Tüm Bilgi Paylaşımlarım

Holistik Sosyal Bilimlerin Gücü...

Massachusetts  Institute Technology  (MIT)'de Beşeri Bilimlerin, Sanatın ve Sosyal Bilimlerin Gücü (https://goo.gl/Xb6MKz)                   "SHASS'deki misyonumuz öğrencilerimize güç sağlamaktır.                    Analitik düşünmek için gereken perspektifler ve becerilerle                     ve alanlarında gerçek liderlik sağlamaktır. HASTS mezunlarımızın kalitesi                     Bu hedefe ne kadar iyi ulaşıldığının bir göstergesi. "    Deborah K. Fitzgerald  ( https://goo.gl/34BzVr )   , Edebiyat, Sanat ve Sosyal Bilimler MİT Okulu (MIT SHASS) Dekanı, özetle; beşeri bilimler, sanat ve sosyal bilimler derslerinin MIT eğitiminde çok önemli bir rol oynadığını,çağımız  dünyasının en büyük sorunların odağında İnsan faktörünün olduğunu vurgulamakta …Sorunların palyatif değil kalıcı çözümlerinin de analitik, ve İnovatif düşünce sistemi ile olacağını belirtmekte ..MIT ‘de toplam ders saatinin %25 ini oluşturan toplam sekiz dersin sosyal Bilimlerden oluştuğu vurgulanmakta..Öğrenciler için genel kültürün özellikle de felsefe ve mantığın ihtisas alanından önce geldiği belirtilmekte… STEM + SHASS'in MİT'teki Gücü      MIT'de Beşeri Bilimler, Sanatlar ve Sosyal Bilimleri önemli görüyoruz - hem büyük mühendisleri, bilim adamlarını, akademisyenleri ve vatandaşları eğitmek hem de dünyanın büyük zorluklarını aşmak için.      STEM disiplinlerinin (bilim, teknoloji, mühendislik ve matematik) beşeri bilimler alanlarını ilgisizlik ve kariyer umutları açısından gölgelediğine dair endişeler arasında beşeri bilimlerin rolü çok yeni tartışmalara konu olmuştur.     Bu nedenle burada MIT'de - STEM eğitiminin bir kalesi - burada hem büyük mühendisleri, bilim adamlarını, akademisyenleri hem de vatandaşları eğitmek ve Enstitü'nün kapasitesini sürdürmek için beşeri bilimler, sanat ve sosyal bilimleri gerekli gördüğümüzü öğrenmek rahatlatıcı olabilir yenilik için.    Neden mi? Çünkü Enstitünün görevi, enerji, sağlık, ulaşım ve diğer düzinelerce alanda dünyanın en zorlayıcı sorunlarını çözmeye hazır olan öğrencileri bilgilendirmek ve eğitmektir. Bunu yapmak için, mezunlarımız doğal fizik evren hakkında bilim ve mühendislik alanlarında analitik düşünceye sahip  özgün düşünceyi içeren ileri teknik bilgi ve becerilere gereksinim duyar -    Ancak dünyanın sorunları asla düzenli olarak laboratuar, tezgah veya elektronik tablo ile sınırlı değildir. İklim değişikliğinden yoksulluğa, hastalığa kadar,  çağımızın büyük sorunları değişmez bir şekilde özü ve ölçeği bakımından insanla ilgilidir. Mühendislik ve bilim konuları, kültürel geleneklerden bina kodlarına, siyasi gerginliklere kadar her zaman daha geniş insani gerçeklerle iç içedir. Bu nedenle öğrencilerimiz insanlığın karmaşıklığına, yani varlığımızı şekillendiren siyasi, kültürel ve ekonomik gerçeklere, ayrıca beşeri bilimler, sanatlar ve sosyal bilimler tarafından geliştirilmiş güçlü düşünce ve yaratıcılık biçimlerinin akıcılığı konusunda derinlemesine bir bilgiye gereksinim duyarlar.    MIT'in müfredatı, son 50 yıl boyunca tüm lisans öğrencilerinin edebiyat, dil, ekonomi, müzik, felsefe ve tarih gibi konularda büyük zaman geçirmesini sağlamak için önemli derecede gelişmiştir. Aslında  her bir MIT öğrencisi toplam aldığı ders saatinin neredeyse %25’ine denk gelen, bu türden en az sekiz ders almaktadır.    Bu sınıflarda, öğrencilerimiz bireylerin, kuruluşların ve ulusların istek ve endişeleri üzerinde nasıl davrandıklarını öğrenirler. Dünyadaki insanlarla  işbirliğine girmelerine yardımcı olan tarihi perspektifler, eleştirel düşünce yetenekleri, kültürel kavrayışlar edinmelerinin yanında, öğrenciler dinlemeye, açıklamaya ve ilham vermeye olanak  tanıyan iletişim yetenekleri de kazanırlar. Öğrenciler pek çok insani durumun tek bir doğru yanıt olmadığını ve hayatın kendisinin nadiren –tabi eğer hiç olursa- bir matematik sorusu kadar kesin ya da bir denklem kadar titiz olduğunu öğrenirler.    "İklim değişikliğinden yoksulluğa, hastalığa kadar çağımızın zorlukları doğası ve ölçeği bakımından insanlık dışıdır; mühendislik ve bilim konuları derinden hissedilen kültürel geleneklerden bina kodlarına politik türe kadar her zaman daha geniş insanlık gerçekleri ile iç içedir.     Bu tür bir eğitimin değeri ile ilgili en iyi bir kaç yorum, bizim bilim ve mühendislik mezunlarımızdan gelmektedir. Tıp fakültesini bitirmiş olan son mezunlarımızdan biri, bir doktor olarak sadece tıbbi bilgiye değil ama aynı zaman da hastalarının durumlarını ve hikayelerini de yorumlama yeteneğine gereksinim duyduğunu bize yazmış – ki mezunumuz bu yeteneğini edebiyat, çeşitli formlardaki hikayeler ve insanların hayati derecede önemli bilgileri paylaştığı yollar üzerine çalışarak edinmiştir. Mezunumuz şöyle demektedir: “Biyoloji dersi beni tıbba hazırladı, edebiyat ise doktor olmaya”Ayrıca girişimciler de çeşitlilik arz eden yetenekler grubuna değer verirler. Seçkin bir MIT mezunu ve girişimci şöyle demektedir: “Felsefeye girişin ve fikirler tarihinin, MIT’deki eğitimimin en kalıcı değerleri ve en çok faydalandığım dersler olduğunu şimdi anlıyorum”. Elektronik alanını dönüştüren bir diğer mühendislik mezunu da şöyle demektedir: “Genç bir insan için genel kültür eğitimi bir ihtisas alanından daha önemlidir. Disiplinlerarası eğitim aldığınızda bu alanları anlamaya başlayabilirsiniz. Benim için iktisat ve tarih dersleri özellikle yararlıydı”.     MIT’de aldığı edebiyat ve sanat tarihi derslerini kendi dünya görüşünün gelişmesinde kilit role sahip olduğunu belirten seçkin bir MIT malzeme bilimi mezunu, ki kendisi şimdi Mühendislik Fakültesi Dekanı’dır. Bugünün piyasasında bir mühendisin ne başarısını sürdürülebilirliği bu perspektifde yatmaktadır. Ona göre, “İşverenler, öğrencilerin önderlik edebilmelerini, takım olarak çalışabilmelerini ve özellikle iletişim kurabilmelerini istemektedirler. Bu yeteneklerin çoğu da edebiyat, sanat ve sosyal bilimler sayesinde kazanılmaktadır. Dünyanın, insani bakış açısını dikkate alan yaratıcı sorun-çözücülere gereksinimi vardır.”    Eğitimciler olarak öğrencilerimizin gelecekte aşmaları gerekecek engellerin ne tür şekillerde ortaya çıkacaklarını her zaman tahmin edemeyiz ama sürekli devam eden araştırma ve keşif sürecinde kendilerine rehberlik edecek olan bazı temelleri sağlayabiliriz. Öğrencilerimizin dirençlerini artırabilir ve onları hem rutin /günlük hem de girift  sorunların analizini yapmaya ve sorun çözmeye hazırlayabiliriz. Hem STEM’e hem de beşeri bilimlere –karşılıklı olarak enforme edici bilgi biçimlerine- başvurarak, bizler öğrencilere kariyerleri ve yaşamları boyunca onları destekleyecek gerekli bilgi ve deneyim  kazandırmayı amaçlamaktayız.    Bilim adamı, mühendis, şair, kamu görevlisi ya da ebeveyn, mesleğimiz her ne olursa olsun hepimiz kompleks ve sürekli olarak değişen bir dünyanın içinde yaşıyoruz ve hepimiz yaşam alanımızı en iyi bir biçimde bu bilgi ve deneyim örgüsünü kullanmayı hak ediyoruz: Eleştirel düşünme yetenekleri; geçmişin ve diğer kültürlerin bilgisi; sayılarla ve istatistikle çalışabilme ve bunları yorumlayabilme yeteneği; büyük yazarların ve sanatçıların sezgilerini kavrama; deney yapmaya ve değişime açık olmaya isteklilik; belirsizlikleri yönetebilme yeteneği.    Eğer bilgi birikiminin bütününün dünyanın karşılaştığı sorunlarla mücadele etmek –ve kazanılan zaferleri takdir etmek- için gerekli olduğu konusunda hemfikirsek, Amerikan hayatında başarılı olabilmek için beşeri bilimlerin daha az önemli hale geldiği algısına nasıl bir yanıt verebiliriz?    Eğer bilgi birikiminin bütününün dünyanın karşılaştığı sorunlarla mücadele etmek –ve kazanılan zaferleri takdir etmek- için gerekli olduğu konusunda hemfikirsek, Amerikan hayatında başarılı olabilmek için beşeri bilimlerin daha az önemli hale geldiği algısına nasıl bir yanıt verebiliriz?    Başlangıç olarak iş hayatından aykırı hikayelere daha fazla dikkat sarf edebiliriz. Örneğin unutulmaz konuşmasında Google’ın başkan yardımcısı Marissa Mayer şöyle demekteydi: “İnanılmaz bir büyüme döneminin içindeyiz ve bu yıl 6000 kişiyi işe alacağız. Bunlar arasından 4000 – 5000 kişi beşeri bilimlerden gelecektir.” Mayer’in açıklamalarına göre kullanıcı arayüzü geliştirmek için insanları gözlemlemek ve onları anlamak, salt teknolojik yetenekler kadar önemlidir.     Dersliklerde de bazı farklı yaklaşımları kesinlikle deneyebiliriz. Küçük bir seminer sınıfında Fransız Devrimi, müzikoloji ya da Zora Neale Hurston’un romanları konusunda tutkulu katılımcılarla birlikte olmaktan daha fazla ayrıcalıklı bir durum az olmakla birlikte, seminer formatı beşeri bilimleri öğretmenin yalnızca bir yoludur. Alternatif yaklaşımların, çok daha fazla öğrenciye ulaşma ve onlarla kaynaşma potansiyeli vardır.    Şu an gördüğümüz, beşeri bilimler eğitiminde yeni bir dönem midir? Fakülteleri ve üniversiteleri profesörlerin bilginin hizmetçileri olduğu müzeler olmaktan biraz olsun kurtararak, deney yapılan laboratuvarlara dönüştürmeyi kavramsallaştırmakla işe başlanabilir. Bu tür bir iklimde, daha fazla pratiğe dayalı olan beşeri bilimler öğrenme tecrübesi, proje temelli kurslar ve takım halinde çalışmaktan kaynaklanan keşif yapmak için daha fazla fırsat geliştirmemiz mümkün olabilir.     