Tüm Bilgi Paylaşımlarım

2024 Yılının Ülkemize, Dünyamıza Sağlık, Barış, Huzur ve Mutluluk Getirmesi Dileğiyle

2024 yılının tüm dostlarıma, Bizlere artı değerler katan tüm güzel insanlara, sağlıklı mutlu ve huzurlu günler olsun.. Akılarında , hayallerinde, kalplerinde ne varsa ömürlerine yazılsın. Tüm dünya yarının bugünden farklı olmayacağının bilincinde olarak herkes,her yıl aynı anda daha iyisi için umudunu haykırıyor. Yarınları daha iyi kılan da o umut.. Bir şiirde olduğu gibi; birlikte okuyalım: "Umut binbir ayaklı, umut güneşte saklı. Umut edenler haklı, umut insanın hakkı.” 2024 yılı Umutlarımızın gerçekleştiği bir yıl olsun.. Yeni yılınız kutlu olsun!... (*)kadrajımdan ateşte açan çiçekler kentinden objektifime takılan bir kare.   ✯ ✯ ✯ ✯ ✯ ✯ ✯ ✯ ✯ ✯ ✯ ✯ ✯ ✯ ✯ ✯ Bir not: Yeni yılda; Bir silgi olup kimleri sileceğinizi  Kalem olup kimleri  eklyeceğinizi?" Bir düşünün !...  ve siz siz olun: "Negatif enerjili insanları hayatınızdan çıkarın" Aynı matematikte olduğu gibi... Negatif bir sayıdan, pozitif bir sonuç elde etmenin tek yolu çıkarma işlemi yapmaktır. Mesela siz 1 olun. Hayatınızdaki diğer kişi de -1 olsun. Bu ikisini çarptığınızda -1 elde edersiniz. Böldüğünüzde de öyle. Toplamaya çalıştığınızda ne olur? Sıfır. Sizi etkisizleştirirler. Ama çıkarma… 1 den -1 çıkardığınızda, işlem pozitife döner 2 sonucunu elde edersiniz. Bu notumuz  şimdilik burada kalsın...   ✯ ✯ ✯ ✯ ✯ ✯ ✯ ✯ ✯ ✯ ✯ ✯ ✯ ✯ ✯ ✯   Eski Türkler, "kaç yaşındasın yerine, kaç bahar gördün?" derlermiş. Özünde “Yaş” olan kelimeler, hayat, can ve yeşerme anlamı taşımakta .Bu sebeple canlılığı devam eden, yaş alan insana “Yaşlı”, canlı bitki rengine de “Yaşıl” yani "Yeşil" denmekte olduğunu yazıyor tarih kitapları.. Her yıl ömrümüzün bir başka baharına erer, yeşeririz... Bizi ne kadar yeşerdik derseniz yeşerttiklerimize bakın derim! … Hani bir  şiir var: "adı, soyadı / açılır parantez / doğduğu yıl, çizgi, öldüğü yıl, bitti/... / parantezin içindeki çizgi / ne varsa orda." Benim parantez ne zaman kapanır bilmem ama, o kısa çizgide;  giderayak işlerim var bitirilecek,  yapacak, yapmak istediğim, çok şey var... Doğduğum gün sanki söz verdim dünyaya: öylesine yaşıyormuş gibi olmayacağım. “Önemli olan hayatımdaki Yıllar değil, yıllarımdaki "Hayat" ilkesi ile yoldayım ve öğreniyorum hala... Amacım dokunduğum her yere, her kişide güzel, yararlı izler bırakmak, yer değiştirdiğimde ise; "her daim hatırlanmak". Nedenine gelince "Hatırlanma şeklinizi karşınızdakiler değil, yaşamda bıraktığınız izler belirleyecek" Bir Bilge kişi, bir zamanlar şöyle yazmış: "Herkes, yüreğini verdiği şeyin değeri kadar değerlidir.” Benim değerlerim; Vatanım, Bayrağım, Atatürk'üm Ve Adaletli Bir Yaşam... Ölünceye kadar da bu değerlere bağlı yaşayacağım...   https://bit.ly/38UGheO ✯ ✯ ✯ ✯ ✯ ✯ ✯ ✯ ✯ ✯ ✯ ✯ ✯ ✯ ✯ ✯   Radikal Blogda ki denemelerimden ....Vaktiniz olupta okursanız sevinirim...(yazının kaleme alınış tarihi 30.12.2013 / güncelleme 31.12.2023)  Yeni Yıla Girerken Pagan Kültürü...(*) İlk Söz: 1964’te Nobel Edebiyat ödülünü kapitalist ve Burjuva işi diye reddeden yazarın dediği gibi; ‘insan kendinden ne yaratırsa, ondan ibaret’. Aslında ne giden yılda kusur var, ne gelen yılda marifet! Meselenin özü bizde.Bugün, yarın, gelecek yıl bu değişmez.... Umarım hoşgelir 2024... Bu arada söylemeden edemiyeciğim: Maalesef bizde zaman ve mekan kavramı çok zayıftır. Dünya haritası sübliminal mesajlarla doludur. Mesela birçok insan “Rumi takvim”in ya da Şemsi ve Kameri takvimlerin özelliklerini bilmez. Bilmediğini de bilmez. Mesela hicri ayların isimlerini birçok insan bilir, ama bu defa da bildiğini bilmez. Ocak, şubat diye saymasını bilir ama bunlardan kaç tanesi Türkçe desen, onun üzerinde de düşünmemiştir. Mesela Tanrı Kral, Roma imparatoru Agustus neden bizim aylarımızdan birinin adıdır? Mesela Ankara’da Hacıbayram Camii’nin yanındaki tarihi eser kalıntısı, Agustus tapınağına aittir. Ne güzel (!?) mi, kendini Tanrı kabul eden bir sapkının adına “yerli ve milli” bir ayımız var!? Aralık, Ocak, Ekim dışında bir tane Türkçe ay adı yok. Yeni yıl deyince en çok bilinen isim, “Noel baba”, ama ne gariptir ki, o zatı ne sevenler ve ne de ona karşı çıkanlar, gerçek kimliği ile tanımlıyorlar. Noel Baba artık bir tüketim pazarında iş tutan Coca Cola’nın ürettiği bir tüketim ajanı! Öz yurdunda garip bir ademoğlu. Dünyanın en iyi bilinen markası hakkında maalesef bu ülkenin insanlarının yeterli bilgisi yok. Siyaset, bürokrasi, iş dünyası, akademi, sivil toplum, medya da konuyu ucuz bir magazin konusu ya da sekülerleşme / batılılaşma aracı olarak kullanıyorlar.  Neyse sözü fazla uzatmadan, Noel; çocukların başına oyuncak dağıtanların değil, bombalar yağdıran küresel oyun kurucuların ürünü.. Bu da böyle biline...  