Tüm Bilgi Paylaşımlarım

Küreselleşmenin Genetik Kodu Neo Liberal Ekonomik Yapının Sorunsalı: Adaletsizlik, Yoksulluk ve Eşitsizlik...

Küreselleşmenin Genetik Kodu Neo liberal Ekonomik Yapının sorunsalı: Adaletsizlik, Yoksulluk ve Eşitsizlik...   İlk Söz: Bize savaş denmemişti. Küresel köy, serbest dolaşım hakkı, uzay çağı, refah ve bolluk toplumu denmişti. Bize globalleşme, bilgiye erişimde eşitlik ve barış içinde bir arada yaşama denmişti. Tarihin sonu denmişti, savaşlar bitecek denmişti... Neoliberal ekonomik küreselleşmenin hedefi ticaretin önündeki tüm engellerin kaldırılması ve mevcut tüm kaynak ve hizmetlerin özelleştirilmesidir. Bu senaryoda, elde edilen kârlar az sayıda kişinin yararına olduğundan kamusal yaşam piyasa güçlerinin insafına kalacaktır. Ekonomik küreselleşme olgusunun ardındaki uluslararası politikanın itici gücü doğası gereği neoliberaldir.  Şirketler ve zengin seçkinler için son derece kârlı olan neoliberal politikaların propagandası IMF, Dünya Bankası ve DTÖ aracılığıyla yapılmaktadır. Neoliberalizm, küresel kaynak tahsisinin en etkili yöntemi olarak serbest piyasayı destekler. Sonuç olarak büyük ölçekli, kurumsal ticareti ve kaynakların özelleştirilmesinden yanadır. Son zamanlarda neoliberalizme uluslararası ilgi oldukça fazla. İdeolojileri Latin Amerika'daki etkili ülkeler tarafından reddedildi ve ahlaki temeli artık geniş çapta sorgulanıyor. DTÖ, IMF ve Dünya Bankası'na karşı son dönemde yapılan protestolar esasen bu kuruluşların özellikle düşük gelirli ülkelerde uyguladığı neoliberal politikalara karşı yapılan protestolardı... Neoliberal deney aşırı yoksullukla mücadelede başarısız oldu, küresel eşitsizliği artırdı ve uluslararası yardım ve kalkınma çabalarınında  en büyük engeli. . Bu çalışma  küreselleşmenin genetik kodu neoliberal yapının sorunsalı olarak ,adeletsizliği,eşitsizliği en önmlisi de yoksulluk üzerine etkisinin genel bir perspektifde yansıtmayı amaçlamakta... Neo Liberal Yapının Tarihsel Gelişim Süreci İkinci Dünya Savaşı'ndan sonra kurumsal şirketler, ABD ve Avrupa'da hükümetleri üzerinde aşırı siyasi etkiye sahip olan, toplumda zengin bir sınıfın oluşmasına yardımcı oldu. Neoliberalizm,  bu zengin elitlerin, işçi sınıfını destekleyen ve refah devletini güçlendiren savaş sonrası politikalara karşı koymaya yönelik bir tepkisi olarak ortaya çıktı. Neoliberal politikalar, mal ve hizmet üretimi ve tedariğinde en etkili yöntemler olarak piyasa güçlerini ve ticari faaliyeti savunur. Aynı zamanda devletin piyasayı düzenleme rolüne karşı çıkar. Diğer bir deyişle siyasi erki elinde tutan  gücün ekonomik, mali ve hatta sosyal işlere müdahale etmesinin doğru olmayacağı düşüncesi hakimdir.  Ekonomik küreselleşme süreci bu ideoloji tarafından yönlendirilmektedir; Piyasa güçlerinin küresel ekonomiyi yönlendirebilmesi için uluslar arasındaki sınırların ve engellerin kaldırılması. Bu genel politikalar hükümetler tarafından kolayca benimsendi ve hâlâ klasik ekonomik düşünceyi etkilemeye devam ederek şirketlerin ve varlıklı ülkelerin dünya ekonomisindeki mali avantajlarını güvence altına almalarına olanak tanıyor. Bu politikalar en çok 1980'lerde Regan-Thatcher-Kohl döneminde ABD ve Avrupa'da uygulandı. Bu liderler serbest piyasayı ve özel mülkiyeti genişletmenin daha fazla ekonomik verimlilik ve sosyal refah yaratacağına inanıyorlardı. Bunun sonucunda ortaya çıkan kuralsızlaştırma, özelleştirme ve sınır kısıtlamalarının kaldırılması, kurumsal faaliyetler için verimli bir zemin sağladı ve sonraki 25 yıl içinde şirketler, boyut ve etki açısından hızla büyüdü. Şirketler artık dünyadaki çoğu ülkeden daha verimli ekonomik birimlerdir. Devasa mali, ekonomik ve politik nüfuzlarıyla neoliberal hedeflerini ilerletmeye devam ediyorlar. Çoğu ülkede mali seçkinler, neoklasik iktisatçılar ve siyasi sınıflar arasında neoliberal politikaların küresel refah yaratacağı konusunda bir fikir birliği var. Konumları o kadar sağlamlaşmış ki, bu görüş uluslararası kuruluşların (IMF, Dünya Bankası ve DTÖ) politikalarını belirliyor ve onlar aracılığıyla küresel ekonominin işleyişini belirliyor. Pek çok BM kuruluşunun çekincelerine rağmen, neoliberal politikalar kalkınma kuruluşlarının çoğu tarafından en yoksul bölgelerde yoksulluğu ve eşitsizliği azaltmanın en olası yolu olarak kabul ediliyor. Ekonomik küreselleşmenin ölçülebilir sonuçları ile önerilen faydaları arasında büyük bir tutarsızlık var. Neoliberal politikalar tartışmasız bir şekilde bazı insanlar için muazzam bir zenginlik yarattı, ancak en önemlisi, finansal yardıma en çok ihtiyaç duyan aşırı yoksulluk içinde yaşayanlara fayda sağlayamadı. Çin hariç, gelişmekte olan ülkelerde 1960 ile 1980 yılları arasında yıllık ekonomik büyüme %3,2 idi. Bu, 1980 ile 2000 arasında ciddi bir düşüş göstererek sadece %0,7'ye düştü. Bu ikinci dönem neoliberalizmin küresel ekonomi politikasında en yaygın olduğu dönemdir. (İlginçtir ki, Çin bu dönemlerde neoliberal modeli takip etmiyordu ve kişi başına ekonomik büyümesi 1980 ile 2000 arasında %8'in üzerine çıktı.) Neoliberalizm aynı zamanda artan küresel eşitsizlik düzeylerine de çözüm üretemedi. Son 25 yılda gelir eşitsizlikleri hem ülkeler içinde hem de ülkeler arasında çarpıcı biçimde arttı. 1980 ile 1998 arasında, en zengin %10'un geliri ile en fakir %10'un payı %19 daha eşitsiz hale geldi; ve en zengin %1'in geliri, en fakir %1'in payı ise %77 daha eşitsiz hale geldi (yine Çin dahil değil). Neoliberal politikanın eksiklikleri, 1990'larda Latin Amerika ve Güney Asya'daki ülkelerin yaşadığı, iyi belgelenmiş ekonomik felaketlerde de açıkça görülüyor. Bu ülkelerin mali sorunları ve IMF'nin baskıları nedeniyle neoliberal özelleştirme ve kuralsızlaştırma modelini izlemekten başka seçeneği kalmadı. Venezuela, Küba, Arjantin ve Bolivya gibi ülkeler o zamandan beri yabancı şirketlerin kontrolünü ve IMF ile Dünya Bankası'nın tavsiyelerini reddetti. Bunun yerine zenginliğin yeniden dağıtımını, sanayinin yeniden millileştirilmesini tercih ettiler ve sağlık ve eğitim hizmetlerine öncelik verdiler. Ayrıca petrol ve tıbbi uzmanlık gibi kaynakları bölge genelinde ve dünyadaki diğer ülkelerle paylaşıyorlar. Bu ülkelerde görülen dramatik ekonomik ve sosyal iyileşme, onları ABD tarafından şeytanlaştırılmaktan alıkoymadı. Küba bu propagandanın iyi bilinen bir örneğidir. 'Özgürlük ve Amerikan yaşam tarzı' için tehlike olarak görülen Küba, neoliberal çizgiyi çekmek adına ABD'nin yoğun siyasi, ekonomik ve askeri baskısına maruz kalıyor. Washington ve ABD'deki ana akım medya yakın zamanda Venezuela Devlet Başkanı Chavez'e yönelik benzer bir propaganda çalışmasına girişti. Washington'un 'ekonomik milliyetçiliğe' verdiği bu aşırı tepki, son 150 yıldır önemli ölçüde değişmeyen dış politika hedefleriyle tutarlıdır. Kaynakları güvence altına almak ve ekonomik hakimiyeti sağlamak ABD'nin temel ekonomik hedefi olmuştur ve olmaya devam etmektedir. Maria Páez Victor'a göre:(https://www.blogger.com/profile/05647441905589989075) “1846'dan bu yana ABD, 12 farklı Latin Amerika ülkesini kapsayan en az 50 askeri işgal ve istikrarsızlaştırıcı operasyon gerçekleştirdi. Ancak bu ülkelerin hiçbiri ABD'nin güvenliğini ciddi biçimde tehdit etme kapasitesine sahip olmadı. ABD, ekonomik kontrolüne ve genişlemesine yönelik algılanan tehditler nedeniyle müdahale etti. Bu nedenle Batista, Somoza, Trujillo ve Pinochet gibi bölgenin en gaddar diktatörlerini de destekledi.” Şirketlerin ve ABD etkisinin bir sonucu olarak, gelişmekte olan ülkelerin yardım için başvurmak zorunda kaldıkları Dünya Bankası ve IMF gibi kilit uluslararası kuruluşlar, neoliberal gündemin başlıca temsilcileridir. DTÖ, küresel iş fırsatlarını iyileştirme niyetini açıkça ortaya koyuyor; IMF, Wall Street'ten ve özel finansörlerden büyük ölçüde etkileniyor ve Dünya Bankası, şirketlerin kalkınma projesi sözleşmelerinden yararlanmasını sağlıyor. Hepsi neo-liberal modelden önemli ölçüde kazanç sağlıyor. Günümüzde şirketler o kadar etkili ki, insan haklarını en kötü şekilde ihlal edenlerin çoğu, dünyanın en önde gelen insani yardım kuruluşu olan Birleşmiş Milletler ile Küresel İlkeler Sözleşmesi'ne bile imza attı. Ekonomik ideolojinin bu uluslararası yakınsaması nedeniyle, kurumsal refahı ve büyümeyi artırmanın anahtarı olan varsayımların, ana akım küresel ekonomi politikasının itici gücünü oluşturan varsayımlarla aynı olması tesadüf değildir. Ancak ABD ve AB'nin dünyaya dayattığı neoliberal dogma ile kendi benimsediği politikalar arasında büyük farklar var. Ticaret, yatırım ve istihdamın önündeki engellerin kaldırılmasını hararetle savunan ABD ekonomisi, dünyada en çok korunan ekonomilerden biri olmaya devam ediyor. Sanayileşmiş ülkeler ancak sanayilerini dış pazarlardan ve yatırımlardan şiddetle koruyarak ekonomik gelişmişlik düzeyine ulaştılar. Ekonomik büyümenin gelişmekte olan ülkelere fayda sağlaması için, uluslararası toplumun yeni gelişen endüstrileri beslemesine izin verilmesi gerekiyor. Bunun yerine, ekonomik açıdan baskın olan ülkeler, kendi ekonomik ihtiyaçlarına uygun bir ideolojiyi empoze ederek kalkınmaya ulaşma yolunda 'merdivenleri tekmeliyorlar'. ABD ve AB ayrıca sanayinin birçok sektörüne büyük sübvansiyonlar sağlıyor. Bunlar, gelişmekte olan ülkelerdeki küçük sanayileri, özellikle de uluslararası pazarlarda sübvansiyonlu malların fiyatlarıyla rekabet edemeyen çiftçileri mahvediyor. Neoliberal söylemlerine rağmen çoğu 'kapitalist' ülke son 25 yılda devlet müdahalesini artırdı ve hükümetlerinin büyüklüğü arttı. Şart 'yaptığımı değil, söylediğimi yap'tır. Neoliberal politikalardan yararlanan bireylerin oranının çok küçük olduğu göz önüne alındığında, ekonomi için iyi olan ile kamu yararına hizmet eden arasındaki uçurum hızla büyüyor. Bu politikaları izleme kararları kamuoyunun elinde değil ve gelişmekte olan birçok ülkenin ulusal egemenliği ihlal edilmeye devam ediliyor, bu da onların acil ulusal ihtiyaçlara öncelik vermelerini engelliyor. Aşağıda neoliberal politikaların yanlış varsayımlarını ve bunların küresel ekonomi üzerindeki etkilerini birlikte okuyalım.  i-Ekonomik büyüme GSYH cinsinden ölçülen ekonomik büyüme, çok uluslu şirketler ve benzer ülkeler tarafından şiddetle takip edilen ekonomik küreselleşmenin ölçütüdür. Sanayileşmiş ülkelerde ekonomik büyümeyi yönlendiren, çokuluslu şirketlerin küçük bir kısmının ticari faaliyetleridir. İki yüz şirket küresel ekonomik büyümenin üçte birini oluşturuyor. Kurumsal ticaret şu anda küresel ekonomik büyümenin %50'sinden fazlasını ve AB'deki GSYİH'nın %75'ini oluşturuyor. Ticaretin GSYH'ye oranı artmaya devam ediyor; bu durum, ekonomik büyümenin bir ülkeyi zenginleştirmenin ve yoksulluğu azaltmanın tek yolu olduğu inancını vurguluyor. Ancak mantıksal olarak sürekli finansal büyümeye yönelik bir model sürdürülemez. Şirketler, sonsuz büyümeyi muhasebe defterlerine yansıtabilmek için olağanüstü çabalara başvurmak zorundadır. Sonuç olarak, sınırlı kaynaklar israf ediliyor ve çevre tehlikeli bir şekilde ihmal ediliyor. Her saniye iki futbol sahası büyüklüğündeki doğal orman, kar hırsı olan şirketler tarafından temizleniyor. Ekonomik büyüme aynı zamanda Dünya Bankası ve hükümet ekonomistleri tarafından gelişmekte olan ülkelerdeki ilerlemeyi ölçmek için de kullanılıyor. Ancak, ekonomik büyümenin açıkça faydaları olsa da, kanıtlar bu faydaların, dünya nüfusunun yüzde 18'ini temsil eden, aşırı yoksulluk içinde yaşayan 986 milyon insana kadar ulaşmadığını güçlü bir şekilde göstermektedir (Dünya Bankası, 2007). Ekonomik büyüme eşitsizliği ve gelir dağılımını da ele almadı. Ayrıca, hem yoksulluk düzeylerinin hem de ekonomik büyümenin genel faydalarının doğru değerlendirilmesinin, kullanılan istatistiksel önlemlerin yetersizliği nedeniyle imkansız olduğu ortaya çıktı. Ekonomik büyüme emri, sonuç olarak ekonomik faaliyetlerinde, kârlılığında ve siyasi nüfuzunda hızla büyüyen şirketler için mükemmel bir platformdur. Ancak bu model aynı zamanda dünya çapında artan eşitsizliklerin de nedenidir. Kaynakların ve kârların çoğunluğun pahasına az sayıda kişi tarafından özelleştirilmesi ve en yoksul insanların piyasa fiyatlarını karşılayamaması olası nedenlerdir. ii--Serbest ticaret Serbest ticaret neoliberal küreselleşmenin en önemli argümanıdır. Mevcut haliyle bu, şirketler ve onlara ev sahipliği yapan ülkeler için gelişmekte olan pazarlara daha fazla erişim anlamına geliyor. Zengin ülkeler korumacı önlemleri benimseyip sürdürdükçe, bu talepler serbest ticaretin orijinal varsayımlarına aykırı. Korumacılık, bir ülkenin ithalata vergi ve kota koyarak sanayisini güçlendirmesine, böylece kendi endüstriyel kapasitesini, üretimini ve gelirini artırmasına olanak tanır. ABD ve AB'deki sübvansiyonlar, şirketlerin fiyatlarını düşük tutmasına olanak tanıyarak gelişmekte olan ülkelerdeki küçük üreticileri etkili