlamlaşmış ki, bu görüş uluslararası kuruluşların (IMF, Dünya Bankası ve DTÖ) politikalarını belirliyor ve onlar aracılığıyla küresel ekonominin işleyişini belirliyor. Pek çok BM kuruluşunun çekincelerine rağmen, neoliberal politikalar kalkınma kuruluşlarının çoğu tarafından en yoksul bölgelerde yoksulluğu ve eşitsizliği azaltmanın en olası yolu olarak kabul ediliyor. Ekonomik küreselleşmenin ölçülebilir sonuçları ile önerilen faydaları arasında büyük bir tutarsızlık var. Neoliberal politikalar tartışmasız bir şekilde bazı insanlar için muazzam bir zenginlik yarattı, ancak en önemlisi, finansal yardıma en çok ihtiyaç duyan aşırı yoksulluk içinde yaşayanlara fayda sağlayamadı. Çin hariç, gelişmekte olan ülkelerde 1960 ile 1980 yılları arasında yıllık ekonomik büyüme %3,2 idi. Bu, 1980 ile 2000 arasında ciddi bir düşüş göstererek sadece %0,7'ye düştü. Bu ikinci dönem neoliberalizmin küresel ekonomi politikasında en yaygın olduğu dönemdir. (İlginçtir ki, Çin bu dönemlerde neoliberal modeli takip etmiyordu ve kişi başına ekonomik büyümesi 1980 ile 2000 arasında %8'in üzerine çıktı.) Neoliberalizm aynı zamanda artan küresel eşitsizlik düzeylerine de çözüm üretemedi. Son 25 yılda gelir eşitsizlikleri hem ülkeler içinde hem de ülkeler arasında çarpıcı biçimde arttı. 1980 ile 1998 arasında, en zengin %10'un geliri ile en fakir %10'un payı %19 daha eşitsiz hale geldi; ve en zengin %1'in geliri, en fakir %1'in payı ise %77 daha eşitsiz hale geldi (yine Çin dahil değil). Neoliberal politikanın eksiklikleri, 1990'larda Latin Amerika ve Güney Asya'daki ülkelerin yaşadığı, iyi belgelenmiş ekonomik felaketlerde de açıkça görülüyor. Bu ülkelerin mali sorunları ve IMF'nin baskıları nedeniyle neoliberal özelleştirme ve kuralsızlaştırma modelini izlemekten başka seçeneği kalmadı. Venezuela, Küba, Arjantin ve Bolivya gibi ülkeler o zamandan beri yabancı şirketlerin kontrolünü ve IMF ile Dünya Bankası'nın tavsiyelerini reddetti. Bunun yerine zenginliğin yeniden dağıtımını, sanayinin yeniden millileştirilmesini tercih ettiler ve sağlık ve eğitim hizmetlerine öncelik verdiler. Ayrıca petrol ve tıbbi uzmanlık gibi kaynakları bölge genelinde ve dünyadaki diğer ülkelerle paylaşıyorlar. Bu ülkelerde görülen dramatik ekonomik ve sosyal iyileşme, onları ABD tarafından şeytanlaştırılmaktan alıkoymadı. Küba bu propagandanın iyi bilinen bir örneğidir. 'Özgürlük ve Amerikan yaşam tarzı' için tehlike olarak görülen Küba, neoliberal çizgiyi çekmek adına ABD'nin yoğun siyasi, ekonomik ve askeri baskısına maruz kalıyor. Washington ve ABD'deki ana akım medya yakın zamanda Venezuela Devlet Başkanı Chavez'e yönelik benzer bir propaganda çalışmasına girişti. Washington'un 'ekonomik milliyetçiliğe' verdiği bu aşırı tepki, son 150 yıldır önemli ölçüde değişmeyen dış politika hedefleriyle tutarlıdır. Kaynakları güvence altına almak ve ekonomik hakimiyeti sağlamak ABD'nin temel ekonomik hedefi olmuştur ve olmaya devam etmektedir. Maria Páez Victor'a göre:(https://www.blogger.com/profile/05647441905589989075) “1846'dan bu yana ABD, 12 farklı Latin Amerika ülkesini kapsayan en az 50 askeri işgal ve istikrarsızlaştırıcı operasyon gerçekleştirdi. Ancak bu ülkelerin hiçbiri ABD'nin güvenliğini ciddi biçimde tehdit etme kapasitesine sahip olmadı. ABD, ekonomik kontrolüne ve genişlemesine yönelik algılanan tehditler nedeniyle müdahale etti. Bu nedenle Batista, Somoza, Trujillo ve Pinochet gibi bölgenin en gaddar diktatörlerini de destekledi.” Şirketlerin ve ABD etkisinin bir sonucu olarak, gelişmekte olan ülkelerin yardım için başvurmak zorunda kaldıkları Dünya Bankası ve IMF gibi kilit uluslararası kuruluşlar, neoliberal gündemin başlıca temsilcileridir. DTÖ, küresel iş fırsatlarını iyileştirme niyetini açıkça ortaya koyuyor; IMF, Wall Street'ten ve özel finansörlerden büyük ölçüde etkileniyor ve Dünya Bankası, şirketlerin kalkınma projesi sözleşmelerinden yararlanmasını sağlıyor. Hepsi neo-liberal modelden önemli ölçüde kazanç sağlıyor. Günümüzde şirketler o kadar etkili ki, insan haklarını en kötü şekilde ihlal edenlerin çoğu, dünyanın en önde gelen insani yardım kuruluşu olan Birleşmiş Milletler ile Küresel İlkeler Sözleşmesi'ne bile imza attı. Ekonomik ideolojinin bu uluslararası yakınsaması nedeniyle, kurumsal refahı ve büyümeyi artırmanın anahtarı olan varsayımların, ana akım küresel ekonomi politikasının itici gücünü oluşturan varsayımlarla aynı olması tesadüf değildir. Ancak ABD ve AB'nin dünyaya dayattığı neoliberal dogma ile kendi benimsediği politikalar arasında büyük farklar var. Ticaret, yatırım ve istihdamın önündeki engellerin kaldırılmasını hararetle savunan ABD ekonomisi, dünyada en çok korunan ekonomilerden biri olmaya devam ediyor. Sanayileşmiş ülkeler ancak sanayilerini dış pazarlardan ve yatırımlardan şiddetle koruyarak ekonomik gelişmişlik düzeyine ulaştılar. Ekonomik büyümenin gelişmekte olan ülkelere fayda sağlaması için, uluslararası toplumun yeni gelişen endüstrileri beslemesine izin verilmesi gerekiyor. Bunun yerine, ekonomik açıdan baskın olan ülkeler, kendi ekonomik ihtiyaçlarına uygun bir ideolojiyi empoze ederek kalkınmaya ulaşma yolunda 'merdivenleri tekmeliyorlar'. ABD ve AB ayrıca sanayinin birçok sektörüne büyük sübvansiyonlar sağlıyor. Bunlar, gelişmekte olan ülkelerdeki küçük sanayileri, özellikle de uluslararası pazarlarda sübvansiyonlu malların fiyatlarıyla rekabet edemeyen çiftçileri mahvediyor. Neoliberal söylemlerine rağmen çoğu 'kapitalist' ülke son 25 yılda devlet müdahalesini artırdı ve hükümetlerinin büyüklüğü arttı. Şart 'yaptığımı değil, söylediğimi yap'tır. Neoliberal politikalardan yararlanan bireylerin oranının çok küçük olduğu göz önüne alındığında, ekonomi için iyi olan ile kamu yararına hizmet eden arasındaki uçurum hızla büyüyor. Bu politikaları izleme kararları kamuoyunun elinde değil ve gelişmekte olan birçok ülkenin ulusal egemenliği ihlal edilmeye devam ediliyor, bu da onların acil ulusal ihtiyaçlara öncelik vermelerini engelliyor. Aşağıda neoliberal politikaların yanlış varsayımlarını ve bunların küresel ekonomi üzerindeki etkilerini birlikte okuyalım.  i-Ekonomik büyüme GSYH cinsinden ölçülen ekonomik büyüme, çok uluslu şirketler ve benzer ülkeler tarafından şiddetle takip edilen ekonomik küreselleşmenin ölçütüdür. Sanayileşmiş ülkelerde ekonomik büyümeyi yönlendiren, çokuluslu şirketlerin küçük bir kısmının ticari faaliyetleridir. İki yüz şirket küresel ekonomik büyümenin üçte birini oluşturuyor. Kurumsal ticaret şu anda küresel ekonomik büyümenin %50'sinden fazlasını ve AB'deki GSYİH'nın %75'ini oluşturuyor. Ticaretin GSYH'ye oranı artmaya devam ediyor; bu durum, ekonomik büyümenin bir ülkeyi zenginleştirmenin ve yoksulluğu azaltmanın tek yolu olduğu inancını vurguluyor. Ancak mantıksal olarak sürekli finansal büyümeye yönelik bir model sürdürülemez. Şirketler, sonsuz büyümeyi muhasebe defterlerine yansıtabilmek için olağanüstü çabalara başvurmak zorundadır. Sonuç olarak, sınırlı kaynaklar israf ediliyor ve çevre tehlikeli bir şekilde ihmal ediliyor. Her saniye iki futbol sahası büyüklüğündeki doğal orman, kar hırsı olan şirketler tarafından temizleniyor. Ekonomik büyüme aynı zamanda Dünya Bankası ve hükümet ekonomistleri tarafından gelişmekte olan ülkelerdeki ilerlemeyi ölçmek için de kullanılıyor. Ancak, ekonomik büyümenin açıkça faydaları olsa da, kanıtlar bu faydaların, dünya nüfusunun yüzde 18'ini temsil eden, aşırı yoksulluk içinde yaşayan 986 milyon insana kadar ulaşmadığını güçlü bir şekilde göstermektedir (Dünya Bankası, 2007). Ekonomik büyüme eşitsizliği ve gelir dağılımını da ele almadı. Ayrıca, hem yoksulluk düzeylerinin hem de ekonomik büyümenin genel faydalarının doğru değerlendirilmesinin, kullanılan istatistiksel önlemlerin yetersizliği nedeniyle imkansız olduğu ortaya çıktı. Ekonomik büyüme emri, sonuç olarak ekonomik faaliyetlerinde, kârlılığında ve siyasi nüfuzunda hızla büyüyen şirketler için mükemmel bir platformdur. Ancak bu model aynı zamanda dünya çapında artan eşitsizliklerin de nedenidir. Kaynakların ve kârların çoğunluğun pahasına az sayıda kişi tarafından özelleştirilmesi ve en yoksul insanların piyasa fiyatlarını karşılayamaması olası nedenlerdir. ii--Serbest ticaret Serbest ticaret neoliberal küreselleşmenin en önemli argümanıdır. Mevcut haliyle bu, şirketler ve onlara ev sahipliği yapan ülkeler için gelişmekte olan pazarlara daha fazla erişim anlamına geliyor. Zengin ülkeler korumacı önlemleri benimseyip sürdürdükçe, bu talepler serbest ticaretin orijinal varsayımlarına aykırı. Korumacılık, bir ülkenin ithalata vergi ve kota koyarak sanayisini güçlendirmesine, böylece kendi endüstriyel kapasitesini, üretimini ve gelirini artırmasına olanak tanır. ABD ve AB'deki sübvansiyonlar, şirketlerin fiyatlarını düşük tutmasına olanak tanıyarak gelişmekte olan ülkelerdeki küçük üreticileri etkili bir şekilde pazarın dışına itiyor ve kalkınmayı engelliyor. Küreselleşmeyi yönlendiren bu kişisel çıkarla birlikte, ekonomik açıdan güçlü uluslar, ticaret hadlerini belirleyebilecekleri küresel bir ticaret rejimi yaratmışlardır. ABD, Kanada ve Meksika arasındaki Kuzey Amerika Serbest Ticaret Anlaşması (NAFTA), şirketlere ulusal egemenlik pahasına yasal haklar veren serbest piyasa köktenciliğinin bir örneğidir. Uygulanmasından bu yana iş kaybına neden oldu, işçi haklarını baltaladı, temel hizmetleri özelleştirdi, eşitsizliği artırdı ve çevresel yıkıma neden oldu. Avrupa'da AB vatandaşlarının yalnızca %5'i tarımda çalışıyor ve gelişmekte olan ülkelerdeki vatandaşların %50'sinden fazlası AB GSYİH'sının yalnızca %1,6'sını oluşturuyor. Bununla birlikte, Avrupa Ortak Tarım Politikası (CAP), AB çiftçilerine 30 milyar £ tutarında sübvansiyon sağlıyor; bunun %80'i, ne kadar verimsiz olursa olsun, çiftçilerin hayatta kalmalarını garanti altına almak için yalnızca %20'sine gidiyor. Ticaret ve Hizmetler Genel Anlaşması (GATS), 1994 yılında Dünya Ticaret Örgütü'nde (DTÖ) kabul edildi. Amacı, "ticaretin önünde engel" olarak kabul edilen her türlü kısıtlamayı ve iç hükümet düzenlemelerini kaldırmaktır. Anlaşma, bir hükümetin sübvansiyonları düzenleme ve vatandaşları adına temel ulusal hizmetleri sağlama konusundaki egemenlik hakkını fiilen ortadan kaldırıyor. Ticaretle İlgili Uluslararası Mülkiyet Hakları Anlaşması (TRIPS), gelişmekte olan ülkeleri mülkiyet haklarını tohum ve bitki çeşitlerini de kapsayacak şekilde genişletmeye zorluyor. Bu kaynaklar ve hizmetler üzerindeki kontrol, GATS ve TRIPS çerçevesi aracılığıyla kurumsal çıkarlara verilmektedir. Bu örnekler, yaklaşımında açıkça taraflı olan modern serbest ticareti temsil etmektedir. Yerel ekonomiler, çevre, demokrasi ve insan hakları pahasına kurumsal küreselleşmeyi teşvik ediyor. Uluslararası ticaretten birincil yararlananlar, serbest ticaret gündemini ilerletmek için ulusal ve küresel yönetişimin her düzeyinde şiddetli lobi yapan büyük, çok uluslu şirketlerdir. iii-Serbestleşme Dünya Bankası, IMF ve DTÖ, neoliberal gündemin küresel ölçekte uygulanmasına yönelik ana portallar olmuştur. Birleşmiş Milletler'in aksine, bu kurumlar aşırı finanse ediliyor, şirketler tarafından sürekli lobi yapılıyor ve siyasi ve mali açıdan Washington, Wall Street, şirketler ve onların kuruluşlarının hakimiyetinde. Sonuç olarak, küresel ekonominin kilit yönetişim yapıları bu grubun çıkarlarına hizmet edecek şekilde hazırlandı ve piyasanın serbestleştirilmesi, onların temel politikalarından bir diğeri oldu. Neoliberal ideolojiye göre uluslararası ticaretin 'serbest' olabilmesi için tüm piyasaların rekabete açık olması ve ekonomik ilişkileri piyasa güçlerinin belirlemesi gerekmektedir. Ancak tamamen açık ve serbest bir pazarın genel sonucu elbette büyük şirketlerin pazar hakimiyetidir. Oyun alanı eşit değil; gelişmekte olan ülkelerin tümü büyük bir mali ve ekonomik dezavantajla karşı karşıyadır ve rekabet edemezler. Yapısal Uyum Programları aracılığıyla liberalleşme, yoksul ülkeleri pazarlarını yabancı ürünlere açmaya zorluyor ve bu da yerel endüstrileri büyük ölçüde yok ediyor. Bu durum, ekonomik açıdan egemen ülkeler tarafından yoğun biçimde sübvanse edildiği için fiyatları yapay olarak düşük olan mallara bağımlılık yaratıyor. Finansal liberalizasyon yurt dışından döviz spekülasyonunun önündeki engelleri kaldırıyor. Bunun sonucunda ortaya çıkan hızlı para girişi ve çıkışı, çoğu gelişmekte olan ülkede akut mali ve ekonomik krizlerin sorumlusudur. Aynı zamanda yabancı spekülatörler ve büyük finans firmaları da büyük kazançlar elde ediyor. Piyasanın serbestleştirilmesi açık bir ekonomik risk teşkil etmektedir; dolayısıyla AB ve ABD kendi pazarlarını büyük ölçüde koruyor. Liberalleşmiş bir küresel pazar, şirketlere sermayeleştirecekleri yeni kaynaklar ve yararlanabilecekleri yeni pazarlar sağlar. Küresel yönetişim yapıları üzerindeki neoliberal hakimiyet, bu pazarlara erişimi zorunlu kıldı. DTÖ anlaşmaları uyarınca, egemen bir ülke, bir şirketin faaliyetleri yerel çevre ve istihdam kurallarına aykırı olsa bile, bir şirketin ticaret yapma niyetine müdahale edemez. Egemenlik haklarını savunan hükümetler, şirketler tarafından sıklıkla kar kaybı, hatta potansiyel kar kaybı nedeniyle dava ediliyor. Bu baskı olmasaydı yerli sanayiyi ve kendi kendine yeterliliği teşvik edebilir, böylece yoksulluğu azaltabilirlerdi. O zaman uluslararası pazarlarda rekabet edebilmek için daha iyi bir konumda olacaklardır. iv-Küresel kuralsızlaştırma Yeni pazarlara ve yabancı kaynaklara erişim yeterli değildir. Kârları artırmaya yönelik kurumsal gündemi gerçekleştirmek için bir şirketin, maliyetleri azaltan ve üretim kapasitesini artıran uygun düzenleyici koşulları araştırması gerekir. Düzenlemeler karlılığı kısıtlıyor. Dolayısıyla kurumsal liberalizasyon çağrısına, ulusal ve küresel düzeyde ticaretin tüm sektörlerinde kuralsızlaştırma talebi eşlik ediyor. Bu kısıtlamaların kaldırılması, şirketlerin kaynaklara ve işgücüne daha fazla erişmesine ve bunları kullanmasına ve sınırlar arasında serbestçe hareket etmesine olanak tanımakta. Güney Amerika ve Asya'daki pek çok ülke tam da bu koşulları sunarken, şirketler bu olumlu koşulları potansiyel olarak evrensel olarak yaratabilecek yerel ve uluslararası hukuku etkileme ve değiştirme konusunda aktif olarak çalışmaktadır. Bunu başarmak için şirketler son 150 yılda yerel, ulusal ve uluslararası yönetişim yapılarında ve düzenleyici kurumlarda siyasi nüfuzlarını güvence altına aldılar. Kurumsal faaliyetleri izlemek, insan haklarını korumak ve çevreyi korumak için düzenlemeler ve düzenleyici kurumlar mevcuttur. Son yıllarda kurumsal lobicilik, hükümetlerin düzenleyici kurumlar için bütçelerini kestiğini ve düzenleyici yasaların yürürlükten kaldırıldığını, şirketlerin daha az kamu korumasıyla serbestçe faaliyet göstermesine olanak sağladığını gördü. Genel olarak, neoliberal model gelişmiş ülkelerde hükümetin ve ekonomi politikasının tüm düzeylerinde giderek özümsendikçe, düzenleyici kurumlar odaklarını tüketiciyi korumaktan endüstriyi korumaya kaydırdı. Enron, elektrik piyasasını serbest bırakmak, ardından enerji vadeli işlemleri ticaretini serbest bırakmak, ardından vadeli işlem sözleşmelerinin ifşa edilmesini önlemek ve ardından düzenlenmiş açık artırma zorunluluğunu kaldırmak için çok etkili bir şekilde lobi yaptı. Bu, düzenleyicilere veya halka herhangi bir ticari veya finansal ayrıntıyı açıklamadan ticaret yapmasına olanak sağladı. Yasadışı faaliyetler yoluyla rekor karlar elde etmeye devam etti ve bu da kısa süre sonra çöküşüne yol açtı. Arjantin'de 2001'deki ekonomik çöküş, aynı zamanda, IMF ve Dünya Bankası'nın sanayiyi yok eden ve kitlesel işsizliğe neden olan neoliberal kalkınma politikaları tarafından uygulanan kapsamlı kuralsızlaştırmaya da bağlanıyor. Kurumsal faaliyetlerin düzenlenmesi halkı korur. Bu düzenlemelerin kaldırılması kurumsal karları korur. Yasal koruma için verilen bu mücadele, küresel nüfusun bir kısmını temsil etmelerine rağmen şirketlerin lehine hileli bir şekilde yapılıyor. Şirketler, kendi davaları uğruna hareket edebilecekleri neredeyse sınırsız mali kaynaklara ve siyasi elitlerle yakın ilişkilere sahip olduklarından, bu konularda kendi yollarını çizebilirler. Küresel kuralsızlaştırma, daha ucuz işgücü, vergi teşvikleri ve daha az bürokrasi arayışıyla iş operasyonlarının yurt dışına taşınmasıyla birlikte ulusötesi şirketleri yarattı. Aslında, işlerini kaybeden varlıklı ülkelerde işsizlik artıyor; şirketler aynı işleri, ücretlerin nispeten önemsiz olduğu, istihdam standartlarının çoğu zaman önemsiz olduğu ve çevre standartlarının çok düşük olduğu gelişmekte olan ülkelerdeki kötü çalışma atölyelerine yaptırıyor. Böylece şirketler karlarını artırıyor. Bu şirketleri geri kazanmak ve daha fazla istihdam yaratmak için ABD ve diğer ülkeler de standartlarını düşürüyor ve düzenlemeleri kesiyor. Dolayısıyla liberalleşme ve kuralsızlaştırmanın mantıksal sonucu, bireysel işçilere, istihdam koşullarına, topluma veya çevreye çok az önem verilerek, mümkün olan en düşük standartların arandığı ve küresel olarak yasalaştırıldığı, dibe doğru bir yarıştır. Serbestleştirme aynı zamanda tekelleşmeyi de teşvik eder. Şirketler, Adam Smith'in öngördüğü serbest piyasa ve açık rekabetten yanlış bir şekilde alıntı yaparken, satın almalar ve birleşmeler yoluyla sanal tekeller oluşturuyorlar. Bu onların tüm büyük oyuncular arasında var olan stratejik ittifaklar yoluyla rekabeti yönetmelerine olanak tanır. Bu nedenle, ABD GSYİH'sinin tahminen %60'ı en büyük 1000 şirket tarafından sağlanmaktadır ve geri kalan 11 milyon şirket GSYİH'nın diğer %40'ını oluşturmaktadır. v-Özelleştirme Özelleştirme, devlete ait kaynakların veya hizmetlerin üretimi ve dağıtımı üzerindeki mülkiyetin veya kontrolün özel şirketlere devredilmesidir. Bu süreç, kurumsal kârın ve fırsatların artırılması için hayati öneme sahiptir ve şu anda büyük ilgi odağıdır. Küresel müştereklerin aşamalı olarak özelleştirilmesi,   1980'lerden bu yana neoliberal veya serbest piyasa politikasının temel odak noktası olmuştur. Tarihin bu çok yakın dönemine kadar, kamu kaynakları büyük oranda yerel toplulukların ve ulusların elindeydi; bu topluluklar, kâr zorunluluğu olmadan faydalarını topluma dağıtabiliyorlardı. Temel emtia, tarım ve imalat pazarlarının halihazırda bir avuç şirketin hakimiyetinde olduğu bir ortamda özelleştirme, görünüşte sonu olmayan bir dizi kârlı fırsatın önünü açtı. Tarım arazileri, hava dalgaları, su kaynakları, enerji kaynakları, sağlık hizmetleri, bankacılık, yerli bilgi, bitkiler, tohumlar ve hatta fikirler artık kâr amacıyla şirketler tarafından giderek daha fazla kontrol ediliyor ve tedarik ediliyor. Son zamanlarda eğitimin özelleştirilmesi büyük endişe kaynağıdır. ABD eğitim sisteminin değeri yaklaşık 800 milyar £ civarındadır ve önümüzdeki 8 yıl içinde bunun %10'unun şirketlerin elinde olacağı tahmin edilmektedir. Birleşik Krallık'ta, çoğu hükümete önemli bağışlar sağlayan kurumsal topluluğun doğrudan sponsorluğu altında olan 59 öğrenim akademisi mevcut okulların yerini alıyor. Tüm bu akademiler "sponsorlara ve yöneticilere ahlak, stratejik yönlendirme ve meydan okuma konusunda daha geniş kapsam ve sorumluluk veriyor". Sonuç olarak, iş, girişim ve ticarete büyük önem veriyorlar ve sıradan okullar gibi kamuya karşı sorumlu değiller. Bu, Özel Finans Girişiminin (PFI) bir parçası olarak Birleşik Krallık'ta kamu hizmetlerinin kurumsal olarak devralınmasının yalnızca bir örneğidir. Her ne kadar kurumsal mali yardım karşılığında kamu hizmetlerinin ve kaynaklarının önemli kontrolünü açık bir şekilde devretse de, hükümetin yönlendirmesi, PFI'nın hiçbir zaman özelleştirme olarak anılmamasını sağlamıştır. Neoliberaller özelleştirilmiş hizmetlerin devlet tarafından