Dünyaya olumlu bir etki yapacak projelere öğrencileri çekebilmek için ABD’de ve yurtdışında daha fazla beşeri bilimler stajyerlikleri oluşturabiliriz. Fakültelerin ders müfredatlarını karşılıklı olarak kullanarak ve yerel topluluklarla ortaklıklar kurarak daha fazla işbirliği yapabiliriz. Yerel kütüphanelerle bağlantı kurarak akademisyenlerle topluluk üyelerinin, Türlerin Kökeni ya da Milletlerin Zenginliği gibi dönüştürücü ama göz korkutucu kitapları anlamak için bir araya geldikleri şehir okuma grupları kurabiliriz. Ayrıca tabi ki, beşeri bilimlerde araştırma ve eğitimi güçlendirebilmek için online öğrenme platformlarını ve dijital teknolojileri kullanabiliriz. Bugünlerde hem bireyler hem toplum hem de gezegenin kendisi için tehlikede olan çok şey var. Bu zamanları ıskalamamk için çok çabuk hareket etmek  ve analitik düşünce sistemi ile insanlık tarihini ve dünya edebiyatını, dünya k gelişimleri yakından takip etmek ve özümsemek gerekiyor. Sosyal Bilimleri de içeren bu geniş perspektifde ki eğitimi, bizim STEM meslektaşlarımızla müşterek olarak ne kadar fazla desteklersek o kadar faydası yüksek olacaktır. Eğitimciler olarak bizler, iyi ve pratik nedenlerden dolayı bilgi spektrumunu farklı kategorilere bölmüş olsak da, zihnin kendisi orijinal bilgedir. Analitik düşünce sistemi ile çalışmalara devam ettikçe farklı ve genellikle şaşırtıcı kaynaklar yaratmaya devam edeceğimiz aşikardır.  https://goo.gl/Xb6MKz   ---------------------------------- Üniversitelerin Ölümü Akademi, statükonun hizmetkârı hâline geldi. İçindeki çürüme, harç sorunundan çok daha derin köklere sahip. Üniversitelerden beşerî bilimler silinip gidecek mi? Bu soru, bir bardan alkolün ya da Hollywood’dan egoizmin silinip silinmeyeceğini sormak kadar saçma. Nasıl ki bar, alkolsüz düşünülemezse beşerî bilimler olmadan da bir üniversite düşünülemez. Tarih, felsefe ve benzeri alanlar giderse elbette geriye bir şeyin kalacağı kesin: Bir teknik kurs merkezi ya da bir şirket laboratuvarı. Fakat ona ‘üniversite’ demek kendimizi kandırmaktan başka bir şey olmaz. Bununla birlikte beşerî bilimlerin diğer disiplinlerden kopuk bir şekilde var olması senaryosunda da tam anlamıyla bir üniversiteden söz edilemez. Söz konusu alanları değersizleştirmenin – tamamen ortadan kaldırmak dışında – en pratik yolu, onları çerez niyetine birer ek unsur olarak sunmaktır: Gerçek erkekler hukuk ya da mühendislik okur; fikirler ve değerler ise ‘hanım evlatlarına’ göredir gibi… Halbuki beşerî bilimler, adı üniversite olan her kurumun merkezinde yer almalıdır. Tarih ve felsefe çalışmaları, bir parça sanat ve edebiyat bilgisiyle desteklenerek yalnızca sanat fakültelerinde değil, hukukçular ve mühendisler için de bir gereklilik olmalıdır. Beşerî bilimlerin Amerika Birleşik Devletleri’nde bu denli büyük bir tehdit altında olmamasının sebeplerinden biri, yükseköğretimin ayrılmaz bir unsuru olarak görülmeleridir. 18. yüzyılın başlarında bugünkü yapılarıyla ortaya çıktıklarında sözde beşerî disiplinlerin önemli bir toplumsal rolü vardı. Görevleri, kültür yoksunu bir toplumsal düzenin pek de ehemmiyet vermediği türden değerleri geliştirmek ve korumaktı. Modern beşerî bilimler ve sanayi kapitalizmi neredeyse aynı anda doğmuştu. Kuşatma altındaki bir değerler ve fikirler bütününü korumak için diğer şeylerin yanı sıra gündelik toplumsal hayatın biraz dışında konumlanan üniversite adında kurumlara da ihtiyaç vardı. Bu mesafe, beşerî çalışmaların çoğu zaman üzücü bir şekilde etkisiz kalmasına yol açtı, fakat aynı zamanda yerleşik fikirleri eleştirme imkânı da verdi. Zaman zaman 1960’ların sonlarında olduğu ve son birkaç haftadır Britanya’da görüldüğü gibi bu eleştiri sokağa iner ve nasıl yaşadığımızı, nasıl yaşayabileceğimizle yüzleştirir. Günümüzde tanık olduğumuz şey, aslında üniversitelerin birer eleştiri merkezi olarak ölümüdür. Margaret Thatcher’dan bu yana akademinin görevi, adalet, gelenek, hayal gücü, insan refahı, zihnin sınır tanımayan dolaşımı veyahut geleceğin alternatif tasavvurları adına statükoyu sarsmak değil, ona boyun eğmek olmuştur. Bu durumu, beşerî bilimlere verilen devlet fonlarını artırarak ya da sıfırlamaktan vazgeçerek düzeltemeyiz. Değişim, insani değerler ve ilkeler üzerine eleştirel düşüncenin üniversitelerin her köşesinde, her alanında merkezî bir yer edinmesini zorunlu kılmakla mümkündür. Ki bu, yalnızca Rembrandt’ın tabloları ya da Rimbaud’nun dizeleri üzerine birkaç rafine sohbetle geçiştirilecek bir mesele değildir. Son tahlilde, beşerî bilimler ancak ne kadar vazgeçilmez olduklarını vurgulayarak savunulabilir; bu da onların akademik öğrenmenin tam kalbinde yer aldığını ısrarla belirtmekten geçer, ‘hor görülen akraba’ misali barınmalarının pek masraflı olmadığını söylemekten değil. Peki bu pratikte nasıl mümkün olur? Açıkçası mali açıdan bakarsak pek mümkün olmaz. Zira hükümetlerin derdi beşerî bilimleri genişletmek değil, budamaktır. Shelley öğretimine fazla yatırım yapmak ekonomik açıdan rakiplerimizin gerisine düşmemize mi yol açar sorusu akıllara gelir. Fakat unutmamak gerekir ki beşerî bilimlere dayalı bir sorgulama olmadan üniversite diye bir şeyden söz edilemez. Bu da gösteriyor ki üniversitelerle gelişmiş kapitalizm aslında birbirine taban tabana zıttır. Ve bu gerçeğin politik sonuçları, öğrenci harçları tartışmalarından çok daha derinlere iner.  YAZININ ORJİNALİ Eagleton, Terry. “The Death of Universities”. The Guardian, 17 Aralık 2010, Opinion. https://www.theguardian.com/commentisfree/2010/dec/17/death-universities-malaise-tuition-fees.    

Berat Kandili‘nin Türk Dünyasına ve Tüm İnsanlığa Hayırlara Vesile Olması Dileği ile ...

Berat Kandili‘nin Türk Dünyasına ve Tüm İnsanlığa Hayırlara Vesile Olması Dileği ile ...   İlksöz:"Vahiy" sözcüğünün İngilizcesi "revelation", malum.. Bu sözcük Latinceden geldiğini yazıyor kitaplar ve kökünde "velum" var: Örtü, peçe, duvak, perde demek. Dolayısıyla "revelation" aslında "örtüyü, perdeyi kaldırma","Gerçeği görme" anlamında.  Kimileri gelecekten bahsediyor ama kastettikleri geçmiş aslında. Ebedi rücu... “Allah affedicidir, affetmeyi sever”.  Peki ya biz! Sakın Allah (cc)’ın affediciliğine güvenip günah işlemeyin. İblis sizi Allah’la aldatmasın. Tevbe etmeden, üzerinizdeki haram para, mal, mülk, makam; o her ne ise onlardan kurtulmadan, arınmadan olmaz. O günahın kirlerinden arınmadan olmaz. Kul hakkı ödenmeden olmaz. Sadece pişman oldum demekle olmaz. Tıpkı, “iman ettik” demekle yakanızın bırakılıvermeyeceği gibi! Evet, “Ramazan’ın yaklaştığını haber veren” Berat Kandili, bir bakıma Ramazan vesilesi ile bağışlanmak için bir uyarı.Bir ikaz.... Arapça brA kökünden gelen barˀat برءة  "i Berâet Kandili), (Arapça: ليلة منتصف شعبان, Şaban'ın yarısı) "Berat, beraet" kelimesi "el-berâe" kelimesinin Türkçe'deki kullanılışı.  Beri olmak, aklanmak, temiz ve suçsuz çıkmak anlamında. . Beraat Kandili gelenekte varolan hasenattandır. ii. İslam inancında Kuran'ın dünyaya indirildiği gece" sözcüğünden alıntı.  "sözleşme, ahit, özellikle de Yüce Yaradanın  ve onların peygamberlerine verdiği ahit" sözcüğünden alıntı....  Berat kelimesi; kurtulmak, beri olmak, suçlu olmamak demek. Berat ve beraet, beri olmak, aklanmak, temiz ve suçsuz çıkmak demek... Mü'minlerin bu gece günah yüklerinden kurtulup, ilâhî bağışa ermeleri umulduğu için, sözlük manasına uygun olarak "Berat Gecesi" denilmiş... Bu geceyi ibadet ve taatle geçirmenin çok sevabi ve feyzi olduğunu yazar kitaplar.. :"Şaban ayının on beşinci gecesi olduğu zaman, gecesinde ibadete kalkın. Ve o gecenin gündüzünde (şaban ayının on dördüncü günü) oruç tutunuz. Çünkü o gece güneş batınca Allah Teâlâ o andan fecir oluncaya kadar: ' Benden mağfiret dileyen yok mu, onu mağfiret edeyim. Benden rızık isteyen yok mu, onu rızıklandırayım. (Bir belâ ile) müptelâ olan yok mu, ona kurtuluş vereyim' buyurur." (Ibn Mâce)Ayrıca, Berat gecesi, Kuran-ı Kerimin Levh-i Mahfuzdan dünya semasına toptan indirildigi gece. Buna inzal da dendiğini yazıyor  Kitaplar.. O geceyi bu gün idrak edeceğiz.  “Beraet”, halk arasında kullanılan şekli ile “berat”,  İslam inancına göre “günahlardan arınma, temize çıkma, ilahi af ve rahmete nail olma” anlamına geldiğini yazıyor kitaplar..  Günümüzde yargılandığınız bir davada suçlandığınız bir konuda suçsuzluğunuzun kanıtlanması şeklinde de anlaşılıyor.  Hukukta “Beraet-i zimme”, bir kişinin suçu isbatlanana kadar suçsuz kabul edilmesi anlamına geliyor. Affedenler affedilecektirler. Tabii burada affedilecek olanlar affedilmeyi hakedenler. Yanlışından dönenler, tevbe edenler, özür dileyenlerdir.  Bakın, biz alemlere rahmet olarak gönderilen bir Peygamberin ümmetiyiz. O, ahir zaman Peygamberidir. Biz yaşadığımız zamanın ve dünyanın bize yüklediği sorumlulukların ne kadar idrakindeyiz. Hiçbir Müslüman, dünyada olup biten şeyleri görmezden, duymazdan, bilmezden gelme hakkına sahip değildir. Biz Hakk’ın ve halkın gören gözü, işiten kulağı, tutan eli, haykıran sesi olacağız. Peki biz bu görevi hakkı ile yerine getiriyor muyuz! Bu gecelerde bunun muhasebesini yapmak gerek. Onun için sessizliğe ve kendi içimize dönüp, nefsimizi sorgulamamız gerek.Kandil böyle kutlanır, sadece daha çok namaz, daha çok kıraat ve zikir, dua değil. Zaten bunların hepsi bizi bu sorumluluğa yönlendirmiyorsa orada bir sorun var demektir. Gerçekten haksızlık kimden gelirse gelsin kime yönelik olursa olsun, mazlumdan yana, zalime karşı mıyız? Hele de zalim babanızsa ve mazlum düşmanınızsa, kimden yanasınız! Haksızlıklar karşısında susuyor muyuz? Adaletsizlikten yana bir şikayetimiz var mı yok mu? Dulları, yetimleri, yoksulları, yurtlarından çıkarılanları görüp gözetiyor muyuz? Müslümanlığımızın seviyesi bu soruların cevabında gizli. Ve tabii önce “Amentü”! Allah’a ve ahiret gününe, Kadere, rızga ve ecele imanımız ne durumda? Sadece mevlid dinleyerek, hafızların okudukları ayetlere “amin” deyip, sonra da hayatlarına, eski yanlışları ile kaldıkları yerden devam edenlere kötü bir haberim var! Ve zaten bu haberi biliyorsunuz. Başkaları bizi “El emin” olarak görüyor mu? Kur’an ahlakı ile ahlaklandık mı? “Veresetül enbiya” olmaya aday mıyız. Teşrik-i mesaimizde Hılful fudul anlayışı ile Allah’a Resulüne, kitaba has kılalım. Ona ekleme ve çıkarma yapmayalım. Biz “Müslümancı” ya da “İnsancı” değiliz. Biz Hakk’a taparız. Din ve devlet büyüklerini, kanaat önderlerini İlah ve Rab edinmeyiz. İnsanları kendi lider, örgüt, şeyhimize değil, Allah’a, Resulüne, kitaba çağırırız. Zaten onlar da istişare ve şûra ile İttihad, İttifak ve İtilaf üzerinden meşru hedefe ulaşırlar ve Allah da onların kalbini telif eder. Kandilimiz, uyanışımıza vesile olsun inşallah.   