bir şekilde pazarın dışına itiyor ve kalkınmayı engelliyor. Küreselleşmeyi yönlendiren bu kişisel çıkarla birlikte, ekonomik açıdan güçlü uluslar, ticaret hadlerini belirleyebilecekleri küresel bir ticaret rejimi yaratmışlardır. ABD, Kanada ve Meksika arasındaki Kuzey Amerika Serbest Ticaret Anlaşması (NAFTA), şirketlere ulusal egemenlik pahasına yasal haklar veren serbest piyasa köktenciliğinin bir örneğidir. Uygulanmasından bu yana iş kaybına neden oldu, işçi haklarını baltaladı, temel hizmetleri özelleştirdi, eşitsizliği artırdı ve çevresel yıkıma neden oldu. Avrupa'da AB vatandaşlarının yalnızca %5'i tarımda çalışıyor ve gelişmekte olan ülkelerdeki vatandaşların %50'sinden fazlası AB GSYİH'sının yalnızca %1,6'sını oluşturuyor. Bununla birlikte, Avrupa Ortak Tarım Politikası (CAP), AB çiftçilerine 30 milyar £ tutarında sübvansiyon sağlıyor; bunun %80'i, ne kadar verimsiz olursa olsun, çiftçilerin hayatta kalmalarını garanti altına almak için yalnızca %20'sine gidiyor. Ticaret ve Hizmetler Genel Anlaşması (GATS), 1994 yılında Dünya Ticaret Örgütü'nde (DTÖ) kabul edildi. Amacı, "ticaretin önünde engel" olarak kabul edilen her türlü kısıtlamayı ve iç hükümet düzenlemelerini kaldırmaktır. Anlaşma, bir hükümetin sübvansiyonları düzenleme ve vatandaşları adına temel ulusal hizmetleri sağlama konusundaki egemenlik hakkını fiilen ortadan kaldırıyor. Ticaretle İlgili Uluslararası Mülkiyet Hakları Anlaşması (TRIPS), gelişmekte olan ülkeleri mülkiyet haklarını tohum ve bitki çeşitlerini de kapsayacak şekilde genişletmeye zorluyor. Bu kaynaklar ve hizmetler üzerindeki kontrol, GATS ve TRIPS çerçevesi aracılığıyla kurumsal çıkarlara verilmektedir. Bu örnekler, yaklaşımında açıkça taraflı olan modern serbest ticareti temsil etmektedir. Yerel ekonomiler, çevre, demokrasi ve insan hakları pahasına kurumsal küreselleşmeyi teşvik ediyor. Uluslararası ticaretten birincil yararlananlar, serbest ticaret gündemini ilerletmek için ulusal ve küresel yönetişimin her düzeyinde şiddetli lobi yapan büyük, çok uluslu şirketlerdir. iii-Serbestleşme Dünya Bankası, IMF ve DTÖ, neoliberal gündemin küresel ölçekte uygulanmasına yönelik ana portallar olmuştur. Birleşmiş Milletler'in aksine, bu kurumlar aşırı finanse ediliyor, şirketler tarafından sürekli lobi yapılıyor ve siyasi ve mali açıdan Washington, Wall Street, şirketler ve onların kuruluşlarının hakimiyetinde. Sonuç olarak, küresel ekonominin kilit yönetişim yapıları bu grubun çıkarlarına hizmet edecek şekilde hazırlandı ve piyasanın serbestleştirilmesi, onların temel politikalarından bir diğeri oldu. Neoliberal ideolojiye göre uluslararası ticaretin 'serbest' olabilmesi için tüm piyasaların rekabete açık olması ve ekonomik ilişkileri piyasa güçlerinin belirlemesi gerekmektedir. Ancak tamamen açık ve serbest bir pazarın genel sonucu elbette büyük şirketlerin pazar hakimiyetidir. Oyun alanı eşit değil; gelişmekte olan ülkelerin tümü büyük bir mali ve ekonomik dezavantajla karşı karşıyadır ve rekabet edemezler. Yapısal Uyum Programları aracılığıyla liberalleşme, yoksul ülkeleri pazarlarını yabancı ürünlere açmaya zorluyor ve bu da yerel endüstrileri büyük ölçüde yok ediyor. Bu durum, ekonomik açıdan egemen ülkeler tarafından yoğun biçimde sübvanse edildiği için fiyatları yapay olarak düşük olan mallara bağımlılık yaratıyor. Finansal liberalizasyon yurt dışından döviz spekülasyonunun önündeki engelleri kaldırıyor. Bunun sonucunda ortaya çıkan hızlı para girişi ve çıkışı, çoğu gelişmekte olan ülkede akut mali ve ekonomik krizlerin sorumlusudur. Aynı zamanda yabancı spekülatörler ve büyük finans firmaları da büyük kazançlar elde ediyor. Piyasanın serbestleştirilmesi açık bir ekonomik risk teşkil etmektedir; dolayısıyla AB ve ABD kendi pazarlarını büyük ölçüde koruyor. Liberalleşmiş bir küresel pazar, şirketlere sermayeleştirecekleri yeni kaynaklar ve yararlanabilecekleri yeni pazarlar sağlar. Küresel yönetişim yapıları üzerindeki neoliberal hakimiyet, bu pazarlara erişimi zorunlu kıldı. DTÖ anlaşmaları uyarınca, egemen bir ülke, bir şirketin faaliyetleri yerel çevre ve istihdam kurallarına aykırı olsa bile, bir şirketin ticaret yapma niyetine müdahale edemez. Egemenlik haklarını savunan hükümetler, şirketler tarafından sıklıkla kar kaybı, hatta potansiyel kar kaybı nedeniyle dava ediliyor. Bu baskı olmasaydı yerli sanayiyi ve kendi kendine yeterliliği teşvik edebilir, böylece yoksulluğu azaltabilirlerdi. O zaman uluslararası pazarlarda rekabet edebilmek için daha iyi bir konumda olacaklardır. iv-Küresel kuralsızlaştırma Yeni pazarlara ve yabancı kaynaklara erişim yeterli değildir. Kârları artırmaya yönelik kurumsal gündemi gerçekleştirmek için bir şirketin, maliyetleri azaltan ve üretim kapasitesini artıran uygun düzenleyici koşulları araştırması gerekir. Düzenlemeler karlılığı kısıtlıyor. Dolayısıyla kurumsal liberalizasyon çağrısına, ulusal ve küresel düzeyde ticaretin tüm sektörlerinde kuralsızlaştırma talebi eşlik ediyor. Bu kısıtlamaların kaldırılması, şirketlerin kaynaklara ve işgücüne daha fazla erişmesine ve bunları kullanmasına ve sınırlar arasında serbestçe hareket etmesine olanak tanımakta. Güney Amerika ve Asya'daki pek çok ülke tam da bu koşulları sunarken, şirketler bu olumlu koşulları potansiyel olarak evrensel olarak yaratabilecek yerel ve uluslararası hukuku etkileme ve değiştirme konusunda aktif olarak çalışmaktadır. Bunu başarmak için şirketler son 150 yılda yerel, ulusal ve uluslararası yönetişim yapılarında ve düzenleyici kurumlarda siyasi nüfuzlarını güvence altına aldılar. Kurumsal faaliyetleri izlemek, insan haklarını korumak ve çevreyi korumak için düzenlemeler ve düzenleyici kurumlar mevcuttur. Son yıllarda kurumsal lobicilik, hükümetlerin düzenleyici kurumlar için bütçelerini kestiğini ve düzenleyici yasaların yürürlükten kaldırıldığını, şirketlerin daha az kamu korumasıyla serbestçe faaliyet göstermesine olanak sağladığını gördü. Genel olarak, neoliberal model gelişmiş ülkelerde hükümetin ve ekonomi politikasının tüm düzeylerinde giderek özümsendikçe, düzenleyici kurumlar odaklarını tüketiciyi korumaktan endüstriyi korumaya kaydırdı. Enron, elektrik piyasasını serbest bırakmak, ardından enerji vadeli işlemleri ticaretini serbest bırakmak, ardından vadeli işlem sözleşmelerinin ifşa edilmesini önlemek ve ardından düzenlenmiş açık artırma zorunluluğunu kaldırmak için çok etkili bir şekilde lobi yaptı. Bu, düzenleyicilere veya halka herhangi bir ticari veya finansal ayrıntıyı açıklamadan ticaret yapmasına olanak sağladı. Yasadışı faaliyetler yoluyla rekor karlar elde etmeye devam etti ve bu da kısa süre sonra çöküşüne yol açtı. Arjantin'de 2001'deki ekonomik çöküş, aynı zamanda, IMF ve Dünya Bankası'nın sanayiyi yok eden ve kitlesel işsizliğe neden olan neoliberal kalkınma politikaları tarafından uygulanan kapsamlı kuralsızlaştırmaya da bağlanıyor. Kurumsal faaliyetlerin düzenlenmesi halkı korur. Bu düzenlemelerin kaldırılması kurumsal karları korur. Yasal koruma için verilen bu mücadele, küresel nüfusun bir kısmını temsil etmelerine rağmen şirketlerin lehine hileli bir şekilde yapılıyor. Şirketler, kendi davaları uğruna hareket edebilecekleri neredeyse sınırsız mali kaynaklara ve siyasi elitlerle yakın ilişkilere sahip olduklarından, bu konularda kendi yollarını çizebilirler. Küresel kuralsızlaştırma, daha ucuz işgücü, vergi teşvikleri ve daha az bürokrasi arayışıyla iş operasyonlarının yurt dışına taşınmasıyla birlikte ulusötesi şirketleri yarattı. Aslında, işlerini kaybeden varlıklı ülkelerde işsizlik artıyor; şirketler aynı işleri, ücretlerin nispeten önemsiz olduğu, istihdam standartlarının çoğu zaman önemsiz olduğu ve çevre standartlarının çok düşük olduğu gelişmekte olan ülkelerdeki kötü çalışma atölyelerine yaptırıyor. Böylece şirketler karlarını artırıyor. Bu şirketleri geri kazanmak ve daha fazla istihdam yaratmak için ABD ve diğer ülkeler de standartlarını düşürüyor ve düzenlemeleri kesiyor. Dolayısıyla liberalleşme ve kuralsızlaştırmanın mantıksal sonucu, bireysel işçilere, istihdam koşullarına, topluma veya çevreye çok az önem verilerek, mümkün olan en düşük standartların arandığı ve küresel olarak yasalaştırıldığı, dibe doğru bir yarıştır. Serbestleştirme aynı zamanda tekelleşmeyi de teşvik eder. Şirketler, Adam Smith'in öngördüğü serbest piyasa ve açık rekabetten yanlış bir şekilde alıntı yaparken, satın almalar ve birleşmeler yoluyla sanal tekeller oluşturuyorlar. Bu onların tüm büyük oyuncular arasında var olan stratejik ittifaklar yoluyla rekabeti yönetmelerine olanak tanır. Bu nedenle, ABD GSYİH'sinin tahminen %60'ı en büyük 1000 şirket tarafından sağlanmaktadır ve geri kalan 11 milyon şirket GSYİH'nın diğer %40'ını oluşturmaktadır. v-Özelleştirme Özelleştirme, devlete ait kaynakların veya hizmetlerin üretimi ve dağıtımı üzerindeki mülkiyetin veya kontrolün özel şirketlere devredilmesidir. Bu süreç, kurumsal kârın ve fırsatların artırılması için hayati öneme sahiptir ve şu anda büyük ilgi odağıdır. Küresel müştereklerin aşamalı olarak özelleştirilmesi,   1980'lerden bu yana neoliberal veya serbest piyasa politikasının temel odak noktası olmuştur. Tarihin bu çok yakın dönemine kadar, kamu kaynakları büyük oranda yerel toplulukların ve ulusların elindeydi; bu topluluklar, kâr zorunluluğu olmadan faydalarını topluma dağıtabiliyorlardı. Temel emtia, tarım ve imalat pazarlarının halihazırda bir avuç şirketin hakimiyetinde olduğu bir ortamda özelleştirme, görünüşte sonu olmayan bir dizi kârlı fırsatın önünü açtı. Tarım arazileri, hava dalgaları, su kaynakları, enerji kaynakları, sağlık hizmetleri, bankacılık, yerli bilgi, bitkiler, tohumlar ve hatta fikirler artık kâr amacıyla şirketler tarafından giderek daha fazla kontrol ediliyor ve tedarik ediliyor. Son zamanlarda eğitimin özelleştirilmesi büyük endişe kaynağıdır. ABD eğitim sisteminin değeri yaklaşık 800 milyar £ civarındadır ve önümüzdeki 8 yıl içinde bunun %10'unun şirketlerin elinde olacağı tahmin edilmektedir. Birleşik Krallık'ta, çoğu hükümete önemli bağışlar sağlayan kurumsal topluluğun doğrudan sponsorluğu altında olan 59 öğrenim akademisi mevcut okulların yerini alıyor. Tüm bu akademiler "sponsorlara ve yöneticilere ahlak, stratejik yönlendirme ve meydan okuma konusunda daha geniş kapsam ve sorumluluk veriyor". Sonuç olarak, iş, girişim ve ticarete büyük önem veriyorlar ve sıradan okullar gibi kamuya karşı sorumlu değiller. Bu, Özel Finans Girişiminin (PFI) bir parçası olarak Birleşik Krallık'ta kamu hizmetlerinin kurumsal olarak devralınmasının yalnızca bir örneğidir. Her ne kadar kurumsal mali yardım karşılığında kamu hizmetlerinin ve kaynaklarının önemli kontrolünü açık bir şekilde devretse de, hükümetin yönlendirmesi, PFI'nın hiçbir zaman özelleştirme olarak anılmamasını sağlamıştır. Neoliberaller özelleştirilmiş hizmetlerin devlet tarafından yürütülen hizmetlerden daha verimli olduğunu iddia ediyor. Piyasa rekabetinin ve kurumsal verimliliğin tüketiciler açısından fiyatları aşağı çekebileceğine inanıyorlar. Bu argümanlar, kamuoyunu ve hükümetleri ikna etmek için bir satış aracı olarak kullanılıyor ve özelleştirme, gelişmiş ve gelişmekte olan dünyada hızla ilerliyor. Ancak bu varsayımlar temelde yanlıştır ve kamu hizmetlerinin işlevleri ve amaçları dikkate alındığında çoğunlukla ilgisizdir. Enerji, su ve sağlık hizmetlerinin sağlanması gibi temel kamu refahı ihtiyaçlarını karşılamak için vatandaşlara hükümetler tarafından temel hizmetler sağlanmaktadır. Bu hizmetlerin sağlanması bir insan hakkıdır ve bunların karlı olup olmadığı dünya çapındaki insanların büyük çoğunluğu için bir endişe kaynağı değildir. Özelleştirmeye karşı pek çok ilgili argüman vardır ve özel sektör tarafından işletilen hizmetlerin daha verimli veya müşterileri için daha iyi değer sağladığına dair çok az ampirik kanıt vardır. Örneğin özelleştirme genellikle doğal bir tekel yaratarak tüketicinin yararına olabilecek rekabet olasılığını ortadan kaldırır. Enerji gibi pek çok sektörde, çokuluslu şirketler piyasanın hakimiyetini elinde tutuyor ve stratejik ittifakları aracılığıyla piyasanın fiyat gibi kritik yönlerini kontrol ediyorlar; bu da yine teorik piyasa faydalarını ortadan kaldırıyor. Tüketici fiyatları düştüğünde veya bir şirket kar düzeylerini artırmaya çalıştığında, bu genellikle makul ücretler, çalışma standartları ve çevre pahasına gerçekleşir. Ortaya çıkan ölçek ekonomileri ve verimlilik kazanımları topluma çok yüksek bir maliyet getiriyor. Ana konular insan hakları, demokrasi, mülkiyet, kontrol ve hesap verebilirlikle ilgili olanlardır. Gelişmekte olan ülkelerde pek çok kişi temel hizmetlerden mahrum kalsa da, temel hizmetlerin sağlanması bir insan hakkıdır. Hizmetlerin mevcut olduğu durumlarda, sorumlu bir hükümet organının bu hizmeti yönetmesi toplumun