yürütülen hizmetlerden daha verimli olduğunu iddia ediyor. Piyasa rekabetinin ve kurumsal verimliliğin tüketiciler açısından fiyatları aşağı çekebileceğine inanıyorlar. Bu argümanlar, kamuoyunu ve hükümetleri ikna etmek için bir satış aracı olarak kullanılıyor ve özelleştirme, gelişmiş ve gelişmekte olan dünyada hızla ilerliyor. Ancak bu varsayımlar temelde yanlıştır ve kamu hizmetlerinin işlevleri ve amaçları dikkate alındığında çoğunlukla ilgisizdir. Enerji, su ve sağlık hizmetlerinin sağlanması gibi temel kamu refahı ihtiyaçlarını karşılamak için vatandaşlara hükümetler tarafından temel hizmetler sağlanmaktadır. Bu hizmetlerin sağlanması bir insan hakkıdır ve bunların karlı olup olmadığı dünya çapındaki insanların büyük çoğunluğu için bir endişe kaynağı değildir. Özelleştirmeye karşı pek çok ilgili argüman vardır ve özel sektör tarafından işletilen hizmetlerin daha verimli veya müşterileri için daha iyi değer sağladığına dair çok az ampirik kanıt vardır. Örneğin özelleştirme genellikle doğal bir tekel yaratarak tüketicinin yararına olabilecek rekabet olasılığını ortadan kaldırır. Enerji gibi pek çok sektörde, çokuluslu şirketler piyasanın hakimiyetini elinde tutuyor ve stratejik ittifakları aracılığıyla piyasanın fiyat gibi kritik yönlerini kontrol ediyorlar; bu da yine teorik piyasa faydalarını ortadan kaldırıyor. Tüketici fiyatları düştüğünde veya bir şirket kar düzeylerini artırmaya çalıştığında, bu genellikle makul ücretler, çalışma standartları ve çevre pahasına gerçekleşir. Ortaya çıkan ölçek ekonomileri ve verimlilik kazanımları topluma çok yüksek bir maliyet getiriyor. Ana konular insan hakları, demokrasi, mülkiyet, kontrol ve hesap verebilirlikle ilgili olanlardır. Gelişmekte olan ülkelerde pek çok kişi temel hizmetlerden mahrum kalsa da, temel hizmetlerin sağlanması bir insan hakkıdır. Hizmetlerin mevcut olduğu durumlarda, sorumlu bir hükümet organının bu hizmeti yönetmesi toplumun çıkarınadır. Ancak şirketler halka karşı değil, yalnızca öncelikleri hizmet değil kâr olan hissedarlara karşı sorumludur. Kâr amacı devlet olanaklarını etkilemez; toplumsal ihtiyaç gerektiriyorsa hizmetleri zararına yürütebilir. Eğer bir hükümet bir hizmeti etkili bir şekilde sağlayamıyorsa, halk tarafından görevden alınabilir. Suyun özelleştirilmesi konusu, en zengin ülkeleri bile etkileyen en tartışmalı konulardan biri olmaya devam ediyor. Örneğin Birleşik Krallık şu anda kamusal su kullanımına ilişkin yasal kısıtlamalarla karşı karşıyayken, operatör Thames Water yalnızca sabit olmayan sızıntılar nedeniyle günde 894 milyon litre israf ediyor. Şirket, düzenleyici cezalardan kaçınırken, vergi öncesi kârında %31'lik bir artış olduğunu ve toplamda 346,5 milyon £'a ulaştığını duyurdu. Su faturalarının 2010 yılına kadar ortalama %24 oranında artması bekleniyor. Bu durum başka bir noktayı vurguluyor: şirketler krize çözüm bulmak için karlarını yeniden yatırıma yatırmayacaklar. Öte yandan devlete ait tedarikçiler, standartları hızlı bir şekilde iyileştirmek için karlarını yeniden yatırabilirler. Gelişmekte olan ülkeler Küresel düzeyde, DTÖ, IMF ve Dünya Bankası'nın zorlayıcı etkileri, birçok gelişmekte olan ülkeye, kamu mal ve hizmetlerinin aşamalı olarak özelleştirilmesine izin vermek dışında çok az seçenek bırakmıştır. Uluslararası finans kurumları, ticaret anlaşmaları ve yapısal uyum programları aracılığıyla kurumsal muadilleri için istikrarlı bir gelir elde ettiler. Aslında, bu 'gelişmekte olan pazarlar', etkili hükümetlerle stratejik ilişkileri sürdürürken giderek daha fazla ulusötesi ölçekte faaliyet gösteren şirketlerin şu anda ana hedefleridir. Bu şekilde yabancı yatırım, kârın yabancı ülkeye geri dönmesiyle, yani yerel sistemden paranın çekilmesiyle sonuçlanır. Bu, ülkedeki sanayiyi azaltır ve yerel sosyal ve ekonomik kalkınmayı baltalar. Bu durumda vatandaşlar yabancı şirketlere ve onların mal ve hizmetlerine bağımlı hale gelerek kısır döngüyü tamamlıyor. Anlaşılır bir şekilde, temel hizmetlerin özelleştirilmesi yaygın halk protestosunu harekete geçirdi; bunların en bilineni 2004/2005'te Bolivya'daydı ve bu durum sonunda hükümetin özel su sözleşmesini reddetmesine yol açtı. Bolivya'da suyun özelleştirilmesi, 1997'de Dünya Bankası'nın Fransız çokuluslu Suez gibi özel şirketlerle ortaklığıyla verdiği bir kredinin şartı olarak yürürlüğe konmuştu. Su ve kanalizasyon hizmetlerinin on binlerce yoksul aileye ulaştırılmasındaki ciddi başarısızlık ve ortalama bir Bolivyalı'nın yarım yıllık gelirinden fazlasını aşan bağlantı maliyetleri kitlesel protestolara yol açtı. Bu durum şu soruyu gündeme getiriyor: 'Şirketler harcayacak çok az parası olan veya hiç parası olmayanlardan nasıl kâr elde edebilir?' Dünyanın her yerindeki yoksul toplulukların su hizmetlerine para ödemesi mümkün değil; birçoğu günde 1 doların altında parayla yaşıyor. Gezegen nüfusunun neredeyse beşte biri güvenli içme suyuna, yüzde 40'ı ise temel sanitasyona erişimden yoksun. Yoksulluk bölgelerinde su dağıtımını bir şirketin kontrol etmesi karlı değildir; Hizmetin karşılığını ödeyemedikleri takdirde, en çok ihtiyaç duyanlara hizmet sunma konusunda çok az teşvikleri vardır. Kamunun sahip olduğu ve yönettiği su tesisleri, öncelikli odak noktaları kar değil, refah ihtiyaçlarıdır ve bu hizmeti üstlenmek için en iyi konumdadır. Özelleştirme lobisi, su gibi temel kaynaklara küresel erişimin olmamasının ana nedeni olarak sıklıkla 'yozlaşmış' hükümetlerin varlığını öne sürüyor ve bu tür durumlarda hükümetin çabalarının yerini özel tedarikin alması gerektiğini öne sürüyor. Bununla birlikte, bu 'yozlaşmış' hükümetlerin, çoğu gelişmekte olan ülkeden çok daha büyük ekonomilere sahip olan ulusötesi şirketlerle büyük özel sözleşmeler müzakere etmek için en iyi konumda olmadığı anlaşılmaktadır. Bu hükümet başarısızlıkları aynı zamanda tarihsel bir perspektifle ve bir ülkenin mevcut yoksullaşma düzeyi açısından da değerlendirilmelidir. Daha ileri analizler genellikle bu yoksullaşmanın daha karmaşık nedenlerini ortaya çıkarır. Bunlar, Sahra altı Afrika'da suya yakınlığın olmayışı gibi benzersiz çevresel koşullardan sömürgeleştirmenin kümülatif etkisine, siyasi müdahaleye ve hakim ülkeler tarafından dayatılan adil olmayan ticaret yapılarına kadar uzanmaktadır. Bu tür ülkelerde şirketler sıklıkla yolsuzluk uygulamalarını güçlendirebilmektedir. Uluslararası Şeffaflık Örgütü'nün bir anketi hakkında yorum yapan IPS, 2002'de şunu bildirdi: "Uluslararası sözleşmeler, çokuluslu şirketlerin, özellikle silah ve savunma, bayındırlık ve inşaat endüstrileri olmak üzere dünyanın gelişmekte olan ekonomilerindeki hükümet yetkililerine rüşvet vererek değerli sözleşmeler elde etmeye çalışmasını engellemedi." ve bu tür rüşvetlerin giderek arttığını. Bu gibi durumlarda, uluslararası ilginin, devlet kontrollü kamu hizmetlerinin daha etkili bir şekilde oluşturulması için dış yardım sağlanmasına odaklanması gerekmektedir. Temel hizmetler özelleştirildiğinde genellikle iki kademeli bir sistem oluşturulur. Fiyatlar piyasa tarafından belirleniyor ve ödemeye gücü yetmeyenler, ödemeden gidiyor. Küresel halkın %45'i günde 2 dolarla hayatta kalma mücadelesi verirken bu kesinlikle kabul edilemez. Yoksulluğun azaltılması ve kalkınma, ancak yoksulluğun yaşandığı bölgelerde çoğunlukla mevcut olmayan bu temel hizmetlerin herkese garanti edilmesiyle gerçekleşebilir. Hükümetin temel insani ihtiyaçları karşılama taahhüdü, BM Evrensel İnsan Hakları Bildirgesi'nde teyit edilmiştir ve bu nedenle hükümetler taahhütlerini yerine getirmeli ve temel hizmetleri piyasa güçlerine ve özel çıkarlara bırakma yönündeki neoliberal baskıya boyun eğmemelidir. Neoliberal ideoloji, modası geçmiş, bencil bir ekonomi modelini bünyesinde barındırıyor. Eski emperyal güçler tarafından formüle edilmiş ve ekonomik açıdan egemen uluslar tarafından benimsenmiştir. Küresel ticaret ve finans yapılarının durumu göz önüne alındığında, zengin ülkeler, gelişmekte olan ülkelere neo-liberal politikaları benimsemeleri yönünde baskı uygulayarak - kendileri öyle olmasa bile - ekonomik avantajlarını koruyabilirler. Anlaşılacağı gibi birçok yorumcu bu süreci ekonomik sömürgecilik olarak tanımladı. Neoliberal ekonomik küreselleşmenin nihai hedefi, ticaretin önündeki tüm engellerin kaldırılması ve mevcut tüm kaynak ve hizmetlerin özelleştirilmesidir. Bu senaryoda, kamusal yaşam istikrarsız piyasa güçlerinin insafına kalacak ve elde edilen karlar az sayıda kişinin yararına olacaktır. Bu politikaların büyük başarısızlıkları artık herkesçe biliniyor. Pek çok ülke, özellikle Latin Amerika'da, artık uluslararası finans kurumlarının kendilerine dayattığı yabancı şirket yönetimine açıkça meydan okuyor. Bu ülkelerde rekabete ve kişisel çıkara dayalı ekonomik ideolojiler yerini giderek işbirliğine ve kaynak paylaşımına dayalı politikalara bırakıyor. Yerleşik siyasi ve ekonomik yapıları değiştirmek zor bir iştir, ancak halktan adalete yönelik baskı giderek artıyor. Küresel kamuoyunun yaşam için gerekli olan şeyleri yönetmesi ve tüm insanların bir insan hakkı olarak bunlara erişmesini sağlaması gerekiyorsa, değişim hayati önem taşıyor. Düşünüyorum da, bundan elli yıl kadar önce, Türkiye şöyle dursun, Batı’da da, refahın artması için temel toplumsal ve siyasi kararların piyasa doğrultusunda şekillenmesi gerektiğini; şirketlere sınırsız özgürlük tanınmasının, sendikaların budanmasının, yurttaşların sosyal güvenliklerinin asgariye indirilmesinin, Devlet’in ekonomideki rolünü gönüllü olarak azaltmasının şart olduğunu iddia etmeye kalkan birisine akıl hastası gözüyle bakılırdı. Günümüzde pompalanan ana-arter doğrulara uymadığı için ünlü (!) olmayan muhteşem Karl Polanyi, “İnsanların ve çevrenin kaderini serbest-pazar mekanizmalarının belirlemesine kayıtsız şartsız bırakmak, toplumun çökmesi ile sonuçlanır” (1) diye yazmıştı.  Oysa, görüyoruz ki, bu fikirler günümüz neo-liberallerinin ekonomik kalkınma reçetelerinin “olmazsa olmaz”larıdırlar. Geldiğimiz noktada, ekonominin ihtiyaçları topluma kendi kurallarını dikte ettirmektedir, toplum ihtiyaçlarını ekonomiye değil. Karl Polanyi’nin kehaneti gerçekleşmiştir; neo-liberalizmin söylemi toplumları “çöküşe” götürmektedir. Sosyal devlet kavramı dünyanın hemen bütün ülkelerinde ortadan kalkmıştır. Çevre, yok yok olmanın eşiğindedir. Dünya kurulduğundan bu yana misli görülmedik servet birikimine karşın sadece yoksul ülkelerde değil, varsıl ülkelerde de sefalet kol gezmektedir. Buna karşın neo-liberalizm insanoğlunun doğal ve normal yaşam biçimiymiş gibi takdim edilmekte, neden olduğu ekonomik krizlere, kıtlıklara rağmen, mümkün olan yegâne düzenmiş gibi, Allah’ın emriymiş gibi dayatılmaya devam edilmektedir.  İkinci Dünya Savaşı sonrası Chicago Üniversitesi çevresinde Friedrich von Hayek ve öğrencisi Friedman’ın başını çektikleri marjinal bir akım olarak ortaya çıkan neo-liberalizmin (ve ekonomik, siyasi, sosyal ve çevresel sonuçlarının) başarıyla pazarlanabilmiş olmasının başlıca nedeni neo-liberallerin ve sponsorların “Büyük Dönüşüm” dedikleri sefih ve gerici (gerici, çünkü Ondokuzuncu yüzyıl vahşi kapitalizminin hortlamasından öte değil) fikirlerini devasa bir uluslararası vakıflar, enstitüler, araştırma merkezleri, yayın evleri, eğitmenler, yazarlar, halkla ilişkiler uzmanları ve elbette medya (!) ağıyla yaymayı sürdürüyor olmalarıdır. (2) 1979 önemli bir tarih; neo-liberal doktrinin iki şampiyonundan birisi Margaret Thatcher’in (diğeri Ronald Reagan) başbakan olup, neo-liberal devrimi İngiltere’de başlattığı tarih. Demir Leydi’nin kendisi Hayek’in öğrencisi; aynı zamanda düşüncelerini açıkça ifade eden bir sosyal Darwin’ci – yani, güçlünün zayıfı ezmesinde beis görmeyen bir hanım. TINA (3) diye bilinen iddiasını derhal yürürlüğe koyan Thatcher’in söylemi, uluslar, bölgeler, şirketler ve bireyler arası rekabet üzerine kurulu. Güçsüzü güçsüzden ayırmayı esas alan söylem, fiziki, doğal, parasal ve insan kaynaklarını (zayıfın elinde çarçur olacağı gerekçesiyle) güçlünün emrine tahsis eden söylem. Hemen eklemeliyim: rekabetin makbul olmadığı tek alan “İttifak Kapitalizm”(3) denen “Ulusötesi Şirketler”in yer aldığı alandır. Ulusötesi’ler yabancı ülkelerde istihdam yaratan yeni yatırımlara girmez, varolan kârlı yatırımları satın almak yoluna giderler; bakınız, Tikveşli-Danone, bakınız, Demirbank-HSBC, bakınız da, bakınız. Günümüzde “Doğrudan Yabancı Yatırım” olarak bilinen fonların 2/3 ilâ 3/4ü şirket satın alma ya da birleşme şeklinde gerçekleşir ve hemen her zaman işçi çıkarmaları ile sonuçlanır. Neo-liberallere göre serbest piyasa öylesine akıllı, öylesine iyidir ki, şer gibi görünen durumları dahi hayra tahvil eder. Bu nedenledir ki, Thatcher bir konuşmasında, “Bizim işimiz eşitsizlikle övünmek, eşitsizliğin hepimize yarar sağlayacak yetenek ve becerileri ortaya çıkardığını, yollarını açtığını görmektir” diyebilmiştir. Diğer bir deyişle, rekabet edecek durumda olmayanların bir kenara bırakılmalarında sakınca yoktur. İnsanlar zaten eşit doğmazlar ve bu iyi bir şeydir çünkü iyi ailelere doğan, en iyi eğitimli, en kararlı insanların zaman içinde herkesin yararına olacakları görülecektir. Toplumun zayıflara, iyi eğitim görmemişlere birşeyler borçlu olması söz konusu değildir; yoksulların başlarına gelenler kendi hatlarıdır, toplumun değil.  Gelin görün ki, geçen 22 yılda olup bitenler, toplumun rekabetten yararlandığını değil, tam tersine ağır darbe aldığını göstermiştir. Örneğin, Thatcher öncesi İngiltere’de, on kişiden bir kişi yoksulluk-çizgisi altında yaşarken, bugün bu rakam dört kişiden bir kişiye yükselmiştir. Durum çocuklarda daha da vahimdir: resmi rakamlara göre üç İngiliz çocuğundan birisi yoksulluk çizgisinin altındadır. (5)  Neo-liberalizmin rekabet anlayışının bir diğer sonucu da kârlılıklarını ve pazar paylarını arttırmak gibi yükümlülükleri olmayan kamu iktisadi teşekküllerinin acımasızca budanması olmuştur. Geçen 22 yılın başlıca ekonomik transformasyonlarından birisi özelleştirmedir. İngiltere’de başlayan ve dünyayı saran bu uygulama, hemen her ülkede fiyatların artmasına karşın hizmetlerin iyileşmemesi ile sonuçlanmıştır. Kuruluşların yeni sahiplerinin elleri mecbur müşterilere ekonomik gerekçesi olmayan tekel fiyatları dayattığı bu durum klasik iktisatçıların “pazarın yapısal iflâsı” dedikleri bu oluşumdur. Oysa, hemen tüm kamu hizmetleri ekonomistlerin “doğal tekeller” dedikleri sınıfa girerler. Doğal tekeller, pazarın tümüne hitap ettikleri için sürümden kazanan yani asgari kârla, azami hizmet verebilen kuruluşlardır. Demiryolları, enerji santralları gibi büyük sermaye gerektirdiği için çok sayıda heveslisi olmayan hizmetleri kamu iktisadi teşekküllerinin üstlenmesi doğal ve gereklidir. Ama, neo-liberallerin adetidir, etiketinde “kamu” yazan her etkinliği ve sadece bu sebeple “hantal” ilân ederler. İşçi sendikaları geleneksel olarak en güçlü oldukları alan kamu sektörüdür. Özelleştirmenin bir başka amacı da işçi sendikalarını budamaktır. Nitekim, 1979-1994 arası İngiltere’de %29 küçülen kamu sektöründen çıkartılan 2 milyon işçinin iptal edilen işlerinin hemen hepsi sendika kapsamındaki işlerdi. İşleri iptal edilenlerden sadece 300 bin tanesi özel sektörde iş bulabildi; neo-liberalizmin bir şiarı da mümkün olan en az sayıda işçi çalıştırmaktır. Çünkü, kârlılık, hisse senetlerinin satışını da etkiler.  Özelleştirme ile ilgili bir başka mit, küçük tasarruf sahiplerinin özelleştirilen kuruluşların hisse senedi sahipliğini teşvik ederek, menkul kıymetler borsalarının canlanmalarına katkıda bulunacağıydı. Ne ki, bu iddialar da doğrulanmış değildir. Bugün, özelleştirmenin beşiği İngiltere’de, elden çıkarılan kamu kuruluşlarının hisse senetlerinin ezici çoğunluğu ya finans kuruluşlarının ya da çok büyük yatırımcıların elindedir. Neo-liberalizm gelir dağılımını da bozar. Serveti toplumun tabanından tavanına yöneltir. ABD, dünyada gelir dağılımının en bozuk olduğu ülkelerden birisidir. Başkan Reagan’ın neo-liberal doktrin ve politikaları neticesinde bu durum daha da vahim bir hale gelmiştir. 1977’de, Amerikan ailelerinin en zengin %1’inin ortalama geliri, en yoksul %10’undan 65 misli daha fazlaydı. 1988’de bu rakam 115’e yükseldi. UNCTAD’nin 2600 araştırmaya dayanarak yayınladığı bir rapora (4) göre Çin, Rusya ve diğer eski sosyalist ülkeler de dahil olmak üzere, dünyanın hemen her yerinde orta sınıfın içi boşaltılmakta, yoksullaştırılmaktadır. Neo-liberalizmin zenginlerin daha da zenginleştirilmeleri gerektiği düşüncesinin arkasındaki teori ve ideolojik gerekçe, sermaye birikimin yatırıma yöneleceği, işsizliğin azalacağı, genel refah seviyesinin yükseleceğidir. Oysa, bu iddia da gerçekleşmemiş; zenginlerin ellerinde toplanan sermayenin yerel ya da ulusal ekonomilere dönmek yerine uluslararası gayri menkul borsalarına gittiği görülmüştür. Uluslararası seviyede ise, neo-liberaller çabalarını üç temel noktada yoğunlaştırırlar: i) mal ve hizmet ticaretinin serbestleşmesi, ii) sermaye dolaşımının serbestleşmesi, iii) yatırımların serbestleşmesi. IMF kriz yönetimi ve şartlı destek mekanizmaları sayesinde, neo-liberal ekonomi politikalarının evrensel garantörü işlevini üstlenmiştir. Oysa, 1944’de Bretton Woods’da kurulduklarında IMF ve Dünya Bankasının görevleri savaş sonrası yeniden yapılanma ve kalkınma için ödünç para vermek, ödemeler dengesi bozukluklarını giderecek krediler sağlamak suretiyle gelecekteki çatışmaları önlemekti. Bağımsız devletlerin ekonomik kararları üzerinde kontrolları olmadığı gibi, politikalarına da müdahale edemezlerdi. Son yirmi yılda bu durum tamamen değişmiştir. Bu kuruluşlar, artık şeffaf olmadıkları gibi, demokratik sorguya da kapalı olmalarıdır.  Ve nihayet, neo-liberalism, halkların bütünü için değil, siyası gücü elinde tutan egemen güç sermaye için tasarlanmış bir sitemdir. Ekonominin topluma kendi kurallarını dayattığı bu sistemde demokrasi bir kamburdur; çünkü, seçmenler arasında kaybedenlerin sayısı kazananlardan daha fazladır ve onlar seslerini duyurmak isteyeceklerdir. Nitekim, SSCB’nin dağılmasıyla sonuçlanan büyük “transformasyon,” anayasal demokrasi ile serbest piyasa kurallarının barış içinde beraberliğinin mümkün olamayacağını göstermiş ve büyük heyecanlarla başlayan demokrasi hareketi dağılmış, neo-liberalizmin kurallarına yenik düşmüştür. Bu bağlamda, “demokratik hareketlilik” ile “iktidarda söz sahibi” olmayı birbirine karıştırmamak gerekir.  Bütün bu oluşumların Türkiye’deki yansımalarını,  uygulamalarını,  alınan kararların olası sonuçlarını tartışmanın zamanıdır. susarsak, genelde kabul gören “doğrular”ın arkasına saklanırlarsak, bir dönem daha kaybetmekten korkarım. (sürecek) Son Söz: Soru şu: Türkiye’ye ve benzer ülkelere 1980 sonrasında uygulatılan kapsamlı neo-liberal model ne kadar doğruydu? Bu model kim tarafından kurgulandı ve uygulamaya konuldu? Türkiye; bu programın sadece bir bölümüne itiraza kalkıştığı için sadece gecikmedi; aynı zamanda çaresiz kaldı. Bu çaresizliğe Küresel Oyun kurucular, Türkiye ekonomisini, finans kapitale öylesine bağımlı hale getirdiler ki, hareket alanlarını da kısıtladılar. "faiz - Kur - enflasyon" Sarmalının içine Türkiye'yi kim soktu? Bu oyunları kurgulayanlar kim? Asıl yanıtlanması gereken sorular bunlar..... Referans: (1) Karl Polanyi, The Great Transformation, 1944; (2) George Susan, “Küreselleşen Dünyada Ekonomik Bağımsızlık Konferansı,” Bangkok, 24-26 Mart, 1999.; (3) “There Is No Alternative” – Başka seçenek yok. (4) 1997 Trade and Development Report; (5) 1996 report of the British Child Poverty Action Group. (6)https://sharing.org/information-centre/articles/neoliberalism-and-economic-globalization

Feodalizmden Kapitalizme , Kapitalizmden Tekno-feodalizme… Bir Ekonomik Sistemin Sürdürülebilirlik Yolculuğu...