Bu bağlamda:;: Hz Muhammed, “La ilahe illallah”,  “Allah’tan başka ilah yoktur” dedi. Devesinden indi, asasını havaya kaldırdı. Önündeki ilk puta darbe indirdi. Kendilerinden marifet beklenen Hübel, Lat, Menat, Uzza... Yüzlerce put birer birer yıkıldı. Ancak “put yapma” da “put yıkma” da bitmedi. Put, aksi sanılsa da bir heykel değildi. Üzerine iktidar elbisesi giydirilmiş, büyüdükçe de insandan uzaklaşmış bir hikâyeydi. Kimi zaman taştan topraktan, kimi zaman etten kandan, kimi zaman paradan ya da güçten putlar yaratılmaya devam etti. Modern insanın da tanrıları var..  para,  lider, örgüt, şeyh, Koltuk , makam,   . İktidar ve güç ..... say sayabildiğin kadar.. İnsanlar kendi nefsini de “put” ediniyor bazan. “İman etmek” bir insanı “Mü’min” yapar. Kime iman etti iseniz onun “Mü’min”i olursunuz. Arzularınız onda tatmine erer.  Peki siz neyi arzuluyorsunuz? Kimin rızasıdır sizin arzunuz!  Din gününde “İlahınız ve Rabbiniz kim” sorusu olacak. Kur’an’da bu soru açık ve net ? “Din büyüklerinizi İlah ve Rab edinmeyin” diye. Din büyüklerinizi edinmeyin de devlet büyüklerinizi İlah ve Rab edinin de denmiyor.  Boşuna “İblis sizi Allah’la aldatmasın” denmiyor.. Hristiyanlar Peygamberlerini Rab edinerek sapıtmadılar mı? Peygamber bile put edinmediler mi? .Puta tapanlar aslında aynı zamanda kendileri, kendilerini putları ile özdeşleştirerek İlahlık ve Rablik taslarlar.. İblis onlara ilham eder. Onların da arzı ihlas ettikleri tek makam orasıdır. Farkından olmadan İbliisleşirler. İblis onların ağzından konuşmaya başlar. Onlara, “yeryüzünde bozgunculuk yapmayın” dediğinizde, “biz ancak ıslah edicileriz derler.” İyi bilin ki onlar bozguncuların ta kendileridir... Kendi kutsal olmadığı halde, kendine kutsiyet atfedilen, başka bir kutsala nisbet edilse de puttur.. O puta bağlanmaksa şirktir.. Eksik olmasınlar, her devrimci de eylemine “putları yıkıyoruz” diye başladı.  Hani birileri bir şey söylediğinde, o şey üzerinde düşünmeden ve birilerinin dediği şeyi onun dediği gibi yapıyorsanız, o şey sizin İlahınız ve Rabbiniz olur. Ve o “İlah”ı reddetmeden de iman etmiş olamazsınız.  “La İlahe” demeden Tevhide ulaşamazsınız ve sonra da “İllallah” diyeceksiniz. Evet Allah’tan başka İlah yoktur. Unutmayalım ki, “iman etmeden Yüce Yaradanın katına çıkmak mümkün değil ve birbirimizi sevmeden gerçekten iman etmiş sayılmayacağız! “Ehli sünnet vel cemaat” olmadan Müslüman mı olunur da, biz onu bir mezhep topluluğuna ad yaptık.  Ya da, Kur’an’ın bütününün uygulandığı, dört halife dönemine, Selefi dönem demiyor muyuz da Selefiliği ayrı bir mezhep gibi görüyoruz.  Ya da biz hepimiz Hz. Ali’den ve Ehlibeytten yana değil miyiz ki, birileri Şiicilik yapıyor. Selefi geleneği ya da Hz. Ali ve Ehlibeytten yana olmayı reddeden bir Müslüman olabilir mi? Peki bu  kendine Selefi diyen Vehhabiler, ya da Şiicilik yapan Safevi geleneğinin takipçileri.. İnandığımız gibi yaşamayınca yaşadığımız gibi inanmaya başladık .. “Pragmatizm derken “Kişisel çıkar ve fayda”yı esas alan bir bakış açısı söz konusu “Determine” sebeb-sonuca dayalı bir zorunluluk süreci, oysa esbabını da kendi halkeden bir Yüce Yaradan var.  Kainatın Yaratacısı,  Yerin ve Göğün Tek Sahibi Yüce Rabbim; Hiçbir zaman , hiçbir koşulda senden başka  hiç kimseye kulluk etmeyeceğime...  Rağbeti sadece sana olan kul olacağıma... Tüm insanlığı ve Türk Ulusunu her türlü  afetlerden koruman için!... Bizleri, gurur, kibir,  ihtirastan uzak tutman için,  kıskançlık marazına yakalanmışlar dan olmamak için!...  Gerçeği örten nankörlerden / inkârcılardan / riyakarlardan/  münafıklardan / haram ile helal farkı gözetmeyenlerden.... kul hakkı /yetim hakkı yiyenlerden olmamak için!... haksız yere hiç kimsenin ahını almamak için!.. haksızlık karşısında susanlardan olmamak için!..  emanetleri ehline vermiyenlerden sakınmak için!... adaletle hükmetmeyenlerin şerrinden korunmak için!... ahde vefa/ salih amele sahip olmayanlardan uzak durmak için…  adaletten dönüp heva (tutkuları)na uyananlardan olmamak için!... kapalı kapılar altında her türlü fitne ve fesatlık  yapanların şerrinden korunmak ve onlardan olmamak için!... iftira atanların şerrinden korunmak için!... emanet lafz-ı bî-medlûllardan uzak durmak için!..  Sevgiyi paylaşmak için!... dostluğu yaşatmak için!... Kandiller vardır kutlamak  ve af dilemek için!..  bu duygular içinde Yüce Yaradana el açacağım!.. Resulullah şöyle buyurdu: “Kabul olmayan duadan Allah’a sığınırım”. *Ya Rabbi, ikâbından affına sığınırım, gazabından rızana sığınırım, Senden Sana sığınırım.* Sen izzet ve celal sahibisin. Zatını sena ettiğin gibi Seni sena etmekten, ululuğuna yaraşır beyanlarla Sana kulluğumu sunmaktan ve Sana azametine yakışır sözlerle içimi dökmekten acizim. İlahî! Mükerrem Şaban ayının ortasında, *“her türlü hikmetli işin belirlenip yazıldığı ve onaylandığı”* şu Beraat gecesindeki büyük tecellin yüzüsuyu hürmetine, benim bildiğim veya bilmediğim bütün belâları üzerimden kaldır, def et! (Hata kabilinden olup) sadece Senin bildiğin şeyleri bana bağışla, beni affeyle. Zira yegane aziz ve yegane kerim Sensin!.. *Ey kullarının dualarına icabet eden Mucîb Allah’ım!* Bizleri, sevdiğin ve râzı olduğun işlere muttali kıl, onları bize sevdir, onları hayata taşımaya ve başkalarına duyurmaya bizleri muvaffak eyle! Niyazımızın sonunda, dualarımızın kabul edilmesine en büyük vesile olarak gördüğümüz *Efendiler Efendisi’ne, âl ve ashabına salat ü selam eylemeni* dergâh-ı uluhiyetinden diliyoruz ya Rab! “Allah’ım gönlümde olanı hakkımda hayırlı eyle, Hakkımda hayırlı olanları da gönlüme razı eyle.” Yaptığım dualarımı ve ibadetlerimi Kabul eyle!... Berat Kandili‘nin yüreği Berkehan ve Bilgehan Deniz kadar temiz tüm salih ameller taşıyanlara hayırlara vesile olması dileği ile...... Kandiliniz Kutlu Olsun.... Selâm ve dua ile.... Kadrajımdan : Eyüp Sultan Camii ----------------------------- Kutsal kitabımızda neler yok!...(*) 1 - Tüm Şefaat sadece Allah'a aittir. Şefaat ya Resullulah, ya Ali, ya Geylani, ya Gavs vs. yok.   2 - Mehdinin geleceği yok...   3 - Kabir hayatı, kabir azabı yok...   4 - Miraç yok.   5 - Kadercilik yok...   6 - Recm cezası yok.   7 - Hac ayları 4 aydır, dileyen 2 günde dileyen daha fazla günde işini bitirir ve döner.         10 günlük hac süresi yok.   8 - Hac’da şeytan taşlama, hacer-ül Esvet taşına el yüz sürme yok.   9 - Mezhepler yok. 10 - Altın/İpek erkeğe haramdır, yok. 11 - Bir şeyhe veya tarikata bağlanma yok. 12 - Kıyamet alametleri yok. 13 - Erkek/Kadın sünnet olmak yok. 14 - Hayızlı/lohusa kadınlara ibadet yasağı yok. 15 - Kuran’ı anlamadan sevap için okumak yok. 16 - Ölüye Kuran okumak, sevap transferi yapmak yok. 17 - Bir insandan Tövbe almak vermek, rabıta yapmak, dönmek, kafa sallamak yok. 18 - İnfakta/zekatta kırkta bir yok. Malın biriktikçe ihtiyacından         fazlasını imanın/samimiyetin/takvan oranında verirsin. 19 - Erkeğin kişisel üstünlüğü, kadının erkeğe itaati yok. Sorgusuz itaat Allah'adır. 20 - Evliya (Allah dostu), keramet sahibi yok. 21 - Mevlit yok. 22 - Salavat yok. 23 - Sünnet namaz zorunluluğu yok. 24 - Arapça dua etmek ve Arapça namaz kılma zorunluluğu yok. 25 - Muska/Büyü/Nazar yok. 26 - Cuma namazı sadece erkeklere farzdır diye birşey yok.         İman eden her erkek ve kadına farzdır. 27 - Kölelik/Cariyeliği teşvik yok. 28 - Kadının uğursuzluğu, cenazeden uzak tutulması, sadece erkeğin cenaze namazı          (duası) kılması yok. Cenaze namazı cenaze duasıdır. 29 - Kaza namazı yok. 30 - Haremlik/Selamlık şartı yok. 31 - Kadının sesi haramdır yok. 32 - Kutsal günler/Kandiller yok. Sadece Kadir gecesi özeldir. 33 - Bazı ayetleri veya duaları belli sayıda okuyup üflemek ve bundan Murad beklemek yok. 34 - Sırat Köprüsü yok. 35 - Kuranın saydığı haram yiyecekler. dışında kalan yiyecekler kültürel,         tercihler ve alışkanlıklar ile ilgili meselelerdir. Kafaya göre haram koymak yok. 36 - Erkeğin kadını dövme yetkisi yok. 37 - Dua ederken el açmak, âmin demek zorunluluğu yok. 38 - Teravih namazı yok 49 - Sağ el / Sağ ayak saçmalığı yok. 40 - Hem askerde veya savaşta ölenin şehit olması gibi bir şey yok. 41 - Boşanma yetkisinin yalnızca erkeğe ait olması yok. 42 - Ölüye telkin ve ıskat yok. 43 - Takva kıyafeti (sakal, cübbe, sarık vs.) yok. 44 - Sorgulamadan bir fikre, bir şahsa tabii olmak yok. 45 - Kuranın tüm emir ve yasakları farzdır. Sadece 32 veya 52 farz yok. 46 - Kuranda 6236 ayet var, 6666 ayet yok. 47 - Çocuk yaşta evlilik yok. 48 - Namus/zinada kadın erkek farkı yok. 49 - 61 gün oruç tutma cezası yok. 50 - Türbede dilek dilemek yok. 51 - Tasavvuf, gavs, kutup, şeyh, seyitlik İslam'da yeri yok. 52 - Kuran anlaşılması zor bir kitaptır, yok. 53 - Deve idrarı içen ve iç diyen bir resul yok. 54 - Resul ve Nebi var, Peygamber kelimesi ise kuranda yok. 55 - Kuran okumak için abdest şartı yok. 56 - Sakala jilet vurmak haramdır diye bir şey yok. 57 - Cehennemde yanıp çıkma yok. 58 - Din değiştirenin (Mürtedin), namaz kılmayanın, içki içenin,         zina yapanın öldürülmesi diye bir şey yok. 59 - Sakalı şerif, nalı şerif, hırkayı şerif, Kabak, hurma, zemzem,         tesbih, seccade vs. kutsaldır diye bir şey yok. 60 - Sevap kazanmak için kertenkele, kara köpek vs hayvanları öldürmek yok.         Uğursuz hayvan yok. 61 - İslami bir isim koymadan ve sünnet olmadan Müslüman olamazsın diye bir şey yok. 62 - Hadisler kesin peygamber sözüdür diye bir şey yok. 63 - Hadis, Fıkıh kitaplarında kuran dışında hükümler vardır diye bir şey yok... (*)  Prof. Dr. GÜNER AKÇA.