Bu notumuz da şimdilik burada kalsın... Bu yıla girerken de "küresel devşirme, eğlence ve afaziliğin" simgesi haline gelen "havai fişek" gösterilerini izleme olanağını bulacağız. Kutlayanlar medenileşmiş ,sosyal! Kutlamayanlar ise, “asosyal” ya da bazılarının anlamını bile bilmediği, kaba bir deyimle “denyo”… Yeni yıl dolayısıyla meydanlarda düzenlenen geleneksel Kutlamalarda her zaman olduğu gibi katılanlar saat 24.00'e bir dakika kala insanların çoğu hep birlikte geriye doğru sayacak ve yeni yıla girildiğinde, çığlıklar atarak, ışıl ışıl yanan rengarenk yılbaşı kristal toplarının yüksekten düşer ken çıkardıkları renk ve ışık gösterileri ile masallar dünyasında hayallere dalacak. Hem de ne hayaller! "Çalışmadan, üretmeden, emek harcamadan ulaşabileceklerini sandıkları rahat /refah yaşam düzeyleri! Hani sözlerini büyük Türk şairin yazdığı, Cemal Reşit Rey tarafından bestelenmiş, Türk tiyatrosunun klasik eserlerinden birisi olmuş Şişli'de bir Apartıman” ya da diğer adıyla “Lüks Hayat” şarkısının sözleri gibi… “Hey lüküs hayat, lüküs hayat Bak keyfine Yan gel de yat Ne güzel şey, Oh ne rahat Yoktur eşin lüküs hayat” Bu “halet-i ruh” haliyle gösterileri izlerken, Türk-İş tarafından yapılan "açlık ve yoksulluk sınırı" araştırmasını da umarım ıskalamazlar! Yılbaşını kutlamamak… Dinsel anlamda mı? Yoksa eğlence anlamında mı? Yoksa yozlaşmış, tüm kadim değerlerini kaybetmiş, afazi olarak mı? Yoksa da eşik altı büyücülerin zihinsel Subliminal stratejileri sonucu mu? Bir ritüel yapılıyorsa içeriğini de bilmek gerekir. Yoksa tam bir afazi hale geldiğinizin resmidir! Hıristiyanlığın otantik ve kutsal bir figürü olmayan Noel Baba'nın popülerleşmesi ile kapitalist tüketim kalıplarının yerleştirilmesi ve yaygınlaştırılması arasında sıkı bir ilişki var… Batı dillerinde Santa Claus, bizde Aziz Nikola denen Noel Baba’nın gerçekten yaşayıp yaşamadığı, yaşadıysa nerede ve ne zaman yaşadığı, onu önemli kılan özelliklerinin neler olduğu gibi sorulara henüz bilimsel açıdan doyurucu yanıtlar verilemedi ama Noel Baba’nın gündelik hayata girişi ilk kez, 1863 yılında Thomas Nast adlı bir grafikçinin, yoksullara, gereksinim sahiplerine yardım eden bir Hıristiyan azizinden esinlenerek hayali bir beyaz sakallı tonton bir dede resmi çizmesi ile başladı… Ve bu resim Harper’s Weekly adlı bir derginin 3 Ocak 1863 tarihli kapağında yayımlandı. 1924 yılında da siyah-beyaz Noel Baba figürü, kapitalist tüketimin sembol içeceği Coca-Cola için reklamlar tasarlayan İsveçli grafikçi Haddon Sundlom; Noel Baba’sını, kırmızı-beyaz elbiseli güleç yüzüyle sekiz atlı bir rengeyiğinin çektiği kızağa bindirmek suretiyle renklendirdi. Neden renklendirdi acaba? Tabi ki Coca-Cola’nın kış aylarında da tüketilmesini sağlamak. Ürünü çocuklar dünyasına sokmak ve bu ürünün içeriğinin iyi olduğunu bilinçaltına işlemek… Artık ‘kızakla dolaşan neşeli Noel Baba’ figürü 1939’da, Denver Gillen’in çizgileri ve Robert May’in şiirinden oluşan bir broşür o yıl tam 2.4 milyon basılıp dağıtıldı. Neden dağıtılmış dersiniz? Tabi ki kapitalist tüketim kalıplarının yerleştirilmek ve yaygınlaştırmak için… Artık 1947 Noel Baba’nın tam olarak popüler hale geldiği yıl olmuş… Rusya 1918 yılında, yunanistan 1923 yılında, Türkiye 1926 yılında “Gregoryen Takvimi” resmi takvim olarak kullanır olmuş. Açık anlatımıyla 1 Ocak günü, 1926 yılından bu yana Türkler için yeni bir yılın başlangıcı olmuş.. Türkiye’nin Noel Baba ile tanışması ise, Demokrat Parti’nin Türkiye’yi ‘Küçük Amerika’ yapmaya soyunduğu 1950’lerin başında... Bu tarihten sonra yıllardır hasetle seyredilen Beyoğlu eğlenceleri hızla yurda yayılmış. Dergiler, özel yılbaşı sayıları çıkarmaya, gazinolar balolar düzenlemeye, ‘Tayyare Piyangosu’ özel çekilişleri yapılmaya başlanmıştı bile… Sadece büyük şehirlerde değil, Anadolu'da , her gelir grubundan aileler, yılbaşında bir sofra etrafında toplanarak yeni yıl yemeği yemeyi, radyo dinlemeyi, gece yarısı Milli Piyango çekilişini izlemeyi âdet edinmiş. Televizyon yayını başladıktan sonra da gece saat 24.00’te “Zeki Müren konser verecek mi? Dansöz (oryantal)  çıkacak mı?” havasına girilmiş. Kuruyemiş, tombala bu gecenin sembolü haline gelmiş. Gelirdeki farklılaşmaya ve değişime bağlı olarak yılbaşı eğlenceleri gazinolara, lokallere, otellere taşınmış. E ne de olsa o tarihlerde siyasilerin belirlediği hedefe ulaşılmış… ve medenileşmiştik! Nasıl bir medenileşmek ise?! Gerçi ‘medenileşme’ projemiz 1935’te ‘bütün medeni milletlerce’ tatil günü olarak kabul edilen 31 Aralık öğleden sonrasıyla 1 Ocak günlerinin uygulanmakta olan tatil günlerine eklenmesi’ teklifi kabul edildiğinde olmuş! 