  İlk Söz: Son birkaç on yıl içinde; Küresel ekonomiyi tanımlayan iki muhteşem, ancak kuramsallaştırılmamış fenomen.Birincisi, şirketlerin sahip olduğu muazzam güç,ikincisi, son derece dramatik olsa da bu kurumsal devlerin kitlesel mülkiyetinin eşitsiz, yükselişi. "Şirketlerin ve siyasilerin insan beynini hacklemeyi öğrendiği bu dönemde küresel dünya kişisel tutum ve ahlakımız üzerine eşi benzeri görülmemiş bir baskı yaratıyor. Her birimiz her yeri kaplayan sayısız örümcek ağına yakalanmış durumdayız. Bu ağlar hareketlerimizi sınırlamakla birlikte en ufak bir kıpırdanışımızı bile çok uzak istikametlere iletiyor. Gündelik alışkanlıklarımız dünyanın öbür ucundakiinsanların ve hayvanların hayatını etkiliyor ve kimi kişisel tavırlar beklenmedik şekilde tüm dünyayı ayağı kaldırabiliyor."   Geleneksel kapitalizmin yerini büyük teknoloji şirketleri ve merkez bankalarının yönettiği teknofeodalizmle değiştiren küresel dönüşümün kapağını kaldırıyor ve bu dönüşümün dünyamıza getirdiği tehditlerle mücadele etmek için ne yapabileceğimizi soruyor. Sosyal demokrasi, çevre, dünya barışı ve özgürlüklerimiz. Bu değişim ve dönüşüm neoliberalizm açısından bir kopuş değil, tam da neoliberalizm açısından pratikte hangi yönlerden işlevselleştirildiğine bakarak, özellikle az gelişmiş  ya da gelişmekte olan  ülkelerde yapılan seçimlerle  demokrasi ve eşit bölüşümün sağlanmasının mümkün olmadığını ya da başka bir deyişle bu ve nbenzeri ülkelerde iktidarı elinde tutan sermayenin ülke yönetimini demokrasi ve adil bölüşümüne izin vermeyeceğini öngörmek paradoksal bir analiz olmayacaktır. Belki de salgından, bitmek bilmeyen mali krizlerden ya da TikTok'taki tüm o sevimli kedilerden ve sosyal medyada ki resim paylaşımlarından dolayı dikkatimiz çok dağıldığından.Kapitalizmin Tekno-Feodalizme  ile ne zaman değiştirildiğini kimse fark etmedi. Ancak hepsinin perde arkasında yeni ve daha sömürücü bir sistem hakim oluyor: teknofeodalizm. Dünyaca ünlü ekonomist Yanis Varoufakis, Homer'dan Mad Men'e kadar Yunan Efsanesi ve popüler kültürden hikayelerden yararlanarak, oyunun kurallarını değiştiren bu dönüşümü ve bunun, zamanımızı anlamanın anahtarını nasıl barındırdığını açıklıyor. Kapitalizmin temel direklerinin (kâr ve piyasalar) artık işe yaramadığını gösteriyor. Bunun yerine, her tıklama ve kaydırmayla, teknofeodal rejimin temelini oluşturan, büyük teknoloji ve merkez bankalarının yarattığı yeni bir sistemin, bulut sermayesinin hegemonik yapısını ve yansımalarını izliyoruz.  Bu değişimin büyüklüğünü kavradığımızda, çağımızın can alıcı bilmeceleri çözülüyor: yakalanması zor yeşil enerji devriminden ABD ile Çin arasındaki Yeni Soğuk Savaş'a ve Ukrayna'daki çatışmanın küreselleşmeyi nasıl tehdit ettiğine kadar. Kripto teknolojisinin neden yalan bir vaat olduğunu ve sosyal demokrasinin artık olanaksız olduğunu açıklıyor. kapitalizmin teknolojik olarak geliştirilmiş bir feodalizm biçimi tarafından nasıl gasp edildiğini açıklarken aynı zamanda şu soruyu yanıtlıyor: Onun yerini nasıl ve ne alabilir ki, böylece özerkliğimizi ve hatta belki de özgürlüğümüzü yeniden kazanabiliriz. Kapitalizmin ne zaman öldüğünü kimse fark etmedi. Belki de küresel finansın çöküşü ya da popülizmin yükselişi ya da gezegenin yok olması ya da Instagram'daki tüm o sevimli kediler yüzünden dikkatimiz dağılmıştı. Ancak yavaş yavaş, sessizce, daha da sömürücü yeni bir sistem ele geçirildi: "tekno -feodalizm". Yazar, kendisine yeni teknolojilerin insanlık tarihini şekillendirme gücünü ilk kez öğreten rahmetli babasına yazdığı mektupta, Büyük Teknoloji'nin hayatlarımızda nasıl görünmez ama köklü bir dönüşüme yol açtığını anlatıyor. Yunan Efsanesi ve popüler kültürden, Mad Men'den Karl Marx'a kadar uzanan hikayelerden yararlanarak, kapitalizmin temel bileşenlerinin - kâr ve piyasaların - nasıl yer değiştirdiğini açıklıyor. Ve kişisel verileriniz ile 'bulut sermayesinin' dönüştürücü gücü arasındaki gizli bağlantıyı açığa çıkarıyor; bu da farkında olmadan hepimizin teknoloji devleri için her gün ücretsiz olarak çalıştığımız anlamına geliyor. İnsan, Tekno-feodalizmin (Gözetleyen Kapitalizm) Nasıl Metası Oldu? Bu çerçevede, 21. yüzyıl kapitalizminin yerini Büyük Teknoloji tarafından denetlenen yeni bir ekonomik sistemin aldığını savunan tekno-feodalizm tezi son yıllarda teknoloji dünyasında tartışılıyor. Argümanın özünde, klasik kapitalizmin üretimi genişletemediği veya emek verimliliğini artıramadığı düşüncesi yatıyor. Bunu yapamayan kapitalizm, bunun yerine kâr etmeye devam edebilmek için dijital platformlar üzerinden yeni kapasiteler geliştirmeye odaklanıyor. Tekno-feodalizm dünyayı ele geçiriyor Varoufakis “Kapitalizmin ölümü sessiz olsa da yakında fırtına kopabilir” derken, reel ekonomi ile finans arasındaki bağın tamamen kopmasını, “tekno-feodalizm” dediği sistemin ayak sesleri olarak görüyor Kapitalizm devrimin gürültüsüyle değil, bir hayal kırıklığının iniltisiyle yıkılıyor. Bir zamanlar insan ilişkilerini piyasa temeline oturtarak feodalizmi sinsice ezip geçen kapitalizm, bugün tekno-feodalizm adında yeni bir ekonomik düzenle alaşağı ediliyor.  Bu tahmin, size kapitalizmin ölümünü erken ilan eden aceleci bir öngörü biri gibi görünebilir ancak bu kez doğru çıkması oldukça muhtemel.   Aslında bir süredir bu yönde emareler var. Normalde birbirine zıt yönde hareket etmesi gereken tahvil ve hisse senedi fiyatları aynı anda ve ciddi biçimde yükseliyor; hatta düşseler bile beraber düşüyorlar. Ne değişti? Değişimin ayak sesleri geçen yıl 12 Ağustos’ta duyuldu: 2020 yılının ilk yedi ayında İngiltere’nin milli gelirinin en kötümser tahminleri bile aşarak yüzde 20 oranında gerilediği açıklandı. Birkaç dakika sonra Londra Borsası yüzde 2’den fazla değer kazandı. Böyle bir şey daha önce hiç olmamıştı. Finans ile reel ekonomi arasındaki bağ tamamen kopmuştu.  Bu eşi görülmemiş olaylar gerçekten de artık kapitalist bir dünyada yaşamadığımız anlamına mı geliyor? Sonuçta kapitalizm bundan önce de esaslı dönüşümlerden geçti. Bu da bir sonraki aşama olamaz mı? Sanmıyorum. Şu an yaşadığımız şey daha derin ve tedirgin edici bir değişim söz konusu. 19. yüzyılın sonundan bu yana kapitalizmin en az iki büyük değişimden geçtiği doğru. Rekabetçilik görüntüsünden oligopole uzanan ilk büyük dönüşüm II. Sanayi Devrimi’yle ortaya çıkmış, birbiriyle ilintili şirket ağları ile onları finanse edecek mega bankalar birbirini mıknatıs gibi çekmişti. Tarihin itici gücü artık Adam Smith’in fırıncısı, bira üreticisi ve kasabı değil, Ford, Edison ve Krupp’tu. Bunu takip eden, şamatası bol dev borçlar ve dev gelirler döngüsü önce 1929’daki çöküşe ve New Deal programına, ardından ise II. Dünya Savaşı sonrası Bretton Woods sistemine yol açtı. Bu sistem, finans konusundaki kısıtlarına rağmen nadir görülecek türden bir istikrar dönemi getirdi.  1971’de Bretton Woods sisteminin sona ermesiyle kapitalizmin ikinci dönüşümü başlamış oldu. Amerika artan ticaret açığıyla dünyanın bir numaralı talep sağlayıcısı oldu; Almanya, Japonya ve sonrasında Çin’in net ihracatı ABD’ye yönelirken, bu ülkelerin elde ettiği kârlar, aslında yine kendilerini finanse eden Wall Street’e düzenli bir şekilde aktı. Böylelikle ABD kapitalizmin en enerjik küreselleşme aşamasını desteklemiş oldu.  Ne var ki Wall Street’tekiler başrole gelmek için New Deal ve Bretton Woods’tan kaynaklanan kısıtlamalardan kurtulmak istediler. Serbestleşme ile birlikte oligopolcü kapitalizm finansal kapitalizme dönüştü. Yeni başkarakterler Goldman Sachs, JP Morgan ve Lehman Brothers olacaktı. Bu radikal dönüşümler çok ciddi sonuçlar doğursa da kapitalizmin alametifarikasını değiştirmediler: Sistem hâlâ piyasalardan kazanılan özel kârlar ve rantlarla besleniyordu. Adam Smith’in ortaya koyduğu kapitalizmden oligopolcü kapitalizme geçişle birlikte kârlar aşırı arttı ve büyük holdingler, büyük rantlar elde etmek için devasa pazar güçlerini kullanma fırsatı buldu. Rekabetten kurtulmanın özgürlüğünü yaşıyorlardı. Wall Street piyasaya dayalı soygun yöntemleriyle toplumdan rant devşiriyordu.  2008’den sonra her şey değişti. G-7 ülkelerinin merkez bankaları 2009 Nisan’ında global finansı düze çıkarmak için para basmaya karar verdiğinden beri istikrar kayboldu. Bugün küresel ekonomi kâr üzerinden değil merkez bankasının sürekli para basmasıyla ilerliyor. Bu süreçte değer yaratımı piyasalardan Facebook ve Amazon gibi dijital platformlara kaydı. Bunlar artık oligopolcü firmalar gibi değil, özel derebeylikler biçiminde faaliyet gösteriyor. İktisadi sistemin kârdan değil merkez bankalarının bütçesinden güç alması, 12 Ağustos 2020’de yaşananları açıklıyor. Acı haberi alan finansçılar şöyle düşünmüştü: “Harika! İngiltere Merkez Bankası paniğe kapılıp daha da fazla sterlin basacak, o sterlinler da bize gelecek. Hisse almanın tam zamanı!” Bütün Batı’da, merkez bankalarının bastığı paralar finansçılar tarafından şirketlere borç veriliyor, şirketler de bu borçlarla kendi hisselerini satın alıyor, hisselerin değeri ise kârlardan kopuk ilerliyor. Bu sırada, dijital devler piyasaların yerini alıp, kişisel servet elde etmenin yeni odağı haline geliyor. Tarihte ilk kez hemen herkes, Facebook’a bir şeyler yükleyerek veya Google Maps’e bağlıyken seyahat ederek büyük şirketler için bedavaya sermaye üretiyor.  Elbette geleneksel kapitalist sektörler ortadan kaybolmadı ama tekno-feodal ilişkiler onlara yetişip geçmeye başladı.  Kapitalizmin ölümü sessiz olsa da yakında fırtına kopabilir. Tekno-feodal sömürünün ve eşitsizliğin mağdurları bir araya gelirse, çıkan ses çok yüksek olacaktır. Ekonomi ve siyaset dünyasında, özellikle akademisyenler arasında klasik kapitalizmin ölüm döşeğinde olduğunu iddia edenlerin sayısı her geçen artıyor. Bununla birlikte kapitalizmin yeni bir versiyonu olarak tekno-feodalizmin doğduğunu, bunun reel ekonomi ile finans arasındaki bağın tamamen kopması anlamına geldiğini iddia edenlerin sayısı da beraberinde artıyor. Bazıları tekno-feodalizm terimi yerine dijital feodalizm, enformasyon feodalizmi, neo-feodalizm gibi terimlerini de kullanabiliyor. Aslında hepsi aynı kapıya çıkıyor. Ben tekno-feodalizm terimini kullanmayı daha doğru buluyorum. Zaten en yaygın kullanılan terim de budur. Bir açıdan kapitalizm ölmüyor, fakat şekil değiştiriyor. kapitalizmin günümüzün hızla gelişen teknolojisine uyum sağlama sürecini yaşadığını, özellikle de sanal dünyanın dinamiklerini yeniden okuyarak, ortaya çıkan yeni insan tipolojisinin gereksinmelerini okuma gayretinde olduğunu (belki de yönlendirdiğini) ve nihayetinde “tekno-feodalizm” tanımlamasıyla kapitalizmin yine sıradan insanları sömürmeye devam etmekte...   Bu çerçevede, 21. yüzyıl kapitalizminin yerini Büyük Teknoloji tarafından denetlenen yeni bir ekonomik sistemin aldığını savunan tekno-feodalizm tezi son yıllarda teknoloji dünyasında tartışılıyor. Argümanın özünde, klasik kapitalizmin üretimi genişletemediği veya emek verimliliğini artıramadığı düşüncesi yatıyor. Bunu yapamayan kapitalizm, bunun yerine kâr etmeye devam edebilmek için dijital platformlar üzerinden yeni kapasiteler geliştirmeye odaklanıyor.  Ekonomi uzmanlarına göre günümüz kapitalizmi buhranlı bir dönemi atlatmaya çalışıyor. Geçmişe baktığımızda, kapitalizmin, ABD’de patlak veren 1929 Büyük Buhranıyla sarsıldığını görüyoruz. Batı dünyası bu büyük kırılmayı, Keynesçi ‘devlet destekli kapitalizm’ anlayışına sarılarak aşmaya çalışmıştı. İkinci Dünya Savaşı öncesinde başlayan bu kapsamdaki kapitalizm, 1980’li yıllara kadar ilerleme kaydetti. 1980'lerin başlarında, 'Washington Konsensüs'ü serisi devreye sokuldu ve üzerinde anlaşmaya varılan mutabakat ile, neoliberal anlayışın kapitalist sistem açısından öne çıkışına izin verildi. Böylelikle gelişmiş ekonomilerin gelişmekte olan ekonomileri 'serbest ticaret' ve 'sermaye hareketlerinin serbestleştirilmesi' konusunda ikna etmesi neticesinde her yerde ‘devlet küçüldü’.  Bu minvalde Türkiye'ye ayrı bir parantez açmakta yarar var... Neoliberalizmin Türkiye’ye girişi, aslında, Thatcher (1979) ve Reagan’ın (1981) tarihlerinin arasında yer alır. Türkiye’nin simgesel iki tarihi 24 Ocak ve 12 Eylül 1980’dir. Özelleştirme yaftası altında son kırk yıla damgasını vuran hazin dönüşümlerin, tüm kalıntıları, mirası ile tasfiyesi...Soru şu: Türkiye’ye ve benzer ülkelere 1980 sonrasında uygulatılan kapsamlı neo-liberal model ne kadar doğruydu? Bu model kim tarafından kurgulandı ve uygulamaya konuldu? Türkiye; bu programın sadece bir bölümüne itiraza kalkıştığı için sadece gecikmedi; aynı zamanda çaresiz kaldı. Bu çaresizliğe Küresel Oyun kurucular, Türkiye ekonomisini, finans kapitale öylesine bağımlı hale getirdiler ki, hareket alanlarını da kısıtladılar. "faiz - Kur - enflasyon" Sarmalının içine Türkiye'yi kim soktu? Bu oyunları kurgulayanlar kim? Asıl yanıtlanması gereken sorular bunlar...Ayrıca, küresel güçlerin gizli planlarını bilim kurgu / komplo teorileri diye küçümseyenler döviz kurlarındaki hareketliliğin ekonomik değil, Türkiye ağır bir tehditle yüzyüze.olduğu gerçeğini herhelde görüyorlardır...Küresel oyun kurucuların, demokrasi, serbest piyasa ekonomisi, insan haklarına ve sosyal sorumluluğa ilişkin latif fikirler artık emperyalizme evrilmiş durumda. Küresel oyun kurucular, özgür ve barışçıl ticaret aracılığı ile dünyayı birleştirmek yerine kaba kuvvet yoluyla dünyadan daha büyük pay kapma yarışına girdiler. Artık ekonomik, siyasal ve düşünsel bir merkez kayması yaşanmaya başlandı. Yeni değerler, yeni üretim biçimleri inşa edildi. i- Rusya tarafından jeopolitik olarak kuşatılma. Rusya artık güney komşumuz oldu. ii-Batı ile ilişkilerimiz de çok zayıfladı. Akdeniz’de yeni ittifakların ve Türkiye’ye yönelik hasmane tutumların yükseldi. Kıbrıs ve Akdeniz’deki haklarımız en ciddi risklerle karşı karşıya kaldı. Mısır, İsrail, Yunanistan üzerinden gelen ABD destekli saldırılara maruz kaldı . iii-S400 sisteminin F35 uçak krizi, İran’a petrol ambargo kısıtlaması iv-İçte ve dışta Siyasi gerilimler devam etti. Neoliberalizm rüzgarlarının hâkim olduğu küresel ekonomide, Bretton Woods kurumları ile devreye sokulan kurallar silsilesinin bir sonucu olarak küresel sermaye sahipleri tarafından sıkı sıkıya bağlanan dış ticaret, sermaye hareketleri ve finansal işlemler bir anlamda gevşetildi (deregüle edildi) ya da ortadan kaldırıldı. Dünya para bolluğu yaşadı. Küresel dolaşımdaki para üç dört misline çıktı. Washington Konsensüslerini takiben, 2000’li yılların başında Silikon Vadisi Konsensüsü devreye sokuldu. Bundan amaçlanan şuydu: Işık hızıyla ilerlemekte olan neoliberal ticaretin, sınırsız teknolojiyle evlendirilmesi. Bu; dijital verilerin meta olarak görülmeye başlandığı bir döneme geçiş yapmak anlamına geliyordu. Öyle ki her birimizin sahip olduğu, üzerine titrediği, kimselerle paylaşmak istemediği “kişiler verilerimiz” artık bir ekonomik değere, metaya dönüşüyordu. Bizim verilerimiz birer ticari mal haline geliyordu. Böylece, her birimiz farkında olalım veya olmayalım, yanımızdaki telefonun bizim kişisel beğenilerimizi çaktırmadan ‘çaldığı’ ve biz internet üzerinde alış-veriş yaparken o beğenilerimizin önümüze düştüğü bir dünyada yaşamaya başladık. Bizi ‘ikna için kullanılan, yönlendiren algoritmalar’ ile yaşar hale geldik. Bunun ismi gözetleyen kapitalizm (surveillance capitalism) olarak literatüre girdi. Yeri gelmiş iken,Kredi derecelendirme kuruluşları aslında giderek küresel finans burjuvazisinin antidemokratik bir teknokrasi projesi haline dönüştü. Derecelendirme kuruluşları, IMF ve Avrupa “Troyka”sı bir bütün olarak öncelikle sermayenin güvenliğini ve stratejik çıkarlarını koruyan ve “sermayenin rasyonalitesini” düzenleyen her türlü iktisadi ve sosyal denetime karşı “sermaye çıkar-kriz gelir” şantajı uygulayan antidemokratik bir güç sergiled ve sergilmeye devam ediyor... “İktisadi akıl” diye adlandırılan bu projenin ana düsturu, bağımsız iktisat politikalarının ve hukukun üstünlüğü ilkesinin yadsınarak, bütün sosyal politikaların piyasalaştırılmasını ve tüm iktisadi ve sosyal değerlerin sermayenin hiper-sömürüsüne terk edilmesini amaçlıdı. Altını kalın çizgilerle çizdiğim ve çok önemsediğim bu notu düşmezsem olmazdı. Birlikte okuyalım: "Şimdi tüm bu gelişmeler perspektifinde, gelişmekte olan ülkelerde yapılan seçimlerle demokrasi ve eşit bölüşüm sağlaması mümkün mü? Ya da başka bir deyişle gelişmekte olan ülkelerde iktidarı elinde tutan sermaye grupları ülke yönetimini demokrasi ve adil bölüşümüne izin verir mi? Seçimi Kim kazanırsa kazansın sermaye grupları için değişen hiç bir şey olmayacak. Ülke tarihinin en çok kutuplu Meclis’ini göreceğiz. Sermaye sesinin de yine her zaman olduğu gibi en gür çıkacağını da!..." Şimdilik bu notum burada kalsın... Bu arada 2008 yılında yaşanan küresel mali krizden sonra dünyanın büyük ekonomilerinin temsil edildiği G7 ülkelerinin merkez bankaları, 2009 yılının Nisan ayında bir anlaşmaya vardılar. Küresel finansı yeniden yönetmek için para basma yeteneklerini devreye sokmaya karar verdiler. Bugün küresel ekonomi, üretim artışları ve emeğin verimlilik artışlarından kaynaklanan daha fazla üretimle kâr etmek yerine, merkez bankaları tarafından sürekli olarak basılan para arzıyla besleniyorlar. Bu arada, klasik üretimden beslenen yatırımcılar da giderek piyasalardan uzaklaşıyorlar. Paranın yönü özel fonlara ve feodal mülkler olarak faaliyet gösteren dijital platformlara kayıyor. Bu dijital platformlar arasında Facebook ve Amazon gibi oligopol hale gelen firmalar, sanal dünyanın baş oyuncuları olarak yerlerini alıyorlar. Böylece dijital platformlar, özel servet elde etmek için klasik pazarların yerine geçiyor. Tarihte ilk kez neredeyse herkes büyük dijital şirketlerin sermaye değerini ücretsiz olarak artırıyor. Artmasına el birliğiyle hepimiz ortaklaşa katkı sunuyoruz. Somut üretim, bir ürün veya malzeme çıktısı olmadan, sanal değerlerin piyasa değerleri de bizlerin sayesinde artmaya devam ediyor. Her birimiz Facebook'ta bir şeyler yayınladığımızda veya Google Haritaları kullanarak bir yerden bir yere seyahat ettiğimizde, bu şirketlerin daha çok kazanmasında kendi rolümüzü oynuyoruz. Bizim “emeğimiz” bu tür sanal dünyadaki şirketlerin para kazanmasına hizmet ediyor. Karmaşık bir durum ama işin özü böyle gözüküyor.  