Yüksek Öğrenimde Sermaye: Eleştirel Ekonomi Politik Perspektiften Sektörel Analiz...

Krystian Szadkowski tarafından kaleme alınmış Capital in Higher Education: A Critique of the Political Economy of the Sector kitabı hala okumadıysanız çok şey kaybediyor olabilirsiniz :=)   ÖZ Szadkowski'nin "Yüksek Öğrenimde Sermaye: Sektörün Politik Ekonomisinin Eleştirisi" adlı kitabı, ekonomik güçler ile akademi arasındaki karmaşık ilişkiyi araştırıyor. Öğrenci borç yüklerinden küresel sıralamalarla yönlendirilen kurumsal prestij arayışına kadar sermayenin yüksek öğrenim üzerindeki etkisini inceliyor. Szadkowski, yüksek öğrenim içindeki kapitalist üretimi analiz etmek için Marksist teoriyi kullanıyor ve akademik emeğin özerkliğini, akademik iletişimin niceliğini ve akademik yayıncılık oligopolilerinin hakimiyetini analiz ediyor. Bu Marksist çerçeve, akademi içindeki karşıt ilişkileri aydınlatıyor ve karşılaştığı sistemik zorlukları anlamak için bir yol haritası oluşturuyor. Kitabın gücü, kapsamlı araştırmasında ve karmaşık ekonomik kavramları geniş bir kitleye erişilebilir kılan net sunumunda yatıyor. Szadkowski, çeşitli bakış açılarını sentezleyerek ve sağlam kanıtlar sunarak, geleneksel varsayımlara meydan okuyan ve daha derin bir anlayışı teşvik eden ilgi çekici bir anlatı oluşturuyor. Ancak, kitabın içeriğinde gezinmek, Marksist kavramlara ve terminolojiye aşina olmayan okuyucular için çok önemli bir zorluk. İçkin eleştiri ve artı değer gibi kavramlar dikkatli bir değerlendirme gerektirir ve bu da bazı okuyucuların Szadkowski'nin argümanlarının derinliğini tam olarak kavramasınnda en önemli handikap. Ancak Szadkowski'nin çalışması, yüksek öğrenimin politik ekonomisi üzerine olan söyleme önemli ölçüde katkıda bulunmakta. Akademideki kapitalizmin yaygın etkisine dair eleştirel düşünceyi teşvik etmekte ve okuyucuları sektörün geleceği için alternatif çerçeveler ve eleştirel düşünmeye sürüklemekte. Sonuç olarak, "Yüksek Öğrenimde Sermaye", yüksek öğrenimin manzarasını şekillendiren ekonomik güçlerin karmaşıklıklarına ışık tutan düşündürücü bir inceleme. Szadkowski'nin "Yüksek Öğrenimde Sermaye Bu çalışma, ekonomik güçler ve akademi arasındaki karmaşık ilişkiyi tüm çıplaklığı ile ortaya koyup gün yüzüne çıkaran bir kitap.. Öğrenci borç yüklerinden küresel sıralamalarla yönlendirilen kurumsal prestij arayışına kadar sermayenin yüksek öğrenim üzerindeki etkisi analitik olarak ortaya koymakta. Szadkowski, yüksek öğrenim içindeki kapitalist üretimi analiz etmek için Marksist teori perspektifinden akademik emeğin özerkliğini, akademik iletişimin niceliğini ve akademik yayıncılık oligopolilerinin hakimiyetini Prospektif bir yaklaşımla inceliyor. Bu Marksist çerçeve, akademi içindeki antagonistik ilişkileri aydınlatırken aynı zamanda karşı karşıya olduğu sistemik handikapları anlamak için bir yol haritası oluşturuyor. Kitabın gücü, kapsamlı araştırmasında , net sunumunda ve karmaşık ekonomik kavramları geniş bir kitleye erişilebilir kılmasında aramak gerekiyor. Yazarın bakış açısını destekleyen sağlam kanıtlarla geleneksel varsayımlara meydan okuyan ve daha derin bir anlayışı teşvik eden eleştirel düşünmeye yönelik stratejik bir anlatı.. . Ancak, kitabın içeriğini ve argümanlarının derinliğini tam olarak anlamak için, İçkin eleştiri ve artı değer gibi Marksist kavram ve terminolojiye aşina olmak gerekiyor. Çalışma her hâlükârda yüksek öğrenimin politik ekonomisi üzerine söyleme önemli ölçüde katkıda bulunmakta. Kapitalizmin akademide yaygın etkisi üzerine eleştirel düşünceyi teşvik etmekte ve okuyucuları sektörün geleceği için alternatif çerçeveleri düşünmeye davet eder. Sonuç olarak, "Yüksek Öğrenimde Sermaye", yüksek öğrenimin manzarasını şekillendiren ekonomik güçlerin karmaşıklıklarına ışık tutan düşündürücü bir araştırma. Bu kitap, ekonomik faktörler ile akademi arasındaki karmaşık ilişkileri gün yüzüne çıkarması açısından çok değerli bir yapıt. Ekonomik güçlerin yüksek öğrenim kurumlarındaki stratejik kararları veya politikaları etkilemedeki merkezi rolünü göstermesi açısından da çok ilginç bir eser. Yüksek öğrenimin mevcut durum tesbitini yaparken, öğrencilerin kitlesel borca ​​olan yoğun bağımlılığını, değişken bir ekonomik iklimde üniversite yönetiminin zorluklarını ve sıralama sisteminin yönlendirdiği paradoksal verimlilik vurgusunu açığa çıkarıyor. Anlatı, akademik yayıncılık oligopolü biçiminde ki finansal sermayenin akademisyenlerin günlük yaşamları üzerindeki etkisini ortaya koyması kitabın en ilgin ve bir o kadr da altı kalın çizgilerle çizilecek bir tesbit. Başka bir deyişle, yazar akademik emeğin sermayeyle küresel iç içe geçmesini vurgu yapması belki de kitabın en can en vurgulayıcı kısmı.Yazarın analizi üç derin varsayıma dayanmakta: i-akademik emeğin özerk doğası, ii-akademik iletişimin nicelleştirilmesi ve iii-büyük yayın şirketleri tarafından sermayenin akademik yapı zerinde ki  akademi üzerinde hegemonik yapısı. Bu teorik perspektifler, okuyucuların sermaye ve yüksek öğrenim arasındaki karmaşık etkileşimleri analizi için bir mercek oluşturması açısından çok kritik. Yazar, Marx'ın yükseköğretimdeki kapitalist üretimi anlamak için çerçevesinin önemini savunuyor ve sistemde var olan antagonistik ilişkileri çözmede Marksist metodolojisi ve retrospektifi ile her biri sermayenin akademik emeği yutması ana temasına katkıda bulunan tutarlı anlatı katmanları içersinde tutarlı bir hipotez sunuyor. Bu perspektifde Yükseköğretimin politik ekonomisine dair kapsamlı bir eleştiri sunan yazar, kişisel deneyimleri, teorik perspektifleri ve ampirik araştırmaları ustalıkla bir araya getirerek okuyucuya çağdaş üniversite ortamında akademik emek ile sermaye arasındaki yakın bağların derinlemesine bir incelemesini sunmakta. Kitap, yazarın argümanlarının sermayenin mevcut zorunluluklarının ötesine işaret eden teorik bir çerçeveye sentezlenmesiyle sona ermekte. Yükseköğretimin geleceği için paylaşılan alternatif bir vizyonu tanımlıyarak ve sektörü mevcut kapitalist sınırlarının ötesine dönüştürmek için düşündürücü bir öneri sunuyor. Yüksek Öğrenim Dinamiklerinin Etkileyici Hikayeleri Kitabın ilk sayfalarında yazar, hikayenin merkezindeki doktora öğrencisi olan ana karakter Mary'yi tanıtımıyla giriş yapar. Yazar, Mary'nin üniversite ortamındaki deneyiminin iniş çıkışlarını , üniversite hayatının karmaşıklığı arasında akademik yeterliliğini geliştirmek için bir öğrenci olarak verdiği çeşitli mücadeleleri ayrıntılı olarak anlatır. Kampüs politikalarındaki dinamik değişikliklerin hem Mary figürü üzerinden öğrencilerde ki olumsuz psikolojik değişikliklere hem de temizlik işçilerin haklı taleplerine uzanan tartışma üniversitenin prestijli küresel sıralamalara ulaşma hırsı ile içinden çıkılmaz hale gelişi akıcı bir uslupla okuyucuyla buluşur. Birçok kişi üniversite yönetimini, mevcut öğrenciler ve personel üzerindeki yıkıcı etkisini hesaba katmadan, üniversitenin prestijli hale gelmek için popüler potansiyel adayları çekme çabalarını temel neden olduğu ve bu nedenle üniversite yönetimini suçlar. Bu içinden çıkılmaz kısır döngü artık yüksek öğrenim yönetiminin bir paradoksudur. Bu bağlamda, akademik emek ile sermaye arasındaki yakın bağlantıyı görüyoruz. Üniversitelerdeki günlük koşullar, finansal zorluklar, sıralamaları koruma baskısı ve iç çatışmalar, sermayenin üniversite hayatına nasıl gözle görülür şekilde nüfuz ettiğine dair güçlü bir resim çiziyor. Öğretim görevlileri ile öğrenciler arasındaki günlük zorluklar ve anlaşmazlıklar, yüksek öğrenim sistemindeki akademik çalışanlar ile sermaye yapıları arasındaki ilişki hakkında temel soruları gündeme getiriyor. Yazar, Mary'nin günlük yaşam deneyimlerini kitap uzunluğundaki anlatı için bir çerçeve olarak kullanıyor. Günlük zorluklar, iç çatışmalar ve dış baskılar, kapitalizmin dinamikleriyle doymuş bir yüksek öğrenim manzarasını ayrıntılı olarak anlatıyor ve akademik emek ile sermaye arasındaki ilişkinin yalnızca soyut olmadığını, aynı zamanda pratikte üniversite ortamının günlük gerçekliğini nasıl şekillendirdiğini gösteriyor. İki önemli faktör, Çoğu öğrencinin çalışmalarını garanti altına almak için krediye ​​aşırı bağımlılığı ve küresel üniversite sıralamalarının önemli etkisi, yüksek öğrenimin manzarasını karakterize eder ve Mary'nin hayatıyla iç içe geçer. İlk faktör, özellikle İngiltere ve ABD'de olmak üzere Atlantik'in her iki yakasında ortaya çıkan öğrenci borç bağımlılığı fenomenini yansıtır. Bu manzara, hem lisans hem de lisansüstü öğrencilerin eğitimlerini finanse etmek için nasıl muazzam mali borç yükleri altına girdiklerini vurgular. Bilgiyi kalkınmanın itici gücü olarak teşvik etmek yerine, yüksek öğrenim koridorlarında yaşayanlar için önemli bir borç tetikleyicisi ve borç yükü haline gelmiştir. Öte yandan, anlatı, küresel üniversite sıralamalarının yüksek öğrenimin dinamiklerini ve yönelimini şekillendirmedeki güçlü etkisini anlamayı içerir. Her iki süper güçteki üniversiteler, potansiyel öğrencileri ve yatırımı çekmek için sıralamalarını iyileştirme çabalarına sıklıkla karışırlar. Paradoks, verimliliği artırma ve belirli kriterleri elde etme eğiliminin üniversite yönetiminin ana odağı olması durumunda ortaya çıkar, özellikle de küresel sıralamalarını korumak veya iyileştirmek için, bu sıralamaların önemi, yüksek öğrenimde genellikle mevcut öğrenci ve personelin değerleri veya gerçek ihtiyaçlarıyla çelişen politikaları ve uygulamaları benimseme hırsını besleyecektir. Bu çerçevede, üniversite yönetimi genellikle kurumsal prestij elde etmek adına öğrencilerin ve personelin günlük gereksinmelerini