Tüm Bilgi Paylaşımlarım

Radikal Blog‘ da ki Denemelerimden (6) Egemenlik Kayıtsız Şartsız Milletindir!...

22 Nisan 2011, 18:07   İlk söz: Egemenlik, Ulusun kendi yazgısını belirleme hakkıyla kendi kendini yönetme yetkisini ulusal istençle edinme olgusu ve laikliğin kurumsallaşmasıdır.Mlli Egemenlik Ulusal Onurdur.  Hıfzı Veldet hoca, “İlk Meclis" (Çağdaş Yayınları, 1990) bunu ayrıntısıyla anlatmakta.Birlikte ökuyalım:  23 Nisan 1921, T.B. M. M’nin açılışının 1. yıldönümü. O gün İçel Mebusu Şevki Bey ile Manisa Mebusu Refik Şevket Bey, 23 Nisan’ın, eski tabirle “ayad-ı milliyeden”, yani milli bayram ilan edilmesini isteyen bir öneri verirler.  Öneri görüşmeye açılır. Konya Mebusu Vehbi Bey itiraz eder: “Efendiler! Rica ederim, böyle bir kanuna ne ihtiyaç vardır? Nümayiş yapmakla bayram olmaz. Ulusumuz İzmir’e o mübarek bayrağımızı diktiğimiz gün, yüreğinde gerçek bir bayram yaşatır.”  Tabii tartışma çıkar. Kırşehir Mebusu Yahya Galip, itiraz sahibi Vehbi Bey’e, “Hoca efendi hazretleri! Bugünü gökteki melekler bile yüceltiyor, siz neden yüceltmek istemiyorsunuz?” der.  Salon karışır. Yahya Galip iyice yüklenir: “Ne vakit böyle bir milli bayram olur, memleketin sevinçli anları olur, bunun içine hemen ‘ahlakı İslamiye’ sokarlar. Her gün, her fırsattan yararlanarak temcit pilavı gibi bunu söylemekten ne çıkar, ben anlamıyorum.” Mahmut Celal, onu destekler: “Rica ederim bu, bütün Müslümanlar için büyük bir gün değil midir?” Trabzon Mebusu Ali Şükrü, konuyu isim vermeden Mustafa Kemal’e getirir:  “Efendiler! Meclis’in kendi kendine ‘Burada toplandığım günü bayram yapıyorum, siz de bayram yapın’ demesi uygun değildir. (..) İşi bütün ulus yaptığı halde bu başarı doğrudan doğruya bize mi aittir? Mesela bir ordunun başarısı bir kumandana mı ait olacaktır?”  Son sözü, teklif sahibi Refik Şevket söyler:  “Koca bir tarihi canlandırma şerefini üzerine alan Meclisimiz bugünü elbette kutsallaştıracak ve bunu torunlarına yadigâr bırakacaktır. Bugünü ‘ayadı milliye’den sayan teklifimin oybirliğiyle kabulünü rica ediyorum.” Tunalı Hilmi, “’Milli bayram’ diyelim” diyerek Türkçeleştirir. Teklif kabul edilir ve kabul edilen kanun gereği 23 Nisan resmi tatil olduğundan oturum kapanır.         O günden beri -2 yıl eksiğiyle- 23 Nisan, Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı’dır.  Acaba  neden iki yıl eksiği ile?... Bu sorunun cevabı ilgili linkte ki yazımda https://goo.gl/Ku4LrR   Meclis'in ilk açıldığı gün olan 23 Nisan 1920'den 1 Ocak 1929 tarihine kadar her üç Meclis 'te Cumhuriyet tarihinin en ilginç ve önemli meclisleri: Birinci Meclis, "Milli Mücadele Meclisi", İkinci ve Üçüncü Meclisler ise "Siyasal ve toplumsal devrim meclisleri " Bu notumuzda burada kalsın,,,,, Büyük  önder halkıyla bütünleşerek, Cumhuriyet’i özgür ve egemen yaşam iradesi ile bayraklaştırdı. Amasya Genelgesi’nden sonra Erzurum ve Sivas Kongreleri ve bu kongrelerde alınan kararlar… Ulusça kazanılan kurtuluş savaşının Ulusun temsilcilerine devredilmesi… “TBMM Orduları”(*) denmesi ve demokrasinin çağdaş açılımı olarak ulusun ayrılmaz, koparılmaz bir parçası azlığın da temsil etmesi ve, Geleceğin temeli olarak da yaşama geçerilmesi… Bu arada unutmadan, 'Tek Millet' olan 'Türk Milleti', bir etnik aidiyeti değil siyasî kimliğimiz… Türk Milletine mensup her fert, etnik kimliği, dini, mezhebi ne olursa olsun 'Türk Vatandaşı'…. 'Tek Bayrak' 'Türk Bayrağı'; 'Tek Vatan', Türk Milleti'nin yaşadığı coğrafya olan 'Türkiye'dir. 'Tek Devlet' de 'Türk Devleti', yani 'Türkiye Cumhuriyeti Devleti'. TBMM ,  Ulusal  yürüyüşün, ulus bilincin kendi kendini yönetme iradesinin insan hak ve özgürlüklerine dayanan, ahlak ve sorumlulukla sınırlı hukuksal biçimlenmesi ve tartışmasız somutlaştırılması. Ulusal irade seslenişi yeteneğini, diğer bir deyişle kolektif ruh/irade varlığını çağdaş bilim ve akılcılıkla geliştirme çabasının tarihsel süreciyle bir uluslaşma, insancıl yaşama olgusu ve yönteminin evrensel ölçütlerle yansıtılması. insan hak ve özgürlüklerine dayanan, ahlak ve sorumlulukla sınırlı saygın bir kavram…. kamu hukukunda değişik kurumların kaynağı.. Cumhuriyet’in geçerli ve gerçek kılacak ülküsü. Karar verme, yönetme-yürütme ve yargılama  hakkının, kısaca  iktidarın Millete verilmesi.. Yargılama yetkisini de, Millet adına, bağımsız mahkemelere verilmesi Ülke topraklarının bütünlüğü, ulusun bir’liği… Kapsamındaki ulusal değerler ve hukuksal gerekler içeren egemenliğin kayıtsız şartsız Türk Milleti’nin olması, Tek Millet olma bilincinin kurumsallaşması… Cumhuriyetle başlayıp demokrasiyle çağdaşlaşması Hukuk devleti yapısının  benimsenmesi.    Millet bilincinin ve kendi kendini yönetme iradesinin Anayasa kurallarıyla güvenceye bağlanması, Egemenlik hakkı, ulusun varlık nedeni, cumhuriyetin özgün niteliği, devletin onuru. Egemenliğin bağsız-koşulsuz Milletin  olduğu, 1921 Anayasası’nın 1., 1924 Anayasası’nın 3., 1961 Anayasası’nın 4., 1982 Anayasası’nın 6 vurgulanmış.. 1982 Anayasasında ki ilgili maddeyi birlikte okuyalım: Egemenlik MADDE 6. – Egemenlik, kayıtsız şartsız Milletindir. Türk Milleti, egemenliğini, Anayasanın koyduğu esaslara göre, yetkili organları eliyle kullanır. Egemenliğin kullanılması, hiçbir surette hiçbir kişiye, zümreye veya sınıfa bırakılamaz. Hiçbir kimse veya organ kaynağını Anayasadan almayan bir Devlet yetkisi kullanamaz. VII.  Yasama yetkisi MADDE 7. – Yasama yetkisi Türk Milleti adına Türkiye Büyük Millet Meclisinindir. Bu yetki devredilemez.” Parlamento, siyasal oluşumun ve gücün odağıdır. Anayasal kaynağı belirlemek yönünden egemenliğin yetkili organlar eliyle kullanılacağı açıklığı getirilmesi, böylece güçler ayrılığı ilkesi nin teyit edilmesi. Egemenliğin kurulması, hiçbir biçimde kişiye, kesime ya da sınıfa bırakılamayacağının genetik olarak kodlanması Ulusun devletinin öğesi ve sahibi düzeyine gelmesi. Yetki, kurum ve kişilerde değil, ulusun kendisine verilmesi... Çoğulcu, katılımcı, kurallar ve kurumlar düzeni olan demokrasi, ulusal egemenliğin ulusal irade ile belirlendiği yaşamın ötesinde, bir öz ve bir hukuksal yapı. Uygarlık çizgisindeki seçkin bir yer ediniş Ulusal egemenlik ülküsünün sürdürülebilirliği  için çocuklara armağan… 23 Nisan'da "ÇOCUĞUZ", 19 Mayıs'ta "GENCİZ", 30 Ağustos'ta "ZAFERİZ", 29 Ekim'de ise "CUMHURİYETİZ". Cumhuriyet ve Demokrasi ona layık olanların, ona sahip çıkanların hak ettiği bir yönetim biçimi. Ulusal değerlere, Cumhuriyet ilkelerine sahip çıkılan nice bayramlar olsun.. Bayramınız kutlu olsun !.. Son Söz: Duvarımda ve masamda her zaman resmini eksik etmediğim Büyük Önder ; ben de koltuğumda büyük adam gibi oturan torunlarım da sana minnettar. İnşallah onların çocukları da seni saygıyla ,sevgiyle ve minnetle anacaklar. Ululaştırarak ve masal kahramanı haline getirerek değil, kalpten severek ve teşekkür ederek, Atatürk diyecekler...   Türkiye, ilelebet pâyidar olacaktır ve Türkiye Cumhuriyeti Devleti'nin ismini değiştirmeye hiçbir küresel güç  muvaffak olamayacaktır. Büyük önder Mustafa Kemal Atatürk'ün  ilk kez 10. Yıl Nutkunda söylediği gibi;  "Ne mutlu Türküm diyene!..." Sağlıcakla kalın... Yüreğinizdeki sevgi daim olsun! Yüreği "Berkehan ve Bilgehan Deniz kadar temiz tüm insanların,  günleri hep aydınlık olsun! -------------------------------------------------------------------------------------- (*)Türk Ordusu, tarihin her safhasında, âdeta, Türk Milletiyle özdeşleşmiş, Türk Ordusu denince Türk Milleti, Türk Milleti denince Türk Ordusu akla gelmiştir. Bu ordu-millet kavramı, Büyük önder "Türk Ordusu, Türk birliğinin, Türk kudret ve kabiliyetinin, Türk vatanseverliğinin çelikleşmiş bir ifadesidir" diye kısa ve veciz açıklamalarıyla tarif etmiştir..

Radikal Blog‘ da ki Denemelerimden (7)“kurumsal Dalkavukluk ve Toplumsal Afazilik“

Kurumsal Dalkavukluk ve Toplumsal Afazilik 5 Aralık 2011, 12:55 (*) İlksöz: "Haklıdan yana değil, güçlüden yana olanlar korkak ve kaypak olurlar. Güç merkezi değiştikçe dönerler; fırıldak olurlar."Bir Kurumda / Ülkede dalkavukluğun sağladığı çıkar, dürüstlüğün sağladığı çıkardan daha verimli olursa o Kurum / Ülke batar. Hay hak! Perde kurduk, ışık yaktık / Gösterimiz gölge, hayal / Gerçeğin aynasıdır bu / Sanılmaya martaval / Bu perde, başka perde / Gölge oyunu perdesi / Karagöz’ü sevenlere / İşte Karagöz perdesi” Bu maniyle başlar “Karagöz ve Hacivat”. Ama önce anlatılacak konuya pek ilintili olmayan ilginç gölgeler geçer perdeden. Fonda ise mutlaka bir müzik çalar. Bu başlangıç bölümü, bir ucuna gerilmiş sigara kağıdı bağlanan “nareke” adındaki kamış düğün cırlak sesiyle sona erer. Tef eşliğinde Hacivat çıkar sahneye ve onun giriş manisini söylemesiyle de oyun başlar. İkinci aşamada Hacivat, perde gazeline başlar. Bu gazelde mutlaka hem felsefi hem de siyasi bir tema vardır. Daha sonra Hacivat, uyaklı bir beyit daha söyler ve nihayet Karagöz perdede belirir. Hacivat’la bir itiş-kakış... Hacivat kaçar. Karagöz yere uzanır ve başlar Hacivat’a verip veriştirmeye. Oyun, yan karakterlerin de katılımıyla, ön planda Hacivat’la Karagöz’ün, iki farklı kültürün örneği olan iki kahramanın, didişmesiyle sürer gider...Oynayan Karagöz’dür amma bu ibret perdesi... Dalkavukluk, [Sycophantic attitude// WürdelosesSchmeicheln: Kriecherei]: (Yalakalık; müdahenet): Arapça sözcük... Arapça dhn kökünden gelen mudāhanat مداهنة  "birini yüzüne karşı övme, dalkavukluk" sözcüğünden  alıntı.Arapça dahana دهن  "yağladı, yağ sürdü" fiilinin mufā'alatvezni (III) masdarıdır.öyle yazıyor kitaplar.....     ‘Daha çok dünyevi ve madde menfaat sağlamak ve itibar kazanmak maksadıyla, önemli kabul edilenbirilerine hoş görünme, özellikle mevki sahibi kişilerin yüzüne gülme,riyakar tutum sergileme, abartılı ve yersiz övgülerde bulunma, güçlüleri,haksız da olsalar desteklemek anlamlarına gelen anti-sosyal ve nahoş bir tutum ve davranış biçimi...’ Yalaka, dalkavuk, çıkar beklentisi ile çıkar sağlayabileceğini düşündüğü kişileri ikiyüzlülükle aşırı övendir. Yalakalığın bir çeşitlemesi olan şakşakçılıkta da başkalarına da benimsetme amacıyla çıkar beklenen kişiye övgü düzmek temel güdüdür. Şarlatan, bilgili gözükerek, yaptıklarını abartarak, ağız kalabalıklığıyla çevreyi aldatarak kendine yarar sağlayan kişidir. Şaklaban, gülünç düşmeye, onursuzluğa katlanarak, sözleriyle, davranışlarıyla ulaşmak istediği kişi ve çevrelere hoşça vakit geçirterek yanaşan kişidir.  Yaşamımızın her alanında   gözlenen davranışlar, düşünürlerin, yazarların özlü deyişlerini çağrıştırmaktadır.Birlikte okuyalım: Dehri arasan binde bir adem bulamazsın Adem görünen harları adem mi sanırsın Ziya Paşa Aptallık genelleştiğinde hamakat görünmez olur. Bertolt Brecht Aptallar akıllılardan çok az şey öğrenebilir, akıllılar ise aptallardan çok şey öğrenir İnsan ne kadar az düşünürse o denli çok konuşur Montesquieu Ehil insana canım feda olsun Ayağı öpülse öperim onu Hele git bir cahille konuş Cehennem ne imiş görmüş olursun Kendilerini önemseyen, üstün niteliklere sahip olduğu sanısına, yanılsamasına, kuruntusuna kapılanların gerçek değerini, Kaygusuz Abdal “bir cim çıkmaz eğer karnını yararsan, camiye gelir de erkân beğenmez” dizesiyle ölçmüştür.  Günümüzden yaklaşık 2 bin 500 yıl önce yaşamış Sinoplu Diyojen’in (Kynite Diogenes) Atina sokaklarında gündüz elinde fenerle ne aradığını soranlara “insan, insan” haykırışını unutmamak gerekir.  