Tüm Bilgi Paylaşımlarım

Acı...çok Acı !... Çocukları Katletmişler! .. Gazze / Kudüs...

   Yeni Dünya Düzeniyle Yüzleşmek       ( BOP Projesinin ilk Senaryosu:Filistin Topraklarının İlhakı..Ya Sonra !.. Ortadoğu'da İsrail'in egemenliğinde otonomlara dayalı, JUDAIK LEVANT DEVLETİ kuruyorlar. Ortadoğu'da ulus devlet istemiyorlar...) https://rand.org/content/dam/rand/pubs/research_reports/RR2300/RR2375/RAND_RR2375.pdf   İlk söz: İslam İşbirliği Teşkilatı Parlamento Birliği (57 Ülke), 29 Kasım 1947’den bugüne Mescid-i Aksa başta olmak üzere tüm bu saldırı, katliam ve işgalleri sadece kınamakla yetinmiş. Görselle ait not:. İsrail 1948'e  Filistin topraklarının toplam yüz ölçümünün sadece yüzde 1'i. daha sonra yüzde 5.5-6, günümüz de ise (2024) yüz de 85'ine el koymuş durumda... İsrail  Gazze Şeridi'ne 7 Ekim 2023'ten bu yana -191 gündür -düzenlediği saldırılarda hayatını kaybedenlerin sayısı 33 bin 729'a yükseldi... Acı...Çok acı!...Çocukları katlediyorlar! Dipsiz karanlık. ...Katışıksız kötülük.Acılarla yoğrulmuş bu coğrafyada ,insanlık zamanaşımına çoktan uğradı!..Susmak ve Filistin halkının yanında saf tutup sesini yükseltmemek de insanlık suçu… ..10 km'lik alana sıkışmış 1,5 milyon nüfus ve yüzbinlerce çocuğu, gece ve gündüz aralıksız dünyanın en gelişmiş silahları ve uçaklarıyla tepelerinden bombalanıyor! Uluslararası kurumlar, devletler, aydınlar, akademi, sanatçılar, tüm dünya sessizce seyrediyor ya da seyretmekten başka elinden bir şey gelmiyor! Yüzbinlerce bilimsel keşif yapacaksın yüzbinlerce filmler çekeceksin şiirler yazacaksın ve binlerce insanlık adına yasalar çıkartacaksın ve bu soykırıma sessiz kalacaksın, işte medeniyet denen canavar! Rusya Ukrayna'ya saldırınca Çaykovski dinlemem Dostoyevski okumam diyenler neredesiniz! İnsanlık için ne büyük utanç, koca dünyamız bir buçuk milyon insanın haşere böcekler gibi öldürülmesini sadece izliyor, dün de Irak'ın bombalanmasını izlemişlerdi gün gelir sizin de bombalanmanızı izlerler. Küresel güçlerin özellikle ABD 'desteği ile İsrail, adım adım Kudüs’ü yutarken, Gazze'yi vururken tüm dünya ama özellikle İslam dünyası bunu seyrediyor.. “Gelin, Amerika Birleşik Devletleri’nde yüzyıllar önce sahneye konulan Yeni Dünya Düzeni’nin ‘tek din’ ilkesinin ete kemiğe büründürülmesi sürecinden söz edelim. Yeni Dünya Düzeni’nde mevzubahis olan ‘tek din’, Yahudilikle Hıristiyanlığın füzyonu olan Evangelizm’dir. Evangelizm’in ne olduğunu bilmezsek, Amerika Birleşik Devletleri’nin niye bu kadar ısrarla ve kayıtsız şartsız İsrail’i desteklediğini anlayamayız. ABD’nin Irak’ta, Orta Doğu’da, hatta Kara Afrika’da ne yapmak istediğini de doğru okuyamayız. Eski Ahit’te eritilmiş, tevhit edilmiş Hıristiyanlığın temellerinin daha 1867’de kurulan ‘Kiliseler Konseyi’ tarafından atıldığını bilesiniz." .Tüm bu gelişmelerin nedenlerini ve sonuçlarını analiz ederken yanıtlanması gereken sorular şunlardır: i- İsrail'in uluslararası tanınmasına destek veren Müslüman Ülkeler hangileridir? ii-İslam İşbirliği Teşkilatı Parlamento Birliğine üye ülkelerin kaç tanesi Askeri+ekonomik+siyasi ilişkiler kurmuş ve sürdürmektedir? iii- Özellikle Araplar Filistini neden desteklemiyor? Yukarıda ki iki sorunun cevabını birlikte okuyalım:   İsrail, bölgedeki bütün gerici iktidarların İsrail'i yalandan kınayacaklarını ve sözde İsrail'le Askeri+ekonomik+siyasi ilişkilerinin  devam edeceğin bilmiyor olabilir mi? İsrail, Suriye toprağı olan GOLAN tepelerini işgal ettiği halde, İsrail'le değil de Suriye ile savaşıldığını Kuzey Irak'ta   ABD tarafından vadedilen toprakların işgali  (Türkiye'nin Güney Doğusunu 'da içeren  ) için hazırlıkların yapıldığını , ve "Kudüs" kendilerinin başkenti olarak tanındığını çok iyi bilmekte..Tüm bunların sorumlusu   ABD  ( Sözde Yüce Pir'),  Yeni Dünya Düzeni tarikatı iktidarını hızla güçlendirme isteği bu planın ana temasıdır.  Ortadoğuda dolara tapan Suudiler,  BAE kralları  Suriye ve Lübnan'ı parçalamak isteyen yavru emperyalistler. Sessiz kalan AB...(Tarikatı oluşturan vasıl, salik, mürid ve talipler).   Yüce Pir'e biat etmiş bu güçler Büyük Ortadoğu Projesi (BOP) ile  "Son Hakikat" dedikleri dünya görüşlerini gezegenin bütününe tebliğ etmekle yükümlüdürler. Dünya halkları ya "Tekleşmiş Varoluş"ta eriyecekler ya da genleri yok edilmek suretiyle mutlak bir biyolojik ölümle karşı karşıya bırakılan Sömürülmezler'in ve Lanetliler''in kaderini paylaşacaklardır. Postmodern Faşizm. "Tek bir dünya, tek bir devlet, tek bir bayrak!" sloganıyla özetlenen çağdaş değerlerini, evrensel medyanın tüm olanaklarını kullanarak dayatmaktadır.. Yüce Pir''in Kutsal Koalisyonu ile baş edebilecek tek bir güç varmıdır?  Bu sorumuzun cevabı şimdilik bizde saklı kalsın... Bu bağlamda; Falih Rıfkı, Zeytindağı’nda (1915)  önemli bir tespitte bulunduğu anımsamakta yarar var.:  “Floransa ne kadar bizim değilse, Kudüs de o kadar bizim değildi. Sokaklarda turistler gibi dolaşıyoruz…Ticaret, kültür, çiftlik, endüstri, binalar her şey Arapların veya başka devletlerin.. Yalnız jandarma bizim idi; Bürokrasi bile tam-Arap, yahut yarı-Araptır. Türkleşmiş hiçbir Arap görmedikten başka, Araplaşmamış Türk’e az rastgeliyordum…Suriye, Filistin ve Hicaz’da Türk müsünüz? sorusunun cevabı Estağfurullah idi.”(s. 43) Zeytindağı’nda,  insanın kanını donduran tarihi  süreç  ve imparatorluğun çöküşü yazıldığını hep hafızalarda taze tutmak dilği ile.anlatıma devam edelim. Okuyanınız vardır. Okumayanlar mutlaka okumalıdır.  Özellikle  “Cumhuriyet Arap düşmanlığı üretti” diyenler okumalıdırlar. Çünkü kitap Cumhuriyet öncesi yazılmıştır. Kitapta Mehmetçiğin Yemen’de, Aden’de, Kanal’da, Gazze’de, Arap Çölleri’nde nasıl kırıldığı, yenilgiden sonra bir vagon dolusu mecidiye altınının nasıl bırakıldığı açıklanmaktadır. Şahsen Araplara karşı bir sempati duymadım gelecektede duymıyacağım..Nedeni ise Filistin Cephesinde Mehmet Hüseyin Çavuş'un kaleminden. dökülen bu mısralarda saklı.Birlikte okuyalım :: "Gazze'nin meğer kumundan çokmuş kalleşi, Nasıl vurur insanı sırtından DİN KARDEŞİ! Filistin,Trablusgarp, Yemen illeri. Hangisini kanım ile sulamadım? Gezdim cephe cephe çölleri, Türk'e Türk'ten başka dost bulamadım!" Arapların 1918 yılında esir düşen 16. Tümenin de ki  15.000 Türk askerini  nasıl kalleşçe  arkadan vurduğunu bilimsel olarak bu linkten okuyabilirsiniz http://nek.istanbul.edu.tr:4444/ekos/TEZ/ET001765.pdf...  Filistin Devlet Başkanı Mahmut Abbas Çin'in Doğu Türkistan'daki soykırımını desteklese de  Filistinlilere yönelik saldırıları  kabul etmem  mümkün değil. Çünkü Filistin’de neofaşist bir insanlık dramı yaşanıyor. İnsan olan herkes bu katliamı kınamalı ve önlemek için elinden ne geliyorsa yapmalıdır.  Falih Rıfkı, Zeytindağı’da  tarihimize bir ibret belgesi bırakırken, her biri destan olabilecek, askerin günlükleri,  kaybedilen Ahmetlerin, Mehmetlerin hikayeleri tüylerinizi ürpertir. Bu kitabı okumak  bir borçtur, bir  görevdir. Özellikle genç nesiller için. Yakup Kadri Karaosmanoğlu  derki; “…Falih Rıfkı’’nın son eseri Zeytindağı, Cumhuriyet devri edebiyatının en büyük hâdiselerinden birini teşkil etti. Falih Rıfkı’nın bize hatırlattığı devir, Türk milletinin geçirdiği ve geçirebileceği felaket devirlerinin en facialısı, en dehşetlisi ve ruha en çok bezginlik verenidir. Eğer, muharririn keskin ve yüksek zekası bu devir üstüne berrak bir aydınlık gibi aksetmemiş olsaydı, biz ona doğru başımızı çevirip tekrar bakmak arzu ve cesaretini kendimizde bulamayacaktık.” Arap  hayranlığı ile Türkiye bir yere varamaz. Türk düşmanı Suud Krallığı 5 Osmanlı eserini yıkmış, Türkiye tarafından kınanmamıştır. Osmanlı eserlerine yönelik “kültür soykırımı” yapan Suudi yönetimi, Kral Fahd’ın emriyle Türk düşmanı  Thomas Edward Lawrence’in evini müzeye dönüştürmüştür.  Evin kapısına, ‘‘Bu ev, Osmanlı’ya karşı bağımsızlık savaşı veren Suudilere yardımcı olan Thomas Edward Lawrence tarafından karargáh olarak kullanılmıştır’’ yazısı asılmıştır. Arapların yıktıkları Osmanlı eserleri arasında  en önemlisi Ecyad Kalesi’dir. Kasım 2007’de   Türkiye’ye gelişinde ülkesinin bayrağı göndere çekilerek karşılanan Suudi Arabistan Kralı Abdullah, Atatürk’ün ölüm yıldönümüne denk gelen 10 Kasım’da ayrılırken kendi bayrağının yarıya çekilmesine izin vermeyince uğurlanışı bayraksız olmuştur.  23 Eylül 1932‘de Suudi Arabistan Krallığı ilan edilmiştir. 10 Kasım 1938’de Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu Mustafa Kemal Atatürk’ün vefatında Suudi Arabistan ne yapmıştır?  Bayraklarını indirmemesinin kendilerince makul sebebi vardır ama bir günlük yas ilan edilmemiştir. Evi müze yapılan Edward Lawrence, Filistin Cephesi’nde komuta ettiği Bedevi süvari alayına katliam emri veren  İngilizdir. Filistin Cephesi’nden Anadolu’ya doğru çekilmekte olan Türk ordusu  at arabalarının üstünde giderken, ilkel sedyelerde yaralılar taşınıyordu. Binlerce bedevi atlısı  Türk ordusuna arkadan saldırırken, teslim olmak için el kaldıranlarını da  öldürmüşlerdir.  Ümmet kardeşlerimiz  olan Araplar  Lawrence’in “esir almak yok”  emrine uymuştur.   Filistin Cephesi’nde Lawrence’nin komuta ettiği Bedevi süvari alayından   iki bin Mehmetçik Şam’daki hastaneye yatırılmıştı. Yeterli sağlık personeli, ilaç, narkoz yoktu.  Yaşananları Lawrence  “Lanet olsun bunlara” diyerek Filistin cephesinden ayrılıp Mısır’a dönmüştü. Bedevilerin Türk kanı içme isterisi ile sağlık personeli dahil, kurtulan tek kişi olmamıştı. İngiliz  subayları  bu duruma  isyan etmişti: “Biz Arapları destekledik ama hastane baskını da istemedik ki…” 24 Aralık 1963 tarihinde Kıbrıs Rum Lideri Makarios tarafından kurulan cinayet örgütü EOKA Tuğgeneral Nihat İlhan’ın evini basıp eşi ve üç çocuğunu banyoda vahşice öldürdüler. Kıbrıs’a gidenler bu vahşeti görürler.  Lefkoşe’nin Türk mahallerinde 39, Girne’de 7, Baf’da 49, Larnaka’da 21 ve Magusa’da 21  Türk katledilmiştir. O günlerde Yaser Arafat Kıbrıs’a gelerek “Filistin Halkı Kıbrıs Rumlarını ve haklı mücadelelerini desteklemektedir”  demiştir. Filistin Devlet Başkanı Mahmut Abbas’ın  “Doğu Türkistan’da Çin haklıdır!..”  açıklaması  kabul edilemez. Filistin ve Arap dünyası Yunanistan’ın yanında yer almıştır. Girit’e Suud uçakları inmiştir: “Pilotlar sizden, uçaklar bizden.”  Biz Türkler balık hafızalıyız. Geçen yıl ABD’de sözde Ermeni soykırımı karar tasarısı ile yaptırım tasarısı Temsilciler Meclisi’nde oylanırken  dikkat çekici  bir durumla karşılaşılmıştır. ABD’deki ara seçimlerde, Demokrat Partili Müslüman adaylar Arap kökenli Rashida Tlaib ve Ilhan Omar ABD’nin Michigan ve Minnesota eyaletlerinden Temsilciler Meclisi üyeliğine seçilmişlerdir. Böylece  Tlaib ve Omar ABD Kongresi’nin ilk kadın Müslüman üyeleri olmuşlardır.  Dikkati çeken  husus, hayır oyu veren 11 Temsilciler Meclisi üyesi arasında iki  Müslüman üyenin bulunmamasıdır. Üstelik bunlardan biri Filistin kökenlidir.  Filistin’e verilen büyük desteğe rağmen Filistin kökenli üyeye  Cumhurbaşkanımızın gösterdiği yakınlığın  bir anlamı olmadığı  ortaya çıkmıştır. Cumhurbaşkanımız   BM Genel Kurulu’nda  Filistin haritasını göstererek Filistinlilere sahip çıkmıştır ama  Filistin kökenli Temsilciler Meclisi üyesi Rashida Thalib  Türkiye aleyhine oy kullandığı için Ermeni kuruluşu ANCA tarafından  onurlandırılmıştır. Cumhurbaşkanımız  ile  fotoğraf çektiren  diğer Temsilciler Meclisi üyesi  Ilhan Omar (D-Minn.)  ise  24 Nisan 2020 tarihinde soykırım kararına verdiği desteği tweetlemiştir: “Minnesota ve dünyadaki Ermenilere kayıp yaşamları yas tutmak için katılıyorum ve Ermeni halkının olağanüstü dayanıklılığını onurlandırıyorum.” Filistin konusunda  57 Müslüman ülke arasında  hiçbir dayanışma olmadığı gibi büyük  hizipleşmeler vardır. Suudi Arabistan  Türkiye’ye ambargo uygulamak için girişim  başlatırken  bu ülkenin İstanbul Havalimanında  milli günü kutlanmıştır. “Suudi Arabistan Kraliyet Hava Kuvvetleri’nin bu ay içinde gerçekleştirilecek olan Falcon Eye 1 tatbikat manevralarına katılan uçağı, Girit Adası’nın Souda Hava Üssü’ne  teknik ve destek ekipleriyle ulaştı. Suudi Hava Kuvvetleri ve Yunanlılar Akdeniz’in gökyüzünde hava harekatı ve ortak tatbikatlar gerçekleştirecekler. Tatbikatın, hava harekatlarının yürütülmesi ve planlanması alanındaki askeri deneyimlerin paylaşılmasının yanı sıra, hava ve teknik ekiplerin becerilerini geliştirmeyi ve geliştirmeyi, hava kuvvetlerinin savaşa hazırlığını artırmayı amaçladığı açıklanmıştır.” (Saudi Press Agency, https://www.saudiarabianewsgazette.com/general/royal-saudi-air-force-group-participating-in-falcon-eye-1-drill-maneuvers-arrives-in-greece/)  Suudi Arabistan jetleri Yunanistan'la ortak tatbikat için Girit'te, burnumuzun dibine gelip  bize karşı tatbikat yapacaklar ve biz sesimizi yükseltmeyeceğiz.  Bize göre kurttan post Arap’tan dost olmaz. Eğer olsaydı tüm Arap ülkeleri KKTC’yi resmen tanırlardı. Hıristiyan dünyası Güney Kıbrıs Rum Kesimini  AB hukukunu yok sayarak   tanımış ve AB üyesi yapmıştır. Bu, sözün bittiği yerdir. Nokta. Mazlum bir ülke olarak küresel güçlerin özellikle de ABD+ İsrail'in Filistinlilere yönelik saldırıları  kabul etmem  mümkün değil Bugün Kudüs’te zoraki bir işgal olsa da bu İsrail’e Filistinlileri yok saymak hakkını vermez.  Küresel oyun kurucular ve  İsrail  her söylemi ve eyleminde Filistin’i de Filistinlileri de yok sayıyor. Ama aynı İsrail kendi yayınladığı kitapçıklarda bu toprakların Filistin olduğunu da teyit ediyor, bu ne menem bir iştir anlamak mümkün değil. İşte İsrail Kaynaklarına göre Filistin : ‘…İsrail, Akdeniz’in güneydoğu kıyısında küçük, dar, yarı-kurak bir ülkedir. Yaklaşık 35 asır önce, Yahudi halkı göçebe hayat tarzını terk edip İsrail toprağına yerleştiğinde ve bir millet olduğunda tarih sahnesine girdi.  Yıllar boyunca, Toprak çeşitli isimlerle tanınmıştır– Eretz Yisrael (İsrail Toprağı); Kudüs’teki tepelerden biri olan ve zamanla hem bu şehri, hem de bir bütün olarak İsrail Toprağını temsil eder hale gelen Sion; Philistia adından türemiş ve ilk defa Romalılarca kullanılmış olan Filistin; Vaat Edilmiş Toprak; ve Kutsal Toprak bunlardan sadece birkaçıdır.  Ancak, bugün çoğu İsrailli için ülkenin adı sadece Ha’aretz, yani Toprak’tır.’ : Bakın İsrail bu kaynakta geçen ‘Romalılar bu topraklara Filistin derdi’ ifadesiyle Filistin’i tanıyor. İşin kritik noktası da burada zaten. Hem tanı hem yok say, işte bu iş bundan dolayı çözülemiyor... Yine burada İsrail önce Tevrat’ı öne sürüp bu toprakları Sion sembolüyle anlatıyor. Buradan kendine Siyonizmin de yolunu açıyor.  Ve aynı İsrail bu kez bu topraklara ‘Romalılar Filistin adını koydu’ diyor ama hemen peşinden kutsal topraklar, vaat edilmiş topraklar diyerek yeniden Tevrat’a dönüş yapıyor. Yani bu İsrail’in kafası karışık. Bu da doğaldır çünkü Tanrı’nın bildiği bir gerçeği Tanrı’ya rağmen tahrif etmeye çalışmak o kadar da kolay olmuyor. İşin gerçeği… Bu toprakların en eski adı Kenan diyarıdır, Tevrat’ta da geçer. Aynı topraklar üzerinde yaşayan halk Filistinli olarak anılır, bu da Tevrat’ta böyle geçer. Peki, İsrailoğulları nedir, bu topraklardaki rolü nedir? Yine Tevrat’a göre onların atası İbrahim kabul edilir. İbrahim, Basra’da Ur kentinde doğmuş, Harran üzerinden Kenan diyarına göç etmiştir. Orada çoğalmış, kıtlık çıkınca Mısır’a göç etmiş, derken Musa’nın öncülüğünde ve İsrail’in Tanrısı’nın yardımıyla yeniden Hebron’a yani Kenan diyarına dönmüştür. Toprağın asıl sahipleri olan Filistinlilere karşı savaşmış ve ilk kez bir devlet kurmuştur. Buna göre, İsrailoğulları Irak’tan Filistin’e gelen göçebe bir halktır.  Bu toprağın adı Filistin, sahipleri de Filistinlilerdir. Kaldı ki bu toprakların adı hiçbir zaman İsrail toprağı diye anılmamıştır ta ki Sion ve Siyonizm çıkıncaya kadar. Sion’a zemin hazırlamış olan ise Tevrat’tır. Müslüman alemi de bu nedenle diyor ki bu Tevrat tahrif edilmiştir. İsrail’in kendi kaynaklarında geçen şifreleri çözmeye devam edelim… ‘İlk defa devlet kurdular’‘ ifadesinde geçen ilk devlet sözü, aynı zamanda Davut zamanındaki Büyük İsrail Krallığı’nı işaret ediyor ki bu da ayrı bir konu.  Şimdi ilk defa devlet kurdular dediğiniz zaman akla gelen ilk şey Davut ve o dönemdeki İsrail krallığıdır. Çünkü bugünkü İsrail’in devlet sembolleri işte o günkü Davut’u işaret ediyor.  Ama Ortadoğu’nun güvenliği açısından bu hiç de yabana atılacak bir siyasi hedef değil, aksine büyük bir tehlikedir!  İsrail’in Nil-Kudüs-Babil ekseninde geçen binlerce yıl öncesindeki eski sınırları işaret edilerek bugünkü İsrail’in hedefi olarak gösterilmesi gerçekten de çok tehlikeli bir mesajdır. Özellikle de kuzey Irakt'ta ABD tarafından  oluşturulmaya çalışılan  oluşum bu minvalde olup  Türkiye için oynan kirli  bir oyundur. Göründüğünden daha karmaşık ve planlıdır...Çok tehlikeli bir oyundur ..Bu böyle biline... Gelin şimdi de, Amerika Birleşik Devletleri’nde yüzyıllar önce sahneye konulan Yeni Dünya Düzeni’nin ‘tek din’ ilkesinin ete kemiğe büründürülmesi sürecinden söz edelim. Yeni Dünya Düzeni’nde mevzubahis olan ‘tek din’, Yahudilikle Hıristiyanlığın füzyonu olan Evangelizm’dir. Evangelizm’in ne olduğunu bilmezsek, Amerika Birleşik Devletleri’nin niye bu kadar ısrarla ve kayıtsız şartsız İsrail’i desteklediğini anlayamayız. ABD’nin Irak’ta, Orta Doğu’da, hatta Kara Afrika’da ne yapmak istediğini de doğru okuyamayız. Eski Ahit’te eritilmiş, tevhit edilmiş Hıristiyanlığın temellerinin daha 1867’de kurulan ‘Kiliseler Konseyi’ tarafından atıldığını bilesiniz." Bu arada FKÖ'yü bitirmek için HAMAS'ı  kim kurdurdu?  ve Hangi  emperyal güçler  desteklemekte? Bu soruların cevabı Filistin haritasının tarihsel gelişiminde saklı... Yanıbaşındaki Mescid-i Aksa'dan gözyaşı akarken milliyetçi bir şarkının "isimleri silinsin" (yimakh shema) bedduası nakaratını söyleyen insanlar. Vicdansız olunca orada bir boşluk mu oluyor? Yoksa nefretle mi dolu orası da vicdan sığmıyor? Vicdan kaskatı olunca neyin üzerine inşa ediyorsun dini ?" insanlar yiterken, kutlamanız da, milliyetçi şarkınızda , bedduanız da yerin dibine batsın….Neo-ortaçağ... --------------------------- (*)1799'dan günümüze Filistin tarihi ve Orta Doğu sorunuhttps://bbc.in/3blLA8V   (**)     Arapların Filistini neden desteklemediğini merak edenlere... Özetle:"Filistin sorunu", yalnızca Ramallah ve Gazze'nin yozlaşmış liderlerini zenginleştirmeye hizmet eden duygusal ve mali bir aldatmaca haline geldi". diye anlatıyor makale.....  https://besacenter.org/do-arabs-hate-palestinians/

Eşik Altı Büyücülerin Zihinsel Pazarlama Stratejileri : Özel Günler!...