ihmal eder veya feda eder. Yazar bu iki yönü vurgulayarak, öğrenci borcunun ve küresel üniversite sıralamalarının son yüksek öğrenim dinamiklerini şekillendirmedeki kritik rolünü gözden geçiriyor. Her ikisi de kurumsal düzeyde politikayı ve uygulamayı etkiliyor ve rahatsız edici gerginlikler ve paradokslar yaratıyor,Çağdaş yükseköğretim sisteminin yönü ve değeri hakkında derin sorular ortaya atıyor. Yazarın Başlıca Argümanları Bu kitap, yükseköğretimde sermayeleştirme kavramını ve eğitim sektörünün politik ekonomisi üzerinde, kaynak tahsisi, akademik öncelikler ve eğitimin genel kalitesi gibi üniversite yönetim kararlarını şekillendirmede önemli bir rol oynadığına dair araştırma soruları ve hipotezlerin doğru biçimde kurgulanmış bir tez sunuyor. Bu benzersiz bakış açısı, sermaye ve akademi arasındaki karmaşık ilişkiyi ele alıyor ve bu alandaki gelişen tartışmalara Marksist ve Marksist temelli bir teorik çerçeve aracılığıyla yeni bakış açıları sağlıyor. Yazar, yüksek öğrenimdeki sermaye kavramını Marksist teorik bir çerçeveye bağlayarak bir yenilik sunmaya çalışıyor. Bu yaklaşımla yazar, özellikle faiz getiren krediler aracılığıyla finansal sermayenin akademik politika kararlarını ve yönlerini nasıl etkilediğini araştırıyor. Ayrıca kitap, zorlu bir Marksist bakış açısı sunarak yüksek öğrenim çalışmalarındaki ortak görüşlerin sınırlamalarını aşmaya çalışıyor. Yazar, Marksist kavramların akademide kapitalizmin nüfuzunu anlamaya nasıl yardımcı olabileceğini gösteriyor. Sadece liberal düşünceyi veya klasik Marksist görüşleri içermiyor; bunun yerine, mevcut çalışma yöntemlerinin sınırlarının ötesine geçen mantıksal bir analiz çerçevesi sağlamaya çalışıyor. Ayrıca kitap, akademik tartışmaların gelişimini ve akademik çalışmanın zaman içinde ölçülmesini sunarak önemli bir tarihsel bölüm sağlıyor. Tarihsel hikayeleri güncel koşullarla ilişkilendirerek, okuyucular bilgiye yaklaşımlardaki paradigma değişimini ve bunun yüksek öğrenimdeki kapitalizmin dinamiklerine yansımasını kavrayabilirler. Yazarın Marksist teorik yaklaşımı okuyucuları ayrıca kapitalizmin sermaye ile akademik emek arasındaki ilişkiyi nasıl değiştirdiğine dair eleştirel düşüşünceye yönlendiriyor. Özellikle neoliberalizm altında yükseköğretim sistemindeki küresel değişikliklerin akademik çalışanların refahını nasıl etkilediğini ve kapitalizmin hem özel hem de kamusal eğitim kurumlarının katma değerinden nasıl yararlandığını Marksist teorik bir temelde ayrıntılı olarak örneklerle ayrıntılı açıklıyarak benzersiz bir katkı sağlıyarak eğitim sektöründeki farklı politik-ekonomik ilişkileri değerlendirmeye itiyor. Kitabın Önemi Yazar, ekonomik faktörler ile akademi arasındaki karmaşık ilişkinin keşfi yoluyla, yüksek öğrenimin politik ekonomisine ilişkin güçlü kanıtlarla ve titiz bir argümantasyonla desteklenen derin bir o kadar da ikna edici referanslarla etkili bir analiz sunmakta. Argümanlarını güçlendirmek için yazarın her iddiayı sağlam temellerle destekleme konusundaki kararlılığını yansıtan bir dizi önemli kanıt bulunmakta. Kitapta derinlemesine vaka çalışmaları, ilgili istatistiksel veriler, araştırmalardan ve anlatılardan önemli alıntılar yer alımakta. Yazarın derinlemesine vaka çalışmaları, yüksek öğrenim bağlamında ekonomik teorilerin uygulanmasına dair keskin farkındalık sunuyor. Yüksek öğrenim harcamalarındaki eğilimleri veya akademik ve finansal gereksinmeler için ayrılan fonlar arasındaki karşılaştırmayı içerebilen ilgili istatistiksel veriler, öne sürülen hipotezler için ampirik bir temel de oluşturuyor. Bu yaklaşımla yazar, argümanlarını yalnızca teorik kavramlar üzerine inşa etmekle kalmıyor, aynı zamanda bunları somut gerçekler ve verilerle kanıtlıyor. Bu, yalnızca argümanlarının gücünü ve güvenilirliğini artırmakla kalmıyor, aynı zamanda kitabın yüksek öğrenim kurumlarının karşılaştığı pratik gerçeklerle olan ilişkisini de artırıyor. Bu yaklaşım, karmaşık ekonomik kavramları geniş bir okuyucu kitlesi için anlaşılır hale getirerek kitabın alakalılığını ve yararlılığını artırır. Bu önemli kanıtlar sunusu kitabın bir referans kaynağı olarak değerini kesinlikle zenginleştirmekte ve yüksek öğrenim sektöründeki politik ekonominin karmaşıklıklarını derinlemesine anlamakla ilgilenen okuyucular için anlamlı bir araç haline geldiğini belirtmek gerekiyor. Açık ve anlaşılır açıklamaları, farklı düşünce kalıplarına sahip kitleler için bile karmaşık ekonomik kavramlara erişim kapısını aralıyor. Konunun anlaşılır bir şekilde iletme becerisi, kitabı akademisyenlerden yüksek öğrenim konularıyla ilgilenen genel okuyuculara kadar çeşitli okuyucular için alakalı ve bir o kadar da özümsenebilir kılıyor. Ek olarak, kitap mevcut literatüre önemli bir katkıda bulunuyor. Yazar, yalnızca yüksek öğrenimin politik ekonomisinin incelenmesinde yeni açıları keşfetmekle kalmıyor, aynı zamanda çeşitli bilgi kaynaklarını sentezlemeyi de yapıyor. Çeşitli bakış açılarını birleştirerek, kitap daha derin tartışmalar ve bu karmaşık alan hakkında daha kapsamlı bir anlayış için bir alan açtığını yeni perspektifler ve alternatif yaklaşımlar getimesi, geleneksel düşünceye yenilikçi katkılarda bulunduğunu söylemek gerekiyor. Kitap, güncel teorileri ve araştırmaları eleştirel bir gözle detaylandırarak, kapitalizmin yüksek öğrenimi nasıl etkilediğine dair anlayışımıza değerli bir katkıda bulunmakta ve sektördeki farklı politik-ekonomik ilişkiler hakkında düşünmek için alan açmaktadır Sonuç olarak, bu kitap yalnızca ikna edici ve alakalı bir bilgi kaynağı değil, aynı zamanda yüksek öğrenimin politik ekonomisi alanında anlayışın gelişimini teşvik eden çok önemli çalışma.

Dünyayı Takip Etmek İçin Bir Kaç Kelime...

    KÜRESEL OYUN KURUCULAR VE ENERJİ    İlksöz:   Küresel güçler; sürdürülebilir refahları İçin, tarih boyunca her zaman kaba kuvvet yoluyla yerküreden daha büyük bir dilim kapma yoluna gitti. Doğu Akdeniz'de oynan kirli oyun göründüğünden daha karmaşık ve planlı...Çok tehlikeli bir oyun ..Sürdürülebilir Refahları İçin Enerji Savaşları / Ortadoğu "cambaza bak" ülkesi yapılırken "onlar aslında başka yerlerde ..:Güney Çin Denizi, "gelen" olmaktan çıkıp "olan" durumunda. Ortadoğu arkalara giderken bundan sonranın "geleni" Baltık ve Kuzey Kutup ...." Siyasi, sosyal, ekonomik açıdan benzer özellikler taşıyan, önemli bir olayla başlayıp yine önemli bir olayla biten zaman dilimlerine çağ denildiğini yazıyor tarih kitapları… Yazının bulunmasından önceki döneme Tarih Öncesi Çağlar, yazının icadından sonraki döneme Tarih Çağları denilmiş….  İnsanoğlunun yaşadığı en ilkel ve en uzun dönem olan bu çağların  geride kaldığını yazıyor kitaplar.. Peki , gerçekten geride mi kaldı ? Bu konuda emin miyiz ? 21.YY başında bu çağlar ile ne gibi bir ilişkimiz olabilir…. Yoksa dünya hala o zamanlarda ki mekanizmasından çok da farklı bir yapıda değil mi ?“ "Küresel Oyun kurucu" dün dünyadaki 4 ırktan biri olan Kızılderililerin hemen hemen tamamını katletti, kara derililerin neredeyse tamamını köleleştirdi, sarı ırkı sömürdüler. Bugün benzer bir tehditle karşı karşıya olmadığımızı kim söyleyebilir?. Peki nereden çıktı bu sorular.. ? İnsanlar tüm bu tarihsel süreç içersinde silah yapmayı ve silah yapmak için gereken maden (enerji) için savaşmayı öğrendi. "Enerji, her şey!... Sürdürülebilir refahın genetik kodu..  Enerji kaynaklarını, transfer olanaklarını elinde tutan  dünyayı elinde tutacağını yazıyor kitaplar... Bugün Orta Doğu’da yaşanmakta olan, milyonlarca insana ülkesini terk ettiren, yüz binlercesinin ölümüne neden olan, kimilerince 3. Dünya Savaşı olarak adlandırılan “savaş”, enerji kaynakları için yapılan savaş.... Dünyanın öküzün boynuzları üzerinde olduğu bir hurafedir ama dünyanın, bir kuyudan fışkıran petrolün üzerinde durduğunu söylemek yanlış olmaz. 21. yüzyılda enerjinin kanlı tarihi yazılmaya devam ediliyor. Enerji öylesine hayatımızın merkezindedir ki, enerji kaynaklarına erişebilmek, enerjiyi kesintisiz kullanabilmek, enerjide bağımlı olmamak gibi kavramlar, ülkelerin sadece enerji güvenliklerini değil, ona bağlı olarak ekonomik ve ulusal güvenliklerini, daha da önemlisi, ekosisteme verilen zararlar açısından da insanlığın ve dünyamızın geleceğini doğrudan ilgilendirmekte..".   I- Kaliningrad   Rusya, Kaliningrad'a nükleer füze yerleştirdi 8 Ekim 2016  füzelerinin 740 km menzili var.  Rusya'nın Polonya ve Litvanya arasında bulunan Kaliningrad'da nükleer başlık takılabilen İskender füzeleri konuşlandırdığı açıklandı. NATO üyesi Litvanya'nın Dışişleri Bakanı Linas Linkevicius, Moskova'nın amacının "Batı'dan ödün koparmak olduğunu" söyledi.İskender füzelerinin 740 km menzili var. Almanya'nın başkenti Berlin de füzelerin menzilinde.Polonya Savunma Bakanı Antoni Macierewicz Rusya'nın adımını "alarm verici" olarak niteledi. Doğu kanadını güçlendiren NATO, Polonya, Litvanya, Letonya ve Estonya'da gelecek yıl dört tabur konuşlandıracak.   II-Nansha-Spratly Adaları-Çin/ Güney Çin Denizi / Asya-Pasifik Güney Çin Denizi’ndeki hakimiyet tartışması yeni gelişmelerle birlikte doruk noktasına ulaştı. ABD casus uçaklarının bölgede uçuş gerçekleştirmesi Pekin’i kızdırırken, Amerikan ordusundan gelen suçlamalarla tartışma farklı bir boyuta taşındı. Kimileri bu yükselen tansiyonun savaşa kadar gidebileceği uyarısında bulunuyor. Güney Çin Denizi neden bu kadar önemli? Bu sorunun tek kelimelik yanıtı: Enerji (petrol ve gaz).  