Henüz, klasik kapitalist ilişkiler bozulmadı. Emek, sermaye, piyasa vb. ilişkiler devam ediyor. Ancak tekno-feodal ilişkiler olarak adlandırılan bu yeni süreç, eski tür üretim ve para kazanma yollarını aşarak büyüyor ve hepimizi ister-istemez içine alarak genişlemeye devam ediyor. Birer meta haline gelen kişisel verilerimizi kullanarak küresel ekonomideki pastanın büyük bir kısmına hükmetmeye başlayan küresel dijital platformlar ve teknoloji şirketleri tarafından yönetilen ve yönlendirilen, “gözetleyen kapitalizm” çağına geçiş yapıyoruz. Tekno-feodalizmin güç kazandığı bir döneme şahitlik ediyoruz. Emeği sömürüsüyle büyüyen, kazanan 1750’li yıllardaki kapitalizm belki bitti ama yeni ortaya çıkan gözetleyen kapitalizm türü, sadece çalışanları değil tüm insanları, hatta bazen hayvanları ve bitkileri bile sömüren bir düzeni inşa etmeye devam ediyor. Bunu da teknolojiye, dijital dünyaya dayandırarak yapıyor. Eskinin emeği sömüren klasik şirketlerinin yerini günümüzde kendi rızalarımızla kendimizi emanet ettiğimiz küresel teknoloji şirketleri sömürüyor. İnsan haklarının sembolleriyle kendini meşgul eden dünyanın önde gelen devletleri ise, insan odaklı bir dünyanın yok oluşunu sadece seyrediyorlar. Her birimizi gözetleyen kapitalizmin bizleri birer meta olarak kullanmasına izin veriyorlar.  Böylece ortaya çıkan ve kuralları yıkarak büyüyen Tekno-feodalist model, tekel konumuna erişmeyi birincil amaç olarak tanımlıyor. Bunun için sofistike verilere önde gelen tüm dijital platformlar sahip olmaya çalışıyor. Her bir platform kendi alanında tekel olmak, küresel ölçekte tek oyuncu olabilmek için çırpınıyor. Bir ikincisine tahammülleri yok. Tam bir kapitalist mantık burada da acımasız bir şekilde çarkını döndürüyor.  Fransız ekonomist Cédric Durand 2020 tarihli Technoféodalisme adlı kitabında bu dijital platformların kendilerini "vazgeçilmez hale getirme" arayışında olduğunu belirtiyor. Yine aynı yazar, Critique de l'Économie Numérique adlı kitabında, platformları; klasik elektrik sağlayıcıları, demiryolları veya telekomünikasyon ağları ile aynı kategoride yer alan birer altyapı hizmeti olarak düşünmemiz gerektiğini öne sürüyor.  Tekno-feodalist yaklaşımı bilimsel olarak ilk öne süren, Harvard Business School profesörü Shoshana Zuboff’tur. Yazar, 2018 yılında yayınlanan The Age of Surveillance Capitalism (Gözetim Kapitalizmi Çağı) adlı kitabında bu terimi ilk defa kullanan kişi olarak biliniyor. Aslında Büyük Teknoloji (Big Tech) eleştirisi olma iddiasıyla yazılan bu kitap, dijital platformların, alış-veriş sitelerinin kendi tekelci konumlarını korumak ve potansiyel müşterileri başkalarından önce kendilerine çekebilmek için bazı kişisel verileri kullandıklarını öne sürdü. Zuboff, bu algoritmayı, ‘davranışsal fazlalık’ modeli olarak isimlendirmeyi tercih etti.  Zuboff'u destekleyen en önemli örnek ise Google’un arama algoritmasında, site aramalarında devreye soktuğu ‘kişiselleştirilmiş reklam tasarımı’ idi. Bu adım bir kez atıldıktan sonra, arkası kendiliğinden geldi. Biz sıradan insanlar hakkındaki bilgiler, belirli bir satış için kullanılsın ya da kullanılmasın, kendi başlarına değerli bir meta olarak tanımlanır oldu. Böylece, tekno-feodalist akımın öncüleri olarak görülen dijital platform şirketleri (başta Google, ardından Facebook, Microsoft ve Amazon) tarafından küresel dijital gözetim yeteneğinin devreye sokulduğuna hepimiz şahit olduk. Bu sistem bizleri feodal sistemin serfleri gibi sömürmeye, sırtımızdan kazanmaya başladı. Bizler, “Aaaa, bu telefon galiba beni dinliyor” derken, aslında aynı zamanda birer meta haline geldiğimizi de gülerek kabullenir olduk. Şimdi kendi kendini sömüren, insanların beğeni, alış-veriş, yeme, zevk vb. tercihlerini ‘okuyan’ hatta siyasi oy tercihlerimizi bile bize sormadan bilebilen (ve yönlendiren) büyük bir sömürü sisteminde yaşıyoruz. Artık biz insanlar, algılarımızla durmadan oynayan bir sistemin parçasıyız. Bize yön vermek isteyenlerin, bize sormasına gerek kalmadı. Nasılsa bunu dijital platformlar üzerinden yapabiliyorlar. Seçimler öncesindeki anket şirketleri bile yakında işsiz kalmaya aday. Başkan koltuğundan olan Trump’ın isyanı ve arka planda dijital platformlara rağmen devam eden mücadelesi, seçim döneminde dijital platformlar üzerinden oynanan acımasız yönlendirme oyununu bozmak içindi diye düşünüyorum. O yüzden kendi dar kapsamlı sosyal ağını kurma gereksinimi hissetti. Büyütebilirse, 2024 seçimleri sonucunda belki tekrar Amerikan başkanı olarak dönebilir, kim bilir? Kısaca tekno-feodalizm veya gözetleyen kapitalizm olarak tanımlanan yeni sömürü düzeni, kapitalizmin en büyük tarihsel dönüşümü olarak tanımlanıyor. Herhalde henüz yolun başındayız. Muazzam dönüşüm devam ediyor. Nerede duracağını tam bilebilmemiz şimdilik neredeyse olamaksız gözüküyor. Tabii ki farkında olduğumuz, bildiğimiz bir şeyler var. Artık uyanık olduğumuz saatleri, aktif ya da pasif olarak, kaydeden ve doğrudan dünyanın en değerli şirketlerine ileten elektronik cihazlarla sürekli etkileşim halinde geçiren bizler için tekno-feodalist eleştirinin bir karşılığı var: Her birimiz, teknoloji şirketlerine kendimiz hakkında gönüllü bilgi aktaran emekçilere dönüştük. Bezos ve Zuck için değer üreten emekçiler olarak yaşıyoruz. Teknoloji oligopolü sadece tercihlerimizi, alışkanlıklarımızı ve seçimlerimizi sorunsuz bir şekilde kaydetmekle kalmıyor, aynı zamanda bu verileri gelecekteki seçimlerimizi yönlendirmek için de kullanıyor.  Bir önceki yazımda Elon Musk’ın Twitter şirketini 44 milyar dolara satın almasından yola çıkarak dijital dünyadan biraz bahsetmiştim. Musk, muhtemelen gelecekte internet dünyasının altyapısını sağlayan dünyada tek bir sistemin, kendisinin sahip olduğu Starlink’in ayakta kalmasını hedefliyor. Bir dönem dijital para piyasasını hareketlendiren Musk’ın bu dünyaya da girmeye hazırlandığını ancak bu spekülasyonlara açık alanda tekelleşebilmek için uygun zamanı kolladığını düşünüyorum. Bu arada Musk’ın; tıpkı Facebook, Google gibi dünyada kendi alanında tekel haline gelen Twitter’ı satın alarak, gözetleyen kapitalizmin, tekno-feodalizmin en büyük patronlarından biri olmayı, belki de Baş Twitçi benzeri Baş Patron olmayı amaçladığı söylenebilir. Tekno-feodalizmin önümüze sunacağı gelecek öngörülerini önceden okuyabilmek, sanal dünyada gittikçe büyüyen sömürü düzeninden daha az zarar görmek için Elon Musk benzeri dijital platform sahiplerinin ayak izlerini takip etmeyi, kendi kişisel öz çıkarlarımızı korumak adına, faydalı buluyorum. Büyük veri algoritmaları yüzünden egemenliği elinde tutan bir avuç seçkinin eline geçerek çoğunluğun sadece istismar edebilir değil,çok daha kötüsü,geleceksiz konumuna düşmesine sebep olacak dijital diktatörlükler ortaya çıkarabilir. .20.yüzyılda  New York, Londra,Berlin  ve Moskova'da dünyaya şekil veren seçkinler tüm dünyanın geçmişini açıklama ve geleceğini öngörme iddiasi taşıyan üç büyük anlatı formüle ettiler.Faşist anlatı,Sosyalist anlatı  ve liberal anlatı.II Dünya Savaşı  Faşist anlatıyı devirdi ve 1940 'ların sonlarından 1980'lerin sonlarına kadar dünya sadece iki anlatının savaş alanıydı.:Sosyalizm ve libaralizm...Sonra sosyalist anlatı çöktü ve liberal anlatı baskın bir biçimde en azından dünya çapındaki seçkinlere göre ,insanlığın geçmişine rehber ve dünyanın geleceğinin olmazsa olmaz kılavuzu haline geldi. "Emperyalizmin altın çağında Avrupalı işgalciler ve tüccarlar renkli boncuklar karşılğında bir adanın ya da ülkenin tamamını satınalabiliyordu.21 yy.kişisel bilgilerimizin belki de hâlâ sahip olduğumuz en kıymetli kaynağımız ve biz de elektronik posta hizmeti ve komik videolar karşılığında bu kaynağı teknoloji devlerine veriyoruz. Bir ülkenin refah seviyesini belirleyen konulardan biri de, rahat, geniş, gamsız, tasasız, kaygısız, boş vermiş, ertelemeci, koyvermiş, salmış olanlarla, kontrolcü, hırslı, disiplinli, ciddi, detaycı ve yarışmacı olanlar arasındaki doğal dağılımın bozulması.Normal şartlarda, bu iki grup birbirinden beslenir ve birbirini var eder. Aralarında da bir doğal denge vardır.Hukukun haklıyı korumadığı bir ülkede eğitimin kalitesizleştirilmesi ve sosyal dikey mobilite ile alakasızlaştırılması da sistemli hal alırsa, düzene eklemlenemeyen umutsuz çoğunluk gittikçe yoğunlaşan bir apati hali ile ve gittikçe artan oranlarda ilk gruba dahil olacaktır. O çoğunluğun katma değerini ve potansiyel refahını emme imkanına pozisyonel olarak kavuşturulmuş olanlar ise ikinci gruba.O şartlarda, bir toplumun açığa çıkarabileceği refah kendi potansiyelinin çok altında olacağı gibi o refahın paylaşımı da doğal dengesiyle olamayacaktır. Ülkemizin ve toplumumuzun bugün her alanda içinden geçmekte olduğu vasatlaşarak fakirleşme tünelinin bir diğer perspektiften özeti de budur.   O tünelde devam edilip tünelin diğer ucundan çıkılırsa, varılacak olan noktada, o çoğunluğun ana özelliği "daha iyisini bilip de boş verme" halinden "zaten bilmeme, sorgulamama, boş verdiğinin bile farkında olmama ve alternatifini bilmeme" haline dönüşecektir. O dönüşüm yaşandıkça, suyun başını tutanların sömürüsü yoğunlaşır, görünmezleşir, normalleşir. Bu notumuzda şimdilik burada kalsın. Son Söz: Paranın izini sürerseniz ilişkiler ağını çözersiniz. O izi sürerseniz, o yol sizi "Yeni Dünya Düzeni Tarikat"ı merkezine götürür. O yerde küresel oyun kurucuların olduğunu göreceksiniz... Feodalizmden Kapitalizme , Kapitalizmden Tekno-feodalizme… Bu ekonomik sistemin sürdürülebilirlik yolculuğunun sonucu: Az gelişmiş / gelişmekte olan Ülkelerin rezervlerin dondurulması/ sermaye kontrolü/  ülke paralarının değer kaybı/ enflasyonun yükseliş/ yoksulluğun daha da derinleşmesi... Referans: https://portal.dpu.edu.tr/orhan.elmaci/makale_oku/383/supercharged-capitalismism https://portal.dpu.edu.tr/orhan.elmaci/makale_duzenle/254/sosyal-kredibilite Malcolm Harris, Are We Living Under ‘Technofeudalism’?, nymag.com, 28 Ekim 2022, https://nymag.com/intelligencer/2022/10/what-is-technofeudalism.html Timothy Erik Ström, Sibernetik Kapitalizm (Çeviri: Emine Kenan), Skopbülten, 7 Ekim 2022. https://www.e-skop.com/skopbulten/sibernetik-kapitalizm/6470 Kerem Alkin, Kapitalizm ve Tekno-feodalizm, Sabah Gazetesi, 21 Ocak 2022, https://www.sabah.com.tr/yazarlar/kerem-alkin/2022/01/21/kapitalizm-ve-teknofeodalizm Yannis Varoufakis, Dünya Ekonomisi: Teknofeodalizm geliyor, Slobodenpecat, 27 Ekim 2022, https://www.slobodenpecat.mk/tr/svetska-ekonomija-tehnofeudalizmot-doagja/  

Üniversitelerin “Ülkeye Kattığı Değer“

  İlksöz:    Çok genel ama akılda kalır olması için kısa not:Üniversite imajı: Nasıl yaratılır? Akademik hayatın hızla kötüye gidişini ispatlar nitelikte yerel ve küresel çerçevede çok şey sayabilirim. Bilimin kapitalist bir endüstrinin çöp sepetine dönüşmesi ve akademinin avam/alt politikanın oyun oynadığı bir kum havuzu haline gelmesi tam bir felaket. Lakin hiç değişmeyen kötülerden birisi de “bilimsel olacağım kaygısıyla” hiç kimsenin anlayamayacağı bir dille yazılan yazılar. Bence yazanın kendisi de ne dediğini anlamıyor ve birtakım yarı Türkçe kelimeler, sonuna -olojik- ilavesi yapılmış kavramlar, mecburen ilave edilen teorik perspektif adına “o onu dedi, bu bunu dedi” klişeleriyle bilimselcilik oynuyor. Ve tabi bolca index formatları da buna katılıyor. Bilimsel dergilerde yayınlanan yazıların ortalama okuyucusu ise 7 kişi. Özellikle akademi dünyasına yeni giren gençlere kendi anlamadığınız dilde yazı yazmayın ve yazılanı tekrarlamayın demek istiyorum. Bir konuyu gerçekten bilen insan, karşı tarafın anlayacağı şekilde ifade etmeyi, bildirmeyi de bilir. Bilmeyen insansa olabildiğince karmaşıklaştırır ki, olayı anlamadığı anlaşılmasın; anlaşılmazlık dolayısıyla önem kazansın. Bu ara doçentlik jürilerinden ve makale hakemliklerinden bunalan yorgun bir akademisyenin bunaltısı olarak da okuyabilirsiniz bu yazdıklarımı... . Encyclopedia Britannica, üniversite sözcüğünün kökeninin Latince universitas magistrorum et scholarium sözcüklerinden kaynaklandığını belirtiyor; kabaca eğitmenler ve âlimler topluluğu anlamında... Bugünkü anlamda üniversitenin ilk nüvesinin 9. yüzyılda Salerno’da (İtalya) bir tıp okulu olarak ortaya çıkmış olduğu düşünülüyor. Daha sonra 11. yüzyılda Bologna, 1150’de Paris ve 11. yüzyılın sonunda Oxford, günümüzün çağdaş üniversitelerinin öncülleri olmuş. 18. yüzyılın sonuna gelindiğinde üniversiteler artık çekirdek bir müfredat çerçevesinde yedi liberal sanat dalında eğitim sunmaktaymış: Gramer, mantık, retorik, geometri, aritmetik, astronomi ve müzik. 1810’a gelindiğinde ise Wilhelm von Humboldt, Berlin Üniversitesi’nin kuruluşuna yol açan üç temel ilkeyi duyurmaktadır: Araştırma ve eğitimin birlikteliği; eğitimin özgürlüğü ve akademinin özerkliği. Humboldt’un son ilkesi net ve açıktır: Akademik faaliyet, devletlerin kontrolünden ve müdahalelerinden korunmalıdır. Kendisinden kırk sene sonra, 1852’de, John Henry Newman ise üniversiteyi şöyle tanımlamaktadır: “Üniversite, her yerden, her bilim dalından öğrencilerin buluştuğu yerdir. (Orası) Binlerce farklı okulun özgürce katkı sağladığı; aklın özgürce dolaştığı ve paylaşıldığı; buluşların kesinleştirildiği ve mükemmelleştirildiği; yanlışların ortaya çıkarıldığı; aklın akıl ile bilginin bilgiyle çatıştığı yerdir.” Dolayısıyla çağdaş üniversiteler, insanlığın bin yılı aşkın bilimsel faaliyetlerinden süzülüp gelen ilkelerce biçimlenmiştir. Kısaca anımsayalım: Çağdaş üniversiteler bilimsel kuşku temelinde çalışır. Hiçbir dogma, hiçbir önyargı, hiçbir koşullandırma üniversiter faaliyeti yönlendiremez. “İnanç” bilime ait değildir, bilimsel olan kuşkudur. Üniversitelerin zaman ufku hem kısa hem de uzun dönemi kapsar. Üniversiteler, bir yandan öğrencileri toplumun her türlü güncel gereksinimine yanıt verecek şekilde, çağdaş sorunları çözümleyebilecek becerilerle donatarak yetiştirir iken öte yandan da soyutlamalar ve belirsizliklerle yoğrulmuş araştırma alanlarında uzun soluklu, sabır ve cefa gerektiren, sonuçları belki on yıllar sonrasında alınabilecek bilim serüvenlerine girişirler. Üniversitelerin bilimsel ve eğitsel faaliyetleri bir bütündür; bölünüp parçalanamaz, bir faaliyeti diğerinin önüne geçirilemez; hiyerarşi üniversitenin doğasına aykırıdır. Üniversiteler, ekonomik çıkar ve maliyet ilkelerine göre standartlaştırılmış bir ürün, fikir ya da tasarım peşinde olan işletmeler değildir. Üniversitelerin toplumsal çıktısı çok yönlü olmak zorundadır: Araştırma alanında yepyeni fikirler, daha evvelce hiç dile getirilmemiş, düşünülmemiş bilimsel uğraşlar verilir iken eğitim alanında yepyeni insanlara yeni bilgiler aktarılır, yepyeni beceriler kazandırılır. Dolayısıyla üniversitelerin temel uğraşı olarak, bilimsel çabanın başarı ölçütü ticari başarı ya da genel olarak ekonomik kazanç değildir. Bu noktada bir anlam karışıklığının önüne geçmek için açık olmak zorundayım: Üniversiteler “bilimin merkezidir” ama faaliyetleri “inovasyonun merkezi ya da yürütücüsü” anlamına indirgenemez. İnovasyon, kâr amacı güden şirketler kesiminin, bilimsel çabanın sonuçlarını piyasa faaliyetlerine uygulama biçimi olarak ortaya çıkar. Ekonomik getiri amacıyla bilimin uygulanma biçimi üniversitelerin değil, piyasada kazanç-maliyet muhasebesi yapan şirketler kesiminin faaliyetidir ve kesinlikle üniversitenin araştırma önceliğine dönüştürülemez. Dolayısıyla günümüzde çok popüler medyatik kavramlar olan “inovasyoncu üniversite” ya da “üniversite - sanayi işbirliği” gibi sözcükler, ancak ve ancak bilimsel çabayı odağına alan, özerk yönetimi olan ve bilimsel kuşkuculuğu ön plana koyan gerçek üniversiter çabanın bir uzantısı olarak şirketler kesiminde anlam taşıyabilir. Bilimin yönlendirilmesi veya daha geniş ifadeyle bilimsel çabaya müdahale, ister kâr amacıyla isterse siyasi çıkarlar ya da inançlar biçiminde olsun, üniversitenin özüne aykırıdır. Üniversiteler dünyanın her ülkesinde olduğu gibi bizim ülkemizde de toplumun en önemli kurumları olmuştur, olagelmiştir. Çünkü üniversiteler toplumun sosyal, siyasal, ekonomik olduğu gibi bilim, teknoloji, katma değer üretimi, çağdaş medeniyet seviyesine erişme, velhasıl topyekûn kalkınmanın tümünü içeren nadir kurumlardır. Toplumun dinamikleridir.  Üniversiteler, bilginin üretildiği, saklandığı, biriktirildiği ve sonra da o bilginin kullanılarak ete kemiğe büründürüldüğü bu kutsal mekânlar, aynı zamanda demokrasi kültürünün yeşertilip büyütüldüğü mekânlardır. Bu sebepledir ki; üniversitelerin bireyden devlet yönetimine ne kadar basamak var ise hepsine dokunan ve ülke geleceğinin inşası anlamında önemi çok büyüktür  Üniversitelerin dün de bugün de üç önemli görevi ve misyonu olmuştur. Öğrenci Yetiştirmek, Bilimsel Faaliyetlerde Bulunmak (Bilim Üretmek) ve Toplumun Sorunlarına Çareler aramak. Geçmişten günümüze birçok aşamalardan geçen “üniversite” ler, hep bu üçlüye ilişkin faaliyetlerde bulunmuş ve şekillenmişlerdir..Bu bağlamda; Reklam kampanyaları ile imajı değiştirme gayretleri boşuna çaba...Bu bağlamda; Üniversite Enstitülerinde ki araştırma projelerine sponsor olmamış hiçbir marka, futbol sponsorluğu yapamamalı......Yerel yönetimler de kendi şehirlerinde ki üniversitelerin kalitesinin artmasının şehirlerine getireceği katma değeri hesaba katarak üniversitelere gerekli desteği vermeli....Ülkemizin en önemli sorunlarından birisi İşsizlik değil mesleksizlik..Üniversite kontenjanlarının neden boş kaldığı sorusunun cevabı da burada saklı..Bu sorunun çözümü, İş dünyasına yönelik daha uygun yetkinlik ve beceri bazlı kaliteli eğitim (Metafordan Gerçeğe Üniversite)Türkiye'nin en büyük problemlerden bir taneside Akademik Çalışmaların ülke ekonomisine ( Üretimine ) ne kadar katkı sağladığı ile ilgili.. "Eğitimdir ki, bir milleti ya özgür, bağımsız, şanlı, yüksek bir topluluk halinde yaşatır; ya da esaret ve sefalete terk eder." /Kelimeler gördüklerimizi kavrayamıyorsa ya da gördüklerimiz kelimelere sığmıyorsa konuşmak ne işe yarar?     