Alıntılar, anekdotlar, bireyin kendini değersizleştirmesine, küçük düşürmesine, alçalmasına karşı insan onurunu korumaya yönelik tepkilerdir. Kişi için en değerli erdem artam, onurlu olmaktır. Özgür olmanın, çalışkanlığın, kamu yararı gözetmenin, başarıya odaklanmanın, cesaret göstermenin, ödün vermemenin temel güdüsü kişinin onurunu korumasıdır. Onurlu kişi sözünün eridir, tutarlıdır. “Yanlış anlaşılma, amacını aşma, kamu baskısı, genel istek” gibi özürlerin arkasına sığınarak sözlerini, hareketlerini tevile, sözünü çevirmeye kalkışmaz. Doğru bildiği yolda tek başına kalsa da yürür. Onurlu kişi, övünmez, alçakgönüllü, özgeci davranır. Yunus Emre “Er odur ki alçak dura, yüceden bakan göz değil” dizeleri ile alçakgönüllü olmanın erdemini ifade etmiştir. Şair Sadi de “meyvalarla yüklü dal başını yere serer” dizesiyle bu görüşü paylaşmıştır. Atalarımızın “Boş başak dik durur” gözlemi de bu yöndedir.  Dünyanın en ünlü drama yazarının dünyayı bir sahne olarak görmesi gibi, bizlerinde çalıştığımız yeri,yaşadığımız kenti, yaşadığımız ülkeyi, üstelik  seyirciside olan bir sahne olarak görebilmek bir dünyanın betimi bir bakışın betimidir. Bu sahnede oyuncular, sıraları geldiğinde sahneye çıkmakta, rollerini yapıp, oyunlarını oynayıp ve bittiğinde sahneden de, tiyatrodan da çıkarlar ama…Bizim(Dalkavuk) seyircilerimiz,  değil tiyatrodan çıkmak, koltuklarından bile kalkmazlar. Onlar, biraz önce biten oyunu seyrettikleri hareketsizlikleri ve  sessizlikleriyle, biraz sonra oynanacak yeni oyunun başlamasını beklerler. Ve oyuncular sahneye adımlarını atar atmaz, onlar da yerlerinden yay gibi fırlayarak ayağa kalkarlar ve ellerinin tüm gücüyle yeni oyunun, yeni oyuncularını alkışlamaya  başlarlar. Bizim Dalkavuk seyircimizin  sayısız özelliklerinden biri de bu uygulamadır. Biten oyunun oyuncuları yerine, başlayacak oyunun yeni oyuncularını alkışlamak önsezisine, dünyanın başka hiçbir ülkesinin seyircisi sahip değildir. Çünkü bu sahnesinin seyircileri, sahneden çekilen bir oyuncudan hayır gelmeyeceğini bilecek denli ileri görüşlüdürler(vizyon sahibidirler )  . Bu nedenle  enerjilerini, gideni alkışlayarak boşa harcayacakları yerde, sahnede “sil baştan yeniden” oynanacak  yeni oyunun, yeni oyuncularını alkışlamak için kullanmanın daha akıllı bir yatırım olacağının bilincindedir. Bu sahnenin seyircilerinin bir ilginç özelliği de, seyretmek  istedikleri oyunu seçmek zahmetine  katlanmamalarıdır. Karşısındaki sahnede ister komedi oynansın, ister dram, ister trajedi oynansın, Bu sahnenin seyircileri, karşılarında oynanan tüm oyunları gözlerini bile kırpmadan, parmak uclarını bile kıpırdatmadan, bir televizyon dizisi seyredercesine büyük bir ciddiyetle seyretmeye zaten peşinen hazırdırlar. Zaman zaman da olsa içlerinden bir ya da iki üç kişli ayağa kalkıp da, “Biz bu oyunu yıllardır seyrediyoruz… Bırakın bizi uyutmayı da bir takım yeni, çağdaş hareketler yapın artık” diyecek olsa, tiyatro güvenlik kuvvetlerinin o kişilerin üstüne acımasızlıkla saldırmaları karşısında bile Bizim sahnenin seyircileri seslerini  yükseltmezler, rahatlarını bozmak istemezler. Aslında hiçbiri kendi rahatını düşündüğü için susuyor değildir.  Bakın, ne diyorlar: “Viran olası hanede” diyorlar...  “evlad ü ıyal var “diyorlar...(*) Birşeyler daha diyorlar ama... Ses çok zayıf geliyor... Kulak kabartalım; dinleyin: “Aramızdan öne fırlayıp, bizi uyarmaya çalışan cesur yürekli aydınlarımızı gördükçe, içimizden bir anda bizim de ayağa kalkıp, onları coşkuyla alkışlamak ve yüksek sesle ‘Yaşayın...Bravo size... Her zaman dimdik yanınızdayız’ diye haykırmak gelmiyor değil... Gelmesine geliyor da...  Biliyorsunuz durumları... Hak verin...” *** Sahneye bakıyorsunuz, roller aynı, oynanan oyun aynı, yalnızca oyuncular değişik... Başını da biliyoruz, ortasınıda biliyoruz, sonunu da biliyoruz biz bu oyunun ama…Seyircilere bakıyorsunuz, her biri bir heykel kıpırdamazlğında... Herbiri bir heykel hareketsizliğinde... Herbiri bir heykel sessizliğinde... “Hişt, hişt” demek geliyor insanın içinden. I-ııh..  “Bu ne dikkat, bu ne ciddiyet…Bir televizyon dizisi değil ki bu seyrettiğiniz…”Hııı? Bu sahnenin Dalkavuk  seyirciler, oturdukları yerde sessiz ve hareketsiz oturuyorlar. Tek umudumuz, yeni oyunu oynayacak yeni oyuncuların sahneye çıkmasında... Çünkü, ancak onlar sahneye çıktıklarında anlayabileceğiz seyircilerimizin Yaşayıp  yaşamadıklarını  yerlerinden yay gibi fırlayarak ayağa kalkmalarından ve ellerinin tüm gücüyle yeni oyunun, yeni oyuncularını alkışlamaya başlamalarından…      Dalkavukluk” aşağılayıcı bir kavram olarak kullanılmakla birlikte, geçmişten günümüze şekil değiştirerek varlığını devam ettirmekte. Çıkar sağlamak amacıyla başkalarına saygı ve hayranlık gösterisi yapmak, yaranmaya çalışmak, dalkavukluğun en belirgin nitelikleri. Osmanlı sarayında “muhasip” sohbet eden, “nedim” birlikte yenilip içilen, yarenlik yapılan kişilerin yanında birde “dalkavuk” görevi yapan kişiler bulunmaktaydı. Ayrıca aynı dönemlerde zenginleri eğlendirmek, kaprislerini çekmek, onların eziyet verici şakalarına katlanarak dalkavukluk yapmak bir meslek olarak sürdürülüyordu. Sarayda dalkavuğun görevi hükümdarın hoşuna giden şaklabanlıklar ve taklitler yaparak onu eğlendirmekti. Dalkavukluk gerek sarayda gerekse zengin konaklarında bir meslek olarak sürdürülmüş ancak günümüzde bir hayat tarzı olarak toplum hayatında, yükselme ve itibar görme aracı olarak bürokraside yerini almıştır.Geçmişte dalkavukluk, toplumsal hayatı veya devlet idaresini etkilemeyen, lokalize olmuş bir meslek alanı ve mizah konusu iken; günümüzde, hayatımızı ve devlet idaresini istila eden kaygı verici bir durum olarak yaşanmakta....  Soru şu: peki kurumsal dalkavukluk ne ? Soruyu yanıtlamadan önce  konuyla ilgili kavramsal/ kurumsal çerçeveye ilişkin ilintili kavramları açıklamakta fayda var. Müptezel olan, bayağı olan, banal olan, renksiz ve ortalama kabul edilen, adi bulunan kimse kaldı mı? Yoksa dünya üzerinde sadece “güçlü” ve “güçsüz” mü var artık? Eskiden, güçlü olduğu halde saygınlığa ulaşamayan, zengin olduğu halde görgüsüz bulunan, düşüncelerini en üst perdeden yaymaya çalıştığı halde orijinalitesi ve ilginçliği eksik olduğu için bunu başaramayan insanlar vardı. Kaldı mı onlar? Pek görmüyoruz. O insanlar yitip gittiğinden değil. Her yer onlarla dolunca, saygıyı güce gösterenler, zenginliğin ta kendisini derinlik bilenler, konuşurken çok bağırmayı ilginçlik ve hakikilik zannedenler kendi dünyalarını yaratıverdiler. Birbirlerini alkışlayıp besliyorlar. Güçlüler sahnede, böbürlenmekle meşgul. Müptezellik, saygınlığını yitirmişlikle ve basitlikle âlâkalıdır. Kibirle bağdaşmaması beklenir. Etrafındaki öncelikler doğru ise, saygın olmayan, basit olan, kibirli olabilmek şöyle dursun, saklanarak yaşar. Saygın olan, saygıyı katma değeri sayesinde alır. Ancak, öncelikler gücü esas alacak şekilde başkalaşırsa, kaynağı ne olursa olsun güce saygı duyanlar sayıca fazlalaşırsa, müptezel kibirliler türeyebilir. Onlar, kibirlerini kendilerini var edenler nezdinde yaşarken beslenip ürerler. Gücü sevenler nezdinde yeni bir sahne kurulur. O sahnede, gücün kaynağı değişiverirse herhangi bir sadakat göremeyeceklerinden, gittikçe daha fazla güce ihtiyaç duyarlar. Güç karşılığında, onlar da o gücü kendilerine verenleri sahneye davet ederek beslerler. Diğerleri, geri kalanlar, bu döngünün dışında olanlar, kurulan bir tuhaf sahnede değil gerçekler icinde yaşayanlar ne yapıyorlar peki? Saygının kaynağını doğru yerlerde, örneğin, bilimde, sanatta, merhamette, hoşgörülülükte, prensiplerde, düşünce derinliğinde, erdemlilikte ve katma değer yaratmakta arayanlar, yani içerikli ve sahici insanlar, kendi sahnelerini kurmakta da, lider üretmekte de, lideri takip etme tutkusunda da çok daha yavaş, seçici ve zayıflar. Gitgide, gücün merkezinden de genel olarak sahneden de çekiliyorlar. Önceliklendirdikleri şeyler gücün ta kendisiyle de, bir liderin şahsıyla da, sahnelenenlerle de ilgili değil zira. Onlar sahneden çekildikçe, müptezel kibirleniyor, banal ukalalaşıyor. İçerikli ve sahici insanların kendilerinin sahneden çekilmekte olması yetmez gibi, kimileri çocuklarının da güç odaklı tuhaf sahnede yer almasını kurguluyor artık. Kuşak geçerken, güce hayranlık ve saygı duyanlar sahnesine kayış izleyeceğiz yani. Çocuklarımız için önemli meselelerden biri olacak bu. Eğer içerikli ve sahici insanlarda çocuklarını yetiştirişleri yönünden gözlenebilen şu yaklaşım ve eğilimler devam ederse, hepimizin çocukları daha da çetin bir “güçten beslenip güce alkış tutanlar” dünyasında, müptezel kibirliler ve banal ukalalar dünyasında, iyice içlerine kapanacaklar. Kendileri müptezele müptezel, banale banal diyebilen, kendileri için güce tutkun olmayan, içerikli ve sahici insanlar, güce yatkın olanlarca kurulan sahnede kendi çocuklarının “kendilerinin yaptığı hataları yapmaması” adı altında, çocuklarını da alternatif sahne cephesinden çekiyorlar. “Zorbalığa maruz kalacağına zorba olsun”, “ensesine vurulup lokması alınır, çetin olsun”, “zarafet zayıflık sanılıyor, biraz öküz olsun”cu ana babalar, kendilerinin ahbap olmayacakları, hayat arkadaşı olarak seçmeyecekleri, öylece tanışsalar zinhar sevmeyecekleri insanları kendi evlatları olarak yetiştiriyorlar. Ne şekilde olursa olsun gücü elde edip kibirli ve ukala olabileceği şekilde çocuk yetiştiren anne ve babalar artıyor. Bu güç heyelanı ortamında çocuğu kendisi olmaya yöneltmenin riski de arttıkça artık insanlar paylaşmayı, teşekkürü, tebessümü, kendi işini kendi görmeyi, erdemi, emek vermeyi, gönül almayı ve kadir kıymet bilmeyi çocuklarına aşılamıyor. Sloganlarla, kolay formüllerle, kestirme yollarla, süreci değil sonucu dert eden düşüncelerle, nobranlığa dayalı itip kakma marifetleriyle donatılmış çocuklar gelecekteki alfa rollerine hazırlanırken, katma değere dayalı, saygıyı bilgide, emekte, sanatta, merhamette, hoşgörülülükte, prensiplerde, düşünce derinliğinde ve erdemlilikte bulan çocuklara da yerleri ve sıfatları yine ana babalarca hazırlanıyor: içine kapanık, utangaç, veya, kaybeden. Gerçekte bu sarmalda kaybedenin kim olduğu, kuşaktan kuşağa gittikçe hızlanan bir erozyonla kaybedilenin ne olduğu, o çocukları kaybeden toplumların neleri ne hızda kaybedecekleri, umursanmadan, bilinmeden. Peki, bu durumla nasıl mücadele edilir? O erozyona karşı ne yapılır? Alternatif sahne nasıl kurulur, korunur? Kolay. Önce, güce hayran olanların savsakladığı sahneyi izlemeyi bırakmak lazım. Aval aval diğer sahnede sahneleneni izlerken ve ona göre pozisyonlanılırken kaybedilen zamanı hayatımızdaki içerikli ve sahici insanlarımıza, eş, dost ve akrabalarımızdan bizim hücrelerimize geçmiş olanlarına, en önemlisi de çocuklarımıza, vermek lazım. Onların önceliklerini doğru kurabildikleri sahneyi ayakta tutabilmelerine, o sahneye getireceğimiz emek, içerik, sevgi ve espriyle destek vermek lazım. Çocukları ve gençleri güce odaklayıp etiketleye etiketleye kudurtmak yerine, sinemize yaklaştırıp sıcaklık ve umut vermek lazım..  Erozyona karşı, tohum ekme ve kök saldırtma işi yapılır. Tam da bunu yapmak lâzım. Yüzeyselliklerden kaçınmak, sloganları ve kestirmeden gidilen sonuçları değil içerikli bilgiyi, uğrunda emek verilmiş kazanımları ve tecrübe edindiren süreçleri beğenip öven tavrı korumak lazım. O tohumları ekmek ve o konularda derinlere kök saldırtmak lazım.ve en önemlisi "vasatlıktan" kurtulmak gerekir. COVID-19 salgınının somut etkileri, ortak aklı harekete geçirdi ama COVID-19’dan daha ölümcül ve daha yıkıcı olan “vasatlık salgınını” gerektiği kadar tartışmıyor ve sorgulamıyoruz. ► Vasatlık, okumadan âlim, gezmeden seyyah olduğuna kendini inandırmaktır. ►Vasatlık, ahlâkın emek istediğini görmezden gelerek, ayrıntı bilgisi olmaksızın yargıya varmaktır. ►Vasatlık, bir inanca, ideolojiye, yerleşik doğruya, kalıp düşünceye ve ezbere aklımızı emanet etmektir.   ►Vasatlık, sorgulamadan alkış tutmak; inancımızın kutsal kitabında, “Hakkında bilgin olmayan şeyin arkasından gitme” hükmünü görmezden gelmektir. ►Vasatlık, kendimiz için olamama, başkaları için değer katamama, harekete geçerek sorunlarla yüzleşmeyi göze alamama korkaklığıdır. Herkese sormak isterim Başta kendime ve erişebildiğim herkese sormak istiyorum: ►Vasatlığın yol açtığı eşitsizlik, kaynak kullanma verimindeki düşüklük, yönetişim niteliğindeki zayıflık COVID-19 salgınından daha önemsiz mi? ►Vasatlığın yarattığı benmerkezci tutumların ve sadece kendi kısa dönemli çıkarlarına odaklanmanın yarattığı Irak’tan Libya’ya, Filistin’den Afrika derinliklerine, Uzakdoğu’dan Güney Amerika ülkelerine “lokal savaş kışkırtıcılığının” neden olduğu ölümler, sürgünler ve eziyetler insanlık için COVID-19 kadar yıkıcı değil mi? ►Vasatlık bencilliğinin depolarda çürüttüğü tonlarca gıda maddesi varken, değişik ülkelerde açlık sınırlarının altında yaşayan binlerce insanın yaşaması, açlıktan ölmelerine ilgisiz kalınması bir insanlık suçu olmuyor mu? İster mitolojik bilinç düzeyinde olalım, ister teolojik bilinç davranışlarımıza yön versin, dilerseniz ideolojik bilincin kolaycı ve kestirme çözümler üretmesinin cazibesine kendimizi kaptırmış olalım, bir an durup “yaşamın anlamı” üzerine düşünmeliyiz. Sistemler yaşamı kolaylaştırmalı Düşünce sistemleri, inanç sistemleri; bilim, teknoloji ve eğitim sistemleri, ticaret sistemleri, finans sistemleri; sosyal, siyasi ve kültürel sistemler, hukuk sistemleri ve yönetişim sistemleri özünde maddi ve kültürel zenginlik üretme, zenginlikleri adil paylaştırma ve yurttaşların güvenli bir yaşam sürdürmelerini sağlama için vardır... Vasatlık bir salgına dönüşmüşse, sistemler gelir eşitsizliği yaratıyorsa, kaynakların kullanımında verimsizlik artıyorsa, kaliteli yönetişim yapmanın bilinen en az zararlı yolu demokrasi zaafa uğruyorsa, hep birlikte vasatlık salgınının aşısını bulmak zorundayız. Ahlâk, karşılaştığımız olay ve olguların ayrıntısını bilmeyi, kendi hakkımızın sınırlarını çizmeyi, insanlık adına kendimize fren koyabilmeyi gerektirir. Ahlâk emek ister. Ahlâk, hakkında yeterli bilgi sahibi olmadığın düşünce ve eylemlerin peşinden gitmemektir. Ahlâk, kulaktan dolma, doğruluğu kanıtlanmamış duyumların peşinden sürüklenmeden, başkalarının ağzına bakarak değil, kendi irademizle öğrendiklerimizin peşinden gitmedir. Değerleri çürüten mikrop olan vasatlığın sığ ve yarım bilgilerinin peşinde sürüklenmenin karşısına dikilmektir ahlâklı olmak. Bu bağlamda; Kurumsallaşma, şu anda iş dünyasının gündemindeki en popüler konu. Tanımı gereği, bir işin yerine getirilmesinde oluşturulacak süreçlerin belirlenmesive bunun ortak hafızada taşınması demek. Dalkavukluğu, ‘bir işin yerine getirilmesinde oluşturulacak sürecin içine ve daha da beteri, kurumun ortak hafızasına taşımak’ söz konusu olduğunda, artık ‘kurumsal dalkavukluk’tan sözediyoruz demektir. Kurumsal dalkavukluk, bir kültür sorunu. Kültürü ‘toprak’, değerleri de ‘tohum’ olarak kabul edersek, liderin tutumu, işyeri kültüründe, kurumsaldalkavukluğun yeşerip yeşermeyeceğini belirleyen en temel unsur haline gelmekte. Kurumsal dalkavukluğun en tehlikeli yanı, karar verme süreçlerini çarpıtması ve bunun sonucu ortaya çıkan ‘yönetimsizlik’.... Yazı konusu “Kurumsal dalkavukluk” kavramıyla, bürokraside dalkavukluğun yükselme aracı ve muteber bir davranış tarzı olarak benimsenmesi kastedilmekte. Dalkavukluk; gerek günlük hayatta gerekse bürokratik alanda yalakalık, yağcılık, yağdanlık, kemik yalayıcılık, çanak yalayıcılık gibi değişik kavramlarla da ifade edilmekte. Dalkavukluk, günlük dilde aşağılayıcı bir kavram olarak kullanılmasına karşın hayatımızda neden etkili bir davranış tarzı olmakta? Dalkavukluk; makam, servet, güç, şöhret sahiplerine karşı yapılan karşılığında çıkar elde edilen bir davranış şekli. Kişilerin ancak uzun bir çaba, yetenek ve eğitimle elde edebilecekleri çıkarı bir anda elde etmesi dalkavuklukla mümkün olmakta. Dalkavukluk; onur kaygısı yaşamayan, yeteneğine güvenmeyen, çalışmayı sevmeyenler için cazip bir yol olarak görünmekte. Bir ülkede dalkavukluğun sağladığı çıkar, dürüstlüğün sağladığı çıkardan fazla ise orda dalkavukluk yaygın bir davranış haline gelir. Bir bilim adamı “Bir ülkede dalkavukluğun sağladığı çıkar, dürüstlüğün sağladığı çıkardan daha verimli olursa o ülke batar.” demiş. Kişi iradesini özgürce kullanamıyorsa, özgür bir irade oluşturacak eğitim ve kültürden yoksun yetişmişse potansiyel dalkavuktur. Rahatlıkla iradesini bir güce, bir çıkara yaslar. Sürü toplumlarında dalkavukluk yaygın bir davranış şeklidir. Bizde de “sürüden ayrılanı kurt yer.” “Önde gitme asılırsın, arkada kalma basılırsın.” gibi sözlerle sürüye uyma telkin edilir. Özgür irade kullanımı tehlikeli bir davranış olarak gösterilir.Özgür irade kullanımı aynı zamanda sorumluluk almaktır. Dalkavuk özgür irade kullanmaz. Başka iradenin oyuncağı olarak davranır. Böylelikle hem sorumluluk almamış hem de çıkar sağlamış olur. Kişinin insan onuruna yakışır bir ruh asaletine sahip olması, yaygın tabirle “nokta kadar menfaati için virgül gibi eğilmemesi” dir.Erdemli olma hali; doğruluğu, dürüstlüğü, onuru çıkar duygusunun üstünde tutma halidir. Erdem bizden bedel ister. Erdem karşılığında bazı çıkarlarımız yok olur. Eğer bedelini ödemeyi göze alamıyorsak erdemli olamayız. Shakespeare “İktidar dalkavukluktan hazzetmeye başladığı zaman, şeref daima ayaklar altında ezilmiştir.” der. Gündüzleri Atina sokaklarında elinde fenerle dolaşarak, dürüst adam aradığı söylenen Diyojen’e bir yakını “Eğer krala biraz yakınlık gösterseydin, bu kuru yerlerde yatıp kuru ekmek yemek zorunda kalmazdın.” der. Diyojen ise ona “Sen de kuru ekmek yiyip kuru yerlerde yatmayı göze alsaydın alçak adamlara yalakalık yapmak zorunda kalmazdın.” diye cevap verir. Toplum düzenine adaletin egemen olmaması dalkavukluğun yaygınlaşmasında önemli rol oynamaktadır. Adalet; haklıya hakkını, suçluya cezasını vermek, eşit durumda olanlara eşit davranmak, farklı durumlarda hakkaniyeti gözetmektir. Hukuk düzeninin işlediği bir yönetim biçiminde dalkavukluk yaparak bir makama gelmek mümkün değildir. Hukuk düzeninde bir makama gelmek ancak o makamı hak etmekle mümkün olabilir. Hak etmeden bir makama gelenler karşılığında onurlarını verirler. Dalkavukluk yaparak geldiği makamda eksilen onurlarını, başkalarının da kendisine dalkavukluk yapmasını zorlayarak telafi etme yoluna girerler. Böylelikle yönetimde yukardan aşağı doğru bir dalkavuklaşma yayılır Neyzen Tevfik bir şiirinde “Asrın bir umdesi var, hak kapanındır./Söz haykıranın, mantık ise şarlatanındır./Geçmez ele bir paye, kavuk sallamayınca,/Kürsi-i liyakat p……k, p…t olanındır!” diyerek devrindeki durumu hicvetmiştir. Bizde dalkavukluğun tarihsel geçmişi vardır. Osmanlı sarayında dalkavukların bulunduğunu ve padişahı eğlendirdiğini biliyoruz. Toplumlar bazı davranış modellerini geçmişten tevarüs yoluyla edinirler. Eğer bir davranış toplumca kınanmıyor bilakis itibar görüyorsa o toplumda o davranış yaygınlaşır. Örneğin bir toplum, temiz ellerden ziyade dolu ellere itibar ediyorsa o toplumda çıkarcılık ve hırsızlık yaygın hale gelir. Dalkavukluğun geçmişte bir meslek, bir geçim kaynağı olması günümüze kadar devam eden bir süreçtir. Ancak dalkavukluk günümüzde şekil değiştirmiş meslek olarak değil, karakter olarak yaşanmaktadır.   Dalkavukluğun bir mizah malzemesi olarak sohbetlerde yer alması hoştur. Ancak ülke yönetiminde dalkavukluğun yer alması o ülkenin batmasına yol açacak bir süreçtir. Çünkü dalkavukluk; ehliyetli, liyakatli, yetenekli, başarılı, çalışkan insanların yükselmesini önler. Bu durum bürokraside “negatif seleksiyon” dediğimiz kötülerin yükselmesi, iyilerin ise bertaraf olması sonucunu doğurur. Dalkavuk biri başa geçtiğinde etrafını dalkavuklarla doldurur. Bir makam sahibinin çevresine seçtiği insanlara bakarak, nasıl biri olduğunu anlayabiliriz. Herkesin birbirine dalkavukluk yaptığı bir düzende işler doğru dürüst yapılmaz. Hoşa giden ve boşa giden işler yapılır. Dalkavuk kendine güvenmez. Çünkü hak ederek o makamda oturmamaktadır. Kendine güvenmediği için kimseye de güvenmez. Dalkavuk makam sahibi, bilgisiyle, yeteneğiyle hâkim olamadığı çevresini ajan kullanarak, açık arayarak, fitne çıkararak kontrol etmeye çalışır. Bu durum yönetimde jurnalciliğe, güvensizliğe, kaygıya korkuya ve dolayısıyla verimsizliğe yol açar. Dalkavukluğun egemen olduğu yönetim bir maskeli balo gibidir. Gerçek kişilikler ortada görünmez. Aşağıdan yukarı, yukardan aşağı, sağdan sola, soldan sağa dalkavukluklar yapılır. Aşağıdan yukarı dalkavukluk yükselmek ve işleri yapmamak içindir. Yukardan aşağı dalkavukluk ise, işi onun üzerine yıkmak içindir. Onun için eskiler “iltifatı ümeraya güven olmaz.” (amirlerin iltifatına güven olmaz.) demişlerdir. Sağdan sola, soldan sağa, yatay dalkavukluklar da yine işleri birbirinin üzerine yıkmak içindir. Dalkavuk düzeninde sorumluluklar sürekli başkasına yıkılmaya çalışılır. Sorunlar hep çözümsüz kalır. Yönetimde fikir üretimi olmaz. Aşağıdan yukarı doğru sürekli şu sözler olur. “isabet buyurdunuz efendim.” “siz zaten söylemiştiniz efendim.” “siz bu konunun üstadısınız efendim.” “siz en iyisini bilirsiniz efendim.” “en büyük sizsiniz efendim.” vb. sözler. Böylelikle “ne fikirlerin çarpışmasından” ne de “fikirlerin birleşmesinden” yeni fikir doğar. Başta oturanlar sözlerinin sadece yankılarını duyarak mutlu olurlar. Ancak yönetim kendini yenileyemediğinden çökmeye başlar. Yönetim dalkavuklarla, asalaklardan oluşan dev bir sisteme dönüşür. Yönetimde rol alanlar yediği lokmanın hakkını o topluma ödemekle sorumlu kişilerdir. Eğer kişiler yediği lokmanın hakkını topluma ödeyemiyorsa o toplumun asalağı olur. Asalaklar çoğaldıkça bünye iflas eder. Yani hem toplum hem de yönetim batar. Dalkavukluğun fazla olduğu yönetimde ihanetler de çok olur. En büyük ihanetler dalkavuklar tarafından yapılır. Çünkü dalkavukluk doğrudan kişiye yapılan bir şey değildir. Kişideki makama, servete, güce yapılır. O makam, servet, güç kaybedildiğinde o kişiye dalkavukluk anında kesildiği gibi yeni efendilere yaranmak için eski efendilere ihanet kaçınılmaz olur. Yönetimde dalkavukluğun egemen olması denetimi ortadan kaldırır. Dalkavuk bir yandan iş yapmamaya diğer taraftan açıklarını dalkavukluk yaparak gidermeye çalışır. Eğer makam sahipleri dalkavukluktan hoşlanıyorsa -ki bu durumda kendisi de dalkavuktur.- “en büyük sensin.” sözlerine muhatap olur. Hukuku çalıştırmaz. Kendisine izafe edilen ilahi bir güçle dalkavuğu hoş görür. Suçlunun cezasını çekmediği yerde suçlular kahraman olur. Düzen de yerle bir olur. Yönetimde dalkavukluğun daha birçok yan etkileri vardır. Konunun yeterince anlaşıldığı varsayımıyla daha fazla söze gerek görmüyorum. Siz isterseniz kapatıp bir sonraki pencereden devam edin.Bu konuyu böylece açıklığa kavuşturduktan sonra, peki ne yapmalı ?sorusuna dönelim. Eğitim sistemimiz her kademesinde kişilikli, erdemli, sorumluluk sahibi ve özgür düşünen insanlar yetiştirmelidir. Yetenek ve çalışma ile kazanma arasında orantı doğru kurulmalıdır. Makamlar, servetler hak edilerek elde edilmelidir. Büyük Önder “Çalışmadan, yorulmadan ve üretmeden rahat yaşamanın yollarını aramayı alışkanlık haline getiren milletler; önce haysiyetlerini, sonra hürriyetlerini daha sonra da istikballerini kaybederler.” Sözü unutulmamalıdır. Hukuk düzeni korunmalıdır. Lütuf ve gazap kültürü değil hukuk kültürü egemen olmalıdır. Yöneticiler, iktidarın lütfüyle abad, gazabıyla berbat olmamalıdır. İşler ahbap çavuş ilişkisiyle değil hukuk düzeniyle yapılmalıdır. Toplumda dalkavukluğun itibar görmeyeceği bir anlayış gelişmelidir. Dalkavukluk ilgi ve itibar görmediği yerden göç edecektir.  