  "Radikal Blog'da ki Denemelerimden...(5)"12.05.2013 Toplumu Formatlama da (Afazi Hale Getirme de)  Küresel Güçlerin / Eşik Altı Büyücülerin / Zihinsel Pazarlama Stratejileri :  Özel Günler!....   12.05.2013 11:42:32 A+ A- İlk söz: “Günlük yaşama indirgenmiş düşler ülkesi!.. En modern en pahalı eşyalarla tıka basa dolu iş yerine gitmek için metroya da, tıklım tıklım dolu bir trene de binilmiyor, lüks GTİ otomobillerle, füzeye benzetilmiş motosikletlerle veya turbolarla gidiliyor buralara. Kaygılanacak ne var ki?... Halk ne ister ki? İşte asıl can alıcı nokta bu ya, hiçbir şey! Bu olağanüstü gezegende yaşam güzeldir. Bu düşlere yaraşır dünyayı tanıdınız herhalde “ Yazımızın ilerleyen bölümlerinin anlam kazanması için az önce de belirttiğimiz gibi öncelikle bir temel tespiti yapmamız gerekmekte: Subliminal kelimesi, latince "limen" köküne dayanır. Limen, "eşik" demek. Subliminal, eşik altı. Doğrudan algı eşiği altındaki sinyal, yani. Kapitalizmin küreselleştiği günümüzde toplumu hızla geleneksel bağlarından koparmış kendi amaçları-tüketim toplumu-doğrultusunda yeniden dizayn için çeşitli projeler geliştirmiştir. Bunun en belirgin örneklerinden biri de hayatımızın neredeyse vazgeçilmezleri haline gelen özel günler:.  “Sevgililer Günü”, “Anneler Günü” , ”Babalar Günü”,!... Niceleri... Farkında mısınız, her yıl bir yenisiyle tanıştırıldığımızın. "özel gün" ler, hayatımızda sendroma dönüşmüş durumda!.. Yaş günlerinin yıldönümlerinin yarattığı gerilim yetmezmiş gibi  Küresel Güçlerin / Eşik Altı Büyücülerin/; “Özel Günler”   zihinsel pazarlama stratejisinin bir örneği olarak da ”Sevgililer Günü” Üretmeden tüketme, tüketim için bilinç altına “tüketimi” kodlama, Birilerinin özellikle dizayn ederek uygulamaya koydukları “kodlanmış  günler” Ya da başka kültürün  ürünleri!... Tüketim toplumu olma yolunda, birileri tarafından kodlanmış günler, Konu modernlik bağlamında ele alınabildiği gibi postmodernlik ile de yakından ilgili olarak gündemdeki yerini korumakta.  Tüketim toplumu olgusunun gündeme gelmesinde etkin rol alan modern çalışma etiğinin endüstri toplumuna üretmekten daha öncelikli bir hedef olarak tüketmenin özendirilmesi süreçleri, İstesek de istemesek de  bu yaşam için de , yeni sendromlar ortya çıkmakta... Çünkü insanlık tarihinde belki de ilk defa arz talebi geçmeye başladı.ve yepyeni bir problem ortaya çıktı. Bu kadar şeyi kim satın alacak? Böylece  üst yapının yeni söylevlerle özel günlerle   tekrar formatlanmasını gerektli kılmakta.... Büyümeye devam eden sürdürülebilir kültürel bir norm oluşturma girişimleri. Bu Anneler Günü'nde insanlar hediye vererek sevgilerini göstermeleri markaların yüzünü güldürmeler... Çarpıcı mücevherlerden şık kıyafetlere ve hediye kartlarına kadar savurganlık  Annelerini şımartmak isteyenler için lüks spa bakımları, rahatlatıcı masajlar ve hoş manikür ve pedikür kuponları .. Süslü bir öğle veya akşam yemeği ve güzel çiçek buketleri... özel geziler bile yetersiz kalıyor.. Peki insanlar gerçekte ne kadar ve neye harcama yapmakta? Tüm ilginç ayrıntılar için aşağıdaki verilere göz atmak gerekiyor(****). Her yıl geçtikçe insanlar Anneler Günü'nün önemini giderek daha fazla anlıyor ve  minnettarlığını göstermek için daha çok para harcamak kültürel bir norm haline geliyor. Bu eğilim bilinçaltına köklü bir şekilde yerleştiği ve yakın zamanda azalmasının pek mümkün görünmüyor.. Formatlama, dizayn  tüm kadim değerler içinde yapılıyor, Türk toplumunun tüm inançlarını yerle bir etmek, afazi hale getirmek için... Örnek mi? Bu toplumun kültürel yapısında yer almayan yılbaşı kutlamaları ... Hani kafalarına taktıkları  huni şapkalar gibi!... Noel baba figürleri gibi!..., Çam ağaçları gibi!... "Sevgililer günü" (*) mü... Çoğu sevgili o gün ayrılıyor birbirinden... "Anneler günü" mü... Hayal kırıklığı sırası annelere geliyor. Niye? Çünkü "özel gün sahibi"nin beklentisi alabildiğine kabarıyor o günlerde... Küresel güçler, eşik altı büyücüler zihinsel pazarlama stretejilerini  günler öncesinden uygulamaya koyuyor, kendi kontrolü altındaki yazılı ve görsel basın aracılığı ile; reklama yükleniyor; el ilanları, duvar panoları, radyo ilanları, televizyon reklamları "o muhteşem günlerin" hazırlığında  AVM’ler sönük geçmiş bir yılın acısını o günden çıkarmak istercesine ayakta. Haberlerde, reklamlarda "annelerini, sevgililerini, babalarını seven insanların neler yapması gerektiğini zihin altına zerk eden  şablonlar, söylenecek sözler, Binlerce kişinin seyrettiği bir film içerisine saniyenin 1/3000 ‘i kadar kısa sürelerde mesajlar yerleştirilip ve gösterilen deneyler gibi. Bu deneyler sonucunda  kola satışlarının  yaklaşık %20 , patlamış mısır satışlarının ise %60 artış göstermesi gibi. Yine de süzülecek gözler, satın alınacak hediyeler, yeni insan tipi yaratma çabası. Pek tabi ki masaları, hikayeleri ile birlikte!... Hep beraber bir şeylerin yanlış olduğunu hissetsek  bile , yine de bakıp bakıp izliyoruz... bu kadar sevgi gösteremedik  diye ufalanıyoruz. "O muhteşem gün" geldiğinde, karşısında hiç de reklamlardakine benzemeyen "hazırlıksız"  gören sevgilimiz, annemiz,babamız da ister istemez bunu kendilerine verilen değerin biricik göstergesi olarak algılamaya ve çevredekilerle kıyaslamaya başlamakta: ””Bak ,kocam bana ne aldı!..” "Önceki sene de unutmuştun," "Geçen sene de bu ayakkabının aynısından almıştın," “Yine mi ayakkabı ?!...” "Bu parfümden nefret ettiğimi bilmiyor musun" “ Bunun  markası yok!.. Nice  yakınmalar ve  gözyaşları!.... Ardından trajikomik son !... "Sen beni eskisi kadar sevmiyorsun." Ve nihayet Halbuki ben..." veya "Eskiden..." diye başlayan kıyaslama cümleleri ile, ilişkilerin ipini çekme. Ne kadar sevdiğini sonradan kanıtlamak için girişilen nafile çabalar!... Huzursuzluğu derinleştirmeden  başka bir  işe yaramayan uğraşlar. "Özel günler ekonomisi" Artık bir hastalık olarak değerlendirebileceğimiz bu tüketim çılgınlığının ekonomik boyutuna baktığımızda geçen yıl sadece Amerika da bir günlük getirisi 5.6 milyon dolarmış. Oysa bir yıl boyunca kimse yatağına aç girmesin diyorsak 19 milyar dolar, herkesin içilebilir temiz suyu için 10 milyar dolara… Okur-yazar olmayan kalmasın diyorsak 5 milyar dolara ihtiyaç varmış. Sadece makyaj ürünlerine bir yılda harcanan para 18 milyar dolarmış. Sevgililer Günü için, ironik olarak “tamamen duygusal  sonuçlar(****)”; 2006 yılında 356 Milyon TL, 2007 yılında 429 Milyon TL, 2008 yılında 528 Milyon TL 2009 yılında 590 Milyon TL , 2010 yılında 682 Milyon TL , 2011 yılında 790 milyon TL'ye ulaşmış.  Babalar günü için yapılan; 2006 yılında 356 Milyon TL, 2007 yılında 445 Milyon TL, 2008 yılında 524 Milyon TL 2009 yılında 596 Milyon TL , 2010 yılında 714 Milyon TL , 2011 yılında 851 milyon TL'ye ulaşmış. Harcamalar her yıl artarak devam etmiş!... Yapılan alışverişlerin borçlanma ile yapılması, milyonlarca kredi kartı borçlusunun ve haciz tehlikesi altında kişinin bulunduğu ülkemizde durumun vehametini artırıcı etki oluşturduğu tartışılmaz bir gerçek. Bu nedenle alışverişe ve borçlanmaya teşvik edilen uygulama ekonomik gerçeklerimize de aykırı. Buna karşın, Sevgililer Günü’nden hemen önce fiyatlarda nasıl bir artış olduğu ve böylesi özel günlerde satışların nasıl da gereksinmelerin çok üzerine çıktığı görülünce, bu günün “sevgililerin ” mi, yoksa “satıcıların” mı olduğu konusunda ciddi şüphe oluşmakta. Tüketiciler Birliği, fedakarlıkları ile ün kazanan sevgililer gününü kutlmakta; tüketicileri bu gün dolayısıyla, hem annelere, hem çocuklarına bedel ödetecek gereksiz harcamalarda bulunmamaları ve zam fırsatçılarına fırsat vermemeleri yönünde güya  uyarmakta. Ve tüketim özgürlüğüne davet etmekte.“ Bu ne perhiz bu ne lahana turşusu “!... Sevgililer Günü’nün anlamı, gizli bir elin almaya zorladığı hediye.. kadın obje olarak öne çıkaran erkek eğemen toplumda tüketim ve görgüsüzlük , gösteriş budalalığı ... Sevgi, hiç bir değeri olmayan vitrinlerde süslü bir paket... Her biri sevginin ayrı bir rengi, hepsi de birbiri kadar önemli, bunların tümünün sevgidir temeli, değerleri maddi hiçbir şeyle ölçülebilirmi ki !.. Tek bedelleri yine sevgidir... Bütün sevgilerin önüne “Sevgiler Günü” getirildi. Bununla ilgili yeni pazarlama stratejileri geliştirildi... Kampanyalı Yurtdışı seyahatleri düzenlendi, “Güne” özel ucuz biletler sattı Uçak Şirketleri, Otellerde yapılan Sevgililer günü indirimleri, Özel ayakkabılar, giysiler, hatta menüler bile üretiliyor. İş tamamen ticari bir konuma getirilmiş durumda. Artık Sevgi  pazarda!... Sevgi harcamayla doğru orantılı artık!.. Ne kadar çok harcama yaparsan sevgi o kadar büyük !... Yani sevgi  ironik olarak betimlenirse “duygusallaştı”, Ne kadar güzel !... Gelir düzeyi düşük olanların  durumu hiç düşünülmeden... Böyle devam ederse eğer, sonunda rezil  rüsva olacak sevgi. Diğer kadim değerlerinin  içi boşaltıldığı gibi…. Her AVM , her mağaza, her vitrinin iç dekarasyonu  Cezbedici ancak içinde ne kadar sevgi olduğu şüpheli  kalplerle süslenmiş… Buralara gidememek ya da gitsek bile, boş ya da kırık bir kalple dolaşmak ne can yakıcı. Öksüzlere özgü bir Anneler Günü... Reklamların mütemadiyen “sevgi pazarlığı/sevgi ticareti” için   alışverişe çağırması, küresel çapta uluorta kutlanması, yalnız kalplerin ıssızlığını perçinlemekte bir kat daha... Sevgi dillendirildikçe, yitik bir dostun adı gibi çınlamakta. Henüz reklamlardaki gibi bir sevgi kısmet olmamıştır kimine; ama çoğu doludizgin yaşamış ve sonunda kıymıştır” sevgisine”.. .Onu acılar çektirerek öldürmüş ve eski bir şarkıya gömmüştür. Ortak hatıralar mezarlığına... Ya da ihanetler kabristanına... Söylenenler son derecede acı, sanki zehir gibi, ama ne yazık ki bu gerçeğin ta kendisi. Gerçek sevgi oturmuş ağlıyor; Ben bu hallere mi düşecektim diye. Bu koşullarda kalmadı artık bunun bir çaresi, Seneye beklenecek bir yenisi. İnşallah yeniden gerçeğe dönüşür  sevgi, Yeniden yeşerir, gönüllerde açan bir kır çiçeği gibi. Ticarete dönüştü, amacından uzaklaştırıldı Hepsinin önüne geçirildi sadece içlerinden biri.. Görünen ve gerçek olan o ki bu özel günlere duygusal anlamlar yükleyerek bize sunanların amacı sevgiyi kutsadıklarından değil, daha çok harcama yapmamızı sağlamak ve kârlarına kâr katmalarıdır. Bu yüzden siz siz olun sevdiklerinize sevginizi böyle özel günlerde pahalı hediyeler alarak değil, onları her gün ve her saat hatırlayın. Onları ne kadar sevdiğinizi her fırsatta dile getirin. Unutmayın, içten bir dokunuş, bir demet kır çiçeği hele sevgi dolu bir öpücük paha biçilmez en büyük hediye.. İşte budur mutluluk... Mutuluk aslında bir insanın hayatı ne kadar anlamlı ve ne kadar değerli görüp göremediği ile ilgili. Şimdi anladınızmı, sevgiyi bilmediğimizden değil, bilmiyenedir karşı olduğumuz. Son söz: Sevgi ne boğazda, ne mum ışığında yemek yemek. Ne de pahalı bir pırlanta demek. Sevgi; bir lokmada iki mutlu insan demek.! Sağlıcakla kalın!... Günleriniz hep aydınlık olsun! Yüreklerindeki sevgi daim olsun! Yüreği "Berkehan ve Bilgehan Deniz" Kadar temiz olan tüm insanların!  OE -12.05.2013 --------------- (*) Sevgililer Günü, her yılın 14 Şubat günü birçok ülkede kutlanan özel  bir gün. Kökeni, Roma Katolik Kilisesi 'nin inanışına dayanan bu gün,  Valentine ismindeki bir din adamının adına ilan edilen bir bayram günü olarak ortaya çıkmış. Bu nedenle bazı toplumlarda "Aziz Valentin Günü" (İngilizce: St. Valentine's Day) olarak bilinmekte. Valentine kelimesi,  Batı medeniyetlerinde hoşlanılan kişi veya sevgili anlamlarında da kullanılmaktaymış.Kitaplar öyle yazıyor... (**)Hikâye anlatarak pazarlama" yönteminin yükselişi https://bit.ly/3lb6hqt (***) 8 Martı güzellik markalarının indirimleri, incik boncuk firmalarının kampanyaları ve çiçekler ile yozlaştıran Neo-Liberal Ekonomik Dönüşümün Üst Yapıda ki Mutasyonu: "  Tüketim toplumu ve şiddet ..". Bugün Dünya Kadınlar Günü, daha doğrusu Dünya Emekçi Kadınlar günü, medya ve basın sadece kadınlardan bahsedecek, binlerce yıldır ataerkinin kadınların elinden aldığı hakları hâlâ geri vermemiş olmasını bir günlüğüne “hatırlayıp”, ertesi gün yine hayatlarımıza devam edeceğiz. Çünkü özel günler bunun içindir, değil mi? 8 Mart nasıl 8 Mart olmuş öğrenmek ister misiniz? Kadın hakları tarihçesi o denli uzun ve zor bir mücadele ki, değil tek bir yazıya sığdırmak, cilt cilt kitaplar yazılsa yine bir yerleri eksik kalır. 18. Yüzyıl’a kadar toplum düzeninin sadece ataerkil olabileceğine inanıldığı ve aksine dair bir kanıt bulana kadar anaerkil toplumların dahi yok sayıldığı bir düzenden bahsediyoruz. Haliyle 8 Mart’ın Dünya Kadınlar Günü olabilmesi de uzun bir mücadeleden geçiyor.   