Ünlü bir bilim adamının notu: "Aslında herkes dahidir. Ama siz kalkıp bir balığı, ağaca tırmanma yeteneğine göre yargılarsanız, tüm hayatını aptal olduğuna inanarak geçirir."/ “Eğitim gerçeklerin öğretilmesi değildir; düşünmek için aklın eğitilmesidir.”/"Eğitimin bütün amacı, aynaları pencereye dönüştürmektir." "Üniversite sadece bilim için değildir, aynı zamanda Hak, Hukuk, Adalet ve Cumhuriyet içinde üniversite gereklidir.Üniversite Cumhuriyet'in sahipliğindedir."Memleket işlerinde, millet işlerinde, gerçek işlerde, duyguya, hatıra, kardeşliğe ve dostluğa bakılmaz. " "Her memlekette toplumun eğitimsiz katmanlarının nitelikseliz davranışlarda ve tutumlarda bulunması maalesef evrensel bir gerçek..Eğitimin pahalı olduğunu düşünüyorsanız, cehaletin bedeline bakın”     "Bir kavram ne zaman tehlikeli olur? İçeriği bulanık olduğu halde, herkes bu kavramı bildiğini sanınca." Sözcük ve kavramların içini boşaltan, altını oyanlara itibar etmeyiniz. Onlarsız da yaparız ama kavram ve sözcüklerden bağımsız varolamayız.Bu bağlamda  hep ama hep aynı soru: Eğitim nedir?;    “Bugün yaşamak azminde bulunan bir milletin, bir cemiyetin çocuklarının talim ve terbiyede yalnız bir maksadı olabilir, bu maksat onları hayata hazırlamaktır.” [Talim ve Terbiye’de İnkılap]. Asıl olan ‘Mektep için mektep’ değil, ‘Hayat için mekteptir’. “Gerçek maarif, gençleri hayat mücadelesinde başarılı olmaları için kuvvetli, maneviyat sahibi, duygulu, müteşebbis (girişimci), kendine güven duyan, dayanıklı ve cesaretli yapmaktır.” [İsmail Hakkı Baltacıoğlu /Terbiye İlmi].   Üniversiteler bir ülke için en önemli eğitim kurumlarıdır. Buradan mezun olanlar toplumun en başta yönetim, siyaset, adalet, ticaret, eğitim, sağlık, emniyet, savunma gibi en temel yaşamsal hizmetlerinde öncelikle üst düzey görev alacak beyin takımını oluştururlar. Bir kısmı da tekrar akademik hayata devam ederek ilim, bilim, sanat ve kültür hayatına değer katarlar. Üniversiteye gelene kadar verilen eğitim de tabi kî çok önemlidir. Anaokulunda ilkokulda, ortaokulda ve lisede çocuklara çok şey öğretmekteyiz.  Üniversiteyi bitiren artık yetişkin diyebileceğimiz gençler evlenecek iş hayatına atılacak yaşa gelmiştir. Üniversiteden mezun olunca verilen diploma aynı zamanda bir unvan ve yetkidir. Bu yetkiyle ister kamuda ister özel sektörde isterse de bağımsız olarak görev yaparak topluma hizmet edebilirler. Hatta bazı mesleklerden mezun olurken yemin ettirirler ki bu zamana kadar öğrendikleriyle etik kuralları çiğnemeden insanlığa hizmet edeceğine en kutsal değerler üzerine söz versin.   Üniversiteler, internet sitelerinden vizyon, misyon, temel değerler ve kalite politikası olarak “evrensel olmak, yenilikçilik, öğrenci merkezli, katılımcı, toplumsal sorumluluk, kaliteli, çevreye duyarlı, hoşgörülü, mükemmeliyetçi, özgürlükçü, etik değerlere bağlı, evrensel hak ve özgürlüklere saygı, bağımsızlık ve özerklik, çoğulculuğa ve çeşitliliğe saygı, şeffaflık ve hesap verebilirlik, yaşam boyu eğitime inanç, akademik özgürlük ve sorumluluk, adalet, itibar, nezaket ve saygıyla davranmak, dünya çapında bir üniversite olmak, vd.” gibi kelime ve cümlelerle kendilerini kurumsal olarak ifade etmektedirler.   Her devlet, toplumunun huzur ve refah içinde yaşamasını temin etmek ister. İdeal bir toplumun öncelikle birbirine saygı gösteren ve toplumsal kurallara uyan bireylerden oluşmasını bekler. Bir anlamda bunu gerçekleştirmek için eğitim müfredatında çeşitli konulara özellikle yer ve önem verilir. Allah’ın insanlara verdiği başta akıl nimetini kullanarak eğitimde her şey açıklanmaya, doğrulara inandırılmaya hatta ödül ve cezayla birazda zor kullanarak insan olma ve insan kalma erdemleri kazandırılmaya çalışılır. Bazı konularda eksik veya yanlış yapıldığında bir şekilde düzeltilebilir telafi edilebilir ama eğitimde yapılacak hatalar yıllar sonra toplumun bozulmasına yol açarak onarılması güç yaralara sebep olabilir.. Eğitimde o kadar çok bilgi öğretmeye çalışıyoruz ki birçoğunu daha okullar bitmeden unutuyor çocuklar. Unutmaması gereken çok önemli hayati şeyleri ise çok kısa özetlesek ve hiç unutmasalar daha iyi olmaz mı? Onlara bazı şifreler versek bunları başları derde girmesin diye hiç unutmasalar ama ihtiyaçları olduğunda hatırlasalar, bunlarla doğru yolları bulsalar ne güzel olurdu. Mesela bu şifreleri şimdilik “akıl, ahlak, adalet, adap, aşk” olarak belirlesek bunları kavratmaya çalışsak. Bu şifrelerle ideal toplumu oluşturup ayakta tutabilir miyiz ki? Özellikle bir “Akıl, Ahlak, Adalet, Adap” kelimelerin sihrini düşünüp araştırdım. Acaba bu kelam-ı kibar (Büyük, akıllı, veli ve meşhur zâtların güzel, veciz ve çok kıymetdâr olan sözleri ve kelâmı.) mıdır kim söylemiş olabilir. Milli kimliğimize dair yazılarında; kadim değerlerimiz “Akıl, Ahlak, Adalet, Adap, Aşk” sözcüklerini 5A ilkeleri olarak çok sayıda kitabın yazarı 2014 yılında edebiyat alanında Cumhurbaşkanlığı Kültür ve Sanat Büyük Ödülünün sahibi Alev Alatlı’nın söyleyip yazdığını tespit ettim. (2) Ahlâk, ha-la-ka kelimesinden türemiş, din, tabiat, seciyye (karakter) anlamlarına gelir. Ahlâk, insanın yaratılıştan ya da sonra eğitimle kazandığı ruh ve kalp halleri, huylar töre anlamlarına da gelmektedir.(3)  Peygamberimiz Hz. Muhammed (SAV) “iman bakımından müminlerin en mükemmeli, ahlâkça en güzel olanlar ve ailesine en güzel davrananlardır” diyerek ahlakın imanla olan ilişkisini ve önemini açıklamıştır. Bir başka tanımda ahlak, insanın iyi veya kötü olarak vasıflandırılmasına yol açan manevi nitelikleri, huyları ve bunların etkisiyle ortaya konan iradeli davranışlar bütünü; bunlarla ilgili ilim dalı. Akıl, insanı diğer canlılardan ayıran ve onu sorumlu kılan temyiz gücü, düşünme ve anlama melekesi. (4) Adalet ise herkese kendine uygun düşeni, kendi hakkı olanı verme, doğruluktur. Adalet, hak ve hukuka uygunluk, hakkı gözetme, yasalarla sahip olunan hakların herkes tarafından kullanılmasının sağlanması, türe. Adap, töre, yol ve yordam demektir. Aşk, aşırı sevgi ve bağlılık duygusu, sevi, sevda, amor olarak tanımlanmaktadır.(5) Üniversite aklın dergâhıdır. Akıl dışı tahakküm ve tek tipleştirme kabul edilemez. Öğrencilerin boyun eğdiği tek otorite bilgi olacaktır. Yükseköğretimde aslolan üstün niteliktir. Niteliği niceliğe feda eden uygulamaları ahlak dışı sayar, popüler ve sıradan olanı değil, emek, adanmışlık, süreklilik neticesinde ulaşılan kazanımları yüceltiriz. Adalet, ülkenin ve dünyanın asıl gündeminden uzak tutulamaz. Dili, dini ve cinsiyeti ne olursa olsun öğrencinin bilgiye eksiksiz ulaşabilmek, alanıyla ilgili veya değil, ilgilendiği konularda bilgilenmek hakkıdır. Adap, bütünlüklü bir yükseköğretim sistemi Osmanlı mirasının reddi üzerinden geliştirilemez. Evrensel, yöntemi itibariyle yerli ve Türkçe bir eğitim modeli benimser. Özetle; üniversite aklın teminatıdır, ahlak, bilimin olmazsa olmazı, adalet, eşitlikçi eğitimin temeli, adap, kadim Türk kültürüne saygıdır.(6)   Üniversitelerde iyi bir eğitimle dünyanın en iyi kimyagerlerini, mühendislerini, doktorlarını ve hukukçularını yetiştirebilirsiniz. Onlara bilimin yanında ahlak ve adalet duygusu verememişseniz bilgilerini insanlığa hizmet ve fayda için değil birilerinin emrinde veya kişisel çıkarlarına kötülük için kullanabilirler. Dünya tarihi bunun sonucunda ortaya çıkan savaşlar, katliamlar ve faciaların binlerce örneğiyle doludur. Nazilerin Yahudileri katletmesi, atom bombasının icadı ve atılması, üniversite mezunu iki kız kardeşin annelerini katletmesi, üniversitede öğretim görevlisini sınav kağıdı için vahşice öldürmesi, vd. gibi olaylar cahil insanlar değil hepsi üniversite okumuş ama eğitim onları kamil insan olmak yerine insanlıktan çıkıp canavarlaşmışlardır. Eğitim insanı öyle değerlerle güçlendirmeli ve geliştirmelidir ki hiçbir dünyanın kıymeti karşısında satın alınamayıp insanlığından uzaklaşmamalıdır.   Akıl çok önemli bir nimet ki bununla ilgili çok şey söylenmiştir. Akıl yoksa cezai ehliyet yok, eğitim yok, canlısınız yaşıyorsunuz belki ama insanı insan yapan belki de en büyük değerimiz. Akıllı olmayan saf ve cahil insan çabuk inanıp kandırılabilir. Değerlerden edep, ahlak, adalet, sevgi ve saygı olmadan yaşamak kişinin insani olandan uzaklaşması anlamına gelir. Büyüklerimizi dinlemek, saygı göstermek,  küçükleri sevmek ve korumak bize çocukluğumuzdan öğretilen törelerimizdendir. Adaletin, ticari ahlakın olmadığı, güvenin tamamen yitirildiği bir piyasada ticaret gelişebilir mi? iş hayatında çalışma olabilir mi? Liderler, önemli ve büyük insanlar çok çalışmışlardır konuşmuşlardır haklarında da çok şey yazılmıştır fakat akılda kalan kısa net cümlelerle söyledikleri olmuştur. Cumhurbaşkanımızın, 2023 Eğitim Vizyonu tanıtım toplantısında “aklı selim, kalbi selim ve zevki selim (selim: doğru, dürüst, kusursuz) ” gençler yetiştirilmesi gereğinden bahsetmiştir. Akıl sahibi gençleri, aklını kullanarak ilim öğrenmeyi, öğrendiklerini insanlığın hayrına kullanmayı öğretmeliyiz.  Yüce Yaradan’ın insanlara her iki cihanda saadet içinde yaşamaları için bildirdiği kurallara uymayı, insan olmanın idrakinde sorumlu olduğunu düşünebilen, başta insan olmak üzere tüm canlılara karşı adaletle davranabilen, yaradılanı yaradandan ötürü sevebilmeyi içinde yaşadığı toplumun hoş karşılayacağı şekilde terbiyeyi takınabilmeyi öğretebilirsek belki de her şeyi öğretmiş oluruz. İnsanların tüm teknolojik gelişmelerden sonra varacağı ve ihtiyacı olacağı ilk ve son şey yine insanlık olacaktır.   Almanya önderliğinde başlatılan Endüstri 4.0 sonrasında şimdi de Japonlar tarafından Toplum 5.0 kavramı “Toplum için teknoloji” önerisi ortaya atıldı. Toplum 5.0 ile bilgi toplumundan süper akıllı topluma geçişle toplumu dijital dönüşümlere hazırlamak ve yaşlanan dünya nüfusuna karşı çevre kirliliği ve doğal afetlerle de baş ederek yeni sürdürülebilir çözümler üretmektir… Toplum 5.0 odağında sosyal refah ve bireyin mutluluğu var… Küresel bir vizyon olarak yoksulluğun ortadan kaldırılması gerekiyor. (7) Alatlı’nın 5A formülü toplumda kabul görüp uygulamaya geçebilse sıkıntılarımız da azalır sorunlarımız da. Eğitimle diploma yanında bu vasıflara sahip olabilsek hem kendimiz mutlu olur hem de toplumun huzuruna katkımız olurdu.   Büyüklerin söylediği birkaç kelam-ı kibar ile bitirelim. Farabi; “toplum sevgi ile kaynaşır adalet ile yaşar”, İmam Şafi; “nefsini günahtan, fenalıklardan, kötü ahlaktan, korumayan kimseye ilmi fayda vermez.”, Mevlana; “bütün cihanı araştırdım, iyi huydan daha iyi bir liyakat göremedim.”, Ahi Evren; “Hak ile Sabır dileyip bize gelen bizdendir, Akıl ve Ahlâk ile çalışıp bizi geçen bizdendir.” Yüksek öğretim ile ilgili onemli bir tartışma. Kiraz ve Tuba Ağaçları nazariyeleri gibi.http://econ.st/19ogkDq " Ülkelerin yüksek öğretime yaptığı harcamaların net ekonomik kayıp ve kazançlarını/ fırsat maliyetlerini ...Kısaca üniversitelerin "ülkeye kattığı değerin/ katma değerin" ne olduğunu. sorgulayan bir makale...https://econ.st/1EYb18L Bütün dünya üniversiteye gidiyor, peki buna gerçekten değiyor mu? Bütün dünya üniversiteye gidiyor, üniversitelere çok fazla para harcanıyor ve bunun değip değmediği hakkında çok az şey biliniyor. İlk üniversite için para biriktirme belgesi, para toplamak için Harvard Okulundan İngiltere’ye 1643’te gönderildi. Amerika’nın yüksek eğitim için eski ve sürekli arzusu ona dünyadaki en büyük ve en iyi sermayeli düzeni sağladı. Sürpriz olmayan bir şekilde, daha sonra diğer ülkeler bu örneğe özenerek okulu bırakan insanların daha fazlasını bir üniversite eğitimi almaya gönderdi. Fakat, tıpkı Amerikan düzeninin yayıldığı gibi, bunun harcanan dünya kadar meblağa gerçekten değip değmediği hakkında büyüyen kaygılar var. Amerikan yöntemi Modern araştırma üniversitesi, Oxbridge koleji ve Alman araştırma enstitüsünün bir evliliği, Amerika’da icat edildi ve dünya için altın standart haline geldi. Kitle yüksek eğitimi Amerika’da 19. yüzyılda başladı, Avrupa ve Doğu Asya’ya 20. yüzyılda yayıldı ve şimdi Sahra altı Afrikası hariç hemen hemen her yerde mevcut. Küresel üçüncü-derece kayıt oranı (üniversitedeki öğrenci-yaş nüfusunun oranı) 2012’den önceki 20 yılda %14’ten %32’ye çıktı; bu zaman içerisinde, yarıdan fazla orana sahip ülke sayısı beşten 54’e yükseldi. Üniversite kayıt, en son tüketici ürünü arabaya olan talepten bile daha hızlı büyüyor. Diploma isteği anlaşılabilir: bugünlerde onlar yeterli bir iş için bir gereklilik ve orta sınıfa bir giriş bileti. Geniş oranda, bu büyük talebe cevap vermenin iki yolu var. Birisi, çoğu kurumun eşit kaynak ve konuma sahip olduğu, kıta Avrupası’nın devlet ödenek ve karşılama yaklaşımı. İkincisi ise daha pazar temelli Amerikan örneği, özel-kamu ödenek ve karşılamasının karışımı, üstte parlak, iyi ödenekli kurumlar ile altta daha fakir olanlar bulunuyor. Dünya Amerikan doğrultusunda hareket ediyor. Daha fazla ülkedeki daha fazla üniversite, öğrencileri harç ücretlerinden sorumlu tutuyor. Ve siyasiler “bilgi ekonomisinin” mümkün olan en iyi araştırmayı gerektirdiğini fark ederken, kamu kaynakları birkaç ayrıcalıklı kuruma odaklanıyor ve dünya sınıfında üniversiteler kurma yarışı şiddetleniyor. Bazı yönlerde, bu harika. En iyi üniversiteler, dünyayı daha güvenli, zengin ve daha ilginç bir yer yapmış buluşların çoğundan sorumlu. Fakat fiyatlar yükseliyor. OECD ülkeleri GSYİH’nin %1.6’sını yüksek eğitime harcıyor, 2000’de bu oran %1.3’tü. Eğer Amerikan örneği yayılmaya devam ederse, bu oran daha fazla yükselecek. Amerika GSYİH’sinin %2.7’sini yüksek eğitime harcıyor. Eğer Amerika parasının değerini yüksek eğitimden alıyor olsaydı, iyi olacaktı. Araştırma tarafında, muhtemelen öyle. 2014’te, dünyada en fazla alıntı yapılan araştırma tezlerini üreten 20 üniversiteden 19’u Amerikandı. Fakat eğitimsel tarafta, resim daha bulanık. Amerikan mezunları, uluslararası sayısal ve sözel sıralamalarda zayıf notlar alıyor ve geriliyorlar. Akademik başarının yeni bir çalışmasında, Amerikan öğrencilerinin %45’i üniversitenin ilk iki yılında hiç ilerleme kaydetmedi. Bu sırada, harç ücretleri, gerçek vadede 20 yılda, neredeyse ikiye katlandı. Öğrenci borcu neredeyse 1.2 trilyon dolar ve kredi kartı borcu ile araç kredilerini geride bıraktı. Bu, üniversiteye gitmenin bir öğrenci için kötü bir yatırım olduğu anlamına gelmiyor. Amerika’da bir lisans derecesi hâlâ getiri sağlıyor, ortalama olarak %15’lik bir geri dönüşü var. Fakat üçüncü derece eğitimdeki büyüyen yatırımın toplum için tümüyle mantıklı olup olmadığı daha bulanık. Eğer mezunlar, kendi çalışmaları onları daha üretken yaptığı için mezun olmayanlardan daha fazla kazanıyorsa, o halde üniversite eğitimi ekonomik büyümeyi artıracaktır ve toplum bunun daha fazlasını istemelidir. Ancak zayıf öğrenci puanları aksini söylüyor. Bu yüzden, işverenlerin ifadesi de bu yönde. Uzman hizmet firmalarının yakın zamandaki bir iyileştirme çalışmasının bulduğuna göre, en saygın üniversitelerden mezun olanları alma sebepleri adayların öğrenmiş olduğu şeyler değil, bu kurumların sıkı seçme yöntemleri. Kısaca öğrenciler, sadece çok özenli bir sıralama işleyişinden geçmek için büyük miktarda tutarlar ödüyor olabilir. Eğer Amerikan üniversiteleri gerçekten para anlamında fakir ise, bunun sebebi ne olabilir? Temel sebep, sağlık bakımı için olduğu gibi, yüksek eğitim için olan pazarın iyi çalışmaması. Hükümet, üniversiteleri araştırma için ödüllendiriyor, bu yüzden profesörler buna yoğunlaşıyor. Öğrenciler, işverenleri etkileyecek bir kurumdan bir diploma arıyor; işverenler öncelikle bir adayın iştirak ettiği kurumun seçiciliğiyle ilgileniyor. Seçici bir kurumdan bir diplomanın değeri onun az bulunurluğuna bağlı olduğundan beri, iyi üniversiteler daha fazla mezun vermek için az istekli. Ve, eğitimsel verimin berrak bir ölçümünün yokluğunda fiyat, kalite için bir vekil oluyor. Daha fazla masraf oluşturarak, iyi üniversiteler hem gelir hem de saygınlık kazanıyor. Değeri ne? Daha fazla bilgi, yüksek eğitim pazarının daha iyi çalışmasını sağlayacaktır. Öğrencilerin final sınavları yanında girecekleri ortak sınavlar, üniversitelerin eğitim verimlerinin kıyaslanabilir bir ölçümünü sağlar. Öğrenciler nerede neyin iyi öğretildiği ve işverenler iş adaylarının ne kadar iyi öğrendiği hakkında daha iyi bir fikre sahip olacaktır. Kaynaklar, para için değer üreten üniversitelere akacak ve böyle olmayanlardan uzak kalacaktır. Kurumlar öğretmeyi güçlendirmek için bir isteğe sahip olacak ve masrafları kısmak için teknoloji kullanacaklardır. Yüksek öğretimi kökten değiştirme sözünü gerçekleştirmekte şimdiye kadar başarısız olmuş çevrimiçi dersler, daha büyük bir etki yapmaya başlayacaktır. Hükümetin, toplumun yüksek eğitime daha fazla mı yoksa daha mı az yatırım yapması gerektiği hakkında daha iyi bir fikri olacaktır. Kuşkucu insanlar, üniversite eğitiminin bu yöntemle ölçülmek için çok fazla karışık olduğunu iddia ediyorlar. Şüphesiz 22 yaşındakileri test etmek 12 yaşındakileri test etmekten daha zor. Ancak çoğu bilim dalı, tüm mezunların o konuda bilmesi gereken bir malzeme çekirdeği içeriyor. Daha genel olarak, üniversiteler öğrencilerine eleştirel düşünmeyi öğrettiklerini gösterebilmeli. Bazı hükümetler ve kurumlar, eğitimsel verimlere ışık tutmaya çalışıyor. Birkaç Amerikan devlet üniversitesi düzeni, mezunlarına halihazırda genel bir test uyguluyor. Test etmek Latin Amerika’da yayılıyor. En önemlisi, ikincil eğitimin PISA değerlendirmelerinin hükümetlere bir şok verdiği OECD de deniyor. Konu bilgisi ve muhakeme yeteneğini test etmek istiyor, ekonomi ve mühendislik ile başlayarak ülkelerin yanı sıra kurumlara not veriyor. Asyalı hükümetler hevesli, çünkü kısmen üniversitelerinin bir kalite ölçümü