Ülkemizde, onurlu, bilgili, yetenekli, kamu yararı gözeten, özgeci, gurur verici niteliklere sahip insanlarımız ne yazık ki tersine ayrımla dışlanmakta, tasfiye edilmekte, hatta cezalandırılmaktadır. Yetenekleri sınırlı kişiler, belli orunlara gelebilmek, unvanlar, sıfatlar alabilmek için etkili gördükleri kişilere, çevrelere biat ederek, yanaşarak, övgü düzerek, komplolar, kumpaslar kurarak, al-ver ilişkilerine girerek kendi çıkarlarını korurken, liyakatli olanların da dışlanmasına yol açmaktadırlar. Türkiye’nin temel sorunu gerekli niteliklerden yoksun kişilerin politikada, bürokraside, akademik çevrelerde, toplum yaşamında ön plana çıkmaları, etkili olmalarıdır. Ülkelerin ana zenginliği beşeri sermayeleri olmasına karşın ülkemiz beşeri sermayesini de verimli şekilde kullanamamaktadır. Savunmaya çalıştığımız görüşü, alıntı yaptığımız “insanlık için entelektüel sermayenin parasal sermayeden daha değerli olduğu anlaşıldığında, dünya dramatik değişikliğe sahne olacaktır” tümcesi daha özlü, yetkin olarak ifade etmektedir. Sorunun nedenlerini, kaynağını göremezsek çözüm bulamayız. Dalkavukluğun bir yandan bireysel çıkarlar sağlarken diğer yandan bir yönetimin hatta bir toplumun önce afazi hale geleceği daha sonra da mahvına yol açacağı herkesçe bilinmelidir. Dalkavukluğun toplumda zararlı bir davranış olduğunu söylemeye gerek varmı bilemiyorum!...‘Nasihatname’ dediğim kalıp, bu yolda bir temrin aslında. Elim henüz kalem tutarken, tecrübemi tecrübenize, bildiklerimi bildiklerinize, hadi lafı dolandırmayayım, ömrümü ömrünüze katarak, 21. yüzyıldaki yolculuğunuzda size belirli bir avans sağlama gayreti. İsterim ki, elinizden geleni değil, yapılması gerekeni yapın, dünyaya bir de benim pencerelerimden bakın. İstemediklerinizi kapatın, yenilerini açın.  İstihkâmlarınızı güçlendirin, zor zamanları fırsata çevirin. Benim yaşıma geldiğinizde, benim hiç olamadığım kadar hakîm, fehim, müstakim, emin, mekin ve metin olun."(*) Konuyla ilgili sizlere altı hikaye… “Anlayana Sivri Sinek Saz, Anlamayana Davul Zurna Az !...” Birinci hikaye… Köylüler değirmene taş arıyormuş. Sonunda kayalık tepelik bir yerde değirmenlik taş bulmuşlar. İyi de nasıl indireceğiz bu taşı.. İçlerinden biri ben dereye inip aşağıda bekleyeyim, siz yukardan taşı yuvarlayın, taş tam üstüme gelirken ben ‘hööö hühü deyip taşı ürkütür kaçırır düze indiririm’. -Olur mu gardaş, valla olur. Taşı yuvarlamışlar, taş derede akıl verenin tam üstüne düşmüş.. Kafası kopmuş.. Arkadaşlar yanına varmış, bakmışlar kafası yok..’Yav arkadaşlar bunun kafası var mıydı?’ Bir köylü, yav arkadaş kafası olmaz olur mu geçenlerde yoğurt yerken bıyıkları beyazdı, ben şahidim.. Diğer köylü, yav arkadaş, bunun kafası olsaydı değirmen taşını üstüne çağırıp höt zöt’le değirmen taşını ürküteceğine inanır mıydı? İkinci hikaye… Köylü kadın kuyunun başında kovasını oflaya puflaya çekiyor ancak gücü yetmiyor zorlanıyor.. Kovayı su doldurup çekemeyince de ‘Allah belanı versin Köroğlu’ diye beddua ediyor.. Olacak ya, Köroğlu tam yanında bitmiş. Köylü kadına, ‘ana, Köroğlu netti sana, çocuğunu mu öldürdü, kocanı mı öldürdü, tarlanı mı talan etti, netti?’ Kadın: Yoo Köroğlu tarlamı talan etmedi çocuğumu öldürmedi.. Köroğlu: İyi de ana, bir kovayı çekemiyon gelip Köroğlu’na küfrediyon, o kovayı da gelip Köroğlu mu çeksin… Üçüncü hikaye… Bir gün mahalle camisine güngörmüş bir hoca gelmiş.. Hoca ne zaman namaz kıldırsa, namazın sonunda ‘essalamünaleykümverahmetullah’ der demez cemaat duaya tespihe durmadan hemen camiden kaçıyormuş. Hoca düşünmüş, yahu cemaat duaya tespihe kalmıyor hemen kaçıyor, ne yapmalı. Sonunda dua ve tespihi namazın başında yapmaya karar vermiş. Cemaat namaz için saf olur olmaz hoca namaza değil duaya başlamış, ‘bu kıldığımız namaz geçmişlerimizin…’ der demez cemaatten biri: -Hocam daha namazı kılmadık bu neyin duası? Cematten bir başkası hocaya bu soruya sorana bir omuz atıp: Öyle deme, bunlar büyük hocalar, bunlar namazlarını ötelerde yukarlarda birileriyle kıldı bize de duası kaldı. Dördüncü hikaye… Okula yeni başlayan saf çocukları üst sınıflardaki öğrenciler kandırmak için büfe önüne gelir, çocuğa, şu pestilinden bir parça ver ondan deve yapayım, der, Çocuğu kandırıp elinden lokumunu cevizini alır.Çocuk da safça nasıl deve oluyor diye bön bön kanıp bakarken, pestili ağzına atar döndürür çevirir saf çocuk boşuna bekler, tabii ki ağzına atıp afiyetle yutar. Dilimizde ‘deve yaptılar’ deyimi buradan gelme. Beşinci hikaye… Ağa’nın yaşı gelmiş yetmişe, eski höt zöt günleri geride kalmış, durulmuş mülayimleşmiş sakin bir adam olmuş. Bu Ağa’nın işte tarlasına girip yağma etmişler. Ağa’ya gelip, ağa senin tarlayı talan ettiler her bir şeyini yaktılar yıktılar. Ağa: ne edek adam mı öldürek farzedem ki benim eşekler tarlayı talan etti. Gün geçmiş, ağanın evine girip soymuşlar, her tarafı kırmışlar. Ağa’ya gelmişler, ağa senin evin her dolabını soyup kaçmışlar. Ağa: ne edek adam mı öldürek farzedem ki benim itler evi dağıtmış soymuştur. Gün gelmiş ağanın gelinini yolda taciz edip laf atmışlar. Ağa’ya gelip, Ağa senin namusuna gelinine göz koymuşlar yolda gelinine arkadan mıncık atmışlar (elle taciz). Ağa: Ne edek adam mı öldürek sayaram kendi hovardalığıma. Altıncı hikaye… Padişahın avanak bir oğlu varmış, geri zekalı.. Bu şehzade çok cahil yarın padişah olursa işimiz nice olur deyip bir tedbir almışlar. Avanak şehzadeyi bir akşam alimler meclisine sokmaya karar vermişler. Alimler konuşurken dinler düşünür öğrenir, alimlerden feyz kapar, demişler. Alimler meclisi felsefe sanat konuşurken avanak şehzade lafın ortasında çok gereksiz ve çok saçma bir laf söyler: Bir ok attım kebap oldu.. Padişahın dalkavuk’u bir alim bu utanç verici cahillik karşısında şaşırır ve bu saçma sapan sözü toparlamaya çalışır, üstadlar, şehzademiz bu sözle, bir ok atmış, tavşanı vurmuş, ve tavşanın etini kebap edip yediğini anlatmaya çalışıyor. Vaziyet biraz kurtarılmışa benziyor, alimler tekrar ilmi sohbetlerine devam etmişler. Bir müddet sonra avanak şehzade yine ortaya saçma sapan bir söz atar: Bir ok attım sütlaç oldu. Padişahın dalkavuğu, içinden eyvah bu sözü nasıl toparlayacağız, demiş.. Ve kendince bu anlamsız sözleri bir şeylere uydurmaya ‘anlamlandırmaya’ çalışmış. Üstadlar, şehzademiz burada bir ok atmış, dişi bir keçiyi vurmuş, keçinin sütüyle sütlaç yaptım, demek istiyor. Diğer alim ortaya atılmış, olmaz, demiş, ölmüş keçinin sütü murdardır içilmez. Derken alimler ölmüş keçinin sütü helal mi haram mı diye başka bir boş tartışmanın içine düşmüş. Nerdeyse alimler bu sözü toparlamak için birbirini öldürecek. Derken, bir kenarda olup biteni sessizce izleyen başka gün görmüş bir alim, ‘efendiler, siz daha süt bahsinde anlaşamadınız, daha bunun pirinci var şekeri var.’ Bir başka hikaye birlikte okuyalım: Aksak Timur'un Anadolu'yu işgalinde, ordusunda filler de varmış. Bunlardan birini, tarlada hizmet amacıyla köylülere armağan etmiş. Fil, tüm ekinleri talan etmeye başlayınca, köylüler soluğu, Timur ile arası iyi olan Nasrettin Hoca'nın yanında almışlar. -Bu fil bizi mahvedecek. Timur'a gidip, fili geri almasını bizim adımıza rica edebilir misin, ya Hoca? Nasrettin Hoca düşünmüş, taşınmış. Bu adamlara da bir türlü güvenmezmiş... -Tek bir şartla! demiş. Benimle birlikte Timur'un otağına varacaksınız; ben de sizin adınıza konuşacağım. Köylüler kabul etmişler. Birlikte Timur'un otağına varmış, huzura kabul edilmişler... Daha doğrusu Nasrettin Hoca öyle sanmış. Astığı astık, kestiği kestik Aksak Timur seslenmiş: -Söyle Hoca, dileğin nedir? -Ben köylünün adına geldim, efendimiz! demiş Nasrettin Hoca. Onların derdine tercüman olmaktır dileğim. Diyorlar ki... Nasrettin Hoca, kolunun çemberi ile köylüleri işaret etmek üzere şöyle bir yarım dönmüş ki; o da nesi? Ardında hiç kimse yok! Yarı bele kadar eğilmiş ve: -Diyorlar ki, diye devam etmiş... armağan ettiğiniz fil, öyle hayırlı, uğurlu ve yararlı bir hayvanmış ki... Ondan bir tane daha köye armağan etmenizi talepten utanç duyuyorlar. Kerem edin, köyümüze bir tane daha gönderin Aksak Timur'la Nasreddin hoca'dan beri nedense; Anadolu'nun insanının aynı refleksi verdiğini hayretle izliyoruz.. Manevi âleme açılan o kapılar kapandı. Asıl kapıları yitirip. Ya keramet beklediğimiz, rızk kapısı zannettiğimiz, bizi şükrü unutturan yöneticilerin, iktidarda olanların kapı eşiklerinde aranan umut kapıları… yaşadığımız toplumda. Kapalı kapılar ardında güce ve iktidara karşı hep isyankar ve hoşnutsuz, iktidardan.yönetenden ve hükmedenden biteviye dert yanan;ama yine de garip bir şekilde,o iktidar sahiplerine övgüler yağdıran,dalkavukluk ,yağcılık yapan, "giden ağam,gelen paşam"diyen, omurgasız duruşu yaşam biçimi haline getiren, sırtını okşamayla takla atmada beis görmeyen , "nokta kadar menfaat için virgül kadar eğilen ",acı çektikçe, o acı çektirenlere daha da akıl almaz bir biçimde aşkla bağlanan, hatta tapınan bir yaklaşım... Bir anlaşılmaz muamma!.. Türk toplumunun garip bir profili!.. Bir akademisyen arkadaşımın bu konuda güzel bir sözü var ,ama o söz bende saklı kalsın!.. Bilen biliyor zaten!.. Hani son zamanlarda moda deyim var ya... "Sözün bittiği yerdeyiz" diye!... İçinde yaşadığımız bu olaylar aklımıza geldikçe; kalan ömrümüz de,hep Nasreddin hocayı Aksak Timurun fillerini anacağız. Ne diyim!.. Sen çok yaşa Nasreddin hoca!... Sen çok yaşa Aksak Timur!.. ve de siz çok yaşayın Timur'un sevimli filleri. Zinhar başımızdan, aramızdan eksik etmesin. Tüm yapılanları, bu yaşananları, Tüm haksızlıkları Allaha havele ediyoruz!.. Dalkavukluk, yalakalık sadece siyasete mi özgü sanıyorsunuz. Akademik camiaya gelin, her gün çeşit çeşit örneklerini görürsünüz ...Hem de ne örnekler!..vallahî hafızalanız almaz...Sadece "Şeyh uçmaz, müridi uçurur"derler ya!...Bizim mürit bir üst 'level (* )'a geçmiş haberi yok..Adam yalakalığın/dalkavukluğun son aşamasında.Kendi uçmuş...Ama ne uçuş! Nirvana!.. "yalakalığın sonu ayakçılık" haberi yok!...Alın size tanık olduğum yalaka hikayesi , ama nirvanalık anlamında en çarpıcısı...... Kurucu Rektörümüz  ile birlikte; Dumlupınar Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Dekan Yardımcısı ve aynı zamanda Tavşanlı Meslek Yüksekokul Kurucu Müdürü olarak Gediz’ de bir açılış törenine katılmıştım. Açılış töreninde teşrifatçılık görevini üstlenmiş (cazgır); Rektöre , Arapça, Farsça ,Türkçe karışık methiyeler düzüyordu…Ama ne methiyeler…Protokolde Yanımda oturan hem yönetici hem de Öğretim Üyesi bir arkadaş yüksek sesle sunuculuk yapan Zat-ı muhtereme “Oldu olacak bir de “Vahdet-i vücûdumuzun hikmeti de sensin" diye söyle de tam olsun” dedi. Tüm protokol de olanlar gülmekten kendilerini alamadı….Rektör kürsüye geldiğinde Zat-ı muhtereme "yalakalığın sonu ayakçılık" mealinde satır aralarında göndermeler yaptı. Zatı_ı muhterem o uçuş sonrasında, Rektörün kendisine yönelik O Kinayeli konuşmasından ders almış mıdır hep merak ederim... (* )Bu kelime özellikle İngilizce yazılmıştır. Hani sözüm ona!... Çok bilimsel olduğunu belirtmek için, Türkçe kelimelerin arasına, İngilizce kelimeleri serpiştirerek konuşan, "kerameti kendinden menkul" akademisyenler için...(16 ocak 2014) Son Söz: Bir ülkede her türlü: Yolsuzluk, Hukuksuzluk, Adaletsizlik, Kayırmacılık, Milliyetçilik ( SAHTE Milliyetçilik) adı altında ve arkasında aklanıyorsa, O ülke sefilliğe batar... GERÇEK Vatanseverlik, ülkesi için Hukuk, Adalet ve Liyakat istemekle başlar..Gün gelecek, pozisyon değil prensip, laf değil eylem, bireysel konum değil toplumsal fayda, tercih değil ödev, yetki değil sorumluluk asıl olacak. Gerçekten büyük olmayan “büyük adamlar” çevrelerini küçük adamlarla doldururlar. "Esas olan, Sadece yaşamak değil, İnsana yakışır şekilde ve Onurlu yaşamaktır. Teslim olmadan, Boyun eğmeden, Sürünmeden, El etek öpmeden yaşamak..." -------------------------- Referans: (*)Radikal Blog‘ da ki Denemelerimden (7) (**) Alev Alatlı,Fesüphanallah,Nasihatname 1,s.16.

Bayram Sevindiğiniz Kadar Değil, Sevindirdiğiniz Kadar Bayram !...