çıkarınadır. Ancak şirketler halka karşı değil, yalnızca öncelikleri hizmet değil kâr olan hissedarlara karşı sorumludur. Kâr amacı devlet olanaklarını etkilemez; toplumsal ihtiyaç gerektiriyorsa hizmetleri zararına yürütebilir. Eğer bir hükümet bir hizmeti etkili bir şekilde sağlayamıyorsa, halk tarafından görevden alınabilir. Suyun özelleştirilmesi konusu, en zengin ülkeleri bile etkileyen en tartışmalı konulardan biri olmaya devam ediyor. Örneğin Birleşik Krallık şu anda kamusal su kullanımına ilişkin yasal kısıtlamalarla karşı karşıyayken, operatör Thames Water yalnızca sabit olmayan sızıntılar nedeniyle günde 894 milyon litre israf ediyor. Şirket, düzenleyici cezalardan kaçınırken, vergi öncesi kârında %31'lik bir artış olduğunu ve toplamda 346,5 milyon £'a ulaştığını duyurdu. Su faturalarının 2010 yılına kadar ortalama %24 oranında artması bekleniyor. Bu durum başka bir noktayı vurguluyor: şirketler krize çözüm bulmak için karlarını yeniden yatırıma yatırmayacaklar. Öte yandan devlete ait tedarikçiler, standartları hızlı bir şekilde iyileştirmek için karlarını yeniden yatırabilirler. Gelişmekte olan ülkeler Küresel düzeyde, DTÖ, IMF ve Dünya Bankası'nın zorlayıcı etkileri, birçok gelişmekte olan ülkeye, kamu mal ve hizmetlerinin aşamalı olarak özelleştirilmesine izin vermek dışında çok az seçenek bırakmıştır. Uluslararası finans kurumları, ticaret anlaşmaları ve yapısal uyum programları aracılığıyla kurumsal muadilleri için istikrarlı bir gelir elde ettiler. Aslında, bu 'gelişmekte olan pazarlar', etkili hükümetlerle stratejik ilişkileri sürdürürken giderek daha fazla ulusötesi ölçekte faaliyet gösteren şirketlerin şu anda ana hedefleridir. Bu şekilde yabancı yatırım, kârın yabancı ülkeye geri dönmesiyle, yani yerel sistemden paranın çekilmesiyle sonuçlanır. Bu, ülkedeki sanayiyi azaltır ve yerel sosyal ve ekonomik kalkınmayı baltalar. Bu durumda vatandaşlar yabancı şirketlere ve onların mal ve hizmetlerine bağımlı hale gelerek kısır döngüyü tamamlıyor. Anlaşılır bir şekilde, temel hizmetlerin özelleştirilmesi yaygın halk protestosunu harekete geçirdi; bunların en bilineni 2004/2005'te Bolivya'daydı ve bu durum sonunda hükümetin özel su sözleşmesini reddetmesine yol açtı. Bolivya'da suyun özelleştirilmesi, 1997'de Dünya Bankası'nın Fransız çokuluslu Suez gibi özel şirketlerle ortaklığıyla verdiği bir kredinin şartı olarak yürürlüğe konmuştu. Su ve kanalizasyon hizmetlerinin on binlerce yoksul aileye ulaştırılmasındaki ciddi başarısızlık ve ortalama bir Bolivyalı'nın yarım yıllık gelirinden fazlasını aşan bağlantı maliyetleri kitlesel protestolara yol açtı. Bu durum şu soruyu gündeme getiriyor: 'Şirketler harcayacak çok az parası olan veya hiç parası olmayanlardan nasıl kâr elde edebilir?' Dünyanın her yerindeki yoksul toplulukların su hizmetlerine para ödemesi mümkün değil; birçoğu günde 1 doların altında parayla yaşıyor. Gezegen nüfusunun neredeyse beşte biri güvenli içme suyuna, yüzde 40'ı ise temel sanitasyona erişimden yoksun. Yoksulluk bölgelerinde su dağıtımını bir şirketin kontrol etmesi karlı değildir; Hizmetin karşılığını ödeyemedikleri takdirde, en çok ihtiyaç duyanlara hizmet sunma konusunda çok az teşvikleri vardır. Kamunun sahip olduğu ve yönettiği su tesisleri, öncelikli odak noktaları kar değil, refah ihtiyaçlarıdır ve bu hizmeti üstlenmek için en iyi konumdadır. Özelleştirme lobisi, su gibi temel kaynaklara küresel erişimin olmamasının ana nedeni olarak sıklıkla 'yozlaşmış' hükümetlerin varlığını öne sürüyor ve bu tür durumlarda hükümetin çabalarının yerini özel tedarikin alması gerektiğini öne sürüyor. Bununla birlikte, bu 'yozlaşmış' hükümetlerin, çoğu gelişmekte olan ülkeden çok daha büyük ekonomilere sahip olan ulusötesi şirketlerle büyük özel sözleşmeler müzakere etmek için en iyi konumda olmadığı anlaşılmaktadır. Bu hükümet başarısızlıkları aynı zamanda tarihsel bir perspektifle ve bir ülkenin mevcut yoksullaşma düzeyi açısından da değerlendirilmelidir. Daha ileri analizler genellikle bu yoksullaşmanın daha karmaşık nedenlerini ortaya çıkarır. Bunlar, Sahra altı Afrika'da suya yakınlığın olmayışı gibi benzersiz çevresel koşullardan sömürgeleştirmenin kümülatif etkisine, siyasi müdahaleye ve hakim ülkeler tarafından dayatılan adil olmayan ticaret yapılarına kadar uzanmaktadır. Bu tür ülkelerde şirketler sıklıkla yolsuzluk uygulamalarını güçlendirebilmektedir. Uluslararası Şeffaflık Örgütü'nün bir anketi hakkında yorum yapan IPS, 2002'de şunu bildirdi: "Uluslararası sözleşmeler, çokuluslu şirketlerin, özellikle silah ve savunma, bayındırlık ve inşaat endüstrileri olmak üzere dünyanın gelişmekte olan ekonomilerindeki hükümet yetkililerine rüşvet vererek değerli sözleşmeler elde etmeye çalışmasını engellemedi." ve bu tür rüşvetlerin giderek arttığını. Bu gibi durumlarda, uluslararası ilginin, devlet kontrollü kamu hizmetlerinin daha etkili bir şekilde oluşturulması için dış yardım sağlanmasına odaklanması gerekmektedir. Temel hizmetler özelleştirildiğinde genellikle iki kademeli bir sistem oluşturulur. Fiyatlar piyasa tarafından belirleniyor ve ödemeye gücü yetmeyenler, ödemeden gidiyor. Küresel halkın %45'i günde 2 dolarla hayatta kalma mücadelesi verirken bu kesinlikle kabul edilemez. Yoksulluğun azaltılması ve kalkınma, ancak yoksulluğun yaşandığı bölgelerde çoğunlukla mevcut olmayan bu temel hizmetlerin herkese garanti edilmesiyle gerçekleşebilir. Hükümetin temel insani ihtiyaçları karşılama taahhüdü, BM Evrensel İnsan Hakları Bildirgesi'nde teyit edilmiştir ve bu nedenle hükümetler taahhütlerini yerine getirmeli ve temel hizmetleri piyasa güçlerine ve özel çıkarlara bırakma yönündeki neoliberal baskıya boyun eğmemelidir. Neoliberal ideoloji, modası geçmiş, bencil bir ekonomi modelini bünyesinde barındırıyor. Eski emperyal güçler tarafından formüle edilmiş ve ekonomik açıdan egemen uluslar tarafından benimsenmiştir. Küresel ticaret ve finans yapılarının durumu göz önüne alındığında, zengin ülkeler, gelişmekte olan ülkelere neo-liberal politikaları benimsemeleri yönünde baskı uygulayarak - kendileri öyle olmasa bile - ekonomik avantajlarını koruyabilirler. Anlaşılacağı gibi birçok yorumcu bu süreci ekonomik sömürgecilik olarak tanımladı. Neoliberal ekonomik küreselleşmenin nihai hedefi, ticaretin önündeki tüm engellerin kaldırılması ve mevcut tüm kaynak ve hizmetlerin özelleştirilmesidir. Bu senaryoda, kamusal yaşam istikrarsız piyasa güçlerinin insafına kalacak ve elde edilen karlar az sayıda kişinin yararına olacaktır. Bu politikaların büyük başarısızlıkları artık herkesçe biliniyor. Pek çok ülke, özellikle Latin Amerika'da, artık uluslararası finans kurumlarının kendilerine dayattığı yabancı şirket yönetimine açıkça meydan okuyor. Bu ülkelerde rekabete ve kişisel çıkara dayalı ekonomik ideolojiler yerini giderek işbirliğine ve kaynak paylaşımına dayalı politikalara bırakıyor. Yerleşik siyasi ve ekonomik yapıları değiştirmek zor bir iştir, ancak halktan adalete yönelik baskı giderek artıyor. Küresel kamuoyunun yaşam için gerekli olan şeyleri yönetmesi ve tüm insanların bir insan hakkı olarak bunlara erişmesini sağlaması gerekiyorsa, değişim hayati önem taşıyor. Düşünüyorum da, bundan elli yıl kadar önce, Türkiye şöyle dursun, Batı’da da, refahın artması için temel toplumsal ve siyasi kararların piyasa doğrultusunda şekillenmesi gerektiğini; şirketlere sınırsız özgürlük tanınmasının, sendikaların budanmasının, yurttaşların sosyal güvenliklerinin asgariye indirilmesinin, Devlet’in ekonomideki rolünü gönüllü olarak azaltmasının şart olduğunu iddia etmeye kalkan birisine akıl hastası gözüyle bakılırdı. Günümüzde pompalanan ana-arter doğrulara uymadığı için ünlü (!) olmayan muhteşem Karl Polanyi, “İnsanların ve çevrenin kaderini serbest-pazar mekanizmalarının belirlemesine kayıtsız şartsız bırakmak, toplumun çökmesi ile sonuçlanır” (1) diye yazmıştı.  Oysa, görüyoruz ki, bu fikirler günümüz neo-liberallerinin ekonomik kalkınma reçetelerinin “olmazsa olmaz”larıdırlar. Geldiğimiz noktada, ekonominin ihtiyaçları topluma kendi kurallarını dikte ettirmektedir, toplum ihtiyaçlarını ekonomiye değil. Karl Polanyi’nin kehaneti gerçekleşmiştir; neo-liberalizmin söylemi toplumları “çöküşe” götürmektedir. Sosyal devlet kavramı dünyanın hemen bütün ülkelerinde ortadan kalkmıştır. Çevre, yok yok olmanın eşiğindedir. Dünya kurulduğundan bu yana misli görülmedik servet birikimine karşın sadece yoksul ülkelerde değil, varsıl ülkelerde de sefalet kol gezmektedir. Buna karşın neo-liberalizm insanoğlunun doğal ve normal yaşam biçimiymiş gibi takdim edilmekte, neden olduğu ekonomik krizlere, kıtlıklara rağmen, mümkün olan yegâne düzenmiş gibi, Allah’ın emriymiş gibi dayatılmaya devam edilmektedir.  İkinci Dünya Savaşı sonrası Chicago Üniversitesi çevresinde Friedrich von Hayek ve öğrencisi Friedman’ın başını çektikleri marjinal bir akım olarak ortaya çıkan neo-liberalizmin (ve ekonomik, siyasi, sosyal ve çevresel sonuçlarının) başarıyla pazarlanabilmiş olmasının başlıca nedeni neo-liberallerin ve sponsorların “Büyük Dönüşüm” dedikleri sefih ve gerici (gerici, çünkü Ondokuzuncu yüzyıl vahşi kapitalizminin hortlamasından öte değil) fikirlerini devasa bir uluslararası vakıflar, enstitüler, araştırma merkezleri, yayın evleri, eğitmenler, yazarlar, halkla ilişkiler uzmanları ve elbette medya (!) ağıyla yaymayı sürdürüyor olmalarıdır. (2) 1979 önemli bir tarih; neo-liberal doktrinin iki şampiyonundan birisi Margaret Thatcher’in (diğeri Ronald Reagan) başbakan olup, neo-liberal devrimi İngiltere’de başlattığı tarih. Demir Leydi’nin kendisi Hayek’in öğrencisi; aynı zamanda düşüncelerini açıkça ifade eden bir sosyal Darwin’ci – yani, güçlünün zayıfı ezmesinde beis görmeyen bir hanım. TINA (3) diye bilinen iddiasını derhal yürürlüğe koyan Thatcher’in söylemi, uluslar, bölgeler, şirketler ve bireyler arası rekabet üzerine kurulu. Güçsüzü güçsüzden ayırmayı esas alan söylem, fiziki, doğal, parasal ve insan kaynaklarını (zayıfın elinde çarçur olacağı gerekçesiyle) güçlünün emrine tahsis eden söylem. Hemen eklemeliyim: rekabetin makbul olmadığı tek alan “İttifak Kapitalizm”(3) denen “Ulusötesi Şirketler”in yer aldığı alandır. Ulusötesi’ler yabancı ülkelerde istihdam yaratan yeni yatırımlara girmez, varolan kârlı yatırımları satın almak yoluna giderler; bakınız, Tikveşli-Danone, bakınız, Demirbank-HSBC, bakınız da, bakınız. Günümüzde “Doğrudan Yabancı Yatırım” olarak bilinen fonların 2/3 ilâ 3/4ü şirket satın alma ya da birleşme şeklinde gerçekleşir ve hemen her zaman işçi çıkarmaları ile sonuçlanır. Neo-liberallere göre serbest piyasa öylesine akıllı, öylesine iyidir ki, şer gibi görünen durumları dahi hayra tahvil eder. Bu nedenledir ki, Thatcher bir konuşmasında, “Bizim işimiz eşitsizlikle övünmek, eşitsizliğin hepimize yarar sağlayacak yetenek ve becerileri ortaya çıkardığını, yollarını açtığını görmektir” diyebilmiştir. Diğer bir deyişle, rekabet edecek durumda olmayanların bir kenara bırakılmalarında sakınca yoktur. İnsanlar zaten eşit doğmazlar ve bu iyi bir şeydir çünkü iyi ailelere doğan, en iyi eğitimli, en kararlı insanların zaman içinde herkesin yararına olacakları görülecektir. Toplumun zayıflara, iyi eğitim görmemişlere birşeyler borçlu olması söz konusu değildir; yoksulların başlarına gelenler kendi hatlarıdır, toplumun değil.  Gelin görün ki, geçen 22 yılda olup bitenler, toplumun rekabetten yararlandığını değil, tam tersine ağır darbe aldığını göstermiştir. Örneğin, Thatcher öncesi İngiltere’de, on kişiden bir kişi yoksulluk-çizgisi altında yaşarken, bugün bu rakam dört kişiden bir kişiye yükselmiştir. Durum çocuklarda daha da vahimdir: resmi rakamlara göre üç İngiliz çocuğundan birisi yoksulluk çizgisinin altındadır. (5)  Neo-liberalizmin rekabet anlayışının bir diğer sonucu da kârlılıklarını ve pazar paylarını arttırmak gibi yükümlülükleri olmayan kamu iktisadi teşekküllerinin acımasızca budanması olmuştur. Geçen 22 yılın başlıca ekonomik transformasyonlarından birisi özelleştirmedir. İngiltere’de başlayan ve dünyayı saran bu uygulama, hemen her ülkede fiyatların artmasına karşın hizmetlerin iyileşmemesi ile sonuçlanmıştır. Kuruluşların yeni sahiplerinin elleri mecbur müşterilere ekonomik gerekçesi olmayan tekel fiyatları dayattığı bu durum klasik iktisatçıların “pazarın yapısal iflâsı” dedikleri bu oluşumdur. Oysa, hemen tüm kamu hizmetleri ekonomistlerin “doğal tekeller” dedikleri sınıfa girerler. Doğal tekeller, pazarın tümüne hitap ettikleri için sürümden kazanan yani asgari kârla, azami hizmet verebilen kuruluşlardır. Demiryolları, enerji santralları gibi büyük sermaye gerektirdiği için çok sayıda heveslisi olmayan hizmetleri kamu iktisadi teşekküllerinin üstlenmesi doğal ve gereklidir. Ama, neo-liberallerin adetidir, etiketinde “kamu” yazan her etkinliği ve sadece bu sebeple “hantal” ilân ederler. İşçi sendikaları geleneksel olarak en güçlü oldukları alan kamu sektörüdür. Özelleştirmenin bir başka amacı da işçi sendikalarını budamaktır. Nitekim, 1979-1994 arası İngiltere’de %29 küçülen kamu sektöründen çıkartılan 2 milyon işçinin iptal edilen işlerinin hemen hepsi sendika kapsamındaki işlerdi. İşleri iptal edilenlerden sadece 300 bin tanesi özel sektörde iş bulabildi; neo-liberalizmin bir şiarı da mümkün olan en az sayıda işçi çalıştırmaktır. Çünkü, kârlılık, hisse senetlerinin satışını da etkiler.  