Güney Çin Denizi 5 Trilyon dolarlık ticaret yolunun tam ortasında yer alması ve ayrıca ABD Enerji Enformasyon İdaresi’nin (EIA) tahminlerine göre bölgede 11 milyar varil petrol rezervi ve 5,3 trilyon metreküp (190tcf) doğal gaz rezervinin bulunması .... Çin’in en büyük enerji şirketlerinden birisi olan CNOOC’nin 2012’de yaptığı açıklamaya göre ise bölgenin 125 milyar varil petrol ve 14,1 trilyon metreküp (500tcf) gaz rezervinin olduğunu tahmin ettiğini söylüyor...  Dünya Bankası ise, Güney Çin Denizi’nin yatağında yaklaşık yedi milyon varillik petrol ve 25 trilyon metreküp gaz rezervi olduğunu belirtiyor....   Tüm dünyadaki ticari yük gemilerinin neredeyse yarısı Avrupa ve Orta Doğu’dan Asya’nın doğusuna ulaşmak için bu denizden geçiyor. Reuters’a göre bu, her yıl 4.58 trilyon euroluk bir ticaret rotası demek.  Güney Çin Denizi’nde hangi ülke hangi alanda hak iddia ediyor..... 3.5 milyon kilometrekarelik bir alana yayılan denize birçok ülkenin sınırı olması, hak iddia edenlerin sayısı arttırıyor. Halihazırda Malezya, Brunei, Filipinler, Vietnam, Tayvan ve Çin bu ülkeler arasında.     Çin bu hakkını sağlamlaştırmak için Güney Çin Denizi’ndeki adalarının, kayalıkların ve mercan adalarının çevresini doldurarak suni kara parçaları oluşturmakta...suni adalara askeri uçak pistleri, limanlar, deniz fenerleri ve uçaksavar kulelerine benzeyen yapılar inşa ettmekte.Diğer ülkelerin de aynı yönteme başvurmasıyla, Güney Çin Denizi’nde adeta bir denizi doldurma savaşı başlamış durumda. .Asya Pasifik, enerji akışı açısından dünyanın en önemli merkezlerinden birisi. Güney Doğu Asya, Doğu Asya, Avusturalya ve Pasifik hem en büyük enerji tüketicilerine hem de en büyük enerji üreticilerine ev sahipliği yapıyor. Güney Doğu Asya, Doğu Asya, Avusturalya ve Pasifik hem en büyük enerji tüketicilerine hem de en büyük enerji üreticilerine ev sahipliği yapıyor. Bununla beraber bölgenin yapısı ve coğrafi özellikleri dikkate alındığında boru hatları açısından olanaklar kısıtlı. Kuzey Doğu Asya’ya birisi Kazakistan’dan bir diğeri Rusya’dan olmak üzere iki büyük hattın inşasıysa hâlâ planlama aşamasında. Petrol hatlarının sayısının artırılması, özellikle Çin, Japonya ve diğer Asya-Pasifik ülkelerinin enerji çeşitliliği için hayati değerde. Bölgeye yönelik ilgisini resmen ifade etmekten kaçınmayan ABD, özellikle kaya gazı ve petrolüyle on yıl önceki öngörüleri revize etmiş durumda. ABD Enerji Bilgi Dairesi verilerine göre, ABD’nin son beş yıllık petrol üretimi, günlük yaklaşık 2,5 milyon varille Kuveyt’in dünyaya sağladığı petrolün üzerine çıktı. Bu veriler uyarınca ABD’nin petrole olan dış bağımlılığının 2030’de sıfırlanması bekleniyor. Bu nedenle, Ortadoğulu ve diğer üreticiler için düşük seyirli fiyatların tescillenmesi anlamına geliyor. Doğal gazdaysa Japonya’nın yıllıkgereksinimi olan gazın 2,5 katı dolaylarında üretim ivmesi yakalandı. 2016’da ABD’den yaklaşık kırk tane LNG gemisi yola koyulmuş ve nitekim AB’nin beklentilerinin aksine rotalarını Asya-Pasifik’e çevirmişlerdi. Avrupa bu süreçte biri İspanya’ya diğeri Portekiz’e, biri de Türkiye’ye olmak üzere üç gemiyle yetinmek zorunda kaldı.. Asya Pasifik’teki enerji iklimi için dikkat çeken bir diğer unsur, Avrupa ve ABD’nin aksine fiyat serbestisine dayanan enerji merkezlerinin (hubların) henüz güncel bir forma kavuşmamış olması. Bir başka anlatımla bölge ülkeler hâlâ doğal gaz ve LNG’yi petrol fiyatlarına göre hesaplayan 20-25 yıllık al ya da öde türü klasik anlaşmalar üzerinden gaz tedarik ediyor. Sıfır toplamlı bir oyun olmaktan uzak bu durum hem ABD hem bölge ülkeleri için bir fırsat. Şöyle ki, LNG ihracına 2016 itibariyle başlayan Washington için Rusya, Avusturalya ve Katar gibi ülkelere bağımlılık yerine bölgede yeteri kadar doğal gaz merkezi inşa edilirse, hem ABD gazı için yeni bir pazar elde edecek hem de rakiplerinin baskın statüsü ciddi biçimde yara açacak. Petrol sektörü için de aynı şey söylenebilir, Suudi Lideri Kral Salman gibi ABD de Asya-Pasifik’teki petrol gücünü artırmak istiyor. Bölge ülkeleri için hubların inşası arz ve talebe göre fiyatların belirlenmesini sağlarken öte yandan uzun süreli bağımlılık yerine tedarikçi çeşitliliğiyle enerji güvenliği bir nebze daha artırılabilecek. ABD’nin bu süreçteki en büyük destekçisi; yakın müttefiki ve yüzde 12’lik pazar payıyla dünyada Katar’dan sonraki en büyük LNG üreticisi Avusturalya ve diğer bir kıdemli müttefik, dünyanın en büyük LNG tüketicisi Japonya. Bu talepler özellikle enerji fakiri ve büyük tüketiciler Japonya, Çin, Hindistan, Pakistan, Tayland, Malezya, Endonezya ve yükselen yeni piyasalar Vietnam, Filipinler ve Bangladeş için hayati önemde. Bununla beraber bu ülkeler içerisinden Japonya, Çin ve Singapur’un doğal gaz merkezleri (hubları) oluşturmaya daha yakın olduğu da söylenmeli. ABD’nin iki enerji devi Chevron ve ExxonMobil de Asya-Pasifik’e konuşlanmış durumda. Chevron; Singapur, Myanmar (Burma), Bangladeş, Avusturalya’da ciddi oranlarda doğal gaz üretimi ve aktarımı üzerinde söz sahibi. Benzer biçimde eski Ceo’su Dışişleri Bakanlığı’na terfi eden ExxonMobil, aralarında Çin, Avusturalya, Hindistan, Endonezya, Tayvan, Güney Kore olmak üzere bölgede 15 ülkede upstream ve downstream projelerine katılıyor. Yani hem devlet hem de özel girişimle, ekonomik olarak yalpalayan hegemon, bölgeye çoktan sızmış durumda. Bunun dışında yaklaşık on tane yenilebilir enerji firması da tıpkı Exxon ve Chevron gibi sahip oldukları yüksek teknolojiyle dikkat çekiyor. III-Kutup Bölgesi     Rusya geçtiğimiz ağustos ayında iki denizaltısını bölgeye göndermiş, denizin 4 bin 200 metre dibine bayrak dikti....  Uzmanlar kutup dibinden toplanan örneklerin, Lomonosov sıradağlarının Rus anakarasının uzantısı olduğu sonucuna varmış....Rusya, Kuzey Bus Denizi boyunca devam eden sıradağların Sibirya’nın devamı olduğunu, dolayısıyla bölgenin Rus toprağı olduğunu iddia ediyor.....   Dünya enerji rezervinin dörtte birinin bulunduğu sanılan Kuzey Buz Denizi'nde, ABD, Kanada ve Danimarka da hak iddia ediyor.  Rusya'nın Kuzey Buz Denizi'ndeki diğer ve en büyük rakibi ABD de buradaki varlığını ve egemenliğini artırmak için harekete geçmiş durumda..   IV- Prirazlomnaya Platformu Prirazlomnaya deniz tabanlı sabit petrol arama platformu, Peçora Denizi’ndeki Prirazlomnaya petrol alanının işletilmesi için inşa edilen buza dayanıklı platform....Bu platformu, Rusya’nın Arktik bölgesinde petrol  arama çıkarma çalışmalarını sürdüren tek bir platformu……. V-Lomonosov Sıradağları Dünya petrol ve doğalgaz rezervlerinin dörtte birine sahiLomonosov Sıradağları p olan Lomonosov Sıradağları'nın uzunluğu 1800 km, okyanus tabanından yüksekliği 3700 metreye çıkıyor. Rusya'nın yeni hamlesi, kelimenin gerçek anlamıyla 'Soğuk Savaş'ı kızışacağın bir göstergesi.... Rusya'nın 2007'de okyanus dibine diktiği bayrak, bir işaret fişeği olduğunu söylüyor konunun uzmanları....     Dünyanın kaderine yön verecek yeni 'Soğuk Savaş'ın galibinin kim olacağı merak edilirken, Kuzey Kutbu'na yakından bakmakta yarar var.    Küresel ısınma nedeniyle Kuzey Kutbu'ndaki buz kütlesi son 30 yıl içinde yüzde 20'den fazla küçüldü, bilimadamları 30 veya 40 yıl içinde kutuplarda hiç buz kalmayacağı tahminini yapıyor. Bilimadamları hızla eriyen buz tabakası için defalarca alarm verirken, 5 ülke için ise bu erime doğal kaynaklara erişimin kolaylaşması anlamına geliyor.    Rusya, ABD, Kanada, Norveç ve Danimarka için Lomonosov Sıradağları'nı cazip hale getiriyor. Fakat kutupların amansız soğuğunda petrol veya doğalgaz çıkarmak şu anki tabloya göre oldukça maliyetli, maliyet Meksika Körfezi'nde petrol çıkarmanın tam 5 katı. Kutuplarda kalın buz tabakaları delinse bile petrole suyun 4 bin metre altında ulaşılabildiğine dikkat çekiyor bilim adamları...  VI-Avustralya Antarktika Toprakları     1933'te kurulan Antartika'nın doğusunda kalan Avustralya'ya ait bir Antartika bölgesi. 1933'te kurulan bu bölge 1933'ten önce Birleşik Krallık'a aitti. 1961 Antarktika Antlaşması'ndan sonra bölge askeri amaçla kullanılmamış. Bu bölgede 16 tane üs bulundurmakta. Bunlardan 7 tanesi kapalı, 9 tanesi açık: Molodyozhnaya (Rusya) (Kapalı),Mawson (Avustralya),Soyuz (Rusya), (Kapalı)Druzhnaya (Rusya) (Kapalı),Zhongshan (Çin Halk Cumhuriyeti),            Law-Racovita Station (Romanya) ,Progress Station (Rusya)Davis (Avustralya),Sovetskaya (Rusya) (Kapalı),Mirny Station (Rusya),Komsomolskaya (Rusya), (Kapalı), Vostok (Rusya),Wilkes Station (Kapalı),Casey (Avustralya),Concordia Station (Fransa ve İtalya) ,Leningradskaya (Rusya) (Kapalı) VII-Rusya Akdeniz'de kendi İsrail'ini kuruyor...    2O'nci yüzyılda İngiltere-Amerika, Ortadoğu'ya İSRAİL'i kurdurmuştu.... Bugün, Rusya, Suriye'de kendi İSRAİL'ini kuruyor. (Lazkiye merkezli Esad'ın devletçiği) .Rusya Akdeniz'de kendi İsrail'ini kuruyor ... BBC News - Başlıca Rus deniz kuvveti Kuzey Denizi geçip Norveç'e doğru yola çıktı . Konu ile ilgili ayrıntılı bilgi http://www.bbc.com/news/world-europe-37694137 VIII-Çin - Pakistan ekonomi koridoru ve İpek Yolu. Büyük resmin bir parçası. Esas: Hindistan+Pakistan+Bangladeş geleceğin dev ekonomik bütünlüğü https://piie.com/blogs/china-economic-watch/pakistan-rocky-bridge-chinas-silk-road xı-Kuril Adaları   Kuril Adaları üzerindeki karşılıklı hak iddiası nedeniyle Rusya ve Japonya 2. Dünya Savaşı'ndan bu yana teknik olarak savaş halinde     Japonya Başbakanı Abe’nin Moskova’ya yaptığı ziyarette verdiği çözüm arayışı sinyalleri henüz pratikte karşılığını bulmadı. Müteakip aylardaki gelişmeler sonrasında Kırım’ı ilhak eden Rusya, toprak verme değil aksine toprak kazanma niyetinde olduğunu gösterdi. Önümüzdeki süreçte bu krizin çözülüp çözülmeyeceğini ya da statükonun devam edip etmeyeceğini göreceğiz. Ancak yine de çözüm için potansiyel bir yol haritası olarak Carnegie Endowment tarafından hazırlanan adımların tercümesi : i-Rusya, Shikotan ve Habomai adalarını terketmelidir. Bu adalar Japonya tarafından hak iddia edilen toprakların yalnızca yüzde 7’sini kapsamaktadır, ve Moskova 1956’da ortak bir bildiri ile zaten bu adaları vermeyi kabul etmişti. ii-Japonya adalarda ve Rusya’da ekonomik faaliyetleri desteklemelidir. Doğrudan kamu sektörü yatırımı ve Japonya’nın özek sektörü için pozitif ekonomik teşvikler adalarda, Rusya’nın Uzak Doğusu’nda ve Siberya’da ekonomik büyümeyi besleyecektir. iii-Rusya ve Japonya bir müşterek ekonomik bölge kurmalıdır. Farklı ekonomik ve yasal bir rejimi idare eden ve bir Rus-Japon otoritesi tarafından işletilen bu dört adayı kapsayan bir müşterek ekonomik bölge alnın gelişmesine katkı sağlayacaktır. iv-Rusya ve Japonya siyasi bir anlaşmaya varmalıdırlar. Tüm bölge askerden arındırılmalıdır ve başlangıçta diğer iki adanın, Iturup ve Kunashir, Rusya tarafından idare edilmesine devam edilmelidir. Er ya da geç tüm adalar Japonya’ya entegre edilmelidir. 