Bayram gibi yaşanılan bayramlara hasret.olmadan.. Herkese iyi bayramlar olsun.... Bu bayramda on milyonlarca hem küçükler için hem de büyükler için sevdiklerini akılda ve kalpte tutarak yaşansın, "iyi ki var, çok şükür" duygusunu katmerlendirecek bir bayram olsun...…. Bayram sevindiğin kadar değil, sevindirdiğin kadar bayram!... Bu bayramın; Ülkemize ve Türk Dünyası’na huzur dolu, güzel günler getirmesi dileği ile… Ramazan  Bayramınızı en içten dileklerimle kutlarım…   Bayram Duası !... (Birlikte okuyalım) Kainatın Yaratacısı,  Yerin ve Göğün Tek Sahibi Yüce Rabbim; Hiçbir zaman , hiçbir koşulda senden başka  hiç kimseye kulluk etmeyeceğime...!  Rağbeti sadece sana olan kul olacağıma!... Tüm insanlığı ve Türk Ulusunu her türlü  afetlerden koruman için!... Bizleri, gurur, kibir,  ihtirastan uzak tutman için,  kıskançlık marazına yakalanmışlar dan olmamak için!...  Gerçeği örten nankörlerden / inkârcılardan / riyakarlardan/  münafıklardan / haram ile helal farkı gözetmeyenlerden.... kul hakkı /yetim hakkı yiyenlerden olmamak için!... haksız yere hiç kimsenin ahını almamak için!.. haksızlık karşısında susanlardan olmamak için!..  emanetleri ehline vermiyenlerden sakınmak için!... adaletle hükmetmeyenlerin şerrinden korunmak için!... ahde vefa/ salih amele sahip olmayanlardan uzak durmak için…  adaletten dönüp heva (tutkuları)na uyananlardan olmamak için!... kapalı kapılar altında her türlü fitne ve fesatlık  yapanların şerrinden korunmak ve onlardan olmamak için!... iftira atanların şerrinden korunmak için!... emanet lafz-ı bî-medlûllardan uzak durmak için!..  Sevgiyi paylaşmak için!... dostluğu yaşatmak için!... Bayramlar vardır kutlamak  ve af dilemek için!..  bu duygular içinde kutlayacağım!.. Tüm yıl içinde  yaptığınız dualarınızı ve ibadetlerinizi” Yüce Rabbim Kabul eylesin!... Her yaşanan günde bir Şeb-i Arûs var.. Ama bugünlerde daha çok var..   İyi bayramlar..    

Kadir Gecesi Tüm İnsanlığa ve Türk Dünyasına Hayırlara Vesile Olsun ! ...

Kadir Gecesi Tüm İnsanlığa ve Türk Dünyasına Hayırlara Vesile Olsun !..    İlk söz:: İslam anlayışında kalp,kişinin yoldan çıkması ve kötülük yapmaya devam etmesiyle katılaşır. Alınan bir dizi kötü karar sonucu kişinin rehberlik hizmetinden zaman içinde mahrum kalmasını anlatır. Yani kalp birden katılaşmaz. Yüce Yaradanın nurunun  kalplerde sönmesi ile oluşur. Yüce Yaradının kalplerde ki nurunun adı da vicdan. Vicdansız olunca,  orada bir boşluk olur.... nefretle  dolar orası,  vicdana sığmaz.. Kalp kaskatı olur.. Kalp kasakatı olunca da üzerine inşa edeceğiniz bir din kalmaz..  O nedenledir ki neler yapıp ettiğini bizimle  birlikte bilen, mahremimizi gören, iç şahittir... Gözleri hep açıktır. Asla uyumayandır vicdan.. Bilinmese de haddizatında mevcut kalandır vicdan...  Katılaşmış kalp için huzur vehim..... Günü beklemek gerek,. bir kandil yananana dek geceleri onlar için ta ki güneş doğup gönülerini aydınlatana dek... Her karanlığı aydınlatan... bütün sözlere, bütün eylemlere hakan...... O doğmayan ve doğurmayanın ağzından.. Onu okumak... anlamak…. ve özümsemek  Salih amellere ulaşabilmek… için  eleştirel düşünme ve sentez yapabilme becerisi ve birikimi şart... Temel sağlam değilse bina her zaman eğreti durur... Hatta durmaz bile... Temel sağlamsa  o zaman kimse sizi Kuran ile aldatamaz... Aksi bir düşünce, hüsnü zandır belki  ama zandır, kesin... İslam dini, yaratan ile yaratılanların arasındaki Korelasyon ilişkisini doğruluk, hak ve adalet üzerine kurmuş ve korelasyon katsayısını da bire eşitlemiş. Bu ilişki bir ya da bire yakın değil, kesin bir. Kur’an’a göre hak ve adalet kişisel ilişkilerden, kurumsal yönetime, devlet yönetimine kadar her alanda hassasiyetle gözetilmesi gereken bir ilke olduğunu yazıyor kitaplar!.. İngilizcede “soul searching” diye bir deyim var. “Ruh taraması,” olarak çevrilebilir, belki. Kişinin, bir konuda, vicdanında, güdü, inanç ve tavırlarını keskin bir incelemeye tabi tutması anlamında... Bir haksızlık yapıp , haksızlık karşısında susmak böyle derin ruh taramalarına temel çıkış noktası. Adil olmak, adaletten ayrılmamak, adaleti korumak Allah’ın emri. Adaletin olmadığı yerde: barış, güven, huzur, başarı, mutluluk olmacağı kesin Kur’an, takva sahibi olabilmek için adil  olmak şart. İslam’ın, ilahi nizamın temel direği adalet, denge, doğruluk. Adaletin karşıt anlamı zulüm, baskı, sömürü. haksızlık... ["İlahi, tam ve mutlak adalet ahiret günü yüce Allah’ın huzurunda sağlanacak.. Herkes duysun ki, Allah`ın laneti zalimler üstünedir. ’’ (Hud/18) “Zulmedenlere eğilim göstermeyin! Yoksa ateş sizi sarmalar.. ” (Hud /113) Maide 8. ayet: ‘‘Adil olun, bu takvaya en yakın yoldur’’ buyurulmuş.(Kasas/ 59).  ‘‘Biz medeniyetleri-ülkeleri zülme sapmadıkça, adaletten ayrılmadıkça yok etmeyiz’’ Adaletten ayrılan, zulme sapan toplumların yok edilecekleri bildirilmekte. (En’am/ 115). ise: ‘‘(Kur’an, ilahi sistem, varoluş) adalet ve doğrulukla tamamlanmıştır’’] İlahi sistem; adaletle, doğrulukla, belli bir denge ve ölçü ile kurulan ve işleyen bir sistem. İlahi sitemin kurallarında keyfi ve subjektif değişim yok.. İşleyişinde olasılıklara, paradokslara yer yok. Hiç kimsenin "Kulluk Miracını"kendince yargılamaya hakkı yok . Kendince ekleme çıkarma hakkı yok .. ( Âl-i İmrân /78.) Kendilerini tartışılmaz konumda görüp  Kendilerini sözüm ona dine eşitleyenlerde.. Bunların söyledikleri “safsata” “Ad hominem” dedikleri.. Adalete aykırı davranışlar; Kur’an’a, ilahi sistemin kurallarına, dengelerine ve işleyişine aykırı davranışlar. Adaletten ayrılmak, Allah’a ve ilahi sisteme karşı gelmek, sistemin dengelerine, işleyişine aykırı düşünce ve davranışlar. (Maide/ 107).  ‘‘hiçbir haksızlık yapmadık. Aksi halde mutlaka zalimlerden olurduk. ” ifadesiyle haksızlık adaletsizlik yapmanın-adaletin karşıt anlamının zalimlik olduğu bildirilmiş. "Haksızlığa karşı susarsanız, hakkınızla birlikte şerefinizi de kaybedersiniz." Saf tutuyoruz, Cancağızım! Cin olup adam çarpanlarla kırılmaz cam olanların mücadelesine seyirci kalanlar müdahil olana dek oynanacak bu oyun. Cıvıklığın neşe, hadsizliğin özgüven, kabalığın doğallık, kibrin karizma, patavatsızlığın dobra olmak, ahlaksızlığın özgürlük, narsizmin kendini sevme zannedildiği bir yerde; büyük sıkıntı var, oldukça büyük bir sıkıntı.. Dünyanın güneşten yüzünü çevirmesine karanlık diyoruz.... çevremizdeki ve çehremizdeki karanlıklar, "...mış gibi" yüce yaradana çevrilmiş yüzlerin ışıksızlığından olsa gerek... Gece dünyanın gölgesi. Dünya karanlığa sebep... Kimileri gelecekten bahsediyor ama kastettikleri geçmiş aslında. Ebedi rücu... Bugünün güzel sözü: “Kadir”. “El-kadr” mastırından türetildiğini. yazıyor kitaplar… i- plân/kanun, ii- değer, iii- ölçü, iv-güç, v- mübarek/şeref/ azamet, vi- daraltmak/ eksiltmek, Fiil olarak i-“ Kâinata ki her işin plânlaması, ii- “isteklerin değerlendirilmesi”, İii-“ Kâinatın belirli ölçüde yaratılması” "Onların bir tek Allah’ından bu kadar güzel sözler çıkarken, sizin üçyüz tanrınızın dili mi tutuldu? " Çağrı Dört kutsal kitabın ve yüzlerce sayfalık İlahi mesajların ortak paydası, iman ve ahlâk esaslarıdır. Bütün Hak dinlerin ortak paydası ise,  “Ahlak”dır. İmanın hakikatine ulaşamayan ve  ahlâklı yaşamayan insanlar, giderek yozlaşır ve özüne yabancılaşır. Böylece, görünüşte dinleri, kavimleri, ülkeleri, partileri, kültür ve gelenekleri farklı da olsa, gerçekte düşünce yapıları ve değer yargıları aynı olan  “yozlaşmış insan tipi” ortaya çıkmaktadır.  Kur’an’ın “cahili insan” diye tanımladığı bu tiplerin hayat felsefeleri ortaktır; Dünya merkezli, servet, şöhret ve şehvet eksenli bir yapıları vardır. Dünya’nın neresinde, hangi dönemde ve hangi seviyede ve statüde bulunursa bulunsunlar; bu tiplerin amaçları, arzuları ve ahlâkları aynıdır:  Dünya nimetlerinden azami derecede yararlanmak... Hayatın tadını çıkarmak... Başkalarından farklı ve üstün olmaya çalışmak... Ve bütün bunlara kavuşmak için de kanunlardan ve i nsanların fark edip kınamasından emin olabildikleri sürece, her türlü hile ve haksızlığı mübah saymak!.. Kimsenin kalbini, din bilgisini, inancını, bilemezsiniz. Kur'an'da, mânevî hayattan soyutlanıp hakîkate kapıları kapanan, mühürlü ve kilitli kalbe sahip olur. O mührü ancak unuttuğu Allah açar. O, hakîkattir. Kalp, ancak, "karanlıkta" olabilir. Günümüzde "İkonalara, seremonilere ve ritüellere boğulmuş bir din var.. Bu din benim dinim değil. Amerikano İslam', 'Euro İslam' ne derseniz deyin, kesinlikle bu ferdi planda vicdanlara, içtimai planda mabetlere hapsedilmeye çalışılan din, yüce yaradanın emrettiği din  değil." “İnandığımız gibi yaşamayınca, yaşadığımız gibi inanmaya başladık sanki” Okul, televizyon, gazetelerin ramazan sayfalarından öğrenilen Müslümanlıkla ancak bu kadar olurdu zaten. İşte onun için gidip terör örgütlü cemaatlere/tarikatlara kapaklanıyorlar,  Bu iş sadece bunlardan ibaret de değil. Bu durum kırsaldaki okumamışlarla ilgili bir sorun değil, akademik kariyer sahibi olup “Akaid”, “Siyer”, “Kelam” ne demek bilmeyen bir çok  genç var!? Amentü diye okuyup durduğumuz bir metin var ya, orada bir cümle de şöyle der: “Ve bil gaderi hayrihi ve şerrihi minellahu teala”.. Hayır ve şer’in Allah’ın iradesi içinde olduğuna iman ederim. Bakın biz “Allah’ın rızası”na talibiz! Ama hayır’ı da, şerri’de yaratan Allah’tır. Bir topluluk Allah’ın ipini bırakmıştır, Allah da onların ipini bırakır. Onları Allah’ın elinden alacak kimse yoktur!   Arabesk bir şarkıdaki gibi “Tanrım beni baştan yarat” şeklinde Allah’a haşa akıl öğreten bir bakış açısı bir Müslümana yakışmaz. Siyasilerin de katıldığı toplu dualara bakıyorum, kimi Allah’a akıl öğretiyor, kimi ikna etmeye çalışıyor. Allah’a açık açık neyi nasıl yaratması gerektiği söyleniyor sanki. Araya birtakım aracılar konularak ısrarla, tekrar tekrar istenen şeylerin gerçekleşmesi isteniyor. Hani bize hayır gibi gelen şeylerde şer, şer gibi gelen şeylerde Allah hayır murat etmiş olabilirdi. Yüce yaradan peygamberlerini bile, nimetlerini artırarak ve eksilterek, hatta korku ile imtihan edeceğini söylerken, biz Allah’tan bizi bu imtihanlardan muaf tutmasını istiyoruz sanki. En iyi bildiğimizi sandığımız şey dua, ama onu da bilmiyoruz. Evet, tamam “Dualarımız olmasaydı ne işe yarardık ki!” de “Kabul olmayan duadan Allah’a sığınırım” diyen Peygamber ne demek istedi aceba!?. Sadece istemekle o şey olacak mı. Ya da sadece onu dua kalıbında söylemediğimiz için mi olmuyor bazı şeyler? Mesela bütün Müslümanlar aynı zamanda “ Mescidi Aksa’nın kurtuluşu için dua etsek” niye etmiyoruz, sadece tek başına dua yeterli olacaksa. (İsra /11)’de, “İnsan iyiliğin gelmesine dua ettiği gibi, kötülüğün gelmesine de dua eder. Esasen insanoğlu acelecidir” deniyor. Bu ayet bize ne söylüyor? “İblis bir günah işleyeceği zaman işe önce günahı kutsallık zırhına sarmakla başlar!” Allah’ın indinde makamınızı görmek isterseniz, sizi neyle meşgul ediyor ona bakın. “İman ettik” demekle yakamız bırakılıvermeyecek! “Bizden öncekilerin başına gelenler, bizim başımıza gelmeden cennete girdirilevermeyeceğiz”. “Allah bizi mallarımız, canlarımız, sevdiklerimizle kimi zaman artırarak, kimi zaman eksilterek cennete girdirilivermeyeceğiz.” “Kimsenin kimseye hiçbir faydasının olmadığını, annelerin evlatlarından kaçtığı o gün” yalnız başımıza imtihan olacağız ve hiçbir koruyucu ve yardımcımız olmadığı halde. Allah yaptıklarımızı, yapmamız gerekirken yapmadıklarımızı, söylediklerimizi ve söylememiz gerekirken söylemediklerimizi, kapalı kapılar arkasında fısıldaştıklarımızı görmekte, duymakta, bilmektedir. İbadet ve hayırlarını günahlarına perde yapanlar bilsinler ki, “Habitat ağmalüküm” yani amelleri boşa gitmişti. “Vay o namaz kılanların haline ki” denilenler arasında isimleri yazılanların vay haline! Kitapta 28 peygamberin adı yazılıdır. 