Tüm Bilgi Paylaşımlarım

Türk Dünyasının Yeni Gün (Erken-kün) - Ergenekon Bayramı (Toyu) Kutlu Olsun.

  TÜRK DÜNYASININ YENİ GÜN (Erken-Kün) - ERGENEKON BAYRAMI (TOYU) KUTLU OLSUN (*) TÜRK KÜLTÜRÜNDE YENİGÜN - BAHAR TOYU (NEVRUZ) İlk Söz:Bugün baharın müjdecisi, bolluğun ve bereketin bayramı Nevruz… Türk'ün Ergenekon'dan çıkış bayramı Nevruz. Türk'ün Bayramı Nevruz Kutlu Olsun!... Birçok toplumda çeşitli isimler altında şenliklerle kutlanan dünyanın en eski bayramı olan Nevruz, Türk Dünyasında "Türklerin Ergenekon'dan çıkışı" ve "Türk takviminde temsil edilen 12 burçla yeni yılın başlangıcı" olarak kutlanıyor. hayvanlar tarafından" 5000 yıldan beri.     Kimileri bu günü Tanrı'nın dünyayı yarattığı gün, kimileri ise Tufan'dan sonra Hz. Nuh'un Dünya'ya ayak bastığı gün olarak kabul ederken bazıları bu günü insanın ilk yaratıldığı gün, bazıları ise baharın habercisi olarak kabul eder.     Herkesin kaderinin belirlendiği, tüm hastalıkların, kötülüklerin, talihsizliklerin, sıkıntıların ortadan kalktığı gün olduğuna inanılan Nevruz için tüm evler temizlenir. Nevruz münasebetiyle çeşitli oyunlar oynanır, özel yemekler pişirilir. Yemeğin ardından vatandaşlar yeni yıl dileklerini tutar. Daha sonra sevdiklerinin kabirlerini ziyaret eder. Birbirlerine kırgın olanlar barışır.. İnsanlar yoksullara, kimsesizlere, yaşlılara yardım eli uzatır. Hayallerinin gerçekleşmesini dileyen gençler Nevruz ateşinin üzerinden atlar.      Nevruz, Türk Dünyasındaki yaygın inanışa uygun olarak Göktürklerin Ergenekon'dan ayrılıp bağımsızlıklarını elde ettikleri gün olarak kabul edilir. Ebulgazi Bahadır Han'ın "Secere-i Türk" (Türklerin Soykütüğü) adlı ünlü eserinde yer alan Ergenekon Destanı'nda, 400 yıl boyunca etrafı yüksek dağlarla çevrili bir vadide yaşamak zorunda kalan Türklerin bahar gelince vadiyi terk ettikleri anlatılır. Türklerin Anavatanlarına döndükleri ve bağımsızlıklarını kazandıkları gündür Nevruz.. Bu nedenle 21 Mart bağımsızlık gününü simgeler. Nevruz kutlamaları sırasında özellikle Orta Asya'da yaşayan Türkler, Nevruz'un önemini yeni nesillere anlatmak için Ergenekon Destanı'nı okurlar.     Bir başka inanışa göre ise 12 hayvanlı Türk Takviminin başlangıcı olan 21 Mart, doğanın tazelenmesini ve baharın başlangıcını simgelemektedir. Bu günlerde açan kardelenlere "Nevruz Çiçeği" adı veriliyor. Nevruz'da doğan bebeklere Nevruz adı verilir Nevruz, Türk Dünyasındaki yaygın inanışa uygun olarak Göktürklerin Ergenekon'dan ayrılıp bağımsızlıklarını En eski Türk geleneklerinden biri olan Yenigün-Bahar Bayramı (Nevruz), baharın gelişiyle doğaya gelen canlanmayı, toprağa ve bitkilere yürüyen yeni yaşam ile bereketi simgeler. Bu yönüyle Ergenekon Destanının içinde yer bulur. Bozgunculardan ve düşmanlardan kaçıp yüzlerce yıl erişilmez dağlar arasındaki ovada gelişen Türklerin, yeniden dünya yüzüne çıkmaları, yeniden yaşam bulmaları aynı anlayışa dayanır. Ergenekon Destanı resmi belgelerde ilk defa Büyük Hun Devleti döneminde geçer. Çin generali Çian Kien M.Ö. 119 yılında İmparatoruna sunduğu raporda, Ergenekon Destanından da bahseder. Buradan biliyoruz ki; Türkler 21 Mart’ta kırlara çıkıp toylar düzenlenerek bahar bayramı kutlanırdı. Nizami Gencevi ise “İskendernâme” adlı eserinde, M.Ö. 350 yıllarından bu yana Türklerin bahar bayramını kutladığını bildirir. Genel Türk kültürü 21 Mart tarihini Ergenekon’dan çıkış günü sayar. Türk tarihi üzerinde önemli kaynakların ortak görüşü, Ergenekon’un on bin yılın üzerinde bir geçmişi olduğu yönündedir. Zaman içeresinde baş gösteren kıtlıklar, sert geçen kışlar, otlak yetersizlikleri, nüfus artışı sebebiyle bulunduğu alana sığamama gibi ekonomik sebepler ve Tanrıdan geldiğine inanılan kut gereğince cihan hâkimiyeti ülküsünü gerçekleştirme gibi nedenlerle, kabından taşarak güney ve özellikle batıya hareketlenen Türk boylarınca gittikleri coğrafyalara da götürüldüğü görülür. Günümüzde, Çin Seddinden Adriyatik kıyılarına kadar geniş coğrafyada, birçok farklı ülkede yaşayan Türk toplulukları tarafından benzer motiflerle kutlanır. Tarihi belgelere göre; Türkler 12 hayvanlı takvimin yılbaşını 21 Mart olarak belirlediler. Selçuklu Sultanı Melikşah ünlü matematikçi Ömer Hayyam’a hazırlattığı ve kendisinin “Celâl-üd Devle” ünvânı sebebiyle “Celâli Takvimi” adı verilen takvimin yılbaşı yine 21 Marttır. İbrahim Hakkı Hazretleri “Maarifetnâme” adlı eserinde yılbaşını günesin koç burcuna girdiği 21 Mart olarak verir. Ömer Hayyam “Nevruznâme”, Selçuklu Veziri Nizâmül-Mülk “Siyasetnâme”, El Biruni “Eski Halklardan Kalan Yadigarlar” ve Kâşgarlı Mahmud “Divân-ı Lügât-it Türk” adlı eserlerinde, Nevruzun Türklerin yılbaşı günü olduğunu, Orta ve Ön Asya ile Uzak Doğu Türk topluluklarında coşku ile kutlandığını bildirirler. Selçuklular’da ve Anadolu Beylikleri’nde yılbaşı olarak Nevruz kabul edilmişti. Osmanlı Devletinde Nevruz halk arasında olduğu kadar saray için de önemliydi. O dönemde Nevruz için yazılan şiirlere “Nevruziye” denir ve Hekimbaşı her 21 Mart’ta çok özel Nevruz Macunu yaparak padişahtan “Nevruz bahşişi” alırdı. Osmanlı ailesinin mensup olduğu Kayı Boyunun Karakeçililer kolu, 21 Mart tarihinde Ertuğrul Gazi’nin türbesi etrafında toplanıp birlikte bayram yaparlardı. Padişah şenliklere katılarak halkın bayramını kutlar, bu sebeple de o güne “Nevruz-i Sultanî” adı verilirdi. Veziriâzam ve devlet erkanı tarafından padişahlara donanmış atlar ve pahalı kumaşlar hediye edilir, adına da “Hediyye-i Nevruziye” denilirdi. II. Abdülhamid Han zamanında Ertuğrul Gazi’yi anma törenleri Nevruzda yapılırdı. XVI. Yüzyılda başlayan Manisa Mesir bayramı da aynı geleneğin devamıdır. Nevruz, Anadolu’nun bazı bölgelerinde “Yörük Bayramı, Hıdırellez, Bettem” gibi farklı adlarla kutlanır. Nevruz’u, Memlükler (Kölemenler) mâli yıl başlangıcı ve baharın ilk günü olarak kutlardı. Yine bir Türk devleti olan Safevîlerde de kutlandığı, III. Ahmed döneminde Osmanlı elçisi olarak Safevilere giden Dürrî Efendi’nin “Sefârenâme”sinde kayıtlıdır. Nevruz, Çin kaynaklarından Kutadgu Bilig’e, Kâşgarlı Mahmud’dan Bîrûnî’ye, Nizâmül Mülk’den Melikşah’ın takvimine, Karakoyunlu ve Akkoyunlu Devletlerinin kanunlarına kadar yer bulur. Sivas hükümdarı Kadı Burhaneddin Ahmed, Safevi Devletinin kurucusu Şah İsmail, Osmanlı Sultanı I. Ahmed, IV. Murad ve II.Abdulhamid Han, Kazasker Bâki Efendi, Şeyhülislam Yahya Efendi ve Türkiye Cumhuriyetinin kurucusu Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün bahar bayramının kutlanmasına büyük önem verdiklerini biliyoruz. Ayrıca Türk Edebiyatında, Kuloğlu, Kaygusuz Abdal, Hüsnü Baba, Nizami, Fuzulî, Pir Sultan Abdal, Tusi, Nev’î Efendi, Nef'î, Nedim, Hüseyin Suad, Mehmet Akif, Namık Kemal, Şehriyar ve Mahdumkulu gibi bir çok şairimize ilham kaynağı oldu ve gelişine “Nevruziye” veya “Bahariye” denilen şiirler yazıldı. Bir bayram olarak düşünülen Nevruzda, toplumun içindeki küsler barıştırılır, dargınlıkların karların üzerine güneş doğması gibi eriyip gitmesi beklenir. Kimi bölgelerde yedi çeşit Nevruz yemeği yapılarak komşularla paylaşılır. Yaşlılara saygı, balalara sevgi gösterilir. Nevruz bu yönüyle çok önemli bir sosyal görevi yerine getirir. Toplumda birliği, dirliği ve huzuru sağlar. Genel olarak Nevruzda; “semeni” denilen ve kışın bahara duyulan özlemi simgeleyen bir gelenek olarak tabak içinde buğday yetiştirilir. Yemekler ve özellikle tatlılar hazırlanılarak kırlarda toylar düzenlenir. Gençler ve çocukların çok sevdiği “köse” isimli tiyatro benzeri gösteriler yapılır. Yumurtalar, kök boyaları, soğan kabuğu, ağaç ve kaya yosunlarıyla birlikte kaynatılarak rengarenk boyanıp çocuklara verilir. Çocuklar bunları kendi aralarında tokuştururlar. Kapı dinleme, dilek tutma, bacadan şal salma gibi birçok gelenek yaşatılır. Bütün Türk topluluklarında görülen “sin sin” oyunu ise Nevruz’un en önemli gösterisidir. Meydanda bir ateş yakılarak bütün halk orada toplanır. Erkeklerden birinin ateşin etrafında, kartal figürleriyle dolaşmasıyla başlayan oyunda, bir başka erkeğin çıkıp kendisini kovalaması ve orta ateşinin üzerinden atlanması şeklinde devam eder. Nevruz günümüzde; Türkiye, Çin hâkimiyetinde bulunan Doğu Türkistan, Kazakistan, Özbekistan, Türkmenistan, Kırgızistan, Kuzey Azerbaycan, Güney Azerbaycan, Batı Trakya, Bulgaristan, Macaristan, Moldova (Gagauz), Yakutistan, Tataristan, Tacikistan, Kırım, Ahıska, Çuvaşistan, Başkırdistan, Musul, Kerkük, Erbil, Kıbrıs, Hakasya, Dağıstan, Yakutistan, Saka Türkleri ve Kafkas Cumhuriyetlerinde, Pakistan ve Hindistan’da benzer geleneklerle kutlanır. Türk Dünyası, yeni yılı toprağın uyandığı gün ile özdeşleştirmiştir. Türk yaradılış efsanelerinde bu coşku söyle ifade bulur: “Gök Tanrı’nın ilk defa gürlediği, yağız yer, altmış türlü çiçeklerle süslendiği, altmış türlü hayvan sürülerinin ilk defa kişnediği zaman sen (Türk’ün Atası) yaratıldın” Son Söz: Nevruz, Türk dünyasının zamanla, takvimle ve doğayla bağlı gelenekler birliğidir.  Tanrı Türk'ü Korusun ve Yüceltsin Ne mutlu Türküm Diyene!... ------------------------------- i-Sözlü kültürden yazılı kültüre intikal etmiş olan metinlerden biri olduğu kabul gören Ergenekon Efsanesi, Ergenekon denilen mekâna gelişin ve bu mekândan çıkışın anlatıldığı bir efsane metnir. Metinde geçen tekrarlamanın ve canlandırmanın gerçekleştiği yerle zaman arasındaki ilişki ve bellek açısından sonraki zamanlarda tekrarı bu çalışmaya konu edilmiş. Dursun Yıldırım’ın (1997), Ergenekon Efsanesi üzerine farklı düşünme önerileri getirdiği “[Ergen Kon] = [Erkin Kün] mü?” başlıklı incelemesinde  efsanenin kültürel bellek çerçevesinde işlevleri tartışılmış. Ritüelin tekrarlanması yoluyla canlandırılması ve aidiyet duygusu bakımından toplulukta yarattığı etki üzerinde tespitlerde bulunulmuş ii-- AŞA, Hatice Emel, (2000), “Nevruz”, Yeni Avrasya Dergisi, Mart-Nisan iii- GENCEVİ, Nizami, (1982), İskendername, (Çeviren: Abdullah Saik), Bakı. iv-- KAFKASYALI, Ali, (2000), “Türk Kültüründe Nevruz”, Bizim Dernek Dergisi, Sayı:1, S. 27-29, Bakı. v- KAFESOGLU, İbrahim, (1997), Türk Milli Kültürü, S.11-29, İstanbul. vi- NIZAMÜL-MÜLK, (1989), Siyasetname, S.3-32-114, Bakı: Elm Neşriyatı. vii- SAMI, Şemseddin, (Trz:1743-1475), Kâmus-i Türkî, İstanbul. viii- UZUNÇARŞILI, İ. H., (1945), Osmanlı Devleti’nin Saray Teşkilatı, S.503-507, Ankara. ix- ÜNVER, Süheyl, (1976), Türkiye’de Nevruz ve Nevruziye, Vakıflar Dergisi, Cilt: XI, S.225-227, Ankara. x- BARKAN, Ömer L., (1943), XV ve XVI. Asırlarda Osmanlı İmparatorluğu’nda Ziraî Ekonominin Hukukî ve Mâlî Esasları, Kanunlar, Cilt: I, S.200, İstanbul. xi- HALAÇOGLU, Yusuf, (1996), Osmanlılarda Nevruz Kutlamaları, Nevruz ve Renkler, Türk Dünyasında Nevruz, İkinci Bilgi Şöleni, Bildiriler, 19-21 Mart, S.184-187, Ankara. xii- BAYKARA, Tuncer, (1997), Türk Kültür Araştırmaları, İzmir: Akademi Kitapevi. xiii- MUSTAFAYEV, Beşir, (2013), Adriyatik’ten Çin Seddine Uzanan Nevruz Geleneği, Avrasya Uluslararası Araştırmalar Dergisi, Cilt:2 , Sayı:3, Ankara  

Özgürlüğe Giden Yol…

Ekonomist Joseph E. Stiglitz, Özgürlüğe Giden Yol’da özgürlük , adalet ve çağdaş toplumda kolektif eylemin rolü hakkında kritik soruları araştırıyor. Ekonomik özgürlük ve mülkiyet hakları hakkındaki yaygın görüşlere meydan okuyarak, gerçek özgürlüğün yalnızca kısıtlamaların yokluğundan değil, aynı zamanda bireylere sunulan fırsatların genişlemesinden kaynaklandığını savunuyor. Stiglitz, derinden birbirine bağlı dünyamızda, bireysel çıkarların sınırsızca takip edilmesinin kolektif özgürlükleri azaltabileceğini savunuyor. Kişisel özgürlüğü toplumsal sorumlulukla dengeleyen, işbirliğini, etik davranışı ve insanlara ses veren güçlü demokratik kurumları vurgulayan ilerici bir kapitalist modeli savunuyor. Gönüllü anlaşmalar, işbirliğini teşvik ederek özgürlüğü artırabilir, ancak aynı zamanda bir tarafın diğerinden haksız yere faydalanmasına da yol açabilir. Etkili bir şekilde işleyen bir toplum, herkesin yararına olan işbirlikçi etkileşimler ve işlemler için çok önemli olan mülkiyet haklarının kurulması gibi karşılıklı anlaşmalar üzerine kuruludur. Bireylerin eylemlerini, dahil olan herkes için fırsatları ve refahı artıracak şekilde koordine etmelerine olanak tanır. Stiglitz, karşılıklı anlaşmayla bir sözleşmeye girmenin tek başına, sözleşmenin eşitliğini veya toplum üzerindeki olumlu etkisini kendiliğinden garantilemediğini vurgular. Karşılıklı rızayla yapılmış gibi görünen sözleşmelerin bile, dahil olan varlıklar arasında önemli bir güç dengesizliği olduğunda zorlama araçlarına dönüşebileceği konusunda uyarıyor. Stiglitz, tüketicilerin haklarını kısıtlayan bağlayıcı tahkim zorunluluğu maddeleri içerenler ve fahiş fiyatlandırmaya olanak tanıyan ve şirketlerin ekolojik görevlerinden kaçmasına izin veren anlaşmalar da dahil olmak üzere birkaç eşitsiz paktın altını çiziyor. Yazar, hükümetin izin verilen anlaşmalar için sınırlar belirlemede ve savunmasız grupları sömürüden korumada oynadığı kritik rolü vurguluyor. Bağlam Psikolojik açıdan bakıldığında, gönüllü anlaşmalar, insanların kişisel değerleri ve hedefleriyle uyumlu seçimler yapmalarına olanak tanıdığı için bireysel özerkliği ve güçlenmeyi artırabilir. Hukuki ve teknik terimler, sözleşmelerin anlaşılmasını zorlaştırabilir ve daha bilgili tarafların, daha az bilgili taraf için zararlı maddeler eklemesine olanak tanıyabilir. Güvenli mülkiyet hakları, kaynaklar üzerindeki çatışmaları azaltarak toplumsal istikrara katkıda bulunabilir. Bireyler ve gruplar açık ve tanınmış taleplere sahip olduğunda, anlaşmazlıklar en aza indirilir ve barışçıl bir arada yaşama teşvik edilir. Küreselleşen dünyada, karşılıklı anlaşmalar sıklıkla ulusal sınırları aşmakta, uluslararası işbirliğini gerektirmekte ve bazen karmaşık yasal ve düzenleyici zorluklara yol açmaktadır. Blockchain gibi teknolojideki gelişmeler, anlaşmaların yapılıp uygulanma biçimini dönüştürüyor, potansiyel olarak şeffaflığı artırıyor ve istismar riskini azaltıyor. Bazı pazarlarda, belirli bir hizmet veya ürüne yönelik çok az alternatif olabilir veya hiç olmayabilir; bu da bireyleri, daha fazla seçenek mevcut olsaydı reddedecekleri şartları kabul etmeye zorlayabilir. İşçi sendikaları ve tüketici hakları savunucusu gruplar, bireyler adına daha iyi koşullar müzakere ederek güç dinamiklerini dengelemek için çalışırlar ve zorlamayı azaltmada toplu pazarlığın önemini vurgularlar. Şirketler bir pazara hakim olduklarında, tüketicileri sömüren fiyat belirleme davranışlarına girebilirler. Bu, genellikle yeni rakiplerin yerleşik firmalara meydan okumakta zorlandığı, giriş engellerinin yüksek olduğu endüstrilerde görülür. Şirketler genellikle uyumdan kaçınmak için çevre yasalarındaki boşlukları kullanırlar. Bu boşluklar belirsiz mevzuat veya uygulama eksikliğinin sonucu olabilir ve şirketlerin ekolojik sorumluluklarını atlatmalarına olanak tanır. Mahkemeler, hukuka aykırı veya kamu düzenine aykırı olduğu düşünülen sözleşmeleri inceleyip geçersiz kılabilir, haksız anlaşmalar konusunda yasal bir denetim sağlayabilir. Mahkemeler ve hukuk sistemleri, istismara uğramış bireylere ve gruplara adalet ve tazminat arama imkânı sunarak, onlara başvuru yolu sağlar. Toplumsal sözleşme kavramı bireysel özgürlükleri kolektif yükümlülüklerle ustaca birleştirir. Joseph E. Stiglitz, toplumsal sözleşmelerin kişisel özgürlükleri kolektif sorumluluklarla dengeleyen normları ve sistemleri nasıl şekillendirdiğini inceler. Toplumsal sözleşmenin, vatandaşlar ile hükümetleri arasındaki ilişkiyi tanımlayan, adil ve iyi işleyen bir toplum için gerekli olan yükümlülükleri ve kısıtlamaları özetleyen temel ilkeler kümesi olarak görülebileceğini öne sürer. Rawls tarafından geliştirilen adalet kavramı, toplumsal mutabakatların temellerinin atılması için yapılandırılmış bir yaklaşım sunmaktadır. Stiglitz, John Rawls’un adil adalet ilkesini vurgulayan çalışmasıyla bağlantılı felsefi fikirlerden yararlanarak, toplumsal eşitlik ilkelerine dayalı bir toplumsal sözleşmenin özelliklerini ana hatlarıyla belirtir. John Rawls’un felsefesi, toplumdaki konumumuzu bilmesek bile kabul edeceğimiz ilkeleri ve kuralları, sanki toplumsal konumumuzu bir perde örtmüş gibi, göz önünde bulundurmamızı teşvik eder. Bu düşünce deneyi, bizi anlık kişisel çıkarlarımızın ötesinde düşünmeye ve herkes için adil ve eşitlikçi bir topluma neyin katkıda bulunacağını düşünmeye zorlar. Joseph E. Stiglitz, Rawls’un etkilediği felsefi bakış açısının yalnızca ilerici vergilendirmeyi ve sosyal güvenlik ağlarını etik olarak haklı çıkarmakla kalmayıp aynı zamanda çevre koruma, tekel karşıtı mevzuat ve işçi haklarının savunulması da dahil olmak üzere tüm toplumsal altyapıları ve politikaları değerlendirmek için bütünsel bir çerçeve sunduğunu ileri sürer. Pratik İpuçları Bir kararın adil veya adaletsiz olduğunu hissettiğiniz durumları kaydettiğiniz ve adalet ilkelerinin sonucu nasıl değiştirebileceğini düşündüğünüz bir adalet günlüğü başlatın. Bu, ekibinizde iş görevlerinin nasıl dağıtıldığını not etmek ve süreci daha adil hale getirmenin yolları hakkında beyin fırtınası yapmak kadar basit olabilir. Evinizde kurallar koyarken “cehalet perdesi” zihniyetini benimseyerek daha adil karar vermeyi teşvik edebilirsiniz. Ailedeki rolünüzü (ebeveyn, çocuk, eş) bilmediğinizi ve konumunuzdan bağımsız olarak adil olacak kurallar önerdiğinizi düşünün. Bu, kimin hangi görevi yapacağını