50 yıl sonra Iturup ve Kunashir adaları Japonya hukukuna ve egemenliğine geçmelidir. Müşterek ekonomik rejim bir diğer elli yıl için daha devam etmeli ve kalıcı Rus mukimler adalarda kalmakta özgür olmalıdır. Kaynak: Carnegie Endowment xıı- Katar Katar oyunu: Ortadoğu petrolünün en büyük alıcısı Çin,Hindistan ve Uzak Asya ülkeleri olduğunu söylüyor konunun uzmanları...Çin'in enerji ihtiyacını kontrolü.... Katar'ın enerji piyasasındaki dostları kim Katar, günde 618.000 varil üretimi ile OPEC'in önemsiz petrol sağlayıcılarından biri konumunda, fakat günlük 1.3 milyon varil üretimi ile sıvılaştırılmış gaz satışında dünya lideri. Petrol piyasası jeopolitik risklere karşı bağışıklık geliştirmiş gibi görünüyor. Arap komşuları Pazartesi günü Katar'a eşi görülmemiş bir ambargo uyguladıklarında, petrol piyasası geri düşmeden önce %1.6 oranında yükselişe geçti. Fakat burada izlenmesi gereken petrol değil, doğalgaz. Eğer bu bölgesel karışıklık hızla çözülmezse, Körfez'i bu sene sıcak bir yaz bekliyor demektir. Katar, günde 618.000 varil üretimi ile OPEC'in önemsiz petrol sağlayıcılarından biri konumunda, fakat günlük 1.3 milyon varil üretimi ile sıvılaştırılmış gaz satışında dünya lideri. OPEC'e katkısı az fakat asıl gücü sıvılaştırılmış gazdan alıyor. Her ne kadar Suudi karasuları Katar'a kapatılmış olsa da, sıvılaştırılmış gaz taşıyan gemileri İran karasularını kullanarak Hürmüz boğazını geçebilir. Bir diğer kullanabileceği Umman toprakları olsa da, Umman'ın da tavır alması durumunda İran'a yönelebilir. Katar'ın gaz sevkiyatını bütünüyle durdurmak büyük ölçekli bir krizi tetikleyecektir ve en büyük müşterileri olan Japonya, Güney Kore, Çin ve Hindistan'dan ciddi tepkiler gelecektir. Önde gelen Japon müşterilerinden Jera Co., Katargaz'dan tedariklerin kesintiye uğramayacağına dair güvence aldı. Ve şimdilik, Katar Suveyş Kanalına erişerek Avrupa'ya gönderilen LNG sevkiyatına devam etme hakkına sahip. Ancak Katar'dan yola çıkan ya da Katar'a giden gemilerin Birleşik Arap Emirlikleri'nde bulunan Fujairah'a yanaşarak yakıt almalarına artık izin verilmiyor. Dünyanın en büyük gaz yatağı konumunda olan Kuzey Sahası'nı paylaşmak zorunda olduğu İran'la iyi geçinmekten başka şansı yok. Ayrıca, Aralık ayında devlete ait petrol şirketi Rosneft'in hisse satışını destekledikten sonra, ideolojik yatak arkadaşı olan Türkiye ya da Rusya'ya yönelebilir. Anlaşmazlığın devam etmesi halinde, Katar'a karşı en ciddi misilleme, Yunus boruhattını kullanarak Birleşik Arap Emirlikleri'ne gaz ihracatının kesilmesi olacaktır. Bu projede, toplamda %24.5, Batılılar %24.5 ve Abu Dabi'li stratejik yatırım şirketi Mubadala %51 oranında hisseye sahip, günde 50.6 milyon mektreküp oranında teslimatıyla, ülkenin ihtiyacının çeyreğini oluşturuyor, bunun da 5.6 milyon metreküplük oranı, BAE'lerinden Umman'a ulaştırılıyor ki, bu ihracat henüz ambargoya dahil değil. Körfez bölgesinde sıcaklıklar 40 santigrat dereceyi aşabildiğinden, klimalar için güç üretimi zirve noktasına yaklaşıyor. Katar oyunu:(1.Devre sonucu) 16.06.2017 i-Katar Petroleum Şirketi, Royal Dutch Shell ile sıvılaştırılmış doğalgaz yakıt ikmali tesisleri kurulması ii-12 milyar dolar değerinde F15 savaş uçak alımı iii-ABD- Katar ortak askeri tatbikatı ... http://washpost.bloomberg.com/Story?docId=1376-OR3Z666TTDS501-1HFMBIDK8RVKQI57HM7E74HKGR  "Dünya enerji rezervinin %25'ine Venezüella, %22'sine Suudi Arabistan, %13'sine İran, %12'sine Irak, %8,8'ine Kuveyt, %8'ine BAE, % 4'üne Libya, %3'üne Nijerya, %2'sine Katar sahip durumda. Bu ülkelerde siyasi ve ekonomik istikrardan söz edebilir miyiz?"  xiii-Hürmüz Boğazı Hürmüz boğazı'ının coğrafi konumu : Kuzeyi İran, güneyi ise BAE ile çevrili Umman toprakları...Basra Körfezi ile Umman Denizini birbirine bağlamakta. Genişlik en dar yerde 21 mil olmasına rağmen bu noktada gemilerin geçebileceği genişlik ise sadece 2 mil (3,2 km). Boğazın bu karmaşık durumunun yanına, körfezin tek çıkış noktası olması gibi özellikler de eklenince boğazın hukuki statüsü tam bir muamma. . Şu an pratikte uluslararası su statüsü uygulansa da İran, boğazın onun kontrolünde olması gerektiğini savunmakta. Boğazın jeopolitik önemini daha anlaşılabilir ve kapsamlı anlatabilmek için iki kısımda incelemek gerekir. Bunların ilki petrolden bağımsız olan jeopolitiği, ikincisi ise petrol ile alakalı jeopolitiğidir. Hürmüz boğazı coğrafi olarak kilit konumunda olduğundan önemi sadece petrole bağlı değil. Basra körfezi Irak, Kuveyt, Bahreyn, Katar ve Birleşik Arap Emirlikleri’nin açık denizlere ulaştıkları yegâne yer.. (BAE’nin Umman denizine de kıyısı varr ama Hürmüz boğazına, sınırları içerisinde kalır denilebilecek kadar yakın.) Günün birinde bu ülkeler toplam ithalatlarının yaklaşık %50’sini kaplayan petrolün payını düşürmek isterlerse satacakları o yeni ürünleri de mecburen bu su yolu üzerinden taşımak zorunda. Sonuç olarak sadece petrol değil bir başka mal ihraç etseler dahi, bu ülkelerin ekonomilerinin hatırı sayılır bir kısmı Hürmüz boğazının aktifliğine bağlı.Tüm dünyada petrol ticaretinin yaklaşık %60’nın deniz yoluyla yapımaktaı ve bununda %30’nun Hürmüz boğazından geçmekte.  ABD Güney Çin Denizine 2 Uçak gemisi yolluyor. Çin’nin dibine!  https://bloom.bg/2NVOaGB                   

Demokratik Kapitalizmin Krizi...

lk Söz:"Tarih kendini tekrar etmez, ancak kafiyelidir." —Mark Twain'e atfedilir[1] Martin Wolf, Demokratik Kapitalizmin Krizi'ne şu gözlemle başlıyor: "Soğuk Savaş 1989'da sona erdiğinde, birçok kişi … liberal demokrasinin serbest piyasa ile Batı sentezinin ideolojik düşmanlarına karşı kesin bir zafer kazandığı konusunda hemfikirdi … Ne liberal demokrasi ne de serbest piyasa kapitalizmi bugün hiç de muzaffer görünmüyor" (s. 1). Piyasa kapitalizminin "en az kötü" ekonomik sistem ve liberal demokrasinin "en az kötü" siyasi sistem olduğunu (s. 312) ancak her ikisinin de acilen reforma gereksinim duyduğunu iddia etmeye devam ediyor.... Martin Wolf, bu son kitabında, demokratik kapitalizmin hâlâ en etkili ve müreffeh sistem olmasına karşın, geleceğini tehdit eden kritik zorluklarla karşı karşıya olduğunu savunuyor. İlk bölüm, günümüz ile geçen yüzyılın en trajik yılları arasında endişe verici paralellikler çiziyor... 20. yüzyılda I. ve II. Dünya Savaşları, İspanyol Gribi ve Büyük Buhran yaşanırken, 21. yüzyılda Büyük Durgunluk, COVID-19 salgını, otoriter bir Çin ve Putin'in Ukrayna'yı işgali yaşandı. Sonuç olarak Wolf, "Ekonomilerimizde ve politikalarımızda neler olup bittiğine yakından baktığımızda, özgürlük, demokrasi ve Aydınlanma gibi temel Batı değerlerinin hayatta kalması için önemli bir değişime gereksinim olduğunu kabul etmeliyiz" (s. xviii) diye uyarıyor... Mesajı açık: Müreffeh toplumlar için kapitalizm ve demokrasi birbirini tamamlamalıdır. Bu ideal olsa da, gerçek şu ki kapitalizm ve demokrasi arasındaki ilişki genellikle gerginlikler ve zorluklarla doludur... Ancak, özünde, her iki sistem de temel bir ilke üzerine kurulmuştur: statü eşitliği. Wolf'un yerinde bir şekilde tanımladığı gibi, bu sistemler "simbiyotik ikizlerdir." Demokratik bir çerçevede, herkes endişelerini ifade etme ve neyin değiştirilmesini istediklerini dile getirme hakkına sahiptir. Benzer şekilde, serbest bir piyasada, bireyler istedikleri gibi mal ve hizmet alışverişinde bulunabilirler. Kapitalizm ve demokrasinin bir araya gelmesi, ekonomik ve politik güçler arasında karmaşık bir etkileşim yaratır... Piyasa Kapitalizmi Liberal Demokrasiyle Nasıl Evlendi? Bu evliliğin hayatta kalması, politik ve ekonomik güç arasındaki ayrılığa dayanır ve Wolf, işlerin ters gittiğine inandığı yer burasıdır. Demokratik kapitalizmin rahatsızlığının birincil kaynağı kayırmacı kapitalizmdir... Kitabın en güçlü bölümlerinden biri olan "Rantier Kapitalizminin Yükselişi" başlıklı beşinci bölümde, Wolf bir zamanlar üretken ve dinamik olan kapitalist sistemin kayırmacı kapitalizme nasıl dönüştüğünü anlatıyor... Wolf'a göre, politik ve ekonomik güç arasındaki dengenin bozulmasının iki yolu vardır: Devlet ekonomiyi kontrol altına aldığında veya kapitalistler devleti kontrol altına aldığında. Kapitalizm ile demokrasi arasındaki evliliğin başarılı olmasını sağlamak için Acemoglu ve Robinson'ın (2019) "dar koridor" adını verdiği şeyi bulmalıyız. Bu koridor, hem devlet hem de toplum özerkliğine izin veren hassas dengeyi ifade eder. Bu bakış açısından, kurumlar devlete kamu malları sağlamak ve yasal standartları uygulamak için gerekli yetkiyi vermeli, aynı zamanda otoriterliğe yol açabilecek ve kişisel özgürlükleri ve özerkliği ihlal edebilecek aşırı