1951-1955 arasında Noel Baba figürlü posta pullarının basılmasıyla başlamış bu furya… Artık Türkiye Radyoları’nın hazırladığı özel yılbaşı programları, şöhretli sanatçıların rol aldığı skeçler, şarkılar ve türkülerden oluşan konserler, oyun havaları ve Milli Piyango çekilişi yılbaşı kutlamalarının tipik unsurları olmuş…   30 Aralık 1958 tarihinde Tercüman gazetesinde Ayhan Hünalp tarafından çizilen Noel Baba portresi ile doruk noktasına ulaşmış … Hünalp’in Noel Baba’sı, 342 yılında Fethiye yakınlarında bir antik kent olan Patara’da doğmuş. Çeşitli mucizeler göstererek (örneğin vaftiz edildiği leğenden ayağa kalkarak Allah’a şükretmiş, Hıristiyanların oruç günlerinde ve her cuma annesinin sütünü emmeyerek perhiz yapmış) azizlik mertebesine ulaşmıştı. Daha sonra darda kalanlara yardım etmeyi gelenek haline getirmiş olan Aziz Nikola, ömrünün son yıllarını Demre’de (Antalya’nın Kale ilçesinin antik adı) piskopos olarak geçirmiş. Noel Baba adını alması, hayırseverlik işini iki kez üst üste 26 Aralık’ta yapmış... 1960’lardan itibaren açılan ‘Amerikan Pazarları’ Amerikan malları, otomobilleri, dergileri, Amerika’nın Sesi Radyosu (VOA), Hollywood filmleri ve ‘Barış Gönüllüleri’ ile Amerikan kültürünün topluma nüfuz etmesiyle 1970’li yıllara gelindiğinde büyük otellerde ve çocuk yuvalarında Noel Baba’lı kutlamalar başlamış. Kimse de Antalya gibi sıcak bir yerden nasıl olup da rengeyiğinin çektiği kar kızağında hediyeler dağıtan bir Noel Baba çıktığını sorgulamamış! Patara ile Demre bir süre Noel Baba için yarıştılarsa da Noel Baba’nın Patara’da doğduğu, Demre’de yaşadığı şeklindeki formülde uzlaşılmış ve böylece iki şehrimizin de bu kutlu olayın meyvelerini toplaması mümkün olmuş. Batı kültürü artık iyiden iyiye tüm ülkeye nüfuz etmiş... 1960’lar, 1970’lerde Hilton, Park ve Divan otellerinde serpantinli ve konfetili yılbaşı kutlamaları giderek yaygınlaşmış. 1980’lerde yılbaşını kış tatili ile birleştirip ‘ bir yerlere kaçma’ modası başlamış. 1990’larda Noel Baba’ya Noel Anne ve Noel Köpekleri eklenmiş… 2000’li yıllarda ise Noel Baba artık ailemizden biri olmuş…  Öyle ki bir Noel Baba’yı anlatan 2009 tarihli ‘Neşeli Hayat’ adlı filmi, kısa sürede bir milyonu aşkın izleyicinin ilgisini çekmeyi başarmış...  2014 yılına gelindiğinde; Türkiye'de Asgari Ücret 16 yaş altı ve üstü uygulamasına son verilirken ilk altı ay için aylık brüt 1071 TL, net 846TL.  İkinci altı ayın brüt 1131 TL, net 891 TL olarak belirlendi. Bir karşılaştırma olarak, "5 yıldızlı" otellerde yeni yılı karşılamanın bedeli kişi başı 900 lira! Milyoner'le zilyoner arasındaki uçurumun ne kadar derinleştiğini gösteren bir karşılaştırma... Buzdağına çarpan Titanic'in güvertesinde keman çalmaya devam edenlerle, güverte altında üçüncü sınıf yolcusu olarak seyahat edenler gibi! Bu  notumuz şimdilik burada kalsın... Her neyse "5 yıldızlı" otellerde... Yeni yılı karşılamanın bedeli o yıllarda kişi başı 900 lira dedik ya! Buna limitsiz yerli içki dahil! Masa üzerinde (Amuse Bouche/Meze Fransızca) Zeytinyağlı yaprak ve midye dolma, dometes carpaccio Sebzeli Crostini, peynir tabağı pastırmalı mutabbel Menü İstakoz madalyonları, Andiv yaprakları, Tabuleh salata ve siyah havyar ile Bloody Mary çorbası, yeşil kereviz ve tava edilmiş Tarak balığı ile Kaz ciğeri, Akdeniz yeşilliği, karamelize tarçın ve kestaneli ayva sotesi ve Balsamik şurubu ile Balmoral steak, Ratatouuille sebze, Fondina peynirli polenta ve çikolata aromalı sosu ile The Maria sorbe Çikolatalı ve Citrus Meyveli Kestaneli Terrin Çay/kahve Mevsim meyveleri tabağı, karışık kuru meyveler, çikolatalı dondurma topları, zencefilli kek...   Gece yarısından sonra işkembe çorbası ikramı…  Ve filmin koptuğu..... Nirvana’ya ulaşıldığı an!... Kafada püskülü sauka/katyon,, Ağzında kaynana dilli ile gece ısınacak ve DJ müziği eşliğinde gönüllerince dans edilecek. Yılbaşının vazgeçilmez muhteşem oryantal şovun da sunulacak galada, misafirlere gece için özenle hazırlanan Türk ve Dünya mutfağından farklı lezzetleri tatma olanağı da bulacak.  Parası olana,  o yıllarda 900 lira çerez parası olana sözümüz yok! Adamın parası var harcıyor! Parası olan için, lüksün sınırı yok. Adam köpeğine kürk giydirir, pırlanta kolye takar! Altın banyo muslukları yaptırır! Pırlantalı şarap kadehleri, iPhone kılıflarını çeşitli mücevherler ile süsler! Aslında zenginliğin, lüksün ve bir anlamda şımarıklığın sonu yok! Amerikan gazeteleri yazıyordu üç dört sene evvel... Havadan para kazananlar   Wall Street Restoranların da kedi dışkısıyla filtre edilmiş kahvenin(**) fincanına 100 dolar, bir burger’e 175 dolar öder.... Köftesi Kobe bifteğinden Trüf mantarı ve kaz ciğeri sosuyla tepesinde altın yaprağıyla servis ediliyormuş. Dedik ya! Parası olana ne sözümüz olabilir. Var harcıyor! İsrafta, lüks düşkünlüğünde, çar çur'da üstlerine yok ama… Egoları altın varaklı. Kültürleri teneke.  Ama "aç tavuk olup da kendini buğday ambarında" sananlara ne demeli?! Bunlara özenenlere, içten içe iç geçirenlere ve yapanlara ne demeli?! Herhalde Kerizlikte Nirvana! Farkında mısınız? Bu Prototiplerin çoğu "Hem kel, hem fodul" olanlar. Yaşamımızın çoğunu başkaları ne der diye düşünerek inşa edenler. Yani kendilerinden, örf ve adetlerinden git gide uzaklaşanlar!. Umut başka, kendini kandırma başka.. Umut gerçekleşmedikçe yara halini alıyor. Çirkin kalın bir yara...    