bilmeden adil görünen bir iş programı oluşturmak, iş yükünün herkes için dengeli ve adil olmasını sağlamak anlamına gelebilir. Başkalarını etkileyen kararlar alırken “kör seçim” yöntemini kullanarak tarafsız karar vermeyi teşvik edebilirsiniz. Seçenekleri veya adayları ayrı kağıtlara yazın ve sosyal statülerini ortaya çıkarabilecek tanımlayıcı ayrıntıları kaldırın. Ardından, kararınızı yalnızca sunulan değerlere veya argümanlara dayanarak verin. Örneğin, bir işe alım komitesindeyseniz, işe ilişkin becerilere ve deneyimlere odaklanmak için isimler veya üniversiteler olmadan özgeçmişleri inceleyin. Yerel çatışmalarda arabulucu olarak gönüllü olarak çalışarak toplumsal adaleti teşvik edebilirsiniz. Topluluğunuzdaki anlaşmazlıkları çözmeye yardımcı olmak için tarafsız bir rol üstlenerek, adaleti aktif olarak teşvik ediyor ve farklı bakış açılarını anlıyorsunuz. Örneğin, komşularınıza mülkiyet anlaşmazlıklarını veya gürültü şikayetlerini çözmede yardımcı olduğunuz bir mahalle arabuluculuk merkezinde gönüllü olarak çalışabilir, tüm tarafların duyulduğunu hissetmelerini ve çözümlerin adil olmasını sağlayabilirsiniz. Toplumsal yapıları tarafsız bir bakış açısıyla değerlendirmek için yansıtıcı günlük tutma alışkanlığı geliştirin. Her hafta, güncel bir olay veya politika seçin ve hayatı sizinkinden önemli ölçüde farklı olan birinin bakış açısından yazın. Bu egzersiz, sizi kişisel deneyiminizin dışındaki bakış açılarını düşünmeye zorlayarak adalet ve eşitlik anlayışınızı genişletebilir. Seçimlerden önce adayların işçi hakları ve tekel karşıtı düzenlemeler konusundaki duruşlarını araştırarak bilinçli oylama yapın. Kararlarınızı, hangi adayların işçi haklarını korumak ve pazarda adil rekabeti teşvik etmek için uygulanabilir planlara sahip olduğuna göre verin. Toplum ve ekonomi evrimleştikçe, vatandaşlar ile devlet arasındaki temel anlaşmanın da buna paralel olarak ayarlanması büyük önem taşımaktadır. Stiglitz, toplumsal sözleşmeyi değişmez bir eser olarak korumaktan ziyade, devam eden evriminin önemini vurgular. Ekonomideki ve toplumdaki değişikliklere yanıt olarak, toplumsal sözleşmemizin temelini oluşturan temel ilkelerin de uyum sağlaması esastır. Yazar, özellikle hızlı teknolojik ilerleme, artan küresel ekonomik bağımlılık ve zenginler ile yoksullar arasındaki artan eşitsizlik göz önünde bulundurulduğunda, toplumsal sözleşmenin adalet ve hakkaniyeti teşvik etmeye devam etmesini sağlamak için sürekli olarak yeniden değerlendirilmesinin ve ayarlanmasının önemini vurgular. Bağlam Toplumlar daha çeşitli hale geldikçe ve değerler evrildikçe, toplumsal sözleşmenin yeni toplumsal normları yansıtacak ve tüm gruplar için kapsayıcılığı ve temsili sağlayacak şekilde uyarlanması gerekir. Küreselleşme, ülkeler arasındaki ekonomik bağımlılığı artırarak yerel ekonomileri ve işgücü piyasalarını etkilemiş, bu durum sosyal beklenti ve sorumluluklarda değişimlere yol açmıştır. Bazı ülkelerde nüfusun yaşlanması, bazılarında ise genç nüfusun artması gibi nüfus dinamiklerindeki değişimler, farklı yaş gruplarının ihtiyaçlarını karşılamak amacıyla sosyal hizmetlerde, emeklilik sistemlerinde ve işgücü planlamasında düzenlemeler yapılmasını gerektirmektedir. İklim değişikliği ve kaynak tükenmesi, gelecek nesilleri korumak için sürdürülebilir uygulamaları ve adil kaynak dağıtımını da içerecek şekilde toplumsal sözleşmenin yeniden değerlendirilmesini gerektiriyor. Toplumsal etkiler kişisel inançları, eğilimleri ve eylemleri önemli ölçüde şekillendirdiği gibi, siyaset ve ekonominin çerçevesini oluşturmada da önemli rol oynar. Toplumsal ve ekonomik çevre bireylerin eylemlerini, inançlarını ve tercihlerini önemli ölçüde şekillendirir. Stiglitz, bireylerin seçimlerinin değişmez ve sabit olduğu yönündeki geleneksel ekonomik varsayımı sorgular. Toplum ve ekonomi arasındaki etkileşimin, doğuştan gelen değil kişisel deneyimlerden gelişen bireysel tercihlerin ve inançların oluşumunu önemli ölçüde etkilediğini savunur ve psikolojik, bilişsel, sosyal ve duygusal etkilerin bireyler ve kuruluşlar tarafından yapılan ekonomik seçimleri nasıl etkilediğini inceleyen çağdaş disiplinin fikirlerini yansıtır. Metodolojisi, ekonomik ve yönetişim sistemlerine ilişkin anlayışımızı ve gelişimimizi önemli ölçüde değiştirir. Bireylerin gelişimi büyük ölçüde eğitim yaşantılarından, çeşitli medya kaynaklarından tükettikleri bilgilerden ve kişilerarası bağlantılarının etkisinden etkilenmektedir. Stiglitz, eğitim, sosyal etkiler ve medya gibi çeşitli faktörleri araştırır; bunların hepsi bireysel inançları ve kararları şekillendirmede çok önemlidir. Eğitimin yalnızca bilgi ve beceri kazandırmakla kalmayıp aynı zamanda bireylerin çevrelerini nasıl algıladıklarını etkileyen değerleri ve standartları da aşıladığını savunur. Grup dinamikleri, grup içinde yerleşik normlara ve beklentilere bağlılığı güçlendirmede önemli bir rol oynar. Sosyal medyanın hakim olduğu bu çağda, medya toplumsal bölünmeleri derinleştirebilecek ve anlaşmazlığı besleyebilecek anlatıları ve bakış açılarını şekillendirmede önemli bir güce sahiptir. Pratik İpuçları Çeşitli bir okuma listesi oluşturarak yeni bakış açıları öğrenmek için kişisel bir “müfredat” oluşturun. Kendi geçmişinizden ve ideolojilerinizden farklı yazarların kitaplarını ve makalelerini seçin. Okurken, bu yeni bakış açılarının inançlarınızı nasıl zorladığı veya güçlendirdiği hakkında notlar alın; bu da daha bilinçli kararlara yol açabilir. Birbirinize yeni bir şeyler öğretmek için arkadaşlarınız veya aile üyelerinizle bir “Beceri Takası” oluşturun. Bu, bir yemek pişirme dersi, bütçeleme üzerine bir eğitim veya stres yönetimi hakkında ipuçları paylaşmak kadar basit olabilir. Önemli olan, her becerinin taşıdığı değeri ve standartları ve etkileşimlerinizi ve öz algınızı nasıl etkilediğini fark etmektir. Sosyal medyada önemli bir iddiayla karşılaştığınızda çeşitli saygın gerçek kontrol web sitelerini kullanarak bilgileri gerçek kontrol etme alışkanlığı geliştirin. Bu uygulama yalnızca eleştirel düşünme becerilerinizi geliştirmekle kalmayacak, aynı zamanda yanlış bilginin yayılmasını da önleyecektir. Bu yaklaşım kolektif işbirliğini artırabilir ancak aynı zamanda toplumun dokusuna zarar verecek eylemlere yol açma riski de taşıyor. Stiglitz, toplumsal etkinin seçimlerimiz ve inançlarımız üzerindeki etkisinin, hayır kurumlarına bağış yapmayı ve toplumsal normlara uymayı teşvik etmek gibi işbirlikçi ve özverili eylemleri teşvik edebileceğini, ancak aynı zamanda egemenlik amaçları için de manipüle edilebileceğini ileri sürüyor. Şirketlerin, müşterileri rasyonel olmayabilecek ürünleri satın almaya ikna etmek için karmaşık pazarlama taktiklerini nasıl kullandıklarını, genellikle güvensizliklerinden ve şüphelerinden nasıl yararlandıklarını vurguluyor. Yazar ayrıca, belirli medya kuruluşlarının önceden var olan önyargıların güçlenmesine ve gerçeğe ilişkin kolektif anlayışımızın aşınmasına nasıl katkıda bulunduğunu ve bunun da toplumsal uçurumları nasıl derinleştirdiğini vurguluyor. Bağlam Sivil haklar veya çevre kampanyaları gibi tarihi olaylar ve hareketler, toplumsal değerler üzerinde kalıcı bir etki yaratabilir, toplumsal sorunların ele alınmasında kolektif eylemi ve özveriyi teşvik edebilir. Egemen gruplar kendi değerlerini ve normlarını topluma dayatabilir, alternatif bakış açılarını dışlayabilir ve kendi güçlerini koruyabilirler. Şirketler, sosyal medya fenomenlerinden yararlanarak güvenilir kişiler aracılığıyla ürünlerini gizlice tanıtabilir, böylece gerçek tavsiyeler ile ücretli onaylar arasındaki çizgiyi bulanıklaştırabilirler. Güçlü marka kimlikleri, güven veya sadakat duygusu yaratarak tüketicilerin, kalitede önemli bir fark olmasa bile, markalı ürünleri genel ürünlere tercih etmesini sağlayabilir. Kişiselleştirilmiş içerik akışlarıyla oluşturulan filtre balonları, kullanıcıların farklı bakış açılarına maruz kalmasını sınırlayarak, kullanıcıların mevcut bakış açılarını güçlendirir. Medya kuruluşları, reklam gelirlerini artırmak için sansasyonel haberlere veya daha fazla izleyici veya tıklama çeken haberlere öncelik verebilir; ancak bu bazen kapsamlı ve dengeli habercilikten ödün verme pahasına olabilir. Yanlış veya yanıltıcı bilginin, ister kasıtlı (dezenformasyon) ister kasıtsız (yanlış bilgilendirme) olarak yayılması, kamu algısını karıştırabilir ve gerçeklik hakkında çelişkili anlatılar yaratabilir. Ekonomik sistemin yapısı, insanları, sistemin devamlılığını tehlikeye atabilecek şekilde şekillendirmektedir. Bu bölüm, Stiglitz’in, özellikle kişisel kazanç için agresif bir şekilde çabalama ve yüksek rekabet düzeyleriyle karakterize edilen belirli ekonomik çerçevelerin, sistemin uzun vadeli sürdürülebilirliğini tehlikeye atabilecek şekilde insan davranışını şekillendirme potansiyeline ilişkin daha geniş endişesini araştırıyor. Bu güçlerin, piyasaların etkili bir şekilde işlemesi için hayati önem taşıyan temel iş birliğini ve güveni aşındırabileceğini ve bunun da potansiyel olarak ekonomik istikrarsızlık, toplumsal huzursuzluk ve çevresel hasara yol açabileceğini savunuyor. Zenginlik arayışı ve aldatmanın yaygınlaşması, Neoliberal Kapitalizmin ilkelerine yerleşmiş ideolojiler tarafından teşvik edilmektedir. Stiglitz, kişisel kârı yücelten ve “açgözlülüğü” avantajlı olarak yücelten kapitalist bir sistemin toplum içinde güvenin azalmasına, toplumsal bağların zayıflamasına ve etik davranışlarda düşüşe yol açtığını ileri sürmektedir. Sürekli olarak bencil davranışları teşvik etmenin benmerkezciliğe doğru bir eğilim yarattığını, empati yeteneğimizi azalttığını ve dürüst olmayan veya kurnazca davranış olasılığını artırdığını, bunun da toplumsal güvenin azalmasına ve ekonomik üretkenliğin olumsuz etkilenmesine yol açabileceğini savunmaktadır. Yazar, yeterli düzenleme olmadan, kısa vadeli kazançlara odaklanan finansal piyasaların sıklıkla pervasız davranışlar ve çok sayıda ekonomik gerilemenin de kanıtladığı gibi etik standartların eksikliğini sergilediğini vurgulamaktadır. Şirketler hissedar zenginliğini en üst düzeye çıkarmayı önceliklendirdiklerinde, toplum ve çevreye karşı sorumluluklarını ihmal ettiklerini ve bunun da toplum refahı ve uzun vadeli sürdürülebilirlik üzerinde olumsuz etkilere yol açtığını vurgulamaktadır. Pratik İpuçları Yerel kahve dükkanınızda bir ‘pay it forward’ girişimi başlatarak güveni teşvik edebilirsiniz. Dükkanı, müşterilerinin bunu karşılayamayacak kişiler için önceden kahve satın almalarına izin vermeye teşvik edin, böylece topluluk içinde bir iyi niyet ve güven zinciri yaratın. Bu nezaket eylemi, toplumsal bağları güçlendirmeye yardımcı olabilir ve tüm eylemlerin kişisel çıkarla yönlendirilmesi gerekmediğini gösterebilir. Bakış açınızı genişletmek için her ay farklı amaçlar için gönüllü olma alışkanlığı geliştirin. Çeşitli gruplarla etkileşime girerek ve ortak bir hedef doğrultusunda çalışarak, doğal olarak bir empati ve topluluk duygusu geliştireceksiniz ve bu da bencil davranış eğilimlerine karşı koyabilir. Şirketlerle doğrudan iletişim kurarak kurumsal sorumluluk beklentilerinizi dile getirin. Desteklediğiniz işletmelere kârın yanı sıra toplumsal ve çevresel sorumluluklara öncelik vermeleri isteğinizi ifade eden e-postalar veya mektuplar yazın. Bir tüketici olarak bu alanlardaki çabalarına değer verdiğinizi ve bunun satın alma kararlarınızı etkilediğini vurgulayın. Bu doğrudan geri bildirim, şirketleri daha sorumlu uygulamalar benimsemeye teşvik edebilir. Tüm toplum için avantajlı değerleri ve eylemleri teşvik eden ekonomik sistemler geliştirmeliyiz. Joseph E. Stiglitz, doğası gereği işbirlikçi davranışı, karşılıklı saygıyı ve etik davranışı teşvik eden ekonomik sistemlerin yaratılmasını savunur; bu, neoliberal kapitalizmle sıklıkla ilişkilendirilen çarpık teşviklerden uzaklaşmayı temsil eder. Stiglitz, ekonomik manzarayı dönüştürmenin, sürdürülebilirliği, eşitliği ve adaleti önceliklendiren, bireylerin paylaşılan zenginliği teşvik eden ve gezegenimizin sağlığına ve insanlar arasındaki karşılıklı saygıya derinden saygı duyan bir ortamda gelişmesine olanak tanıyan bir toplum yetiştirmek için elzem olduğunu savunur. Pratik İpuçları Atıkları azaltabileceğiniz ve verimliliği artırabileceğiniz alanları belirlemek için evinizde mini bir sürdürülebilirlik denetimi başlatın. Bu, LED ampullere geçmeyi, su tasarrufu için akan muslukları tamir etmeyi veya yiyecek atıklarını azaltmak için bir kompost kutusu kurmayı içerebilir. Günlük alışkanlıklardaki küçük değişiklikler, sürdürülebilirlik üzerinde toplu olarak önemli bir etkiye sahip olabilir. Topluluk paylaşımlı tarıma (CSA) veya yerel gıda kooperatiflerine yatırım yapmayı düşünün. Bunu yaparak, sürdürülebilir çiftçilik yöntemlerini kullanma ve adil ücret ödeme olasılığı yüksek olan çiftçilere doğrudan fon sağlıyorsunuz. Bu, yalnızca topluluğunuz içinde servetin dağıtılmasına yardımcı olmakla kalmaz, aynı zamanda uzun mesafeli gıda taşımacılığıyla ilişkili karbon ayak izini de azaltır. Kitap, neoliberal kapitalizmin temel eksikliklerini sorgulayan ve daha adil ve toplumsal farkındalığa sahip bir kapitalizm varyantı için bir taslak çizen bir analiz sunuyor ve demokratik ilkelerin önemini vurguluyor. Neoliberal kapitalizmin performansı, ekonomik, sosyal ve yönetişim boyutlarında öngörülen rollerini yerine getirmede yetersiz kalmıştır. Stiglitz, analizinin önemli bir bölümünü neoliberal kapitalizmin titiz bir incelemesine ayırıyor ve onun hızlı ekonomik büyüme, artan refah ve genişletilmiş özgürlükler vaatlerini yerine getirmede açıkça başarısız olduğunu savunuyor. Stiglitz, neoliberal politikaların uygulanmasının artan servet eşitsizliği, demokratik yapıların zayıflaması, artan toplumsal parçalanma ve sürdürülemez çevresel zararlar da dahil olmak üzere çok çeşitli olumsuz sonuçlara yol açtığını iddia ediyor. Ekonomik statüdeki uçurumun genişlemesi, piyasada verimsizliğe ve makroekonomik ölçekte istikrarsızlığa yol açıyor. Stiglitz, hem tarihsel kanıtları hem de ekonomik teoriyi kullanarak, neoliberal kapitalizmin düzenleme olmaksızın işlemeye bırakılan piyasaların doğası gereği verimli olduğuna dair temel inancına sürekli olarak meydan okumuştur. Yazar, gelişen bir ekonominin, dışsallıklar, bilgi boşlukları ve ekonomik gücün bir araya gelmesi gibi piyasa kusurlarını düzeltmek için hükümet müdahalesi gerektirdiğini savunmaktadır. Stiglitz, ülkeler arasındaki artan eşitsizliğin, ekonomik olarak dezavantajlı olanlara kıyasla zenginleri kayırmasının, öncelikle piyasa kusurlarının önemini en aza indiren ve hükümetlerin düzenleyici rollerinin azaltılmasını savunan neoliberal politikaların bir sonucu olduğunu vurgulamaktadır. Bu da ekonomik genişlemeden elde edilen kazançların en zenginlerin elinde birikmesine yol açarken, ortalama çalışanın kazançlarının durgunlaşmasına veya azalmasına neden olmaktadır. Pratik İpuçları Sosyal refahı piyasa verimliliğinden daha öncelikli tutan alternatif ekonomik sistemleri keşfetmek için arkadaşlarınız veya meslektaşlarınızla bir tartışma grubu başlatın. Her üye, kooperatif işletmeler, sosyal girişimler veya yerel para birimleri gibi farklı bir model sunabilir ve bu modellerin mevcut sistemde mevcut olan verimsizlikleri ve eşitsizlikleri nasıl ele aldığını tartışabilir. Hükümet müdahalesi yoluyla piyasa düzeltmesiyle uyumlu ekonomik politikaları savunan kar amacı gütmeyen bir kuruluşta gönüllü olun. Bu uygulamalı yaklaşım, ekonomik teorilerin gerçek dünyadaki uygulamalarına katkıda bulunmanızı sağlar. Örneğin, enerji sektöründeki piyasa başarısızlıklarını düzeltmek için yenilenebilir enerji sübvansiyonları için çabalayan kar amacı gütmeyen bir kuruluş varsa, katılımınız savunuculuk stratejilerini ve kamuoyu bilgilendirme çabalarını şekillendirmeye yardımcı olabilir. İşyerinizde akranlar arası bir öğrenme programı kurarak bilgi paylaşımını teşvik edin. Farklı departmanlardan çalışanları, ayda bir kez beceri ve içgörü alışverişinde bulunmaları için eşleştirin. Bu, bilgi boşluklarını kapatmaya ve daha işbirlikçi bir ortam oluşturmaya yardımcı olabilir. Finansal okuryazarlık eğitimi sağlayan kuruluşlarda gönüllü olarak zamanınızı harcamayı düşünün. Birçok kişiye parayı etkili bir şekilde nasıl yönetecekleri öğretilmiyor ve bu da ekonomik eşitsizliğe katkıda bulunabilir. Başkalarını eğitmeye yardımcı olarak, onlara daha iyi finansal kararlar almaları için gereken araçları sağlıyorsunuz. Bu tür programlar sunan kar amacı gütmeyen kuruluşları arayın ve ayda sadece birkaç saat bile olsa uyum sağlayabileceğiniz yerleri görün. Kullandığınız ürün ve hizmetleri, pazar kusurlarının bunları nasıl etkileyebileceğini göz önünde bulundurarak eleştirel bir şekilde değerlendirebilirsiniz. Sık kullandığınız ürün ve hizmetleri listeleyerek başlayın ve bunlarla ilişkili gizli maliyetleri veya pazar başarısızlıklarını araştırın. Örneğin, bir yolculuk paylaşımı uygulaması kullanıyorsanız, fiyatlandırma algoritmalarının nasıl haksız fiyatlandırma yaratabileceğini veya birkaç şirketin pazar hakimiyetinin seçeneklerinizi nasıl sınırlayabileceğini araştırın. Düzenleyici ortamların işletme operasyonları üzerindeki etkilerini görmek için yerel bir küçük işletme veya girişimde gönüllü olmayı düşünün. Bu uygulamalı deneyim, işletmelerin karşılaştıkları hükümet düzenlemesi düzeyine nasıl uyum sağladığı ve bundan nasıl