Özelleştirme ile ilgili bir başka mit, küçük tasarruf sahiplerinin özelleştirilen kuruluşların hisse senedi sahipliğini teşvik ederek, menkul kıymetler borsalarının canlanmalarına katkıda bulunacağıydı. Ne ki, bu iddialar da doğrulanmış değildir. Bugün, özelleştirmenin beşiği İngiltere’de, elden çıkarılan kamu kuruluşlarının hisse senetlerinin ezici çoğunluğu ya finans kuruluşlarının ya da çok büyük yatırımcıların elindedir. Neo-liberalizm gelir dağılımını da bozar. Serveti toplumun tabanından tavanına yöneltir. ABD, dünyada gelir dağılımının en bozuk olduğu ülkelerden birisidir. Başkan Reagan’ın neo-liberal doktrin ve politikaları neticesinde bu durum daha da vahim bir hale gelmiştir. 1977’de, Amerikan ailelerinin en zengin %1’inin ortalama geliri, en yoksul %10’undan 65 misli daha fazlaydı. 1988’de bu rakam 115’e yükseldi. UNCTAD’nin 2600 araştırmaya dayanarak yayınladığı bir rapora (4) göre Çin, Rusya ve diğer eski sosyalist ülkeler de dahil olmak üzere, dünyanın hemen her yerinde orta sınıfın içi boşaltılmakta, yoksullaştırılmaktadır. Neo-liberalizmin zenginlerin daha da zenginleştirilmeleri gerektiği düşüncesinin arkasındaki teori ve ideolojik gerekçe, sermaye birikimin yatırıma yöneleceği, işsizliğin azalacağı, genel refah seviyesinin yükseleceğidir. Oysa, bu iddia da gerçekleşmemiş; zenginlerin ellerinde toplanan sermayenin yerel ya da ulusal ekonomilere dönmek yerine uluslararası gayri menkul borsalarına gittiği görülmüştür. Uluslararası seviyede ise, neo-liberaller çabalarını üç temel noktada yoğunlaştırırlar: i) mal ve hizmet ticaretinin serbestleşmesi, ii) sermaye dolaşımının serbestleşmesi, iii) yatırımların serbestleşmesi. IMF kriz yönetimi ve şartlı destek mekanizmaları sayesinde, neo-liberal ekonomi politikalarının evrensel garantörü işlevini üstlenmiştir. Oysa, 1944’de Bretton Woods’da kurulduklarında IMF ve Dünya Bankasının görevleri savaş sonrası yeniden yapılanma ve kalkınma için ödünç para vermek, ödemeler dengesi bozukluklarını giderecek krediler sağlamak suretiyle gelecekteki çatışmaları önlemekti. Bağımsız devletlerin ekonomik kararları üzerinde kontrolları olmadığı gibi, politikalarına da müdahale edemezlerdi. Son yirmi yılda bu durum tamamen değişmiştir. Bu kuruluşlar, artık şeffaf olmadıkları gibi, demokratik sorguya da kapalı olmalarıdır.  Ve nihayet, neo-liberalism, halkların bütünü için değil, siyası gücü elinde tutan egemen güç sermaye için tasarlanmış bir sitemdir. Ekonominin topluma kendi kurallarını dayattığı bu sistemde demokrasi bir kamburdur; çünkü, seçmenler arasında kaybedenlerin sayısı kazananlardan daha fazladır ve onlar seslerini duyurmak isteyeceklerdir. Nitekim, SSCB’nin dağılmasıyla sonuçlanan büyük “transformasyon,” anayasal demokrasi ile serbest piyasa kurallarının barış içinde beraberliğinin mümkün olamayacağını göstermiş ve büyük heyecanlarla başlayan demokrasi hareketi dağılmış, neo-liberalizmin kurallarına yenik düşmüştür. Bu bağlamda, “demokratik hareketlilik” ile “iktidarda söz sahibi” olmayı birbirine karıştırmamak gerekir.  Bütün bu oluşumların Türkiye’deki yansımalarını,  uygulamalarını,  alınan kararların olası sonuçlarını tartışmanın zamanıdır. susarsak, genelde kabul gören “doğrular”ın arkasına saklanırlarsak, bir dönem daha kaybetmekten korkarım. (sürecek) Son Söz: Soru şu: Türkiye’ye ve benzer ülkelere 1980 sonrasında uygulatılan kapsamlı neo-liberal model ne kadar doğruydu? Bu model kim tarafından kurgulandı ve uygulamaya konuldu? Türkiye; bu programın sadece bir bölümüne itiraza kalkıştığı için sadece gecikmedi; aynı zamanda çaresiz kaldı. Bu çaresizliğe Küresel Oyun kurucular, Türkiye ekonomisini, finans kapitale öylesine bağımlı hale getirdiler ki, hareket alanlarını da kısıtladılar. "faiz - Kur - enflasyon" Sarmalının içine Türkiye'yi kim soktu? Bu oyunları kurgulayanlar kim? Asıl yanıtlanması gereken sorular bunlar..... Referans: (1) Karl Polanyi, The Great Transformation, 1944; (2) George Susan, “Küreselleşen Dünyada Ekonomik Bağımsızlık Konferansı,” Bangkok, 24-26 Mart, 1999.; (3) “There Is No Alternative” – Başka seçenek yok. (4) 1997 Trade and Development Report; (5) 1996 report of the British Child Poverty Action Group. (6)https://sharing.org/information-centre/articles/neoliberalism-and-economic-globalization

İlgilenenler Okusun Diye Kitaplarım...

İlk söz: İyi kitabı, çok iyi okumalı... Bir belgesel için kişisel kitaplığını tanıtan bir filozof, şöyle diyor: "Buradaki kitapların hepsini okumadım... Belki üç dört tanesini. Ama o dört tanesini çok çok iyi okudum." "Bir konu çalışırken yeni bağlantıların ve başka konuların izini sürmenin verdiği keyif çok hoş... Yine dünyaya gelsem yine bu işi yaparım." "Bu iş benim hayattaki en büyük lüksüm, bana hiç çalışmıyorum gibi geliyor..." Kitaplarımız hayallerimizdir... Okyanusa ulaşma yolculuğunda belki bir küçük farkındalık katmak ve bir katre olabilmek için.. Bazı yolların bitimsiz olması bir lütuf. Ne mutlu öyle bir yolda olana... Ne herhangi bir göz görmüştür güneşi, güneş gibi olmadıkça; ne de güzeli görebilir bir ruh, güzel olmadıkça. Güneş hep ışık saçar.. Özüne daima sadık, adıyla daima müsemma. Yağmur sözcüğü ne kadar isabetli. Hem yağarak kendi oluyor hem kendi olduğu için yağıyor. "Yağmur". Çok isabetli...   Gülün niçini yoktur, açar açtığı için; Kendine önem atfetmez, sormaz beni gördün mü diye. Okuma birikimi, eleştirel düşünme ve sentez yapabilme becerisi şart. Temel sağlam değilse bina eğreti durur. Hatta durmaz... Ne mutlu Güneş gibi olup hep ışık saçana.. Yazmak dokumak gibi. İlmek ilmek bir metin ortaya çıkarmak... Latincede "textus" örgü, kumaş, örüntü demek. Yazmak dokumaktır.   "Bir alemi görmek kum tanesinde, Ve cenneti yaban çiçeğinde, Tutmak sonsuzluğu avucunun içinde, Ve ebediyeti tek bir vakit içinde." Dünya üniversitesi olma ülküsüne yönelik olarak "Türk Ulusunu” çağdaş uygarlığın en ön safhasına geçirme,bilimde, teknikte özgür ve bağımsız olarak hareket edebilme,dünyanın en gelişmiş ülkesi olarak diğer ülkelere liderlik edebilme ve sürekli ilerlemenin bir düşünce-nesnesi olarak somut çıktılar elde edebilmek için Ulusal irade seslenişi yeteneğini, diğer bir deyişle kolektif ruh/irade varlığını çağdaş bilim ve akılcılıkla geliştirmek.Bu bağlamda; beşeri sermayemizin, aydınlık yarınlarımızın umudu olan gençlerimizi ;Fikri, Vicdanı ve İrfanı Hür olarak Kadim değerlere (İnancına, Tarihine , Kültürüne )bağlı analitik düşünen, tartışan , üreten bireyler olarak yetiştirmek..."Üniversite sadece bilim için değildir, aynı zamanda Hak, Hukuk, Adalet ve Cumhuriyet içinde üniversite gereklidir.Üniversite Cumhuriyet'in sahipliğinde" https://www.gazikitabevi.com.tr/urun/maliyet-muhasebesi-uygulamalari https://www.gazikitabevi.com.tr/Maliyet-Muhasebesi,PR-186610.html http://www.gazikitabevi.com.tr/Kaynak-Tuketim-Muhasebesi-Modeli,PR-62433.html http://www.gazikitabevi.com.tr/Maliyet-Muhasebesi,PR-186610.html http://www.gazikitabevi.com.tr/Yonetim-Muhasebesi,PR-184243.html https://www.gazikitabevi.com.tr/urun/surdurulebilirlik-acisindan-maliyet-azaltiminin-stratejik-yol-haritasi  

Kitap Okuyanlar Daha Uzun Yaşıyormuş!...

"Kitapları nasıl seçmeli?", "Nasıl okumalı?" ve "Okuma deneyimini nasıl zenginleştirmeli?" sorularına cevap veren, Türkçede yayımlanmış eserler. https://bit.ly/3eTpI6w   Springer bazı kitapları ücretsiz yüklemeye sunmuş: https://bit.ly/2KuRcjk ilksöz: “Okuma/öğrenme hayatta başarı sağlamaya yarayan bir zorunluluktan ibaret olarak algılandığı sürece toplum yerinde saymaya mahkumdur.”     İyi kitabı, çok iyi okumalı... Bir belgesel için kişisel kitaplığını tanıtan bir filozof, şöyle diyor: "Buradaki kitapların hepsini okumadım... Belki üç dört tanesini. Ama o dört tanesini çok çok iyi okudum."     Okumak çağırmaktır..Getirisi en yüksek yatırım, bilgiye yapılan yatırımdır. Benjamin Franklin'e atfedilen bu söz. İki yüz küsur yıl önce de geçerliydi, bugün de geçerli..."Bir kitabı okurken geçen iki saatin, ömrümün birçok senelerinden daha dolu, daha ehemmiyetli olduğunu fark edince insan hayatının ürkütücü hiçliğini düşünür ve yeis içinde kalırdım." Okumak yazının kardeşi, yaşıtı...  Okumak kelimesinin en eski halli Orhun Yazıtları'nda rastlanılmış.... Bu dönemde okımak diye telaffuz edilen ve okıglı, okınç gibi türevleri bulunan bu kelime çağırmak, davet etmek, seslenmek anlamında   toy-düğün davetiyesi, çağrısı anlamında kullanılmış... Benzer şekilde Kutadgu Bilig'de geçen okıçı kelimesi de çağrıcı anlamında kullanılmış.  "İkra!", yani "Oku!"  ve "kıraa" aynı kökten türemiş... Kıraa kelimesinin Arapçada iki anlamı var:  Birincisi bir sözü ezberden ya da yazıya bakarak söylemek, İkincisi ise bir yazıyı sesli ya da içinden okumak. Nitekim İngilizce çevirilerde kelimenin anlamı genelde "recite" kelimesiyle tercüme edilmekte; yani yüksek sesle okumak.diye yazıyor kitaplar..   Kutsal kitabımız Kur'an,"okunacak" "okumaya yarayan", "okunması gereken" anlamına gelmekte.. Bu önemli notumuz şimdilik burada kalsın..... Kitap okuyanlar daha uzun yaşıyormuş!...Öyle yazıyor... "Reading books is tied to a longer life, according to a new report." A scientific case for the humanities: http://explore.brainpickings.org/…/reading-books-is-tied-to… … http://well.blogs.nytimes.com/2016/08/03/read-books-live-longer/?_r=0  Reading books is tied to a longer life, according to a new report. Yeni bir araştırmaya  göre, kitap okumak daha uzun bir ömür (yaşam) sağlıyormuş. Araştırmacılar, okumayla ilgili 50 ‘den fazla sorularını yanıtlayan    3.635 kişinin katıldığı daha geniş bir sağlık araştırmasına ilişkin verileri kullanmış. Bu araştırmada örnekleri üç gruba ayırmış:  i-Sürekli kitap okuyanlar, ii-haftada üç buçuk saat kadar kitap okuyanlar iii-ve üç buçuk saatten fazla kitap okuyanlar. Bu çalışma, i-En fazla kitap okurlarının kadın, ii-üniversite eğitimi almış iii-ve yüksek gelirli gruplar halinde eğilim gösterdiğini ortaya koydu. Bilim insanları düzenli kitap okuyan insanların iki yıl daha uzun yaşadığını ortaya koyduğunu yazıyor.... Araştırmada, kitap okumayan ve düzenli kitap okuyan insanların yaşam süresi karşılaştırıldı. ABD’li uzmanların edindikleri sonuç, kitap okuma alışkanlığının yaşam süresini uzattığı yönünde olmuş... Yale Üniversitesi’nde yapılan araştırmalarda, haftada en az birkaç saat kitap okuyan kişilerin okumayanlara oranla 2 yıl daha fazla yaşadığı belirlenmiş. 3 bin 635 kişi ile yapılan incelemede, haftada 3.5 saat kitap okumak, biraz daha uzun yaşamak için ideal. Ayrıca haftada 3.5 saat kitap okumanın ölüm riskini % 23 azalttığı sonucuna varılmış. Bu araştırmada Gazete ve süreli yayınları okuyanlar arasında benzer bir lişkinin (korelasyon)  zayıf olduğuna dikkat çekiliyor Bu araştırmada ,Yale'de epidemiyoloji profesörü Becca R. Levy, "Günde yarım saat kısa bir süre Kitap okumanın ar, Kitap okumayanlara  göre önemli bir hayatta kalma avantajı elde ettiğine"  vurgu yapıyor. Son Söz: Sana kitap hediye eden, sana değer verendir... Sana kitap hediye edeni unutma. Sana kitap okuyanı ise hiç unutma... LIVE, BOOKS AND LITERATURE, MEDICINE AND  Dünyada güncel olarak ilgi gören birçok kitaptan bizim insanlarımız haberdar olamıyor. Uğur Yüce (1940) isminde İzmirli kitapsever bir işadamı, “Özet Kitap” isminde bir proje başlattı. Sahire Erturan isimli bir İzmirli hanımın desteğiyle yabancı dillerde yayınlanan dış dünyada ilgi gören kitap ve raporların çoğunun tercüme ve özeti bilgisayar ortamında, ilgilenenlerin “bedava” hizmetine sunuluyor. Bilgisayarınızı açınız. Ve de “ozetkitap.com” sitesine giriniz. Ekonomi, bilim, teknoloji, siyaset konularında (hemen tamamı yabancı dilde yayımlanmış) “güncel-herkesi ilgilendiren” yüzü aşkın kitabın ve çok sayıda raporun özetini bulacaksınız. Özeti siteye eklenen son kitaplar, Pentagon, Ödül, Dünyayı İyiye Değiştirecek 5 Fikir, Amerikanın Kurduğu Dünya, Düşmanlar ve FBI Tarihi. Bugüne kadar özeti en fazla okunan kitaplar: Tüfek Mikrop ve Çelik, İkinci Şans, Sıcak Para, Geleceğin Kısa Tarihi, Çöküş, Ruhsal Makineler Çağı.    Özet Kitap sitesinde, öğrencilerimizin, gençlerimizin, halkımızın kitap konusuna ilgisizliğini gösteren bilgiler de var. http://www.ozetkitap.com/

Türk Dünyasının Yeni Gün (Erken-kün) - Ergenekon Bayramı (Toyu) Kutlu Olsun.