4 peygambere kitap verilmiştir. Bunlardan Tevrat Hz. Musa’ya (a.s.), Zebur Hz. Davud’a (a.s.), İncil Hz. İsa’ya (a.s.) ve Kur’an-ı Kerim Hz. Muhammed’e (a.s.)  indirilmiştir. Ayrıca 10 suhuf Hz. Âdem’e (a.s.), 50 suhuf Hz. Şit’e (a.s.), 10 suhuf Hz. İbrahim’e (a.s.), 30 suhuf Hz. İdris’e (a.s.) gönderilmiştir ki bu “suhuf”ların toplamı 100 sayfa yapmaktadır.. Kur’an-ı Kerim’de adı geçen 30’a yakın peygamberin başına gelenler, onların duaları, İlahi uyarılar kısa kısa bize anlatılır. Bunun sebebi işte onların yaptıkları ve söylediklerinde bizim için işaretler vardır.  Dikkatinizi çekti ise, bazı sure adları bu peygamberlerin adını taşımaktadır ya da onların başından geçen olayları anlatan bir isimle anılmaktadır. Mesela Kur’an-ı Kerim’de Hz. Musa’nın adı 136 defa geçmektedir. Evet, bu pencereden baktığınızda, nerede durduğunuzu göreceksiniz. Asıl önemli olan nerede olduğunuzdan çok, nerede olmak istediğiniz ve o yolda ne yaptığınız ile ilgili. Bu arada;"Allah sizi satmaz. Allah sizi arkanızdan vurmaz. Allah sizin kuyunuzu kazmaz. Allah size zulmetmez. Allah size yalan söylemez. Allah size ihanet etmez. * Allah'a yönelirseniz o sizin elinizi bırakmaz. Çünkü; 'Allah'tan başka sığınacak kimse bulamazsın..' * (Kehf/27). Kainatın yaratacısı, yerin ve göğün tek sahibi Yüce Rabbim; Hiçbir zaman , hiçbir koşulda senden başka  hiç kimseye kulluk etmeyeceğime...!  Tüm insanlığı ve Türk Ulusunu her türlü  afetlerden koruman için!... Bizleri, gurur, kibir,  ihtirastan uzak tutman için,  kıskançlık marazına yakalanmışlar dan olmamak için!...  Gerçeği örten nankörlerden / inkârcılardan / riyakarlardan/  münafıklardan / haram ile helal farkı gözetmeyenlerden.... kul hakkı /yetim hakkı yiyenlerden,  haksızlık karşısında susanlardan olmamak için!..  emanetleri ehline vermiyenlerden sakınmak için!... adaletle hükmetmeyenlerin şerrinden korunmak için!... ahde vefa/ salih amele sahip olmayanlardan uzak durmak için…  adaletten dönüp heva (tutkuları)na uyananlardan olmamak için!... kapalı kapılar altında her türlü fitne ve fesatlık  yapanların şerrinden korunmak ve onlardan olmamak için!... iftira atanların şerrinden korunmak için!... emanet lafz-ı bî-medlûllardan uzak durmak için!..  Yaşanan her günde Şeb-i Arûs var.. Ama bugünlerde daha çok var.. Elinden, dilinden zarar görmediğimiz, canımızı , malımızı emanet edebildiğimiz inanan ve salih ameller taşıyanların ... nice kadir gecelerine sağlıklı ve mutlu ulaşmaları dileği ile Tüm Salih Ameller Taşıyanların Duaları Kabul. Yüce Allah'ımızın Lütfettiği Nimetler Nasip  Olsun... Kadir geceniz hayırlara vesile olsun!...           Ahlaki Boyutdan Yoksun, İçselleştirilememiş Bir İbadet. Ne İçin?...   5,0     04.08.2013 13:02:36 A+ A- Hz Ömer dizisini izlediniz mi bilmiyorum ,ama bu dizi gerçekten güzel bir dizi!...  Aslında dizi haline getirilmiş İslamiyetin doğuşunu ve gelişimini anlatan bir filim…  İslamiyet’in doğuşunu, insanların Hz Muhammed’den etkilenmesini, Hz. Ömer’in Müslümanlığı nasıl seçtiği anlatılmakta.. Tabii ki inananların uğradıkları zulümler , inananların çektikleri çileler de.. Özellikle de İslamiyetin ilk zamanların da!... Peki İslamiyet ne vaat etti de, Allah’ın Resulü ne söyledi de insanların gözleri kamaştı.. Adalet dedi.. Adillik dedi…Eşitlik dedi.. İnsanların eşit olduğunu söyledi.. Haksızlığa göz yumulmamalı dedi.. Zulme karşı çıktı.. Kibrin, kıskançlığın, dedikodunun, fitneliğin, fesatlığın ,yalancılığın,hasetliğin,nankörlüğün, kulla kulluk etmenin  kötü bir şey olduğunu anlattı..Kısacası kadim değerlere sahip çıkılması gerektiğini anlattı… Birbirlerini sevmelerini, birbirlerinin kuyusunu kazmamalarını ,müslüman olmasa bile onların ötekileştirilmemesini istedi. İnsanlar etkilendi, ilk Müslümanlar bu sözlerin büyüsüne kapılarak Peygamber’in peşinden gitti.. İlk yıllarda dinin ahlak boyutu ön planda.. Ahlak boyutu etkileyici, Kadim değerler bağlılık cazipt, baş döndürücü, sürükleyici.. İyi insan olmanın, hakkaniyetli insan olmanın, adil insan olmanın, başkasının hakkını yememenin yolu gösterilmekte..  Kimse kimseden üstün değil..  Herkes Allah’ın kulu.. “Nice oruç tutanlar var ki, oruçlarından payları açlık ve susuzluktur. Ve yine nice ayakta duranlar / namaz kılanlar var ki, namazından elde ettiği şey yorgunluktur." (İbn Hanbel, 2/373) Ayet öyle diyor: Şeytan sizi Allah’la kandırmasın. İblis size sağınızdan, solunuzdan, önünüzden arkanızdan, aşağıdan ve yukarıdan gelir. Açık bir kapı bulursa içinize girer ve damarlarınızda dolaşır. Kanın gittiği her yere gider. Unutmayın, İblisin varlığı günah işlemenizin bahanesi, gerekçesi olamaz. Derler ki, “Kedi aç kalır ve yavrusunu yemeye karar verirse, onu fareye benzetirmiş.” Dindar biri yalan söylememeli, haram yememeli, zina etmemeli, içki içmemeli, adam öldürmemeli. Evet bu doğru. Ama Müslüman adam bunları yapmaz diye bir şey yok. Yaptı diye de dinden çıkmaz. Bunları yapmasa da, bunları meşru görürse, dinden çıkar. İblis peşine düştü mü bir insanın ve o da ona kapıyı bir açtı mı, artık onun işi zor.  İblisin peşinden yürümeye devam eder. Kim bunlar derseniz, onları görmek için çevrenize bakın bakalım, yok oldular değil mi? Onların gittikleri mekanlara bakın bakalım, eğer yolunuz düşerse tabii, kimlerle dost olmuşlar, kimlerle beraberler, kibir var mı? Eski dostları ile ilişkisi nasıl. Aile, çocuk, eş-dost ilişkileri ne durumda. Bunlar inandıkları gibi yaşamaktan uzaklaşınca yaşadıkları gibi inanmaya başlarlar..   Kimimiz ilmimizle kibirlendik, kimimiz makamımızla, kimimin paramızla, kimimiz şöhretimizle. Kimimiz bunlara ulaşmak için İblisin yalan vaadlerine kandı, kimimiz bunları elde ettikten sonra sapıttı. İnsanoğlu neyi ihtirasla ister ya da neye sahip olur ve onunla kibirlenirse, Allah onları o şeylerle imtihan eder. O şeyler, “dua ile istenen bela”ya dönüşür. Mahkeme kadıya mülk değildir. Bize  İlahlık ve Rablik taslayanlara, yani bizim üzerimize hüküm koymaya ve bizi kendi heva ve heveslerine göre terbiye etmeye kalkanların emri vakilerine her zaman karşı durmalıyız. Ağuyu altın tas içre, bala karıştırıp sunanların, yani helale haram katanların yaldızlı sözlerine ve işlerine de kanmayalım bu arada. Hani onlar, ‘Biz ıslah edicileriz’ diyorlardı da, Kur’an onlar için ‘Onlar bozguncuların ta kendileridir’ diyordu ya! “Ayinesi iştir kişinin lafa bakılmaz. Dünü unutmadan, ham vaadlere kanmadan. Adil şahidler olmak.. Haksızlık kimden gelirse gelsin, kime yönelik olursa olsun, mazlumdan yana zalimlere karşı olmak ne kadar güzel bir haslet. Kafanızı kimseye kiraya vermeden, ne lidere, ne örgüte, ne de şeyhe. Din ve devlet büyüklerini İlah ve Rab edinmeden. " Haksıza karşı, haklıdan yana durarak o her kimse ve işi ehline vererek. Aksi zulümdür ve Allah, cahil, zalim, fasık ve müfsit kişi ve topluluklara yardım etmez. Onların işlerini sarp dağlara sardırır. Kazandıkları, para makam ve şöhret, dua ile istenen bela olur onlar için. Yunusun dediği gibi: "........................ Okudum bildim deme Çok taat kıldım deme Eğer Hak bilmez isen Abes yere gelmektir Dört kitabın mânâsı Bellidir bir elifte Sen elifi bilmezsin Bu nice okumaktır. .........................."      Yukarıda çok kısa ve çarpıcı bir biçimde ifade edilen düşünceler  toplumun içinde debelendiği,.kısır döngüyü betimlemekte..Toplumları, aileleri, bireyleri sarsan dinin ibadet boyutu ahlaki boyutuyla entegre edilmiş. Bütünleştirilmiş...Gayri müslümler bile ötekileştirilmemiş.Onların inaçlarına;haklarına, hukuklarına ,canlarına,mallarına ve namuslarına helal getirilmemesi için mücadale verilmiş… Müslümanlığın,İslamiyetin  hızla yayılmasının sebebi de bu..  Hz. Ömer dizisi bu boyutu çapıcı biçimde anlatıyor..  Bugüne gelelim..  Dinin ahlaki boyutu bazı kesimlerce  unuttulmuş, konuşulmaz olmuş.. Her şeyde olduğu gibi, ibadette de herkes gösteriş peşinde…. "İnsanın olduğu yerde hiçbir şeye şaşma!" diyen özdeyişi doğrulamak için umarsız bir  tutkuyla haksızlığın, adaletsizliğin, kıskanmanın,  pusu kurmanın, arkadan vurmanın, bende olmayan başkasında da olmasın, ben önde olayım da başkası nerede olursa olsun algısının etkisi altında…. Eksiğimizi ve yanlışımızı bize anlatan gerçek dostları değil de; önyargımıza, yerleşik doğrumuza, kalıp düşüncelerimize, kör inançlarımıza, saplantılarımıza, ezberlerimize uygun sözler ederek, kendi bataklığımıza daha fazla saplanmamızı yol açan dalkavuklukları kendimize daha  yakın bulma çabası… Hayatın gerçeği yerine, kendi öz gerçeğini öne çıkarmak isteyenlerin kendilerini anlatırken kullandıkları "kutsal şalların gizlediği gerçeği" görme isteğinde ki azalma ya da yok olması; kör olması....Gerçek yerine  yanılsamaların arkasına takılma… Herkesi kusurlu, kendimizi kusursuz görme…. "Akla nazar değmez" gerçeğini unutup, insanların yüzlerine söyleyemediklerimizi, arkalarından ağzımızı doldurarak anlatmaktan hoşlanmak…. Kendi icadımız olan varsayımlarla oluşturduğumuz düşünce çerçevesini  "mutlak doğru" algılamasına kadar taşıma. "Kutsal kitabımız “Kuranı Kerim”i analatik olarak içselleştirmek yerine ,anlamını bilmeden ,başkalarının anlattıklarına körü körüne bağlanma isteği  "Kutsal kitabı anlama çabasında kendinden çok başkalarını aracı etme. Onların  söylediklerini asıl refarans  kaynağı olan kutsal kitabımızdan  teyit etmeden”mutlak doğru”olarak Kabul etmek. Bunun için insanlık bu kadar cana mal olan bir serüven yaşamak zorunda mı? Bu coğrafya da yaşadığı acılar yetmedi mi? Yoksa bunlar  sonsuzluğa kadar sürecek bir oyunun parçası mı? "Topluluktan topluma geçiş" sürecini tamamlayamamızın gerekçileri bunlar mı?... Hayatın "nesnesi" olmayı aşıp "öznesi" olma konusunda hızlı bir ilerleyememenin  handikapları bunlar mı?... Ahlaki boyutunu içselleştirmeden, konuşulmadan ibadet boyutunu hep ön planda tutulması ne kadar doğru. Ya da doğru mu? ..  Bilemem..  Tamam, doğru ibadet önemli de; ibadetin asıl amacı ne? İslamiyet sadece ibadet mi demek? Kesinlikle hayır!... Bizce “ibadet sorunu  yok ,ibadetle entegre edilmemiş ahlak sorunu var” …. Zaten ibadet sorunu hiç olmadı.. Gidin herhangi bir camiye herkes gayet düzgün biçimde namazını kılmakta….. Ben daha saçmalayanı, çuvallayanı, ne yapacağını bilemeyeni görmedim..  Duymadım da.. İnsanlar vecibelerini yanlışsız yerine getiriyor..  Ne kadar mükemmel!....  Bi sorun yok..  Yok da.. Ben kendimi bildim bileli varmış gibi davranılıyor.. Din denilince, İslam denilince, Müslümanlık denilince işin hep ahlakla bütünleştirilememiş ibadet boyutu…..  Okullarda da..  Camilerde de üzerinde durulan bu.. Dinin ibadet boyutu..  Sadece iktidarlar değil, aileler de dinin sadece ibadet kısmıyla ilgileniyor.. Gerisine bakmıyor.. İbadetin nasıl yapılacağını bir an evvel öğretmek..  Bu telaşı görünce, zannedersin ki.. Memlekette ibadet sorunu var..  Yok..  Ama bi sorun var..  Ahlak sorunu var.. İslam dininin bu kısmının konuşulmaması sorunu var.. İbadetten daha önemli görülmemesi sorunu var.. Hayata geçirilmemesi sorunu var..  Dini ibadetle sınırlama sorunu var.. Şu gerçek; çoğu kişi camide başka, cami dışında başka.. İbadet anında başka, ibadet dışında başka..  Adam namazında niyazında.. İbadetini eksiksiz yapıyor, kusursuz yapıyor.. Gelgelelim çalıyor, çırpıyor, önce cebini düşünüyor, kazık atıyor, dedikodu yapıyor, başkasının hakkını yiyor,başkasının namusuna göz dikiyor ,haram yiyor, haksız kazanç sağlıyor, Yalan söylüyor, kula kulluk yapıyor…uzatmayalım dinin yapma dediklerini, uzak dur dediklerini  yapıyor..   Dinin ahlak kısmını dikkate almıyor..  Niye mi? Çünkü ona ibadet kısmı öğretilmiş.. Ahlak kısmından haberi yok..