etkilendiği konusunda size fikir verecektir. Her bir alanın düzenleyici iklimden nasıl etkilendiğini gözlemleyerek uyumluluk görevlerinde, pazarlama çabalarında veya ürün geliştirmede yardımcı olabilirsiniz. Ekonomik gücünüzü daha eşit bir şekilde dağıtmak için küçük işletmelerden ve yerel zanaatkarlardan satın almayı ve onları desteklemeyi düşünün. Yerel satın aldığınızda, büyük şirketlerden ziyade bireylerin gelirine katkıda bulunma olasılığınız daha yüksektir, bu da servetin yoğunlaşmasını azaltmaya yardımcı olabilir. Örneğin, çok uluslu bir zincir yerine yerel bir kahve dükkanını tercih edin veya yerel el sanatları pazarlarından hediyeler satın alın. Tek bir işverene bağımlılığı azaltmak için gelir akışlarınızı çeşitlendirin. Çevrimiçi mağaza oluşturma, serbest çalışma veya temettü ödeyen hisse senetlerine yatırım yapma gibi hangi yetenekleri veya hobileri paraya dönüştürebileceğinizi düşünün. Bu strateji, ek gelir kaynakları sağlayarak ücret durgunluğuna karşı tampon görevi görebilir. Toplumsal bağların, demokratik değerlerin parçalanması, kamu kurumlarına olan güvenin azalması. Stiglitz’in argümanı sadece ekonomik sonuçların ötesine geçerek neoliberal kapitalizmin doğasında bulunan daha geniş eksiklikleri vurguluyor. Stiglitz, neoliberal politikaların benimsenmesinin zenginler ile fakirler arasında daha büyük bir uçuruma ve bireysel mali başarıya odaklanmaya yol açtığını, bunun da toplumsal bağları zayıflattığını, bireyler arasındaki güveni aşındırdığını ve demokratik kurumların düzgün işleyişini engellediğini ileri sürüyor. Kontrolsüz kurumsal gücün ve zenginliklerin yoğunlaşmasının siyasi manzarayı nasıl eğebileceğini ve genel nüfusa göre küçük bir zengin insan grubunu kayıran sonuçlara yol açabileceğini vurguluyor. Stiglitz, finansın gücünün hem eski hem de yeni medyadaki hikayeleri ve bakış açılarını nasıl çarpıttığını, mevcut eşitsizlikleri nasıl kötüleştirdiğini ve gerçeklik hakkındaki ortak anlayışımızı nasıl zayıflattığını vurguluyor. Diğer Perspektifler Bazı ülkelerde, göreli eşitsizlik artmış olsa bile, neoliberal reformların mutlak yoksulluğu azalttığına dair kanıtlar bulunmaktadır. Bireysel finansal başarıya odaklanmak, dayanıklı ve dinamik bir toplumun temel bileşenleri olan kişisel sorumluluk ve öz güvenin itici gücü olarak görülebilir. Toplumsal bağların zayıflaması, doğrudan ekonomik politikaların bir sonucu olmaktan ziyade, artan hareketlilik ve kentleşme gibi daha geniş toplumsal eğilimlerin bir sonucu olabilir. Sosyal medya ve çevrimiçi topluluklar gibi teknolojik gelişmeler, geleneksel coğrafi ve sosyal sınırları aşabilen yeni güven oluşturma biçimlerini kolaylaştırdı. Neoliberal politikalar, genellikle eski otoriter devletlerde açık piyasaları ve siyasi özgürlükleri teşvik ederek demokratik kurumların geliştirilmesiyle ilişkilendirilmiştir. Kurumsal güç, çoğu zaman siyasi sonuçlar üzerinde haksız etkiyi önlemek için tasarlanmış düzenlemeler ve yasalarla denetlenir. Zengin bir kesimin varlığı, yatırımları ve tüketimleri mal ve hizmetlere olan talebi artırdığı için istihdam ve ekonomik faaliyet fırsatları yaratabilir. Medya üzerindeki finansal etki tekdüze değildir; farklı finansal kuruluşların farklı çıkarları vardır ve bu da tekdüze bir eğilim yerine birden fazla bakış açısına yol açabilir. Finansın aynı zamanda servet yaratma ve ekonomik hareketlilik için fırsatlar sağladığı da ileri sürülebilir; bu da finans ile eşitsizlik arasındaki ilişkinin karmaşık olduğunu ve her zaman olumsuz olmadığını gösterir. Dijital çağda medya kaynaklarının ve platformlarının çeşitlenmesi, aslında çeşitli bakış açılarına erişimi artırdı; bu da bireyleri daha fazla bakış açısına maruz bırakarak gerçeklik hakkındaki ortak anlayışımızı güçlendirebilir. Sosyal demokrasinin canlandırılması ya da ilerici kapitalist modelin benimsenmesi şarttır. Stiglitz, neoliberalizmin temel kusurlarının farklı bir ekonomik ve politik paradigmaya doğru önemli bir kaymayı gerektirdiğini savunuyor. “İlerici kapitalizm” adını verdiği alternatif bir çerçeve öngörüyor. Ekonomist Joseph E. Stiglitz, piyasa faaliyetlerini izleme, toplumun refahını ilerletme ve kaynakların daha adil bir şekilde dağıtılmasını sağlama konusunda daha aktif bir hükümet rolünden yana, özellikle hükümet yatırımlarını eğitim, sağlık hizmetleri ve altyapının iyileştirilmesine yönlendirmeye odaklanıyor. Toplu eylemin öneminin daha fazla vurgulanması hayati önem taşıyor. Stiglitz, güçlü bir ekonominin, hayati hizmetler sağlama, piyasa suistimallerini azaltan ve rekabeti destekleyen önlemler alma ve servetin adil bir şekilde tahsisi ve yeniden tahsisi için tasarlanmış stratejiler aracılığıyla eşitlikçi sonuçları teşvik etme yetkisine sahip bir hükümete dayandığını savunuyor ve böylece neoliberalizmin savunucularının iddialarını sorguluyor. Kooperatifler ve kâr amacı gütmeyen kuruluşlar da dahil olmak üzere çeşitli kurumsal yapıların, toplumsal talepleri karşılamak için hükümet ve iş sektörleriyle birlikte çalışması gerektiğinin önemini vurguluyor. Pratik İpuçları Bölgenizdeki olumlu ve olumsuz piyasa uygulamalarını vurgulamaya adanmış bir blog veya sosyal medya sayfası başlatın. Bu platformu, piyasa suistimallerini azaltmanın önemi hakkında başkalarını bilgilendirmek ve onlarla etkileşim kurmak için kullanın. Örneğin, adil ticaret uygulamaları uygulayan yerel bir işletmeyi öne çıkarabilir veya tüketicilerin zararına boşlukları kullanan bir şirketi ifşa edebilirsiniz. Arkadaşlarınız ve ailenizle toplumsal eşitlik için servet dağılımının önemi hakkında bir sohbet başlatın. Farklı servet dağıtım stratejilerinin gerçek insanların hayatlarını nasıl etkileyebileceğini göstermek için kişisel hikayeler veya varsayımsal senaryolar kullanın, ekonomik eşitsizlikleri dengelemeyi amaçlayan politikalar için daha derin bir anlayış ve empati geliştirin. Bilgi edinimi ve beceri gelişimini ön planda tutan bir ortamın oluşturulması. Joseph E. Stiglitz, “Özgürlüğe Giden Yol” adlı eserinde, işçiler ve tüketiciler de dahil olmak üzere sıradan insanların rolünü ve katılımını artıracak ve aynı zamanda büyük şirketlerin ve finansal kuruluşların aşırı gücünü azaltacak toplumsal yapıda derin bir değişim için savunuculuk yapıyor. Yazar, güçlü sosyal korumalar kurarak, daha adil bir vergi yapısı oluşturarak ve kişisel gelişim için sürekli teşvik sağlayarak eşitsizlikleri azaltmayı teşvik ediyor ve bireylerin tam potansiyellerine ulaşmalarını sağlıyor. Stiglitz, eğitime öncelik veren ve ortaya çıkan eğilimlere uyum sağlayan, ilerlemeyi izlemek için sağlam mekanizmalar sürdüren ve halkı ve temel kurumları boyunca sürekli eğitimi teşvik eden bir toplumun gerekliliğini vurguluyor. Pratik İpuçları Uzmanlık alanınızda birine mentorluk yapmak için gönüllü olarak zaman ayırın. Mentorları danışanlarla buluşturan yerel okullara, toplum kolejlerine veya çevrimiçi platformlara ulaşın. Bilginizi ve deneyiminizi paylaşarak başkalarının büyümesine ve başarılı olmasına yardımcı olursunuz, bu da daha kapsayıcı ve destekleyici bir topluma yol açabilir. Büyük şirketlere güvenmeden mal ve hizmet alışverişinde bulunmak için bir topluluk takası veya takas sistemi başlatmayı düşünün. Bu, komşuların başkaları karşılığında ürün veya beceri sunabileceği yerel bir topluluk merkezinde bir Facebook grubu veya ilan panosu kurmak kadar basit olabilir. Örneğin, web tasarım becerilerinizi birinin kendi yetiştirdiği ürünlerle takas edebilir ve böylece kurumsal aracılara olan ihtiyacı etkili bir şekilde azaltabilirsiniz. Temsilcilerinizle iletişime geçerek daha güçlü sosyal güvenlik ağları sunan politikaları savunun. Politika yapımında uzmanlığınız olmasa bile, sağlık reformu, asgari ücret artışları veya uygun fiyatlı konut projeleri gibi eşitsizliği azaltmayı amaçlayan girişimlere desteğinizi ifade edebilirsiniz. Bu konular hakkında yerel hükümet yetkilileriyle iletişim kurmak için e-postalar yazın, telefon görüşmeleri yapın veya sosyal medyayı kullanın. Vergilerin nasıl alındığını ve nereye harcandığını anlamak için çevrimiçi kaynakları kullanarak mevcut vergi sistemi hakkında bilgi edinin. Vergi yapısı hakkında sağlam bir anlayış kazanarak, hangi politikaları destekleyeceğiniz ve daha adil bir sistemle uyumlu değişiklikleri savunacağınız konusunda bilinçli kararlar alabilirsiniz. Gelecekte sahip olmak istediğiniz becerilere ve bilgilere odaklanan günlük girişler yazarak bir “Gelecekteki Benlik Günlüğü” uygulayın. Oraya ulaşmak için attığınız adımları ana hatlarıyla belirtin ve öğrenme sürecini düşünün. Bu kişisel gelişim aracı, büyüme yolunuzu görselleştirmenize ve motivasyonunuzu korumanıza yardımcı olabilir. Arkadaşlarınız veya ailenizle eğitim teorilerini, yöntemlerini veya eğitim dönüşümü hikayelerini inceleyen kitaplara odaklanan bir mini kitap kulübü başlatın. Bu konuları bir grupta tartışmak, eğitime ilişkin anlayışınızı ve takdirinizi derinleştirebilir ve ayrıca toplumunuzdaki eğitimi desteklemenin yolları hakkında beyin fırtınası yapmak için bir platform sağlayabilir. Günlük hayatınızda fark ettiğiniz yeni kalıplar veya tüketici davranışındaki değişimlere dair gözlemlerinizi not ettiğiniz bir “trend günlüğü” başlatın. Bu, popüler hale gelen yeni bir moda stilinden insanların teknolojiyi kullanma biçimindeki bir değişime kadar her şey olabilir. Günlüğünüzü aylık olarak gözden geçirmek, bu küçük gözlemlerden daha büyük eğilimleri tespit etmenize yardımcı olabilir. Hedeflerinizi ve başarılarınızı takip etmek için ücretsiz çevrimiçi araçları kullanarak kişisel bir ilerleme panosu oluşturabilirsiniz. Sağlık, finans veya öğrenme gibi izlemek istediğiniz hayatınızın temel alanlarını belirleyerek başlayın. Günlük veya haftalık ilerlemeyi girebileceğiniz, kilometre taşları belirleyebileceğiniz ve gelişiminizi yansıtabileceğiniz görsel bir pano oluşturmak için Google Sheets veya Trello gibi bir araç kullanın. Örneğin, formunuzu iyileştirmeyi hedefliyorsanız panonuz haftalık egzersiz sıklıklarını, diyete uyumu ve egzersiz yoğunluğunda veya süresinde kademeli artışları içerebilir. Günlük hayatınızda, eğitim podcast’lerini rutininize entegre ederek, örneğin işe gidip gelirken veya egzersiz yaparken dinleyerek bir öğrenme kültürü yaratabilirsiniz. Bu alışkanlık, sürekli olarak yeni fikirlere ve bakış açılarına maruz kalmanızı sağlar, bu da merak uyandırabilir ve ilginizi çeken konuları daha derinlemesine keşfetmenize yol açabilir. Toplum üyeleri arasında maddi katkıların etkisini azaltarak demokratik değerleri teşvik etmek ve birlik duygusu yaratmak. Son olarak Stiglitz, kişisel bağımsızlık ile siyasi faaliyetlerle ilişkili özgürlükler arasındaki derin bağlantıyı araştırır. Stiglitz, vatandaşların önemli mali katkılar veya yerleşik çıkarlar tarafından aşırı derecede etkilenmeden karar alma sürecine aktif olarak katıldığı güçlü bir demokrasinin, sosyal adaletin gelişmesi ve ekonomik refah ve sürdürülebilirliğin garantisi için elzem olduğunu savunur. Stiglitz, siyasi bağlamlarda parasal bağışların etkisini azaltma, kolektif kurumlarımıza ve karşılıklı bağımlılığımıza olan güveni yeniden sağlama ve paylaşılan zorluklara yönelik işbirlikçi çözümleri teşvik eden daha güçlü bir topluluk ruhu oluşturma ihtiyacını vurgular. Pratik İpuçları Politika değişikliklerini savunan kuruluşlara bağış yapmayı seçerek kampanya finansmanı reformunu destekleyebilirsiniz. Politikada büyük parasal bağışların etkisini sınırlamaya yönelik çalışan kâr amacı gütmeyen kuruluşları veya savunuculuk gruplarını arayın. Küçük miktarlarda bile olsa katkıda bulunarak, yasal değişikliklere yol açabilecek çabaları finanse etmeye, farkındalığı artırmaya ve mevcut kampanya finansmanı yasalarına yönelik yasal itirazları desteklemeye yardımcı oluyorsunuz. Okul kurulu veya mahalle konseyi gibi yerel bir denetim komitesinde gönüllü olarak çalışarak kolektif kurumlara olan güveni teşvik edebilirsiniz. Bu gruplara katılarak, güven oluşturmanın anahtarı olan şeffaflığa ve hesap verebilirliğe katkıda bulunursunuz. Örneğin, bir okul kuruluna katılırsanız, açık toplantılar ve kararlar hakkında net iletişim için baskı yapabilir, topluluğa kurumun işleyişine dair fikir verebilirsiniz. Mahallenizde komşuların bir araya gelerek eşyaları tamir ettiği, atıkları azalttığı ve topluluk bağları kurduğu bir ‘onarım günü’ başlatın. Etkinliği duyurmak ve insanları tamire ihtiyaç duyan eşyaları getirmeye davet etmek için sosyal medyayı veya topluluk bültenlerini kullanabilir, iş birliğini ve becerikliliği teşvik edebilirsiniz. ---------------------------------------------------------------------   Kitap hakkındaki düşüncelerimiz!... Hemen her şeyin bittiği ve artık sokaktaki herhangi bir insanın da bütün benliği ile yaşadığı gerçeği, bütün nitelikleriyle kapitalizmin, vahşi Batı sömürgeciliğinin ideolojik stratejilerin tamamen çöktüğü gerçeğini Nobel Ödüllü bir profesörün bu kadar geç anlaması ve bunu sadece neoliberalizmin çöküşü olarak tanımlaması ve onun yerine yine bir kapitalizm türünü çözüm olarak önermesi trajik bir iflasın yansımasıdır. Joseph E. Stiglitz'in 'Biz' iyeliği ile yazdığı analiz,  kendisinin de içinde bulunduğu ve ödül aldığı sömürü sisteminin, azınlığın çıkarlarına ve zenginleşmesine hizmet eden kapitalist sistemin iflas ettiği anlamını eksiksiz olarak içermektedir. Stiglitz'in, önerdiği  ilerici kapitalizm, her şeyden önce 'ahlak'ı neoliberal kapitalistleri frenleyecek ve ahlakı düzenleyici olarak belirleyecek olan devleti geri çağırmakta, bireyselci-bireyci değersizliğin iflasını kabul ederek toplumsal değerlerin yeniden inşa edilmesini istemektedir. Devletin ekonomi ve sosyolojik yapı üzerindeki kontrol edici ve dengeleyici etkisini ortadan kaldırmak için 40 yıl boyunca onlarca siyasetçiyi siyaset dışına iten, onlarca ülkeyi kaosa, darbelere, savaşlara ve ahlaksızlıklara sürükleyen şirketlerin çıkarlarına hizmet eden neoliberal akademisyenlerin ve düşünürlerin geldiği nokta büyük insanî bir trajediden başka bir şey değildir. Türkiye bu sürecin en büyük kurbanlarından biridir; 1970'li yılların sonundan bugüne dek yaşanan her türlü askeri darbe, terör ve kaos henüz tazedir. Erdoğan liderliğindeki Türkiye halen bu kan emici şirketlerin emrindeki ABD-AB devlet-hükümet politikaları ile mücadele etmekte, ekonomisini ve bütün değerleriyle birlikte çoğunluğu müslüman olan halkını bu aşağılık saldırılara (Küresel Mafya örgütleri ile, 15 Temmuz 2016 askeri darbesi , 10 Ağustos 2018 Trump Ekonomik saldırısı, S400-F35 şantaj ve tehditleri, medya manipülasyonları, yalanlar, iftiralar, siyasi rekabet alanları oluşturmak ve kullanmaktadır. İran, Irak, Suriye, Mısır, Yemen, Sudan, Libya, Pakistan, Afganistan neoliberal kapitalistlerin şirketler üzerinden kendi sürdürülebilir refahları için 40 yıldır her türlü tecavüze maruz kalıp yurtlarından sürülen, yeraltı ve yer üstü zenginliklikleri zorla ellerinden alınan  insanların yaşadığı bu coğrafyada Neoliberal vahşetin hedefinde, insanı, toplumu ve değerleri önemseyen tek sağlam din olarak kalan İslam vardır ve  40 yıldır neoliberal şeytanlar müslümanları yok ederek, İslam'ı IŞİD gibi CIA üretimi terör örgütleri ile canavarlaştırmaya çalışarak İslam'la savaşı meşrulaştırmaya çalışmalarının karşılığını alıyorlar.. Joseph E. Stiglitz gibi ekonomistlerin yaşadığı bu sefil acziyet ve ideolojik çöküşe yönelik itiraflar önemli bir değişim ve dönüşüme işaret etmektedir. "40 yıllık pazar köktenciliğinden sonra, Amerika ve benzer düşünceli Avrupa ülkeleri vatandaşlarının büyük çoğunluğunu kaybediyor. Bu noktada, yalnızca yeni bir sosyal sözleşme - vatandaşların sağlık hizmetlerini, eğitimi, emeklilik güvenliğini, uygun fiyatlı konutları ve uygun ücret için iyi bir işi garanti altına almak - kapitalizmi ve liberal demokrasiyi kurtarabilir." Üç yıl önce, ABD Başkanı Donald Trump'ın seçilmesi ve İngiltere'nin Brexit referandumu, uzun zamandır gelir istatistiklerini inceleyenlerin bildiklerini doğruladı: çoğu gelişmiş ülkede, piyasa ekonomisi toplumun büyük kesimlerini kapsamada başarısız oldu. Hiçbir yerde, bu Amerika Birleşik Devletleri'ndeki kadar gerçek değildir. Serbest piyasa bireyselciliği vaadi için bir poster çocuğu olarak kabul edilen Amerika bugün, diğer gelişmiş ülkelere göre daha yüksek eşitsizliğe ve daha az yukarı doğru sosyal hareketliliğe sahiptir. ABD'de ortalama yaşam beklentisi yüzyıl boyunca arttıktan sonra, şimdi azalmaktadır. Ve gelir dağılımının % 90'ının altındakiler için, reel (enflasyona göre düzeltilmiş) ücretlerdeki artış durdu: bugün tipik bir erkek işçinin geliri, 40 yıl önce olduğu yerde. Bu arada, pek çok Avrupa ülkesi Amerika'yı taklit etmeye çalıştı ve özellikle de İngiltere gibi bunu başarabilenler şimdi benzer siyasi ve sosyal sonuçlara maruz kalıyor. ABD, orta sınıf bir toplum yaratan ilk ülke olabilirdi, ancak Avrupa hiçbir zaman ABD'den geride kalmadı. II. Dünya Savaşı'ndan sonra, birçok yönden, vatandaşları için fırsatlar yaratma konusunda ABD'yi geride bıraktı. Avrupa politikaları, çeşitli politikalar aracılığıyla, sosyal korumayı sağlamak ve pazarın tek başına göreceği alanlarda önemli yatırımlar yapmak için modern refah devletini yarattı. Bilindiği üzere Avrupa sosyal modeli, bu ülkelere on yıllar boyu iyi hizmet etti. Avrupa hükümetleri küreselleşme, teknolojik değişim ve diğer yıkıcı güçler karşısında ekonomik istikrarı kontrol altında tutmayı ve ekonomik istikrarı sürdürmeyi başardılar. 