Bilimsel olarak ifade edecek olursak topluma ve kendine" yabancılaşanlar" "..mış gibi yaşayanlar" Ama burada dikkat edilmesi gereken kritik nokta: Bu âdetin sadece eğlence tarafını almış olmamız.. Zira bizdekinin Hıristiyanlardaki gibi dinle alakası yok… Hayır ve hasenat işlemekle de hele bir hafta evvel gelen Noel’le de! Tuhafı şudur ki, tek geleneğimize dayanmayan bu yeni âdete, yani yılbaşı sabahlamasına, bütün âdet ve bayramlarımızdan fazla gayretle, dört elle sarılmış haldeyiz! son söz olarak  size güzel iki hikaye…   Birinci hikaye:    Adamın biri köyüne doğru yola koyulmuş, heybesine iki tane karpuz koymuş evine götürmeye. Eski zaman tabii yollar uzun, güneş yakıcı... Yolda yorulmuş adamcağız, heybesinden çıkardığı karpuzun birini kesmiş, yemiş. Kabuklardan arta kalan kırmızı kısımlara bakıp, "Desinler ki bunu bir ağa yemiş." deyip, kabukları bir kenara bırakmış. Sonra yan gelip yatmış. Biraz sonra kalkıp, kabuklardaki kırmızı kısımları iyice kazımış. Beyaz kabukları bırakırken, kendi kendine söylenmiş: "Desinler ki yanında bir de hizmetkârı varmış. " Yorgunluk kolay çıkmaz. Ağacın altında uzanmış kalmış. Bir de doğrulmuş ki vakit epeyce ilerlemiş. Bu arada terleyip susamış da. Yine kabuklara bakmış ve başlamış yemeye. Hem yiyip hem söylenmiş: "Desinler ki bir de eşeği varmış."  İkinci hikaye:   Adamın biri aç mı aç, sefil mi sefil, zavallı mı zavallı...   Ev kirasını ödese, bakkalı ödeyemeyecek, bakkalı öderse, ev kirasını...    Tutmuş kira için ayırdığı parayla at yarışlarında oynamaya kalkmış. Ola ki kazanırım, ola ki benim de cebim para görür, ola ki çoluğuma çocuğuma birer kat elbise alırım, bir eğlence yerine götürürüm onları, borçlarımı öderim...  Ve oynamış. Kaybetmiş bütün parayı.   “Çekiver kuyruğunu,” demiş adam, “şu dünyanın” ve akşam saatlerinde sokaklardan el etek çekilince, şehrin en yüksek köprüsünün korkuluklarını aşarak, suya atlamaya hazırlanmış.    Bir el dokunmuş omzuna. Saçları yapış yapış, burnu çenesine değen bir kocakarı: - Ne yapıyorsun evladım? demiş. - Hiç, ne yapacağım, kuyruğunu çekmeye hazırlanıyorum dünyanın. - Bir sıkıntı mı var ? - Bir sıkıntı olsa mesele yok. Ne ev kirasını ödedik, ne bakkal borcunu, alacaklıların suratları, karının dırdırı, çocukların yalvaran bakışları... Sıkıldım yaşamaktan. Kocakarı: - Ben cadıyım, demiş. Vazgeç bu işten. Ev kirası bankaya yattı, bakkalın borcu ödendi, karın neşeyle seni bekliyor. Adam: - Ne olacak, demiş, bir dahaki aya yine aynı hikâye değil mi? Kocakarı: -Peki, açıktan bir de yüz bin liralık çek bulacaksın masa örtüsünün altında, demiş. Şimdi tamam mı? Adam duraklamış, korkuluğun ön tarafına geçmiş: - Niye yapıyorsun bunu bana? - Hiç, gençsin, yaşamak hakkın, onun için. Yalnız bir tek şey rica ediyorum senden, bu geceni benimle geçireceksin. Kabul etmiş adam ve gitmişler kocakarının kulübesine...    Gece öyle geçmiş, sabahleyin kocakarı yatağın ortasında pörsük göğüslerini sallayarak, yağlı, yapışık saçlarını tarıyormuş. Adamın ise midesi bulanıyor, yüreğini tarif edilmez bir pişmanlıkla iğrenme duygusu sıkıştırdıkça sıkıştırıyormuş. Olanları bitenleri şöyle bir hatırlamaya çalışmış. Bir teselli bulmak için: - Neyse, demiş, artık ev kirası da yok, bakkal borcu da; yüz bin liralık çek ise hazır. Kocakarı kahkahalarla gülmeye başlamış: - Ne, ne dedin bakayım? - Kurtuldum sayende sıkıntılardan, şimdi giyinecek, insan gibi, yaşamaya başlayacağım.   Kocakarı, saçlarının üzerinden traktör geçirir gibi hart diye çekmiş tarağı aşağıya: - İlahi evladım, diye sormuş, sen kaç yaşındasın? - Otuz sekiz civarı... - Bu yaşa gelmişsin bak. Hâlâ cadılara inanıyor musun?   Cadılara, Noel babalara inanmamak gerektiğini öğrenmeden göçüp gidiyoruz.... son söz: Bir yıl dediğin nedir...? Güneş etrafında kat edilen 940 milyon kilometrecik!... Ne çabuk geçti değil mi ? Hiç bir şey anlamadık. Bi' de anlasaydık n'olurdu acaba?   Demek ki neymiş? Takvim zaman demek değilmiş. Bitiyor çünkü ve hiçbir şey olmuyor. Oysa zaman bitince varoluş kalmaz... Pagan kültüründen esinlenerek ortaya çıkarılan Noel kutlamalarının asıl önemi tarihsel mantığı değil, çok kazançlı bir iş olduğu…. Başka bir deyişle, ticari bir festival olarak icat edilmesi. Noel kutlamalarının  başından beri pazarlama amaçlı olduğu gerçeği.… Umut başka, kendini kandırmak başka... Umut, yarındır...  Sessizce kırlır: Kalp, umut, hayal... Sağlıcakla Kalın! Yüreği "Berkehan" ve "Bilgehan  Deniz " Kadar temiz tüm insanların, günleri, gelecek yılları hep aydınlık olsun! Yüreklerindeki sevgi daim olsun! O.E. 30.12.2013 http://blog.radikal.com.tr/yasam/havai-fisek-gosterileri-altinda-kuresel-devsirme-eglence-ve-afazilik-9691  01.01. 2013  Kadrajıma takılanlardan.... Kuruluştan Kurtuluşa Ateşte Açan Şehrin Saat kulesi https://bit.ly/3GyiAek (*)(2013 'de yazılmış ancak günümüz için de geçerli yeni Yıla ilişkin bir deneme)...Yukarıda ki verileri güncellemek isteyenler için, 30.12.2013  1$ =2,119 ₺... Bu da böyle... (**) Endonezya'da bulunan Sumatra adası ve çevresindeki birkaç adada bulunan palmiye misk kedisinin kahveyi yemesi ve sonrasında dışkılaması sayesinde elde edilen ve yılda 380 kilo üretilebilen kopi luwak kahvesi 350 dolar ile 500 dolar arasında satılıyor