Görsel. Atatürk'ün, ressam İbrahim Çallı’ya yaptırdığı, "Türklerin Ergenekon’dan çıkışını temsil eden" bir yağlı boya tablo.... TÜRK DÜNYASININ YENİ GÜN (Erken-Kün) - ERGENEKON BAYRAMI (TOYU) KUTLU OLSUN (*) TÜRK KÜLTÜRÜNDE YENİGÜN - BAHAR TOYU (NEVRUZ) İlk Söz:Bugün baharın müjdecisi, bolluğun ve bereketin bayramı Nevruz… Türk'ün Ergenekon'dan çıkış bayramı Nevruz. Türk'ün Bayramı Nevruz Kutlu Olsun!... Birçok toplumda çeşitli isimler altında şenliklerle kutlanan dünyanın en eski bayramı olan Nevruz, Türk Dünyasında "Türklerin Ergenekon'dan çıkışı" ve "Türk takviminde temsil edilen 12 burçla yeni yılın başlangıcı" olarak kutlanıyor. hayvanlar tarafından" 5000 yıldan beri.     Kimileri bu günü Tanrı'nın dünyayı yarattığı gün, kimileri ise Tufan'dan sonra Hz. Nuh'un Dünya'ya ayak bastığı gün olarak kabul ederken bazıları bu günü insanın ilk yaratıldığı gün, bazıları ise baharın habercisi olarak kabul eder.     Herkesin kaderinin belirlendiği, tüm hastalıkların, kötülüklerin, talihsizliklerin, sıkıntıların ortadan kalktığı gün olduğuna inanılan Nevruz için tüm evler temizlenir. Nevruz münasebetiyle çeşitli oyunlar oynanır, özel yemekler pişirilir. Yemeğin ardından vatandaşlar yeni yıl dileklerini tutar. Daha sonra sevdiklerinin kabirlerini ziyaret eder. Birbirlerine kırgın olanlar barışır.. İnsanlar yoksullara, kimsesizlere, yaşlılara yardım eli uzatır. Hayallerinin gerçekleşmesini dileyen gençler Nevruz ateşinin üzerinden atlar.      Nevruz, Türk Dünyasındaki yaygın inanışa uygun olarak Göktürklerin Ergenekon'dan ayrılıp bağımsızlıklarını elde ettikleri gün olarak kabul edilir. Ebulgazi Bahadır Han'ın "Secere-i Türk" (Türklerin Soykütüğü) adlı ünlü eserinde yer alan Ergenekon Destanı'nda, 400 yıl boyunca etrafı yüksek dağlarla çevrili bir vadide yaşamak zorunda kalan Türklerin bahar gelince vadiyi terk ettikleri anlatılır. Türklerin Anavatanlarına döndükleri ve bağımsızlıklarını kazandıkları gündür Nevruz.. Bu nedenle 21 Mart bağımsızlık gününü simgeler. Nevruz kutlamaları sırasında özellikle Orta Asya'da yaşayan Türkler, Nevruz'un önemini yeni nesillere anlatmak için Ergenekon Destanı'nı okurlar.     Bir başka inanışa göre ise 12 hayvanlı Türk Takviminin başlangıcı olan 21 Mart, doğanın tazelenmesini ve baharın başlangıcını simgelemektedir. Bu günlerde açan kardelenlere "Nevruz Çiçeği" adı veriliyor. Nevruz'da doğan bebeklere Nevruz adı verilir Nevruz, Türk Dünyasındaki yaygın inanışa uygun olarak Göktürklerin Ergenekon'dan ayrılıp bağımsızlıklarını En eski Türk geleneklerinden biri olan Yenigün-Bahar Bayramı (Nevruz), baharın gelişiyle doğaya gelen canlanmayı, toprağa ve bitkilere yürüyen yeni yaşam ile bereketi simgeler. Bu yönüyle Ergenekon Destanının içinde yer bulur. Bozgunculardan ve düşmanlardan kaçıp yüzlerce yıl erişilmez dağlar arasındaki ovada gelişen Türklerin, yeniden dünya yüzüne çıkmaları, yeniden yaşam bulmaları aynı anlayışa dayanır. Ergenekon Destanı resmi belgelerde ilk defa Büyük Hun Devleti döneminde geçer. Çin generali Çian Kien M.Ö. 119 yılında İmparatoruna sunduğu raporda, Ergenekon Destanından da bahseder. Buradan biliyoruz ki; Türkler 21 Mart’ta kırlara çıkıp toylar düzenlenerek bahar bayramı kutlanırdı. Nizami Gencevi ise “İskendernâme” adlı eserinde, M.Ö. 350 yıllarından bu yana Türklerin bahar bayramını kutladığını bildirir. Genel Türk kültürü 21 Mart tarihini Ergenekon’dan çıkış günü sayar. Türk tarihi üzerinde önemli kaynakların ortak görüşü, Ergenekon’un on bin yılın üzerinde bir geçmişi olduğu yönündedir. Zaman içeresinde baş gösteren kıtlıklar, sert geçen kışlar, otlak yetersizlikleri, nüfus artışı sebebiyle bulunduğu alana sığamama gibi ekonomik sebepler ve Tanrıdan geldiğine inanılan kut gereğince cihan hâkimiyeti ülküsünü gerçekleştirme gibi nedenlerle, kabından taşarak güney ve özellikle batıya hareketlenen Türk boylarınca gittikleri coğrafyalara da götürüldüğü görülür. Günümüzde, Çin Seddinden Adriyatik kıyılarına kadar geniş coğrafyada, birçok farklı ülkede yaşayan Türk toplulukları tarafından benzer motiflerle kutlanır. Tarihi belgelere göre; Türkler 12 hayvanlı takvimin yılbaşını 21 Mart olarak belirlediler. Selçuklu Sultanı Melikşah ünlü matematikçi Ömer Hayyam’a hazırlattığı ve kendisinin “Celâl-üd Devle” ünvânı sebebiyle “Celâli Takvimi” adı verilen takvimin yılbaşı yine 21 Marttır. İbrahim Hakkı Hazretleri “Maarifetnâme” adlı eserinde yılbaşını günesin koç burcuna girdiği 21 Mart olarak verir. Ömer Hayyam “Nevruznâme”, Selçuklu Veziri Nizâmül-Mülk “Siyasetnâme”, El Biruni “Eski Halklardan Kalan Yadigarlar” ve Kâşgarlı Mahmud “Divân-ı Lügât-it Türk” adlı eserlerinde, Nevruzun Türklerin yılbaşı günü olduğunu, Orta ve Ön Asya ile Uzak Doğu Türk topluluklarında coşku ile kutlandığını bildirirler. Selçuklular’da ve Anadolu Beylikleri’nde yılbaşı olarak Nevruz kabul edilmişti. Osmanlı Devletinde Nevruz halk arasında olduğu kadar saray için de önemliydi. O dönemde Nevruz için yazılan şiirlere “Nevruziye” denir ve Hekimbaşı her 21 Mart’ta çok özel Nevruz Macunu yaparak padişahtan “Nevruz bahşişi” alırdı. Osmanlı ailesinin mensup olduğu Kayı Boyunun Karakeçililer kolu, 21 Mart tarihinde Ertuğrul Gazi’nin türbesi etrafında toplanıp birlikte bayram yaparlardı. Padişah şenliklere katılarak halkın bayramını kutlar, bu sebeple de o güne “Nevruz-i Sultanî” adı verilirdi. Veziriâzam ve devlet erkanı tarafından padişahlara donanmış atlar ve pahalı kumaşlar hediye edilir, adına da “Hediyye-i Nevruziye” denilirdi. II. Abdülhamid Han zamanında Ertuğrul Gazi’yi anma törenleri Nevruzda yapılırdı. XVI. Yüzyılda başlayan Manisa Mesir bayramı da aynı geleneğin devamıdır. Nevruz, Anadolu’nun bazı bölgelerinde “Yörük Bayramı, Hıdırellez, Bettem” gibi farklı adlarla kutlanır. Nevruz’u, Memlükler (Kölemenler) mâli yıl başlangıcı ve baharın ilk günü olarak kutlardı. Yine bir Türk devleti olan Safevîlerde de kutlandığı, III. Ahmed döneminde Osmanlı elçisi olarak Safevilere giden Dürrî Efendi’nin “Sefârenâme”sinde kayıtlıdır. Nevruz, Çin kaynaklarından Kutadgu Bilig’e, Kâşgarlı Mahmud’dan Bîrûnî’ye, Nizâmül Mülk’den Melikşah’ın takvimine, Karakoyunlu ve Akkoyunlu Devletlerinin kanunlarına kadar yer bulur. Sivas hükümdarı Kadı Burhaneddin Ahmed, Safevi Devletinin kurucusu Şah İsmail, Osmanlı Sultanı I. Ahmed, IV. Murad ve II.Abdulhamid Han, Kazasker Bâki Efendi, Şeyhülislam Yahya Efendi ve Türkiye Cumhuriyetinin kurucusu Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün bahar bayramının kutlanmasına büyük önem verdiklerini biliyoruz. Ayrıca Türk Edebiyatında, Kuloğlu, Kaygusuz Abdal, Hüsnü Baba, Nizami, Fuzulî, Pir Sultan Abdal, Tusi, Nev’î Efendi, Nef'î, Nedim, Hüseyin Suad, Mehmet Akif, Namık Kemal, Şehriyar ve Mahdumkulu gibi bir çok şairimize ilham kaynağı oldu ve gelişine “Nevruziye” veya “Bahariye” denilen şiirler yazıldı. Bir bayram olarak düşünülen Nevruzda, toplumun içindeki küsler barıştırılır, dargınlıkların karların üzerine güneş doğması gibi eriyip gitmesi beklenir. Kimi bölgelerde yedi çeşit Nevruz yemeği yapılarak komşularla paylaşılır. Yaşlılara saygı, balalara sevgi gösterilir. Nevruz bu yönüyle çok önemli bir sosyal görevi yerine getirir. Toplumda birliği, dirliği ve huzuru sağlar. Genel olarak Nevruzda; “semeni” denilen ve kışın bahara duyulan özlemi simgeleyen bir gelenek olarak tabak içinde buğday yetiştirilir. Yemekler ve özellikle tatlılar hazırlanılarak kırlarda toylar düzenlenir. Gençler ve çocukların çok sevdiği “köse” isimli tiyatro benzeri gösteriler yapılır. Yumurtalar, kök boyaları, soğan kabuğu, ağaç ve kaya yosunlarıyla birlikte kaynatılarak rengarenk boyanıp çocuklara verilir. Çocuklar bunları kendi aralarında tokuştururlar. Kapı dinleme, dilek tutma, bacadan şal salma gibi birçok gelenek yaşatılır. Bütün Türk topluluklarında görülen “sin sin” oyunu ise Nevruz’un en önemli gösterisidir. Meydanda bir ateş yakılarak bütün halk orada toplanır. Erkeklerden birinin ateşin etrafında, kartal figürleriyle dolaşmasıyla başlayan oyunda, bir başka erkeğin çıkıp kendisini kovalaması ve orta ateşinin üzerinden atlanması şeklinde devam eder. Nevruz günümüzde; Türkiye, Çin hâkimiyetinde bulunan Doğu Türkistan, Kazakistan, Özbekistan, Türkmenistan, Kırgızistan, Kuzey Azerbaycan, Güney Azerbaycan, Batı Trakya, Bulgaristan, Macaristan, Moldova (Gagauz), Yakutistan, Tataristan, Tacikistan, Kırım, Ahıska, Çuvaşistan, Başkırdistan, Musul, Kerkük, Erbil, Kıbrıs, Hakasya, Dağıstan, Yakutistan, Saka Türkleri ve Kafkas Cumhuriyetlerinde, Pakistan ve Hindistan’da benzer geleneklerle kutlanır. Türk Dünyası, yeni yılı toprağın uyandığı gün ile özdeşleştirmiştir. Türk yaradılış efsanelerinde bu coşku söyle ifade bulur: “Gök Tanrı’nın ilk defa gürlediği, yağız yer, altmış türlü çiçeklerle süslendiği, altmış türlü hayvan sürülerinin ilk defa kişnediği zaman sen (Türk’ün Atası) yaratıldın” Son Söz: Nevruz, Türk dünyasının zamanla, takvimle ve doğayla bağlı gelenekler birliğidir.  Tanrı Türk'ü Korusun ve Yüceltsin Ne mutlu Türküm Diyene!... ------------------------------- i-Sözlü kültürden yazılı kültüre intikal etmiş olan metinlerden biri olduğu kabul gören Ergenekon Efsanesi, Ergenekon denilen mekâna gelişin ve bu mekândan çıkışın anlatıldığı bir efsane metnir. Metinde geçen tekrarlamanın ve canlandırmanın gerçekleştiği yerle zaman arasındaki ilişki ve bellek açısından sonraki zamanlarda tekrarı bu çalışmaya konu edilmiş. Dursun Yıldırım’ın (1997), Ergenekon Efsanesi üzerine farklı düşünme önerileri getirdiği “[Ergen Kon] = [Erkin Kün] mü?” başlıklı incelemesinde  efsanenin kültürel bellek çerçevesinde işlevleri tartışılmış. Ritüelin tekrarlanması yoluyla canlandırılması ve aidiyet duygusu bakımından toplulukta yarattığı etki üzerinde tespitlerde bulunulmuş ii-- AŞA, Hatice Emel, (2000), “Nevruz”, Yeni Avrasya Dergisi, Mart-Nisan iii- GENCEVİ, Nizami, (1982), İskendername, (Çeviren: Abdullah Saik), Bakı. iv-- KAFKASYALI, Ali, (2000), “Türk Kültüründe Nevruz”, Bizim Dernek Dergisi, Sayı:1, S. 27-29, Bakı. v- KAFESOGLU, İbrahim, (1997), Türk Milli Kültürü, S.11-29, İstanbul. vi- NIZAMÜL-MÜLK, (1989), Siyasetname, S.3-32-114, Bakı: Elm Neşriyatı. vii- SAMI, Şemseddin, (Trz:1743-1475), Kâmus-i Türkî, İstanbul. viii- UZUNÇARŞILI, İ. H., (1945), Osmanlı Devleti’nin Saray Teşkilatı, S.503-507, Ankara. ix- ÜNVER, Süheyl, (1976), Türkiye’de Nevruz ve Nevruziye, Vakıflar Dergisi, Cilt: XI, S.225-227, Ankara. x- BARKAN, Ömer L., (1943), XV ve XVI. Asırlarda Osmanlı İmparatorluğu’nda Ziraî Ekonominin Hukukî ve Mâlî Esasları, Kanunlar, Cilt: I, S.200, İstanbul. xi- HALAÇOGLU, Yusuf, (1996), Osmanlılarda Nevruz Kutlamaları, Nevruz ve Renkler, Türk Dünyasında Nevruz, İkinci Bilgi Şöleni, Bildiriler, 19-21 Mart, S.184-187, Ankara. xii- BAYKARA, Tuncer, (1997), Türk Kültür Araştırmaları, İzmir: Akademi Kitapevi. xiii- MUSTAFAYEV, Beşir, (2013), Adriyatik’ten Çin Seddine Uzanan Nevruz Geleneği, Avrasya Uluslararası Araştırmalar Dergisi, Cilt:2 , Sayı:3, Ankara  

“Öyle İnsanların Yanında Ol ki !...“