2008 mali krizi ve ardından euro krizi patlak verdiğinde, en güçlü refah devletlerine sahip olan ülkeler Avrupa ülkeleriydi, özellikle İskandinav ülkeleriydi. Finansal sektördeki birçok insanın düşünmek istediğinin aksine, sorun ekonomiye devlet katkısı fazla değil, aksine çok azdı. Her iki kriz de, az düzenlemeye tabi olan bir finansal sektörün doğrudan sonucudur. Şimdi, Atlantik'in her iki tarafında orta sınıf oyuluyor. Bu kırgınlığın tersine çevrilmesi, neyin yanlış gittiğini tespit etmemizi ve ilerici kapitalizmi benimseyerek, pazarın erdemlerini kabul ederken, sınırlamaları tanıyan ve ekonominin herkesin yararına çalışmasını sağlayan yeni bir rota çizmemizi gerektiriyor. Orta sınıf bir yaşam tarzının vatandaşların çoğunluğunun erişebileceği bir yerde göründüğü, II. Dünya Savaşı'ndan sonraki yıllarda Batı kapitalizminin altın çağına geri dönemeyiz. Çünkü bunu istemeyiz. Çünkü, bu dönemdeki “Amerikan rüyası” çoğunlukla ayrıcalıklı 'beyaz erkek' azınlığa ayrılmıştı. Mevcut durumumuz için eski ABD Başkanı Ronald Reagan ve eski İngiltere Başbakanı Margaret Thatcher'a teşekkürlerimizi sunabiliriz. 1980'lerin neoliberal reformları, sınırsız piyasaların mistik bir kandırma süreci yoluyla ortak refah getireceği fikrine dayanıyordu. Zengin, finansallaşmaya ve küreselleşmeye ilişkin vergi oranlarının düşürülmesinin, herkes için daha yüksek yaşam standartlarına yol açacağı söylenmişti. Buna karşılık, ABD'nin büyüme oranı savaş sonrası seviyesinin yaklaşık üçte ikisine düşmüş- sıkı bir mali düzenleme dönemi ve sürekli olarak % 70'in üzerinde bir yüksek marjinal vergi oranı - ve bundan gelen servet ve gelirden daha büyük bir pay ile % 1'lik sınırlı büyüme gerçekleşmiştir. Vaat edilen refah yerine, sanayileşme, kutuplaşma ve küçülen bir orta sınıf elde ettik. Senaryoyu değiştirmezsek, bu daha da derinleşecek. Neyse ki, pazar köktenciliğine bir alternatif var. Devletler, piyasalar ve sivil toplum arasındaki pragmatik bir yeniden güçlendirme sistemi sayesinde daha özgür, daha adil ve daha üretken bir sisteme doğru ilerleyebilir. İlerici kapitalizm, zengin ve fakir seçmenler ve seçilmiş görevliler, işçiler ve şirketler arasında yeni bir sosyal sözleşme oluşturmak anlamına geliyor. Çoğu Amerikalı ve Avrupalı ​​için orta sınıf yaşam standardını bir kez daha gerçekçi bir hedef haline getirmek için, piyasaların bugüne dek uygulananların tam aksine topluma hizmet etmesi gerekir. Neoliberalizmden farklı olarak, ilerici kapitalizm, bugün değerin nasıl yaratıldığının doğru bir şekilde anlaşılmasına dayanır. Gerçek ve sürdürülebilir ulusal zenginlikler, sömürücü ülkelerden, doğal kaynaklardan ve insanlardan değil, çoğunlukla hükümetler ve sivil toplum kuruluşları tarafından kolaylaştırılan insan zekası ve işbirliğinden elde ediliyor. On sekizinci yüzyılın ikinci yarısından bu yana, verimlilik artırıcı yenilikler, dinamizmin ve daha yüksek yaşam standartlarının gerçek itici gücü olmuştur. Endüstri Devrimi'nin başlattığı hızlı ekonomik ilerleme, yüzyıllarca süren durgunluğun ardından, iki temel dayanağa sahip olmuştur.. Birincisi, etrafımızdaki dünyayı kavrayabildiğimiz bilimdir. İkincisi, birlikte çalışabileceğimizden daha verimli çalışmamızı sağlayan sosyal organizasyondur. Zamanla, hukukun üstünlüğü gibi kurumlar, kontrol ve denge sistemleriyle demokrasiler ve evrensel standartlar ve normlar her iki ayağı güçlendirdi. Kısa yansımada, bunların maddi refah kaynakları olduğu açık olmalıdır. Ve yine de servet yaratma çoğu kez servet çalma ile karıştırılmaktadır. Bireyler ve şirketler pazar gücüne, fiyat ayrımcılığına ve diğer sömürü biçimlerine güvenerek zengin olabilirler. Ancak bu, toplumun zenginliğine herhangi bir katkı yaptıkları anlamına gelmez. Aksine, bu tür davranışlar genellikle herkesi genel olarak daha da kötü hale getirir. Ekonomistler, ekonomik pastanın yarattıklarından daha büyük bir kısmını kira arayanlar olarak ele geçirmek isteyen bu servet hırsızlarına atıfta bulunur. Terim, arazi kiralarından doğmuştur: bunu alan kişiler, kendi çabalarının bir sonucu olarak değil, çoğu zaman miras alınan mülkiyetin bir sonucu olarak bunu elde etmiştir. Bu tür zararlı davranışlar, yalnızca birkaç firma tarafından gittikçe daha fazla sektörün egemen olduğu ABD ekonomisinde özellikle yaygındır. Bu mega şirketler pazar güçlerini herkesin zararına zenginleşmek için kullandılar. Daha yüksek fiyatlar uygulayarak tüketicilerin yaşam standartlarını etkili bir şekilde düşürdüler. Yeni teknolojiler sayesinde, fiyatların pazar tarafından (talebi ve arzı eşitleyen tek bir fiyatı bulma) değil, müşterinin istediği ödemenin maksimumun algoritmik olarak belirlenmesini sağlayacak şekilde kitlesel ayrımcılık ürettiler. Aynı zamanda, ABD şirketleri yurt içi ücretleri düşürmek için offshore tehdidini kullandılar. Ve bu yeterli olmadığında, işçilerin pazarlık gücünü daha da zayıflatmak için esnek politikacıları lobi yaptılar. Bu çabaların etkili olduğu görülmüştür: sendikalara mensup işçilerin payı, çoğu gelişmiş ekonomide, özellikle de ABD'de düştü ve işçilere giden gelirin oranı, hızla azaldı. Teknoloji ve gelişmekte olan pazar büyümesindeki gelişmeler orta sınıfın çöküşünde kesinlikle bir miktar rol oynamasına rağmen, ekonomik politikada ikincil öneme sahiptir. Bunu biliyoruz çünkü aynı faktörler ülkeler arasında farklı etkiler yaratmıştır. Çin'in yükselişi ve teknolojik değişim her yerde hissediliyor, ancak ABD, Norveç gibi diğer birçok ülkeden daha önemli bir eşitsizliğe ve daha az sosyal hareketliliğe sahiptir . Aynı şekilde, finansal düzenlemelerin en üst seviyeye çıktığı yerlerde, piyasa manipülasyonu, avcı krediler ve aşırı kredi kartı ücretleri gibi finansal sektörün kötüye kullanımı da var. Veya Trump’ın ticaret anlaşmalarına olan saplantısını düşünün. ABD'li işçiler politika yapıcılar tarafından kötü muamele gördüklerinden, kötü durumdalar, gelişmekte olan ülkelerden gelen ticari müzakerecilerin ABD'li müzakerecileri geride bıraktığı için değil. Aslında, ABD genellikle istediği her şeyi alır. Sorun, istediği şeyin sıradan vatandaşların değil, ABD şirketlerinin çıkarlarını yansıtmasıdır. Her şey olabileceği kadar kötü, daha da kötüye gidiyor. Amerika'daki gelir eşitsizliğini düşünün. Zaten yapay zeka ve robotizasyon gelecekteki büyümenin motorları olarak selamlanıyor. Ancak hüküm süren politika ve düzenleyici çerçevede, birçok kişi devletten yenilerini bulmak için çok az yardım alarak işini kaybedecek. Tek başına otonom araçlar milyonlarca insanı geçinmekten mahrum bırakacaktır. Aynı zamanda, teknoloji devlerimiz devleti cevap verme yeteneğinden mahrum etmek için ellerinden geleni yapıyorlar ve sadece vergileri düşürmek için kampanya yürütmekle kalmıyorlar: küçük yenilikleri vergiden kaçırmak ve daha önce hedef aldıkları tüketicileri sömürmek için kullanıyorlar. Üstelik, eğer kaldıysa, insanların mahremiyetine saygısızlık ediyorlar. İş modelleri ve davranışları etkin bir şekilde gözetimden muaf tutuluyor.   Yine de, ekonomik işlevsizliğimizin kendi politikalarımızın bir sonucu olduğu konusunda umut var. Küresel güçlerin rakip olarak tanımladığı bazı ülkeler, sıradan vatandaşların zenginleştiği dinamik ekonomilere yol açan politikaları benimsemiştir. İlerici-kapitalist reformlarla, ekonomik dinamizmi yeniden kazanmaya başlayabilir ve herkes için eşitlik ve fırsatlar sağlayabiliriz. En büyük öncelik, sömürüyü durdurmak ve servet oluşumunu teşvik etmek olmalıdır ve bu en iyi - ya da sadece - birlikte çalışan insanlar tarafından, özellikle devlet aracılığıyla yapılabilir. Zenginleşmenin şekli ne olursa olsun -piyasa gücünün kötüye kullanılması ve bilgi asimetrilerinden çevresel bozulmadan kâr elde etmeye kadar- hem en kötü sonuçları önleyebilecek hem de ekonomik ve sosyal faydalar sağlayacak özel politikalar ve düzenlemeler vardır. Daha az insanın hava kirliliğinden, aşırı uyuşturucu dozundan ve “çaresizlik”ten ölmesi, topluma verimli bir şekilde katkıda bulunan daha fazla insana sahip olmak anlamına geliyor. Reagan ve Thatcher, “bürokrasi” ile eşanlamlı hale getirdiğinden beri yasal düzenleme kötü bir üne sahipti. Ancak yasal düzenlemeler genellikle verimliliği arttırıyordu. Bir şehirde yaşayan herkes, stop lambası olmadan -otomobillerin kavşaktan akışını düzenleyen basit bir "düzenleme" olduğunu biliyor- sürekli bir ızgarada yaşayacağımızı düşünüyor. Hava kalitesi standartları olmadan, Los Angeles ve Londra'daki duman Pekin ve Delhi'deki havadan daha kötü olurdu. Özel sektör kirliliği durdurmak için hiçbir zaman sorumluluk üstlenmez. Sadece Volkswagen'e bakarak bunu görebiliriz. Trump ve ABD devletini parçalamak için görevlendirdiği lobiciler, çevreyi, halk sağlığını ve hatta ekonomiyi koruyan düzenlemeleri kaldırmak için ellerinden geleni yapıyorlar. Büyük Buhran sonrası kırk yıldan uzun bir süredir güçlü bir düzenleyici çerçeve, 1980'lerde “boğucu” bir yenilik olarak görülmeye başlayana kadar finansal krizleri önlemişti. İlk serbestleşme dalgası ile tasarruf ve kredi krizleri, ardından 1990'larda daha fazla serbestleşme ve dot-com baloncuklar ve ardından 2008'deki küresel mali kriz geldi. Bu noktada, dünyanın dört bir yanındaki ülkeler krizin tekrarlanmasını önlemek için kuralları yeniden yazmaya çalıştı. Fakat şimdi Trump yönetimi bu ilerlemeyi tersine çevirmek için elinden geleni yapıyor. Dolayısıyla, piyasaların olması gerektiği gibi çalışmasını sağlamak için uygulanan antitröst düzenlemeleri -rekabet açısından- geri çekilmiştir. Kira arayışı, rekabet karşıtı uygulamalar ve diğer suiistimalleri azaltarak verimliliği artıracağız, üretimi artıracağız ve daha fazla yatırım yapacağız. Daha da iyisi, aslında refahı artıracak faaliyetler için kaynakları serbest bırakacağız. En iyi öğrencilerimizden daha azı bankacılık sektörüne gitmiş olsaydı, belki daha fazlası araştırmacı olmaya çalışırdı. Her ikisindeki zorluklar mükemmeldir, an

“Kulluk“ Miracını, Kendince Yargılamak Hangi Kulun Haddine?

İlk Söz: Kuran-ı Kerimi okurum anlarım. Kimse beni kandıramaz. Aksi bir düşünce, hüsnü zandır belki  ama zandır, kesin...Bu bağlamda; okuma birikimi, eleştirel düşünme ve sentez yapabilme becerisi şart.Temel sağlam değilse bina eğreti duruyor. Hatta durmuyor... Tüm kutsal kitaplarda Yüce Yaradanın dört niteliği  i-:var etme , ii-egemenlik , iii-tümlü  iv-adalet ve hakikat ... "hiç bir kimse  bu dünyanın kadısı değil." elinde terazi de yok. 'Son kararı verecek terazi yüce Allah’ın katında... Hiçbir kimse bir kişi hakkınfda kanaat dahi belirtme yetkisi bie yok... İmam Gazali’nin insanların iman durumuyla ilgili ölçüsü son derece ufuk açıcı.... Bizler için, muhatap olduğumuz âlem için o şöyle diyor: “Bir insanın dinin dışında olduğuna dair elimizde 99 delil var da, imanın içinde olduğuna dair bir tek delil varsa ben 99 delili bir tarafa bırakır, bir delile hükmederim. Onun mümin olduğuna karar veririm.” Velhasıllı, Ötekileştirmeye hiç kimsenin hakkı yok!.. Nefret makamında olmamalıyız, başkasına haram saydığımızı kendimize helal saymamalıyız... Dinin tek sahibi gibi hareket etmemeliyiz... Dinin geniş çemberini daraltmamalıyız... İnsanların imanları hakkında kendimizi söz sahibi saymamalıyız... Cennet hepimize yetecek kadar geniş.... Kimileri oturmuş kuranı kerimi aklınca kendi toksit kültürü ile son derece ilkesiz aynı zamnda ilmi namustan yoksun manüplatif tarif ederek millete anlatıyorlar... Gelecekten bahsediyor ama kastettikleri geçmiş aslında. Ebedi rücu."..Gece dünyanın gölgesi. Dünya karanlığa sebep... "Sorumluluklarımızdan kaçınabiliriz, ama kaçınmanın sonuçlarından kaçamayız" Kelimeler gördüklerimizi kavrayamıyorsa ya da gördüklerimiz kelimelere sığmıyorsa konuşmak ne işe yarar? Dört kutsal kitabın ve yüzlerce sayfalık İlahi mesajların ortak paydası, iman ve ahlâk esaslarıdır. Bütün Hak dinlerin ortak paydası ise, “Ahlak”dır. İmanın hakikatine ulaşamayan ve  ahlâklı yaşamayan insanlar, giderek yozlaşır ve özüne yabancılaşır. Böylece, görünüşte dinleri, kavimleri, ülkeleri, partileri, kültür ve gelenekleri farklı da olsa, gerçekte düşünce yapıları ve değer yargıları aynı olan “yozlaşmış insan tipi” ortaya çıkmaktadır. Kur’an’ın “cahili insan” diye tanımladığı bu tiplerin hayat felsefeleri ortaktır; Dünya merkezli, servet, şöhret ve şehvet eksenli bir yapıları vardır. Dünya’nın neresinde, hangi dönemde ve hangi seviyede ve statüde bulunursa bulunsunlar; bu tiplerin amaçları, arzuları ve ahlâkları aynıdır: Dünya nimetlerinden azami derecede yararlanmak... Hayatın tadını çıkarmak... Başkalarından farklı ve üstün olmaya çalışmak... Ve bütün bunlara kavuşmak için de kanunlardan ve insanların fark edip kınamasından emin olabildikleri sürece, her türlü hile ve haksızlığı mübah saymak!.. Kimsenin kalbini, din bilgisini, inancını, bilemezsiniz. Kur'an'da, mânevî hayattan soyutlanıp hakîkate kapıları kapanan, mühürlü ve kilitli kalbe sahip olur. O mührü ancak unuttuğu Allah açar. O, hakîkattir. Kalp, ancak, "karanlıkta" olabilir. "Allah’ın dini yeri göğü, ölümü ve hayatı açıklar, ama bizim yaşadığımız din karı-koca, gelin-kaynana kavgasını bile çözmüyor. Dinin önüne ve sonuna çeşitli sıfatlar ekledik. Oysa kim Allah’ın kitabına bir şey ekler ya da ondan bir şey çıkarırsa, din aradan çekilir, kişi eklediği ya da çıkardığı ile baş başa kalırdı. O kadar çok İslam icad ettik ki; Folk İslam, Laik İslam, Euro İslam, Türk İslam, Arap İslam, Fars İslam, Demokrat İslam, Liberal İslam. Bir “Allahsız İslam” kaldı. Zaten o da var artık, dinsiz yaşıyor ama ölünce İslam usulüne göre defnediyor, bir de onun hakkında yalancı şahidlik yapıyoruz. Allah’ın kitabına uygun işler yapmazsanız haram, resulün sünnetine göre hareket etmezseniz mekruh, ama birilerine göre düşünmezseniz dinden çıkarız gibi bir durum ortaya çıkmakta. Bu nedenle,  yolumuz iman, amel ve ahlak.yetiyor olmalı  bize! Din “kültür” oldu gençler için artık. Din, mezhep, tarikat kültürel bir aidiyet olarak algılanıyor. Gerçek hayatta, ekonomi, siyaset, toplum hayatında bir karşıtlığı yok. Haşa, Allah’ı o işlere karıştırmıyoruz. Siyaset ve para ilişkileri bizi ciddi anlamda sekülerleştirdi. Din, biraz ritüel, biraz seremoni ve biraz bütçeye göre ikona. Gerisi gönlünden ne koparsa(!).  Bir “Din kültürü” hocası ile konuştum. İlk okul dörtte din kültürü varmış. O da “kültür” olarak! Semavi dinler, İbrahimi dinler. Onlar da kendi içinde grublaşmış, hepsinin özü bir, onların da temelinde ahlak var. Yani aslında pek birbirinden farkı yok. Yani AVM’den elbise, ayakkabı alır gibi din seçiyorsunuz. Dinler arası fark bilgisayar markası, otomobil markası gibi bir şey. Herkes yerli, yaygın ve milli olanı seçiyor. Din, mezheb ve tarikatlar coğrafi markalar. Genelde İranlılar Şii, Türkler Sünni’dir. Suudiler Vehhabi. Zaten eğitim, media, siyaset, hukuk düzeni, toplumsal ilişkiler buna göre düzenlenmiş. “Semavi Dinler”, Musevilik, İsevilik ve İslam. Felsefi dinler, daha çok Asyetik, Budizm, Hinduizm, Şintoizm, Brahmanizm filan. Bir riayete göre Türkler Gök tanrıya inanırmış falan. Bunlar da iyilik, güzellik öğütlermiş. Sonunda yine bir şey değişmiyor. Doğuda oturanlar, Batıda oturanlar ona göre sınıflandırılıyor. Aslında bu iş böyle değil tabii. İlkokuldan başlayarak insanlar önce agnostik hale getiriliyor. Sonra din kültüre indirgeniyor. Sonra dinlerin dayandığı ortak değer “Tanrı” olunca, insanlar “Deist” oluyor. Okullarda, Mezhep, Tarikat konularına girilmiyor. Artık Kur’an bir dua kitabı gibi anlatılıyor. Hadisler de, onun tamamlayıcı, açıklaması gibi. Ahiret, Cennet-Cehennem gibi konular, çizgi filmler ya da uzay filmleri kadar bile ilgi çekmiyor. Mehdi ve Mesih konusu birçok insan için uzaylılar, uçan daireler kadar ilgi çekici değil. Cin ve Şeytan da artık ezoterik konular. Adını bile anmaya gerek yok, “3 harfli” dersiniz, ya da parmağınızı büküp tahtaya vurursunuz, uğursuzluktan korunmak için. Nazar değmesin diye kapıya kuru kafa asar ya da kolunuza mavi boncuklu bileklik takarsınız. Cennet ve cehenneme gelince, zaten Tanrı (!) “yolun sonu”nda herkesi affedecek ve sonrası bilmiyoruz. “Yakıp ne yapacak ki, kötülük yapmayalım diye bizi korkutuyor. Sonunda affedecek(!).   