21.yüzyılda Bilim İnsanlarının Tarihi Sorumluluğu Üzerine

21.yüzyılda Bilim İnsanlarının Tarihi Sorumluluğu Üzerine   İlksöz: "Bir sinemada yangın çıktığında bilim insanının yapması gereken ilk iş itfaiyeyi çağırmaktır. (Tıpkı diğer insanlar gibi!) Yoksa sahneye çıkıp yangın redifli bir gazel okumak ya da yangının kavramsal çerçevesi üzerine nutuk atmak değil. (Bu bağlamda o, çok da aykırı bir fiil de bulunmaz.) Hatta yangına karşı ne türlü önlemler alınması gerektiğini dahi söylememelidir; çünkü bunu yangın çıkmadan önce söylemiş olması gerekir." Kimileri gelecekten bahsediyor ama kastettikleri geçmiş aslında. Ebedi rücu... Soru Şu :Aydın kimdir? "Dünyada her şey için, maddiyat için, maneviyat için,  muvaffakiyet için, en hakiki mürşit ilimdir, fendir;  ilim ve fennin haricinde mürşit aramak gaflettir, cehalettir, dalalettir". "Mülazahat hanesini açık bırakmak gerekiyor başka bir deyişle bir kimse veya bir oluşum hakkında tek okumada ya da tek duyumda kesin bir yargıya varmayıp kararı zamana bırakmak gerekiyor.  Bu bağlamda Veri, gündelik yaşamımızda gördüğümüz, duyduğumuz, okuduğumuz veya karşılaştığımız olaylardan edindiğimiz duyumların bütünü; beyin bunları sınıflandırıyor ve depoluyor. * Malumat, beyinde depolanmış verilerin düzenlenmiş, işlenmiş, muameleye tabi tutulmuş haline deniyor. * Bilgi, malumatın belirgin bir amacı gerçekleştirmeye yarayacak şekilde düzenlenmiş, zapturap altına alınmışlık durumu. * Bilgi sahibi olmak, akıl erdirme ve çözümleme yetisi gerektiriyor, oysa malumat edinme böyle bir kısıta tabi değil, kişi hayatta olduğu sürece kendiliğinden birikiyor. * Malumat sahibi olmadan, bilgi sahibi olmak mümkün değil; ama belirgin bir amacı, bir hedefi olmayan malumatın da furuşluktan öte işlevi yok." İrfan, bilginin ötesinde, duyarlılık, ortam farkındalığı, idrak ve "halden anlama" dediğimiz hassasiyetleri gerektiriyor. Bu bağlamda, zeka ve tecrübenin bileşkesi, irfan. ~[ Kendi Everest'imize Tırmanırken Kendimizi sorgulama ( Özeleştiri )Ve Analitik Düşünme .]..    "Pek çok kişi entelektüel bir insanın (aydın) çok okumuş, iyi bir eğitim almış (ve hatta öncelikle insani bilimlerde), çok seyahat etmiş, birkaç dil bilen insan olduğunu düşünür. Ama tüm bunlara sahip olup entelektüel olunmadığı gibi tüm bunlara sahip olmadan büyük ölçüde, içsel olarak entelektüel bir insan olunabiliyor. Entelektüellik sadece bilgide değil, bir diğer insanı anlama becerisinde yatar. Bu beceri binlerce ve daha fazlası detayda bulunur. Örneğin saygı çerçevesinde tartışma, masada mütevazı davranma, fark ettirmeden (tam olarak fark ettirmeden) bir başkasına yardım edebilme, doğayı koruma, çevreyi kirletmeme, sigara izmariti veya küfürle, aptalca fikirlerle (Bu da bir çöptür. Hem de ne çöp) çevreyi kirletmeme. Rusya’nın kuzeyinde gerçekten de entelektüel köylüler tanıdım. Evlerinde inanılmaz temizdiler, güzel türkülere değer veriyorlardı, güzel hikâyeler (yaşadıkları veya başkalarının yaşadıkları) anlatmayı biliyorlardı, düzenli bir yaşamları vardı, misafirperver ve güleçtiler, başkalarının derdine ve neşesine anlayışla yaklaşıyorlardı. Entelektüel olmak, anlayabilme ve algılayabilme yeteneği; dünyaya ve insanlara sabırla yaklaşabilmek demektir." Prof. Dmitriy Lihaçyov Lihaçev D.S. Eski çağ rus edebiyatı şiirselliği. – L., 1968;  https://en.wikipedia.org/wiki/Dmitry_Likhachov       Daha fazlası... Elit, seçkin demektir. Seçilen, seçkindir. bu kavramdaki kişilerin belirli alanda kendini geliştirmiş, uzun soluklu liyakat sergileyen, hukuk, tıp, siyaset gibi özellikle alanlara adanmış, derin eğitimli, disiplinleri, başarıları veya erdemleriyle öne çıkan kişilerdir. “Anti-elitism bu kesimi hedef alıyor. Emek, adanmışlık, süreklilik sonucu ulaşılan kazanımları küçültüyor, genç kuşaklara rol modeli olması beklenen ehil dehaları sıradanlaştırıyor, meydanı ‘kifayetsiz muhteris’ dediğimiz kişiliklere açıyor. ‘Picasso da kimmiş, ben de onun kadar çizerim’ ya da ‘Osmanlı tarihini bilsem ne yazar?’ şeklindeki ruh hali yaygınlaşıyor. ”Seçmek yerine siyasi duruşa ve mevcut güce yatkınlığa göre atama yaptığınızda, her yeri milletin kılmış olmasınız. Seçkin bir milleti vasatlaştırırsınız. Bu projede ışıkları söndürmenin yolu "millet"i "elit"in zıddı olarak konumlamaktır. Kültürden eğlenceye, futboldan üniversitelere kadar, ülkenin tüm değerlerini yarın yokmuş gibi siyasi çekişme tüneline sokarak renksizleştirip vasatlaştıranlar, toplumun her figürünü toplumdan koparıp "ya biat ya recm" ikileminin her alternatifinde yok edenler, çekişmesiz olamaz.Bu notumuz şimdilik burada kalsın.... Bu arada   “Aydın Despotizmi” kitabından (*) Önemsediğim bir kaç satır.... “İstibdatın sadece belirli ve bilinen kurumların tekelinde olmadığına, Türk düşünce hayatında muhtelif köşe başlarında yerleşik aydınların “yeni”ye geçit vermeyen tekellerini ısrarla korumak gayreti içinde olduklarına, bu tutumun özgür düşünce filizlerinin hoyratça kopartılması ile sonuçlandığına, gençlerin üzerinde neredeyse sınıfsal nitelikli bir baskı yarattığına inanıyor, Türk düşünce yaşamını ve edebiyatını vesayetleri altında tutmaya çalışan bütün müstebitlere karşı çıkılması gerektiğini savunuyorum.” “Aydınlanmanın kibri” dediğim olguyu tek bir kelimeyle ifade etmek durumunda kalsam, seçeceğim sözcük hükümsüzleştirmek olurdu.  İnsanları, yaşananları, ülküleri, bilgi birikimini, inançları hükümsüzleştirmek; hiç olmamışlar gibi yapmak; teknolojik üstünlüğün revaç verdiği çok bilmişlik, kabalık, yüzeysellik, hafifmeşreplik. "  “Rus ovasında insanlar ya ölesiye mümin ya da ölesiye imansızdırlar. Orada ortada yol yoktur. Bu ovada sarhoş bile ölesiye sarhoş olur.” (**)     AYDIN ÜSTÜNE  BİR KAÇ SAV   i- Aydın gizlenenin üstüne giden, saklı olanın perdesini kaldıran, yalan söyleyenlerin, gerçeğin üstünü örtmeye çabalayanların foyasını meydana çıkarandır. ii- Aydın bilmediğine, anlamadığına "Bilemiyorum, anlayamıyorum" diyebilendir. iii- Kabul etmediği, onaylamadığı, benimseyemediği, görüşler, inançlar, savlar karşısında dik duruş sergileyendir. iV-Aydın kendisiyle nasıl yaşadığına bakarak anlayabileceğimiz bir kişidir.  V-Pragmatist / Makyavelist / Oportünist Düşünce Sistemini Türkçesi "Şark Kurnazlığı" benimsemeyendir.  Cemil Meriç' den... "Aydınla entelektüel aynı kimse midir?  Hayır." "Entelektüel, ya zamanını doldurmuş değerlerin aktarıcısı,  ya yeni bir dünya kurmağa çalışan bir içtimaî sınıfın yol göstericisidir." "Aydın ne mazisini bilir,  ne geleceği hakkında aydınlık tasavvurları vardır.  Ülkesi ile göbek bağını çoktan koparmıştır." Rıfat Ilgaz'dan... Aydın mısın? "Kilim gibi dokumada mutsuzluğu Gidip gelen kara kuşlar havada Saflar tutulmuş top sesleri gerilerden Tabanında depremi kara güllelerin Duymuyor musun Kaldır başını rüya aleminde ki uykulardan ------------ Her satırında buram buram alın teri       Her sayfası günlük güneşlik Utanma suçun tümü senin değil -------------- Benden geçti mi demek istiyorsun     Aç iki kolunu iki yanına Korkuluk ol."  (1968) Karakılçık adlı şiir kitabından (1969) Bütün Şiirleri 1927-1991(Çınar Yayınları) Türkiye'de bizim 'aydın' dediğimiz kimseler ne organiktir ne de toplumdan farklılıkları gerçek anlamda aydın farklılığıdır. Onlar yerlilikten ve otantiklikten nefret ederler. Çünkü kendilerini bu topluma değil Batı'ya bağlı hissederler. Gerçek yerli toprağın mahsulü değil Batılılaşma'yı hedefleyen eğitim sisteminin ve resmi ideolojinin ürünüdürler. Eğitim sisteminin ve resmi ideolojinin tornasından geçen bu insanlar, bırakın aydın olmayı olsa olsa kendi kültürümüzün anomalisidir. Kendi yuvasını beğenmeyen bu okur-yazar kesimin bir diğer vasfı, sekülerliğidir. İlericilik ve ne idüğü belirsiz çağdaşlık temel mottoları olup toplumun genel maneviyatına karşı mücadelelerinde onlara enerji sağlar. Türkiye hakiki organik aydınlarına yeni Türkiye'de kavuşabilir. Tarih bu seküler aydıncıkları bir sapma anomali olarak ileride kaydedecektir. Nasıl biliriz çoğunlukla aydını? Alışılagelen aydın nasıl biridir? Bilgilidir. Düşünür. Duyar. Sorumlulukları vardır. Bilgisi, düşünme gücü, duyup kavrama yetisiyle birleşmiş sorumluluğuyla “aydınlatır” toplumunu (“Tenvir” eder, ışık tutar). Bilgisi, toplumunun sorunlarını kavrayıp yorumlamaya yönelmiştir: Yalnızca toplumun sorunlarına karşı sorumlu değildir, sorumluluğu dünyanın tüm sıkıntılarına eğilmeyi zorunlu kılar. Yaşanan haksızlıklara, zulme, sömürüye karşı çıkar. En önemli görevi eleştirmektir. Toplumca yaşananı, kültürel, toplumsal, siyasal, ekonomik, antropolojik, düşünsel açılardan sorgulamak, yorumlamak, eleştirmek, eleştirileri doğrultusunda sorumlu bir karşı çıkış ya da zaman zaman onaylama eylemlerinde bulunmak… Dürüstlük, eşitlik, özgürlük, insan onuru uğruna yılmadan mücadele verilmesi gereken temel kavramlarıdır aydının. Aydın yönetilenlerin, güçsüzlerin, ezilmişlerin, haksızlığa uğramışların sesidir. Bilgisi, kavrama yeteneği, sorumluluk bilinci, güçlü iradesi, cesareti, eylemde bulunma gücü ile hem toplumunun hem de dünyanın kültürüne ışık tutan, katkıda bulunan bir insandır. Bu betimleme, aydını ne denli anlatıyor? Aydın bu betimleme ışığında hangi özellikleriyle ortaya çıkıyor? i. Aydın bilgilidir. Cahilden aydın olmaz. Ama her “bilgili” aydın mıdır? Değildir, elbette. Nasıl “bilgili” aydındır? Bilgisini sindirmiş, seçenekleri görebilen. Seçenekleri görebilmek: Öğrendikleri görüşlerin dışındaki görüşlerin farkında olabilmek. Bilgisini yaşayabilendir, aydın. Bilgisi üzerinde yama gibi duran biri değil. Bilgisinin sonuçlarını, uygulamalarını; dayandığı temel ilkeleri fark edebilen biri. Deyim yerindeyse, bilgi bilincine sahip olan. ii. Kavrayıcıdır. Anlayıcıdır. Tarihi, kültürü, yaşamı bilgisiyle kavrar; sezgileri ve düş gücüyle anlar. iii. Aydın araştırandır. Yaşananı kavramak, geçmişi, bilgi ve anlam dünyasını yorumlayabilmek araştırmakla olanaklı. iv. Aydın çalışkandır. Araştırma, emek ister, sabır. Dünya bilgisiz, kavrama-anlama gücü olmaksızın, araştırmaksızın yorumlanamaz. Tüm bu etkinliklerin sürekliliği çalışkan olmayı gerektirir. v. Aydın neden bilecek, kavrayacak-anlayacak, araştıracak, çalışacaktır? İnsana, dünyaya, evrene, evrendeki yaşama duyduğu sorumluluktan. Aydın sorumludur. vi. Görüşü olandır aydın. Eskilerin deyimiyle nokta-i nazârı olan. Savunduğu düşünceleri olan. Fikir sahibi. vii. Kendine özgü bakış açısı olduğu için, bu açıdan görülen dünyayı yorumlama, eleştirme ödevi vardır. Aydın, eleştirmendir. Karşı çıkan, muhalefet eden, yeri geldiğinde beğenen, onaylayan ama sürekli değerlendiren. Kendini de. vii. Değerlendirmelerin ardında duran, irâdeli bir insandır, aydın. Yaşama atılımı, isteme gücü taşır içinde. Mızmız değildir, coşkuludur. ix. Cesurdur. Savunduklarının bedelini ödemeye hazırdır. Tehlikeleri göğüslemeye. x. Savundukları yalnızca sözde kalmaz. Eyleyicidir, aydın. Eylemcidir. Düşünceler, eylemle bütünleşmiyorsa etkisizdir, boştur. Eylem, düşüncelerle bağ kuramıyorsa, kördür. Bu mudur aydın? Unutulan bir yanını vurgulayayım. Aydın sakladığı, saklamaya çabaladığıyla kendini gösterir. Kısaca söylenirse, aydın sakladığıdır. Nedir saklamak? Neden saklar insan? Neyi saklar? Çağımız saklayan insanların çoğaldığı bir çağ. Çağlar boyu saklamış. Öncelikle yaşamını sürdürebilmek için. Çevresi üzerinde denetim kurmak, yaşamını düzenlemek amacıyla saklamış. Saklamak eyleminin en azından Türkçe’mizde beş ayrı anlamını anabiliriz: i. Örtmek, gizlemek ii. Korumak iii. Biriktirmek iv. Elde tutmak v. Ele geçirmek. Aydın sakladığınla aydındır. Sözcüğün beş anlamıyla: i. Neyi örtmektedir? Bilerek ya da bilmeyerek kasıtlı ya da kasıtsız örttükleriyle ortaya çıkmaktadır. Gösterirken örten, aydınlatırken karartandır. Neyi örtüyorsun aydın? Bu görüşlerin ardında duran, gösterdiklerinin ardalanında duran göstermediklerinle, göstermek istemediklerinle, gösteremediklerinle aydınsın. Yalnızca aydınlattıklarınla değil, kararttıklarınla! i. Neyi korumaktasın? Hangi değerleri? Hangi inançları? Hangi çıkarları? Hangi düşünceleri? ii. Neyin birikmesinin ardındasın? Nelerin birikmesini, çoğalmasını dilemektesin? iii. Neyin elde tutulmasını, elden çıkarılmamasını istiyorsun? Neden? iv. Neyi ele geçirmenin peşindesin? Ün mü? Para mı? Konum mu? Saklamanın amaçlarından biri de ele geçirmek mi? Aydın sakladığından bellidir. *** Dünyayı, toplumu, farklı yüzleriyle nasıl kavradığımız, i nsanlarla olan ilişkimizin sağlıklı bir yönde gidip gitmediği, kendimizle gerçekleştirmeye çalıştığımız iletişime, yüzleşmeye bağlıdır, önemli ölçüde. Kendimizle olan ilişkimiz, dünyayla olan ilişkimize dâhîldir. Dünyaya müdahalemizi, kararlarımızı, eylemlerimizi etkiler. Kendimizle olan ilişkimiz çok zor bir ilişkidir: Yüzleşmeyi gerektirir. İçtenliği, dürüstlüğü, kendimize güveni. O ilişkiyle, o ilişkinin sağlıklı başarılışı ya da başarılamayışla etkilenen bir dünyaya açılış söz konusudur. Aydın kendisiyle ilişkisinden bellidir. son söz:İyi insan demek vatanını seven, vatanı için doğruları ve yanlışları tarafsız ve objektif bir şekilde insanlarına anlatan demektir.  Güneş hep ışık saçar..Özüne daima sadık, adıyla daima müsemmadır. Ne mutlu Güneş gibi olup hep ışık saçana.. Dünya salgınlar, savaşlar ve krizlerin yanı sıra büyük bir dönüşüm ve değişim döneminden geçiyor.  bu dönüşüm ve değişimin önemini anlattıyor bir bilim insanı(**).  Birlikte Okuyalım.... Bir taraftan nanorobotlarla hastalık tedavi etmeye hazırlanırken bir taraftan da uzaya gönderdiğimiz James Webb teleskobu ile kâinatın sırlarını çözüyoruz. 2012’de tanımlanan CRISPR gen teknolojisi 2020’de Nobel Ödülüne layık görülüyor; şu anda öğrenci düzeyinde uygulanabilir hale geliyor, birçok genetik hastalığın tedavisinde kullanılması an meselesi. Nano düzeyden evrenin sonsuzluğuna uzanan bilim dünyasındaki baş döndürücü buluşların hızla yıkıcı teknolojilere dönüşüp günlük hayatımıza girdiği ve bütün üretim ilişkilerini, sosyal dünyamızı derinden etkilediği bu hızlı dönüşüm dönemini, Tarım Devrimine atfen, Bilim Devrimi olarak adlandırıyorum. Böyle bir çağda gözlem yetenekleri ve sorun çözme becerileri zengin biliminsanlarının sadece bilinmeyenleri keşfetmeye odaklanarak yeni bilgi üretmekle yetinmeyip başka sorumluluklar da üstlenmelerinin tarihi görevleri olduğunu düşünüyorum. Dönüşüm dönemlerinin önemli bir karakteristiği, krizlerle birlikte seyretmesidir. Nitekim insanlık 2022 yılını giderek artan biçimde ekonomik kriz, COVID-19’un yarattığı sağlık krizi, yerinden edilen insanlar yani sığınmacı ve mülteci krizi, iklim krizi ve bunların sonucunda her düzeyde derinleşen yönetim krizi içinde karşıladı. 