"Radikal Blog'da ki Denemelerimden...(6)"12.05.2013   "Öyle insanların yanında ol ki onlarla aynı fotoğraf karesinde olduğun için şükredesin Ve öyle insanlara da karşı dur ki o fotoğraf karesinde olmadığına şükredesin... Öyle bir zaman gelir ki  O gün birlikte çektirdiğin fotoğraf karesinde, keşke olmasaydım dersin" oe "Konuşmaya değer insanlarla konuşmazsan insanları, konuşmaya değmez insanlarla konuşursan kelimeleri yitirirsin. Sen öyle biri ol ki, ne insanları, ne de kelimeleri yitir.”  "Bazı insanlar dua gibidir: Görünmez ama dokunur sana, duyulmaz ama bırakmaz seni....".   Her Balon Sönmeye Mahkum!...   27.11.2012 21:04:05 İlk söz: Hayat bana  hiçbir olguyu görünen üzerinden değerlendirmemeyi öğretti, kötülük hariç!... “Güzel davrananlara (Salih amel) taşıyanlar / iyilik yapanlara daha güzel karşılık, de fazlası var. Onların yüzlerine ne bir toz (kara leke)  bulaşır ne de bir horluk (gelir)..” Yüce Yaradanın kaleminden dökülmüş bu kelamlar...  İçimiz her neresiyse... Titreyebilen bir yer. İnsan işte: "... sonsuz bir uçurumun üzerinde durmaktadır da bilmez onun üzerinde durduğunu .. "Bizler hiçbir şeyiz, aradığımız ise her şeydir." "Bilsem de pek çok şeyi, Bilmeliyim her bir şeyi. Nadandır insanlar, öngöremezler nasibi, başlarına gelenlerden ne iyiyi ne kötüyü sezerler önceden.. Hayat, Kendiliğinden ne iyi ne kötü... Ona iyiliği, kötülüğü katan sizsiniz. Ahlakın özü çok basit: insanlara birer insan gibi davranmak. Bu arada adil olan, iyi olana öncelikli.. Kanaat başka, doğru bambaşka.. Bilgin başka, bilge bambaşka. Yanlış, yanlışla düzeltilir mi ? Ancak bilmiyor bildiğini ve bu yüzden inanıyor bilmediğine. İnanıyorsun diye öyle olması inanmıyorsun diye öyle olmaması gerekmiyor gerçeğin... Arzularının yangınları içinde yürür insan. İçeriği olmayan düşünceler boş, kavramları olmayan görüler kördür. Hiç doğmamış gibiyiz. Hiç ölmeyecek gibi... Vakit başka, süre daha başka, zaman ise bambaşka.. Bırak aynı şeyi görmeyi, aynı şeye bile bakmıyoruz... Ömür biter ama hayat tamamlanmaz... Varoluş tamamlanamazlık... İnsanın sayılıdır günleri daima, Yaptıkları hep rüzgâr gibidir... Yapraklar gibidir insan soyu. Bir yandan rüzgâr bakarsın onları döker yere, bir yandan bakarsın bahar gelir.... Bir ağacın tek tek yiten yaprakları gibiyiz. Hangimiz önce düşecek belli değil ama hepimiz döküleceğiz... .Ölümdür eli kulağında olan... Ölüm geride kalanlar için... Geride kalanlara keder miras kalır: Elem bırakır ölenler hayatta kalanlara... Ölümden korkmayan ölümü bilmeyendir... "Gördü ki varoluş, mumun ışığı gibiymiş: ışığının yanması ile ışığının sönmesi aynı şeymiş." Onlar sahiden geride kalmışlar. :birbirine-ait-olanın bir daha-birarada- olmayışıdır noksanlık... Varoluş teşrih, tevil ve tâbir.... Varoluş yorumlama, açık hale getirme ve anlam çözme.. Sevgi göstermek başka, sevgi görmek bambaşka. Kaybetmek başka, yitirmek bambaşka. Biri gözden, diğeri gönülden gider sanki... Gerçeklerden vazgeçtiğimizde hakikatlerden de feragat etme.... "Nerede utanç varsa orada korku  var." Doğru yitirilince her şey kaybedilir.. “İyilik demek kimseye kötülüğü dokunmamak değil, kötülük yapacak cevheri içinde taşımamak demek” Semeresiz iyi niyet değersizdir... Alışkın değilsin diye yanlış olması gerekmiyor... Kim ki çehresi ışıldamıyorsa Olamaz asla bir yıldız.... Soru şu: İnsanlar arasındaki asli düşmanlığa delalet eden (kötülük olarak) ilk şey haset midir, yoksa riya mı?" İç dünyamız çok dinamik: Çelişik, karşıt, kayıtsız, t tutarsız, devingen his, düşünce ve edimlerle dolu. Ama hepsi de bizim, hepsi de içimiz... Erdemlerimiz içimizdedir. Onları dışımızda icra ederiz. Bu yüzden lafa değil işe bakılır. Vasatlık mecburidir. onu düzeltmeye çalışmamak gerekir. Çünkü, cezalandırılmıştır. En sert olarak da kendi zavallılığını bilmemesi ve kendi zati yasası yüzünden bunu bilemeyecek olmasıyla cezalandırılmıştır. Neyi yaptığımız ne olduğumuzla ilgilidir... Gerekli başka, zorunlu bambaşka. Bilmek başka, anlatabilmek bambaşka. Bu arada: "Malum" ilam edilir. İlan değil... Basit başka, yalın bambaşka. Biri düz, diğeri katışıksız... Var olmayanı varmış, var olanı yokmuş gibi gösterendir "sofist". Onun yaptıkları bu yüzden "safsata" ... “Ben böyle düşünüyorum!” demekle olmuyor. Akıl yürütme yetisinin hatalı kullanımıdır"safsata" . "boş, asılsız, temelsiz ..." Bu bağlamda "Keyfiyet" başka "keyfilik" bambaşka..... Nefret Söylemi, düşünme ve ifade etme özgürlüğü mü? Yoksa ilkel bir dürtünün dışa vurumu mu? İçimizdeki aydınlık ve karanlığın hangisini beslersek o büyüyor. İkisi de içimizde. Hangisini beslediğimiz önemli... "Kalbimizde Allah'ın nuru vardır, onun adı da vicdandır. Vicdansız olunca,  orada bir boşluk mu oluyor? Yoksa nefretle mi dolu orası da vicdan sığmıyor? Vicdan kaskatı olunca neyin üzerine inşa ediyorsun dini ?" Neler yapıp ettiğini seninle birlikte bilen, mahremini gören, iç şahit Gözleri hep açık. Asla uyumayandır vicdan.. Bilinmese de haddizatında mevcut kalandır vicdan... İşaret edene bakmaktan işaret edileni göremez olduk... "Hiçbir şey gözyaşı kadar çabuk kurumaz..." .Gerçi ne kadar sinsi bir söz.. Canımızın sıkılması başka, içimizin daralması bambaşka.. Uyanma umudumuz olmasa, uyumazdık... Yıkmak kolay ve çabucak. Yapmak çok zor. Yeniden yapmak çok daha zor. Yapmak zorunda olmak başka, yapmamayı tercih etmek bambaşka. Hatta olanaksız. Neyi yıktığına dikkat etmeli insan... Küçük düşünecek kadar büyümek... Güven esas. Yok ise, her şey boş... Mesele çürük elmalar değil, elmaları neyin çürüttüğüdür. Eski başka, eskimiş bambaşka. Birini saklar, diğerini atarsın. Atmalısın hatta... Bir insanın sana neler verebileceği değil, senin için nelereden vazgeçeceği önemli... Kalp kırılınca içinden hayaller dökülür.. Tahrip edenin, inşa etme mükellefiyet ve mesuliyeti daha büyüktür. Bu etik olduğu kadar ahlaki de bir meseledir... Yara kabuk bağlar, kimlik olur. "Eksik olma," diye bir dilek var dilimizde. Tıpkı "var ol" gibi o da ince ve duru bir dilek. Varoluşumuzu anlamlı kılanlara söylenebilecek ne hoş sözler ... Bir de "Meftun" sözcüğü ne kadar hoş... Yanmış anlamına geliyormuş. Yanarak, aydınlığa doğru... Birlikte sevinmek başka, birlikte üzülmek bambaşka. Hüzün, kendi başına müthiş bir deryadır. Hüzünlenemeyen insan gelişmemiş bir insandır. Kendinden kopukluğunun, içindeki öze olan özlemin farkında değildir.. Vazgeçtin mi başka, vaz mı geçtin bambaşka... Bütün güzel ise parçaları da güzel midir? Çirkin parçalar güzel bir bütün oluşturabilir mi?.. Bazen düşünüyorum da dünyayı değiştirmek için sarsılmaz bir istekle çalışmak mı mutlu eder bizi yoksa konforun sakin sularında kulaç atmak mı? Bir şeye sahip olmak değil, layık olmak önemli... Uçtuğunu düşünmek ile uçmak arasında devasa bir fark var.... Yolunu bilmeyen için yol fark etmez. Her yol yanlış, her yol doğrudur. Hepsi yoldur ve hiçbiri yol değildir. Yolda olmak başka, yolculuk bambaşka.... Arzularının yangınları içinde yürür insan... Yolda olmak yetmez. "Varış" da gerek.. "Her şey yoldur." Kimileri gelecekten bahsediyor ama kastettikleri geçmiş aslında. Ebedi rücu.... Geçmişin önümüze geçmesi... Geçmişi anlama ile geçmişte anlam bulma farklı hâller: Biri geleceğe açılma, diğeri gelecekten kaçınmadır... Geçmiş hiçbir zaman ölmüş değildir. Geçmiş bile değildir." Geçmişi ansımak çeşit çeşit, farklı farklı: Anmak başka, anımsamak başka, hatırlamak başka, yâd etmek başka, aklına gelmek başka. Biri özlemle, biri unutuş içinde, biri acıyla, biri hürmetle, biri apansız. Yinelemekle kalmıyor, zaman ve hislerin belirişini tekrar açımlıyoruz... Anlamı olmamak başka, anlamsız olmak bambaşka... İki tür gelecek var....   Birincisi gelen gelecek, İkincisi gidilen gelecek. İkincisi umut... Umut etme başka, dileme bambaşka... Haddizatında yalnızdır insan. "Hakikatin haddi vardır da Yanılgı’nın yoktur..." Ölesiye yaşıyoruz ama öylesine değil.. Kimse tok kalkmaz hayat sofrasından. ."Kulak dilsizdir, ağız sağır. Göz ise hem duyar hem konuşur. Dışarıdan dünya, içeriden insan yansır onda.... "göz gözü görmemek" deyimi ne hoş. Mesele gözün gözü görmesi çünkü... Göz daha fazlasını görür, Kalbin bildiğinden... Anlama çok az kimse tarafından anlaşılan bir kavram.. Bir kimseyi anlamak demek, o kimsenin bir şeyi nasıl anladığını anlamak demek.. Anlama ne çok söz söylemeyle, ne de hararetle kulak kabartmayla olur. Anlamak anlamayı anlamak... Anlamak anlayış göstermek demek değil... Anlamak affetmek demek de değil... Anlamak varoluşun özü. Zordur üstelik... Sağduyu ne sağ ne duyu. Düpedüz ön yargı. Üstelik hiç de sağın değil. Gayrisahih... Bizi zengin yapan kazandıklarımız değil, muhafaza ettiklerimiz. Bizi bilgili yapan okuduklarımız değil, özümseyebildiklerimiz... Önem değerli olmuş değer önemli olmalıydı oysa... Ateş ile alev başka. Nur ile ziya başka. Işık ile karanlık bambaşka. Düşünmek başka, düşlemek bambaşka... Kasabalılık başka şehirlilik bambaşka.. kendisi hiçbir iş yapmayan, iş yapanda da mutlaka kusurlar bulan anlayışın egemen olduğu kültürdür "kasabalılık"... Yaptığından pişman olmak başka, yapmadığından pişman olmak bambaşka. Birinde imkânsızlıktan, diğerinde imkândan azap duyulur... Birikimlerim ve ulaştığım bilinç bana sürekli “konuşmak  birbirimizi anlamanın en etkin yolu” Anlamak sanıya da müsait. Anladığını sanarsın, oysa yalandır. Çünkü insan hayatta hiç yaşamadığı güzellikteki şeyleri anlamakta zorlanır." Soru Şu : İkisi arasında büyük bir özgürlük asimetrisi varsa? Bir kişinin özgürlüğü, başkasının özgürlüğünün başladığı yerde biter mi?, Dengesizliği korur bu ilke... Mavi gökyüzü dediğin gökyüzü bile değil. Işıyan atmosfer o sadece. Göğün mavisi, ışımasıdır atmosferin. Yoksa gök kapkara... Gökyüzünün sonsuzluğu gecenin kör karanlığında görülür. Güneş bizi ışıkla örtüp kapatır aslında. Gece, dünyanın gölgesidir. Gece geçer, ışık ışır ardından. Ve insan daha "Bak!" diyemeden Karanlığın çeneleri açılıp yutuveriyor her şeyi. Parlak ne varsa yok oluyor bir anda.... Nasıl ki olmayan bir şey hakkında konuşmak onu var etmeyecekse, olan bir şey hakkında konuşmamak da onu yok etmez. Susmak daha kötü; susulan bütün hakikatlerde zehir var . "Sözün bitim yerini olay ya da konu seçmez, söz seçer. Bir şeye karşı çıkarken başka bir şeye destek veriyor olabilirsin, hem de farkında olmadan. İzan şart... Başlangıcını da olduğu gibi." Yalan anlaşıldığında yalan olur... Gerçekle bağımız kopunca, geriye yalan kalır..  yalan üç tür :  bencil duygularla söylenen, Siyah yalan; diğerkâm duygularla söylenen Beyaz yalan... ve en fenası ortaya çıksa bile kimsenin umurunda olmayan.   grup çıkarı ve aidiyet duygularıyla söylenen  mavi yalan ... Yalan olduğunu bilsen dahi inanacaksın insan oğluna, yani dinleyeceksin onu, niçin yalan söylediğini anlamaya çalışacaksın. Bazen yalan, insanın özünü gerçeklerden daha çok açığa vurduğunu unutmayacaksın... Basit çıkarların için gerçeği yansıtmayan cümleleri kurup telaffuz edeceksin…  İilişkileri bir anda onarılamayacak hale getereceksin.. Hep sahici yaşamağa çalışarak, hep yalan yaşayacaksın yaşamağa çalıştığın her sahicilik, hep bir yalan olarak çıkacak ortaya. Sahici yalanlar yaşayacaksın, hep. Yaşadıkların, hep, sahiden, yalanlar olacak. Görmek ne hoş. Ama siz yine de her gördüğünüze kanmayın. Vefa kalbin hafızası... Gönüllere dokunacaksa gönülden gelmeli...... kural çok basit: ... Sana yapılmasını  istemediğin bir şeyi başkasına yapmayacaksın.. İstediğini söyleyen istemediğni işitir derler.... Her erdem ruhun güzelliği... “Sevgi his meselesi, istem değil. Sevgi istemekle olmaz, zorunda olmakla (sevmeye mecbur edilmeyle) hiç olmaz. Sevme ödevi ise zaten abes.”  