Kimi tenasühe inanıyor, kimi yeniden başka bir dünyada yeni bir hayata başlamayı ümid ediyor. Çevrenize bakın, politikacı, bürokrat, akademisyen, birçok kişi, gerçekten Allah’a ve ahiret gününe, gaybe, kadere, rızga, ecele, Meleklerin, Cinlerin, Şeytanların varlığına inanıyor mu? Bana kalırsa dinden soğumanın en büyük sebeblerinden biri aile, bir eğitim, biri Müslüman etiketli kişi ve kuruluşlar. Güzel örnek olamadık. Dahası, insanlar bize (!) bakıp dinden soğudular. “Biz” deyince ağır kaçtı değil mi? Biliyorsunuz Peygamberler masumdur. Ama Yunus peygamber “İnni küntü minezzalimin / Biz zalimlerden“ olduk demedi mi! Ne çok övünüyor ve ne çok dövünüyoruz. Hani “Ne varlığa sevinirim / Ne yokluğa yerinirim” diyecektik. Atalarımızla övünmeyecektik. İki günü birbirine eş olan aldanmışsa, geçmişle övünmek niye. Geçmişin güzelliklerini geleceğe ve zirveye taşıyanlar için geçmiş bir ibret dersidir ve Atalarımızın manevi mirasını geleceğe taşımak onlar için en güzel şükran olacaktır. Bakın başarı ya da başarısızlık ayrı bir konu. Kaybedilmiş savaşların kahramanları, kazanılmış savaşların hainleri vardır. Şeyhülislam işini doğru yapmamışsa cehenneme gider, onun kapıcısı, şoförü işin doğru yapmışsa cennete gidecektir. Biz alemlere rahmet olarak gönderilen bir peygamberin ümmeti olarak yaşadığımız zamana ve mekana adil şahidler olacaktık. “Müslümancı” olmayacaktık ama, “Müslümancılık” bile yapamadık. “El Emin” olmayı beceremedik. Dünyanın en muhteşem coğrafyasında yaşıyoruz, şükretmeyi bıraktık sürekli şikayet ediyoruz. Ne tarihini biliyoruz bu toprakların, ne toprağın altında ne var, üstünde var onu da bilmiyoruz. Birbirimizle uğraşıp duruyoruz. Vatan, millet, Sakarya gidiyoruz. Birbirimizle uğraşıyoruz, ama yabancı siyaset, sermaye, sivil toplum, akademisyenlerin peşinden koşuyoruz. Herkes böyle değil elbette. Her zaman iyi, doğru, güzel insanlar var ama iki felaket sözkonusu; bilgili, dürüst ve cesur insanların devlet ve toplum nezdinde itibar görmemesi ve engellenmesi, ikincisi de kötülerin itibar, güç ve servet sahibi olmaları. İkisi de aynı yanlıştan besleniyor aslında. İşte o zaman “Kahtı rical” dönemi başlıyor. İşte o zaman “bana ne”cilik, “neme lazımcılık” başlıyor, meddahlar, yalaka tipler, münafıklara gün doğuyor. Haksız güç ve servet sahibi olanların kibirleri helaka giden yolu döşüyor. Ademoğulları olarak bizler zor günlerden geçiyoruz. İnşallah aklımızı başımıza alırız. Yoksa gelecek günler geçen günleri aratabilir. İnşallah uyanırız da korkularımızdan emin oluruz. Bugün hepimizin havf ile reca arasında bir yerde durup çokça tevbe etmemiz gerek. Hani hayatı dönüştürmek için güç ve servet istiyorduk, ama güç ve servetin önce kendine sahip olanları dönüştürdüğünü çok geç anladık. Anladığımızda ise çok geç olmuştu. Sanırım şimdi yeniden imandan başlayarak, Hılful fudul temelli bir mücadeleye başlamamız gerek. Amentüye imanımızı gözden geçirmemiz gerek. Aileyi, nefsi ve nesli ıslah ile fıtratı korumamız gerek. Aklen ve ahlaken, ilmen tekamül etmemiz gerek. Aklımızla vijdanımızı barıştırmamız gerek ki insan insanla barışsın. Bu iki barış gerçekleşsin ki, insanlar tabiatla barışsınlar, tabiatla savaştan vazgeçsinler.     Günümüzde "İkonalara, seremonilere ve ritüellere boğulmuş bir din var.. Bu din benim dinim değil. Amerikano İslam', 'Euro İslam' ne derseniz deyin, kesinlikle bu ferdi planda vicdanlara, içtimai planda mabetlere hapsedilmeye çalışılan din, yüce yaradanın emrettiği din  değil." “İnandığımız gibi yaşamayınca, yaşadığımız gibi inanmaya başladık sanki” Okul, televizyon, gazetelerin ramazan sayfalarından öğrenilen Müslümanlıkla ancak bu kadar olurdu zaten. İşte onun için gidip terör örgütlü cemaatlere/tarikatlara kapaklanıyorlar,  Bu iş sadece bunlardan ibaret de değil. Bu durum kırsaldaki okumamışlarla ilgili bir sorun değil, akademik kariyer sahibi olup “Akaid”, “Siyer”, “Kelam” ne demek bilmeyen bir çok  genç var!? Bu memlekette aydın-okumuş geçinen bir çok kişi AMENTÜ seviyesinde, İMAN’ı bırakın, BİLGİ sahibi bile değil...Onun içinde bir çok kimse olanları bu perspektifden görmüyor, yorumlamıyor.     Amentü diye okuyup durduğumuz bir metin var ya, orada bir cümle de şöyle der: “Ve bil gaderi hayrihi ve şerrihi minellahu teala”.. Hayır ve şer’in Allah’ın iradesi içinde olduğuna iman ederim. Bakın biz “Allah’ın rızası”na talibiz! Ama hayır’ı da, şerri’de yaratan Allah’tır. Bir topluluk Allah’ın ipini bırakmıştır, Allah da onların ipini bırakır. Onları Allah’ın elinden alacak kimse yoktur!   Arabesk bir şarkıdaki gibi “Tanrım beni baştan yarat” şeklinde Allah’a haşa akıl öğreten bir bakış açısı bir Müslümana yakışmaz. Siyasilerin de katıldığı toplu dualara bakıyorum, kimi Allah’a akıl öğretiyor, kimi ikna etmeye çalışıyor. Allah’a açık açık neyi nasıl yaratması gerektiği söyleniyor sanki. Araya birtakım aracılar konularak ısrarla, tekrar tekrar istenen şeylerin gerçekleşmesi isteniyor. Hani bize hayır gibi gelen şeylerde şer, şer gibi gelen şeylerde Allah hayır murat etmiş olabilirdi. Yüce yaradan peygamberlerini bile, nimetlerini artırarak ve eksilterek, hatta korku ile imtihan edeceğini söylerken, biz Allah’tan bizi bu imtihanlardan muaf tutmasını istiyoruz sanki. En iyi bildiğimizi sandığımız şey dua, ama onu da bilmiyoruz. Evet, tamam “Dualarımız olmasaydı ne işe yarardık ki!” de “Kabul olmayan duadan Allah’a sığınırım” diyen Peygamber ne demek istedi aceba!?. Sadece istemekle o şey olacak mı. Ya da sadece onu dua kalıbında söylemediğimiz için mi olmuyor bazı şeyler? Mesela bütün Müslümanlar aynı zamanda “Mescidi Aksa’nın kurtuluşu için dua etsek” niye etmiyoruz, sadece tek başına dua yeterli olacaksa. İsra 11’de, “İnsan iyiliğin gelmesine dua ettiği gibi, kötülüğün gelmesine de dua eder. Esasen insanoğlu acelecidir” deniyor. Bu ayet bize ne söylüyor? “İblis bir günah işleyeceği zaman işe önce günahı kutsallık zırhına sarmakla başlar!” Allah’ın indinde makamınızı görmek isterseniz, sizi neyle meşgul ediyor ona bakın. “İman ettik” demekle yakamız bırakılıvermeyecek! “Bizden öncekilerin başına gelenler, bizim başımıza gelmeden cennete girdirilevermeyeceğiz”. “Allah bizi mallarımız, canlarımız, sevdiklerimizle kimi zaman artırarak, kimi zaman eksilterek cennete girdirilivermeyeceğiz.” “Kimsenin kimseye hiçbir faydasının olmadığını, annelerin evlatlarından kaçtığı o gün” yalnız başımıza imtihan olacağız ve hiçbir koruyucu ve yardımcımız olmadığı halde. Allah yaptıklarımızı, yapmamız gerekirken yapmadıklarımızı, söylediklerimizi ve söylememiz gerekirken söylemediklerimizi, kapalı kapılar arkasında fısıldaştıklarımızı görmekte, duymakta, bilmektedir. İbadet ve hayırlarını günahlarına perde yapanlar bilsinler ki, “Habitat ağmalüküm” yani amelleri boşa gitmişti. “Vay o namaz kılanların haline ki” denilenler arasında isimleri yazılanların vay haline! Kitapta 28 peygamberin adı yazılıdır. 4 peygambere kitap verilmiştir. Bunlardan Tevrat Hz. Musa’ya (a.s.), Zebur Hz. Davud’a (a.s.), İncil Hz. İsa’ya (a.s.) ve Kur’an-ı Kerim Hz. Muhammed’e (a.s.)  indirilmiştir. Ayrıca 10 suhuf Hz. Âdem’e (a.s.), 50 suhuf Hz. Şit’e (a.s.), 10 suhuf Hz. İbrahim’e (a.s.), 30 suhuf Hz. İdris’e (a.s.) gönderilmiştir ki bu “suhuf”ların toplamı 100 sayfa yapmaktadır.. Kur’an-ı Kerim’de adı geçen 30’a yakın peygamberin başına gelenler, onların duaları, İlahi uyarılar kısa kısa bize anlatılır. Bunun sebebi işte onların yaptıkları ve söylediklerinde bizim için işaretler vardır.  Dikkatinizi çekti ise, bazı sure adları bu peygamberlerin adını taşımaktadır ya da onların başından geçen olayları anlatan bir isimle anılmaktadır. Mesela Kur’an-ı Kerim’de Hz. Musa’nın adı 136 defa geçmektedir. Evet, bu pencereden baktığınızda, nerede durduğunuzu göreceksiniz. Asıl önemli olan nerede olduğunuzdan çok, nerede olmak istediğiniz ve o yolda ne yaptığınız ile ilgili. Cumhurbaşkanımızın 7 şubat 2018 tarihinde MYK toplantısından.. Birlikte okuyalım ,"Sözde ilahiyatçıların toplumu germesine fırsat verilmemeli.  Bu sözde İlahiyatçıların bir anda türemesi 28 Şubat’taki gibi etki ajanlığı olabilir." Yüce yaradanın karşısındaki "kulluk" miracını, Kendince yargılamak hangi kulun haddine? Din üzerinden, Kendine tartışılmazlık ve otorite alanı açmak, İslam'ın başına gelebilecek en kötü şey.......İlahiyatçıların bir kısmında ki handikap  şu :Evvela, İslamdan bahisle kendilerini tartışılmaz konumda görmek. Din eşittir onlar.....Nasıl olsa sorgulayan yok, inanan çok, salla gitsin!.....Kur'an okuyan, hıfzeden her insan kamil veya kamile olmadığı gibi, Onlardan uzak olmayı "bilimsellik" objektiflik sanmak da ahmaklık....Hani bir hikaye var ya...O misâl... "Yahu ben bunun neresini düzelteyim? Hazreti Davut değil, Hazreti İbrahim; kız değil, erkek; Ayşe değil, İsmail; keçi değil, koç; Azrail değil, Cebrail!...."Yarım hekim candan eder, yarım hoca dinden eder derler ya!...Bende düzeltmekten vazgeçtim...  Arap İslam, Türk İslam, Fars İslam, Liberal İslam, Laik İslam, Folk İslam, Amerikano İslam, Sünni İslam, Şii İslam, Suudi İslam, Euro İslam, Feminist İslam say sayabildiğin kadar. Önüne sonuna ne eklerseniz ekleyin, geriye kalan İslam değildir. Din, ideoloji, tarih, herşeyin içini boşalttılar.Bu notumuz da şimdilik burada kalsın... Allah’ım bize hakkı hak, batılı batıl göster. Hakk’ta toplanmamızı nasib et. Bizi nimet verdiklerinin yoluna ilet, gazabına uğrayanlardan değil. Bizi rızanın tecellisinin vesilesi kıl. Bizim ellerimizle zalimleri cezalandır ve mazlumlara yardım et. Namaz kılmamak gaflet hali olabilir. Fasıklık alameti de olabilir... Çoğunun, "Allah korkusu" dediği, Hâl ile değil, mahalle ilgili. Mahal değişince de bir şey kalmıyor zaten... İmtihana girmemiş her fazilet, Haritadaki menzilden ibaret.... Ne yolu anlatıyor ne yolculuğu.... Menzile varmak için çabalayana selam olsun!... Ancak namaz kendi başına kişiyi insan yapmaz.... Kendilerini, hele bir de kamera karşısına çıkınca, Zübde*i âlem sanan kerameti kendinden menkul sözüm ona ilahiyatçıdan ancak bu kadar!.. Giderek herkesin daha çok İslam'dan bahsettiği, Ancak daha az Müslüman olduğu bir âleme yolculuk faslındayız. Hayırlı sahurlar... Orhan   ELMACI Mansur@orhanelmaciorhanelmaci Ahlaki Boyutdan Yoksun, İçselleştirilememiş Bir İbadet. Ne İçin?...   5,0     04.08.2013 13:02:36 A+ A-     Hz Ömer dizisini izlediniz mi bilmiyorum ,ama bu dizi gerçekten güzel bir dizi!...  Aslında dizi haline getirilmiş İslamiyetin doğuşunu ve gelişimini anlatan bir filim…  İslamiyet’in doğuşunu, insanların Hz Muhammed’den etkilenmesini, Hz. Ömer’in Müslümanlığı nasıl seçtiği anlatılmakta.. Tabii ki inananların uğradıkları zulümler , inananların çektikleri çileler de.. Özellikle de İslamiyetin ilk zamanların da!... Peki İslamiyet ne vaat etti de, Allah’ın Resulü ne söyledi de insanların gözleri kamaştı.. Adalet dedi.. Adillik dedi…Eşitlik dedi.. İnsanların eşit olduğunu söyledi.. Haksızlığa göz yumulmamalı dedi.. Zulme karşı çıktı.. Kibrin, kıskançlığın, dedikodunun, fitneliğin, fesatlığın ,yalancılığın,hasetliğin,nankörlüğün, kulla kulluk etmenin  kötü bir şey olduğunu anlattı..Kısacası kadim değerlere sahip çıkılması gerektiğini anlattı… Birbirlerini sevmelerini, birbirlerinin kuyusunu kazmamalarını ,müslüman olmasa bile onların ötekileştirilmemesini istedi. İnsanlar etkilendi, ilk Müslümanlar bu sözlerin büyüsüne kapılarak Peygamber’in peşinden gitti.. İlk yıllarda dinin ahlak boyutu ön planda.. Ahlak boyutu etkileyici, Kadim değerler bağlılık cazipt, baş döndürücü, sürükleyici.. İyi insan olmanın, hakkaniyetli insan olmanın, adil insan olmanın, başkasının hakkını yememenin yolu gösterilmekte..  Kimse kimseden üstün değil..  Herkes Allah’ın kulu.. “Nice oruç tutanlar var ki, oruçlarından payları açlık ve susuzluktur. Ve yine nice ayakta duranlar / namaz kılanlar var ki, namazından elde ettiği şey yorgunluktur." (İbn Hanbel, 2/373) Ayet öyle diyor: Şeytan sizi Allah’la kandırmasın. İblis size sağınızdan, solunuzdan, önünüzden arkanızdan, aşağıdan ve yukarıdan gelir. Açık bir kapı bulursa içinize girer ve damarlarınızda dolaşır. Kanın gittiği her yere gider. Unutmayın, İblisin varlığı günah işlemenizin bahanesi, gerekçesi olamaz. Derler ki, “Kedi aç kalır ve yavrusunu yemeye karar verirse, onu fareye benzetirmiş.” Dindar biri yalan söylememeli, haram yememeli, zina etmemeli, içki içmemeli, adam öldürmemeli. Evet bu doğru. Ama Müslüman adam bunları yapmaz diye bir şey yok. Yaptı diye de dinden çıkmaz. Bunları yapmasa da, bunları meşru görürse, dinden çıkar. İblis peşine düştü mü bir insanın ve o da ona kapıyı bir açtı mı, artık onun işi zor.  İblisin peşinden yürümeye devam eder. Kim bunlar derseniz, onları görmek için çevrenize bakın bakalım, yok oldular değil mi? Onların gittikleri mekanlara bakın bakalım, eğer yolunuz düşerse tabii, kimlerle dost olmuşlar, kimlerle beraberler, kibir var mı? Eski dostları ile ilişkisi nasıl. Aile, çocuk, eş-dost ilişkileri ne durumda. Bunlar inandıkları gibi yaşamaktan uzaklaşınca yaşadıkları gibi inanmaya başlarlar..   Kimimiz ilmimizle kibirlendik, kimimiz makamımızla, kimimin paramızla, kimimiz şöhretimizle. Kimimiz bunlara ulaşmak için İblisin yalan vaadlerine kandı, kimimiz bunları elde ettikten sonra sapıttı. İnsanoğlu neyi ihtirasla ister ya da neye sahip olur ve onunla kibirlenirse, Allah onları o şeylerle imtihan eder. O şeyler, “dua ile istenen bela”ya dönüşür. Mahkeme kadıya mülk değildir. Bize  İlahlık ve Rablik taslayanlara, yani bizim üzerimize hüküm koymaya ve bizi kendi heva ve heveslerine göre terbiye etmeye kalkanların emri vakilerine her zaman karşı durmalıyız. Ağuyu altın tas içre, bala karıştırıp sunanların, yani helale haram katanların yaldızlı sözlerine ve işlerine de kanmayalım bu arada. Hani onlar, ‘Biz ıslah edicileriz’ diyorlardı da, Kur’an onlar için ‘Onlar bozguncuların ta kendileridir’ diyordu ya! “Ayinesi iştir kişinin lafa bakılmaz. Dünü unutmadan, ham vaadlere kanmadan. Adil şahidler olmak.. Haksızlık kimden gelirse gelsin, kime yönelik olursa olsun, mazlumdan yana zalimlere karşı olmak ne kadar güzel bir haslet. Kafanızı kimseye kiraya vermeden, ne lidere, ne örgüte, ne de şeyhe. Din ve devlet büyüklerini İlah ve Rab edinmeden. " Haksıza karşı, haklıdan yana durarak o her kimse ve işi ehline vererek. Aksi zulümdür ve Allah, cahil, zalim, fasık ve müfsit kişi ve topluluklara yardım etmez. Onların işlerini sarp dağlara sardırır. Kazandıkları, para makam ve şöhret, dua ile istenen bela olur onlar için. Yunusun dediği gibi: "........................ Okudum bildim deme Çok taat kıldım deme Eğer Hak bilmez isen Abes yere gelmektir Dört kitabın mânâsı Bellidir bir elifte Sen elifi bilmezsin Bu nice okumaktır. .........................."      Yukarıda çok kısa ve çarpıcı bir biçimde ifade edilen düşünceler  toplumun içinde debelendiği,.kısır döngüyü betimlemekte..Toplumları, aileleri, bireyleri sarsan dinin ibadet boyutu ahlaki boyutuyla entegre edilmiş. Bütünleştirilmiş...Gayri müslümler bile ötekileştirilmemiş.Onların inaçlarına;haklarına, hukuklarına ,canlarına,mallarına ve namuslarına helal getirilmemesi için mücadale verilmiş… Müslümanlığın,İslamiyetin  hızla yayılmasının sebebi de bu..  Hz. Ömer dizisi bu boyutu çapıcı biçimde anlatıyor..  Bugüne gelelim..  Dinin ahlaki boyutu bazı kesimlerce  unuttulmuş, konuşulmaz olmuş.. Her şeyde olduğu gibi, ibadette de herkes gösteriş peşinde…. "İnsanın olduğu yerde hiçbir şeye şaşma!" diyen özdeyişi doğrulamak için umarsız bir  tutkuyla haksızlığın, adaletsizliğin, kıskanmanın,  pusu kurmanın, arkadan vurmanın, bende olmayan başkasında da olmasın, ben önde olayım da başkası nerede olursa olsun algısının etkisi altında….   Eksiğimizi ve yanlışımızı bize anlatan gerçek dostları değil de; önyargımıza, yerleşik doğrumuza, kalıp düşüncelerimize, kör inançlarımıza, saplantılarımıza, ezberlerimize uygun sözler ederek, kendi bataklığımıza daha fazla saplanmamızı yol açan dalkavuklukları kendimize daha  yakın bulma çabası… Hayatın gerçeği yerine, kendi öz gerçeğini öne çıkarmak isteyenlerin kendilerini anlatırken kullandıkları "kutsal şalların gizlediği gerçeği" görme isteğinde ki azalma ya da yok olması; kör olması....Gerçek yerine  yanılsamaların arkasına takılma… Herkesi kusurlu, kendimizi kusursuz görme…. "Akla nazar değmez" gerçeğini unutup, insanların yüzlerine söyleyemediklerimizi, arkalarından ağzımızı doldurarak anlatmaktan hoşlanmak…. Kendi icadımız olan varsayımlarla oluşturduğumuz düşünce çerçevesini  "mutlak doğru" algılamasına kadar taşıma. "Kutsal kitabımız “Kuranı Kerim”i analatik olarak içselleştirmek yerine ,anlamını bilmeden ,başkalarının anlattıklarına körü körüne bağlanma isteği  "Kutsal kitabı anlama çabasında kendinden çok başkalarını aracı etme. Onların  söylediklerini asıl refarans  kaynağı olan kutsal kitabımızdan  teyit etmeden”mutlak doğru”olarak Kabul etmek. Bunun için insanlık bu kadar cana mal olan bir serüven yaşamak zorunda mı? Bu coğrafya da yaşadığı acılar yetmedi mi? Yoksa bunlar  sonsuzluğa kadar sürecek bir oyunun parçası mı? "Topluluktan topluma geçiş" sürecini tamamlayamamızın gerekçileri bunlar mı?... Hayatın "nesnesi" olmayı aşıp "öznesi" olma konusunda hızlı bir ilerleyememenin  handikapları bunlar mı?... Ahlaki boyutunu içselleştirmeden, konuşulmadan ibadet boyutunu hep ön planda tutulması ne kadar doğru. Ya da doğru mu? ..  Bilemem..  Tamam, doğru ibadet önemli de; ibadetin asıl amacı ne? İslamiyet sadece ibadet mi demek? Kesinlikle hayır!... Bizce “ibadet sorunu  yok ,ibadetle entegre edilmemiş ahlak sorunu var” …. Zaten ibadet sorunu hiç olmadı.. Gidin herhangi bir camiye herkes gayet düzgün biçimde namazını kılmakta….. Ben daha saçmalayanı, çuvallayanı, ne yapacağını bilemeyeni görmedim..  Duymadım da.. İnsanlar vecibelerini yanlışsız yerine getiriyor..  Ne kadar mükemmel!....  Bi sorun yok..  Yok da.. Ben kendimi bildim bileli varmış gibi davranılıyor.. Din denilince, İslam denilince, Müslümanlık denilince işin hep ahlakla bütünleştirilememiş ibadet boyutu…..  Okullarda da..  Camilerde de üzerinde durulan bu.. Dinin ibadet boyutu..  Sadece iktidarlar değil, aileler de dinin sadece ibadet kısmıyla ilgileniyor.. Gerisine bakmıyor.. İbadetin nasıl yapılacağını bir an evvel öğretmek..  Bu telaşı görünce, zannedersin ki.. Memlekette ibadet sorunu var..  Yok..  Ama bi sorun var..  Ahlak sorunu var.. İslam dininin bu kısmının konuşulmaması sorunu var.. İbadetten daha önemli görülmemesi sorunu var.. Hayata geçirilmemesi sorunu var..  