Ataerkil düzenin vazgeçilmez parçası kapitalizmle mücadeleyle başlıyor aslında her şey. Çünkü her yerde olduğu gibi, işçi sınıfında da kadın ve erkek ayrımı var ve kadın işgücü daha kolay suiistimal edilebilir ve daha ucuz. 8 Mart 1857’de günde 16 saat ve düşük ücretle çalıştırılan tekstil işçisi kadınlar New York’ta greve gitmişler. Gösterdikleri direniş o denli ses getirmiş ki, onlar sayesinde tekstil ve tütün sanayisinde diğer işçiler de greve gitmeye başlamışlar. Tüm bu grevler, bir işçi dayanışmasının doğmasına neden olmuş. Bu, mücadelenin ABD ayağının başlangıcı sadece. Mücadelenin Avrupa ayağındaysa Clara Zetkin gibi müthiş bir kadından bahsetmeden geçmek olanaksız. Kendisi 1874 yılı itibariyle Almanya’da kadın hareketi ile işçi direnişini birleştirmeye başlamış. Ve geliyoruz bugüne, 8 Mart’ı 8 Mart yapan güne. 1917 yılında, Jülyen takvimine göre Şubat ayında ancak Miladi takvime göre 8 Mart gününde Rusya’da kadınlar “ekmek ve barış” isimli bir mücadele başlatmışlar. Petrograd (Sankt Peterburg)’da başlayan bu mücadele daha sonrasında gelen Şubat Devrimi’nin başlangıcı olmuş. Bu mücadele sayesinde Rusya’da kadınlar oy verme hakkı kazandıkları gibi, aynı zamanda Rusya İmparatorluğu’nun da sonu gelmiş. Birincil olarak kadınların başlattığı bu devrime, Rusya’daki kadınların direnişine atfen Dünya Kadınlar Günü sosyalist platformlar tarafından 8 Mart olarak kabul edilmiş. Birleşmiş Milletlerin bu güne resmiyet kazandırması ise ta 1975 yılında gerçekleşmiş. Bu denli emek ve mücadele ile kazanılan 8 Mart’ın Türkiye’deki algısı nasıl peki? İnci kolye hediyeli alışveriş kampanyaları varmış mağazalarda. inci kolyeyle mutlu olan kadınlar! Ütülerde, mutfak robotlarında, elektrik süpürgelerinde indirim varmış bugün. Yaşasın kendisinde ev işinden öte vasıf görülmeyen, ev işi emekçisi kadınlar! Çiçekçilerde indirim varmış bugün, kadınlar çiçektir diyenler için. Buna en güzel cevabı birkaç ay önce Kadın Emeği ve İstihdam Grişimi (KEİG) bir basın açıklamasında: “Kadın kadındır, çiçek babandır!” Kimse kusura bakmasın; emekçi kadınların tırnaklarıyla kazıyarak, canlarından olarak, greve girip maaşlarını kaybederek, örgütler kurarak, ülkelerinden sürülerek, konferanslar vererek, bildiriler hazırlayarak var ettiği 8 Mart’ın anlamı güzellik markalarının indirimleri, incik boncuk firmalarının kampanyaları ve çiçekler değildir. Bu gün, bu kadınların ve daha nicesinin kadınların şu an sahip olduğu hakları nasıl elde ettiklerini farkına varmanız için var. Bu gün, kadınların hâlâ sahip olmadığı ve ataerkinin kadınlara, kadınlar direnmedikçe vermeyi reddedeceği hakları görmeniz ve bunlar için mücadele etmeniz için var. (****) Planned total expenditure on Mother's Day in the United States from 2007 to 2023(in billion U.S. dollars) https://www.statista.com/statistics/289496/us-mother-s-day-expenditure/ (*****)The history of Mother’s Day( BY GILL HASSON 16TH MAR 2023 LIFE https://www.readersdigest.co.uk/inspire/life/the-history-of-mothers-day 1216 - 1257 yılları arasında İngiltere tahtında oturan III. Henry'in "Anneler Günü" yaratma fikri 16. yüzyılda hayata geçmiş. Bir anda herkesi içine çeken ve kısa zamanda tüm adaya yayılan bu etkinlik sayesinde Birleşik Krallık'ta büyüdükleri yerden uzaklaşan insanların evlerine dönmeleri, aileleriyle buluşmaları ve vaftiz edildikleri "ana kiliselerini" ziyaret etmeleri için bir fırsat doğmuş. "Anneler Pazarı" isminde yapılan bu etkinlikler sayesinde uzaklarda çalışan yoksulların evlerine, anne-babalarına, doğdukları yerleşim yerine birkaç günlüğüne de olsa dönmeleri ülkenin dört bir yerinde çok büyük bir sinerji yaratmış Annelik kutlamalarının kökenini çok kutsallı dönemin tanrılarından Hestia, Demeter, Hera ve Zeus'un annesi olan Tanrıça Rhea (Lea) ile onun onuruna festivaller düzenleyen eski Yunanlılara ve Romalılara bağlayan çalışmalar var. Hatta deniliyor ki; Antik Roma'da bu etkinliklerin ölçeği büyümüş; annelere saygı amaçlı düzenlenen kutlamalar genellikle üç gün sürüyormuş. Diğer bir görüş de Anadolu'da yaşanan Frigya Krallığı döneminde bütün tanrıların büyükannesi olarak kabul edilen ve annelik, doğa, doğurganlık ile tarımla da ilişkilendirilen Ana Tanrıça "Kibele" kültünün zamanla Antik Yunan'a ve Roma'ya da yayıldığı yönünde. Hristiyanlığın Kıta Avrupa'sında yayıldığı yıllarda "Anneler Pazarı" olarak bilinen erken Hristiyan festivalini Anneler Günü'nün en açık ve modern örneği olarak görenler de var. Orta Çağ'da kilisenin yoğun baskısı içinde insanların din dışında özel günler kutlaması bir tür batıl inanç olarak görülüyormuş, bu nedenle de özel kutlamalar çok uzun yıllar boyunca düzenlenememiş. 1216 - 1257 yılları arasında İngiltere tahtında oturan III. Henry'in "Anneler Günü" yaratma fikri 16. yüzyılda hayata geçmiş. Bir anda herkesi içine çeken ve kısa zamanda tüm adaya yayılan bu etkinlik sayesinde Birleşik Krallık'ta büyüdükleri yerden uzaklaşan insanların evlerine dönmeleri, aileleriyle buluşmaları ve vaftiz edildikleri "ana kiliselerini" ziyaret etmeleri için bir fırsat doğmuş. "Anneler Pazarı" isminde yapılan bu etkinlikler sayesinde uzaklarda çalışan yoksulların evlerine, anne-babalarına, doğdukları yerleşim yerine birkaç günlüğüne de olsa dönmeleri ülkenin dört bir yerinde çok büyük bir sinerji yaratmış. Bu gelenek kısa sürede Avrupa'nın bazı bölgelerine de yayılmış. Akılda kolay kalması, karıştırılmaması, her yıl aynı tarihte yapılması amacıyla Paskalya'dan üç pazar öncesine, Büyük Perhiz'in dördüncü pazar gününe denk getirilecek şekilde kilise takvimiyle de bağlantılı hale getirilerek sabitlenmiş. İnsanlar ana kiliselerine, yani doğduklarında toplumla tanıştırıldıkları vaftiz mekânlarına dönerlerken bir günlük de olsa " annelik yapmaya" gideceklerini söylemişler, annelerine sunmak üzere kır çiçekleri toplamışlar. O günün şartlarında yapılması kolay olmayan şekerlemeler, çörekler, incirli turta gibi yenilebilir hediyeler hazırlayarak götürmüşler, annelerine, yaşlı teyzelerine, komşularına -günümüzde de yaşatılmaya çalışılan- farklı bir tür pasta ikram etmişler. "Anneler Pazarı" sırasında tüm çalışanlara yolculuk süresi de dikkate alınarak izin verilmiş. Tüm mahalle halkının, geniş aile bireylerinin bir araya gelmesi için nadir bir fırsat yaratılmış. Uygulama zaman içinde yavaş yavaş değişmiş, o günlerin odağı olan kilise yerine kişinin kendi annesini ziyaret etmesiyle daralmış.  1806 yılında Napolyon, ailelerin genişlemesi, dört bir yana yayılan bireylerin belli bir gün içinde toplanması ve annelerin - büyükannelerin daha yakından tanınması için özel bir gün ilan etmiş. 1865 yılında kurulan "Anneler Dostluk Çalışma Kulübü" 1865 yılında Amerikan İç Savaşı sona erdikten sonra 11 çocuk doğursa da bunlardan sadece 4 tanesini yaşatabilen Bayan Anna Maria Jarvis, o dönemde çocuk ölümlerinin önde gelen nedenlerinden biri olan sağlıksız ortamla mücadele etmek için bir şeyler yapmak istemiş. 1858 yılından beri aklında olan "Anneler Dostluk Günü" adında çalışma kulübü kurarak mücadele edecek bir hareket başlatmış. Ancak bu hareket neredeyse hiç ilgi görmemiş. İç Savaş sırasında sözlerini yazdığı "Cumhuriyet Savaş İlahisi" şarkısıyla popüler olan ciddi bir ün kazanan kölelik karşıtı ve eşit oy hakkı savunucusu Bayan Julia Ward Howe adlı başka bir kadın da 1870 yılında bir "Anneler Barış Günü" hareketini başlatmış; ama bu da beklenen ilgiyi görmemiş. Anneler günü için özel bir günün ayrılması konusunun öncüleri arasında aktivist Juliet Calhoun Blakely ile Mary Towles Sasseen - Frank Hering ikilisinin de adı tarihe işlenmiş. Hatta bazı kaynaklarda "Hering" bazı kaynaklarda da "Sasseen" adı anneler gününün fikir babası olarak yer almış. 8 Mayıs 1905'te ölen Bayan Anna Maria Jarvis'in bir türlü ilgi görmeyen arzusu, kızı Anna Jarvis'in 1907 yılında onun ölüm gününde memleketi Virginia'da Grafton'da bir kilisede düzenlediği etkinlikle tekrar canlanmış. Bir yıl sonra bu etkinliğin şekli "tüm anneleri anma günü olarak" belirlenince ülkenin dört bir yanından gelen mektuplara, çağrılara, kamuoyu talebine Başkan Wilson da seyirci kalamamış. 1914 yılında Anneler Günü'nü ulusal bayram haline getiren bir kararnameyi imzalamış. Anna Maria Jarvis'in hayalini kızı gerçekleştirmiş, Başkan Wilson 1914 yılında anneler gününü ulusal bayram haline getiren kararnameyi imzalamış. İsviçre'de 1917 yılında başlayan Anneler Günü kutlamaları İskandinav ülkelerine sıçramış; Norveç'te 1918, İsveç'te 1919 yılında anneler günü kutlamış. Avrupa'da devam eden anneler günü kutlamaları büyük savaşın kargaşasına - koşuşturmasına yenilmiş ama 1920 yılında Birinci Dünya Savaşı'nda çok sayıda can kaybının ardından "anne" teması hükümetlerin tekrar aklına gelmiş. Nüfusun yeniden inşasındaki etkilerini takdir etmek adına anneleri kutlama ve anneliği özendirme çabaları için geniş ailelerin annelerine madalya verilmesi ile canlanmış. Uygulanan politikalar ile savaşın parçaladığı aile hayatı tekrar kurulmaya çalışılmış. Çiçekçilerin yoğun baskısı altında Almanya'nın Anneler Günü'nü resmi olarak tanıması 1922 yılında gerçekleşmiş. Avusturya Cumhurbaşkanının annesi Mariana Heinisch'in 1927 yılında vefatı radyoda duyurulunca anneler günü resmi bir hale bürünmüş. İkinci Dünya Savaşı'ndan Fransa hükümeti, mayıs ayının son pazar gününü "La Fête des Mères" olarak ilan ederek annelere olan saygısını özel bir saptamayla dile getirmiş. Hitler'in kendi biyolojik annesini andığı ölüm yıldönümünü anneler günü olarak dayatmaya çalışsa da savaşın kargaşası içinde başarılı olamamış. Ama Nazizm tüm genç kadınları doğum yapmaya ve ülkeye hizmet edecek çocuklar yetiştirmeye teşvik etmek için "anne" sembolünü çok sık kullanmış. Cephelerden annelere atılan mektuplar savaşın soğuk yüzünü umuda çevirmiş. Önce Anneler Günü'nü kurmuş, sonra da iptal ettirmeye çalışmış! Anneler Günü'nü ulusal bir tatil haline getirdiği mücadelesini bir süre sonra kapitalist sistemin ticari kaygılarla kullandığını gören, alış-verişi arttırmak için suni bir ivme yaratıldığını düşünen Anna Jarvis, "Anneler Günü" olgusunu, yaşamının geri kalan kısmında sıradan bir güne dönüştürmek için didinmiş durmuş. Kararlı ve akılcı mücadelesi ile kabul ettirdiği Anneler Günü'nü, çok daha büyük bir uğraş içinde verdiği savaş ile iptal ettirmeye çalışsa da bu defa başarılı olamamış. Anneler Günü dünyanın dört bir yanında kutlanmaya devam ediyormuş. Anna Jarvis kaderine küsmüş, dünyadan elini eteğini çekmiş ve bu uğurda her şeyini hatta ailesinden kalan evini bile kaybetmiş. Gözleri görmeyen kız kardeşini de kaybedince sağlığı bozulmuş ve dostlarının el vermesiyle kabul edildiği sanatoryumda mutsuz, umutsuz ve gözleri az görür bir halde 1948 yılında 84 yaşında ölmüş. Ülkemizdeki ilk kutlama 9 Mayıs 1955 tarihinde düzenlenmiş. İnsanı yaşama katan "anne" teması üzerine söylenecek o kadar çok şey var ki; öğrendikçe, araştırdıkça, yaşadıkça ve düşündükçe herkesin bu deryaya ekleyecekleri olacağı kanısındayım... Annelik doğada her canlının eşit olarak sahip olduğu bir değer! Ama herkesin anne sevgisini yaşama süresi farklı; kimi erken kaybeder annesini, kimi de annesinin sıcak kucağını yaşamının olgun yaşlarında da hisseder. Ne mutlu anne sevgisinin değerini bilenlere! Filatelinin gücünü bilen bürokratlar anneler günü temalı pullarla dünyanın dört bir yanında ülkesini tanıtıyor.  Anneler Günü koleksiyonerler için de önemli bir tema! Dünyanın her yerinde anneler günü onuruna çıkarılan pullar, ilk gün zarfları, etkinlik biletleri, postaya atılan kartlar – mektuplar, gazete kupürleri, hatıra paralar meraklıları tarafından toplanıyor, birikimler tematik sergilerle halka açılıyor. Ünlülerin annelerine gönderdikleri, annelerinden aldıkları mektuplar, anılar, yaşanmışlıklar koleksiyonları derinlemesine etkiliyor, zenginlik katıyor. Puldan anlayan, pulun ülke tanıtımında ne kadar önemli bir unsur olduğunu bilen akıllı yönetimler çıkardıkları pullarla, ilk gün zarflarıyla, antiyelerle meraklıları dünyanın dört bir yanından kendi çekim alanına alıyor; ülkesinin bayrağını filateli yoluyla sınırlar ötesine taşıyor. Pul sevenler, PTT'nin anne temalı yeni tasarımlarını bekliyor. Türkiye'de "Anneler Günü" kutlaması ilk kez 9 Mayıs 1955 tarihinde yaşanmış; toplumdan karşılık bulmuş ve yaygınlaşmış. Anneler Günü, dünyanın dört bir yanında kutlansa da tarihleri arasında farklılık olabiliyor. Örneğin bu yıl Meksika'da 10 Mayıs, İngiltere'de 31 Mart Kosta Rika ve Etiyopya'da da 31 Mart tarihlerinde kutlanmış. Arnavutluk, Bulgaristan, Belarus, Burkana Faso ve Moldova'da 8 Mart Kadınlar günü aynı zamanda bu amaçla da kutlanıyor. . Ne mutlu annesinin özenle yapıp gönderdiği yiyecekleri yavaş yavaş çıkarıp yetişkin yaştaki çocuklarına hazırlayan, bu arada da kendi çocukluğunu hatırlayan emeklilik çağına gelmiş annelere! Tüm vefakâr ve cefakâr annelerimizin,  onurlu günlerini kutluyor, emeklerine, sevgilerine içten teşekkürlerimi sunuyorum. Güzellikleri biriktirmenizi dilerim! https://www.readersdigest.co.uk/inspire/life/the-history-of-mothers-day https://nationalwomenshistoryalliance-org  https://a2z.fhl.net/gb https://m.thepaper.cn https://time.com https://www.arenaflowers.com https://www.history.com https://www.gemporia.com https://www.dummies.com

Hıdırellez Türk Dünyasına Huzur, Bolluk ,sağlık ve Bereket Getirsin ... Hıdrellez Bayramınız Kutlu Olsun.