Sevgi; Kendisine önem vermeyen yürekleri  terk eder... insan nerede artık sevemiyorsa, oradan - geçip gitmeli! - Her kişi, ölümüyle de yaşar. Ölüm de yaşar, her kişiyle. Ölüm kişiyle yaşar. Zamansallık yitimidir ölüm... Her insan kendi zatî ölümünü ölür. Noksanlık ne fena: yeri var ama orada değil... Yok'sunluk. Kayıp birikmez, büyür. Devcileyin boşluk kalır.. Ölüm amansız bir hırsız. Boş bırakıcı, yer çelici... Geride kalanlar içindir ölüm. Acılı bir son, sonsuz bir acıdan iyidir. Silmek yazmaktan zor.. Bitince tamamlanmış olmuyor maalesef... Özlem, bahar başında esip geçer gibi görünen kar fırtınasıdır; ama, sanki, her bir tanesi donup kalacak, hiçbir zaman erimeyecek gibi gelip kalır... Özlemek öz-leyememektir. Değil başkası, kendisi bile yol gösteremez, özlem çekene.... Kaybetmek başka, yitirmek bambaşka. Biri gözden, diğeri gönülden gider sanki... Ölene kadar sorumlusun gönül bağı kurduğun her şeyden... Kendini başkasının göz bebeğinde görürsün, Yıldızları vardır insanların... Geceleyin gökyüzüne baktığında, ben bunlardan birinde olacağım, bunlardan birinde güleceğim için, sanki tüm yıldızlar gülüyormuş gibi gelecek sana. Gülmesini bilen yıldızların olacak.” "Yarın" ne kadar umut dolu bir sözcük: sabah olma, aydınlanma, ışıma, karanlık sonrası anlama sahip. Sonrasal olan insan, hep yarında yurt tutar bu yüzden: umutla, heyecanla ve elbette kaygıyla... Filizlenir, açar ve solarız. Zamanda varlık buluruz. Hem aklın hem de gönlün varsa, açmalısın onlardan yalnızca birini. Açarsan şayet ikisini birden, yazık olur her birini. Kaygı, yuvalanır derin yüreğimizde, Gizli acılar doğuruverir orada, Huzursuzca devinir, bozar heves ve rahatı, Her defasında yeni maskelerle örterek kendini... "Kendi huzurum onun huzuruna bağlı, Onu mutlu eden bana hayat verir, Onu üzen kalbimi yaralar..." Bu arada mutluluk nedir? Mutuluk,  bir insanın hayatını ne kadar anlamlı ve değerli görüp görmediği ile ilgili. Ramaktayızdır hep. Ne herhangi bir göz görmüştür güneşi, güneş gibi olmadıkça; ne de güzeli görebilir bir ruh, güzel olmadıkça. Ömür denir buna.. Yağmur sözcüğü ne kadar isabetli. Hem yağarak kendi oluyor hem kendi olduğu için yağıyor. Ölçüt şudur: Yeniden aynı hayatı yaşamak ister miydin? İlgiyle Okuduğum bir makaleden : İzninizle paylaşıyorum..... Dört  temel Yaşam kuralı: İlk kural : ” Karşına çıkan kişiler her kimse, doğru kişilerdir.  Bunun anlamı şudur, hayatımızda kimse tesadüfen karşımıza çıkmaz. Karşımıza çıkan, etrafımızda olan herkesin bir nedeni vardır,  ya bizi bir yere götürürler ya da bize bir şey öğretirler.”   İkinci kural : Yaşanmış olan her ne ise, sadece yaşanabilecek olandır.  Hiç bir şey, hem de hiç bir şey yaşadığımız şeyi değiştiremezdi. Yaşadığımızın içindeki en önemsiz saydığımız ayrıntıyı bile değiştiremeyiz. ‘ Şöyle yapsaydım, böyle olacaktı’ gibi bir cümle yoktur. Hayır, ne yaşandıysa, yaşanması gereken, yaşanabilecek olandır, dersimizi alalım ve ilerleyelim diye.  Her ne kadar zihnimiz ve egomuz bunu kabul etmek istemese de, hayatımızda karşılaştığımız her olay, mükemmeldir.”   Üçüncü kural : ” İçinde başlangıç yapılan her an, doğru andır.  Her şey doğru anda başlar, ne erken ne geç.  Hayatımızda yeni bir şeyler olmasına hazırsak, o da başlamaya hazırdır.   Dördüncü kural: “Bitmiş olan bir şey bitmiştir.  Bu kadar basittir. Hayatımızda bir şey sona ererse, bu bizim gelişimimize hizmet eder.  Bu yüzden serbest bırakmak, gitmesine izin vermek ve elde etmiş olduğun bu tecrübeyle yola devam etmek gerekir.” Bir Anekdot... Geçenlerde Üniversitemiz de düzenlenen "Kütahya'da kariyer ve İstihdam Günleri"ne katıldım. "Balık denizi gökyüzü sanır," demiş ya üstat. Bu deyişi teyit edercesine yaşanmış bir hikaye.... Öğrencilere rol model olması düşünülen ilin en büyük  Nevi şahsına münhasır​ kerameti kendinden menkul Mülkü  Âmir.... Hayatında ticari bir faaliyette bulunmamış iflas etmemiş başarısız olmamış. Gemiyi  azgın dalgalarda liman ‘a getirmemiş Sözüm ona  girişimcilik dersleri / konferansı veriyor açılış konuşmasında. Öğrencileri motivasyon sağlamak, geleceklerine rehberlik için bir anısını anlatıyor...... "on üç yaşında iken, kendi inşaatlarında  yaz ayında yeni atılan betonu sabah ve akşam saatlerinde hortumla sularken ayağına batan çiviyi nasıl kahramanca çıkartığını, tarihi bir kişi  ile  özleştirerek anlatıyor.. İşin ilginç  yanı  özdeşleştirdiği tarihi anekdot  vatan bölünmesin,bayrak inmesin , ezanlar susmasın,ocaklar sönmesin diye savaşan  çok ünlü bir  komutanla kendisini özdeşleştirmesi  ...   Bu arada unutmadan:  Onu dinleyen protokolde  Özdilek firmasının sahibi  Hüseyin Özdilek ve Kütahya!nın en büyük işadamlarından Tavşanlı Meslek Yüksek okulu'nun kuruluşunda  ve sonrasında maddi ve manevi yardımlarını esirgemeyen saygı duyduğum Nafi Bey'de var...  Birden nereden geldiyse aklıma uçan balonlarr  ve Küçük adamın sözleri geldi.   Berkehan bey, Karagöz'e "Neden dondurma yemeye gitmiyoruz Hacivat?" Hacivat'a da "Sabah da yedik, babam olmaz der" dedirterek ... subliminal mesajlar verirken.... Aklımı ve sağduyumu bir tarafa bırakıp içimdeki  hisleri yazıya dökmeye başlarsam hiç arzu etmediğim bir seviyeye inebileceğimden endişe ediyorum. Bu sebeple, en iyisi, bu yazıyı burada noktalamak… Yazıyı noktalarkende İnsanın aklına neler gelmiyor/ neler geçmiyor ki!... Uçan balonu bilmeyen yoktur.  Genellikle havadan daha hafif olan helyum gazıyla dolu olduğundan  . helyum gazının kaldırma kuvvetinin, balonun ağırlığından fazla olmasından  balon uçabilmekte. Balon şişirildiğinde ince bir zar haline gelmekte. Balonun içindeki hava, bu zarda bulunan küçük deliklerden dışarı kaçmakta. Helyum molekülleri, oksijen ya da azot gazı moleküllerine göre daha küçük olduklarından, daha çabuk dışarı kaçmakta. ve içerideki helyum gazı miktarı azaldığında, artık balonun ağırlığını taşıyamaz olmakta ve balon artık uçmaz hale gelmekte!... Konunun uzmanlar böyle söylüyor ... kitaplar böyle yazıyor...Özetle ... Balon zamanla sönmekte. Hani ya !.. Balon gibi şişirilmiş insanlar gibi!.. Kâşgarlı  Mahmut" İnsan şişirilmiş tulum gibi, ağzı açılınca sönmekte." diyor...   Ne kadar doğru bir söz. Bu sözü teyit edercesine , "Testinin içinde ne varsa, dışarıya o sızar..."diyor ya Rûmî.tıpkı onun gibi... Hayat, haksız parlatılanların yaldızlarını günü gelince  mutlaka dökmekte... Sözü fazla uzatmadan;  yakın zaman içinde yaşadığım bir olayı izninizle paylaşmak istiyorum. Geçenlerde Berkehan'la,  yeni açılan AVM' ye gezmeye gittik. Onu elinden tutup dolaştırırken, Berkehan 'ı mutlu etme çabasındayım. Ona şekerler, oyuncaklar, pastalar teklif ediyorum . Ancak nafile!..  Birden sevinçle; rengarenk uçan balonları elinde tutan baloncunun yanında buluyoruz kendimizi. Gerçi AVM'de balondan geçilmiyor. Çoğu mağaza çocuklara balon vermek suretiyle müşteri çekme çabasında.  Balonların çoğu , büyüklerin elinde!...    Berkehan'a"sana balon alayım mı?" diye soruyorum; biraz kaygılı, biraz mahzun yanıt veriyori. -"Ne yapayım balonu, sönüverir!"  .  Üç yaşında ki bir çocuğun sönebileceği için balonu reddetmesi.   Ne kadar ilginç!..   Ne kadar düşündürücü!...    Nutkum tutuluyor!..    "Her balon sönmeye mahkum!..."    "Kifayetsiz muhterisler gibi!...    Bu tipleri;  bilim adamları,        i-    Beceri/bilgi düzeylerinin gerçekte olduğundan daha iyi olduğunu düşünmeleri...        ii-   Başkalarının becerilerini/bilgi düzeylerini değerlendirme yeteneğinden yoksunluk,,       iii-   Ne kadar beceri(k)siz/ bilgisiz olduklarının farkında olmamaları....        iv-   Sağırdırlar, dilsizdirler, kördürler... diye tanımlıyor.... Ne yazık ki ülkemizde  bu tiplerin yetersizliklerine karşın  hızlıca çevresindekilerin ,yandaşların uçurması ile o mevkiye gelebilmekte!... Hani "şeyh uçmaz mürit uçurur "aforizmasını teyit edercesine ...  Bir garip Orhan Veli "Kitabe i seng i mezar" şiirinde şöyle diyor:  "öyle bir ruzigâr ki, kendi gitti, ismi bile kalmadı yadigâr....." Kendilerini, makam verilince, Zübde*i âlem sanan… Kendini o kurum için bir şans olarak gören… Hesaptaki parası kendini satın alan,... Erke selam edip, kula ram olan, Nafakası, Nifak olan… Bir ben varım deme, yoksan da olur..    ve   üç kişiye acırım diyor Şeyh Edebâli:  "Zenginken fakir düşene, cahiller arasındaki alim , bilmiş geçinenlere ve en önemlisi hatırlı iken itibarını kaybedene."... Altın gibi görünseler bile deneyimi aşan ilkelerden hareket edilince, onları değerlendirebilecek hiçbir şey elde kalmıyor maalesef...   Kifayetsiz insanlar gibi!..  "Buraya nasıl gelmiş," diye şaştığımız, insanlar gibi!... Dünya kifayetsiz muhterislerle, riyakarla ve nankörlerle dolu ve bunlar her yerde hak etmedikleri konum da / her mevkide.. Ama er ya da geç "her balon gibi sönmeye mahkum!....". Dün olduğu gibi bugünde... Tamamlanmadan bitiverecekler Hitam işte; kapanıp mühürlenecekler...... Eski olanlar gitti, yeni olanlar henüz gelmedi.... Son Söz:“Herkesten, her şeyden kaçabilirsin. Geçmişten, gerçeklerden, kafanın içindekilerden. Kaçtıklarının, hayatın boyunca gölge gibi adım adım peşinden geleceğini, en mutlu, en zayıf anını kollayacağını, mutlaka en olmadık anda karşına çıkacağını bile bile yine de kaçabilirsin. Çünkü kaçmaya devam edersek geçmişin gölgesi bizi kovalar. O beklemediğimiz bir anda karşımıza çıkıp bizi köşeye sıkıştırmadan biz onun karşısına çıkmalıyız. Çünkü değişim cesaret ister. Ya korkularımız bize sahip olur, ya da biz korkularımıza hükmederiz.” Bu özgün düşünsel deneme yazısının sonuna yaklaşırken yaşanan burukluk...... Saygılarımla. Sağlıcakla kalın! Günleriniz hep aydınlık olsun! Yüreğinizde sevgi daim olsun! Yüreği "Berkehan ve Bilgehan Deniz" kadar temiz olanların! ------------------------------------- Not:  şöhret: halkın sana verdiği değer itibar: seçkinlerin sana verdiği değer haysiyet: senin sana verdiğin değer şöhret ve itibarını sana verenler başkaları, isterlerse verdikleri gibi geri de alırlar. haysiyetine gelince, kimse onu senden alamaz, onu ancak sen kendin yitirirsin. (*)“Bazen kelimeler kifayetsiz kalır” ve "Sözün bittiği yer" söylemlerin sığlaştığı "söylenen laf mıdır, söyleyen adam mıdır? sorusunun karşılığı olarak Kendilerini, makam verilince, Zübde*i âlem sanan…Erke selam edip, kula ram olan, Nafakası, Nifak olan…kerameti kendinden menkul zat-ı muhteremler için çok sevdiğim üç  kıssadan hisse. Birlikte okuyalım:   Birinci kıssadan hisse:   Mülazahat hanesini açık bırakarak hayatın üç kuralı var... başka bir deyişle"hayatın motto" su var. yani tam karşılığı o işin amentüsü, temeli, en genel ve kısa özeti!... Her neyse!.. Lafı fazla uzatmadan... Birinci kural ; Kulun işine , ikincisi Yüce yaradan'ın işine ve üçüncüsü de ne olursa olsun hangi koşulda olursa olsun "yalan" söylememek.. İkindi vakti öncesi abdest almak için avluya çıkan şeyh;dervişin birinden bir ibrik su ister.Derviş getirir.Yere çömelmiş abdest almaya çalışan şeyh bir yandan da bahçedeki dervişleri gözetlemektedir.Su döken derviş bakar ki şeyh elini yıkarken bazı yerleri kuru kalır. İçinden; -Bir de bize mürşit olacak doğru dürüst abdest almayı bile beceremiyor diye geçirir.Bakışları alaycı ve suizandır.Şeyh kafasını kaldırır dervişin bakışlarını yakalar aklından geçenleri okur; -Evlat sen bize yaramazsın akşama kalmadan dergahımızı terk et,der. Derviş şeyhi için böyle düşündüğü için bin pişman olmuştur ama nafile kovulmuştur artık.Akşam arkadaşları ile helalleşerek ıssız bir dağ yamacındaki dergahtan ayrılır.Ne ailesi vardır ne gidecek yeri.Deli divane dağ tepe yürür,yorulmuştur,acıkmıştır.Nereye gideceğim ne yapacağım diye düşünürken uzakta bir ışık görür.Işığa doğru yürür;ağaçların altında çoban ateşin üzerinde yemek pişirmektedir. -Selamün aleyküm -Aleyküm selam -Allah misafirine aşın ekmeğin var mıdır? -Vardır hele otur şöyle,der çoban. Çoban gelen yabancıyı süzer,gece vakti ormandan gelen yabancı kimdir necidir?