Dini ibadetle sınırlama sorunu var.. Şu gerçek; çoğu kişi camide başka, cami dışında başka.. İbadet anında başka, ibadet dışında başka..  Adam namazında niyazında.. İbadetini eksiksiz yapıyor, kusursuz yapıyor.. Gelgelelim çalıyor, çırpıyor, önce cebini düşünüyor, kazık atıyor, dedikodu yapıyor, başkasının hakkını yiyor,başkasının namusuna göz dikiyor ,haram yiyor, haksız kazanç sağlıyor, Yalan söylüyor, kula kulluk yapıyor…uzatmayalım dinin yapma dediklerini, uzak dur dediklerini  yapıyor..   Dinin ahlak kısmını dikkate almıyor..  Niye mi? Çünkü ona ibadet kısmı öğretilmiş.. Ahlak kısmından haberi yok..İbadetin ahlakla içselleştirilerek yapılması gerektiğinden bi haber. Müslümanlığa , İslama  ne kadar zarar vereceğini düşünmeden, ötekeliştirme eğilimi daha kolay ve yaygın…  Dinin, ibadetle sınırlı olduğunu zannetmekte.. O ibadetin “ahlaklı bir insan olma yolunda yapılan ritüeller olduğunu”düşünmekten uzak. Kendince, en iyi ibadeti, o yapıyor!..Yukarıda anlatılanları teyit eden ibretlik bir hikaye.Birlikte okuyalım:       Efendim delilerin-velilerin çok olduğu o eski zamanlardan birinde, meczubun biri camiye girer, belli ki namaz kılacak..Ama oturmaz, meraklı ve şaşkın gözlerle etrafı süzer-dolanır..Bir oraya, bir buraya her köşeye dikkatlice bakar ve hızla çıkar gider..      Az sonra sırtında bağlanmış odunlarla tekrar gelir camiye ve tam namaza başlamak üzere olan cemaatle birlikte saf tutar..Ama sırtındaki odunlarla güç bela bitirir namazını.        Eğilip kalktıkça yere düşen odunlar, çıkardığı ses vs. derken, tabii cemaat de rahatsız olmuştur bu durumdan..Nihayet biter namaz, bitmesine ama her kafadan bir ses çıkar..Herkes kıpırdanmaya, adama söylenmeye başlamıştır bile..İmama kadar ulaşır sesler, hafiften tartışmalar..       İmam aynı mahalleden, bilir az çok garibin halini, şefkatle yaklaşır meczubun yanına ve der ki:      “Oğlum böyle namaz mı olur, sırtında odunlarla, sen ne yaptın? Hem kendini hem de çevreni rahatsız ettin bak, bir daha namaz kılmaya yüksüz gel olur mu?”     Bunu duyan meczub melül-mahzun, ama manalı bir bakışla sorar:      “Âdetiniz böyle değil mi?”       “Ne âdeti?!” der Hoca.. Cemaat da toplanmış, merak ve şaşkınlıkla olayı izlemektedir o sıra.. Demiş ki meczub bu kez: “Hocam ben namaz kılmak için girdim camiye, şöyle kendime uygun bir yer ararken içeridekilere baktım, gördüm ki herkesin sırtında bir şeyler var. Zannettim ki adet böyledir, ben de şu odunları yüklendim geldim işte, neden kızıyorsun? Kızacaksan herkese kız, tek bana değil! Hoca şaşırır: “Benim sırtımda da mı var?” der.. “Evet” der meczub, “Hepinizin sırtı yüklü!”.. Cemaatte ise hafiften “deli işte!” manasına,bıyık altından gülüşmeler başlamıştır.. Meczub bu kez öne atılır ve tek tek cemaati işaret ederek, saf bir çocukça, heyecanla bağırır: “Bak bunun sırtında mavi gözlü bir çocuk, bunda kocaman bir elma ağacı vardı.. Bunda kırık bir kapı, bunda bir tencere yemek, bunda kızarmış tavuk, şunun sırtında yeşil gözlü esmer bir hatun, bununkinde de yaşlı annesi vardı!..” Sonra iki elini yanlarına salar başını sallar ve umutsuzca; “ Boş yok, boş yok hiç!..diye tekrarlar. O böyle söyleyince, herkes dehşet içinde şaşkınlıkla birbirinin yüzüne bakar!     Aynen doğrudur dedikleri çünkü; Kimi doğacak çocuğunu düşünüyordur namazda, kimi bahçesindeki meyve ağaçlarını, biri onaracağı kapıyı, diğeri lokantasında pişireceği yemeği..Biri açtır aklında yiyeceği tavuk, birinin sırtında sevdiği kadın, diğerinde de bakıma muhtaç annesi vardır. “Peki söyle bakalım bende ne vardı?” der, bu kez endişeyle Hoca.. O da der ki:“Zaten en çok da sana şaştım hoca! Sırtında kocaman bir inek vardı! Meğerse efendim, hocanın ineği hastaymış, “öldü mü ölecek mi?” diye düşünürmüş namazda.. “Harâbât ehlini hor görme sakın, defineye mâlik viraneler var.”      Bildirince bildiren, yüreği olan görüyor elbet..     Ya işte böyle ... Bu kadardır ol hikaye..       Bize düşen ibret almak. Gelin hepimiz düşünelim bakalım, namazdayken sırtımızda neler var? Neleri sırtlıyoruz, neyin hamalıyız? Namaz ki bir gök yolculuğu.. Sevgiliyle buluşma, konuşma ânı.. Hiç insan sevgilisiyle olduğunda aklına başka şey gelir mi? Hem de nerde?! O huzurda.. Sırtımızda ne var?       Kısacası,gücümüzün sınırlarını bilmenin, gücü kullanma zamanını iyi kollamanın ve gücü kullandıktan sonra bize nasıl geri döneceğini hesaplamanın bizi  "insanlaştıran" ilkelerden biri olduğunu yüksek sesle  birbirimize anlatamadığımızdan.    Öğrenmenin  bizi " ilim sahibi" yapacağını; ama "ilkeli yaşamayı" bir  "davranış biçimi ve  yaşam tarzı" haline getirmeden "irfan sahibi" olamayacağımızı  kendimize anımsatamadığımızdan. Dürüst, kul hakkı yemeyen, Peygamberimizin ahlakına yakın bir ahlak seviyesine ulaşmış ama ibadette kusurlu, ibadette eksik insan mı makbuldür..   Bazan toplum devlet eliyle saptırılır, bazan da devlet toplum eliyle rayından çıkar. Bu ikisi arasındaki ilişki ve çelişki tencere-kapak ilişkisi gibidir. Kesinlikle israf ve aylaklığın önlenmesi gerekir. Vergilerin, teşvik, muafiyet ve imtiyazların açık bir şekilde yeniden düzenlenmesi gerekir. Üretim yoksa ve bir tüketim çılgınlığı sözkonusu ise, hazıra dağ dayanmaz. Üretimde kalite ve maliyet konusunda rekabet edebilir bir durumda mıyız. Bürokrasi engel mi, kolaylaştırıcı bir rol mü oynuyor. Ülkenin milli kaynakları etkin ve verimli bir şekilde kullanılabiliyor mu? “En önemlisi bir ülkede zenginlik ve imkanların birkaç elde toplanmasını önleyecek bir yol tutulmalıdır. Yoksa devlet, varlık içinde yokluktan ölür. Bu da tefecilik ve istifçiliğin, gayrimeşru kazanç yollarının piyasaya hakimiyeti ile son bulur” der Bacon.  Bacon, Burjuva ve Aristokrat kesim kışkırtmadıkça halkın kendiliğinden kolay kolay harekete geçmeyeceği görüşündedir. Bugün artık uluslararası sistem STK, media, sermaye grubları, hatta muhalefet  üzerinden kontrollü bunalım stratejisini örgütleyebilmektedir. Biden’ın seçildikten sonra Türkiye hakkında söyledikleri hâlâ akıllarda. “Halka hoşnutsuzlukları ile kızgınlıklarını ölçüyü kaçırıp işi azgınlığa dökmeden açığa vurma özgürlüğü tanımak güvenilir yollardan biridir. Öfkesini içine atan, yarası için için kanayan kimse onarılmaz çıbanlar, irinli yaralarla toplumsal öfkeyi daha da büyütürler.” “Yöneticiler kışkırttıkları öfkenin kurbanı olurlar. Yapacakları en akıllıca iş umudu ve güveni canlı tutmaktır” der Bacon aynı denemesinde.  “ ‘Toplumun babası’ olmaları gereken hükümdarların bir partiye bağlanıp yan tutmaları durumunda, devletin, bir yanına çok ağırlık yüklendiği için dengesizlikten batan bir gemiye dönüşecektir. Tıpkı Fransa Kralı 3. Henri’nin önce Protestanları yok etmek için kurulan birliğe girmesi, hemen sonra da aynı birliğin krala karşı dönmesi gibi.” Evet, insan partili olabilir. Ama “Partici” olmamalı, “Partizanca” davranmamalı. Müslüman “Müslümancı” olmamalı, Akıllı “Akılcı” olmamalı. Yüzümüzü Hakka dönmeliyiz. Yoksa “taşlanmış Şeytan” “ıslah edici” maskesi ile gelip, nefsimizin hoşuna giden şeyler söyleyerek, bizi kandırır ve o zaman da kaçtığımızı sandığımız şeye doğru koşarız. İyi bilelim ki, Şeytan ve onun dostları, yol arkadaşları bozguncuların ta kendileridirler. Şeytanın bize oynadığı oyunu görüp gerçeğin farkına vardığımızda ise çok geç olabilir. İnsanoğlu ne kadar kibirli. Her insan hata yapma potansiyeline sahip. Hatasız kul olmaz. Peygamberler bu anlamda uyarılmış, korunmuş oldukları için “Masum”durlar. Ama yine de onlar çokça istiğfar ederler. Hz. Yunus “inni küntü minezzalimiyn” der. Ne tevbe istiğfar edilip, necasetten ve hades’ten temizlemeye çalışıyoruz, ne de şükredenlerdeniz. Her şikayet ve hep daha fazlasına sahip olma konusunda ihtirasımızı engelleyemiyoruz. Böyle olunca da ortam kifayetsiz muhterislere kalıyor. Herkes birbirini kıskanınca birbirinin malına, makamına tamah ediyor. O zaman da Allah onları biribirine musallat ederek onları cezalandırıyor. Ne az ibret alıyoruz. Bu anlamda tarih ibretlerle doludur ve ibret alınmayınca da hep tekerrür ediyor. Bu gibi durumlarda herkes birbirini suçlar, başkalarını eleştirip, öğütleyip durdukları şeyler konusunda kendi nefislerine karşı bir tedbir düşünmezler. Kıskançlık ve kibir onların beynini kemirir durur. Bana kalırsa herkes, ferden ferde bir tevbeye ihtiyacımız var. Özellikle de kul hakkı konusunda çok dikkatli olmak gerek. Aklen ve ahlaken yücelmedikçe düzelme olmayacak.  Çünkü Allah, cahillere ve zalimlere yardım etmeyecek ve onların işlerini sarp dağlara sardıracak.  “Ebu Cehil” denilen kişinin zamanının en bilgili, en zengin, en saygın kişisi olduğu unutulmamalı. Ümmi “Cahil” demek değildir. Cahil olan Şeytan ve onun peşinden gidenlerdir. “Kitap yüklü eşekler” Cahil kategorisinde değerlendirilir. Gerçek Cahil, hakikatin bilgisinden yoksun olmaktır. Ve bugün yaşadıklarımız ahlaki zaaflarımızdan ve cahilliğimizden kaynaklanmaktadır.   Beş vakit namaz kılan, din vecibelerini yerine getiren ama hileye hurdaya göz yuman, fitnelik,fesatlık,yalancılık.nankörlük,kıskançlık,haksızlık karşısında susan Camide başka, cami kapısının dışında başka olan mı? Sorumuz net.. Hangisi? ibadet kısmıyla ilgileniyor.. Gerisine bakmıyor.. İslamiyetin ahlaki kısmı yok sayanlar!.. Görmek istemediğiniz kötülükleri, kapalı kapılar ardında fitne fesatlık yaparak sahneye koyuyorlar. Kendi yandaşlarına her türlü menfaat ve çıkarı sağlama peşindeler. O kişinin ehil olup olmadığına bakmadan; İşleri yandaşlarına vermek için yarış içindeler. Diğerlerini ötekileştirenler boş durmuyorlar. Ramazan ayı bile bunları durdurmaya Yetmiyor!.... Çünkü bakmayın onların” Müslamanım” diye ortalıkta gezinmelerine . Tek kelime ile "Münafıklar" siz bakmayınca yok olmuyorlar. Siz, çoğu kez korkudan, bazen yapacak daha mühim işleriniz olduğundan, belki 'makbul bir vatandaş' olmanız sebebiyle o kötülüğün size uğrama olasılığını hiç kondurmadığınızdan, bazen de sözcüklerle yeniden hayat verirseniz ruhunuzun altüst olacağını sezdiğinizden bakmıyorsunuz. Görmek istemiyorsunuz. Bakmayan her göz, karartılan her vicdanla o kötülük utanç verici bir vahşete dönüşüyor. Sadece o kişiler değil, toplum her katmanında tiksindirici bir meşruiyet içinde debelenip duruyorlar!... Bu insanlar, Müslüman ve Hz. Muhammet’in ümmetinden iseler, tıpkı Peygamber’in ömrü boyunca yaptığı gibi, Kuran’da dile getirilen ilkelere uymalı, kişisel ve kamusal işlerini başkalarına sövüp sayarak değil, danışarak yürütmelidirler. Çünkü İslam’da danışma, şûra, farzdır. “(…) Zira onlar, büyük günahlardan ve utançlardan kaçınırlar, öfkelendikleri zaman bile bağışlayıcıdırlar (…) Birbirlerine danışarak işlerini yürütürler (Şûra Sûresi, 42/36-39).  Önceki akşam Hz Ömer dizisini izlerken bunları bir kere daha düşündüm.. Müslüman’ım diyen herkes bir iki dakika düşünse!..   Son Söz: İyi insan demek vatanını seven, vatanı için doğruları ve yanlışları tarafsız ve objektif bir şekilde insanlarına anlatan demektir. Dini sahiplenirken ona hangi manayı atfettiğiniz, mensup olduğunuz inancı nasıl özümsediğiniz, sizi diğer din mensuplarından farklı kılar. Üstelik bu kadim bir hadisedir.“İnsanlar bir dinleri olduğu için ahlaka ihtiyacı kalmamış gibi davranıyorlar.” Oysa ahlaktan arındırılmış bir din yorumunun kimseye faydası olmadığı gibi çokça zararı vardır.Hz Muhammed, “La ilahe illallah”, “Allah’tan başka ilah yoktur” dedi. Devesinden indi, asasını havaya kaldırdı. Önündeki ilk puta darbe indirdi. Kendilerinden marifet beklenen Hübel, Lat, Menat, Uzza... Yüzlerce put birer birer yıkıldı. Ancak “put yapma” da “put yıkma” da bitmedi. Put, aksi sanılsa da bir heykel değildi. Üzerine iktidar elbisesi giydirilmiş, büyüdükçe de insandan uzaklaşmış bir hikâyeydi. Kimi zaman taştan topraktan, kimi zaman etten kandan, kimi zaman paradan ya da güçten putlar yaratılmaya devam etti. Eksik olmasınlar, her devrimci de eylemine “putları yıkıyoruz” diye başladı. Onun için din dahil mensup olduğumuz tüm kimlikleri sahiplenirken önce kendimizle ve toplumumuzla yüzleşmemiz gerek. Bu kimlikleri bir rütbe, ikbal için mi taşıyoruz; yoksa gerçekten o kimliklerde gördüğümüz değerleri yaşamak için mi? Önce burada anlaşalım. Sağlıcakla kalın! Günleriniz hep aydınlık olsun!  Yüreklerindeki sevgi daim olsun!  Yüreği "Berkehan"  ve "Bilgehan Deniz" Kadar temiz olan tüm insanların!  OE -04.08.2013 ---------------------------------- Ünlü işadamına “Ramazan nasıl gidiyor?” diye soracak oldum, “Ramazan iyi gidiyor ama, iftar konusunda dertliyim” dedi ve de anlattı... ”Bizim aile Anadolu kökenli. Bizim örf ve âdetlerimize göre iftar önemlidir. Aile iftar sofrasında bir araya gelerek oruç açar. İhtiyaç sahiplerine iftariyelik gönderilir. İftar saati iş saatine rastlıyor ise, işyerinde çalışanlar için iftar masası hazırlanır. Şimdilerde İstanbul’da bir iftar daveti modası çıktı ki... İnanılmaz. Şirketler, işa...damları, politikacılar otellerde, lokantalarda iftar daveti düzenliyorlar. Herhalde belli bir işadamları ve önde gelen kişiler listesi var ki, bu listede isimleri yazılı tanıdık, tanımadık, niyetli, niyetsiz genelde hep aynı kişiler iftarlara davetli. Benim de işim dolayısıyla, ismimin öne çıkması nedeniyle listede ismim olmalı ki, hemen her gece bir veya birden fazla iftara davetliyim. Evde, çoluğum çocuğum ile iftar sofrası başına oturamaz oldum. Gitme diyeceksiniz. Gitme demek kolay... Az çok ilişkimiz var. Gönül koyuyorlar.” Faturayı kim ödüyor “Bir başka sorunum daha var. Davette oruç açarken günaha girdiğimi düşünüyorum. Çünkü paranın davet sahibinin helal kazancı ile mi ödendiğini, yoksa faturaların davet sahiplerinin şirketlerinin veya görevli oldukları kurumların hesabına masraf yazılarak vergiden mi düşüldüğünü bilemiyorum.” Ünlü işadamımızın “iftar sofrasının masrafının, helal kazançtan karşılanması” uyarısı çok önemli. Ne yapalım, hayat bu. Öylesi de var, böylesi de... Bir okunma: Orhan ELMACI 4 Ağustos 2012  ·  Mübarek Ramazan ayının neredeyse yarısına ulaştık. Bu ayda özellikle de oruç tutan “inananlara” Allah sabırlar versin diye sözlerime başlamak isterim!... Elif: Arapca da ilk harf. Düz bir çizgi. Sayı değeri bir. Anlamı: Tanıdık, dost, doğruluk, dürüstlük, dümdüz olan, eğrilmesi kırılması olmayan, ince sade bir sızı, ışık saçan, hatta güzel bir kız, vs. kısacası, Elif demek hayatımızın anlamı. Elif in noktasi üstüne yatık 9 gibi olan "ötüre" ile yapilir ki, bu mesar!!.. gibidir. Veya Elif in yanina bi nokta konursa bunun okumasi: " Ahhh" diye olur. Be: Arapça da ikinci harf. Bir tek Nokta. Sayı değeri iki. Anlamı: Ahad!!.. Delil. İspat. Yaşam kaynağı. Kur'ân, Besmele`nin başı “B” ile “B”nin altındaki Nokta'dan başlar. Çok ilginç ve şaşırtıcı!!.. “B”deki Nokta`nın yukarıya doğru uzamışı da "Elif"!!.. Elif, nereden gelir?? Nokta' dan!!.. Bir şekil çizmek istediğiniz zaman nokta ile başlarsınız. Önce, nokta oluşur. Sonra noktayı yukarıya ya da aşağıya doğru uzatırsınız. Noktalar sıralanır ve şekilden farklı bir anlatımlar meydana gelir. Ya da yatık bir çizgi ve onun kaynağı olan nokta!!.. Kitaplar böyle yazıyor!... Nokta!!.. Hep nokta!!. Hiç açılıp saçılmamış!!.. Nokta!!.. Yani Bé Harfler, ise Nokta dan Elif'e uzayıp çeşitli şekillere bürünmesiyle oluşmuş!!. Ve de her bir harf “nokta”ların bir araya gelmesiye meydana gelmiş. Noktalar öyle sık bir araya gelmiş ki biz noktaları hiç farketmeyip, harfler var sanmışız!.... Harflerin ana kaynağı nokta olduğu nedense hep dikkatden kaçmış, unutmuşuz, önemsememişiz. Hani bir söz var ya, “Damla derya ya düştüğünde yok olduğu sanılır ama damla derya da hep vardır ve içinde saklıdır.” Hallâc-ı Mansûr’un durumuna düşmemek için derinlere dalmak istemiyorum!.. Bütün bunları neden yazdım?!.. Bana göre Dünyanın en seçkin bu coğrafyasında Anadolu da İki sevgilinin Aşk ını, bunların kavuşmasını önleyen engellerle mücadelesi ni anlatan beni en çok etkileyen Türkü’ lerin başında Kütahya’nın Türküsü " Elif dedim be dedim " gelir. Aman Allah ım!!.. Bu nasıl duygudur!!.. Bu nasıl Aşk tır!!.. Bu nasıl mucize bir sözdür!!.. Öyküyüde kısaca anlatırsak.. Genç bir adam Elif isminde bir kızı sever. Elif de ona sevdalanır. Fakat genç adam o eski zamanların ince hastalığı olan Verem e yakalanmıştır. Elif'in ailesi, bu durumu görür ve kızını onunla evlendirmek istemez. " Git tedavini ol gel öyle Elif i al " derler. Bunun üzerine genç adam çok sevdiği Elif inin aşkı için hastaneye yatar. O dönem koşullarında iyileşmesi olanaksızdır. Öleceğini bile bile genç adam tedaviye devam ettiği için Elif'e bir haber gönderir.. "Ölüm, ölüm dediğin nedir ki gülüm ben senin için yaşamayı göze almışım" der. Elif ten yanıt gelmez. Fakat zaman ilerledikçe genç adamın hastalığı artar. Genç adam hastanede yattığı sürede sadece Elif' ten haber almak bir de içindeki yangını söndürmek için ( yaşamının kaynağı olan ) yanlız su içmek ister. Yemekten kesilir. Ancak kızın ailesi bir kez bile görmesi için Elif'i onun yanına yollamaz. Hastalığının arttığını, tabutunun bile hazır olduğunu Elif'ine türkü içinde ağıt halinde yazan genç adam, hastanede yattığı sürede bu türkünün sözlerini yazıp şapkasının içine saklar. İyileşemez ve çok sevdiği Elif ini göremeden ölür. Cenazesi köyüne getirilir. Şapkasının içerisinden yazdığı sözler bulunur ve ailesi tarafından bestelenmesi istenir. “Öl&

Feodalizmden Kapitalizme… Kapitalizmden Tekno-feodalizme… Bir Ekonomik Sistemin Sürdürülebilirlik Yolculuğu ve Türkiye Örneği...