gücü sınırlamalıdır. Wolf, kapitalistlerin devleti kontrol altına almasıyla güç ve serveti ayıran duvarların yıkılmasıyla "dar koridordan" plütokrasiye doğru ilerlediğimizi savunuyor... Antik Yunan'a kadar uzanan yazarların bozuk bir demokrasinin sonuçları konusunda nasıl uyarılarda bulunduklarını gösteriyor. Örneğin Platon, siyasi ve ekonomik seçkinler ortalama vatandaştan daha fazla iç içe geçip uzaklaştıkça toplumun zenginlere karşı bir koruyucu arayacağına inanıyordu. Platon, gelecekle ilgili güvensizliğin, korkunun ve kızgınlığın tiranlığa yol açabileceğine inanıyordu... Bu tanımın bugün bile ne kadar doğru kaldığı dikkat çekici... Dünyanın dört bir yanındaki popülist hareketler ve liderler bu kızgınlığı yakıt olarak kullanıyorlar. Yozlaşmış seçkinlere "karşı" olduklarını iddia ediyorlar ve kendilerini halkın koruyucuları olarak sunuyorlar... Ancak Wolf'un haklı olarak belirttiği gibi, bu liderler kendileri rekabet eden bir seçkinler grubu ve bu da onun "plüton-popülizm" dediği şeye yol açıyor... Ne yazık ki, Wolf demokratik kapitalizmden ve popülist hareketlerin yükselişinden duyulan memnuniyetsizliğin birincil nedeni olarak yandaş kapitalizmi ve bunun sonucunda ortaya çıkan eşitsizliği doğru bir şekilde tanımlarken, temel nedeni ele almayı başaramıyor. Aslında, onun soruna ilişkin analizi piyasa güçleri tarafından devletin ele geçirilmesiyle sınırlı. Sorunu, iyi niyetli veya saf politikacıların "açgözlü kapitalistler" tarafından yanlış yönlendirildiği bir çerçeveye oturtmak yerine, iki grup arasındaki çıkarların işbirliğini fark etmek hayati önem taşıyor ve bu da onların oyunun kurallarını kendi avantajlarına göre şekillendirmelerine olanak tanıyor... Sorunun doğru bir şekilde tanımlanması önemlidir çünkü bu, sorunu çözmenin bir yolu olarak daha fazla hükümet müdahalesi çağrısında bulunmayı caydırabilir. Sonuçta, hem devlet hem de iş adamı bu hileli sistemden sorumluysa, neden birileri daha fazla devlet müdahalesinin çare olacağına inansın ki? Dahası, Wolf, kurumların bireylerin sisteme zarar vermesini önlemek için şekillendirilmesinin önemini kabul ederken, bireysel ahlaka yaptığı vurgu abartılmış olabilir: "bu nihayetinde sorumluluk pozisyonundaki kişilerin dürüstlüğüne ve güvenilirliğine bağlıdır" (s. 377). Ahlaki ve etik düşüncelerin bireysel davranışı etkileyebileceği doğru olsa da, kayırmacı kapitalizm gibi yapısal sorunlar, bireysel Wolf, Londra'daki Financial Times'ın baş ekonomi yorumcusudur ve oradaki yazılarının birçok hayranı, bu kitapta kapitalizmin ve demokrasinin başarısızlıklarına yönelik açık ve bilgili eleştirilerini ve daha iyisini nasıl yapabileceğimize dair yapıcı ve güçlü önerilerini tanıyor. Diğer ülkelere daha az dikkat ederek ABDi ve Birleşik Krallık'a odaklanıyor. Kitap, 30 sayfalık referanslarda ve yaklaşık 800 dipnotta belgelendiği gibi, yaklaşık 400 sayfa uzunluğunda ve yüzlerce ekonomik ve politik analizden yararlanan, hızlı veya gelişigüzel okunacak bir kitap değil. Ancak kitap, zamanımızın kritik ekonomik ve politik zorluklarıyla ilgilenen herkes için son derece eğitici ve keyifli bir okuma.... Dünyada kopan büyük fırtına, gelir dağılımındaki ağır eşitsizlikler, covid felaketi, iklim değişimi, durduralamayan savaşlar ve göçmen sorunu ve yarattığı anti göçmen aşırı sağcı dalga ve popülist liderler ve halkın pasifleşip tepkisizleştirilmesi, vb. bir avuç zenginin dünya hakimi olması ve bir azınlık seçkinler sınıfının kayrılıp dokunulmazlıklar alması, vb. İşte tüm bu sonuçlar, kapitalizmin yenildiğini ortaya koyuyor ve liberal demokratlar feryat figan etmeye başlıyor, deniz bitti dünya bitti, diye! Ve ama liberal yazarların ağzından 'vatanseverlik' olmadan vahşi kapitalizme karşı savaşamayız laflarını duymak çok garibime gidiyor! Dünyada o denli kökten değişiklikler oldu ki örneğin hemen herkeste sağcı solcu liberal gibi eski siyasi bağlılıklar-mensubiyet-aidiyet ortadan kalktı! Fikirleri köklü şekilde değişenlerin en başında da düne kadar liberal demokrasinin önde gelen çok meşhur yazarları var! Financial Times ekonomi başyazarı Martin Wolf'un 'Demokratik Kapitalizmin Krizi' adlı kitabı yıllardır yazıp çizdiklerimizin özeti gibi, sanki oturmuş bu kitabı ben yazmışım gibi! Kapitalizmin demokrasiyi nasıl çökertip yok ettiğini anlatıyor! Kapitalizme bir isim de koymuş: 'yağmacı kapitalizm' ve 'ahbap çavuş kapitalizmi'! Kitap çok şey anlatıyor, en başta, kapitalizmin demokrasiyi nasıl ortadan kaldırdığını, bunu da 'statü kaybı'yla açıklıyor! Statü Kaybı, şu, bireyler hem gelirleri hem de kişilik hakları hem de meslekleriyle son kırk yılda ellerindeki bütün hakların alındığını düşünüyor! Trump, Orban, Tayyip gibi popülist liderlerin de bu yüzden önü açıldı, diyor! Daha çok şey söylüyor, mesela 'devlet müdahalesi' artık zorunlu diyor, kapitalizmin sendikaları ve işçi partilerinin işini nasıl bitirdiğini anlatıyor! Ve bam yeri, her şeyi ele geçiren küresel şirketlere karşı kim ve nasıl mücadele edecek? Bizim iddiamız, milli devletlerin bağımsızlık ve kurtuluş savaşlarından gelen milli tarihi gücünden başka küresel şirketlerin önüne neyi koyacaksın görüşüdür, işte bu soruya çok yakın yanıtlar bulunca şaşkınlıktan küçük dilimizi yuttuk! Sonuç, kapitalizm, bir kanserdi, dini, ahlakı, insan haklarını, anayasaları, toplumları, milli iradeyi, sanatı vb. çürüterek yaşar! Ve, bu vahşi kapitalizmi durduracak bir gücümüz var mı, sorusuna, şöyle karşılık verir, önce kapitalizmi nasıl dizginleriz diye bir düşüncemiz olmalı, diyor! Peki kapitalizmi dizginleyecek demokratik kazanımları yeniden öne çıkartacak bir düşüncemiz küresel çetenin hakimiyet kurduğu bu medya ortamında mümkün mü? Bu sorunun yanıtı için beyin fırtınası bizi bu çürümüş kurumları canlandıracak olan yine seçimle başa geçip devleti güçlü kılmak ve devletin sömürgeci şirketlere karşı gücünü ortaya koymasına çalışmaktır, gibi bir sonuca getiriyor!... Ve şu gerçek, 40'lı yıllarda naziler ve faşistlerin ele geçirdiği büyük medya gücünü artık küresel şirketler ele geçirdi, yani, değişen bir şey yok... Kitapta kullanılan bir kavram da hoşuma gitti, kapitalizm 'hiper-süper bireyler' ortaya çıkarttı, diyor! küresel çetenin yeni seçkin sınıfıyla Tarım Toplumunun asilzadeleri ve din adamları ve aristokrasisi aynı dokunulmazlık sahibi ve egemen sınıfın kaymağı haline geldi... Artık, kapitalizmin sonsuz yalanlarının olduğu bir dünyada yaşayacağız, çünkü bir haydut grubu iş başında, insanlara sürekli çocuk gibi muamele ediyorlar ve keyfi despotizm, her yerde, diyor! Küresel çetenin hegemonyasıyla yerleşik demokrasilere ve parlementolara ve mahkemelere ve siyasi kurumlara güven çok azaldı, diyor! Bu yüzden kitleler popülist adaylara ve sistem karşıtlarına oy veriyor... Ve bütün insanlık kendileri ve aileleri için daha ödüllendirici bir yaşam beklerken kitleler artık sadece 'ayakta kalma' savaşı veriyor! Şimdi gelelim kitabın 238. sayfasına, olmazsa olmaz diye kapitalizmi dizginlemek için yapılacaklara bakalım! Bir liberalin ağzından duyamacağımız şeyler söylüyor, bir, vatanseverlik esastır, diyor, çünkü vatanseverlik siyaset üstüdür, iki, yurttaşlık inşa edilmeli, diyor, (milli irade, halk iradesi)! Asıl altı kalın çizgilerle çizilecek ise, şu cümleleri: 'asıl tehlike kimlik siyasetidir'! ' Çok güçlü dini ve etnik kimlikler vatansever sadakatını engeller' ve, şu cümleler: 'dar ve dışlayıcı etnik ve dini kimlikler demokratik siyaset için sorunlu bir temeldir!' Ve 'ortak kimlik 'vatandaşlık olmalı' diyor! Yetmedi, seçkinler-elitler için şöyle konuşuyor, 'seçkinlerin doğum ve servet ayrıcalıklarına göre değil', aksine, nezaket, güvenilirlik, dürüstlük, öz saygı, çalışkanlık ve yasalara duyulan saygı ödüllendirilmelidir! 'bağımsız' gibi kelimeleri kullanmakta utangaçlık gösterse de bu ifadeleri de bizim için yeterli! Ve şunları da söylüyor: 'halk seçkinlerin kendilerini küçük gördüğüne ikna olursa kendilerini aşağılanmış ve öfkeli hissedecek ve intikamcı olacaktır!, Yani diyor, 'seçkinci düzen, demokraside asla baskın olmamalı'! Bir liberal demokrat, kapitalizmi kökünden suçlayıp alarm sirenleri çalarak, neden bunları söyleme gereğini hissediyor! Çünkü Trump ve bizdeki benzerleriyle, analarının ..... gördüler!... Ve şimdi 'halkın refahı olmadan demokrasi işleyemez' diyor ve vatanseverlik olmadan vatandaşlık olmayan kapitalizmin ortadan kaldırdığı demokratik değerleri kazanamayız diyen bir noktaya, Basra harap olduktan sonra nihayet geldiler! Tabii burada sorulması gereken "bu küresel çetenin muslukları kimin elinde?" Vatanseverliğe kimler savaş açtı yurttaşlığı kimler bitirdi ? sendika ve sosyal partiler gibi halkın itiraz ve direniş kurumlarının işini kim bitirdi? Yağmacı kapitalizmin dümenindeki küresel çete ve savaş makinesi bugüne kadar kimlerin elinde yükseldi?.. Demokrasiyi ortadan kaldıran düşmanların adını yüzeysel olsa da yine de koyabilmiş hiç değil ise, soyut kavramlara sığınıp köklü bir özeleştiri yapmış! Bu ve benzeri kitaplar neden mi önemli, artık devlet müdahalesi ve halkın aktifleştirilip harekete geçmesi ve vatanseverlik duyguları, hiç beklemediğimiz yükseklerde dahi, canhıraş konuşulmaya çoktan başladı! Son Söz:Vatandaşlığın Geri Kazanılması "Bizim için burada önümüzde kalan büyük göreve adanmış olmak daha ziyade şudur: Bu onurlu ölülerden, son tam bağlılık ölçüsünü verdikleri davaya artan bir bağlılık almamız; Bu ölülerin boşuna ölmemiş olmaları konusunda burada kararlı olmamız; Bu ulusun, Tanrı'nın altında, özgürlüğün yeni bir doğuşuna sahip olması ve Halkın, Halk tarafından, Halk için olan hükümetinin yeryüzünden yok olmaması. —Abraham Lincoln[1]"