İbadetin ahlakla içselleştirilerek yapılması gerektiğinden bi haber. Müslümanlığa , İslama  ne kadar zarar vereceğini düşünmeden, ötekeliştirme eğilimi daha kolay ve yaygın…  Dinin, ibadetle sınırlı olduğunu zannetmekte.. O ibadetin “ahlaklı bir insan olma yolunda yapılan ritüeller olduğunu”düşünmekten uzak. Kendince, en iyi ibadeti, o yapıyor!..Yukarıda anlatılanları teyit eden ibretlik bir hikaye.Birlikte okuyalım:       Efendim delilerin-velilerin çok olduğu o eski zamanlardan birinde, meczubun biri camiye girer, belli ki namaz kılacak..Ama oturmaz, meraklı ve şaşkın gözlerle etrafı süzer-dolanır..Bir oraya, bir buraya her köşeye dikkatlice bakar ve hızla çıkar gider..      Az sonra sırtında bağlanmış odunlarla tekrar gelir camiye ve tam namaza başlamak üzere olan cemaatle birlikte saf tutar..Ama sırtındaki odunlarla güç bela bitirir namazını.        Eğilip kalktıkça yere düşen odunlar, çıkardığı ses vs. derken, tabii cemaat de rahatsız olmuştur bu durumdan..Nihayet biter namaz, bitmesine ama her kafadan bir ses çıkar..Herkes kıpırdanmaya, adama söylenmeye başlamıştır bile..İmama kadar ulaşır sesler, hafiften tartışmalar..       İmam aynı mahalleden, bilir az çok garibin halini, şefkatle yaklaşır meczubun yanına ve der ki:      “Oğlum böyle namaz mı olur, sırtında odunlarla, sen ne yaptın? Hem kendini hem de çevreni rahatsız ettin bak, bir daha namaz kılmaya yüksüz gel olur mu?”     Bunu duyan meczub melül-mahzun, ama manalı bir bakışla sorar:      “Âdetiniz böyle değil mi?”       “Ne âdeti?!” der Hoca.. Cemaat da toplanmış, merak ve şaşkınlıkla olayı izlemektedir o sıra.. Demiş ki meczub bu kez: “Hocam ben namaz kılmak için girdim camiye, şöyle kendime uygun bir yer ararken içeridekilere baktım, gördüm ki herkesin sırtında bir şeyler var. Zannettim ki adet böyledir, ben de şu odunları yüklendim geldim işte, neden kızıyorsun? Kızacaksan herkese kız, tek bana değil! Hoca şaşırır: “Benim sırtımda da mı var?” der.. “Evet” der meczub, “Hepinizin sırtı yüklü!”.. Cemaatte ise hafiften “deli işte!” manasına,bıyık altından gülüşmeler başlamıştır.. Meczub bu kez öne atılır ve tek tek cemaati işaret ederek, saf bir çocukça, heyecanla bağırır: “Bak bunun sırtında mavi gözlü bir çocuk, bunda kocaman bir elma ağacı vardı.. Bunda kırık bir kapı, bunda bir tencere yemek, bunda kızarmış tavuk, şunun sırtında yeşil gözlü esmer bir hatun, bununkinde de yaşlı annesi vardı!..” Sonra iki elini yanlarına salar başını sallar ve umutsuzca; “ Boş yok, boş yok hiç!..diye tekrarlar. O böyle söyleyince, herkes dehşet içinde şaşkınlıkla birbirinin yüzüne bakar!     Aynen doğrudur dedikleri çünkü; Kimi doğacak çocuğunu düşünüyordur namazda, kimi bahçesindeki meyve ağaçlarını, biri onaracağı kapıyı, diğeri lokantasında pişireceği yemeği..Biri açtır aklında yiyeceği tavuk, birinin sırtında sevdiği kadın, diğerinde de bakıma muhtaç annesi vardır. “Peki söyle bakalım bende ne vardı?” der, bu kez endişeyle Hoca.. O da der ki:“Zaten en çok da sana şaştım hoca! Sırtında kocaman bir inek vardı! Meğerse efendim, hocanın ineği hastaymış, “öldü mü ölecek mi?” diye düşünürmüş namazda.. “Harâbât ehlini hor görme sakın, defineye mâlik viraneler var.”      Bildirince bildiren, yüreği olan görüyor elbet..     Ya işte böyle ... Bu kadardır ol hikaye..       Bize düşen ibret almak. Gelin hepimiz düşünelim bakalım, namazdayken sırtımızda neler var? Neleri sırtlıyoruz, neyin hamalıyız? Namaz ki bir gök yolculuğu.. Sevgiliyle buluşma, konuşma ânı.. Hiç insan sevgilisiyle olduğunda aklına başka şey gelir mi? Hem de nerde?! O huzurda.. Sırtımızda ne var?       Kısacası,gücümüzün sınırlarını bilmenin, gücü kullanma zamanını iyi kollamanın ve gücü kullandıktan sonra bize nasıl geri döneceğini hesaplamanın bizi  "insanlaştıran" ilkelerden biri olduğunu yüksek sesle  birbirimize anlatamadığımızdan.    Öğrenmenin  bizi " ilim sahibi" yapacağını; ama "ilkeli yaşamayı" bir  "davranış biçimi ve  yaşam tarzı" haline getirmeden "irfan sahibi" olamayacağımızı  kendimize anımsatamadığımızdan. Dürüst, kul hakkı yemeyen, Peygamberimizin ahlakına yakın bir ahlak seviyesine ulaşmış ama ibadette kusurlu, ibadette eksik insan mı makbuldür..  Beş vakit namaz kılan, din vecibelerini yerine getiren ama hileye hurdaya göz yuman, fitnelik,fesatlık,yalancılık.nankörlük,kıskançlık,haksızlık karşısında susan mı? Camide başka, cami kapısının dışında başka olan mı? Sorumuz net.. Hangisi? ibadet kısmıyla ilgileniyor.. Gerisine bakmıyor.. İslamiyetin ahlaki kısmı yok sayanlar!.. Görmek istemediğiniz kötülükleri, kapalı kapılar ardında fitne fesatlık yaparak sahneye koyuyorlar. Kendi yandaşlarına her türlü menfaat ve çıkarı sağlama peşindeler. O kişinin ehil olup olmadığına bakmadan; İşleri yandaşlarına vermek için yarış içindeler. Diğerlerini ötekileştirenler boş durmuyorlar. Ramazan ayı bile bunları durdurmaya Yetmiyor!.... Çünkü bakmayın onların” Müslamanım” diye ortalıkta gezinmelerine . Tek kelime ile "Münafıklar" siz bakmayınca yok olmuyorlar. Siz, çoğu kez korkudan, bazen yapacak daha mühim işleriniz olduğundan, belki 'makbul bir vatandaş' olmanız sebebiyle o kötülüğün size uğrama olasılığını hiç kondurmadığınızdan, bazen de sözcüklerle yeniden hayat verirseniz ruhunuzun altüst olacağını sezdiğinizden bakmıyorsunuz. Görmek istemiyorsunuz. Bakmayan her göz, karartılan her vicdanla o kötülük utanç verici bir vahşete dönüşüyor. Sadece o kişiler değil, toplum her katmanında tiksindirici bir meşruiyet içinde debelenip duruyorlar!... İbretlik bir hikaye... Evvel zaman da bir derviş, nefisle mücadele makamının sonuna gelir. Meşrebin usulünce bundan sonra her türlü gösterişten uzak, varlıktan vazgeçecektir. Usule uygun hareket eder derviş, soluğu berber dükkanında alır. "Vur usturayı berber efendi." der. Berber kazımaya başlar dervişin saçlarını, derviş aynada kendini takip etmektedir. Başının sağ kısmı tamamen kazınmıştır. Berber tam da diğer tarafa usturayı vuracakken, hışımla bıçkın bir kabadayı girer içeri. Doğruca dervişin yanına gider, başının kazınmış kısmına okkalı bir tokat atarak; "Kalk bakalım kabak derviş, kalk da tıraşımızı olalım." diye kükrer. Dervişlik bu... Sövene dilsiz, dövene elsiz olmak gerek. Kaideyi bozmaz derviş. Sesini çıkarmaz, kalkar usulca yerinden, geçer kenara. Berber mahcup fakat korkmuştur. Belli ki belalı, elinde silah astığı astık, kestiği kestik bir kabadayı. Kendini bilmez bir aciz... Ses çıkaramaz. Üzgün, suskun işine başlar. Kabadayı, koltuğa yerleşir, küstahça konuşmaya devam eder. Tıraş esnasında sürekli aşağılar dervişi, alay eder. " Kabak aşağı, kabak yukarı!" konuşur durur. Derviş suskun, bakar önüne, bir tarafı tıraşlı, bir tarafı saçlı... Nihayet biter tıraş, kabadayı çıkar dükkandan. Henüz birkaç metre gitmiştir ki, geminden boşanmış bir at arabası peyda olur, yokuştan aşağı hızla üzerine gelir. Kabadayı şaşkın, kalakalır yol ortasında. Kaçamaz bir yere. Derken, iki atın ortasına denge için yerleştirilmiş uzun sivri demir karnına dalıverir. Oracıkta can verir kabadayı, defteri dürülmüş, ömür saati son tik takını yapmıştır. Ölmüştür... Görenler basar çığlığı, eyvah! Berber ise şaşkın; bir manzaraya bakar bir de dervişe. Gayri ihtiyari sorar: "Biraz ağır olmadı mı derviş efendi?" Derviş mahzun, derviş üzgün, derviş düşünceli, cevap verir: "Vallahi gücenmemiştim ona, hakkımı da helal etmişim oysa. Gel gör ki bu kabağın da bir sahibi var, o gücenmiş olmalı!" Hatta bir büyük bu hikayeyi dinlediğinde şöyle bir yorumda bulunur. Eğer o derviş efendi, kabadayıya kızdığını ifade edip, açıkça söylenseydi belki de kabadayının sonu bu şekilde olmazdı, kim bilir. Çünkü mazlum olduğu halde hiçbir şey söylememiş, susmuş, nefsine yenilmemiş, cevap vermemiş. İşin sonunu belli ki kabağın sahibine bırakmış. İbretlik... Öyle ya kabağın da kelin de, körün de, mahzunun da bir sahibi var. Kimse canının istediğini yapamaz bir başkasına, ne olursa olsun. Yaratılmış her mahluk değerlidir, hele ki insan. En kıymetlisi de odur belki de, eşrefi mahlukat olan insan böbürlenmemeli, kibirle dost olmamalıdır. Edebe riayet edebilmeli, saygıda kusur etmemelidir. Her şeyden önce insan olabilmenin, insan kalabilmenin değerini anlayabilmelidir. Hepimize yeter olan bu dünyada, tüm insanların hakkı da var hukuku da. Kendini bilen insan önce çuvaldızı batırsın kendine, koysun fesini önüne de düşünsün. Ben kimim, neyim, ne için yaşıyorum diye. La Fontaine'nin dediği gibi:" Ah, böyledir işte dünya;  hep küçükler yanar, büyükler azıtınca." Durup düşünüp dert üretmek olmasın işimiz, severek, huzuru ve mutluluğu yanımızda hissederek, yaşamımıza anlam  vererek bu dünyadaki gölgeliğimizde vakit tamam olana dek hayranlıkla ikamet edebilmek olsun. Ne kimseden incinelim ne de incitelim kimseyi. Hayatta görmek istediğini görür insan. Eğer çirkinlik ararsa bol miktarda bulabilir. Amaç çevredeki insanlarda, işinde ve de genel olarak dünyada kusur bulmaksa, kesinlikle bu konuda başarılı olur. Oysaki olağan şeylerdeki olağanüstülüğü ararsa insan,  olayları bu şekilde görmeyi de öğrenebilir. Dünya'mızdaki mevcut olan olağanüstü uyumu, evrendeki oluşumların kusursuz birleşimini, doğanın muhteşem derecedeki güzelliğini ve insanın yaşamındaki inanılmaz mucizeyi görebiliyor musunuz? O halde doyasıya yaşıyorsunuz, her türlü olumsuzluğa, sıkıntıya rağmen görünenin ardına bakabilmeyi öğrenebilmişsiniz demektir. İşin sırrı niyettedir. Şükür edilecek, hayran olunacak o kadar çok şey var ki... Yaşam kıymetlidir, bize verilmiş en güzel armağan. Bu insanlar, Müslüman ve Hz. Muhammet’in ümmetinden iseler, tıpkı Peygamber’in ömrü boyunca yaptığı gibi, Kuran’da dile getirilen ilkelere uymalı, kişisel ve kamusal işlerini başkalarına sövüp sayarak değil, danışarak yürütmelidirler. Çünkü İslam’da danışma, şûra, farzdır. “(…) Zira onlar, büyük günahlardan ve utançlardan kaçınırlar, öfkelendikleri zaman bile bağışlayıcıdırlar (…) Birbirlerine danışarak işlerini yürütürler (Şûra Sûresi, 42/36-39).  Önceki akşam Hz Ömer dizisini izlerken bunları bir kere daha düşündüm.. Müslüman’ım diyen herkes bir iki dakika düşünse!.. Son Söz: İyi insan demek vatanını seven, vatanı için doğruları ve yanlışları tarafsız ve objektif bir şekilde insanlarına anlatan demektir. Dini sahiplenirken ona hangi manayı atfettiğiniz, mensup olduğunuz inancı nasıl özümsediğiniz, sizi diğer din mensuplarından farklı kılar. Üstelik bu kadim bir hadisedir.“İnsanlar bir dinleri olduğu için ahlaka ihtiyacı kalmamış gibi davranıyorlar.” Oysa ahlaktan arındırılmış bir din yorumunun kimseye faydası olmadığı gibi çokça zararı vardır. Hz Muhammed, “La ilahe illallah”, “Allah’tan başka ilah yoktur” dedi. Devesinden indi, asasını havaya kaldırdı. Önündeki ilk puta darbe indirdi. Kendilerinden marifet beklenen Hübel, Lat, Menat, Uzza... Yüzlerce put birer birer yıkıldı. Ancak “put yapma” da “put yıkma” da bitmedi. Put, aksi sanılsa da bir heykel değildi. Üzerine iktidar elbisesi giydirilmiş, büyüdükçe de insandan uzaklaşmış bir hikâyeydi. Kimi zaman taştan topraktan, kimi zaman etten kandan, kimi zaman paradan ya da güçten putlar yaratılmaya devam etti. Eksik olmasınlar, her devrimci de eylemine “putları yıkıyoruz” diye başladı.Onun için din dahil mensup olduğumuz tüm kimlikleri sahiplenirken önce kendimizle ve toplumumuzla yüzleşmemiz gerek. Bu kimlikleri bir rütbe, ikbal için mi taşıyoruz; yoksa gerçekten o kimliklerde gördüğümüz değerleri yaşamak için mi? Önce burada anlaşalım. Sağlıcakla kalın! Günleriniz hep aydınlık olsun!  Yüreklerindeki sevgi daim olsun!  Yüreği "Berkehan"  ve "Bilgehan Deniz" Kadar temiz olan tüm insanların!  