Bugün Hıdrellez !... Bugün, doğa sevgisinin, bereketin ve umudun günü "Hıdırellez".  Hıdırellez'in. Türk Dünyasına huzur, bolluk ,sağlık ve bereket getirsin... Hıdrellez Bayramınız Kutlu olsun. Türk dünyasında; asırlarca kutlanan, resmi olmayan önemli bir bayram; Hıdırellez baharın ,canlılığın, bereketin, güzeliklerin, iyliklerin , Doğrulukların, hakkın, adaletin simgesi. Kadim değerlerin kod adı!... Resetlenmiş bir dünyanın tekrar formatlanması!... Hıdır’ın geçtiği yerleri yeşillendirdiği rivayet olunur, zaten adı da yeşil demek. Hıdır kelimesi köken olarak bu kıssaya binaen Arapçadaki yeşilden (Ahdaru-أخضر) geldiğini yazıyor kitaplar!.... Arapçadaki dâd (ض) harfi, z sesine çarptırılan bir d şeklinde telaffuz edildiğinden, bu harfi içeren kelimeler Arapçadan Türkçeye geçerken “hıdmet-hizmet” örneğinde olduğu gibi “d” sesini kaybedip, sadece z ile telaffuz edilir. Yani Hıdır olur Hızır!... Böyle yazıyor kitaplar!... böyle söylüyor konunun uzmanları !... Ruz-ı Hızır (Hızır günü) olarak adlandırılan Hıdırellez günü, Hızır ve İlyas’ın Yer yüzünde buluştukları gün olduğu sayılarak kutlanmakta. Yıl boyunca Hızır karada, İlyas denizde dara düşenlerin imdadına yetiştiği. Ne vakit ki 5 Mayıs gecesine gelinir, Hızır’la İlyas bir gül fidanının gölgesinde buluşur, bir yıl boyunca yaptıklarını birbirlerine anlatırlar. 6 Mayıs, bu anlamda yeni bir yıl demek. Hızır geçtiği yerleri yeşillendirirken, İlyas denizlerde rüzgârları uyandırır. Bu yüzden Hıdırellez günü her yer, hem yemyeşil, hem de rüzgârlıdır… Dara düşenlerin gül fi danı dibinde dileklerini şekle büründürmeleri, İnsanın en zor anında sen kimsin, nesin, necisin demeden yardımına koşup sonra da sessiz sedasız kayboluveren bir âdemi kim, neden sevmesin ki? Bu anlamda Hıdırellez, iyiliğin sınırları kaldırıp hem içimizi hem de çevremizi yeşillendirdiğine de bir kanıtı. Umutlarını gül fidanının kuytusunda işleyerek gülün dallarına bağlamaları bu yüzdendir. Hızır geçerse görsün, halimi bilsin de darlığıma yetişip genişletsin diye. 5 Mayıs buluşma ve hasbihâl günü. Hıdrellez, cümle âlem için bir “dilek” günü. Hıdrellez’in de kendine göre bir töresi var, bir protokolü var, bir prosedürü ve ritüelleri var!... Hıdrellez gecesi Hızır’ın uğradığı yerlere ve dokunduğu şeylere feyiz ve bereket vereceği inancıyla çeşitli uygulamalar yapılageldi yıllarca!... Yiyecek kaplarının, ambarların ve para keselerinin ağızları açık bırakılması, Ev, bağ-bahçe, araba isteyen kimselerin, Hıdrellez gecesi gül ağacının altına istediklerinin küçük bir modelini yapmaları ve Hızır’ın kendilerine yardım edeceğine inançları. Aynı zamanda dileklerini kırmızı kurdaleye bağlayıp gül ağacına asmaları. Bir yıl boyunca dileklerinin yerine gelmesini beklemeleri. Bazı kimselerin de ateş yakıp, dilek dilemeleri. Ondan sonra yaktıkları ateşin üstünden atlamaları. Eline yığınla aldığı çiçek buketlerinin yapraklarını, tek tek yollara serpiştirdikten sonra, su kıyısındaki ağaçların da çevresine çiçek yapraklarından bir çember çevirmeleri; ağaçların çiçek yapraklarıyla çemberlenmesi bittiğinde, yapraklardan birkaç tutam da; sulara doğru, ne dilediğini söyleye söyleye savurmaları. Akşamdan küplerin içine dilek salınması, taze soğanın yaprağı ikiye ayrılması, birine sefa diğerine cefa denmesi, sabahına heyecanla bakılması: Sefa mı uzadı, cefa mı diye… O gecenin sabahına sabah ezanında kalkılması. O sabahın çiği çok önemli olması. Bu yüzden bu çiğin en çok olduğu yerlere, Kaya’ya ya da çayırlara çıkılması. Her türlü şifaya kaynak olduğuna inanılan çiğ ile şifalanmak için genç yaşlı, erkek kadın çayırlıklarda bu çiğin peşine düşmeleri!... Hıdırellez günü, bazıları sabah gün doğarken kırlara, bağlara, bahçelere çıkıp buralarda Hızır’ın ayak izlerine basarak bolluğa ulaşmayı düşlemeleri. Hıdırellez günü, erkenden kalkılıp kapıların açılması. Genç kızlar için hazırlanan sandıklar açılması!... Ceyiz Sandıklar açılır ki eve bereket dolsun, genç kızımız da iyi bir evlilik yapsın. Hıdırellez günü, doğa ve insan sevgisi çok önemli çünkü Hızır ve İlyas, insanları, doğayı, iyiliği ve cömertliği seven, bereketin simgesi olan, kutsallıklarına inanılan dinsel varlıklar. Paylaşımı ve İyi Dilek Temennilerini Hıdırellez’de duydum Bu akşam 5 Mayıs akşamı başlayan Hıdırellez anma, kutlama ve dilet tutma günü. Geleneği çocukluğumda köy yerinde yaşadık. Köy yerinde gece gençlerin buluşarak hoş kostümleri içinde maskeledikleri nur yüzleri ile kapıları çaldıkları gecede annemin gelen gençleri selamlayarak torbalarına yiyecek ve hediye koyduğunu hatırlıyorum. Ancak Hıdırellez anlamını ve önemini çok sonraları öğrendim. Gençler sonra toplanan yiyecekleri yanan ateş etrafında sabaha kadar yer-içer sohbet ederlerdi. Tarım ve hayvancılık ile uğraşan inşaların tek eğlenceleri ve sosyal ilişkileri bu tür bayramlar ve etkinlikler oluğu için hemen herkesin önemsediği ve katıldığı etkinliklerdi. Sabah herkes Hıdırellez kostümü giyeni ve akşamın güzelliğini ve eğlencesini konuşurdu. Sonradan öğrendiğim o paylaşımı ve insan ilişkilerini anne-baba ve komşularımdan hep gördüm. Pazarlıksız ve ön yargısız ilişkileri ve paylaşımı tattım. Darda olan yarım elinin uzatıldığı, imece ile hasat harmanın kaldırıldığı günleri gördüm. Hepsinden önemlisi sevgi karşılıksızdı. Bugün insanlığın geldiği adaletsiz, paylaşımsız ve empatiden yoksun gelir dağılımı bozukluğu, insan ilişkilerindeki kopukluk ve sevgisiz ilişkiler geçmişi çok daha artır ve özletir oldu. Hıdırellez duasına bir kez daha bakınca evet geleneğin önemsediği iyilik dilemek, paylaşımı önemsemek ne kadar önemli. Çevre, ekonomi ve sosyal yönde dengesi bozulmuş, kirlenmiş  ve birbirinden kopuk dünyanın işleyişi artık sorun haline gelmiş gözüküyor. Dakikada milyon dolarlar kazanan az sayıda insanın gelirlerinin dünyanın toplam gelirinin yarısına sahip olması yanında dünya ve atmosfer en çok bu inşaların yaşadığı ülkelerin kirletmesi, inşaların çöplüklerde gıda aradığı dünya artık zor bir dünya.  İnsan ve doğadan yana olmak veya olmamak yaşama bakış penceremizi  belirliyor Mesele dönüp dolaşıp insanın diğer bir insanla birlikte nasıl yaşamak istediğine bakıyor. Tercihin doğanın yasalarından yana kuranların çoğunluğu doğaya bakarak paylaşımı önemsiyor. Tercihini “ben merkezi” eksenine oturtanlar bugün geldiğimiz yaşanılamaz dünyayı yaratanlar olarak gözleri doymuyor. Keşke gözü doymaz, halden anlamaz, empati bilmez, insanı insan göremezler Hıdrellez duasını bir kez okusa fena olmaz. Hıdırellez Duamız ve Dileğimiz Bugün ve bundan sonra her kim varsa sevdiğim, sevebileceğim hep sevdikleriyle olsun. Kimin neyi eksik hep bir yetişeni, getireni olsun. Her neyimiz varsa bir olsun, bölüşecek birileri olsun! Bu zor zamanlarda hepimizin sağlığı iyi, yüzü güleç olsun. Evinizden neşe, işimizden bereket, kalbimizden aşk eksik olmasın! Birbirimize saygımız, hürmetimiz olsun… Muhabbetimiz sevgiden, gönül dilinden olsun. Bir elin verdiğini öbürü bilmesin, yaptığımız iyilik göstermelik olmasın! Soframızdan bolluk eksik olmasın, kahkahamız içten olsun. Karnımız da gözümüzde tok olsun. Elimiz dar’ a düşmesin, düşerse de kapımız çalınır olsun! Bu Hıdırellez her kim iyilik, güzellik diler hepsi gerçek olsun… Bu bahar hepimize kutlu olsun! Dilekler kabul olsun, Yürekleri "Berkehan" ve "Bilgehan Deniz" Kadar temiz olan tüm insanların!.. Günleriniz hep aydınlık olsun!.. Yüreklerindeki sevgi daim olsun!.. OE -05.05.2023 ----------------------------------------------- (*)Kafkas Dağlarının ( 2540 rakımlı Ulgar dağı ) etekleri, cennet memleketimin  bakmaya doyamadığınız rengarenk çiçekleri!...  

Özgün Suçlarını Yayıp Paylaşmak İçin Ortak Arayanlar

İlk söz: Özgün Suçlarını Yayıp Paylaşmak İçin Ortak Arayanlara cevap: "Yüce Türk Milleti'nin tarihinde başımızı öne düşürecek, utanılacak, saklanacak hiçbir şey yoktur." Ya onların: i-1995 Srebrenista’da 8 bin 400 müslüman,https://bit.ly/3iV4EwK ii-1946 ve 1947 3 bin 100 Endonezyalı, iii- 1740'da Jakarta'da 10 binden fazla Çinli katletmiş Hollanda: "17 milyon insanı katletmiş Almanlar, 15 milyon kişiyi kesen Ruslar,  1 milyon Cezayirli Şehit eden Fransızlar ve Dünyada'ki 192 Ülkeden İngilizlerin bir biçimde ayak basmadığı ülke sayısı hepi topu 22 ve biz bunlardan biri değiliz. Bu notumuz şimdilik burada kalsın.... Kendi sömürgeci geçmişini ve kültürünü hazmetmekten yoksun olanlar,  Türkiye soykırım yaptı diyor." "Ermeni soykırımı" iddialarını resmen tanıyan ülkeler; Almanya, Arjantin, Avusturya, Belçika, Bolivya, Brezilya, Bulgaristan, Kanada, Şili, Kıbrıs Rum Yönetimi, Çekya, Ermenistan, Fransa, Yunanistan, İtalya, Libya, Litvanya, Lübnan, Lüksemburg, Hollanda, Paraguay, Polonya, Portekiz, Rusya, Slovakya, İsveç, İsviçre, Suriye, Vatikan, Venezuela, Uruguay. "Ermeni soykırımı" iddiaları ile verilmek istenen mesaj, oluşturulmak istenen algı sadece buzdağının görünen yüzü. Perde gerisinde ise çok daha sistematik ve planlı bir proje…[Orta Doğu’nun “Süt ve Bal Akan Topraklarını (Kenan) Ele Geçirme Projesi ..." ] Küresel Oyun Kurucuların Dünya Halklarını Formatlama (Afazi Hale Getirme) !...   Algı Operasyonu / Psikolojik Manipülasyon   25.04.2015 15:19:41 A+ A-     Türkiye en üst düzeyde ilgili arşivleri açma tahhüdünde bulunmasına ve Genelkurmay ATASE arşivlerini açmasına rağmen küresel oyun kurucularının   ruhani lideri "20'nci Yüzyılın ilk soykırımı Ermenilere yapıldı" bu kurgu ile   kin ve nefret tohumları ekerek, yeni felaketlere  yol açmasına çanak tutan ve domino etkisi yaratacak olan çok tehlikeli  bir oyunun  parçası   olmakta bir beis görmüyor.. Bu bir böl, parçala yut oyunu.“   1915 ‘de Türklere yapılan zulümler ve katliamların müsebbibi kim? Balkanlarda, kafkasyada,Hocalı'da,Karabağ'da, Doğu Türkistan'da Türklere yapılan katliamların müsebbibi kim ?... Türkiye'yi karıştırmak için nakış nakış dokunan tarihsel bir süreç .... Her şey göründüğünden daha karmaşık ve planlı... Göründüğünden çok tehlikeli  . "Tarih tekerrürden ibarettir" demişler de, büyük şair Mehmet Akif' de "Tarihten ders alınsaydı, tekerrür eder miydi hiç?" deyip işin aslını ortaya koymuş.... Hukuki sonuçları yanında, kültürel olarak da bir milletin hem mazisini hem de geleceğini bağlayan Soykırımların ağır suçluluğunu taşıyan, Küresel oyun kurucular özgün suçlarını yayıp paylaşacak tarihi ortaklar arıyorlar... Küresel oyun kurucu kimdir ve nasıl oyun kurucudur? diyenlere yanıt… İngiliz/ABD/Fransız/Alman. ve diğerleri.… (Son Hakikat" dedikleri dünya görüşlerini  gezegenin bütününe tebliğ etmekle yükümlüd olan "Yüce Pir" başta olmak üzere ; vasıl, salik, mürid ve talipler den oluşuyor.). Bu oyun kurucular geçmişte Türklere Karşı oynadıkları oyunlardan bazıları nelerdir derseniz... Bunlar saymakla bitmez...Anlatmakla bitmez... Kitaplarda yazanların bazılarını özetliyelim ve birlikte okuyalım:  ·        ♦Yahudiler ve diğer Avrupa güçleriyle birlikte Osmanlı’nın durdurulmasında aktif rol üstlenmeleri ·       ♦ 200 yıllık küresel güç olmanın(hegemonyalarının)temellinde ”Şark Meselesi ”olarak adlandırılan uzun vadeli stratejileri … Bu stratejinin iki kritik noktası: -  Osmanlı’nın Avrupa’dan uzaklaştırılması - Müslüman toplumun islâm’ dan uzaklaştırılması… ·       ♦Küresel sisteme itaraz etmiyecek,dini,bireysel inanç meselesine             indirgeyen,mutasyona uğratılmış hormonlu kitleler oluşturmak…             İslamın protestanlaştırılması,              sekülerleştirilmesi,               içinin boşaltılması… ·        ♦İslam dünyasını tam ortadan ikiye ayırmak…            Yapay sunni-şii çatışması …             ve lokal çatışmaların,  etnik kimlikleri              ön plana çıkartarak,Müslüman toplumların,             siyasi,sosyal,kültürel ve ekonomik kaosun eşiğine sürüklemek…             Ortadoğu'da alevlenen mezhep kavgası..             Ermeni meselesi de bu büyük  oyunun bir parçası… Kapitalizm İkinci Dünya Savaşı sonrasında yeni bir küreselleşme aşamasından geçmekte. Amerikan ekonomisinin hegemonik gücü altındaki bu yeni küreselleşme bir yandan teknolojide yepyeni atılımlar gerçekleştirirken diğer yandan da ülkelerin siyasi, kültürel ve sosyal ilişkilerinde yepyeni dönüşümler gerçekleştirmekte“İdeolojilerin Sonu”, “Medeniyetler Çatışması” “alt kimlik - üst kimlik” gibi kavramlar, iktisat dünyasının teknik terimlerinin yanında yer almaya başlaması.  20. yüzyılın son küreselleşme dalgası ile birlikte rekabetin şiddetlenmesi çokuluslu şirketleri artık daha ucuza işçi çalıştırabileceği yeni üretim merkezleri aramaya itmiş olması belki de en kritik nokta. Böylece  Dünyanın fabrikaları giderek dünyanın ucuz emek cennetlerine, Çin’e, Hindistan’a ve Latin Amerika ülkelerine kayması…. Bu süreçte 19. yüzyılın İngiltere odaklı kapitalizminin ayırt edici unsuru olan sanayi işçisi, yerini artık taşeronlaştırılmış, marjinalleşmiş ve çoğunlukla da çocuk işçiliğine dayalı “enformel/ esnek” üretim biçimlerine bırakması. Böylece Batılı sanayileşmiş ülkelerde işsizlik giderek daha büyük bir toplumsal sorun haline dönüşmüş, azgelişmiş ülkelerde asgari geçimlik düzeyinde çalıştırılan ve her an işini kaybetme korkusu yaşayan milyonlarca yeni iş merkezleri yaratılması… Bu dönemeçte artık yeni söylevler geliştirmek gerekti… Amaç her anlamda Dünya tarihini,insanlık tarihini kendi çıkarları doğrultusunda dizayn etme,kendi yaptıkları insanlık suçlarını unutturma ve dünya halklarını afazileştirme…. kendi kanlı ellerini başkalarının üzerinde temizlemek için bu afazilleştirme stratejisi uyguluyor….. Küresel oyun kurucullar bilgiyi, düşünceyi hatta inançları dogmalaştırarak beyinlerde egemenlik kurmak istiyor… Ekonomi alanında neoliberal olarak nitelendirilen politika emperyalizmin oluşturduğu dogma. Beyinler çizilen çerçeve içinde düşünüyor, önerileri, savları önsel, apriori olarak doğru kabul ederek olayları yorumluyor, beklentilere ona göre yön veriyor. Dogmatizm, dogmacılık kuşkuyu, eleştiriyi irdelemeyi ortadan kaldırıyor, bağnazlık, düşünce körlüğü yaratmak istiyor… "Amaca Ulaşmak İçin Her Yol Mübah"   olan Pragmatist / Makyavelist / Oportünist Düşünce Sistemini yaygınlaştırarak tüm Dünya Halklarını afazileştirmek kendi hegomanyası altına almak istiyor... Ve  başarıyor da.... Artık birileri mağdur rolü oynuyor… Ötekilerde cani  olarak ötekeleştiriyor....  İşin garibi bu tarihsel olayları da kendilerinin kurguladığını. Bu işin asıl sorumluları kendilerinin olduğunu hiç gündeme getirmeden… Osmanlı Balkanlarda can veriyor, kan veriyor, Osmanlı Sarıkamış’ta can veriyor. Osmanlı toprak kaybediyor ve bu sırada Osmanlı’nın sadık teba diye bağrına bastığı Ermeni vatandaşlar Ruslarla bir olup Türk’ü Osmanlıyı sırtından vuruyor. İşte Osmanlı, o zaman sen vatanın o yöresinde muzurluk ediyorsun, seni vatanın başka bir yöresine göç ettiriyorum. Tehcir bu demek ve açın Osmanlı arşivlerini açtığımız zaman her kafileye doktor verilsin, her hamile kadına süt verilsin döndükleri zaman borçları ertelenmiş olsun. Eğer Osmanlı bir soykırım yapmaya niyetlenseydi ne sütüyle, ne doktoruyla ne de borcuyla ilgilenmezdi. "Ruslara diyorlar ki ‘Türklere takviye gelmedi çekilmeyin’ Bu bile başlı başına bu ihanet ...   Van faciası Van yakılmış, yüzlerce binlerce insanımız gerçekten hunharca öldürülmüş. Sadece Van değil Erzurum, Erzincan her yerde maalesef o acıları okumak mümkün. Esas yok edilmeye çalışanlar öz yurtlarında Türkler....,. Ermenilerin ilk Başbakanı Kaçaznuni diyor ki; ‘ Biz ihanet ettik. Osmanlı tehcirde haklıydı. Çünkü biz ihanet ettik.Bir Ermeni devlet adamı ve tarihçisi olan Karinyan, Ermeni milliyetçiliğinin tarihini "emperyalizm ile işbirliği tarihi” diye özetliyor (A. B. Karinyan, Ermeni Milliyetçi Akımları, Kaynak Yayınları, çeviren: Arif Acaloğlu)..İşin garip tarafı Almanlarında bu oyunda yer alma istekleri. Savaş filmlerinde görürsünüz... Almanya’da Nazilerden kaçmaya çalışan Yahudiler çoğunlukla Alman halkının ihbarları ile ele geçirilir. Toplama kamplarına gönderilir. Alman halkının en az yarısı Yahudi avına katılmıştır. Savaş sürecinde 6 milyon Yahudi öldürülür. Ama savaş sonunda Nürnberg’de sadece 19 sanık cezaya çarptırılır (12 idam, 3 müebbet, dört 10 - 20 yıl hapis). Hesap görülmüştür. Defter kapatılır!. Yahudi avcısı Almanların pek çoğu hayattadır. Ancak kitaplarda, filmlerde, törenlerde Alman halkı suçlanmaz, “Nazi”ler suçlanır.Türk halkı ise tehciri desteklememiş, on binlerce Ermeni’yi tehcirden kurtarmış, saklamış, kaçırmıştır.Üstelik bugünkü neslin dünkü trajediyle hiç ilgisi yoktur. Ancak bugün hedefte olan ve suçu kabule zorlanan  "Türk halkı”dır.