İlk Söz: Soru şu: Türkiye’de Şirket / Tekno kapitalizmin kökenleri nedir? Geçiş serüveninde Türkiye’nin sosyo-ekonomik ve politik görünümü referans göstergesi olarak nasıl bir evrim geçirmiştir? Farklı kavramlar olarak görünmekle birlikte bu üç kavram  Şirket Kapitalizmi=Tekno kapitalizm=Paydaş kapitalizm bu blog yazısında aynı kavramlar olarak değerlendirilmiştir...kapitalizmin kavramının başına ne koyarsanız koyun sistem"sömürü"üzerinde kurgulanmıştır.  Bu notumuz şimdilik burada kalsın.. Feodalizmden Kapitalizme Geçiş Süreci: Feodalizm, Orta Çağ Avrupa'sında yaygın olan, toprak sahipliğine dayalı bir sosyo-ekonomik sistemdi. Feodalizmden kapitalizme geçiş, 14. yüzyılda başlayıp 19. yüzyıla kadar devam eden uzun ve karmaşık bir süreçtir. Bu süreçte etkili olan faktörler şunlardır: Ticaretin gelişmesi: Haçlı Seferleri ve Coğrafi Keşifler gibi olaylar, ticaretin gelişmesine ve şehirlerin büyümesine yol açtı. Sanayi Devrimi: Buhar gücünün keşfi ve makineleşme, üretim süreçlerini kökten değiştirdi ve fabrikaların ortaya çıkmasını sağladı. Burjuvazinin yükselişi: Ticaret ve sanayiden zenginleşen burjuvazi, siyasi güç kazanmaya başladı ve feodal düzeni sorguladı. Aydınlanma: Akılcılık, bireycilik ve özgürlük gibi fikirler, feodal düzenin meşruiyetini zayıflattı. Kapitalizmin Tarihsel Gelişimi: Kapitalizm, özel mülkiyete, serbest piyasaya ve kâr amacı güden üretime dayalı bir ekonomik sistemdir. Kapitalizmin tarihsel gelişimi şu aşamalardan oluşur: Merkantilizm (16-18. yüzyıllar): Devletin ekonomiye müdahalesiyle zenginleşmeyi hedefleyen bir sistemdir. Liberal Kapitalizm (19. yüzyıl): Serbest piyasa ve rekabetin ön planda olduğu bir sistemdir. Tekelci Kapitalizm (20. yüzyıl): Büyük şirketlerin piyasayı kontrol ettiği bir sistemdir. Küreselleşme ve Finans Kapitalizmi (21. yüzyıl): Sermayenin serbest dolaşımı ve finans sektörünün önem kazandığı bir sistemdir.   Kapitalizmin Kısa Tarihi ve Evrilme Süreçleri: Kapitalizm, temelde üretim araçlarının özel mülkiyetine dayalı bir ekonomik sistemdir. Tarihsel süreç içinde farklı aşamalardan geçerek günümüzdeki haline ulaşmıştır: 16-18. Yüzyıllar: Merkantilizm ve Tarım Kapitalizmi: Bu dönemde, ulusal zenginliğin altın ve gümüş birikimine dayandığı merkantilist politikalar etkiliydi. Tarım alanında da özel mülkiyetin yaygınlaşmasıyla tarım kapitalizmi gelişmeye başladı. 18-19. Yüzyıllar: Sanayi Kapitalizmi: Sanayi devrimi ile birlikte fabrikalar ve makineler gibi üretim araçlarının özel mülkiyeti önem kazandı. Büyük ölçekli üretim, işçi sınıfının ortaya çıkışı ve şehirleşme gibi önemli değişiklikler yaşandı. 20. Yüzyıl: Finans Kapitalizmi: Büyük şirketlerin ve finans kurumlarının güçlenmesiyle finans kapitalizmi dönemi başladı. Hisse senedi piyasaları, bankalar ve diğer finansal araçlar ekonomide daha büyük rol oynamaya başladı. 20 yüzyılın ortalarında keynesyen politikalar etkili oldu. Devletin ekonomiye müdahalesi ile sosyal refah devleti anlayışı gelişti. 21. Yüzyıl: Küreselleşme ve Dijitalleşme: Küreselleşme ile birlikte sermaye, mal ve hizmetler dünya çapında serbestçe dolaşmaya başladı. Dijital teknolojilerin gelişimiyle birlikte bilgi ekonomisi ve teknokapitalizm ortaya çıktı. Kapitalizm Türleri ve Farkları: Kapitalizm, tarihsel süreç içinde farklı biçimler almıştır. Günümüzde öne çıkan bazı kapitalizm türleri şunlardır: Şirket Kapitalizmi (Hissedar Kapitalizmi): Odak noktası, hissedarların kârını maksimize etmektir. Şirketlerin başarısı, öncelikle finansal performanslarıyla ölçülür. Diğer paydaşların çıkarları, hissedarların çıkarlarının ardından gelir. Paydaş Kapitalizmi: Şirketlerin, tüm paydaşlarının (hissedarlar, çalışanlar, müşteriler, toplum, çevre vb.) çıkarlarını dengelemesi amaçlanır. Şirketlerin başarısı, sadece finansal performanslarıyla değil, aynı zamanda sosyal ve çevresel etkileriyle de ölçülür. Tüm paydaşların çıkarları dikkate alınır ve şirket kararları bu doğrultuda şekillendirilir. Teknokapitalizm: Teknolojinin, özellikle dijital teknolojilerin, kapitalist sistem üzerindeki etkisini vurgular. Teknoloji odaklı şirketlerin ve teknolojiye dayalı iş modellerinin yükselişi ön plandadır. Veri odaklı ekonomi, dijital platformların gücü ve yapay zeka gibi unsurlar önem kazanır. Bu Üç Model Arasındaki Temel Farklar: Amaç: Şirket kapitalizmi: Kâr maksimizasyonu Paydaş kapitalizmi: Tüm paydaşların çıkarlarının dengelenmesi Teknokapitalizm: Teknolojinin kapitalizm üzerindeki etkisinin anlaşılması Değerlendirme Kriterleri: Şirket kapitalizmi: Finansal performans Paydaş kapitalizmi: Finansal, sosyal ve çevresel performans Teknokapitalizm: Teknolojik gelişmeler ve veri odaklılık Paydaşlar: Şirket kapitalizmi: Hissedarlar Paydaş kapitalizmi: Tüm paydaşlar Teknokapitalizm: Teknoloji odaklı paydaşlar kısaca; Şirket kapitalizmi, geleneksel kapitalist modeli temsil ederken, paydaş kapitalizmi daha kapsayıcı ve sürdürülebilir bir yaklaşımı savunur. Teknokapitalizm ise, teknolojinin kapitalizm üzerindeki dönüştürücü etkisini vurgular.   Şirket kapitalizmi ve paydaş kapitalizmi, devlet yönetimi üzerinde farklı etkilere sahip olan iki farklı ekonomik modeldir. Bu modellerin devlet yönetimi üzerindeki etkilerini ve nasıl ortaya çıktıklarını ayrıntılı olarak inceleyelim: Şirket Kapitalizmi Tanım: Şirket kapitalizmi, şirketlerin öncelikli amacının hissedarlar için karı maksimize etmek olduğu bir ekonomik sistemdir. Bu modelde, şirketlerin kararları genellikle hissedarların çıkarları doğrultusunda alınır. Devlet Yönetimi Üzerindeki Etkileri: Lobi Faaliyetleri: Şirketler, kendi çıkarlarını destekleyen yasa ve düzenlemelerin çıkarılması için lobi faaliyetlerinde bulunabilirler. Bu, devlet politikalarının şirketlerin çıkarları doğrultusunda şekillenmesine yol açabilir. Siyasi Finansman: Şirketler, siyasi partilere ve adaylara finansal destek sağlayarak siyasi karar alma süreçlerini etkileyebilirler. Düzenleyici Yakalama: Şirketler, düzenleyici kurumları etkileyerek kendi çıkarlarına uygun düzenlemeler yapılmasını sağlayabilirler. Vergi Politikaları: Büyük şirketler, vergi politikalarını etkileyerek daha düşük vergi oranları veya vergi avantajları elde edebilirler. Ortaya Çıkışı: Şirket kapitalizmi, 19. ve 20. yüzyıllarda sanayileşme ve büyük şirketlerin yükselişiyle birlikte gelişmiştir. Paydaş Kapitalizmi Tanım: Paydaş kapitalizmi, şirketlerin sadece hissedarların değil, çalışanlar, müşteriler, tedarikçiler, yerel topluluklar ve çevre gibi tüm paydaşların çıkarlarını dikkate alması gerektiğini savunan bir ekonomik modeldir. Devlet Yönetimi Üzerindeki Etkileri: Sürdürülebilirlik Politikaları: Paydaş kapitalizmi, devletlerin çevresel ve sosyal sürdürülebilirlik politikaları oluşturmasına katkıda bulunabilir. Sosyal Sorumluluk: Şirketlerin sosyal sorumluluklarını yerine getirmesi, devletlerin sosyal sorunları çözmesine yardımcı olabilir. Çalışan Hakları: Paydaş kapitalizmi, çalışan haklarının korunması ve iyileştirilmesi için devletlerin düzenlemeler yapmasını teşvik edebilir. Kamu-Özel Sektör İşbirlikleri: Paydaş kapitalizmi, devletlerin ve şirketlerin ortak projelerde işbirliği yapmasını teşvik edebilir. Ortaya Çıkışı: Paydaş kapitalizmi, 20. yüzyılın sonlarında ve 21. yüzyılın başlarında, şirketlerin sadece kar odaklı olmasının yarattığı olumsuz sonuçların fark edilmesiyle birlikte önem kazanmıştır. Özellikle son yıllarda, iklim değişikliği, gelir eşitsizliği ve sosyal adaletsizlik gibi küresel sorunlar, paydaş kapitalizminin önemini artırmıştır. Temel Farklar ve Etkiler Şirket kapitalizmi, kısa vadeli kar maksimizasyonuna odaklanırken, paydaş kapitalizmi uzun vadeli sürdürülebilirliğe odaklanır. Şirket kapitalizmi, devlet politikalarını şirketlerin çıkarları doğrultusunda şekillendirmeye çalışırken, paydaş kapitalizmi devletlerin sosyal ve çevresel hedeflere ulaşmasına yardımcı olur. Paydaş kapitalizmi, şirketlerin toplumsal sorumluluklarını artırarak devletlerin yükünü hafifletebilir. Özetle, şirket kapitalizmi ve paydaş kapitalizmi, devlet yönetimi üzerinde farklı etkilere sahip olan ve farklı önceliklere sahip olan iki ekonomik modeldir. Her iki modelinde kendine göre artıları ve eksileri bulunmaktadır. Şirket kapitalizmi, klasik kapitalizm anlayışının büyük şirketlerin egemen olduğu bir evrimi olarak düşünülebilir. Bu sistemde, ekonomik gücün büyük ölçüde anonim şirketlerde toplanması ve bu şirketlerin karar alma süreçlerinde önemli bir rol oynaması söz konusudur. özetle ve en anlaşılabilir bir dille: Daha açık bir anlatımla; İktidari elinde tutan sermaye grubunun kamu kaynaklarını çeşitli yollarla (vergi affı/ teşvik/ kur garantisi / hasta garantisi / yolcu garantisi vb) bunlara ek olarak emeklinin, çalışanın ve hanehalkınının tüm birikimlerinin şirketlere transfer edilmesi ve edilmeye devam edilmesidir… Pek bilinmese de haddizâtında tüm Dünyada küresel sermayenin koruma ve kollama görevi üstlenmiş olan IMF Türkiye gibi “netameli” ülkelerde Danışma Toplantıları’nı diğer bir deyişle “teftişlerini” peryodik olarak sessizce ,gözden ırak yapmaktadırlar. Bu toplantılara IMF terminolojisinde de Article IV Consultations (“Danışma Toplantıları”) olarak adlandırılmakta ve bu toplantılar sonunda uzmanların ana değerlendirmeleri bir basın bildirisi ile duyurulmakta…Eleştirilerini , “müfettişleri” aracılğı ile “teftiş”vazifelerinin sonunda yetkililere ilettiklerini belirtmek gerekir…..Çünkü tüm küresel ekonomik gelişmeler ve politikaları gözetlemek IMF Ana Sözleşmesinin ıv.maddesinde .(Article IV in – IMF eLibrary) yer almakta… Uzmanlar Raporu taslağı daha sonra hazırlanıyor ve IMF Yürütme Kurulu’nda görüşülüp; Kurul üyelerinin görüşleri de eklenerek Ülke Raporu olarak kesinleşiyor…Yazılı ve görsel basında yer almasa da bu “teftiş” Temmuz 2024″de sessiz bir şekilde yapıldı… Kısaca tüm bu gelişmeler “küresel oyun kurucuların” kontrol ve gözetiminde… Şirket Kapitalizmine geçiş ya da küresel sermayenin menfaatleri, ülkeyi ve dolayısıyla ülke ekonomisini yönetenlerin insiyatifine bırakılacak kadar önemsiz bir paradigma değil… Bu notumuz şimdilik burada kalsın… Şirket kapitalizm= kamu+özel sektör işbirliğidir … Klasik Kapitalizmden Farkları i-Bireysel Girişimciliğin Azalması: Klasik kapitalizmde bireysel girişimciler önemli bir rol oynarken, şirket kapitalizminde büyük şirketler piyasayı şekillendirmekte. ii-Kurumsal Yapılar: Şirketler, holistik kurumsal yapılara ve hiyerarşilere sahiptir. Bu yapılar, hızlı karar alma mekanizmalarını zorlaştırabilmektedir. iii-Kâr Maksimizasyonu: Şirketlerin temel amacı, hissedarlara kâr sağlamak olduğu için, kısa vadeli kâr odaklı bir yaklaşım benimsenmektedir. iv-Sermayenin iktidarı elinde tutması ve Yönetmesi: Büyük şirketler, hükümet politikalarını etkileyebilecek lobi faaliyetlerinde bulunmakta piyasa ekonomisinin temel ilkesi olan serbest rekabeti sınırlamakla kalmayıp milli gelir bölüşümünde aslan payını her zaman alma eğilimini sürdürmesi… Şirket Kapitalizminin Özellikleri i–Oligopol ve Monopol: Sektörlerde birkaç büyük şirketin hakim olduğu oligopol veya tek bir şirketin hakim olduğu monopol yapılarının oluşması… ii–Finansalizasyon: Ekonomik faaliyetlerin finans sektörüne kayması ve finansal ürünlerin öne çıkması… iii-Globalleşme: Üretim ve ticaretin küresel ölçekte gerçekleşmesi ve uluslararası şirketlerin ortaya çıkması…. iv-Teknoloji ve İnovasyon: Teknolojik gelişmelerin hızlanması ve şirketlerin inovasyona yatırım yapmaları… Şirket Kapitalizminin Eleştirileri i-İşsizliğin Artması: Teknolojik gelişmelerin ve küreselleşmenin işsizliğe yol açması. ii-Eşitsizliğin Artması: Gelir dağılımındaki eşitsizliğin artması ve zengin ile fakir arasındaki uçurumun derinleşmesi. iii-Çevresel Sorunlar: Kâr odaklı yaklaşımın çevresel sorunları göz ardı etmesine yol açması. iv-Demokrasinin Zayıflaması: Büyük şirketlerin siyasi sisteme müdahale etmesi ve demokratik süreçleri etkilemesi. Şirket / Tekno kapitalizmin Türkiye görünümü Türkiye'de Şirket Kapitalizmi Türkiye'de kapitalizm, Osmanlı'dan miras kalan devlet merkezli ekonomi anlayışıyla Cumhuriyetin ilk yıllarında şekillenmiş, ancak 1980'lerden sonra liberal politikalarla özel sektör ve şirketler ön plana çıkmıştır. Şirket kapitalizminin Türkiye'deki görünümünü şu şekilde özetleyebilirim: Büyük Holdinglerin Hakimiyeti: Türkiye'de şirket kapitalizmi denince akla ilk olarak Koç, Sabancı, Eczacıbaşı, Doğuş gibi büyük aile holdingleri gelir. Bu holdingler, otomotivden enerjiye, finanstan perakendeye kadar çok geniş bir yelpazede faaliyet gösterir. Örneğin, Koç Holding’in 2020’lerdeki cirosu Türkiye GSYİH’sinin hatırı sayılır bir yüzdesini oluşturuyor. Bu holdingler, hem istihdam hem de ekonomik üretim açısından devletin bile önünde bir güç haline gelmiş durumda. Devlet-Şirket İlişkisi: Türkiye'de şirket kapitalizmi, saf bir "serbest piyasa" kapitalizminden ziyade devletle iç içe geçmiş bir yapıda işler. Büyük şirketler, kamu ihaleleri, teşvikler ve düzenlemeler yoluyla devletin desteğine sıkça ihtiyaç duyar. Örneğin, inşaat sektöründe faaliyet gösteren şirketler (Cengiz, Limak gibi) büyük altyapı projeleriyle büyümüştür. Buna "krony kapitalizm" (yandaş kapitalizmi) eleştirisi getirenler de var; yani başarı bazen piyasa performansından çok siyasi bağlantılara dayanıyor. KOBİ’ler ve Orta Sınıf: Büyük şirketlerin aksine, Türkiye ekonomisinin belkemiği küçük ve orta ölçekli işletmeler (KOBİ’ler)dir. Ancak bu işletmeler, kapitalizmin "şirket" tarafında genellikle zayıf kalır; finansmana erişim sorunları, yüksek faizler ve rekabet baskısı yüzünden büyüyemiyorlar. Bu da kapitalizmin Türkiye'de tabana yayılmadığını, daha çok elit bir şirket sınıfına yoğunlaştığını gösteriyor. Küreselleşme ve Yabancı Şirketler: 2000’lerden itibaren Türkiye, yabancı sermayeli şirketlerin ilgisini çekti (örneğin, Ford Otosan, Toyota gibi otomotiv firmaları ya da Unilever gibi tüketim devleri). Ancak son yıllarda ekonomik istikrarsızlık ve TL’nin değer kaybı, yabancı şirketlerin yatırım iştahını azalttı. Yerli şirketler ise bu boşluğu doldurmaya çalışıyor. Çalışma Koşulları ve Toplumsal Etki: Şirket kapitalizmi Türkiye’de emek yoğun bir yapıda işliyor. Düşük ücretler, uzun çalışma saatleri ve sendikalaşmanın zayıflığı, şirketlerin kârını artırırken toplumsal eşitsizliği derinleştiriyor. Özellikle tekstil, inşaat ve hizmet sektörlerinde bu durum belirgin. 2025 Perspektifi Bugün itibarıyla (27 Şubat 2025), Türkiye’de şirket kapitalizmi, ekonomik belirsizliklerin gölgesinde şekilleniyor: Enflasyon ve Döviz: Yüksek enflasyon ve döviz kuru dalgalanmaları, şirketlerin hem maliyetlerini artırıyor hem de yurtdışı borçlarını yönetmelerini zorlaştırıyor. Dijital Dönüşüm: Trendyol, Getir gibi teknoloji şirketleri, Türkiye’de şirket kapitalizminin yeni yüzü olarak öne çıkıyor. Ancak bu şirketlerin çoğu, büyüme için yabancı sermayeye bağımlı. Siyasi Etki: Hükümetin ekonomi politikaları, şirketlerin kaderini doğrudan etkiliyor. Örneğin, enerji sektöründeki düzenlemeler ya da vergi afları, büyük şirketlerin lehine işleyebiliyor.   