onlara uluslararası öğrenciler pazarında yardımcı olacak; kazanacağı daha az ve kaybedeceği daha çok şey olan zengin ülkeler değil. Onlardan ödenek ve katılım olmadan, çaba bir işe yaramayacak. Hükümetlerin bu çabaların arkasında olması gerekiyor. Amerika’nın pazara dayalı, iyi ödenekli, yüksek farklılıklı üniversiteleri, eğer öğrenciler doğru şeyi öğrenirse topluma büyük fayda sağlayabilir. Eğer olmazsa, büyük bir para miktarı boşa gidecek... Üniversitelerin  özellikle de Türk üniversitelerinin olmazsa olmaz 4A'sı... Akıl, üniversite aklın teminatıdır Ahlak, bilimin olmazsa olmazı Adalet, eşitlikçi eğitimin temeli Adap, kadim Türk kültürüne saygı Son Söz:“Üniversitenin amacı herkese eğitim vermek değil. Geleceğin liderlerine çok kaliteli eğitim vermek ve onların lokomotif olmasını sağlamak. Elinizdeki kısıtlı kaynakları ülkeyi ileriye götürecek, ülkede her alanda liderlik yapacak insanlar için kullanmak zorundasınız, Açık öğretim herkese açık. Orada sorun yok. Ama örgün öğretimde 3 milyon 700 bin, 4 milyon üniversite öğrencisine şu anda Türkiye’nin kesinlikle ihtiyacı yok”Gelecekte ihtiyacımız olmayan alanlarda yüksek kontenjan koyuyoruz.Plansız programsız  bir büyüme. "Yeni Ekonomik Çağ'da "Değerler Sistemini Kurmayı Başaran Kurumlar Kalıcı Olacak" Değerler sistemini kurmayı başaran kurumlar sürdürülebilir olacak.Dünya, şu na kadar hiç tecrübe etmediğimiz ve mevcut tecrübemizle de baş edemediğimiz kadar oynak, belirsiz, karmaşık ve muğlak  Yeni ekonomik çağ benzersiz kaynakların ve teknolojik ilerlemenin çağı olmakla birlikte, bir yandan da güvensizlik çağı olarak tanımlanıyor... Böyle bir ortamda yeni yöntemlere, yeni iş modellerine ve yeni iş stratejilerine ihtiyacımız olduğu çok açık. "Değerler Sistemi "  kurumların doğrudan iş modellerini ve iş stratejilerini etkiliyor. Kurumların hayatta kalabilmeleri için risklerini uzun vadede yönetmeleri gerekiyor, sorumlu iş yapma, entelektüel kapasite ve şirket kültürü önem taşıyor. `Değerler sistemi`ni kurmayı başaran kurumların, paydaşlarıyla etkili bilgi paylaşımını ve iletişimi yönetebilecekleri bekleniyor. "Değer Yaratan Bilgi` paylaşımı Kurumlardan tüm paydaşları için nasıl değer yarattıklarını açıklamaları beklenirken `değer yaratan bilgi`nin üretilmesi ve paydaşlarla buluşturulması çok daha fazla önem kazanıyor. Sağlıcakla kalın... Yüreği "Berkehan ve Bilgehan Deniz" kadar temiz tüm insanların,  günleri hep aydınlık olsun! Yüreklerindeki sevgi daim olsun! **************************************************** YÖK verilerine göre, Türkiye’de 3’ü pasif olmak üzere toplam 203 üniversite var. Bunların 129’u devlet üniversitesi, 74’ü vakıf üniversitesi. Ayrıca 4 tane de vakıf meslek yüksek okulu bulunuyor. Bu üniversitelerdeki öğretim elemanlarının toplam sayısı ise 179 bin 685. Bunların 30 bin 562’si profesör, 17 bin 778’i doçent, 41 bin 508’i doktor öğretim üyesi, 38 bin 289’u öğretim görevlisi, 51 bin 548’i araştırma görevlisi.bulunmakta.Son YÖK raporuna göre 21 tane ‘üniversitede’ hiç uluslararası etkinlik düzenlenmemiş. Yine 21 tane üniversitede hiçbir sosyal sorumluluk projesi yapılmamış. 65 tane üniversitede öğrenciler hiç endüstriyel proje yönetmemiş. 6 üniversitede öğrenci başına düşen kitap sayısı, kütüphanede, birin altında. Kitaptan çok öğrenci var. 22 üniversitede öğrenci başına düşen e-yayın sayısı birin altında. 88 üniversitenin olumlu sonuçlanan patent, faydalı model ve tasarım sayısı koskoca bir sıfır. 28 üniversite TÜBİTAK’ın araştırma burslarından hiç faydalanmamış. 32 tane üniversitenin uluslararası ve ulusal kuruluşlar tarafından desteklenen AR-GE projesi sayısı sıfır. 160 üniversitenin laboratuvarlarında AR-GE, inovasyon ve ürün geliştirme kapsamında sunulan hizmet sayısı sıfır.” “Makale sayımız artıyor. 2013’te 26 bin iken 2016’da 36 bini aştı. Ama çoğu etki düzeyi düşük dergilerde yayımlanıyor ve atıf almıyor. Her bilim alanında etki değeri en yüksek olan ilk yüzde 25’lik dilime giren dergilerde yayımlanan makalelerin dünya ortalaması yüzde 44 iken, Türkiye kaynaklı makalelerde bu oran yüzde 21. En düşük dilime giren makalelerin dünya ortalaması yüzde 20’nin altında iken bu rakam Türkiye için yüzde 34. Türkiye üniversitelerinden çıkan makalelerin çoğu en alt dilimdeki dergilerde yayımlanıyor.“https://goo.gl/mubz4D / https://goo.gl/y8bfWH / https://goo.gl/LRfUJdhttps://e https://bit.ly/33RIoyJ

“Profesör, Hiç Kimse Sizi Okumuyor....“

İlk söz :"Üniversite sadece bilim için değil, aynı zamanda Hak, Hukuk, Adalet ve Cumhuriyet içinde üniversite gerekli. Üniversite Cumhuriyet'in sahipliğinde." Akademik hayatın hızla kötüye gidişini ispatlar nitelikte yerel ve küresel çerçevede çok şey sayabilirim. Bilimin kapitalist bir endüstrinin çöp sepetine dönüşmesi ve akademinin avam/alt politikanın oyun oynadığı bir kum havuzu haline gelmesi tam bir felaket. Lakin hiç değişmeyen kötülerden birisi de “bilimsel olacağım kaygısıyla” hiç kimsenin anlayamayacağı bir dille yazılan yazılar. Bence yazanın kendisi de ne dediğini anlamıyor ve birtakım yarı Türkçe kelimeler, sonuna -olojik- ilavesi yapılmış kavramlar, mecburen ilave edilen teorik perspektif adına “o onu dedi, bu bunu dedi” klişeleriyle bilimselcilik oynuyor. Ve tabi bolca index formatları da buna katılıyor. Bilimsel dergilerde yayınlanan yazıların ortalama okuyucusu ise 7 kişi. Özellikle akademi dünyasına yeni giren gençlere kendi anlamadığınız dilde yazı yazmayın ve yazılanı tekrarlamayın demek istiyorum. Bir konuyu gerçekten bilen insan, karşı tarafın anlayacağı şekilde ifade etmeyi, bildirmeyi de bilir. Bilmeyen insansa olabildiğince karmaşıklaştırır ki, olayı anlamadığı anlaşılmasın; anlaşılmazlık dolayısıyla önem kazansın. Bu ara doçentlik jürilerinden ve makale hakemliklerinden bunalan yorgun bir akademisyenin bunaltısı olarak da okuyabilirsiniz bu yazdıklarımı. Üniversiteleri salt Yükseköğretim derecelendirme kuruluşlarının parametreleriyle tartışmak abes. Samimiyetle çözüm üretilecekse, Patent ve patentlerin ürüne dönüşümü konusunda yüzde kaçlık başarı elde ettiğini tartışmak kaçınılmaz.  Renkli Spot Işıkları ile Üniversiteleri aydınlatmakla   muşgul olanların köklü bilim çınarlarını dikmek için, düşüncelerin birbiriyle buluşabilmesi,  güven, adillik, şeffaflık, hesap verebilirlik ,sorumluluk ve öngörülebilirlik gerek "Bir kavram ne zaman tehlikeli olur? İçeriği bulanık olduğu halde, herkes bu kavramı bildiğini sanınca." Sözcük ve kavramların içini boşaltan, altını oyanlara itibar etmeyiniz. Onlarsız da yaparız ama kavram ve sözcüklerden bağımsız varolamayız.  Ünlü bir düşünürün  : .: “Bir ağacın yapraklarında eğer sararma varsa, bu sararmayı itekleyen ya da destekleyen bir kök sistemi var demektir."   diye bir  özdeyişi ( mottosu) var. Bazı bilim insanlarının bilime katkıları herkesçe konuşulurken bazılarının eserleri kimsenin bilmediği/okumadığı birer çıktı olarak tarihin derinliklerinde kayboluyor. Bu bağlamda soru şu: Birikimli üstünlük nasıl sağlanır ve  "Bilimin Seçkinleri" katagorisine nasıl girilir?  Boğaziçi Üniversiteliler Derneği 14. Genel Kurulunda ki açılış konuşmasından. satır başları birlikte okuyalım:: “Bilimin Olmadığı Yerde Sadece Cehalet Değil, Vahşet de Kök Salmaya Başlar”   Cumhurbaşkanımızın bu konuşmanın ana teması ,bir yandan çağdaş bilimin ve akılcılığın ülkemizde gelişmesine, diğer yandan sosyal, politik ve ekonomik disiplinler arasılık ve Ulusal irade Sesleniş Yetenekleriyle gerçekleştirme koşullarının yaratılmasına ne kadar öncülük ettiğinizi sorgulayan, Ülke ekonomisinin  büyümesine / üretimine ne derece katkı sağlayıp /sağlayamadığınızı”  “vatan ve ülkü” kavramına gönderme yaparak doğru bir paradigmayla sorgulamakta.. Yoksa  Yükseköğretim derecelendirme kuruluşları tarafından sıralamada kaçıncı olduğunuzu değil Patent ve patentlerin ürüne dönüşümü konusunda yüzde kaçlık başarı elde ettiğiniz,ne kadarını katma değere dönüştürdüğünüze  bakmak lazım... Yoksa gerisi Laf’ı güzaf...   “Üniversite bu anlamda ve üniversitenin kökeni itibariyle geçmiş bütün eğitim kurumları insanlığın en ulvi müesseseleri. Bu ulvi özelliklerini koruyup insan doğasına, insan onuruna, insanın ihtiyaç hissettiği erdeme hitap ettiğinde ve onu tekrar ürettiğinde aslında onun üretildiği toplumlara büyük bir onur kazandırmış. Bunun olmadığı toplumlarda ise maalesef araçsallaşmış ve önemini kaybetmiş. Bizim gönlümüz, zihnimiz, yüreğimiz bahsettiğim dördüncü harmanlanmada, yani küreselleşmenin getirdiği zihni ve bilgi harmanlanmasında Türk üniversitelerinin insanlığın önüne geçmesi ve tarihin öznesi, bilgi tarihinin öznesi olması. Sadece bilgi aktaran, yorumlayan değil bilgiyi üreten kurumlar haline dönüşmesi. Yeni Türkiye kavramını bugünlerde siyasi olarak çok kullanırken, aslında böylesi yeni Türkiye’nin inşasının da temeli yeni bir bilgi paradigmasının inşası ve yeni bir üniversite geleneğinin bütün o engin tecrübe üzerinde inşa edilmesi. Bilimi yol gösterici olarak, rehber olarak seçmeyen ülkelerin ileriye gidebilmesi mümkün değil. Onun içindir ki Büyük Önder, "Benim mirasıma girmek isteyenler var sa, ancak aklı rehber alanlardır. Aklı rehber alanlar benim mirasıma girebilir." diyor... Bu nedenledir ki Türk halkı,bu cumhuriyetin genetik kodlarını oluşturan Büyük Önderin gösterdiği bu yol haritasını iyi yol haritası olarak seçmiş. Bu yolda ,sendelemeden,sekteye uğramadan yoluna devam edecek. Ve ona minettar. Şükran borçlu.. Ve onu minnetle ve şükranla her zaman anar. Bu nedenle;”Üniversite sadece bilim için değil, aynı zamanda Hak, Hukuk, Adelet ve Cumhuriyet içinde üniversite gerekli. Üniversite Cumhuriyet'in sahipliğinde.    “Yükseköğretimin Fırtınalı Sularında” ; Üniversitelerde kurumsallaşma ve dünya üniversitesi olma ülküsüne yönelik çabalar… Bu ülkü ile “Türk Ulusu' nu çağdaş uygarlığın en ön safhasına geçirme, bilimde, teknikte özgür ve bağımsız olarak hareket edebilme, dünyanın en gelişmiş ülkesi olarak diğer ülkelere liderlik edebilme ve sürekli ilerlemenin bir düşünce-nesnesi olarak somut çıktılar elde etme çabaları… Belki ülkenin sosyal, politik ve ekonomik gelişmelere önderlik etme isteği…. Bir yandan Ulusal irade seslenişi yeteneğini, diğer bir deyişle kolektif ruh/irade varlığını çağdaş bilim ve akılcılıkla geliştirme çabası… Bu çabaların elli yıllık panoroması… Sonra ... Sonrası malum!… Tarihteki örnekleri ile defalarca görülebileceği gibi Bilim'de ihmalin maliyeti çok çok büyük; bugün ise çok daha büyük, telafisi yok...(-). "Uluslararası Münazara Turnuvası ödül" töreninde ki açılış konuşmadan altını çizdiğimiz, biat kültürü ile ilgili olarak önemli başlıklar. Birlikte okuyalım:  “Bize sorgusuz, sualsiz biat eden, cahil bir gençlik değil; neye inandığını, neyi savunduğunu, neyin mücadelesini verdiğini bilen, bunun için gereken her türlü donanıma sahip bir gençlik lazımdır. 15 Temmuz gecesi gördük ki işte bu vasıflara sahip gençlik, gerektiğinde ülkesi ve milleti için, istiklali ve istikbali için gözünü kırpmadan canını dahi ortaya koyabilmektedir”      Asit K. Biswas ve Julian Kirchherr tarafından "Prof, no one is reading you" başlığıyla 11.04.2015'te  The Straits Times'da İngilizce yayımlanan bu yazı https://goo.gl/5yGxvX Dünyanın en yetenekli düşünürlerinin pek çoğu, üniversite hocaları olabilir. Fakat maalesef ki bu hocaların çok büyük bir kısmı, günümüzdeki kamuoyu tartışmalarını ya da etkili politikaları şekillendirmiyorlar.    Gerçekten de bilim adamları, görüşlerini popüler medyada yayınlamaya pek sıcak bakmıyor. "Düşüncelerimi kamuoyuyla paylaşmak için görüş yazmakla mı uğraşacağım? Bu bana aktivitizm gibi geliyor." Bu sözler, Oxford Üniversitesi'nin evsahipliğinde düzenlenen konferansa katılan bir profesöre ait.    Kamuoyu tartışmalarını ve politikaları şekillendirmede üniversite hocalarının bulunmayışı, son yıllarda - ve bilhassa da sosyal bilimlerde- hayli artmış durumda. Ünlü "American Political Science Review"'de 1930'larda ve 1940'larda yayımlanan makalelerin yüzde 20'si, politika önerilerine odaklanmaktaydı. Son yapılan sayımda ise bu oran, yüzde 0,3 gibi son derece düşük bir rakama gerilemiş durumda.  Asit K. Biswas Bilim adamlarının kendi aralarında yaptıkları tartışmalar bile düzgün işliyor gibi görünmüyor. Hakem incelemesinden geçmiş makalelerin sayısı, yıllık olarak 1,5 milyon'a kadar ulaşmakta. Fakat, bu makalelerin pek çoğu bilim camiasının kendi içinde dahi önemsenmiyor -beşeri bilimler alanında yayımlanan makalelerin yüzde 82'sine bir kez bile atıfta bulunulmamış. Sosyal bilimlerdeki hakem incelemesinden geçmiş makalelerin yüzde 32'sine ve doğa bilimlerindekilerin ise % 27'sine hiç kimse atıfta bulunmuyor.  Bilimsel bir makaleye atıfta bulunulması, onun sahiden de okunduğu anlamına gelmez. Bir tahmine göre bilimsel makalelerin sadece yüzde % 20'si gerçekten okunmakta. Bizim tahminiz ise şu ki, hakemli bir dergide yayımlanan ortalama bir makaleyi, başından sonuna kadar okuyan kişi sayısı 10'u geçmiyor https://bit.ly/2JwtLXY . Bu yüzden, hakemli yayınların çoğunun etkisi -bilim camiasının kendi içinde bile- yok denecek kadar az.  Pek çok bilim adamı, kendi alanlarındaki bilgi birikimine katkı yapmayı ve uygulayıcıların karar alma süreçlerine etkide bulunmayı ister.   Ancak uygulayıcılar, hakemli dergilerde yayımlanan makaleleri nadiren okurlar.  Nature, Science ya da Lancet gibi ünlü dergilerde yayımlanan hakem incelemesinden geçmiş bilimsel makaleleri düzenli olarak okuyan deneyimli bir siyasetçi ya da iş adamı olduğunu biz duymadık.  Aslında bu hiç de şaşırtıcı değil.  Julian Kirchherr Akademi dışında kalanların, dergilerin çoğuna ulaşması hayli zor ve bu dergiler fahiş derecede pahalı. Günümüzdeki açık-erişim hareketi daha fazla başarılı olsa bile, makalelerin hayli hacimli ve uzun oluşu ve kullanılan anlaşılmaz jargon, uygulayıcıların (gazeteciler dahil) bunları okumasına ve anlamasına yine de engel olurdu.   Kısa ve öz olmak önemlidir. Artık pek çok hükümet lideri, popüler medyada kendileri ve politikaları hakkında yazılanlara ilişkin iki sayfalık özet hazırlanmasını mutat hale getirdiler. Hindistan'da, eski başbakan İndira Gandhi de yapıyordu bunu. Kanada'daki bakanların bir çoğu benzer özetler konusunda ısrarcılar. Hatta Ortadoğu'daki hükümetler bile yeni sosyal medyada yürütülen tartışmaların özetlerini talep etmekteler. Dünya üzerindeki herhangi bir ülkedeki herhangi bir bakanın,  kendi ilgi alanındaki bilimsel yayınların düzenli olarak özetlenmesini istediğini duymadık. Eğer akademisyenler karar alıcılara ve uygulayıcılara etkide bulunmak istiyorlarsa,  (bilimadamlarının erişimine yardım etmek için medya firmaları tarafından bir çok yenilikçi iş modeli geştirilmiş olmasına rağmen) şimdiye kadar gözardı ettikleri popüler medyayı dikkate almalılar.  Etkin modellerden biri, dünyanın önde gelen kanaat  liderlerinin görüşlerini 154 ülkeden 300 milyon okuru kapsayan 500'den fazla gazeteye dağıtan  Project Syndicate (PS)'dir. Kâr amacı gütmeyen PS tarafından kabul edilen herhangi bir yorum/görüş, sayısı 12'ye kadar varan farklı dillere tercüme edilebilir ve akabinde de dünya çapındaki dağıtım ağının tamamına gönderilir.  Bilim adamları, popüler medyada yayın yapmanın önemini kabul etseler bile sistem, onların aleyhine işlemekte. Doçentliği (tenure) alabilmek için, bilim adamlarının etkili dergilerde mümkün olduğunca fazla sayıda hakemli makale yayımlaması gerekiyor. (Prestijli) Hakemli dergilerde yapılan yayınlar,   akademideki kilit performans göstergesi olmayı sürdürüyor. Bunların birileri tarafından okunup okunmadığı ise bütünüyle tâli bir mesele.  Örneğin, su alanındaki en etkili dergilerden birini ele alalım; 1,3 milyar nüfusa sahip olan Hindistan'da bu derginin sadece dört abonesi var. Üç yıl öncesine kadar ne su bakanı, ne de onun üç kademe altında bulunanlar bu derginin adını duymuştu. Bu tip bir dergide yapacağı yayın bir profesöre prestij sağlıyor fakat, bu yayının Hindistan gibi suyun son derece hayati bir mesele olduğu bir ülkedeki karar alıcılar üzerindeki etkisi sıfır.     Belki de artık bilim adamlarının performansını yeniden değerlendirmenin zamanı gelmiştir. Doçentliği (tenure) kazanmak ve akademik yükselme için bilim adamlarının politika oluşturmaya dönük katkıları ve kamuoyundaki tartışmalara yönelik etkileri de değerlendirilmelidir.    Basit ve kolayca anlaşılabilir nitelikteki bu yayınlar genellikle, gerçek dünya sorunlarını çözmeye yönelik araştırma sonuçlarının potansiyel uygulamasının ve pratikteki geçerliliğinin vitrinidirler.  Kabul etmek gerekir ki etkide bulunmanın herhangi bir garantisi yoktur. Zaten karar alıcıların çoğunun kafasında, seçtikleri politik tercih konusunda makûl bir fikir mevcuttur.   Bir politikanın, öncelikle bundan etkilenen kitleyi tatmin etmesi gerekir. Karar alıcıların çok azı, en optimal ekonomik, sosyal, çevresel, teknik ve politik çözümü bulmaya çalışır.  Bilimsel kanıtlar bulmaya çalışanlar ise popüler medyada bilimadamlarınca yapılan yayınlardan daha fazla yararlanacaktır. Bu durum yavaş yavaş akademi içinde de farkedilmekte. Örneğin, Singapur Ulusal Üniversitesi (National University of Singapore) kendi öğretim üyelerini, görüş/yorum yazılarını (op-eds) kendi profil sayfalarında yayınlamaları konusunda teşvik etmekte. Bununla birlikte, asıl vurgu halen sözde yüksek etkili dergilerde yapılan yayınlara yapılmakta.  Evet değişim oluyor, ancak kaplumbağa hızıyla.  Son Söz:Bu yazıya bırakılacak en güzel dizeler “ Sevgi Duvarı “ na ait … Sahih ve sahici olmayan, sahte ve yalan yüceltmelere karşı bir gerçeklik sesi ve müdahaledir “Sevgi Duvarı”, Pasaklı kontes sadece edebiyatın değil, düşünce tarihimizde de bir yer edinmiştir. Kendilerince makyajlanmış cümlelerle, gözlerini/kalemlerini belerte belerte entel / dantel kimlikleri ile içi boş , topluma ve bilime hiç bir katkısı olmayan Sözüm ona bilimsel çalışmalara karşı kontesin pasak kokusu en temizi hala…   Sağlıcakla kalın... Yüreği "Berkehan ve Bilgehan Deniz" kadar temiz tüm insanların,  günleri hep aydınlık olsun! Yüreklerindeki sevgi daim olsun ---------------------------------------------------------   Asit K. Biswas ve Julian Kirchherr tarafından "Prof, no one is reading you" başlığıyla 11.04.2015'te The Straits Times'da İngilizce yayımlanan bu yazı, Cem Yarar tarafından T24 için Türkçe'ye çevrildi.  Asit Biswas: Çevre ve su poltikaları konusunda önde gelen uzmanlardan biri ve Singapur Ulusal Üniversitesi Lee Kuan Yew Kamu Yönetimi Okulu'nda misafir öğretim üyesi.  Julian Kirchherr:  Oxford Üniversitesi, Çevre ve Coğrafya Okulu'nda doktora araştırmacısı. Kendisi daha önce  McKinsey & Co'da Avrupa, Asya ve Ortadoğu'daki hükümetlere danışmanlık yapmaktaydı.  https://goo.gl/5yGxvX https://bit.ly/3JswrET https://bit.ly/2L0UCZ3    