İkiyüzlülük nasıl da sırıtıyor. Tehcirin arkasında Enver ve Tâlât Paşaları da görüyoruz ama Enver’in arkasında duran Hans Humann ve Hans Freiherr von Wangenheim gibi Alman diplomatlar  var... Fritz Fischer adlı bir tarihçi Birinci Dünya Savaşı’nın çıkmasının baş sorumlusunun Almanya olduğunu yazmış... Burada ekonomik çıkarlar önemli ... O zamanlar Osmanlı topraklarında bunları organize eden politikacı ve askerlerin arkasında Deutsche Bank, Krupp, Erhardt ya da Bağdat Hattı’nda çalışan Holzmann gibi belli şirketler var. Hatta bir inşaat şirketi olan Holzmann o dönemde Ermeni ve Rumları zorla çalıştırıyor. Yani daha sonra İkinci Dünya Savaşı’ndaki uygulama önce orada deneniyor.... Belki tehciri örgütleyenler bu boyutta bir soykırım düşünmediler ama savaş koşullarıyla birlikte herşey kontrolden çıkıyor. O zaman da bu savaşı kimin çıkardığı sorusu ortaya çıkıyor. Çünkü savaş soykırımın başlamasını tetikleyen bir olay. Osmanlı’yı savaşa kim soktu, bu suçu kim işledi? O suç şimdilik pek tartışılmıyor. Fakat mesela Türkiye’deki darbeler silsilesinin açılışı olan Bab-ı Ali Baskını’nın örgütlenmesinde Alman Askeri Ataşesi Walter von Strempel’in belirleyici bir rolü, suç ortaklığı var. Zaten Ermeni Soykırımı’na karşı çıkan Osmanlı milletvekilleri İsviçre’de Ermeni siyasetçilerle buluştuğunda onları izleyen casuslar da Alman.Artık alt yapı hazır… “Yeni Dünya Düzeni Tarikatının" Kendi yaptıklarının, özgün suçlarını yayıp paylaşacak tarihlerine ortaklar arayorlar... Kendi Dünya Görüşlerini Gezegenin Bütününe Yayma Çabaları ... .Güneydoğu birilerine peşkeş çekmek için bir oyun… Türkler imparatorluk kültürü,kavimleri bir arada tutma yeteneği ve uygarlık birikiminleri ile emperyalizme hep karşı durmuşlardır.… Bundan neredeyse bir asır önce Türkiye Cumhuriyetinin Kurucusu Büyük Önder Mustafa Kemal Atatürk,. Ermeni olaylarıyla ilgili açıklamaları.. Birlikte okuyalım...: Ermeni meselesi denilen ve Ermeni milletinin gerçek çıkarlarından ziyade dünya kapitalistlerinin ekonomik çıkarlarına göre halledilmek istenen mesele, Kars Anlaşması’yla en doğru çözüm şeklini buldu. Asırlardan beri dostane yaşayan iki çalışkan halkın dostluk bağları memnuniyetle tekrar kuruldu. Mustafa Kemal Atatürk11.3.1922, TBMM Üçüncü Toplanma Yılı Açış Konuşması)... Ve bakalım bundan tam 31 yıl önce bu konuda Uğur Mumcu neler yazmış..Birlikte okuyalım:  Gizli Belgelerle... Şu olaylara bakın: ABD Dış İlişkiler Komisyonu, Türkiye'ye yapılacak askeri yardımı Kıbrıs konusunda verilecek bir ödüne bağlıyor. Bu yapılırken, ABD Kongresi'nde 24 Nisan tarihinin "Soykırım Günü" olarak ilanı için önergeler veriliyor. Fransa'da ise soykırım savlarının ders kitaplarına konması için hazırlıklar yapılıyor. Aynı günlerde, Ermeni terör örgütleri eylemlerini sürdürüyor. Bütün bunlardan sonra ABD yönetimi uluslararası terörden söz edebiliyor. 24 Nisan tarihi soykırım günü olarak ilan edilecekmiş. Sanki ABD'nin Vietnam'daki, Fransa'da, Cezayir'deki insanlık suçlarını unutturdular. Sanki ABD yönetimi, Şili'de halkoyu ile seçilmiş Devlet Başkanı Allende'nin CIA darbesi ile devrilmesinin hiç anımsanmayacağını sanıyor. Sanki ABD'nin Grenada'ya, daha düne kadar yakın bir zamanda Fransa’nın Çad'a asker göndermelerinin hiç ama hiç akla gelmeyeceği düşünülüyor. Ermeni olayını, bugün için uluslararası terörün bir parçası olarak görüyor ve bunun için bütün devletleri ortak bir savaşa çağırıyoruz. Yok, eğer Ermeni sorununun dünü, önceki günü karıştırılırsa, Güya müteffikimiz Amerika bundan hiç hoşnut kalmaz. İsterseniz, bu konuda birkaç tarihsel belgenin satır başlarını aralayalım: İngiliz Kraliyet Matbaası tarafından basılan Birinci Dünya Savaşı ile ilgili gizli belgeler, Erol Ulubelen tarafından Türkçeye çevrilmiş, önce Doğan Avcıoğlu'nun yönetimindeki Yön dergisinde yayınlanmış, daha sonra kitap olarak basılmıştır. İkinci basımı Çağdaş Yayınları tarafından yapılan "İngiliz Belgeleriyle Türkiye" kitabında, Birinci Dünya Savaşı sırasında Ermenilerin Amerikalılarca nasıl desteklenip kışkırtıldıklarını gösteren belgelere yer verilmiştir. Okuyalım: Gizli Belge: Sayfa 735, belge 492. Amiral Webb'den Lord Curzon'a yazılan 19 Ağustos 1919 tarihli yazı: - Amerika, Trabzon ve Erzurum'u içine alan bir Ermenistan’ı himaye edecek. Geri kalan dört ili de Kürt devleti olarak İngilizlerin himayesine bırakıyor... Gizli Belge: Sayfa No:60, Belge No: 46. 5 Nisan 1920 günü Mr. Lindsay'in Washington'dan Lord Curzon'a yazdığı yazı: - Amerikan Senatosu Ermenistan’ın mandası işini görüştü. Beş yılda 757 milyon dolar verecekler. İlk başlangıçta 50.000 kişilik bir ordu yollanacak, daha sonra 200.000 kişiye çıkacak. Amerika kuvvetlerinin basına General Zames G. Harbord getirilecek. Ayrıca bütün Türkiye'nin mandası için de görüşmeler yapılmaktadır... Gizli Belge: Sayfa No:71, Belge No: 63. 16 Mayıs 1920 günü Sir A. Geddes'in Lord Curzon'a yazdığı yazı: - Amerikan hükümeti, Ermenistan’ın Adana’da dâhil korunmasını istiyor. Silah, cephane, demiryolu ve her türlü malzemeyi buraya sevk edecekler. Boşaltım, Karadeniz limanlarında Amerikan bahriyesi tarafından ve Amerikan donanmasının himayesinde yapılacak. Türklerin yapacağı en ufak bir hareket Amerikalilar tarafından bastırılacaktır... Gizli Belge: Sayfa No: 300, Belge No: 38. 28 Şubat 1920 Londra Konferansı tutanaklarından bir parça: - Mustafa Kemal kendisini Erzurum Valisi ilan etmiş. Erzurum'da yeni kurulacak Ermeni devletinin katılacağı bir sırada bu çok anlamlı bir harekettir. Bu adam olmasaydı Ermenilerin bir şansı olacaktı... Gizli Belge: Sayfa No: 81, Belge No: 10, tarih 16 Şubat 1920. Londra Konferansı tutanaklarından bir başka parça: - Ermenistan'a 6 ilden başka Trabzon ve Adana da verilmelidir. Amerika Ermenistan'a yardım edecektir ve mandası altına almayı da kabul ediyor. Fransa ise Adana’yı kendisi için istiyor. Gizli Belge: Sayfa No: 99, Belge No: 12, Londra Konferansı tutanağından bir başka ilginç parça: - Lord Curzon, Erzincan’ın da Ermenistan'a verilmesini, Karadeniz'de bir Lazistan kurulup, Ermenilerin mandasına vermek istiyor... Bu belgeler, bugün ABD Kongresi'nde 24 Nisan tarihini "Soykırım Günü" ilan etmek isteyenlerin amaçlarını olduğu kadar, ABD'nin Lozan Barış Antlaşması’na niçin imza koymadığını da anlatmaya yetmektedir. Atatürk, Ermeni sorununun "dünya kapitalistlerinin ekonomik çıkarlarına göre çözülmek istediğini" söylememiş miydi? ( Söylev ve Demeçler , C: I, S: 233). Olay, dün olduğu gibi bugün de böyledir. Biz bugün bunca saldırıdan sonra , bu gizli belgeleri , örneğin devletin televizyonunda tek tek halkımıza gösterebiliyor muyuz? Gösteremiyorsak, Ermeni sorununun çok uluslu yanını ve uluslararası terör ile ilgisini, diplomatik forumlarda nasıl anlatabiliyoruz? 24 Nisan tarihini soykırım günü ilan edip, Ermeni terör örgütlerine destek olan Amerikan Kongre üyeleri, 1920'lerde topraklarımız üzerinde Ermeni devleti kurmak isteyen Amerikalılar'ın torunlarıdır. Bizler de bunlara karşı Kuvay-i Milliyecilerin torunları olduğumuzu hatırlatmak zorundayız." Toplumları birbirine düşürerek, ellerindeki her şeyi alan küresel oyun kurucuların parlamentolarına göre mi etik oluşturacağız, vicdanlarımıza ve gerçeklere göre mi? "Türkiye Batmaz. Batarsa, okyanuslar taşar.” Saygılarımla. Sağlıcakla kalın! Günleriniz hep aydınlık olsun! Yüreğinizde sevgi daim olsun! Yüreği "Berkehan ve  Bilgehan Deniz" kadar temiz olanların! ---------------------------------------------------------------------- Refranslar:  Ovanes kaçaznun,Taşnak Partisinin Yapacağı Bir Şey Yok.(1923 Parti Konferansı'na Rapor) https://bit.ly/3u3xpNf Ek: ErmeniSoykırımı Yalanı İngiliz Gizli Örgütünce Nasıl Hazırlandı? Ermeni isyanı ve I. Dünya Savaşı: ibretlik bir ihanet hikayesi adlı bu eser İrlandalı bir tarihçi olan Pat Walsh tarafından yazılmış. Pat Walsh Osmanlı meclisinde vekil olan Pastırmacıyan'ın itiraflarını da esere ek olarak koymuş. Forgotten Aspects Of  Ireland’s Great War on Turkey  1919–1924 https://goo.gl/5RvyLT (Unutulan Yönleriyle İrlanda’nın Türkiye’ye Karşı Büyük Savaşı: 1914–1924)  Yazan: Dr. Pat Walsh  Yayınevi: ATHOL BOOKS, 540 sayfa, Belfast 2009  Yazar Dr. Pat Walsh, İrlanda ulusal mücadelesinin sosyalist aydınlarından birisi. Çalışmalarını İrlanda ulusal tarihi üzerine odaklamış ve İrlanda ulusal kimliğinin şekillenişi üzerine zengin araştırmaları mevcut. Bunlardan en önemli iki tanesi şu kitaplar:  (İrlanda Cumhuriyetçiliği ve Sosyalizm, Cumhuriyetçi Hareket’in Politikaları 1905-1994) -Irish Republicanism and Socialism, The Politics Of The Republican Movement 1905-1994  (Sivil Haklar Mücadelesi’nden Ulusal Savaşa, Kuzey İrlanda Katolik Politikları 1964-74) -From Civil Rights to To National War, Northern Ireland Catholic Politics 1964-74  ATHOL Yayınevi ise; İrlanda ve genel olarak Britanya’da ‘küçük fakat üst düzeyde etkili’olarak tabir edilen The British and Irish Communist Organisation (B&ICO) (Briton ve İrlandalı Kommunist Organizasyon) olarak bilinen Maoist kökenli organizasyonun yayınevi. Londra, Belfast, Cork ve Dublin merkezli olarak faaliyet gösteriyor. Grubun lideri 1935 doğumlu Brendan Clifford. 1965 yılına kadar “İrlanda Komünist Grup” olarak faaliyet gösteren grubun içinde yer alan Clifford, 1965 yılındaki büyük bölünmede, Maocu kanadın liderliğini üstlenerek gruptan ayrıldı. Troçkist kanat Gerry Lawless’ın liderliğinde Irish Workers Group adını aldı. ATHOL BOOKS yayınevi Belfast’ta bu yıllarda kuruldu. Yayınevi aynı zamanda aylık Irish Political Review ve haftalık The Irish Communist and Workers Weekly yayın organlarını çıkarıyor.  2009 yılında yayınlanan kitabın tanıtımı; Dublin ve Belfast’ta ‘Öğretmenler Sendikası’ tarafından yapıldı. Söz konusu kitap şu anda İrlanda’da Ulster ve Sinn Fein çevrelerinde okunuyor ve inceleniyor. Bu kitapta İrlanda ve dünya tarihinde ilk defa açıklanan tarihsel belgelerin ışığında dile getirilen düşüncelerin siyasallaşması; dünya politikalarında deprem etkisi yaratabilir. Kitabın en büyük önemi belki de bu. Neden? Dr. Pat Walsh, kitabın önsözünde şu vurguyu yapıyor:  İrlanda Cumhuriyeti Atatürk’ün açtığı yoldan kurulmuştur. Atatürk sadece Türk Devleti’nin değil İrlanda Cumhuriyeti’nin de kuruluş temellerinde vardır.  Dr. Walsh bu saptamayı yaparken, İrlandalı tarihçilere” gelin tarihimizle yüzleşelim” çağrısı yapıyor. Türkiye’de aynı çağrıyı yapan bir takım “aydın” takımının Atatürk’ü reddetmesinin aksine, Dr.Walsh Belfast’ta Atatürk’ü 2010 yılında halkının karşısına çıkartıyor. Bunu da bir tarihçi sorumluluğu ile yapıyor.  Sözkonusu kitabın Türk okuyucular için birçok açıdan önemi mevcut. Öncelikle Ermeni soykırımı fabrikasyonun Londra’da İngiliz Devleti’nin içinde oluşturulmuş bir gizli örgüt eliyle nasıl geniş kapsamlı olarak hazırlandığını ve meşhur Mavi Kitap’ın bu örgütten nasıl çıktığının belgelerini ilk defa açıklıyor. Bunu yaparken de 540 sayfalık dev eserini akademik bir omurgaya oturtuyor:  i-Osmanlı İmparatorluğu ile Britanya İmparatorluğu arasındaki devlet mekanizmasını karşılaştırıyor. Osmanlı’daki hoşgörünün Britanya Devleti’nde olmamasının felsefi temellerini tartışıyor.  ii-İngiltere’de bir zamanlar varolan olumlu Türk imajının, 1nci Dünya Savaşı’na giden süreçte değiştirilmesi için uygulanan gizli örgüt faaliyetleri sonucunda nasıl değiştirildiğini anlatıyor. Olumsuzlanan Türk imajı ile dağılan Osmanlı topraklarının Batılı güçlere hazırlanması ve ABD’nin İngiltere yanında savaşa sokulması için nasıl kullanıldığını anlatıyor.  iii-İrlanda ulusal mücadelesinin, Türkiye ve Atatürk’ü kendilerine model olarak nasıl aldıklarını açıklıyor.  Kitabın içeriğini Türkiye kamuoyuna sunmadan önce son bir noktayı vurgulamak istiyoruz. Bu yazıyı hazırlarken, sıkıntısını çektiğimiz en büyük konu, İrlanda tarihinin Türkler açısından neredeyse hiç bilinmemesi gerçeği oldu. Halbuki, İrlanda ulusal mücadelesi 1900’lerin başlarında dünyada Atatürk ve Lenin gibi iki devrimci önder tarafından yakından takip ediliyordu. Atatürk’ün İrlanda halkının İngiliz emperyalizmine karşı mücadelesine dair, Atatürk’ün Meclis konuşmaları ve Kuvayı Milliye dergisindeki başyazıları mevcut. Öte yandan Lenin, İrlanda mücadelesini ‘burjuva ulusal’ diye küçümseyen Rosa Lüksemburglarla sert tartışmalara girerken, sürekli olarak Türkiye ve İrlanda örneklerini veriyordu. Bu yüzden Türkiye’nin emperyalizme ve Ermeni soykırımı yalanlarına karşı verdiği mücadeleye, kimsenin aklına gelmeyen İrlanda’dan uzanan destek aslında hiç şaşırtıcı olmamalı. Aşağıda okuyacağınız satırlarda bizim hiçbir yorumumuz yoktur.   özetlenen kitabın bu makalede kullanılan sayfaları şunlar:  Syf.25-Türklere karşı kullanılan ilk faşist entellektüel W.E.D.Allen  Syf.190-Gizli örgüt elemanı Mark Sykes’ın The Times gazetesindeki makalesi  Syf.192-Weelington House’da ajanlaştırılan yazarlar komitesi.  Syf.195-Ermeni soykırımı fabrikasyonu nasıl hazırlandı.  Syf.197-Mavi Kitabın arkasındaki gerçek.  Syf.198-Malta Sürgünleri davası Londra’dan nasıl yönetildi.  Syf.206-Türklere karşı propoganda faaliyeti.  Syf.207-Anti Türk Kampanyası’nın formülasyonu. Avustralya ve Yeni Zelanda ulusal uyanışının başlangıcı kendi tarihçileri tarafından Çanakkale Savaşı olarak gösterilir. Avustralya ve Yeni Zelanda ulusalcılığının resmi tarih yazımı Çanakkale ile başlar. Anzaklar olarak bilinen, Britanya İmparatorluk Ordusu içindeki Avustralyalılar ve Yeni Zelandalılar ilk defa Çanakkale’de ‘We are not English anymore’ (Artık İngiliz değiliz) demişlerdir. İrlandalılar bu tarihi yeni yeni tartışmaya başlıyorlar. Pat Walsh’un kitabı bu anlamda İrlanda milliyetçiliğine ve ulus devlet tarih dökümanlarına bir meydan okuma. Neden? 1912-1914 yılları arasında İrlanda İç Savaşı’nın tarafları olan Protestan ve Katolik İrlandalıların, Britanya İmparatorluğu’na bağlılık taraftarı Uslter Gönüllüleri ve IRA temelinde örgütlenen bağımsızlık yanlısı katoliklerin milis örgütlenmeleri, 1nci Dünya Savaşı’nda Britanya Ordusu içinde Türklere ve Almanlara karşı ‘omuz omuza’ savaştılar. Bu tarihe dair, Longman yayınevinin aylık tarih dergisi World History’nin son sayısı Mart 2010 sayısında da Goldsmith University’den Richard Grayson, ‘Düşmanlar Birleşti’ makalesinde İrlanda’nın düşman milis taraflarının 1nci Dünya Savaşı’nda nasıl birleştiklerini anlatıyor. 2002 yılında Oxford Universitesi’nden Adrian Gregory ve Senia Paseta da ‘Savaş Bizi Birleştirdi mi?’ başlıklı bir kitap yayınlamışlardı.  Dr. Walsh kitabında İrlanda iç politikasını ve Amerika’daki güçlü İrlanda lobisini, Ulster, Sinn Fein ve İrlanda Hükümetlerini hep beraber ‘tarihle yüzleşmeye’ davet ediyor. Resmi tarih belgelerini açıklamaya davet ediyor. Kitabın 5 ve 22nci sayfalarındaki önsözde şunları belirtiyor: “...Sorumuz ortada duruyor: Kasım 1914 yılında İrlanda Türkiye ile niye savaşa girdi? İrlandalı tarihçilerin sormaya tenezzül etmediği bu soruyu şu anda bu yazar soruyor. İrlandalılar kendilerine karşı hiçbir yanlış davranış içinde bulunmayan ve üstelik 1847-8 yılları arasındaki büyük açlık yıllarında kendilerine yardım elini uzatmış Türklere karşı Britanya İmparatorluğu adına savaştı. Her şeyden önce neden İrlanda Türklerle savaştı? Neden İngiltere yüzyıl boyunca müttefiği olan Türklere savaş açtı? Bütün bunlar yanlıştı ve bu sorular yanıt bekliyor. Yanıtlar, ortaya çıkarılmamış İrlanda’nın 1nci Dünya Savaşı’nda Türkiye ile 1914-24 yılları arasındaki savaşının belgelerinde gizli.  Karşınızdaki yazar bu soruları sorarken 1919 ve 22 yılları arasındaki gazeteleri inceledikten sonra, kaçamayacağı bir sonuca da ulaştı. 1nci Dünya Savaşı Kasım 1918 yılında sona ermedi. Bu olgu bir sürpriz değil. İrlanda, Türkiye ile 1924 yılına kadar savaşın içinde oldu... İkinci unutulan gerçek ise, Modern Türk Ulusu’nun kurucusu ve emperyalizme karşı Türk direnişinin kahramanı Mustafa Kemal Atatürk, modern İrlandalı tarihçiler tarafından ‘sekter yayıncılık’ yapmakla suçlanan Katolik Bülten (Catholic Bulletin) gazetesi tarafından büyük bir saygı gördü.Katolik Bülten; Atatürk ve Türk Cumhuriyeti’ne açık bir destek verirken,İngilizlerin kurulmakta olan İrlanda ve Türkiye Cumhuriyetlerini engellemek için aynı yöntemleri uyguladığına dikkat çekti.  Katolik Bülten ”İngiltere Türkiye ve İrlanda’ya karşı aynı taktiklerle mücadele ederken, tarih her iki Cumhuriyet’in de kuruluşuna şahit oldu” diyor ve ekliyor” Tabii ki tek bir farkla, İrlandalılar kaybetti, Türkler kazandı.” Ve ekliyor:  “1924 Lozan Antlaşması’ndan sonra, kurulamayan İrlanda Cumhuriyeti, Türkiye ile savaşın sonunda Britanya İmparatorluğu’na bağlanmaya zorlandı. -Sinn Fein üyelerinin 1914 yılında kendilerini Redmond’un savaşından ayrı tutmalarına rağmen- Lozan Antlaşması ile Türkiye bağımsız ve hükümran bir devlet olarak tanındı.”  “Birçok yönden bu hikaye üç antlaşmanın masalıdır” diyor Dr. Walsh ve devam ediyor: “1921 Anglo-İrlanda Antlaşması, 1923 Lozan Antlaşması ve 1920 yılında yenilen bir ulusa 1920 yılında silah doğrultarak dikte edilen; unutulan Sevr Antlaşması.”  Dr. Walsh kitabında kullandığı tarihsel dökümanları şöyle sıralıyor: “Hanns Froemberg’in 1938 yılında basılan Atatürk kitabı, Catholic Bulletin gazetesinin 1922-24 nüshaları, Lozan Antlaşması tutanakları” Catholic Bulletin’de yer alan saptamaları ve belgeleri şöyle özetliyor:  “1921 Anglo-Irish Antlaşması’na karşı çıkan Fianna Fail (*) ortaya çıkarken Atatürk’ün örneğini izleyerek bağımsız İrlanda’yı kurmuştur. Böylece, belki de Atatürk’ün, Türk Devleti’nin kurucusu olmanın yanısıra... bağımsız İrlanda fikrinin oluşmasında da payı vardır.  İrlanda’ya yetki devri (devolution) veren Yurt Yasası (Home Rule) 1914 yazında kanunlaştı. Yasa maddesi 1912 yılında Parlamentoya sunulduğunda, İrlanda’daki Britanya İmparatorluğu içinde kalmak isteyen protestan ULSTER örgütü, yasaya ülkenin bölünmesine giden süreci başlatacağı gerekçesiyle karşı çıktı. 28 Eylül 1912 yılında 234.046 İrlandalı protestan kadın ve 237.368 erkek kamusal bir bildiri yayınlayarak, yasaya karşı çıktılar ve silahlı UVF-Ulster Volunteer Force’u (Ulster Silahlı Gönüllüleri Örgütü) kurdular. 1913 yılında, bu sefer UVF’e karşı, katoliklerden oluşan İrlandalı ulusalcılar, Dublin Universitesi’nden Eoin MacNeill’in önderliğinde IV-Irish Volunteers (İrlandalı Gönüllüler) adlı silahlı teşkilatı oluşturdular. Ulusalcı güçlerin silahlı örgütü kısa bir süre içinde Ulster’de 40 bin kişiye ulaştı. Bu iki paramileter örgüt, 1914 yılında Home Rule yasasının çıkmasından 6 ay sonra, Türkiye ve Almanya’ya karşı cepheye sürüldü. Katolik ulusalcılar, Londra tarafından ‘Katolik Belçika’nın Almanlardan kurtarılması için ikna edildi. Belçika’da Almanların yaptıklarına dair üretilen haberlerin savaştan sonra kurmaca olduğu anlaşıldı. Protestan Ulsterciler ise Britanya İmparatorluğu’na tam sadakati savundukları için savaşa gönüllü girdiler.  Fakat Çanakkale’ye gönderilen İrlandalılar ülkelerine oldukça farklı döndüler. Özellikle Katolik ulusalcılar. Savaştan önce, istemlerini sadece ‘yerel özerklik’ ile sınırlayan İrlandalı ulusalcılar, Çanakkale’den, Türk direnişinden etkilenerek tam bağımsızlık talebi ile döndü, Cumhuriyetçilere dönüştü ve tamamına yakını IRA saflarına katıldı. 1916 Paskalya ayaklanmasının altında yatan önemli etmenlerden biri, Çanakkale ruhuydu. İrlandacada, Poblacht na hÉireann or Saorstát Éireann olarak geçen İrlanda Cumhuriyeti fikri, 1919-1922 yılları arasındaki İrlanda bağımsızlık savaşının kaynakları, Çanakkale’den Cumhuriyet ve Bağımsılzık fikri ile dönen askerlerde yatıyor. IRA ya da İrlandacada Oglaigh na hEireann yani İrlanda Cumhuriyetçi Ordusu’nun 1913 yılında kurulduğunda iki monarşili sistemden tamamen bağımsız Cumhuriyet fikrine geçmesi, İrlanda Cumhuriyetçi Partisi Fianna Fail’in tarih sahnesine çıkması’nın altında Catholic Bulletin nüshalarında yer alan tek bir etmen var: Atatürk. 1921 Antlaşması İrlandayı sorunları halen daha devam eden bir şekilde ikiye böldü. Bağımsız İrlanda 1937 yılına kadar tanınmadı. Kuzey İrlanda’yı Bağımsız İrlanda’dan kopararak Britanya’ya bağladı. Peki bu süreçte; İrlanda’daki cumhuriyet fikri nasıl gelişti?”  Nisan 1923 yılında Catholic Bulletin, alışılmadık bir şekilde Lozan Antlaşması’nın resmi İngiliz belgelerini yayınlamaya başladı. Dr. Walsh kitabında bu yayın programını şöyle yorumluyor:  “...Catholic Bulletin, Lozan belgelerini yorumsuz yayınlamaya başlar. Yoruma da gerek yoktur. Britanya İmparatorluğu’na diz çöktüren bir milletin mücadelesi İrlanda’ya örnek teşkil etmiştir. Bu anlamda kanımca, Atatürk’e İrlanda Cumhuriyeti’ne ilham ve örnek teşkil ettiği için borcumuz vardır. Atatürk’ün Türkiye için yaptığını, İrlandalıların da İrlanda için yapması fikri bir vizyon oluşturmuştur.”  Dr. Walsh, kitabındaki tezleri Anglo-Sakson dünyasındaki tarihsel Türk imajı ve bu imajın fabrikasyonla değiştirilmesi üzerine oturtuyor.  “Türk deyince 1915 yılına kadar İngiltere’de ilk akla gelen gerçek bir centilmen imajıydı. Türkler İngilizlere silah doğrulttuktan sonra bile bu imaj değişmedi ve yerini ‘temiz ve dürüst savaşçı’ imajı aldı. Osmanlı İmparatorluğu’nun toparklarının parçalanması sürecinde bu imajın değiştirilmesi gerekiyordu.  Bu işin ilk adımı olarak Ermeni soykırımı fabrikasyonuna başlandı. Bu amaçla ilk göreve getirilen kişi W.E.D Allen (1901-73) oldu. Allen aristokrat ailelerin çocuklarının okuduğu Eton mezunuydu. 1919 yılında Avrupa’da Türkler adlı kitabını yazdı. Bu kitabında Türklerin Avrupa’daki yerini şöyle tanımlıyordu: ‘...Orta Asya’nın steplerinden gelen göçmen çobanlardan oluşan garip bir kabilenin Avrupa’daki bir düzine ulus üzerinde egemenlik kurması nasıl mümkün olabilir ki?’  “Allen, 1920 yılında Türkler ile Yunanlıların Savaşı’na savaş muhabiri olarak katıldı. 1929 yılında Kraliyete bağlılık yanlısı Unionist Parti’den Batı Belfast milletvekili seçildi. 1931 yılında Sör Oswald Mosley’in faşist partisine katıldı. Mosley’nin yakın arkadaşı olarak, faşist Kara Gömlekliler örgütünün kuruluşunda görev aldı. 1934 yılında James Drennan takma adıyla Oswald Mosley ve Britanya Faşizmi adlı bir kitap kaleme aldı. Mussolini ve Mosley arasındaki resmi görevli kurye görevine getirildi. Daha sonradan bu dönemde Sör Basil Thomson’un başkanlığındaki ‘Special Branch’ daki MI5 (İngiliz içistihbarat servisi) görevlisi olduğu öğrenilecekti. İki dünya savaşı arasında, Anadolu’da ve Kafkaslarda MI5 adına araştırmalar yaptı. 1943 yılından 1948 yılına kadar Ankara’da İngiliz Büyükelçiliği Enfromasyon Bürosu’nun başkanlığını yaptı. 1948 yılında Kraliyet madalyası ile ödüllendirildi. Ulster Unionist (Protestan Kraliyet yanlısı örgüt) ve faşist olarak; Türkiye aleyhindeki ilk raporları kaleme alan kişidir.” Anti Türk propogandasının modeli ise 20 Şubat 1917 yılında The Times gazetesinde çıkan bir makale ile başladı. Yazarın adı Mark Sykes idi. Türklerin 700 bin Ermeni’yi kestiğini ilk olarak Sykes dile getirdi. Sykes The Times gazetesinde çıkan makalesinde şunları dile getiriyordu:  “...Kısa zaman öncesine kadar, İngiltere’de Genç Türk denilince akla, Anadolu’ya geziye giden romantik İngiliz seyyahlar ve politikacıların da katkısıyla, dürüst ve temiz bir savaşçı olan Türkler geliyordu... Bir kez daha şu Genç Türk’e Alman üniforması ile bakın. Alman militer sesi. Alman Teknik eğitimiyle yetişmiş Genç Türk. Alman profesörleri ona kitle propogandası, politika ve patlayıcıları öğretmiş... 2.5 yıl boyunca katliamlar yaptı, ihanetler yaptı, bütün anlaşmaları ihlal etti, savaş esirlerimizi katletti, yaralılarımızı öldürdü, kadınlarımızı rehin aldı ve halen daha birileri ‘temiz savaşçı Türk’ (clean fighting Turk) diyor... Bu Türkler 700 bin Ermeniyi katlettiler, Lübnan’da açlık ve sefillik yarattılar, Yahudi kolonistleri yok ettiler...”  Sykes’ın The Times gazetesinde yayınlanan bu makalesi, 100 bin kopya basıldı. 30 bin adedi Amerika’ya gönderildi. Sykes’ın mektubu Ermenilerin öldürülmesini temel alarak oluşturulan Anti-Türk Kampanyası’nın modeli oldu.(syf.207) Pat Walsh’ı okumaya devam edelim:  “Türklere karşı kampanya ve Ermeni katliamı fabrikasyonu 1914 yılında kurulan gizli bir örgütlenmenin içinde oluşturuldu. Britanya Devlet yapısı içindeki bu gizli örgüt 1914 sonbaharında adını o tarihte İngiliz Parlamentosu’nun kalbi olan ve Buckingham Sarayı’nın yanında bulunan, Wellington House’da örgütlenen Savaş Propoganda Bürosu’ndan (War Propoganda Bureau) alıyordu. Doğrudan dışişlerine bağlı olarak kurulan bu gizli örgütün tüm bilgileri ve dokümanları savaştan sonra Wellington House’ın şaibeli bir şekilde tamamen yanmasıyla yok oldu. Bu gizli örgütün ve Türkler aleyhindeki propoganda faaliyetleri 1935 yılına kadar ortaya çıkmadı. Wellington House’da Türklere karşı yapılan kurmaca Ermeni katliamı haberlerinin esas hedefi Amerika Birleşik Devletleri’ydi.(syf.207)( Bu konudaki geniş dökümantasyon için şu kaynağa bakınız: Wellington House and British PropogandaDuring The first World War, M.L. Sanders, The Historical Journal, XVIII, 1975)  Savaş Propoganda Bürosu’nun başında Liberal milletvekili Charles F.Masterman bulunuyordu. Eski kabine bakanı ve Daily News gazetesinin edebiyat editörü olan Masterman, Asquith Hükümeti’nde bakanlık yapmıştı. Asquith kendisini bu gizli büronun başına davet ettiğinde, misyon çok netti. İngiltere’nin düşmanlarını kötü ve şeytan göstermek ve İngiltere’yi haklı göstermek. İşin başında bu büro Almanlara karşı örgütlenmişse de daha sonta Türkler özel çalışma alanı oldu.” “Masremann görevi kabul ettiğinde, İngiliz edebiyatının önde gelen 25 yazarını Wellington House’a davet etti. Toplantının amacı Britanya İmparatorluğu’nun savaştaki çıkarlarını korumaktı. Yazarlara bu örgüt ve toplantının başlatacağı faaliyetler hakkında hiçbir yere bilgi sızdırmamaları dikte edildi. Wellington House’daki bu toplantılardan ve çalışmalardan, Ermeni katliamı haberlerinden İngiliz Parlamentosu’nun bile haberi olmadı. Wellington House’daki gizli faaliyete kimler katıldı. Bu bilgi ilk kez geniş kamuoyuna açıklanıyor: Thomas Hardy, H.G.Wells, John Galsworthy, Arthur Conan Doyle, John Masefield, Arnold Bennett, G.K. Chesterton, J.M.Barrie, G.M.Trevelyan ve diğerleri.”(syf.192)  Dr.Walsh, kitabında bu toplantının İngiliz tarihindeki en geniş katılımlı yaratıcı ve akademik toplantı olduğunu belirtiyor. İkinci toplantı bu sefer gazetecilerle yapıldı:  “İngiltere’nin önde gelen gazete editörleri örgütte biraraya geldi: Geoffrey Dawson, Edward Cook, J.L. Garvin, J.A. Spender ve diğerleri...  Wellington House, gizli bir yapılanma olduğu için yayınların özel yayınevleri tarafından basılması ve dağıtımı görevini de üstlendi. Yayınevi editörleri Wellington House’a çağrıldı. Oxford University Press, Macmillan, Hodder and Stoughton, Methuen yayınevleri yani dünyanın en büyük ve prestijli yayınevleri örgütlenmeye dahil edildi. Oxford University Press ve John Murray yayınların dağıtımı işini üstlendiler. Amerika’da tespit edilen 13 bin etkili kişinin de içinde olduğu bir adres listesine; aristokratların imzaları ile yayınlar ulaştırılmaya başlandı.”     “Wellington House gizli propoganda Bürosu, İngiltere’nin o tarihe kadar yetiştirdiği iki öenmli tarihçiyi görevlendirdi. G.P.Gooch ve Arnold Toynbee. Toynbee, Wellington House’da tarihçi olarak değil propogandist olarak görevlendirildi. Toynbee az sonra değineceğimiz meşhur Mavi Kitap’ı da Wellington House memuru olarak yazdı. Wellington House’da Türkleri hedef alan kitapların uzun bir listesi mevcut, bunlardan bazıları:  Mark Sykes, British Palestine Committee, The Clean Fighting Turk  E.F.Benson; Crescent and Iron Cross, Deutschland über Allah  Israel Cohen; The Turkish Persecution of the Jews  Edward Cook; Britain and Turkey  E.W.G.Masterman; The Deliverence of Jerusalem  Basil Mathews; The Freedoom of Jerusalem  Esther Mugerditchian; From Turkish Toils  Martin Niepage; The Horrors of Allepo  Cannon Partif; Mesopotomia  R.W.Seaton; Serbia, Yesterday, Today and Tomorrow  Josiah Wedgewood; With Machine Guns in Galliboli  Chaim Weizmann, R.Gothell; What is Zionism?  Anon; Subject Nationalities of the German Allies, Syria During March 1916  S.Tolkowsky; Jewish colonisation in Palestine  Arnold J.Toynbee; Armenian Atrocities:The Murder of a Nation, Turkey-A Past and a Future, The Murdereous Tyranny of Turks MAVİ KİTABIN ARDINDAKİ GERÇEK  Daha geçtiğimiz yıl Lord Avebury’nin eline alarak Ankara’ya geldiği Mavi Kitap’la ilgili İngiltere bu kitabın savaş döneminde propoganda amacıyla yazıldığını dile getirdi bugüne kadar. Ama kullanmaya da ısrarla devam etti. Mavi Kitap’ın ardında başka gerçekler de var. Türkler aleyhine uzun bir liste oluşturan bu kitaplardaki tüm kurmaca malzeme yazarlar arasında aslında tek bir merkezden çıkan akademik referanslarmış gibi kullanıldı. Dr. Walsh Türklere karşı fabrikasyonun bu korkunç metodunu ortaya sererken bir örnek veriyor:  “Örneğin o yıllarda hayalet romanlarının ünlü bir romancısı olan Canterbury Archbishop’u E.F.Benson ‘Crescent and Iron Cross’ kitabının önsözünde kullandığı kaynakları şöyle açıklıyor:  ‘...Ermeni katliamlarına ilişkin şu kaynaklara başvurdum: Lord Bryce’ın topladığı ifadeler, Bay Arnold J.Toynbee’inin The Murder of a Nation ve The Murdereous Tyranny of the Turks ve Dr.Martin’in Niepage’ın The Horrors of Aleppo kitabı. İlk bölümde Bay D.G.Hogarth’ın The Balkans (Clarendon Press,1915) adlı kitabına başvurdum...’  Değişik yayınevlerinden çıkan, değişik kitaplardan kullanılan kaynaklar. Aslında tüm kitaplar tek bir gizli merkezden çıkmış. Yazarlar birbirlerinin çalışmalarının haberleri yokmuş gibi birbirlerine referanslar veriyorlar...” MAVİ KİTABIN AMACI: Malta sürgününü gerçekleştirmek ve ABD’yi savaşa sokmak.  Şunu özetleyebiliriz: Mavi Kitap, gelecekte kullanılmak üzere raflarda tozlanmaya bırakıldı, ta ki Britanya’nın Türklere karşı kullanmasına tekrar ihtiyaç duyuluncaya kadar.’  (Dr.Walsh, a.g.e: syf.198)  Dr.Walsh devam ediyor:  “Mavi Kitabın içeriğine ilişkin Britanya Hükümeti tarafından hiçbir zaman tatmin edici bir resmi açıklama yapılmadı. Toynbee, 1922 yılında yayınlanan Western Question and Turkey adlı kitabının 50inci sayfasında, kitabın ‘propoganda’ amacıyla yazıldığını belirtmesine karşın...  İngiliz tarihçi Trevor Wilson bu konuda şunları söylüyor: ‘Lord Bryce bu iddiaların yalan ya da sahte olduğunu söyleme seçeneğine sahip değildi. Toynbee’nin Türkiye ile benzer bir şekilde Almanya’nın Belçika’da yaptığı insanlık dışı işlemlere dair fabrikasyon haberlerinin; hiçbirinin doğru olmadığı da savaştan sonra ispatlandı. (Journal of Contemporary History, Haziran 1979)’  “Fakat Britanya Hükümeti, 1920-21 yılları arasında MaviKitap’ta yazılanları delil gösterererek o zamanki ulusal önderleri Malta’ya sürgüne göndertti. Mahkeme heyetine Mavi Kitap verimesine karşın; iki yıl süren yargılamalardan sonra, yargı sanıkları delil yetersizliğinden serbest bıraktı. ( Bu teknik Kuzey İrlandalı okurlara hiç yabancı gelmeyecektir.)  Mavi Kitap, Haziran 1915 yılında, 2.5 milyon adet basıldı ve dağıtıldı. 1916 yılında 200 ve 1917 yılında 400 üzerinde yayınevi tarafından 17 dile çevrilerek milyonlarca basıldı. Mavi Kitap broşürleri ABD’deki bütün kütüphanelere, doktor kliniklerine, berber dükkanlarına dağıtıldı. Savaş yıllarında 7 milyonun üzerinde kopya dünyadaki fikir üreticilerine yollandı. Özel hedef ABD’ydi. Gilbert Parker, ABD’de 13bin etkili ismin listesini çıkardı. Bu seçkin kişiler, Devlet Propoganda Bölümü’nden belge aldıklarını bilmeden bu zarfların kendilerine İngiliz elitlerinden gönderilidiğini zannettiler. Kitapların pahalı olması ve sadece üst orta sınıflar tarafından okunabilmesi nedeniyle, Wellington House, Illustrated London News matbaasında birçok dilde kendi gazetelerini basmaya başladı. Savaşın başlaması ile beraber İngiltere, Almanya’dan ABD’ye giden iletişim hatlarını ve kablolarını kesti ve ABD’ye tüm bilgi akışı sadece İngiltere’den gerçekleşmeye başaldı. (Kaynak: H.C. Peterson, British Influence On The American Press 1914-17, American Political Science Review, February 1937, syf.81)  H.C.Peterson; Ermeni Soykırımı haberlerinin de ABD’ye İngiltere’den gittiğini, Alman haber ajanslarının sansürlendiğini belirterek, İngiliz medyasının Amerikan medyasına dönüştürüldüğünü anlatıyor.  Amerika’ya yapılan Türk karşıtı propogandanın amacı; Anadolu’da Ermenileri protestanlaştırmak için faaliyet gösteren Amerikalı misyonerlerin hazırladıkları zemin üzerinde ABD’yi savaşa dahil etmekti. Türklerin Doğu Avrupa’da Yahudileri de katlettikleri Amerika’daki Yahudi cemaatini ayrıca harekete geçirmeye yetiyordu. Kuşkusuz bu propogandanın bir diğer amacı da parçalanan Osmanlı topraklarını Batılı güçlere paylaşım için hazırlamaktı. İngiltere’nin Amerika’ya yönelik propogandasının bir diğer nedeni de, Amerikan elitlerinin savaş yıllarında İngiltere’ye değil Almanya’ya sempati duydukları gerçeği idi.  İrlandalı sosyalistler; Dr.Walsh’ın kitabı ile büyük bir tarihsel sorumluluğu yerine getirdiler. Şimdi bu kitapta ortaya konan tarihsel gerçeklerin artık siyasallaşmasının zamanı geldi. 1900’lerin başlarında Türkiye karşıtı faaliyetlerin perde arkası; basit bir tarih tartışması değil. Bunun siyasal etkileri halen daha devam ediyor. Bu kitaptaki belgelerin siyasallaşması demek; Ermeni Soykırım yalanlarını onaylayan dünyadaki tüm Meclislerin ve Türkiye’deki işbirlikçilerinin bir kez daha düşünmesi anlamına geliyor. Ya 1915’lerde İngiliz devleti içindeki bir gizli örgütün fabrikasyonuna doğru demeye devam edecekler ya da tarihin önünde saygıyla eğilecekler.