OE -04.08.2013 ---------------------------------- Ünlü işadamına “Ramazan nasıl gidiyor?” diye soracak oldum, “Ramazan iyi gidiyor ama, iftar konusunda dertliyim” dedi ve de anlattı... ”Bizim aile Anadolu kökenli. Bizim örf ve âdetlerimize göre iftar önemlidir. Aile iftar sofrasında bir araya gelerek oruç açar. İhtiyaç sahiplerine iftariyelik gönderilir. İftar saati iş saatine rastlıyor ise, işyerinde çalışanlar için iftar masası hazırlanır. Şimdilerde İstanbul’da bir iftar daveti modası çıktı ki... İnanılmaz. Şirketler, işa...damları, politikacılar otellerde, lokantalarda iftar daveti düzenliyorlar. Herhalde belli bir işadamları ve önde gelen kişiler listesi var ki, bu listede isimleri yazılı tanıdık, tanımadık, niyetli, niyetsiz genelde hep aynı kişiler iftarlara davetli. Benim de işim dolayısıyla, ismimin öne çıkması nedeniyle listede ismim olmalı ki, hemen her gece bir veya birden fazla iftara davetliyim. Evde, çoluğum çocuğum ile iftar sofrası başına oturamaz oldum. Gitme diyeceksiniz. Gitme demek kolay... Az çok ilişkimiz var. Gönül koyuyorlar.” Faturayı kim ödüyor “Bir başka sorunum daha var. Davette oruç açarken günaha girdiğimi düşünüyorum. Çünkü paranın davet sahibinin helal kazancı ile mi ödendiğini, yoksa faturaların davet sahiplerinin şirketlerinin veya görevli oldukları kurumların hesabına masraf yazılarak vergiden mi düşüldüğünü bilemiyorum.” Ünlü işadamımızın “iftar sofrasının masrafının, helal kazançtan karşılanması” uyarısı çok önemli. Ne yapalım, hayat bu. Öylesi de var, böylesi de... Bir okunma: Orhan ELMACI   EK:1 Veda Hutbesi (Özet)   Veda Haccı'nda Hz. Muhammed (sav)'in Yaptığı  Konuşmanın Özet Metni Allah'a hamd olsun. O'nu över, O'na şükrederiz. O'ndan medet umarız. O'ndan bağışlanma dileriz, tevbe ederek O'na ita­ate yöneliriz. Nefislerimizin kötülük telkin­lerinden ve kötü ameller işlemesinden Al­lah'a sığınırız. Allah kime doğruyu göste­rirse, kimse onu hak yoldan uzaklaştıra­maz. Kimin de hak yoldan uzaklaşmasına özgürlük tanırsa, kimse ona doğruyu gös­teremez. Tek Allah'tan başka tanrı olma­dığını, ilahlığında, otoritesinde, mülkün­de, tasarruflarında ortağı bulunmadığını kabul ve tasdik ederim. Muhammed'in O'nun kulu ve Rasûlü olduğunu kabul ve tasdik ederim. (1) Benim sözlerimi iyi dinleyin , Sakın haksızlık yapmayın ve zulmetmeyin. Sakın baskı, zulüm ve işkenceye alet olmayın. Sakın zulme boyun eğmeyin. Haksızlığa rı­za göstermeyin. Ey İnsanlar, Allah'a sığının, emirlerine yapışın, azabından korunun. İnsanların mallarını eksik teslim etmeyin, değerlerini düşürmeyin, bedellerini eksik ödemeyin, mallarını kötülemeyin, haksız rekabet yap­mayın, aldatarak, hile yaparak, fırsat kollayarak, gasp ederek insanların haklarını zayi etmeyin, zayiine sebep olmayın. Ül­kede, yeryüzünde bozgunculuk yaparak karışıklık çıkarmakta ve küfürde ileri git­meyin. (7) Ey İnsanlar, yalan yere Allah'ın adını anarak yemin etmeyin. Yalan yere Allah adına yemin edenin yalanını Allah açığa çıkarır. (19) Müslümanın kim olduğunu size anlata­yım mı? Müslümanların, dilinden ve elin­den zarar görmediği kişidir. Müminin kim olduğunu size anlatayım mı? İnsanların mallarına ve canlarına za­rarı dokunmuyacağından emin olduğu ki­şidir. Muhacirin kim olduğunu size anlatayım mı? Kötülükleri ve günah işlemeyi terk eden kişidir. Mücahidin kim olduğunu size söyleye­yim mi? Allah'a itaat yolunda nefsiyle mücadele eden kişidir.  Ey İnsanlar! Dinde aşırılıktan sakının. Sizden öncekileri kesinlikle dinde aşırılık­ları helak etmiştir.  (31)    -Şahit ol ya Rabbi, şahit ol ya Rabbi, şahit ol ya Rabbi...   1) M.   Hamidullah.  Mecmûatü´l-Vesaikü´s-Siyasiyye (Vesaik) 360; İbn Abdirabbih 4/53-55. 2) Vesaik, 360. 3) Yakubî, 2/110;Vesaik, 360; Beyhaki, Sünen-i Kübra, 10/180; Sahih-i İbn Huzeyme, 4/255;Kur`ân-ı Kerim, 7/158. 4) Vesaik, 361; Buharî, “Hac” 132; “Megazi 78;“Tevhid” 24,  “Edahi”  5,  “Fiten” 8;  “Edeb” 42;Müslim, “Hac” 283; Müsned-i Ahmed, 7/ 307. 5) Müsned-i Ahmed. 7/307. 6) Müslim,“Kasame” 26; Müsned-i  Ahmed, 7/307; İbn Sa´d, 2/186. 7) Yakubî, 2/109-110; Kur`ân-ı Kerim, 11/ 85. 8) Vesaik, 361, 364; İbn Mace, “Sadaka” 9;Kur´ân-ı Kerim, 2/283. 9) Yakubî, 2/109-110. 10) Vesaik, 361; Darimî. “Büyü” 3. 11) Yakubî, 2/109-110. 12) Darimî,“Menasik” 84; Müsned-i Ahmed, 7/330. 13) Müslim, “Hac” 132. 14) Vesaik, 361; Darimî, “Menasik” 34; Müsned-i Ahmed, 7/376. 15) Vesaik, 361. 16) Vesaik, 361; Yakubî, 2/110. 17) Tirmizî, “Tefsiru´l-Kur´ân” 10. 18) Vesaik, 361. 19) Vesaik, 367;  Taberanî. Mucemu´l-Kebîr, 8/229. 20) Vesaik, 361, 365. 21) Vesaik, 361-362; İbn Mace,“Menasik” 84;  Müsned-i Ahmed, 7/376; Tirmizî, “Tefsîru´l-Kur´ân” 10; Kur`ân-ı Kerim, 4/34. 22) Yakubî, 2/109-110; Kur´ân-ı Kerim 23) Vesaik, 364-367; Tirmizî, “Tefsiru´l-Kur´ân” 10; Yakubî, 2/110 Kur`ân-ı Kerim, 49/12-13. 24) Yakubî ,2/110; Vesaik, 363; Buharî “Cizye” 5; “İkrah” 2; Müslim,“Cihad” 20. 25) Vesaik, 362, 365; Tirmizî, “Menakıb” 32; Müslim, “Kasame” 26; Buharî, “Hudud” 10; Yakubî, 2/110; Muvatta, “Kader” 3; Ebû Davud, “Talâk”   40; Darimî, “Mukaddime” 24; “Talak” 10; Müsned-i Ahmed, 1/75, 3/212, 286, 4/206, 5/30. 26) Vesaik, 362; Müsned-i  Ahmed, 9/127;Yakubî 2/110. 27) Nesaî, Sünen-i Kübra, 4/431 (7815. hadis); Müsned-i Ebî Avâne, 4/402. 28) Taberanî, Mucemu´l-Kebîr, 8/141; Vesaik, 367. 29) İbn Mace, “Menasik” 76. 30) Vesaik, 362;  Müsned-i Ahmed, 6/207; Yakubî, 2/110; İbn  Hişam, 4/219. 31) Ebû Davud,  “Menasik” 77; Nesaî,  “Menasık” 217; İbn Mace  “Menasik” 63; Müsned-i Ahmed, 1/215, 347, 7/376. 32) Darimî,  “Mukaddime” 24. 33) Vesaik, 365; Taberanî, Mucemu´l - Kebîr, 8/115, 136, 138, 303; Kur´ân-ı Kerim, 21/ 92, 23/52. 34) Ebû Davud, “Menasik” 56.   4 Ağustos 2012  · Ek:2 -Elif ( ا ) Mübarek Ramazan ayının neredeyse yarısına ulaştık. Bu ayda özellikle de oruç tutan “inananlara” Allah sabırlar versin diye sözlerime başlamak isterim!... Elif: Arapca da ilk harf. Düz bir çizgi. Sayı değeri bir. Anlamı: Tanıdık, dost, doğruluk, dürüstlük, dümdüz olan, eğrilmesi kırılması olmayan, ince sade bir sızı, ışık saçan, hatta güzel bir kız, vs. kısacası, Elif demek hayatımızın anlamı. Elif in noktasi üstüne yatık 9 gibi olan "ötüre" ile yapilir ki, bu mesar!!.. gibidir. Veya Elif in yanina bi nokta konursa bunun okumasi: " Ahhh" diye olur. ------------------------------------ Kutsal kitabımızda neler yok!...(*) 1 - Tüm Şefaat sadece Allah'a aittir. Şefaat ya Resullulah, ya Ali, ya Geylani, ya Gavs vs. yok.   2 - Mehdinin geleceği yok...   3 - Kabir hayatı, kabir azabı yok...   4 - Miraç yok.   5 - Kadercilik yok...   6 - Recm cezası yok.   7 - Hac ayları 4 aydır, dileyen 2 günde dileyen daha fazla günde işini bitirir ve döner.         10 günlük hac süresi yok.   8 - Hac’da şeytan taşlama, hacer-ül Esvet taşına el yüz sürme yok.   9 - Mezhepler yok. 10 - Altın/İpek erkeğe haramdır, yok. 11 - Bir şeyhe veya tarikata bağlanma yok. 12 - Kıyamet alametleri yok. 13 - Erkek/Kadın sünnet olmak yok. 14 - Hayızlı/lohusa kadınlara ibadet yasağı yok. 15 - Kuran’ı anlamadan sevap için okumak yok. 16 - Ölüye Kuran okumak, sevap transferi yapmak yok. 17 - Bir insandan Tövbe almak vermek, rabıta yapma

Kitap Okuyanlar Daha Uzun Yaşıyormuş!...

"Kitapları nasıl seçmeli?", "Nasıl okumalı?" ve "Okuma deneyimini nasıl zenginleştirmeli?" sorularına cevap veren, Türkçede yayımlanmış eserler. https://bit.ly/3eTpI6w   Springer bazı kitapları ücretsiz yüklemeye sunmuş: https://bit.ly/2KuRcjk ilksöz: “Okuma/öğrenme hayatta başarı sağlamaya yarayan bir zorunluluktan ibaret olarak algılandığı sürece toplum yerinde saymaya mahkumdur.”     İyi kitabı, çok iyi okumalı... Bir belgesel için kişisel kitaplığını tanıtan bir filozof, şöyle diyor: "Buradaki kitapların hepsini okumadım... Belki üç dört tanesini. Ama o dört tanesini çok çok iyi okudum."     Okumak çağırmaktır..Getirisi en yüksek yatırım, bilgiye yapılan yatırımdır. Benjamin Franklin'e atfedilen bu söz. İki yüz küsur yıl önce de geçerliydi, bugün de geçerli..."Bir kitabı okurken geçen iki saatin, ömrümün birçok senelerinden daha dolu, daha ehemmiyetli olduğunu fark edince insan hayatının ürkütücü hiçliğini düşünür ve yeis içinde kalırdım." Okumak yazının kardeşi, yaşıtı...  Okumak kelimesinin en eski halli Orhun Yazıtları'nda rastlanılmış.... Bu dönemde okımak diye telaffuz edilen ve okıglı, okınç gibi türevleri bulunan bu kelime çağırmak, davet etmek, seslenmek anlamında   toy-düğün davetiyesi, çağrısı anlamında kullanılmış... Benzer şekilde Kutadgu Bilig'de geçen okıçı kelimesi de çağrıcı anlamında kullanılmış.  "İkra!", yani "Oku!"  ve "kıraa" aynı kökten türemiş... Kıraa kelimesinin Arapçada iki anlamı var:  Birincisi bir sözü ezberden ya da yazıya bakarak söylemek, İkincisi ise bir yazıyı sesli ya da içinden okumak. Nitekim İngilizce çevirilerde kelimenin anlamı genelde "recite" kelimesiyle tercüme edilmekte; yani yüksek sesle okumak.diye yazıyor kitaplar..   Kutsal kitabımız Kur'an,"okunacak" "okumaya yarayan", "okunması gereken" anlamına gelmekte.. Bu önemli notumuz şimdilik burada kalsın..... Kitap okuyanlar daha uzun yaşıyormuş!...Öyle yazıyor... "Reading books is tied to a longer life, according to a new report." A scientific case for the humanities: http://explore.brainpickings.org/…/reading-books-is-tied-to… … http://well.blogs.nytimes.com/2016/08/03/read-books-live-longer/?_r=0  Reading books is tied to a longer life, according to a new report. Yeni bir araştırmaya  göre, kitap okumak daha uzun bir ömür (yaşam) sağlıyormuş. Araştırmacılar, okumayla ilgili 50 ‘den fazla sorularını yanıtlayan    3.635 kişinin katıldığı daha geniş bir sağlık araştırmasına ilişkin verileri kullanmış. Bu araştırmada örnekleri üç gruba ayırmış:  i-Sürekli kitap okuyanlar, ii-haftada üç buçuk saat kadar kitap okuyanlar iii-ve üç buçuk saatten fazla kitap okuyanlar. Bu çalışma, i-En fazla kitap okurlarının kadın, ii-üniversite eğitimi almış iii-ve yüksek gelirli gruplar halinde eğilim gösterdiğini ortaya koydu. Bilim insanları düzenli kitap okuyan insanların iki yıl daha uzun yaşadığını ortaya koyduğunu yazıyor.... Araştırmada, kitap okumayan ve düzenli kitap okuyan insanların yaşam süresi karşılaştırıldı. ABD’li uzmanların edindikleri sonuç, kitap okuma alışkanlığının yaşam süresini uzattığı yönünde olmuş... Yale Üniversitesi’nde yapılan araştırmalarda, haftada en az birkaç saat kitap okuyan kişilerin okumayanlara oranla 2 yıl daha fazla yaşadığı belirlenmiş. 3 bin 635 kişi ile yapılan incelemede, haftada 3.5 saat kitap okumak, biraz daha uzun yaşamak için ideal. Ayrıca haftada 3.5 saat kitap okumanın ölüm riskini % 23 azalttığı sonucuna varılmış. Bu araştırmada Gazete ve süreli yayınları okuyanlar arasında benzer bir lişkinin (korelasyon)  zayıf olduğuna dikkat çekiliyor Bu araştırmada ,Yale'de epidemiyoloji profesörü Becca R. Levy, "Günde yarım saat kısa bir süre Kitap okumanın ar, Kitap okumayanlara  göre önemli bir hayatta kalma avantajı elde ettiğine"  vurgu yapıyor. Son Söz: Sana kitap hediye eden, sana değer verendir... Sana kitap hediye edeni unutma. Sana kitap okuyanı ise hiç unutma... LIVE, BOOKS AND LITERATURE, MEDICINE AND  Dünyada güncel olarak ilgi gören birçok kitaptan bizim insanlarımız haberdar olamıyor. Uğur Yüce (1940) isminde İzmirli kitapsever bir işadamı, “Özet Kitap” isminde bir proje başlattı. Sahire Erturan isimli bir İzmirli hanımın desteğiyle yabancı dillerde yayınlanan dış dünyada ilgi gören kitap ve raporların çoğunun tercüme ve özeti bilgisayar ortamında, ilgilenenlerin “bedava” hizmetine sunuluyor. Bilgisayarınızı açınız. Ve de “ozetkitap.com” sitesine giriniz. Ekonomi, bilim, teknoloji, siyaset konularında (hemen tamamı yabancı dilde yayımlanmış) “güncel-herkesi ilgilendiren” yüzü aşkın kitabın ve çok sayıda raporun özetini bulacaksınız. Özeti siteye eklenen son kitaplar, Pentagon, Ödül, Dünyayı İyiye Değiştirecek 5 Fikir, Amerikanın Kurduğu Dünya, Düşmanlar ve FBI Tarihi. Bugüne kadar özeti en fazla okunan kitaplar: Tüfek Mikrop ve Çelik, İkinci Şans, Sıcak Para, Geleceğin Kısa Tarihi, Çöküş, Ruhsal Makineler Çağı.    Özet Kitap sitesinde, öğrencilerimizin, gençlerimizin, halkımızın kitap konusuna ilgisizliğini gösteren bilgiler de var. http://www.ozetkitap.com/