“Öyle İnsanların Yanında Ol ki !...“

"Radikal Blog'da ki Denemelerimden...(6)"12.05.2013   "Öyle insanların yanında ol ki onlarla aynı fotoğraf karesinde olduğun için şükredesin Ve öyle insanlara da karşı dur ki o fotoğraf karesinde olmadığına şükredesin... Öyle bir zaman gelir ki  O gün birlikte çektirdiğin fotoğraf karesinde, keşke olmasaydım dersin" oe "Konuşmaya değer insanlarla konuşmazsan insanları, konuşmaya değmez insanlarla konuşursan kelimeleri yitirirsin. Sen öyle biri ol ki, ne insanları, ne de kelimeleri yitir.”  "Bazı insanlar dua gibidir: Görünmez ama dokunur sana, duyulmaz ama bırakmaz seni....".   Her Balon Sönmeye Mahkum!...   27.11.2012 21:04:05 İlk söz: Hayat bana  hiçbir olguyu görünen üzerinden değerlendirmemeyi öğretti, kötülük hariç!... “Güzel davrananlara (Salih amel) taşıyanlar / iyilik yapanlara daha güzel karşılık, de fazlası var. Onların yüzlerine ne bir toz (kara leke)  bulaşır ne de bir horluk (gelir)..” Yüce Yaradanın kaleminden dökülmüş bu kelamlar...  İçimiz her neresiyse... Titreyebilen bir yer. İnsan işte: "... sonsuz bir uçurumun üzerinde durmaktadır da bilmez onun üzerinde durduğunu .. "Bizler hiçbir şeyiz, aradığımız ise her şeydir." "Bilsem de pek çok şeyi, Bilmeliyim her bir şeyi. Nadandır insanlar, öngöremezler nasibi, başlarına gelenlerden ne iyiyi ne kötüyü sezerler önceden.. Hayat, Kendiliğinden ne iyi ne kötü... Ona iyiliği, kötülüğü katan sizsiniz. Ahlakın özü çok basit: insanlara birer insan gibi davranmak. Bu arada adil olan, iyi olana öncelikli.. Kanaat başka, doğru bambaşka.. Bilgin başka, bilge bambaşka. Yanlış, yanlışla düzeltilir mi ? Ancak bilmiyor bildiğini ve bu yüzden inanıyor bilmediğine. İnanıyorsun diye öyle olması inanmıyorsun diye öyle olmaması gerekmiyor gerçeğin... Arzularının yangınları içinde yürür insan. İçeriği olmayan düşünceler boş, kavramları olmayan görüler kördür. Hiç doğmamış gibiyiz. Hiç ölmeyecek gibi... Vakit başka, süre daha başka, zaman ise bambaşka.. Bırak aynı şeyi görmeyi, aynı şeye bile bakmıyoruz... Ömür biter ama hayat tamamlanmaz... Varoluş tamamlanamazlık... İnsanın sayılıdır günleri daima, Yaptıkları hep rüzgâr gibidir... Yapraklar gibidir insan soyu. Bir yandan rüzgâr bakarsın onları döker yere, bir yandan bakarsın bahar gelir.... Bir ağacın tek tek yiten yaprakları gibiyiz. Hangimiz önce düşecek belli değil ama hepimiz döküleceğiz... .Ölümdür eli kulağında olan... Ölüm geride kalanlar için... Geride kalanlara keder miras kalır: Elem bırakır ölenler hayatta kalanlara... Ölümden korkmayan ölümü bilmeyendir... "Gördü ki varoluş, mumun ışığı gibiymiş: ışığının yanması ile ışığının sönmesi aynı şeymiş." Onlar sahiden geride kalmışlar. :birbirine-ait-olanın bir daha-birarada- olmayışıdır noksanlık... Varoluş teşrih, tevil ve tâbir.... Varoluş yorumlama, açık hale getirme ve anlam çözme.. Bitmek ve saf hiçlik, tamamen aynı! Biteviye yaratma neyimize Yaratılan hiçe dönüveriyorsa eğer! İşte bak, bitti gitti! Ne demek bu? Hiç varolmamış olsaydı da fark etmezdi Yine de dönüp durur varolmaktaymışçasına. Bense ebedi-boşluğu severim kendi adıma. Sevgi göstermek başka, sevgi görmek bambaşka. Kaybetmek başka, yitirmek bambaşka. Biri gözden, diğeri gönülden gider sanki... Gerçeklerden vazgeçtiğimizde hakikatlerden de feragat etme.... "Nerede utanç varsa orada korku  var." Doğru yitirilince her şey kaybedilir.. “İyilik demek kimseye kötülüğü dokunmamak değil, kötülük yapacak cevheri içinde taşımamak demek” Semeresiz iyi niyet değersizdir... Alışkın değilsin diye yanlış olması gerekmiyor... Kim ki çehresi ışıldamıyorsa Olamaz asla bir yıldız.... Soru şu: İnsanlar arasındaki asli düşmanlığa delalet eden (kötülük olarak) ilk şey haset midir, yoksa riya mı?" İç dünyamız çok dinamik: Çelişik, karşıt, kayıtsız, t tutarsız, devingen his, düşünce ve edimlerle dolu. Ama hepsi de bizim, hepsi de içimiz... Erdemlerimiz içimizdedir. Onları dışımızda icra ederiz. Bu yüzden lafa değil işe bakılır. Vasatlık mecburidir. onu düzeltmeye çalışmamak gerekir. Çünkü, cezalandırılmıştır. En sert olarak da kendi zavallılığını bilmemesi ve kendi zati yasası yüzünden bunu bilemeyecek olmasıyla cezalandırılmıştır. Neyi yaptığımız ne olduğumuzla ilgilidir... Gerekli başka, zorunlu bambaşka. Bilmek başka, anlatabilmek bambaşka. Bu arada: "Malum" ilam edilir. İlan değil... Basit başka, yalın bambaşka. Biri düz, diğeri katışıksız... Var olmayanı varmış, var olanı yokmuş gibi gösterendir "sofist". Onun yaptıkları bu yüzden "safsata" ... “Ben böyle düşünüyorum!” demekle olmuyor. Akıl yürütme yetisinin hatalı kullanımıdır"safsata" . "boş, asılsız, temelsiz ..." Bu bağlamda "Keyfiyet" başka "keyfilik" bambaşka..... Nefret Söylemi, düşünme ve ifade etme özgürlüğü mü? Yoksa ilkel bir dürtünün dışa vurumu mu? İçimizdeki aydınlık ve karanlığın hangisini beslersek o büyüyor. İkisi de içimizde. Hangisini beslediğimiz önemli... "Kalbimizde Allah'ın nuru vardır, onun adı da vicdandır. Vicdansız olunca,  orada bir boşluk mu oluyor? Yoksa nefretle mi dolu orası da vicdan sığmıyor? Vicdan kaskatı olunca neyin üzerine inşa ediyorsun dini ?" Neler yapıp ettiğini seninle birlikte bilen, mahremini gören, iç şahit Gözleri hep açık. Asla uyumayandır vicdan.. Bilinmese de haddizatında mevcut kalandır vicdan... İşaret edene bakmaktan işaret edileni göremez olduk... "Hiçbir şey gözyaşı kadar çabuk kurumaz..." .Gerçi ne kadar sinsi bir söz.. Canımızın sıkılması başka, içimizin daralması bambaşka.. Uyanma umudumuz olmasa, uyumazdık... Yıkmak kolay ve çabucak. Yapmak çok zor. Yeniden yapmak çok daha zor. Yapmak zorunda olmak başka, yapmamayı tercih etmek bambaşka. Hatta olanaksız. Neyi yıktığına dikkat etmeli insan... Küçük düşünecek kadar büyümek... Güven esas. Yok ise, her şey boş... Mesele çürük elmalar değil, elmaları neyin çürüttüğüdür. Eski başka, eskimiş bambaşka. Birini saklar, diğerini atarsın. Atmalısın hatta... Bir insanın sana neler verebileceği değil, senin için nelereden vazgeçeceği önemli... Kalp kırılınca içinden hayaller dökülür.. Tahrip edenin, inşa etme mükellefiyet ve mesuliyeti daha büyüktür. Bu etik olduğu kadar ahlaki de bir meseledir... Yara kabuk bağlar, kimlik olur. "Eksik olma," diye bir dilek var dilimizde. Tıpkı "var ol" gibi o da ince ve duru bir dilek. Varoluşumuzu anlamlı kılanlara söylenebilecek ne hoş sözler ... Bir de "Meftun" sözcüğü ne kadar hoş... Yanmış anlamına geliyormuş. Yanarak, aydınlığa doğru... Birlikte sevinmek başka, birlikte üzülmek bambaşka. Hüzün, kendi başına müthiş bir deryadır. Hüzünlenemeyen insan gelişmemiş bir insandır. Kendinden kopukluğunun, içindeki öze olan özlemin farkında değildir.. Vazgeçtin mi başka, vaz mı geçtin bambaşka... Bütün güzel ise parçaları da güzel midir? Çirkin parçalar güzel bir bütün oluşturabilir mi?.. Bazen düşünüyorum da dünyayı değiştirmek için sarsılmaz bir istekle çalışmak mı mutlu eder bizi yoksa konforun sakin sularında kulaç atmak mı? Bir şeye sahip olmak değil, layık olmak önemli... Uçtuğunu düşünmek ile uçmak arasında devasa bir fark var.... Yolunu bilmeyen için yol fark etmez. Her yol yanlış, her yol doğrudur. Hepsi yoldur ve hiçbiri yol değildir. Yolda olmak başka, yolculuk bambaşka.... Arzularının yangınları içinde yürür insan... Yolda olmak yetmez. "Varış" da gerek.. "Her şey yoldur." Kimileri gelecekten bahsediyor ama kastettikleri geçmiş aslında. Ebedi rücu.... Asla şimdiki zaman olmamış kurgusal bir geçmiş zamanı gelecekte yeniden inşa etmeyi tasarlamak fena ve belki de abes. Geçmişin önümüze geçmesi... Geçmişi anlama ile geçmişte anlam bulma farklı hâller: Biri geleceğe açılma, diğeri gelecekten kaçınmadır... Geçmiş hiçbir zaman ölmüş değildir. Geçmiş bile değildir." Geçmişi ansımak çeşit çeşit, farklı farklı: Anmak başka, anımsamak başka, hatırlamak başka, yâd etmek başka, aklına gelmek başka. Biri özlemle, biri unutuş içinde, biri acıyla, biri hürmetle, biri apansız. Yinelemekle kalmıyor, zaman ve hislerin belirişini tekrar açımlıyoruz... Anlamı olmamak başka, anlamsız olmak bambaşka... İki tür gelecek var....   Birincisi gelen gelecek, İkincisi gidilen gelecek. İkincisi umut... Umut etme başka, dileme bambaşka... Haddizatında yalnızdır insan. "Hakikatin haddi vardır da Yanılgı’nın yoktur..." Ölesiye yaşıyoruz ama öylesine değil.. Kimse tok kalkmaz hayat sofrasından. ."Kulak dilsizdir, ağız sağır. Göz ise hem duyar hem konuşur. Dışarıdan dünya, içeriden insan yansır onda.... "göz gözü görmemek" deyimi ne hoş. Mesele gözün gözü görmesi çünkü... Göz daha fazlasını görür, Kalbin bildiğinden... Anlama çok az kimse tarafından anlaşılan bir kavram.. Bir kimseyi anlamak demek, o kimsenin bir şeyi nasıl anladığını anlamak demek.. Anlama ne çok söz söylemeyle, ne de hararetle kulak kabartmayla olur. Anlamak anlamayı anlamak... Anlamak anlayış göstermek demek değil... Anlamak affetmek demek de değil... Anlamak varoluşun özü. Zordur üstelik... Sağduyu ne sağ ne duyu. Düpedüz ön yargı. Üstelik hiç de sağın değil. Gayrisahih... Bizi zengin yapan kazandıklarımız değil, muhafaza ettiklerimiz. Bizi bilgili yapan okuduklarımız değil, özümseyebildiklerimiz... Önem değerli olmuş değer önemli olmalıydı oysa... Ateş ile alev başka. Nur ile ziya başka. Işık ile karanlık bambaşka. Düşünmek başka, düşlemek bambaşka... Kasabalılık başka şehirlilik bambaşka.. kendisi hiçbir iş yapmayan, iş yapanda da mutlaka kusurlar bulan anlayışın egemen olduğu kültürdür "kasabalılık"... Yaptığından pişman olmak başka, yapmadığından pişman olmak bambaşka. Birinde imkânsızlıktan, diğerinde imkândan azap duyulur... Birikimlerim ve ulaştığım bilinç bana sürekli “konuşmak  birbirimizi anlamanın en etkin yolu” Anlamak sanıya da müsait. Anladığını sanarsın, oysa yalandır. Çünkü insan hayatta hiç yaşamadığı güzellikteki şeyleri anlamakta zorlanır." Soru Şu : İkisi arasında büyük bir özgürlük asimetrisi varsa? Bir kişinin özgürlüğü, başkasının özgürlüğünün başladığı yerde biter mi?, Dengesizliği korur bu ilke... Mavi gökyüzü dediğin gökyüzü bile değil. Işıyan atmosfer o sadece. Göğün mavisi, ışımasıdır atmosferin. Yoksa gök kapkara... Gökyüzünün sonsuzluğu gecenin kör karanlığında görülür. Güneş bizi ışıkla örtüp kapatır aslında. Gece, dünyanın gölgesidir. Gece geçer, ışık ışır ardından. Ve insan daha "Bak!" diyemeden Karanlığın çeneleri açılıp yutuveriyor her şeyi. Parlak ne varsa yok oluyor bir anda.... Nasıl ki olmayan bir şey hakkında konuşmak onu var etmeyecekse, olan bir şey hakkında konuşmamak da onu yok etmez. Susmak daha kötü; susulan bütün hakikatlerde zehir var . "Sözün bitim yerini olay ya da konu seçmez, söz seçer. Bir şeye karşı çıkarken başka bir şeye destek veriyor olabilirsin, hem de farkında olmadan. İzan şart... Başlangıcını da olduğu gibi." Yalan anlaşıldığında yalan olur... Gerçekle bağımız kopunca, geriye yalan kalır..  yalan üç tür :  bencil duygularla söylenen, Siyah yalan; diğerkâm duygularla söylenen Beyaz yalan... ve en fenası ortaya çıksa bile kimsenin umurunda olmayan.   grup çıkarı ve aidiyet duygularıyla söylenen  mavi yalan ... Yalan olduğunu bilsen dahi inanacaksın insan oğluna, yani dinleyeceksin onu, niçin yalan söylediğini anlamaya çalışacaksın. Bazen yalan, insanın özünü gerçeklerden daha çok açığa vurduğunu unutmayacaksın... Basit çıkarların için gerçeği yansıtmayan cümleleri kurup telaffuz edeceksin…  İilişkileri bir anda onarılamayacak hale getereceksin.. Hep sahici yaşamağa çalışarak, hep yalan yaşayacaksın yaşamağa çalıştığın her sahicilik, hep bir yalan olarak çıkacak ortaya. Sahici yalanlar yaşayacaksın, hep. Yaşadıkların, hep, sahiden, yalanlar olacak. Görmek ne hoş. Ama siz yine de her gördüğünüze kanmayın. Vefa kalbin hafızası... Gönüllere dokunacaksa gönülden gelmeli...... kural çok basit: ... Sana yapılmasını  istemediğin bir şeyi başkasına yapmayacaksın.. İstediğini söyleyen istemediğni işitir derler.... Her erdem ruhun güzelliği... “Sevgi his meselesi, istem değil. Sevgi istemekle olmaz, zorunda olmakla (sevmeye mecbur edilmeyle) hiç olmaz. Sevme ödevi ise zaten abes.”  Sevgi; Kendisine önem vermeyen yürekleri  terk eder... insan nerede artık sevemiyorsa, oradan - geçip gitmeli! - Her kişi, haddizatında yalnızdır. Değilmiş gibi yapar, yaşar... ölümüyle de yaşar. Ölüm de yaşar, her kişiyle. Ölüm kişiyle yaşar. Zamansallık yitimidir ölüm... Her insan kendi zatî ölümünü ölür. Noksanlık ne fena: yeri var ama orada değil... Yok'sunluk. Kayıp birikmez, büyür. Devcileyin boşluk kalır.. Ölüm amansız bir hırsız. Boş bırakıcı, yer çelici... Geride kalanlar içindir ölüm. Acılı bir son, sonsuz bir acıdan iyidir. Silmek yazmaktan zor.. Bitince tamamlanmış olmuyor maalesef... Özlem, bahar başında esip geçer gibi görünen kar fırtınasıdır; ama, sanki, her bir tanesi donup kalacak, hiçbir zaman erimeyecek gibi gelip kalır... Özlemek öz-leyememektir. Değil başkası, kendisi bile yol gösteremez, özlem çekene.... Kaybetmek başka, yitirmek bambaşka. Biri gözden, diğeri gönülden gider sanki... Ölene kadar sorumlusun gönül bağı kurduğun her şeyden... Kendini başkasının göz bebeğinde görürsün, Yıldızları vardır insanların... Geceleyin gökyüzüne baktığında, ben bunlardan birinde olacağım, bunlardan birinde güleceğim için, sanki tüm yıldızlar gülüyormuş gibi gelecek sana. Gülmesini bilen yıldızların olacak.” "Yarın" ne kadar umut dolu bir sözcük: sabah olma, aydınlanma, ışıma, karanlık sonrası anlama sahip. Sonrasal olan insan, hep yarında yurt tutar bu yüzden: umutla, heyecanla ve elbette kaygıyla... Filizlenir, açar ve solarız. Zamanda varlık buluruz. Hem aklın hem de gönlün varsa, açmalısın onlardan yalnızca birini. Açarsan şayet ikisini birden, yazık olur her birini. Kaygı, yuvalanır derin yüreğimizde, Gizli acılar doğuruverir orada, Huzursuzca devinir, bozar heves ve rahatı, Her defasında yeni maskelerle örterek kendini... "Kendi huzurum onun huzuruna bağlı, Onu mutlu eden bana hayat verir, Onu üzen kalbimi yaralar..." Bu arada mutluluk nedir? Mutuluk,  bir insanın hayatını ne kadar anlamlı ve değerli görüp görmediği ile ilgili. Ramaktayızdır hep. Ne herhangi bir göz görmüştür güneşi, güneş gibi olmadıkça; ne de güzeli görebilir bir ruh, güzel olmadıkça. Ömür denir buna.. Yağmur sözcüğü ne kadar isabetli. Hem yağarak kendi oluyor hem kendi olduğu için yağıyor. Ölçüt şudur: Yeniden aynı hayatı yaşamak ister miydin? İlgiyle Okuduğum bir makaleden : İzninizle paylaşıyorum..... Dört  temel Yaşam kuralı: İlk kural : ” Karşına çıkan kişiler her kimse, doğru kişilerdir.  Bunun anlamı şudur, hayatımızda kimse tesadüfen karşımıza çıkmaz. Karşımıza çıkan, etrafımızda olan herkesin bir nedeni vardır,  ya bizi bir yere götürürler ya da bize bir şey öğretirler.”   İkinci kural : Yaşanmış olan her ne ise, sadece yaşanabilecek olandır.  Hiç bir şey, hem de hiç bir şey yaşadığımız şeyi değiştiremezdi. Yaşadığımızın içindeki en önemsiz saydığımız ayrıntıyı bile değiştiremeyiz. ‘ Şöyle yapsaydım, böyle olacaktı’ gibi bir cümle yoktur. Hayır, ne yaşandıysa, yaşanması gereken, yaşanabilecek olandır, dersimizi alalım ve ilerleyelim diye.  Her ne kadar zihnimiz ve egomuz bunu kabul etmek istemese de, hayatımızda karşılaştığımız her olay, mükemmeldir.”   Üçüncü kural : ” İçinde başlangıç yapılan her an, doğru andır.  Her şey doğru anda başlar, ne erken ne geç.  Hayatımızda yeni bir şeyler olmasına hazırsak, o da başlamaya hazırdır.   Dördüncü kural: “Bitmiş olan bir şey bitmiştir.  Bu kadar basittir. Hayatımızda bir şey sona ererse, bu bizim gelişimimize hizmet eder.  Bu yüzden serbest bırakmak, gitmesine izin vermek ve elde etmiş olduğun bu tecrübeyle yola devam etmek gerekir.” Bir Anekdot... Geçenlerde Üniversitemiz de düzenlenen "Kütahya'da kariyer ve İstihdam Günleri"ne katıldım. "Balık denizi gökyüzü sanır," demiş ya üstat. Bu deyişi teyit edercesine yaşanmış bir hikaye.... Öğrencilere rol model olması düşünülen ilin en büyük  Nevi şahsına münhasır​ kerameti kendinden menkul Mülkü  Âmir.... Hayatında ticari bir faaliyette bulunmamış iflas etmemiş başarısız olmamış. Gemiyi  azgın dalgalarda liman ‘a getirmemiş Sözüm ona  girişimcilik dersleri / konferansı veriyor açılış konuşmasında. Öğrencileri motivasyon sağlamak, geleceklerine rehberlik için bir anısını anlatıyor...... "on üç yaşında iken, kendi inşaatlarında  yaz ayında yeni atılan betonu sabah ve akşam saatlerinde hortumla sularken ayağına batan çiviyi nasıl kahramanca çıkartığını, tarihi bir kişi  ile  özleştirerek anlatıyor.. İşin ilginç  yanı  özdeşleştirdiği tarihi anekdot  vatan bölünmesin,bayrak inmesin , ezanlar susmasın,ocaklar sönmesin diye savaşan  çok ünlü bir  komutanla kendisini özdeşleştirmesi  ...   Bu arada unutmadan:  Onu dinleyen protokolde  Özdilek firmasının sahibi  Hüseyin Özdilek ve Kütahya!nın en büyük işadamlarından Tavşanlı Meslek Yüksek okulu'nun kuruluşunda  ve sonrasında maddi ve manevi yardımlarını esirgemeyen saygı duyduğum Nafi Bey'de var...  Birden nereden geldiyse aklıma uçan balonlarr  ve Küçük adamın sözleri geldi.   