Küresel Güçlere Rağmen Ulusal Egemenlik, Bağımsızlık ve Varoluşun Sürdürülebilirliği

Küresel Güçlere Rağmen Ulusal Egemenlik, Bağımsızlık ve Varoluşun Sürdürülebilirliği İlk Söz: Ulusal Egemenlik ona layık olanların, ona sahip çıkanların hak ettiği bir yönetim biçimi Ulusal değerlere,Cumhuriyet ilkelerine sahip çıkılan nice bayramlar olsun..... Bayramınız kutlu olsun !.. Küçüklüğümüzde 23 Nisan günleri,  İlkokul bahçesinde siyah önlüklerimiz, beyaz yakalarımızla toplanıp, "Bugün 23 Nisan neşe doluyor insan" diye diye yürürdük caddelerde hep birlikte. Ya da "Ankara'nın taşına bak gözlerimin yaşına bak"....... Okul idaresince gece düzenlenen fener alaylarında da ellerimizde yanan meşalelerle "Dağ Başını Duman almış" marşı ve "İzmir’in dağlarında çiçekler açar"... diye başlayan "Yaşa Mustafa Kemal Paşa yaşa... Adın yazılacak mücevher taşa... " diye sona eren "İzmir Marşı"nı büyük bir çoşku ile söylerdik hep birlikte ... Bizler çok şanslıydık belki… Öğrencilik hayatımız boyunca tüm bayramlara ve fener alaylarına katılmıştık. Çoşkuyla kutlamıştık "Cumhuriyetimizin bize kazandırdığı tüm kadim değerleri"… "Atatürk ilke ve İnkilâplarını…." Küçük bir kasaba da, isimleri hala hafızamızda duran , Cumhuriyet ilkelerine derinden bağlı Turan hocamdan, Çetin hocamdan, Hilmi  hocamdan, Belkıs hocamdan, Habibe hocamdan , Necmettin hocamdan, Mutahhar  hocamdan; Mustafa hocamdan…. Bugün; sevgi ,saygı ve hürmetle andığım daha nicelerinden...  Kuva-yi Milliye ruhuyla yetiştirmişlerdi bu nesli… Cumhuriyeti, demokrasiyi ; Atatürk İlke İnkilâplarını korumak ve kollamak için….. Yıllar önce, İlkokulu bahçesinde toplanıp, siyah önlüklerimiz, beyaz yakalarımız ve İskarpin pabuçlarımızla söylediğimiz şarkıları,  bugün torunlarıma söylerken içim buruk.    İçimde ki burukluk çocuk olmadığım için değil, Ülkem çocuklarına nasıl bir Türkiye nasıl bir Dünya bıraktık? Bu soruyu kaçımız özeleştiri yaparak cevapladık.. Insanın dünyaya gerçekten bakışı ancak çocukken oluyorsa, büyüyünce görebildikleri o hatıralara ve ezbere dayalı ise, gelecek malzemesi hatıralara hakkını vermek için en mükemmel günlerden biri de, 23 Nisan - Bugün 23 Nisan, neşe doluyor insan... Bugün, ulusal egemenliğimizin kurulması yolunda atılan en güçlü adımlardan birinin yıl dönümü. - Bin atlı akınlarda çocuklar gibi şendik / Bin atlı o gün dev gibi bir orduyu yendik / Aktolgalı beylerbeyi haykırdı ilerle / Bir yaz günü geçtik Tuna'dan kafilelerle..... 23 Nisan Egemenlik ve Çocuk Bayramı... Öyleyse çalsın mızıkalar, bandolar; öyleyse çocuk balolarında sevinç çığlıklarımızla kutlayalım bu başarıları... Büyük Önderin 100 yıl önce ilk harcını attığı bağımsızlığı, kutsal bir bayrak gibi elden ele taşımak; bu bayramları, bu törenleri hak etmek için !.... - Bugün 23 Nisan, neşe doluyor insan... kutluyoruz "Egemenlik ve Çocuk Bayramı"nı... - Bugün 23 Nisan, neşe doluyor insan... "Egemenlik ve Çocuk Bayramı"nı, neşe içinde, binbir neşe içinde kutlayalım! - Bugün 23 Nisan, neşe doluyor insan. Çocukluğumuzun bu şarkısı yerine bir başka.... Bir başka şarkıya, bir başka türküye takılıyor dilim.... Kafkas dağlarının eteklerinde tüm kafkas Türk halkı tarafından çoşku ile söylenen çok sevdiğim türküye...... "Hoş gelişler ola Mustafa Kemal Paşa Askerin milletin bayrağınla çok yaşa Arş arş arş ileri ileri Arş ileri marş ileri Dönmez geri Türk'ün askeri Sağdan sola soldan sağa Al da bayrağın düşman üstüne Cephede süngüler ayna gibi parlıyor Kafkas Türkleri bayrak açmış bekliyor Arş arş arş ileri ileri Arş ileri marş ileri Dönmez geri Türk'ün askeri Sağdan sola soldan sağa Al da bayrağın düşman üstüne Parlayan yıldızın alemi tenvir eder Cumhuriyet bayrağı semalar içre süzer Arş arş arş ileri ileri Arş ileri marş ileri Dönmez geri Türk'ün askeri Sağdan sola soldan sağa Al da bayrağın düşman üstüne" Bir not; "Tarihte Atatürk’e düşman olup da Türk’e dost olan çıkmamıştır! Atatürk, Türk Milletinin mavi gözlü bozkurtudur." Vatan , Şehitlerimizin bize emanetidir. Vatan, Sultan Alparslan'dır. Vatan, Sultan Mehmet Han'dır. Vatan, Mustafa Kemal Atatürk'tür... Bu anlamlı günü başta Cumhuriyetimizin kurucusu Gazi Mustafa Kemal Atatürk'ü, İstiklal Savaşımızın tüm kahramanlarını ve şehitlerimizi saygı, minnet ve şükranla anıyorum. Bu duygu ve düşüncelerle ; Canımdan bir can Berkehan'la ve "Bilgehan Deniz" ile birlikte kutlayacağım "23 Nisan Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramımız kutlu olsun"   Küresel Güçlere Rağmen Ulusal Egemenlik ve Sürdürülebilirliği: Hedef 2023/2071  21.04.2013 13:46:06 İlksöz:   Cumhuriyet ve Demokrasi ona layık olanların, ona sahip çıkanların hak ettiği bir yönetim biçimi /   Sadece büyük bir lider geleceği küçük kalplere emanet eder..... “Küçük Hanımlar Küçük Beyler; Sizler hepiniz geleceğin bir gülü, yıldızı, bir mutluluk parıltısısınız. Memleketi asıl aydınlığa çıkaracak sizsiniz. Kendinizin ne kadar mühim, kıymetli olduğunuzu düşünerek, Ona göre çalışınız. Sizlerden çok şeyler bekliyoruz!"     Bugün, ulusal egemenliğimizin kurulması yolunda atılan en güçlü adımlardan birinin yıl dönümü. Ulusal egemenliğimizin stratejik yol haritasının  çizimlerinin yapıldığı Türk Milleti’nin makus tarhinin çağdaşlığa dönüşüm ve evrilme  sürecinin başlangıcı. Türk Milleti’nin bir millet olarak uyanışının ayağa kalkışının ilk adımı. Türk Milleti’ Böyle bir günde, "Egemenlik" kavramının yıllar boyunca törpülendiğini, zaman zaman kesintiye uğratıldığını, toplumun hafızasının günümüzün popüler deyimi ile her on yılda bir devamlı resetleme ve tekrar formatlanma girişimlerini hiç unutmamak, hiç akıldan çıkarmamak gerekir…. Çıkarmamak gerekir çünkü, bu girişimler aslında, bu bayramı niçin kutlamamız gerektiğine, bu bayrama niçin sahip çıkmamız gerektiğine ilişkin tarihsel “mihenk taşl”…"bir kilometre taşı"... .Çünkü bu tarih aynı zamanda Lozan Barış Konferansı  ikinci defa toplandığı tarih... Bu tarihe ulaşmada ki kilometre taşlarını tarih kitaplarından birlikte okuyalım: 16 Mart 1920: İstanbul işgal edildi. İşgal kuvvetleri Osmanlı’nın bazı milletvekillerini tutukladı. 18 Mart 1920: Osmanlı Meclis-i Mebusan’ı kapanış toplantısı yaptı. 19 Mart 1920: Mustafa Kemal, ‘olağanüstü yetkiler taşıyacak bir meclisin’ Ankara’da toplanacağını ilan etti. Bu bildiriyle yurdun her yerinde seçimler yapıldı.   22 Nisan 1920’de yapılan çağrıyla Millet Meclisi, 23 Nisan 1920 günü toplandı. Meclis, 24 Nisan 1920’de Mustafa Kemal Paşa’yı başkanlığa seçti. Meclisin açılış günü olan 23 Nisan, 1921’de çıkarılan bir kanun ile ülkenin ‘ilk resmi bayramı’ olarak ilan edildi. Kanunda, ‘23 Nisan günü milli bayramdır’ ifadesi yer aldı. 1935’te çıkarılan bir kanun ile 23 Nisan, ‘Milli Hakimiyet Bayramı’ olarak adlandırıldı.     Bu bağlamda Cumhurbaşkanımız' ın 23 Nisan Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı münasebetiyle yayımladığı mesajı birlikte okuyalım: "Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin 96. kuruluş yıldönümünü, Türkiye ve dünyadaki tüm çocukların Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramını en samimi duygularımla kutluyorum. 23 Nisan bir yönüyle ülkemizin milli egemenliğinin ve bağımsızlık mücadelesinin en önemli dönüm noktalarından birini oluştururken öte taraftan da çocuklar için bayram olarak kutlanmaktadır. İstiklal Harbi esnasında aziz milletimiz bir büyük seferberlik gerçekleştirmiş, birlik ve beraberlik içinde mücadele vererek zafere ulaşıp, Cumhuriyetimizi ilan etmiştir. 23 Nisan 1920’de, “Hâkimiyet kayıtsız şartsız milletindir” şiarıyla kurulan Meclisimiz, tam bağımsızlık konusundaki azim ve kararlığımızı tüm dünyaya ilan etmiştir.  Millî Hâkimiyet, (Ulusal Egemenlik) devletin gücü olan egemenliğin doğrudan doğruya ulusa ait olmasıdır. Kurucu ve yönetici güçler kişilerde ya da belli gruplarda değil, halktadır.   Milletin kendi kaderiyle ilgili her türlü kararı kendisinin verebilmesidir. Milletin kendi kendisini yönetmesi, kendi kaderine hakim olmasıdır. Büyük Önder diyor ki: "- Milli hakimiyet, milletin bütün varlığı ile milletin kaderine, istikbaline; vatanın tümüne ve devletin tüm hizmetlerine tam olarak hakim olması demektir. - Millet işleri ancak milli kararlara dayanmakla, milletin genel duygularına tercüman olmakla gerçekleşir. - Millet Meclisi’nin bütün programlarının umdesi şu iki esastır: İstiklal-i Tam. Kayıtsız şartsız milli hakimiyet. (27.4.1920) - Cumhuriyette meclis, reis-i cumhur ve hükümet; halkın hürriyetini, emniyetini ve rahatını düşünmek ve temine çalışmaktan başka bir şey yapamazlar. Çünkü bilirler ki, kendilerini iktidar ve selahiyet mevkiine muayyen bir zaman için getiren irade ve hakimiyetin sahibi, millettir. -Büyük önder günümüzde çok kişinin farkında olmadığı bir ayırımı yapıyor. Sistem ile milli hakimiyetin birbirinden ayrı olduğunu, mutlakıyette bile milli hakimiyetin olduğunu işaret ediyor. Diyor ki; “Hakimiyet-i milliye başka bir meseledir; cumhuriyet, meşrutiyet, mutlakiyet-i idare, istibdat yine başka birer meseledir.. Bu dört şekil içinde muhtelif şekilde milli hakimiyetin tatbik edildiğini görmekteyiz. Hatta istibdatta bile bir parça vardır. Milli hakimiyet, cumhuriyetin tekamülü demek değildir. Çünkü milli hakimiyet, şekil değildir. Ruh ve esas meselesidir! - Bütün cihan bilmelidir ki, artık bu devletin ve milletin başında hiçbir kuvvet, hiçbir makam yoktur, yalnız bir kuvvet vardır. O da milli hakimiyettir. Yalnız bir makam vardır. O da milletin kalbi, vicdanı ve varlığıdır. (16.1.1923) TBMM, necip milletimizin, vatan ve bayrak sevgisinin, bağımsızlığa olan aşkının yanında başka milletlerin bağımsızlık mücadelelerine örnek olmuş, milli iradenin gerçekleştirilmesi yolunda emsal teşkil etmiştir. 23 Nisan demokrasinin, milli iradenin, millet egemenliğinin en bariz göstergesidir. Bu günün çocuklarımıza armağan edilmesi, Türkiye’nin geleceği olan çocuklarına, gençlerine olan güvenini, umudunu gösterir. Türkiye’nin gençleri üzerinden yükseleceğine, onların dinamizmi, parlak hedefleri, duru zihinleriyle 2023, 2071 hedeflerine ulaşacağına inancımız tamdır. 23 Nisan 1920 ruhunu, barış, kardeşlik ve beraberlikle yoğrulan mücadele azmini çocuklarımız, gençlerimiz çağın gerektirdiği bilgiyle buluşturacak, beklediğimiz büyük Türkiye’yi inşa edecektir. Biz çocuklarımıza güveniyoruz; bizim gençlerimizden beklentilerimiz çok büyük. İnanıyorum ki onlar da, kendilerine sunulan imkânları iyi değerlendirecek, tarihlerinden aldıkları özgüvenle büyük başarılara imza atacaklardır. Bu duygularla, Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin ilk başkanı olan Gazi Mustafa Kemal’i, Kurtuluş Savaşımızı sevk ve idare eden ilk Meclis’teki tüm milletvekillerini, bize bu vatanı armağan eden tüm şehit ve gazilerimizi bir kez daha rahmetle ve minnetle yad ediyorum. Tüm çocuklarımızın, tüm dünya çocuklarının bayramını kutluyorum."    23 Nisan'ın Türkiye'de uIlusal bayram olarak kabul edilmesinin nedeni, 1920'de o gün Türkiye Büyük Millet Meclisi'nin açılmış olması. "23 Nisan", 1921'de çıkarılan 23 Nisan'ın Milli Bayram Addine Dair Kanun ile, Türkiye'nin ilk ulusal bayramı olmuş. 1 Kasım 1922'de saltanatın kaldırılmasıyla 1 Kasım, Hakimiyet-i Milliye Bayramı (Ulusal Egemenlik Bayramı) olarak kabul edilmiş. Daha sonraki yıllarda, TBMM'nin açılış tarihi olan 23 Nisan "Milli Hakimiyet Bayramı" olarak kutlamış ve bu durum 1 Kasım'ın uzun vadede bayram olarak unutulmasına neden olmuş. 1935'te bayramlar ve tatil günleriyle ilgili kanun değiştirilmiş ve "23 Nisan Millî Bayramı"nın adı "Millî Hakimiyet Bayramı" haline getirilmiş, böylece 1 Kasım Hakimiyet-i Millîye Bayramı ile 23 Nisan Millî Bayramı birleştirilmiş.         “Hakimiyet-i Milliye Bayramı (önceleri 1 Kasım, sonra 23 Nisan), saltanatın kaldırılışının ve Türkiye Cumhuriyeti'nin kuruluşunu gerçekleştiren TBMM'nin açılışının egemenliği padişahtan alıp halka vermesini kutlamak amacını taşırken, Çocuk Bayramı savaş sırasında yetim ve öksüz kalan yoksul çocukların bir bahar şenliği ortamında sevindirmek amacını taşımaktaydı. Türkiye Radyo Televizyon Kurumu, UNESCO'nun 1979'u Çocuk Yılı olarak duyurmasının ardından, TRT Uluslararası 23 Nisan Çocuk Şenliği'ni başlatarak, bayramı uluslararası düzeye taşıdı...23 Nisan’ın bayram oluşunu da hatırlatalım,      Hıfzı Veldet hoca, “İlk Meclis” kitabında (Çağdaş Yayınları, 1990) bunu ayrıntısıyla anlatmakta.Birlikte okuyalım...      "23 Nisan 1921, B M M’nin açılışının birinci  yıldönümüdür. O gün İçel Mebusu Şevki Bey ile Manisa Mebusu Refik Şevket Bey, 23 Nisan’ın, eski tabirle “ayad-ı milliyeden”, yani milli bayram ilan edilmesini isteyen bir öneri verirler.         Öneri görüşmeye açılır. Konya Mebusu Vehbi Bey itiraz eder:         “Efendiler! Rica ederim, böyle bir kanuna ne ihtiyaç vardır? Nümayiş yapmakla bayram olmaz. Ulusumuz İzmir’e o mübarek bayrağımızı diktiğimiz gün, yüreğinde gerçek bir bayram yaşatır.”          Tabii tartışma çıkar. Kırşehir Mebusu Yahya Galip, itiraz sahibi Vehbi Bey’e, “Hoca efendi hazretleri! Bugünü gökteki melekler bile yüceltiyor, siz neden yüceltmek istemiyorsunuz?” der.        Salon karışır.        Yahya Galip iyice yüklenir:        “Ne vakit böyle bir milli bayram olur, memleketin sevinçli anları olur, bunun içine hemen ‘ahlakı İslamiye’ sokarlar. Her gün, her fırsattan yararlanarak temcit pilavı gibi bunu söylemekten ne çıkar, ben anlamıyorum.”         Mahmut Celal, onu destekler:        “Rica ederim bu, bütün Müslümanlar için büyük bir gün değil midir?”        Trabzon Mebusu Ali Şükrü, konuyu isim vermeden Mustafa Kemal’e getirir:        “Efendiler! Meclis’in kendi kendine ‘Burada toplandığım günü bayram yapıyorum, siz de bayram yapın’ demesi uygun değildir. (..) İşi bütün ulus yaptığı halde bu başarı doğrudan doğruya bize mi aittir? Mesela bir ordunun başarısı bir kumandana mı ait olacaktır?”         Son sözü, teklif sahibi Refik Şevket söyler:        “Koca bir tarihi canlandırma şerefini üzerine alan Meclisimiz bugünü elbette kutsallaştıracak ve bunu torunlarına yadigâr bırakacaktır. Bugünü ‘ayadı milliye’den sayan teklifimin oybirliğiyle kabulünü rica ediyorum.”         Tunalı Hilmi, “’Milli bayram’ diyelim” diyerek Türkçeleştirir.         Teklif kabul edilir ve kabul edilen kanun gereği 23 Nisan resmi tatil olduğundan oturum kapanır.                O günden beri -2 yıl eksiğiyle- 23 Nisan, Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı’dır.          Acaba  neden iki yıl eksiği ile?...         Geçen 96 yıl içinde sadece 2 yıl, 23 Nisan, “Ulusal Egemenlik Bayramı” olarak kutlanmadı; resmi tatil yapılmadı.        Hatırlamayanlar, “Buna kim cüret edebilir ki?” diyebilirler. Hemen hatırlatmakta yarar var:          Kararı alan, 12 Eylül askeri yönetimi.           Kapattıkları Meclis’in egemenliğini kutlamak tuhaf olacağından 17 Mart 1981 tarihli yasayla, 23 Nisan’ı sadece “Çocuk Bayramı” olarak ve resmi tatil olmadan anmayı kararlaştırıyor….            Aynı yasa ile, “27 Mayıs Anayasa ve Hürriyet Bayramı” ile “1 Mayıs Bahar Bayramı”nı da kutlanmamasına karar veriyorlardı….        küresel oyun kurucularının oyun kuralları ile, Ulusal egemenliğin hiçe sayıldığı günler… Toplumu dönüştürme, toplumu dizayn etme, toplumu afazileştirme girişimleri!….        İyi de kutlanmasını yasakladıkları bayramın genetik kodları Kuvayı Milliye Ruhunu dayanmaktaydı. Bu nedenle yok etmek mümkün değildi!...İşte bunu unuttular!....        Ne demekti "Kuvayı Milliye ruhu?" Ulusal güçlerin bütün milletçe benimsenme ve özümsenmesinden oluşan bir ruh, ulusal bir kükreyiş demekti bu. Yunanlılar 15 Mayıs 1919'da İzmir'e çıkmış, Anadolu'nun içlerine doğru ilerliyordu. Millet her yerde tedirgindi. Yer yer "Müdafaa-i Vatan", "Müdafaa-i Hukuku Milliye", "Vilayatı Şarkiye Müdafaa-i Hukuk", "Reddi İlhak" gibi«türlü adlar altında dernekler kurulmuştu.        