Üzerinde derviş kıyafeti var.İyi de bir derviş bu vakitte ne geziyor dağ başında,dervişler dergahtan akşamları dışarı çıkmazlar ki,diye düşünür.Derviş olan biteni anlatınca çoban onun haline acır ve: -Şu karşıdaki dağın arkasında bir şehir var,ismi 'Eyvallah'şehridir oraya git ne alırsan al 'eyvallah'dedikten sonra ücretsiz bedava. -Ne yani para pul istemiyorlar mı? -Eyvallah diyene herşey bedava.Derviş kendisi ile dalga geçildiğini düşünür.Çoban devam eder; -Yalnız Eyvallah şehrinin üç kuralı var.İhlal edersen şehirden atılırsın! -Nedir bu kurallar? -Bir 'Kulun işine karışmayacaksın' . İki 'Allah ın işine karışmayacaksın' . Üç 'Asla yalan konuşmayacaksın' . -Kolaymış ben zaten dergahta eğitim aldım der derviş.Sabah çekine çekine şehre giren derviş çobanın doğru söyleyip söylemediğini anlamak için hamama gider yıkanır kasaya gelir 'eyvallah'der kasa başındaki de 'eyvallah' der. -Borcum ne?der çoban hamamcı;Eyvallah kardeş borcun yok eyvallah dedin ya. Derviş şaşırır.Bir yandan sevinir fırına girer yine aynı muamele'eyvallah' diyenden para alınmıyor.Derviş 'iyi ki dergahtan kovulmuşum burda herşey bedava padişah gibi yaşarım' diye düşünmüş...Aradan bir ay geçmiş aile kurmaya karar vermiş arkadaşına danışmış.Arkadaşı köle pazarına git beğendiğini seç satıcıya eyvallah de yeter demiş..Derviş denileni yapmış evlenmiş.Aradan bir hafta geçmiş derviş çarşıda dolaşmaktadır.Karşısından biri genç biri yaşlı iki kadın gelmektedir.Genç olanın saçı başı heryeri açıktır.Diğer kadın çarşaflı sadece gözleri görünen bir kadındır. Derviş; -Şuna bak ya diye bağırır.Şuna bak örtünmesi gerekenin her yeri açık saçık;örtünmese de olur yaşlı kadının her yeri kapalı.Bu nasıl iştir,niye böyle açık giyindin be kadın der. -İmdat zaptiye!diye bağırır genç kız.Zaptiyeler gelir. -Ne vardı? -Bu adam kulun işine karıştı. Bizim dervişe karakolda on dayak atılır karakoldan çıkınca yediği dayağın acısından çok bir kulun hatasını uyardığından dolayı şikayet edilmesi ve dayak yemesi içine dokunmuştur.Karakolun avlusunda yüksek sesle; -Allah'ım bu nasıl iş?Kullarını uyardım dayak yedim.Ey Rabbim bu ne biçim iş?Dervişin söylediklerini duyan birisi; -Zaptiye zaptiye diye seslenir. -Ne oldu? -Şu derviş Allah'ın işine karıştı.Tekrar karakol on değnek daha yer derviş.Yorgun argın eve gelir içeri girip yatağa uzanır.Yarım saat sonra kapı çalınır.Eşi kapıyı açar.Av arkadaşları gelmiştir eşinden evde olup ava gidip gitmeyeceğini sorarlar.Eşi odaya girer; -Arkadaşların geldi birlikte ava çıkacakmışsınız. -Beyim evde yok de. -Zaptiye zaptiye!! -Ne vardı? -Eşim yalan konuşmamı istiyor.Yalan söylüyor.Derviş zaptiyecilerce şehirden atılır.Üstü başı toz toprak içinde şehre doğru bakar dizine vurarak; -Eyvallah'ın ayarını bilmeyen eyvah eyvah diye inler....   İkinci kıssadan hisse:   "Vaktiyle Bursa’ da bir Müslüman, eski adı “Yahudilik Yolağzı”, bugünkü adı Arap Şükrü olan muhitte çeşme yaptırmış ve başına bir kitabe eklemiş: “Her kula helâl, Müslüman’a haram!..” Bursa başkent, tabii Osmanlı karışmış, bu nasıl fitnedir diye… Gitmişler kadıya şikâyete, adam yakalanıp yaka-paça huzûra getirilmiş. “Bu nasıl fitnedir, dîni İslâm, ahâlisi Müslüman olan koca devlette sen kalk, hayrattır, sebildir diye çeşme yap, ama suyunu Müslüman’a yasakla!.. Olacak iş midir, nedir sebebi, aklını mı yitirdin?..” diye çıkışmışlar adama. Adam: - “Müsaade buyurun, sebebi vardır, lâkin ispat ister, delil şarttır…”dedikçe kadı kızmış: - “Ne delili, ne ispatı?.. Sen fitne çıkardın, Müslüman ahâlinin huzurunu kaçırdın, katlin vâciptir!” demiş. Demiş ama, bir yandan da merak edermiş: - “Nedir gerekçen?..” diye sormuş. Adam: - “Bir tek Sultan’a derim…” diye cevap verince, ortalık yine karışmış. Söz Sultan’a gitmiş, adam yaka paça saraya götürülmüş… Padişah da sinirlenmiş ama, diğer yandan o da meraklanırmış: - “De bakalım ne diyeceksen. Bu nasıl iştir ki, hem çeşmeyi yaparsın,hem de her kula helâl,Müslüman’a haram yazarsın?..” Adam, başı önünde konuşur: - “Delilim vardır, lâkin ispat ister.” - “Ya dediğin gibi sağlam değilse delilin?..” - “O zaman boynum, hükme kıldan incedir Sultânım…” - “Eeee?!..”- “Sultânım, herhangi bir havradan (sinagog) rasgele bir hahamı izahsız yaka-paça tutuklayın, bir hafta tutun. Bakın neler olacak…” Dediği yapılmış adamın. Bütün azınlıklar bir olmuş, başlarında Mûsevîler, “ne oluyor, bu ne zulüm?.. Bizim din adamımıza biz kefiliz, ne gerekirse söyleyin yapalım, o masumdur, gerekirse kefalet ödeyelim…” Çevre ülkelerden bile elçiler gelmiş, elçiler mektup üstüne mektup getirmiş… Bir hafta dolunca, adam: - “Sultanım, artık bırakmak zamanıdır” demiş. Haham bırakılmış, azınlıklar mutlu, bu sefer Sultan’a teşekkürler, hediyeler… Az zaman geçmiş ki, adam: - “Aynı işi herhangi bir kiliseden herhangi bir papaz için yaptırınız Sultanım” demiş. Aynı şekilde bir papaz derdest edilip yaka-paça alınmış Pazar ayininden ve aynı tepkiler artarak devam etmiş. Haftası dolunca da serbest bırakılmış. Mutluluk ve sevinç gösterileri daha bir fazlalaşmış, teşekkürler, şükranlar… Levantenler din adamlarına kavuşmanın mutluluğuyla daha bir sarılmışlar birbirlerine… Sultan: - “Bitti mi?..” demiş adama. - “Sultânım son bir iş kaldı, sonra hüküm zamanıdır izninizle” demiş. - “Şimdi nedir isteğin?..” - “Efendim, pâyitahtımız Bursa’nın en sevilen, en sözü dinlenilen, itimat edilen âlimini alınız minberinden…” Adamın dediğini yapmışlar, Ulucâmi imamını Cuma hutbesinin ortasında almışlar, yaka-paça götürmüşler…Ve ne olmuş bilin bakalım?.. Bir ALLAH’ın kulu çıkıp da, “ne oluyor, siz ne yapıyorsunuz?.. Hiç olmazsa vaazı bitene kadar bekleseydiniz”, gibi tek bir kelâm etmemiş, imamın peşinden giden, arayan-soran olmamış… Geçmiş bir hafta, “Nerde imam” diye gelen-giden yok!.. Aptal ve cahil bir imam tayin edilmiş yerine, ne konuştuğunu kendi kulağı duymayan tam yobaz cinsinden biri… Halk hâlinden memnun, başlamış bir dedikodu, o geçen hafta derdest edilen koca âlim için: - “Biz de onu adam bilmiş, hoca bellemiştik…” - “Kim bilir ne halt etti de tevkif edildi!..” - “Vah vaah!.. Acırım arkasında kıldığım namazlara…” - “Sorma, sorma…” Padişah, kadı ve adam izliyorlarmış olup-bitenleri. Sonunda Padişah çeşmeyi yaptırana sormuş: - “Eee, ne olacak şimdi?.. Adam: - “Bırakma zamanıdır. Bir de özür dileyip helâllik almak lâzımdır hocadan.” “Haklısın” demiş padişah, denilenin yapılması için emir buyurmuş ve adama dönmüş. Adam başı önünde konuşmuş: - “Ey büyük Sultânım, siz irade buyurunuz lütfen, böyle Müslümanlara su helâl edilir mi?..” Sultan acı acı tebessüm etmiş: - “Hava bile haram, hava bile!..” demiş… "Bana dokunmayan yılan bin yaşasın" diyenlere... "Sap döner, keser döner; gün gelir, hesap döner." "yarına kalır ama yanına kalmaz..." Üçüncü kıssadan hisse:   Padişah, özel dalkavuğuyla vakit öldürürken: -Ben demiş; “hünkarbeğendi”yi çok seviyorum, sen ne düşünüyorsun patlıcan hakkında? Dalkavuk da: -Patlıcan mı, demiş; sultanımın ağzına layık muhteşem bir sebzedir, hele “hünkarbeğendi”. Hâk-i pâyiniz kulunuz bendeniz de bayılırım ona... Padişah: -”Patlıcan musakka” da öyle, demiş; onu da çok seviyorum. -Sultanımın hakkı alileri var elbet; Allah’ın bir lütfudur patlıcan. Padişah bu kez: -”Patlıcan oturtma” ile “patlıcanlı kebap” da fena değil ama, eh işte, demiş. Dalkavuk da: -Hâk-i pâyini kulunuz bendeniz de, demiş; patlıcanlı bir yemek söylendiğinde, biraz tereddüde düşerim, hele “oturtma” ile “kebap”sa... Ve Padişah: -Ama, demiş; “patlıcan karnıyarık”tan hiç hoşlanmıyorum... -Alt tarafı patlıcan işte, nesinden hoşlanacaksınız ki?... -”İmambayıldı”dan ise nefret... -Tam bir rezalet sultanım, tam bir rezalet bu patlıcan... Padişahın birden tepesi atmış: -Bre, demiş; sen ne hınzır mel’unsun; demincek patlıcanı öve öve yere göğe koyamıyordun, şimdi de yerin dibine batırmaya başladın, yıkıl hemen karşımdan... Dalkavuk, yerlere kapanarak, ayaklarını öpmeye başlamış padişahın: -Hâk-i pâyiniz bendeniz kulunuz, patlıcanın dalkavuğu değilim ki, demiş; sadece sultanımın dalkavuğuyum. Çevir kazı yanmasın... Kim ne kadar çevirirse çevirsin, yine de bazen yanıyor galiba; çünkü burunlara sık sık yanık kokuları da geliyor. (*)"İnsanların mutluluğu nesnel koşullardan ziyade beklentilerine bağlı. Beklentilerse koşullara göre şekillenme eğiliminde; buna başka insanların koşulları da dahil. İşler düzelince beklentiler de kabarıyor ve koşullar ciddi ölçüde düzelse bile memnuniyetsizliğimiz aynı şekilde devam edebiliyor." (**)yalana dair:dair bir hikaye  .Birlikte okuyalınm:    “Birinin yalan söylediğini hissetmek kadar hiç bir şey tiksindirmedi beni bu hayatta.” Çok eskiden Ateş, Su, Gerçek ve Yalan büyük bir evde beraber yaşarlarmış. Her ne kadar birbirlerine nazik davransalar da aralarına mümkün olduğu kadar çok mesafe koymaya çalışırlarmış. Gerçek odanın bir yanında oturursa, Yalan diğer yanında otururmuş. Su, Ateş’in ayaklarının altında dolaşmamaya sürekli özen gösterirmiş. Bir gün birlikte ava gitmişler. Büyük bir sığır sürüsüyle karşılaşmışlar ve elbirliğiyle hayvanları çevirip köylerine sürmeye başlamışlar. Otlaklarda ilerlerken, Gerçek, “Hayvanları eşit paylaşalım. En hakça olanı bu” demiş. Yalan dışında herkes Gerçek’e katılmış. O, payının diğerlerinden fazla olmasını istiyormuş ama şimdilik ağzını açmamaya karar vermiş. Köye doğru yollarına devam ederken Yalan gizlice Su’ya yaklaşmış ve fısıldamış. “Sen ateşten güçlüsün. Onu ortadan kaldır, geriye kalanların payına daha çok sığır düşsün.” Su köpürerek, fokurdayarak ateşin üzerinden akmış ve onu söndürünceye kadar durmamış. Payına daha çok sığır düşeceğini düşünerek keyifle kıvrılıp dolanarak akmasına devam etmiş. Bu arada Yalan Gerçek’e şu şekilde fısıldıyormuş. “Bak! Gördün mü?! Su Ateş’i öldürdü! Sıcak yürekli arkadaşımızı gaddarca söndüren Su’yu arkada bırakalım. Sığırları dağın zirvesinde otlatmaya çıkaralım.” Gerçek ve Yalan dağa tırmanmaya başlamışlar. Su onlara yetişmeye çalışmış. Ama dağ çok dikmiş ve Su yukarı doğru akamıyormuş. Sıçraya kıvrıla, kendi kendinin üzerinden geçerek aşağıya doğru akmaya başlamış. Bakın! Görüyor musunuz?! Su hâlâ bugün bile kıvrılarak dağdan aşağı akmakta. Gerçek ve Yalan dağın zirvesine varmışlar. Yalan, Gerçek’e dönerek, yüksek sesle, “Ben senden güçlüyüm! Sen benim hizmetkârım olacaksın! Ben de senin efendin! Sığırların hepsi benim!” demiş. Kavgaya tutuşmuşlar Gerçek ayağa kalkmış ve sesini yükseltmiş. “Senin hizmetkârın olmayacağım!” Kavgaya tutuşmuşlar. Savaşmışlar savaşmışlar, savaşmışlar. Sonunda Rüzgâr’ı çağırmışlar. “Hangimiz efendi, sen karar ver” demişler. Rüzgâr karar verememiş. Esip gürleyerek bütün dünyayı dolaşmış ve insanlara “Yalan mı güçlü, Gerçek mi?” diye sormuş. Kimisi “Yalan bir kelimeyle Gerçek’i yok eder,” demiş. Kimisi “Gerçek, karanlıkta yanan küçük bir mum gibi, her durumu değiştirir” demiş. Sonunda Rüzgâr dağın zirvesine dönmüş. “Yalanın çok güçlü olduğunu gördüm. Ama hükmü sadece Gerçek’in duyulmaya çalışmaktan vazgeçtiği yerlerde geçer” demiş. Ve o gün bu gündür bu hep böyledir. Bu bir Afrika masalı. Türkçeye çevirdim. Türkiye masalı oldu. Artık yalanın hükmünün geçmemesi için ne yapılması gerektiğini bilmiyorum diyemezsiniz. Sağlıcakla kalın!