Berkehan bey, Karagöz'e "Neden dondurma yemeye gitmiyoruz Hacivat?" Hacivat'a da "Sabah da yedik, babam olmaz der" dedirterek ... subliminal mesajlar verirken.... Aklımı ve sağduyumu bir tarafa bırakıp içimdeki  hisleri yazıya dökmeye başlarsam hiç arzu etmediğim bir seviyeye inebileceğimden endişe ediyorum. Bu sebeple, en iyisi, bu yazıyı burada noktalamak… Yazıyı noktalarkende İnsanın aklına neler gelmiyor/ neler geçmiyor ki!... Uçan balonu bilmeyen yoktur.  Genellikle havadan daha hafif olan helyum gazıyla dolu olduğundan  . helyum gazının kaldırma kuvvetinin, balonun ağırlığından fazla olmasından  balon uçabilmekte. Balon şişirildiğinde ince bir zar haline gelmekte. Balonun içindeki hava, bu zarda bulunan küçük deliklerden dışarı kaçmakta. Helyum molekülleri, oksijen ya da azot gazı moleküllerine göre daha küçük olduklarından, daha çabuk dışarı kaçmakta. ve içerideki helyum gazı miktarı azaldığında, artık balonun ağırlığını taşıyamaz olmakta ve balon artık uçmaz hale gelmekte!... Konunun uzmanlar böyle söylüyor ... kitaplar böyle yazıyor...Özetle ... Balon zamanla sönmekte. Hani ya !.. Balon gibi şişirilmiş insanlar gibi!.. Kâşgarlı  Mahmut" İnsan şişirilmiş tulum gibi, ağzı açılınca sönmekte." diyor...   Ne kadar doğru bir söz. Bu sözü teyit edercesine , "Testinin içinde ne varsa, dışarıya o sızar..."diyor ya Rûmî.tıpkı onun gibi... Hayat, haksız parlatılanların yaldızlarını günü gelince  mutlaka dökmekte... Sözü fazla uzatmadan;  yakın zaman içinde yaşadığım bir olayı izninizle paylaşmak istiyorum. Geçenlerde Berkehan'la,  yeni açılan AVM' ye gezmeye gittik. Onu elinden tutup dolaştırırken, Berkehan 'ı mutlu etme çabasındayım. Ona şekerler, oyuncaklar, pastalar teklif ediyorum . Ancak nafile!..  Birden sevinçle; rengarenk uçan balonları elinde tutan baloncunun yanında buluyoruz kendimizi. Gerçi AVM'de balondan geçilmiyor. Çoğu mağaza çocuklara balon vermek suretiyle müşteri çekme çabasında.  Balonların çoğu , büyüklerin elinde!...    Berkehan'a"sana balon alayım mı?" diye soruyorum; biraz kaygılı, biraz mahzun yanıt veriyori. -"Ne yapayım balonu, sönüverir!"  .  Üç yaşında ki bir çocuğun sönebileceği için balonu reddetmesi.   Ne kadar ilginç!..   Ne kadar düşündürücü!...    Nutkum tutuluyor!..    "Her balon sönmeye mahkum!..."    "Kifayetsiz muhterisler gibi!...    Bu tipleri;  bilim adamları,        i-    Beceri/bilgi düzeylerinin gerçekte olduğundan daha iyi olduğunu düşünmeleri...        ii-   Başkalarının becerilerini/bilgi düzeylerini değerlendirme yeteneğinden yoksunluk,,       iii-   Ne kadar beceri(k)siz/ bilgisiz olduklarının farkında olmamaları....        iv-   Sağırdırlar, dilsizdirler, kördürler... diye tanımlıyor.... Ne yazık ki ülkemizde  bu tiplerin yetersizliklerine karşın  hızlıca çevresindekilerin ,yandaşların uçurması ile o mevkiye gelebilmekte!... Hani "şeyh uçmaz mürit uçurur "aforizmasını teyit edercesine ...  Bir garip Orhan Veli "Kitabe i seng i mezar" şiirinde şöyle diyor:  "öyle bir ruzigâr ki, kendi gitti, ismi bile kalmadı yadigâr....." Kendilerini, makam verilince, Zübde*i âlem sanan… Kendini o kurum için bir şans olarak gören… Hesaptaki parası kendini satın alan,... Erke selam edip, kula ram olan, Nafakası, Nifak olan… Bir ben varım deme, yoksan da olur..    ve   üç kişiye acırım diyor Şeyh Edebâli:  "Zenginken fakir düşene, cahiller arasındaki alim , bilmiş geçinenlere ve en önemlisi hatırlı iken itibarını kaybedene."... Altın gibi görünseler bile deneyimi aşan ilkelerden hareket edilince, onları değerlendirebilecek hiçbir şey elde kalmıyor maalesef...   Kifayetsiz insanlar gibi!..  "Buraya nasıl gelmiş," diye şaştığımız, insanlar gibi!... Dünya kifayetsiz muhterislerle, riyakarla ve nankörlerle dolu ve bunlar her yerde hak etmedikleri konum da / her mevkide.. Ama er ya da geç "her balon gibi sönmeye mahkum!....". Dün olduğu gibi bugünde... Tamamlanmadan bitiverecekler Hitam işte; kapanıp mühürlenecekler...... Eski olanlar gitti, yeni olanlar henüz gelmedi.... Son Söz:“Herkesten, her şeyden kaçabilirsin. Geçmişten, gerçeklerden, kafanın içindekilerden. Kaçtıklarının, hayatın boyunca gölge gibi adım adım peşinden geleceğini, en mutlu, en zayıf anını kollayacağını, mutlaka en olmadık anda karşına çıkacağını bile bile yine de kaçabilirsin. Çünkü kaçmaya devam edersek geçmişin gölgesi bizi kovalar. O beklemediğimiz bir anda karşımıza çıkıp bizi köşeye sıkıştırmadan biz onun karşısına çıkmalıyız. Çünkü değişim cesaret ister. Ya korkularımız bize sahip olur, ya da biz korkularımıza hükmederiz.” Bu özgün düşünsel deneme yazısının sonuna yaklaşırken yaşanan burukluk...... Saygılarımla. Sağlıcakla kalın! Günleriniz hep aydınlık olsun! Yüreğinizde sevgi daim olsun! Yüreği "Berkehan ve Bilgehan Deniz" kadar temiz olanların! ------------------------------------- Not:  şöhret: halkın sana verdiği değer itibar: seçkinlerin sana verdiği değer haysiyet: senin sana verdiğin değer şöhret ve itibarını sana verenler başkaları, isterlerse verdikleri gibi geri de alırlar. haysiyetine gelince, kimse onu senden alamaz, onu ancak sen kendin yitirirsin. (*)“Bazen kelimeler kifayetsiz kalır” ve "Sözün bittiği yer" söylemlerin sığlaştığı "söylenen laf mıdır, söyleyen adam mıdır? sorusunun karşılığı olarak Kendilerini, makam verilince, Zübde*i âlem sanan…Erke selam edip, kula ram olan, Nafakası, Nifak olan…kerameti kendinden menkul zat-ı muhteremler için çok sevdiğim üç  kıssadan hisse. Birlikte okuyalım:   Birinci kıssadan hisse:   Mülazahat hanesini açık bırakarak hayatın üç kuralı var... başka bir deyişle"hayatın motto" su var. yani tam karşılığı o işin amentüsü, temeli, en genel ve kısa özeti!... Her neyse!.. Lafı fazla uzatmadan... Birinci kural ; Kulun işine , ikincisi Yüce yaradan'ın işine ve üçüncüsü de ne olursa olsun hangi koşulda olursa olsun "yalan" söylememek.. İkindi vakti öncesi abdest almak için avluya çıkan şeyh;dervişin birinden bir ibrik su ister.Derviş getirir.Yere çömelmiş abdest almaya çalışan şeyh bir yandan da bahçedeki dervişleri gözetlemektedir.Su döken derviş bakar ki şeyh elini yıkarken bazı yerleri kuru kalır. İçinden; -Bir de bize mürşit olacak doğru dürüst abdest almayı bile beceremiyor diye geçirir.Bakışları alaycı ve suizandır.Şeyh kafasını kaldırır dervişin bakışlarını yakalar aklından geçenleri okur; -Evlat sen bize yaramazsın akşama kalmadan dergahımızı terk et,der. Derviş şeyhi için böyle düşündüğü için bin pişman olmuştur ama nafile kovulmuştur artık.Akşam arkadaşları ile helalleşerek ıssız bir dağ yamacındaki dergahtan ayrılır.Ne ailesi vardır ne gidecek yeri.Deli divane dağ tepe yürür,yorulmuştur,acıkmıştır.Nereye gideceğim ne yapacağım diye düşünürken uzakta bir ışık görür.Işığa doğru yürür;ağaçların altında çoban ateşin üzerinde yemek pişirmektedir. -Selamün aleyküm -Aleyküm selam -Allah misafirine aşın ekmeğin var mıdır? -Vardır hele otur şöyle,der çoban. Çoban gelen yabancıyı süzer,gece vakti ormandan gelen yabancı kimdir necidir?Üzerinde derviş kıyafeti var.İyi de bir derviş bu vakitte ne geziyor dağ başında,dervişler dergahtan akşamları dışarı çıkmazlar ki,diye düşünür.Derviş olan biteni anlatınca çoban onun haline acır ve: -Şu karşıdaki dağın arkasında bir şehir var,ismi 'Eyvallah'şehridir oraya git ne alırsan al 'eyvallah'dedikten sonra ücretsiz bedava. -Ne yani para pul istemiyorlar mı? -Eyvallah diyene herşey bedava.Derviş kendisi ile dalga geçildiğini düşünür.Çoban devam eder; -Yalnız Eyvallah şehrinin üç kuralı var.İhlal edersen şehirden atılırsın! -Nedir bu kurallar? -Bir 'Kulun işine karışmayacaksın' . İki 'Allah ın işine karışmayacaksın' . Üç 'Asla yalan konuşmayacaksın' . -Kolaymış ben zaten dergahta eğitim aldım der derviş.Sabah çekine çekine şehre giren derviş çobanın doğru söyleyip söylemediğini anlamak için hamama gider yıkanır kasaya gelir 'eyvallah'der kasa başındaki de 'eyvallah' der. -Borcum ne?der çoban hamamcı;Eyvallah kardeş borcun yok eyvallah dedin ya. Derviş şaşırır.Bir yandan sevinir fırına girer yine aynı muamele'eyvallah' diyenden para alınmıyor.Derviş 'iyi ki dergahtan kovulmuşum burda herşey bedava padişah gibi yaşarım' diye düşünmüş...Aradan bir ay geçmiş aile kurmaya karar vermiş arkadaşına danışmış.Arkadaşı köle pazarına git beğendiğini seç satıcıya eyvallah de yeter demiş..Derviş denileni yapmış evlenmiş.Aradan bir hafta geçmiş derviş çarşıda dolaşmaktadır.Karşısından biri genç biri yaşlı iki kadın gelmektedir.Genç olanın saçı başı heryeri açıktır.Diğer kadın çarşaflı sadece gözleri görünen bir kadındır. Derviş; -Şuna bak ya diye bağırır.Şuna bak örtünmesi gerekenin her yeri açık saçık;örtünmese de olur yaşlı kadının her yeri kapalı.Bu nasıl iştir,niye böyle açık giyindin be kadın der. -İmdat zaptiye!diye bağırır genç kız.Zaptiyeler gelir. -Ne vardı? -Bu adam kulun işine karıştı. Bizim dervişe karakolda on dayak atılır karakoldan çıkınca yediği dayağın acısından çok bir kulun hatasını uyardığından dolayı şikayet edilmesi ve dayak yemesi içine dokunmuştur.Karakolun avlusunda yüksek sesle; -Allah'ım bu nasıl iş?Kullarını uyardım dayak yedim.Ey Rabbim bu ne biçim iş?Dervişin söylediklerini duyan birisi; -Zaptiye zaptiye diye seslenir. -Ne oldu? -Şu derviş Allah'ın işine karıştı.Tekrar karakol on değnek daha yer derviş.Yorgun argın eve gelir içeri girip yatağa uzanır.Yarım saat sonra kapı çalınır.Eşi kapıyı açar.Av arkadaşları gelmiştir eşinden evde olup ava gidip gitmeyeceğini sorarlar.Eşi odaya girer; -Arkadaşların geldi birlikte ava çıkacakmışsınız. -Beyim evde yok de. -Zaptiye zaptiye!! -Ne vardı? -Eşim yalan konuşmamı istiyor.Yalan söylüyor.Derviş zaptiyecilerce şehirden atılır.Üstü başı toz toprak içinde şehre doğru bakar dizine vurarak; -Eyvallah'ın ayarını bilmeyen eyvah eyvah diye inler....   İkinci kıssadan hisse:   "Vaktiyle Bursa’ da bir Müslüman, eski adı “Yahudilik Yolağzı”, bugünkü adı Arap Şükrü olan muhitte çeşme yaptırmış ve başına bir kitabe eklemiş: “Her kula helâl, Müslüman’a haram!..” Bursa başkent, tabii Osmanlı karışmış, bu nasıl fitnedir diye… Gitmişler kadıya şikâyete, adam yakalanıp yaka-paça huzûra getirilmiş. “Bu nasıl fitnedir, dîni İslâm, ahâlisi Müslüman olan koca devlette sen kalk, hayrattır, sebildir diye çeşme yap, ama suyunu Müslüman’a yasakla!.. Olacak iş midir, nedir sebebi, aklını mı yitirdin?..” diye çıkışmışlar adama. Adam: - “Müsaade buyurun, sebebi vardır, lâkin ispat ister, delil şarttır…”dedikçe kadı kızmış: - “Ne delili, ne ispatı?.. Sen fitne çıkardın, Müslüman ahâlinin huzurunu kaçırdın, katlin vâciptir!” demiş. Demiş ama, bir yandan da merak edermiş: - “Nedir gerekçen?..” diye sormuş. Adam: - “Bir tek Sultan’a derim…” diye cevap verince, ortalık yine karışmış. Söz Sultan’a gitmiş, adam yaka paça saraya götürülmüş… Padişah da sinirlenmiş ama, diğer yandan o da meraklanırmış: - “De bakalım ne diyeceksen. Bu nasıl iştir ki, hem çeşmeyi yaparsın,hem de her kula helâl,Müslüman’a haram yazarsın?..” Adam, başı önünde konuşur: - “Delilim vardır, lâkin ispat ister.” - “Ya dediğin gibi sağlam değilse delilin?..” - “O zaman boynum, hükme kıldan incedir Sultânım…” - “Eeee?!..”- “Sultânım, herhangi bir havradan (sinagog) rasgele bir hahamı izahsız yaka-paça tutuklayın, bir hafta tutun. Bakın neler olacak…” Dediği yapılmış adamın. Bütün azınlıklar bir olmuş, başlarında Mûsevîler, “ne oluyor, bu ne zulüm?.. Bizim din adamımıza biz kefiliz, ne gerekirse söyleyin yapalım, o masumdur, gerekirse kefalet ödeyelim…” Çevre ülkelerden bile elçiler gelmiş, elçiler mektup üstüne mektup getirmiş… Bir hafta dolunca, adam: - “Sultanım, artık bırakmak zamanıdır” demiş. Haham bırakılmış, azınlıklar mutlu, bu sefer Sultan’a teşekkürler, hediyeler… Az zaman geçmiş ki, adam: - “Aynı işi herhangi bir kiliseden herhangi bir papaz için yaptırınız Sultanım” demiş. Aynı şekilde bir papaz derdest edilip yaka-paça alınmış Pazar ayininden ve aynı tepkiler artarak devam etmiş. Haftası dolunca da serbest bırakılmış. Mutluluk ve sevinç gösterileri daha bir fazlalaşmış, teşekkürler, şükranlar… Levantenler din adamlarına kavuşmanın mutluluğuyla daha bir sarılmışlar birbirlerine… Sultan: - “Bitti mi?..” demiş adama. - “Sultânım son bir iş kaldı, sonra hüküm zamanıdır izninizle” demiş. - “Şimdi nedir isteğin?..” - “Efendim, pâyitahtımız Bursa’nın en sevilen, en sözü dinlenilen, itimat edilen âlimini alınız minberinden…” Adamın dediğini yapmışlar, Ulucâmi imamını Cuma hutbesinin ortasında almışlar, yaka-paça götürmüşler…Ve ne olmuş bilin bakalım?.. Bir ALLAH’ın kulu çıkıp da, “ne oluyor, siz ne yapıyorsunuz?.. Hiç olmazsa vaazı bitene kadar bekleseydiniz”, gibi tek bir kelâm etmemiş, imamın peşinden giden, arayan-soran olmamış… Geçmiş bir hafta, “Nerde imam” diye gelen-giden yok!.. Aptal ve cahil bir imam tayin edilmiş yerine, ne konuştuğunu kendi kulağı duymayan tam yobaz cinsinden biri… Halk hâlinden memnun, başlamış bir dedikodu, o geçen hafta derdest edilen koca âlim için: - “Biz de onu adam bilmiş, hoca bellemiştik…” - “Kim bilir ne halt etti de tevkif edildi!..” - “Vah vaah!.. Acırım arkasında kıldığım namazlara…” - “Sorma, sorma…” Padişah, kadı ve adam izliyorlarmış olup-bitenleri. Sonunda Padişah çeşmeyi yaptırana sormuş: - “Eee, ne olacak şimdi?.. Adam: - “Bırakma zamanıdır. Bir de özür dileyip helâllik almak lâzımdır hocadan.” “Haklısın” demiş padişah, denilenin yapılması için emir buyurmuş ve adama dönmüş. Adam başı önünde konuşmuş: - “Ey büyük Sultânım, siz irade buyurunuz lütfen, böyle Müslümanlara su helâl edilir mi?..” Sultan acı acı tebessüm etmiş: - “Hava bile haram, hava bile!..” demiş… "Bana dokunmayan yılan bin yaşasın" diyenlere... "Sap döner, keser döner; gün gelir, hesap döner." "yarına kalır ama yanına kalmaz..." Üçüncü kıssadan hisse:   Padişah, özel dalkavuğuyla vakit öldürürken: -Ben demiş; “hünkarbeğendi”yi çok seviyorum, sen ne düşünüyorsun patlıcan hakkında? Dalkavuk da: -Patlıcan mı, demiş; sultanımın ağzına layık muhteşem bir sebzedir, hele “hünkarbeğendi”. Hâk-i pâyiniz kulunuz bendeniz de bayılırım ona... Padişah: -”Patlıcan musakka” da öyle, demiş; onu da çok seviyorum. -Sultanımın hakkı alileri var elbet; Allah’ın bir lütfudur patlıcan. Padişah bu kez: -”Patlıcan oturtma” ile “patlıcanlı kebap” da fena değil ama, eh işte, demiş. Dalkavuk da: -Hâk-i pâyini kulunuz bendeniz de, demiş; patlıcanlı bir yemek söylendiğinde, biraz tereddüde düşerim, hele “oturtma” ile “kebap”sa... Ve Padişah: -Ama, demiş; “patlıcan karnıyarık”tan hiç hoşlanmıyorum... -Alt tarafı patlıcan işte, nesinden hoşlanacaksınız ki?... -”İmambayıldı”dan ise nefret... -Tam bir rezalet sultanım, tam bir rezalet bu patlıcan... Padişahın birden tepesi atmış: -Bre, demiş; sen ne hınzır mel’unsun; demincek patlıcanı öve öve yere göğe koyamıyordun, şimdi de yerin dibine batırmaya başladın, yıkıl hemen karşımdan... Dalkavuk, yerlere kapanarak, ayaklarını öpmeye başlamış padişahın: -Hâk-i pâyiniz bendeniz kulunuz, patlıcanın dalkavuğu değilim ki, demiş; sadece sultanımın dalkavuğuyum. Çevir kazı yanmasın... Kim ne kadar çevirirse çevirsin, yine de bazen yanıyor galiba; çünkü burunlara sık sık yanık kokuları da geliyor. (*)"İnsanların mutluluğu nesnel koşullardan ziyade beklentilerine bağlı. Beklentilerse koşullara göre şekillenme eğiliminde; buna başka insanların koşulları da dahil. İşler düzelince beklentiler de kabarıyor ve koşullar ciddi ölçüde düzelse bile memnuniyetsizliğimiz aynı şekilde devam edebiliyor." (**)yalana dair:dair bir hikaye  .Birlikte okuyalınm:    “Birinin yalan söylediğini hissetmek kadar hiç bir şey tiksindirmedi beni bu hayatta.” Çok eskiden Ateş, Su, Gerçek ve Yalan büyük bir evde beraber yaşarlarmış. Her ne kadar birbirlerine nazik davransalar da aralarına mümkün olduğu kadar çok mesafe koymaya çalışırlarmış. Gerçek odanın bir yanında oturursa, Yalan diğer yanında otururmuş. Su, Ateş’in ayaklarının altında dolaşmamaya sürekli özen gösterirmiş. Bir gün birlikte ava gitmişler. Büyük bir sığır sürüsüyle karşılaşmışlar ve elbirliğiyle hayvanları çevirip köylerine sürmeye başlamışlar. Otlaklarda ilerlerken, Gerçek, “Hayvanları eşit paylaşalım. En hakça olanı bu” demiş. Yalan dışında herkes Gerçek’e katılmış. O, payının diğerlerinden fazla olmasını istiyormuş ama şimdilik ağzını açmamaya karar vermiş. Köye doğru yollarına devam ederken Yalan gizlice Su’ya yaklaşmış ve fısıldamış. “Sen ateşten güçlüsün. Onu ortadan kaldır, geriye kalanların payına daha çok sığır düşsün.” Su köpürerek, fokurdayarak ateşin üzerinden akmış ve onu söndürünceye kadar durmamış. Payına daha çok sığır düşeceğini düşünerek keyifle kıvrılıp dolanarak akmasına devam etmiş. Bu arada Yalan Gerçek’e şu şekilde fısıldıyormuş. “Bak! Gördün mü?! Su Ateş’i öldürdü! Sıcak yürekli arkadaşımızı gaddarca söndüren Su’yu arkada bırakalım. Sığırları dağın zirvesinde otlatmaya çıkaralım.” Gerçek ve Yalan dağa tırmanmaya başlamışlar. Su onlara yetişmeye çalışmış. Ama dağ çok dikmiş ve Su yukarı doğru akamıyormuş. Sıçraya kıvrıla, kendi kendinin üzerinden geçerek aşağıya doğru akmaya başlamış. Bakın! Görüyor musunuz?! Su hâlâ bugün bile kıvrılarak dağdan aşağı akmakta. Gerçek ve Yalan dağın zirvesine varmışlar. Yalan, Gerçek’e dönerek, yüksek sesle, “Ben senden güçlüyüm! Sen benim hizmetkârım olacaksın! Ben de senin efendin! Sığırların hepsi benim!” demiş. Kavgaya tutuşmuşlar Gerçek ayağa kalkmış ve sesini yükseltmiş. “Senin hizmetkârın olmayacağım!” Kavgaya tutuşmuşlar. Savaşmışlar savaşmışlar, savaşmışlar. Sonunda Rüzgâr’ı çağırmışlar. “Hangimiz efendi, sen karar ver” demişler. Rüzgâr karar verememiş. Esip gürleyerek bütün dünyayı dolaşmış ve insanlara “Yalan mı güçlü, Gerçek mi?” diye sormuş. Kimisi “Yalan bir kelimeyle Gerçek’i yok eder,” demiş. Kimisi “Gerçek, karanlıkta yanan küçük bir mum gibi, her durumu değiştirir” demiş. Sonunda Rüzgâr dağın zirvesine dönmüş. “Yalanın çok güçlü olduğunu gördüm. Ama hükmü sadece Gerçek’in duyulmaya çalışmaktan vazgeçtiği yerlerde geçer” demiş. Ve o gün bu gündür bu hep böyledir. Bu bir Afrika masalı. Türkçeye çevirdim. Türkiye masalı oldu. Artık yalanın hükmünün geçmemesi için ne yapılması gerektiğini bilmiyorum diyemezsiniz. Sağlıcakla kalın!