Mustafa Kemal Paşa 19 Mayıs 1919'da Samsun'a çıktığında, direniş odaklan böyle dağınık ve güçsüzdü. Mustafa Kemal'in parolası "Kuvayı Milliyeyi âmil, iradeyi milliyeyi hâkim kılmak" idi. Bu parola Amasya buluşmasından Erzurum Kongresi'ne, oradan Sivas Kongresi'ne ulaştı. Sivas Kongresi 'nde, yurttaki bütün müdafaa-i hukuk dernekleri"Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti" adı altında birleştirildi; "Kuvayı Milliyeyi âmil, iradei milliyeyi hâkim kılmak" (Ulusal güçleri harekete geçirmek, ulusal istenci egemen kılmak) sloganı Amasya'dan Erzurum'a, Erzu-rum'dan Sivas'a, oradan da Ankara'ya ulaşarak ilk Büyük Millet Meclisi'nin de parolası oldu.       ilk Meclis'in, Kuvayı Milliye ruhunu temsil etmesinin nedenide budur. Türkiye Büyük Millet Meclisi'nin birinci devresi 23 Nisan1920'de başlayıp eylemli olarak 21 Mayıs 1923 tarihine kadar sürdü; ama hukuksal olarak İkinci Meclis'in işe başlama tarihi olan 11 Ağustos 1923'e değin görevi bitmedi. Bu devreye "İlk Meclis" denmekte. Buradaki "devre" sözcüğü "seçim dönemi" demektir. Osmanlıcada buna "devre-i intihabiye" denirdi. Görevi üç yıldan biraz fazla süren bu Meclis'e Birinci Meclis ya da İlk Meclis denir. Ulusal Kurtuluş Savaşı'nı Mustafa Kemal Paşa'nm önderliğinde bu Meclis sürdürmüş ve kazanmıştır; önemi bu yönden çok büyüktür. Seçimlerin yenilenmesiyle oluşan İkinci Meclis, 11 Ağustos 1923'te göreve başlayıp eylemli olarak 26 Haziran 1927 tarihine kadar sürer. Hukuksal olarak ise görevi, yeni seçimler sonunda gelen Üçüncü Meclis'in işe başlama tarihi olan 1Kasım 1927'ye değin devam eder. Üçüncü Meclis'in görev süresi ise 1 Kasım 1927'den başlayıp1 Kasım 1931'de biter.          Meclis'in ilk açıldığı gün olan 23 Nisan 1920'den 1 Ocak 1929 tarihine kadar her üç Meclis 'te Cumhuriyet tarihinin en ilginç ve önemli meclisleridir: Birinci Meclis, "Milli Mücadele Meclisi", İkinci ve Üçüncü Meclisler ise "Siyasal ve toplumsal devrim meclisleri "dir.         Genetik kodlarında  Kuvayı Milliye Ruhunu  taşıyan , yok etmek mümkün olmayınca  da adı  “23 Nisan Egemenlik ve Çocuk Bayramı”na...dönüştürülen büyük önderin büyük projesi…Dünün ve bugünün büyükleri, çocuklara nasıl bir dünya, nasıl bir Türkiye bıraktılar ve bırakıyorlar? mutlu Türkiye mi?!...; hazinesiyle güçlü Türkiye mi?..; ekonomisiyle büyük Türkiye mi?!..        Cumhuriyetimizin 100. yılında, büyük önderin  işaret ettiği muasır medeniyet seviyesine ulaşma hedefi doğrultusunda hayallerimiz vardı. Bu hayallerimizi birlikte okuyalım:         •bilim ve teknolojiye hakim,         •teknolojiyi bilinçli kullanan ve yeni teknolojiler üretebilen,         •teknolojik gelişmeleri toplumsal ve ekonomik faydaya dönüştürme yeteneği kazanmış            bir "refah toplumu" oluşturabilmek için yaratılacak hedef değerler:    Dünyanın ilk 10 büyük ekonomisi arasına girmek. Yıllık GSYH’yı 2 trilyon dolara çıkarmak. Kişi başına düşen milli geliri 20 bin doların üzerine çıkarmak. 500 milyar dolarlık ihracat yapmak. İhracatta ileri ve yüksek teknolojili ürünlerin payını yüzde 20’lere çıkarmak. İnşaat malzemeleri ihracatında 100 milyar dolarla dünyada ilk üç arasına girmek. Orta ve yüksek teknolojili ürünlerde Avrasya’nın üretim üssü olmak. 46 milyon turist ağırlamak ve 50 milyar dolar gelir elde etmek. AB’ye tam üyelik kabul edilirse 63 milyon turist ve 86 milyar dolar gelir elde etmek Dünya çapında turizm kentleri oluşturmak. İç turizm pazarından 20 milyon kişinin yararlanmasını sağlamak. Ekonomik sıkıntılardan tamamen uzaklaşmak. Gelir dağılımını daha adil bir hale getirmek. Demokrasi ve hukuk ilkelerini tam işler hale getirmek. Büyüme oranlarını sürdürülebilir olarak ortalama yüzde 7’ler seviyesine yükseltmek. Cari açığı kapatarak cari fazla vermek. İşsizliği çok düşük mertebelere çekmek. Yoksulluk sınırının altındaki nüfusu azaltmak. Çok yüksek insani gelişme kategorisine çıkmak. Avrupa Birliği’ne tam üye olmak. Ortadoğu’da lider ülke olmak. İstanbul’u dünyanın önemli finans şehirlerinden biri yapmak. Orman varlığını, ülke toplam alanının yüzde 30’una çıkarmak Mevcut ormanları geliştirmek, verimliliğini artırmak ve alanlarını genişletmek. Meteoroloji alanında bölgesel merkez olmak. Tüm özel çevre koruma bölgelerinde 2023’e kadar karasal ve denizsel alanlarda biyolojik çeşitlilik tespit çalışmalarını bitirmek. Tüm nesli tehdit ve tehlike altında olan endemik, gösterge türlerin korunmasını sağlamak. Yenilenebilir enerji kaynaklarını en az yüzde 30 seviyesine çıkarmak. Rüzgar enerjisinde 10 bin MW (megavat) kurulu kapasiteye ulaşmak. Jeotermal kaynakların tamamını kullanmak. 5 bin MW küçük hidroelektrik santrali kurulu kapasitesini sağlamak. 60 milyon kapasiteli 1, 30 milyon kapasiteli 2, 15 milyon kapasiteli 3 havalimanı yapmak. Türkiye’yi havacılık üssü yapmak. Olimpiyat, Dünya Futbol Şampiyonası ya da Avrupa Futbol Şampiyonası gibi bir büyük organizasyona ev sahipliği yapmak. EXPO fuarına ev sahipliği yapmak. Bölünmüş yolları 32 bin kilometreye çıkarmak. Kuzey-güney karayolu koridorlarını iyileştirmek. Yerleşim merkezlerine çevre yolu yapmak. Kuzey Marmara Otoyolu, Tekirdağ-Çanakkale- Balıkesir Otoyolu, Ankara-Delice Otoyolu, Ankara, İzmir Otoyolu, Sivrihisar-Bursa Otoyolu, Afyon- Antalya Otoyolu, Ankara-Niğde Otoyolu, Şanlıurfa- Habur Otoyolu, Aydın-Denizli-Antalya Otoyolu, İstanbul-Ankara-Kafkasya ve İran Otoyolu, Şanlıurfa-Diyarbakır Otoyolu’nu yapmak. 24 yeni karayolu yapmak. Karayolu Akademisi kurmak. Tüm liman ve OSB’lerin bölünmüş yollarla bağlantılarını oluşturmak. Rize-Mardin Otoyolu’nu inşa etmek. Türk Otomotiv Kurumu’nu kurmak. Liman ve deniz tesislerini ulusal ulaşım ve trans Avrupa ağlarına entegre etmek. Yeni liman projeleriyle transit ülke olmak. Elleçleme kapasitesini 32 milyon TEU, 500 milyon ton kuru yük, 350 milyon ton sıvı yük ve 15 milyon yolcuya ulaştırmak. Yurtiçi taşımacılıkta denizyolunun payını yüzde 15’e (ton/km), konteynırlaşma oranını yüzde 15’e (TEU) yükseltmek. Gemi inşa sanayisinde 10 milyar dolar inşa geliri ve yeni istihdam alanları oluşturmak. Katma değeri yüksek, ileri teknolojili gemiler inşa etmek. Marmara Denizi’nde kuzey-güney, doğu-batı ulaşımları için modern, fonksiyonel ve intermodal taşımacılığa uygun 2 veya 3 katlı araç yükleme boşaltma imkânları olan Ro-Ro terminalleri inşa etmek. Kısa mesafe deniz taşımacılığına yönelik, Karadeniz ve Akdeniz limanlarına sefer yapan Ro-Ro, Ro-Pax filosu kapasitesini artırarak hatları çeşitlendirmek. Tersanelerin yoğunlaştığı yerlerde organize yan sanayi bölgeleri oluşturmak. 200 adet balıkçı barınağının 55’ini kademeli olarak yat limanına dönüştürmek. Deniz ticaret filosunu modernize edip, dünyanın en büyük 10 limanından en az birini inşa etmek. Denizcilik ekonomisinde Ar-Ge’nin payını, ulusal hedefe paralel yüzde 2 seviyesine çıkarmak. Türkiye’nin kıyılarını dünyanın en temiz kıyıları arasına taşıyacak etkin bir çevre yönetim sistemi kurmak. Birbirine yakın iskeleleri ihtisas limanlarına dönüştürmek. Gemi inşa sanayisinde yüzde 80 yerli katkı payını yakalamak. Kent içi ulaşım sistemlerini AB standartlarına uyumlu hale getirmek. Engelliler ve fiziksel hareket kısıtlılığı olanlar için ulaşımda planlama ve tasarım standardı oluşturmak. Raylı sistemlerde yerli sanayiyi teşvik etmek. Kent içi trafikte enerji dostu, çevreye duyarlı doğalgaz-hibrit araç kullanmak, deniz-iç suyolu ulaşımını toplu taşımayla entegre edip iyileştirmek. Kentlere özgün otopark yönetim sistemi kurmak. 22 Eylül’ü ‘’otomobilsiz’’ gün ilan etmek. 6 bin 792 kilometre yeni yüksek hızlı tren ağı inşa etmek. 4 bin 707 kilometre konvansiyonel yeni hat inşa etmek. Başkentray projesini inşa etmek Egeray projesini tamamlamak, demiryolu araç filosunu yenilemek Demiryolu Araştırma Enstitüsü kurmak. Demiryolu payını yolcuda yüzde 10, yükte yüzde 20 artırmak. Uçak-dolmuş-taksi işletmeleri kurmak. Deniz, göl gibi yerlere yakın turizm yerleşim merkezlerine hitap edecek deniz hava araçlarını kullanmak, bu alanda gelişim sağlamak. Türkiye’nin uluslararası uydu projelerinde yer alması için gerekli çalışmalar yapmak. Hava kargo taşımacılığına uygun havaalanlarını serbest bölge ilan etmek. Yerli imalat olarak en az 2 tip uluslararası bilinirliği olan tek-çift motor pervaneli ve çift motorlu hafif jet uçağı üretmek. 100 geniş gövde, 450 dar gövde ve 200 bölgesel uçak olacak şekilde 750 uçaklık bir yapıya ulaşmak. Kendi uydusunu uzaya yerleştirecek teknolojiye sahip olmak. Yaylaları, turbo-prob uçuşlarına imkan veren havaalanlarıyla entegre etmek. Posta Düzenleme Kurumu kurmak. Bilişimin hacmini 160 milyar dolara çıkarmak. Genişbant internet abone sayısını 30 milyona ulaştırmak. Uluslararası bilişim şirketlerinin Ar- Ge merkezlerinin Türkiye’de kurulmasının sağlanması amacıyla “Bilişim Vadisi OSB projesini gerçekleştirmek. Avrupa’nın çağrı merkezi üssü olmak. Küresel bilişim teknolojileri pazarında söz sahibi en az bir ulusal şirkete, en az bir ulusal markaya, tasarım ve standardıyla bize ait en az bir ulusal ürüne sahip olmak. Türkiye’nin ilk savaş uçağını tamamlamak. Otomotiv sektörünün 5 milyon araç üretmesini ve 125 milyar dolarlık ihracat yapmasını sağlamak. Yaklaşık 10 milyar dolarlık yaş sebze ve meyve ihracatı yapmak. Hazır giyim sektöründe 60 milyar dolarlık ihracat yapmak. İçme, kullanma ve sanayi için 38.5 milyar metreküplük su kapasitesi yaratmak; su sıkıntısını ortadan kaldırmak. Tüm sulanabilir arazilerin sulanmasını sağlamak. İstanbul’da TEM Otoyolu üzerinde Silivri, Selimpaşa, Bahçeşehir, Avcılar, Kavacık, Ataşehir ve Kurtköy’de cep otogarları yapmak. Avrupa yakasında Silivri-Büyükçekmece Gölü aksında ve TEM Otoyolu arasında kalan bölgeyi; Silivri’nin batısında Değirmenköy, Çanta ve Hadımköy ile Kayabaşı ve Ispartakule’yi; Anadolu yakasında ise Maltepe, Orhanlı, Şile ve Ağva’yı gelişmiş alanlar haline getirmek. Enerji köprüsü haline gelmek. Petrol ve doğalgaz aramalarını artırıp enerjide dışa bağımlılığı ortadan kaldırmak. İstanbul Menkul Kıymetler Borsası’nda işlem gören şirket sayısını 1.000’e ulaştırmak, nüfusun yüzde 10’una yakın yatırımcı olmasını sağlamak. Okullaşma oranlarını ilköğretim ve ortaöğretimde yüzde 100, yükseköğretimde ise yüzde 50 seviyesine çıkarmak. Teknoparkların etkinliğini artırmak için bölgelerde sağlanan destek, teşvik ve istisnaları 2023’e kadar uzatmak. Ülke nüfusunun yaklaşık 5’te birinin yaşadığı İstanbul, 2023’te 16 milyonu aşacak. Başkent Ankara’nın nüfusu 5.5 milyona, İzmir’inki 4.5 milyona, Bursa’nınki ise 3.4 milyona ulaşacak.    Bu hayallerimizi ne kadar gerçeğe dünüştürebildik sorusunu siz yanıtlayın. Umudu yitirmeden: Bu hedeflere ulaşmak için, bu vatan için ,bu millet için   bu hedeflere ulaşmak için hep üretin, hep emek sarfedin!...     Bu vatan için, bu bayrak için canını bile esirgemeyen!...      Kadim değerlere bağlı tüm üreten insanlar için!... - Bin atlı akınlarda çocuklar gibi şendik...  - Bin atlı akınlarda çocuklar gibi şendik / Bin atlı o gün dev gibi bir orduyu yendik / Aktolgalı beylerbeyi haykırdı ilerle / Bir yaz günü geçtik Tuna'dan kafilelerle.....,  Öyleyse çalsın mızraklar, bandolar; öyleyse çocuk balolarında sevinç çığlıklarımızla kutlayalım bu başarıları... Büyük Önderin ilk harcını attığı bağımsızlığı, kutsal bir bayrak gibi elden ele taşıdık; bu bayramları, bu törenleri hakettik çünkü; kutlayalım; kutlayalım hep birlikte: - Bugün 23 Nisan, neşe doluyor insan... kutlayalım; çocukların, özgür ve egemen olacak çocuklarımızın bayramlarını kutlayalım!.. Sonsöz: Çocuklar hep gülsün demekle, çocuklar gülmüyor. Buna emek vermek gerekiyor. O emeğin en yoğununu Büyük Önder verdi. Her erişkine yaşanacak ülke emanet edip onu çocuklar için yaşanacak halde tutma ödevi verdi. "Tarihte Atatürk’e düşman olup da Türk’e dost olan çıkmamıştır! Atatürk, Türk Milletinin mavi gözlü bozkurtudur." Vatan , Şehitlerimizin bize emanetidir. Vatan,Oğuzhandır, Vatan Atilla'dır, Vatan  Sultan Alparslan'dır. Vatan, Sultan Mehmet Han'dır. Vatan, Mustafa Kemal Atatürk'tür...Saygıyla. Aklı, bilimi ve ahlaki değerleri rehber edinerek yaşatan Bizi biz yapan, o muhteşem değerlerimizin önünde saygıyla eğiliyor, ve diyorum ki; Allah bize yar olsun, Türk’ün özü var olsun.. Ulusal değerlere, Cumhuriyet ilkelerine sahip çıkılan nice bayramlar olsun.. Bayramınız kutlu olsun !.. Günleriniz hep aydınlık olsun!..  Yüreklerindeki sevgi daim olsun!..  Yüreği "Berkehan ve Bilgehan Deniz" Kadar temiz olan tüm insanların!.. Sağlıcakla kalın!...    OE -22.04.2013 ------------------- Önemli Bir kaç Not: Not::1 Gagavuz Türk‘ü, Hıristiyan’dır. Yunanistan’daki Karaman Türk’ü de, Hıristiyan’dır... Karaim ya da Hazar Türk’ü, Yahudi‘dir… Altaylar, Tengrici’dir... Saha-Yakut Türkleri Şaman‘dır... Uygur Türk‘ünün kimi Budist’tir... Azerbaycan Türk’ü ya da İran’ın Azeri Türk’ü Şii‘dir... Anadolu Türkmen‘i Alevi’dir... Dünyada ilk “Türk Derneği”, Macaristan-Budapeşte’de 1908 yılında açıldı. Üniversitelerde ilk Türkoloji kürsüsü 1870 yılında Budapeşte’de kuruldu... Macar Türklerini bilir misin?... Turan fikrinin nereden doğduğunu sanıyorsun?... Bugün... Gabor Vona‘yı da bileceksin!... Hâlâ Necip Fazıl mı okuyorsun?... Oysa Attila Jozsef‘i okumalısın!... Hadi Yusuf Akçura’yı, Sultan Galiyev’i bildiğini düşüneyim; Turar Rıskulov‘u ya da Ethem Nejat‘ı bilir misin?... Sahiden “sağ” nedir, “sol” nedir hiç kafa yordunuz mu?... Tarihindeki Türk milliyetçi hareketler sömürgeciliğe karşı çıkarken, senin neoliberalizme/ vahşi kapatilizme karşı neden hiç sesin çıkmıyor?... Evet sen kardeşim!... Bak sana bir Türk efsanesini hatırlatayım... Cengiz Aytmatov’u bilirsin. Kırgız Türk’ü... Türk birliğinin yılmaz savunucusu. Dünya edebiyatına armağan ettiğimiz Lenin ödüllü usta bir kalem... 1980 yılında yazdığı bir romanı var: “Gün Olur Asra Bedel”. Okudun mu?... Kişinin, öz köküne yabancılaşmasını anlatır. Bunu Türk “Mankurt Efsanesi”ne dayandırır. Efsaneyi birlikte okuyalım: Juan-Juan adlı barbar bir toplum, tutsak ettiği kişileri işe yarar köleler haline getirmek için belleklerini silerek “mankurt” haline getirirmiş !... Bir insanı “mankurt” yapmak istediklerinde bak ne yaparlar: - Tutsak kişinin saçları iyice kazınır, - Kafasına devenin boyun derisi gerdirilerek geçirilir, - Tutsak başını yerlere vurmasın diye bir kütüğe bağlanır, - Yürek parçalayan çığlıkları duyulmasın diye elleri ayakları bağlı olarak ıssız bir yerde sıcak güneş altında dört beş gün aç susuz bırakılır, - Sıcağın etkisiyle deve derisi büzülür ve bir mengene gibi kafayı sıkıştırır, - Deve derisinin artık kafa derisiyle bütünleşmeye başlamasıyla kazınan saçlar yeniden uzamaya başlar, - Fakat, deri kafaya o kadar yapışır ki, zaten sert olan deve derisi sıcağın etkisiyle iyice sertleşir ve uzayan saçlar deriyi delip uzamasına devam edemez, - Bu nedenle saçlar kafanın dışı yönünde değil, içine doğru uzamaya başlar, - Sıcaktan büzüşen deve derisinin kafatasına yaptığı baskı ve kafanın içinde ters yönde uzayan saçların kafatasını delip, beyne doğru ilerlemesiyle tutsak kişi büyük acılar çeker, - Beşinci günün sonunda tutsakların çoğu ölür, - Sağ kalan tutsak ise zamanla kendine gelir; yiyip içerek gücünü toparlar. - Ama o artık bir insan değildir; ölünceye kadar geçmişini hatırlamayan “mankurt” olmuştur. Artık hafızası yoktur... Kim olduğunu, hangi soydan geldiğini, anasını, babasını ve çocukluğunu bilmez hale gelir. Artık düşünemez... İnsan olduğunun farkında değildir. Ağzı vardır, dili yoktur. Kaçmayı dahi düşünmeyen, hiçbir tehlike arz etmeyen bir köledir sadece. Bilinci, benliği olmadığı için, sadece efendisine boyun eğen bir köle... Evet... Mankurt, için önemli olan tek şey efendisinin emirlerini yerine getirmektir... Akıl yoksunluğunu ifade eden “mankurtlaşma” artık bir kavram olarak kullanılmaktadır... Anadolu’da “mankafa” derler !... Kimbilir... Belki de Cengiz Aytmatov “Bozkurtları” uyarmak istemektedir... Anlayana... Bilmeyenler için : Türk tarihinde ‘Bozkurt’ bir semboldür, idoldür. Öyle sadece bir partinin, grubun sembolü değildir. Biz çöl takımından değiliz, steplerden gelen bir milletiz. O yüzden kurt bizim için mühim ve manalı bir semboldür. Ecnebiler de Atatürk’e ‘Mavi gözlü Bozkurt’ diye hitap ederlerdi . Bu minvalde bir kelam daha ekleyeyim : "Tarihte Atatürk'e düşman olup da Türk'e dost olan çıkmamıştır! Atatürk, Türk Milletinin mavi gözlü bozkurtudur."