Türkiye'deki şirket kapitalizmi, genelde devletin ve özel sektör arasındaki ilişkilerin, sermaye birikim süreçlerinin ve ekonomik yapının kendine özgü dinamikleriyle şekillendiği bir sistem olarak ele alınabilir. Türkiye'de kapitalizm, tarihsel olarak Cumhuriyetin kuruluşundan itibaren devlet eliyle yönlendirilen bir burjuvazi yaratma çabasından başlayarak, zamanla özelleştirmeler, küresel sermaye ile entegrasyon ve büyük şirketlerin ekonomi üzerindeki etkisiyle evrilmiştir. Özellikle 1980'li yıllardan itibaren, Türkiye neoliberal politikaları benimseyerek piyasa ekonomisine geçiş yapmış, özelleştirmelerle devlet birçok alanda ekonomiden çekilmiş ve büyük şirketler ön plana çıkmıştır. Bu süreçte, şirket kapitalizmi genellikle "devletle iç içe geçmiş bir özel sektör" şeklinde tanımlanabilir. Büyük holdingler ve şirketler, devletin sağladığı teşvikler, ihaleler ve projelerle büyümüş, bu da zaman zaman "crony kapitalizm" (kayırmacı kapitalizm) olarak nitelendirilen bir yapının ortaya çıkmasına neden olmuştur. Örneğin, enerji, inşaat ve altyapı gibi sektörlerde devletin büyük ihaleleri belirli şirketlere yönlendirmesi, bu algıyı güçlendirmiştir. Türkiye'deki şirket kapitalizminin bir diğer özelliği, üretime dayalı bir ekonomiden ziyade, çoğu zaman tüketim, finans ve hizmet sektörlerine odaklanan bir yapının ağırlık kazanmasıdır. Montaj sanayii, ithalata bağımlılık ve reel üretim yerine aracı konumdaki şirketlerin baskınlığı, bu sistemin eleştirilen yönlerinden biridir. Büyük şirketlerin, özellikle aile holdinglerinin (Koç, Sabancı gibi) ekonomideki etkisi, sermayenin belirli ellerde toplanmasına yol açarken, küçük ve orta ölçekli işletmelerin büyümesi genellikle sınırlı kalmıştır. Son yıllarda dijital platformların ve teknoloji şirketlerinin yükselişi de Türkiye'deki şirket kapitalizmini dönüştürmektedir. Ancak bu alanda da küresel devlere bağımlılık dikkat çeker; yerli şirketler genellikle uluslararası teknoloji firmalarına altyapı veya pazar desteği sağlayarak büyümeye çalışır. Öte yandan, emek piyasasında düşük ücretler ve güvencesiz çalışma koşulları, şirketlerin kârlarını artırma stratejisinin bir parçası olarak öne çıkar. Bu durum, Türkiye'deki kapitalizmin "emek sömürüsüne dayalı" bir yapısı olduğu yönünde sıkça tartışılır. Genel olarak, Türkiye'deki şirket kapitalizmi, devletin ekonomideki rolü, büyük şirketlerin gücü ve küresel sisteme entegrasyon çabaları arasında bir denge arayışı içinde şekilleniyor. Ancak bu sistem, gelir eşitsizliği, yapısal zayıflıklar ve sürdürülebilirlik sorunları gibi eleştirilere de maruz kalıyor. Bu dinamikler, Türkiye'nin kapitalist gelişiminin hem özgün hem de küresel eğilimlerle iç içe geçmiş bir hikâye sunduğunu gösteriyor.   yukarıda sayılanlara ek olarak : i- Enflasyon bilinçli ve isteyerek sürdürülmesi... Uygulanan rasgele ve iktisat bilimine aykırı politikalar sonucunda, enflasyon tekelci fiyatlama davranışlarıyla dirençli biçimde ve sadece TCMB’nin faiz politikasıyla mücadele edilemez durumdadır. Para’nın değerinin üç tanımı vardır: (a) Zaman değeri: faiz; (b) Satın alabileceği mal ve hizmetler (enflasyonun tersi); (c) Diğer kurlara karşı fiyatı (döviz kuru).Bu üç değer tanım gereği birlikte hareket eder; bu bir teori değil,tanımdan gelen özdeşliktir. ii-Faiz sebep -Enflasyon sonuç uygulamasında ısrarcı davranıp sonra vaz geçilmesi.. İktisat biliminde faiz düşerse, enflasyon da düşer diye bir önerme yoktur. Türkiye’nin 2021 sonrası deneyimleri bunu göstermekten ibarettir.."Nerede yanlış yaptığınızı hatırladığınız sürece yanlış yapmanız sorun değildir." Ekim 2022’de Cumhurbaşkanımız “Bu kardeşiniz bu görevde olduğu sürece, faiz her geçen gün inmeye devam edecektir” dediğinde politika faizi yüzde 8,5 idi. Bir sene sonra politika faizi yüzde 33,5 oldu..Sonra %50 ve 27 Aralık 2024 tekrar TCMB %47.50 düşürdü… Aşağıdaki grafik Türkiye’nin 2021 Ocak ayından bugüne kadar Merkez Bankası faizi ve enflasyon arasındaki ilişkiyi gösteriyor (grafik için kullandığım verileri TCMB ve TÜİK sitesinden.)(*)       Enflasyon düştü mü? Düşmedi…Neden?…, Bu politika ile düşer mi? Yorum sizin!… iii- Ülkemizde asgari ücretle çalışan sayısı yüzde 46 ve Avrupa ülkelerinde ise yüzde 1,3, 5, gibi çok küçük! Toplam 5 milyon asgari ücretli var! Asıl soru, asgari ücretlilerden kaç kişi iktidarı destekliyor?…Bu soru çok önemli çünkü asgari ücretle geçinenlerin iktidarda bulunan sermaye grubu için artık önemi kalmadı…Bunun bir çok nedeni var ama en önemli nedeni “göçmen işgücü”… Devlette-kamuda çalışanların sayısı da 5 milyon, özel sektörde üst düzey çalışanlar ise yaklaşık iki-üç milyon civarı!Asgari ücreti birçok ekonomik faktörleri olan bir endekse bağlamak yerine resmi enflasyonunda altında belirleyerek [( tüm ücretlerin asgari ücret seviyesine eşitleme ) ] (Sermayenin fiyatı /faiz %63 2025 bütçesinde ki payı , asgari ücret %30 Basit bir anlatımla: Asgari ücreti öngörülen enflasyonun altında elde edilecek talep daralmasının enflasyonu ıslah edeceğini iddia etmek hem insafsızca hem de samimiyetsiz… Biraz daha sofistike ifade edecek olursak: Ne desinler? “Yok Ortodoks yok Heterodoks vb gibi tutarsız ve istençli bir para politikası ve kısa vadeli palyatif siyasi hedeflerle hatta yer yer siyasi dalgalanmaların zirve yaptığı dönemlerde para politikasını hepten sıfırlayarak hukuksuzlukta ve kutuplaşmada zirve yaptırdığımız bu güzel ülkede ekonomi yönetimi hala mümkün olur ve bu durumdan izole edilebilir sandık, tutarsızlıklarımızdan geriye kalan kısıtlı ekonomik manevra alanını da kendimizi iktisatçı olarak tanımlayıp heba ettik, şimdi de sanki enflasyonu tırmandıran bizim kamu idaresindeki savurganlıklarımız ve ekonomi idaresinde göz göre göre bilerek, isteyerek belirli şirketlere kamudan yaptığımız kaynak transferleri değil de asgari ücretlinin vur patlasın çal oynasın hayatıymış gibi çözüm formülü üretiyoruz” mu deseler di? Maliye bakanı ile eylül ayı sonunda New York’ta görüşen Morgan Stanley’nin bir hafta önce açıkladığı raporda şu yazıyor: ‘Asgari ücrete %30 zam ve faizde 200-250 baz puan indirim bekliyoruz’.https://shorturl.at/6IjhG,TCMB beklentiye uygun heraket ettimi …Etti!..Bu notumuz da şimdilik burda kalsın… Brüt Asgari Ücretin Kişi Başına GSYH’ye Oranı (1974-2025). Asgari ücretin pastadaki payı son yıllarda 12 Eylül dönemi düzeyine geriliyor! Ayrıntılar ve açıklamalar için bakınız: https://arastirma.disk.org.tr/?p=12242 Hanehalkı (memur/işçi/emekl vb) hiper kaynak transferi gerçekleşirken (sömürü altında iken) , finans sermayesi için “merkez bankası faiz indirimi yapar mı ?” Tartışmasının dayanılmaz cazibesi… Faizde 200-250 baz puan indirim yaıldı mı? Yapıldı… Daha da yapılması öngörülüyor mu? Evet!… Şimdi den “ülkemize milletimize hayırlı olsun”…. iv-Para politikasının, Merkez Bankasının (özenle seçilmiş, toplantılara davet edilen, ayarlanmış) piyasa katılımcılarına (ne demekse!) sorulması, yıl sonu enflasyonu ne olur diye…https://shorturl.at/enQY2 Onlar da %45 demiş… PP 70 adet piyasa katılımcısı ile yönetilmesi….https://shorturl.at/enQY2 v-Daha dünün bütçesi bugünün faizine eşitlenmiş olması… vi- 02.01.2025 tarinde açıklanacak Ocak 2025 Memur / işçi / emekli zam oranı ile sürecek Kamu kaynaklarından iktidarı elinde tutan sermaye şirketlerine ve bu iktidarın yanında kümelenenlere kaynak transferini izlemeye devam edeceğiz… Son Söz: üretimin iki temel girdisi sermaye ve emek … sermaye gittikçe gücünü arttırken diğer bir deyişle palazlanırken .. Zengin daha zengin olurken … işgücü ( Memur / işçi / emekli fakirleşmeye devam edecek … Daha da trajik olan bu durumu tersine çevrebilecek hiçbir mekanizmanın olmaması …   Hazine ve Maliye Bakanının 25.12.2024 açıklaması: “Türkiye’de ciddi bir enflasyon ve hayat pahalılığı sorunu var” Bu söz üzerine başka söze ne hacet!.. Kâr özelleştiriliyor, zarar kamusallaştırılıyor… Bilinçli ve kasıtlı yoksullaştırma politikası… Ekonomide alınan bir kararın kesinlikle bir fırsat maliyeti oluşur... Bu maliyet hem hanehalkının hem de üreticinin dayanamayağı seviyeye çıktı. oluşur... Bu maliyet hem hanehalkının hem de üreticinin dayanamayağı seviyeye çıktı... ve çıkmaya devam ediyor!... Ödediği vergilerin nereye harcandığını soramayan bir toplum her geçen gün daha çok iktidarı elinde tutaan sermaye grubuna ve destekçilerine kaynak (servet) transferi zorunda kalır... -------------------------------------------------------------------------------- (*)mahfiegilmez.com/2024/12/faiz-sebep.html Bir not:( Emeklilik maaşı kişinin çalışma hayatında ki birikimin aylarca bölümmüş halidir .Zaten onundur ) O birikimler ve tazminatlarda şirketlere transferin içinde ) Feodalizmden Kapitalizme… Kapitalizmden Tekno-feodalizme… Bir Ekonomik Sistemin Sürdürülebilirlik Yolculuğu… Avrupa’da yıllık enflasyon…   KÖİ modeliyle yapılan #ZaferHavalimanı’nda zarar rekoru: 2024 ilk 11 ayında; Garanti edilen giden yolcu sayısı 1.207.921 Gerçekleşen giden yolcu sayısı 30.001 Hata payı %97,51! Hazinenin şirkete yapacağı garanti ödemesi 6.234.032 €. Güncel kurla 228 Milyon TL! Kamuya devir 2044… -

Yüksek Öğretimin Fırtınalı Sularında Akademide Mobbing/ Toksit Kültür...

Yüksek Öğretimin Fırtınalı Sularında Akademide Mobbing/ Toksit Kültür...   İlk Söz:Ödediğimiz bunca bedel neden? Asistanlıktan yardımcı doçentliğe..yardımcı doçentlikten doçentliğe,doçentlikten profesörlüğe ve sonrasını anlatsam roman olur..Kendi yandaşları Kadro veren bizi doçentlik kadrosu için 36 ay bekleten.sonra 15 temmuz hain darbe girişiminde üniversiteden atılan bir rektör..Bir başkası da profesörlük kadrosu için 18 ay bekletip sonra giderayak bizi üniversitenin etik kurul başkanlığına getiren Rektör... Bilimsel hiç bir yeteneği olmayan kripto 15 temmuz Dekanları /Bölüm başkanl,.Ana Bilim Dalı başkanları... Drama bağlamak istemiyorum ama bir kötülüğün tesbitik niyetim .., Yapılan tüm haksızlık, hukuksuzluk ve adaletsizliğin farkındalığını ortya koymak.. Tüm bu Yükseköğretim toksit kültürün temelli    "biat kültürü" ...https://shorturl.at/aeJrt Keşke tetikleyici içerik yazsaydım başına RTÜK sembolü gibi. Tetiklendiyseniz kusura bakmayın :=) (Mobbing nedir Kimse sorunları çözmeye çalışmadığı, aksine çoğunluğun mobbing sırasının kendisine gelmesini beklediği yerde hiçbir sorun çömeniz mümkün değil... Aksine, daha yaratıcı yöntemler bulunuyor.... Bu zehirli kültür bir noktadan sonra sistematik hale geliyor ve normalleşiyor. Vefa, gelenek, kurum kültürü gibi cilalı sözlerle bezenen bu kültür özellikle çembere sonradan dahil olanların ruhunu yok edip herkesi kendine benzetmeyi hedefliyor. Akademide mobbing, yükseköğretim kurumlarında çalışan akademisyenler ve diğer personeller arasında yaşanan psikolojik şiddet türü. Bu durum, bireyin mesleki itibarını ve özgüvenini zedeleyen sistematik ve tekrarlayıcı davranışlar bütünü...Zehirli kültürün yedi boyutu İşin kendisi üzerinden baskı kurma: Yani ağır iş yükü ve haksız görev dağılımı ile işini hakkıyla yapmaya çalışanların baskı altına alınması. Besin zincirinin üstüne çıktıkça değişen görev tanımlarının sadece belli bir kesim için değişmesi. Bir grup için saçları da beyazlasa yapılması gereken daimi işler. Asıl işine, araştırmaya zaman ayırmanın engellenmesi. Çelme takılması… Toksik liderlik: Yani güç ve kontrol odaklı liderlik anlayışı. Seni beni, yani bireyleri geçtim; tuvaletteki çöp kutusunun renginden kullanılacak sıvı sabunun markasına her şeyi yönetmek istiyorlar. Her şeyden haberdar olmak, her konuya gerektiğinde müdahale etmek istiyorlar. Bu da neyi beraberinde getiriyor. Zorbalık ve mobbingi. Zorbalık ve mobbing: Yani ya baskı uyguluyor, ya görmezden geliyor. Ya da ikisi birden. Taleplerine cevap vermiyor. Uzmanlığını yok sayıyor. Parıldamana müsaade etmiyor. Halihazırda parıldıyorsan ışığını söndürmeye çalışıyor. Tıpkı ilkokul zorbaları gibi tek amacı var seni hayattan bezdirip sindirmek. Sinmiyorsan seni göndermek. Caydırmak. Yapıyorlar da. Çünkü kolaylaştırıcıları var. Kolaylaştırıcı iş arkadaşları: Toksik sisteme sessiz kalan veya katkı sağlayan çalışanlar sayesinde bunu yapmaları çok kolay. Hal böyle olunca bir noktadan sonra bireysel fikirler değil, grupların fikirleri oluyor. Doğrular grupların doğruları oluyor. Bu da güçlendirilmiş toksik sosyal normları yaratıyor. Güçlendirilmiş toksik sosyal normlar: Mobbing ve zorbalık yaygınlaştığında sessiz kalma, boyun eğme ve kabullenme kültürü gelişiyor. Bu kültür kaotik değişimlere bile ayak uydurabilmeyi beraberinde getiriyor. Amaçlı, kaotik değişim: Yukarıda sıraladıklarım olurken sistemi elinde tutanlar sürekli yapısal değişiklikler gerçekleştiriyor, bu değişikliklerin dikkati dağıtmasını bekliyorlar. İtiraz edenlere verilecek cevap ise hazır: Kurum kültürü, usuller, sonradan gelenlerin cehaleti, üslupsuzluğu ve art niyeti… Sistem, yapı ve süreçlerin manipülasyonu: Yani akademik süreçlerin belirli çıkar gruplarına hizmet edecek şekilde yönlendirilmesi. Çıkar çatışmaları. Nepotik arkadaşlık ve akrabalık ilişkileri. Akademide Mobbingin Özellikleri: Süreklilik ve Sistematiklik: Mobbing, tek bir olaydan ziyade uzun bir süre boyunca devam eden ve sistematik bir şekilde uygulanan davranışlar zinciridir. Psikolojik Şiddet: Fiziksel şiddet içermese de, mağdurun ruh sağlığını olumsuz etkileyen ve onu işten uzaklaştırmayı hedefleyen davranışlardır. Güç Dengesizliği: Genellikle üst konumdaki bir kişi veya grup tarafından, daha alt konumdaki bir kişiye veya gruba uygulanır. Akademide Mobbingin Yaygın Görülen Biçimleri: İletişim Saldırıları: Sürekli eleştirme, aşağılama, küçümseme İletişimi kesme, yok sayma, yalnızlaştırma Asılsız dedikodular yayma, iftira atma Mesleki İtibara Saldırılar: Araştırma ve yayınları engelleme, küçümseme Akademik çalışmalara yeterli destek vermeme Yetkinlikleri sorgulama, itibarsızlaştırma Kadro ve ünvan konularında kasıtlı engellemeler Sosyal İzolasyon: Toplantılardan, seminerlerden dışlama Sosyal etkinliklere davet etmeme Çalışma ortamında yalnız bırakma Akademide Mobbingin Nedenleri: Rekabetçi akademik ortam Güç ve otorite sorunları Kişisel husumetler Kurumsal kültür eksiklikleri Akademide Mobbingin Sonuçları: Mağdurun ruh sağlığının bozulması (depresyon, anksiyete, tükenmişlik) Mesleki performansın düşmesi İşten ayrılma Kurumun itibarının zedelenmesi Akademide Mobbinge Karşı Alınabilecek Önlemler: Kurumların mobbinge karşı açık bir politika belirlemesi Mobbing konusunda farkındalık yaratacak eğitimler düzenlenmesi Mağdurların başvurabileceği bağımsız bir destek mekanizması oluşturulması Mobbing yapanlara karşı caydırıcı yaptırımlar uygulanması Mobbinge Maruz Kalanlar İçin Öneriler: Yaşananları belgelemek (e-postalar, notlar, tanık ifadeleri) Güvenilir bir meslektaşıyla veya danışmanla konuşmak Gerekirse hukuki destek almak Psikolojik destek almak Akademide mobbing, hem mağdurun hem de kurumun sağlığını olumsuz etkileyen ciddi bir sorundur. Bu konuda farkındalık yaratmak ve etkili önlemler almak, sağlıklı bir akademik ortamın oluşturulması için önemli.... Son Söz: Umutlarımızın,Acılarımızın, Gözyaşlarımzın Hesabını kim soracak?