24 Şubat’ta Rusya’nın Ukrayna’ya saldırısı ile savaş başladı. Önceleri, pandemi sonrası dünya eskisi gibi olmayacak öngörüsü ile yeni beklentiler içine girmiştik ama artık kesinlikle 24 Şubat sonrası dünyanın eskisi gibi olamayacağını söyleyebiliriz. Çok hızlı gelişen bir dönüşüm döneminin tam ortasında, tepe noktasındayız. Yan tutmadan gerçekleri aramak olarak tanımladığım bilim, insanın en eski ortak üretimlerinden birisidir. Bir diğer ortak ve en eski üretimi siyasettir. Neanderthaller başta insansılara karşı savaşlarımızda, diğer tüm canlılara karşı galebe çalarak bu evrene damga vurmamızda bu iki ortak üretimin hiç kuşkusuz çok büyük payı olmuştur. Ortak bir hikâyenin etrafında toparlanabilen yani siyaset üretebilen ve bilim yaparak alet (teknoloji) geliştirebilen insan evladı doğadaki rakipleriyle girdiği mücadelelerden hep galip çıkmıştır. Sonuçta Tarım Devrimi’ni de gerçekleştirerek avcı toplayıcı yaşam biçiminden tarım toplumu aşamasına geçmiş; sofistike yönetim biçimleri, ordu, yazı, bilginin saklanması ve okullarla sonraki kuşaklara aktarılması işlerini başarmıştır. Bilim Tarihinin ana kavşakları bizi Sanayi Devrimi, Aydınlanma, Modernite gibi süreçlere taşımıştır. Ne yazık ki, bu gelişmelere paralel, insanın hırsı her zaman emperyal rüyalara da yol açmış ve bilim ile teknolojideki devasa ilerlemeler iki dünya savaşı gibi  felaketi yaşamamıza engel olamamıştır. İçinde yaşamakta olduğumuz, adı ister Bilim Devrimi, ister başka bir şey olsun, büyük dönüşüm dönemini de keşke savaşsız, yumuşak geçişle atlatabilseydik ama başaramadık. 2008’deki ekonomik kriz kapitalizmin son aşaması olan neoliberalizmin önemli bir kriziydi; zorlukla yatıştırıldı. Küresel ısınma var mı yok mu diye tartışırken kendimizi bir anda çok ciddi bir iklim krizinin içinde buluverdik. Örneğin 19 Mart 2022’de Antarktika’da dünyanın en soğuk yerinde normalde -53 derece ölçülen hava sıcaklığı sadece - 12 derece oldu. Mart sonunda, ülkemizde Ordu’da hava sıcaklığı 32 derece oldu. Kötü yönetimle birlikte, iklim krizi göçleri tetikledi; dünyanın dört bir köşesinde rekor sayıda insan yaşadığı coğrafyaları terk etmek zorunda kaldı. Göç alan ülkelerin vatandaşları yeni gelenleri çoğu kez istemediler, binlerce insan Akdeniz’de boğuldu. En son Ukrayna işgali ile bir ay içerisinde 3,5 milyon kişi ülke dışına kaçmak, bunun en az 2 katı kadar çocuk, yaşlı, kadın ülke içinde yer değiştirmek zorunda kaldı. Dünyanın en hızlı göç hareketine şahit olduk. COVID-19 pandemi olarak bu resmigeçitte yerini aldı. Küresel bir salgın yıllardır bekleniyordu ve sonunda geldi, dünyayı kasıp kavurdu. En zengin, sağlık alanında iddialı ülkeler ve yönetimler Yeni Koronavirüs karşısında çaresiz kaldı. Mahşerin Dört Atlısı şeklinde üzerimize gelen bu krizler her gün istisnasız herkesi, her kurumu ve her ülkeyi etkiledi. Bunun sonucunda her kurum, her devlet bir biçimde yönetim krizi de yaşamaya başladı. Şimdi işgal ve savaşla başlayan süreç bütün bu krizleri herkes için daha da ağır hale getiriyor. Bütün bu krizlerin ortak özellikleri neydi, niçin üst üste geldiler çok uzun tartışılabilecek konular. Pek çok düşünürün üstünde anlaştığı nokta bu krizlerin bir dönüşüm çağının da habercisi olduğu yönünde. Gezegenimizin bizi bu halimizle, yani alıştığımız zihin yapısı, kurumlar, değerler sistemi ile taşıyamadığı bir gerçek; gelecekte var olabilmek için yeni bir devrime ihtiyacımız var. Nasıl COVID-19 ile mücadelede eski tip, ölü virüs aşısı yeterli olmuyorsa; mRNA aşısı ancak sorunumuzu çözebiliyorsa, tüm toplumsal, ekonomik krizlerin çözümü için de bilimin rehberliği ile gerçekleri demokrat anlayışla harmanlayan “Bilim Siyaseti” ne ihtiyacımız var. Doğaldır ki yaşadığımız krizleri aşmak için Bilim Siyasetinden başka otokratik, totaliter yöntemler önerilebilir veya bazı toplumlar böyle yönetilmeyi seçebilir. Demokrasi uzunca bir süre iş görmüş olabilir ama artık mevcut ağır krizlerin çözümünde ne ülke ne de uluslararası düzlemde yeterli olmuyor. Çünkü bu kişileri neden seçtiğimiz, ne için seçtiğimiz hakkında elimizde kanıtlı bilgiler yok. Kişisel kanaatim dijital çağda demokratik, şeffaf, paylaşımcı, hesap verebilir olamayan yönetim anlayışların ömrünün pek uzun sürmeyeceği yönündedir. İşte biliminsanının en önemli tarihi sorumluluğu bu noktada ortaya çıkıyor çünkü o menfaate, gizliliğe ve yalana itibar etmez. Paylaşımcıdır, bulduklarını meslektaşlarıyla paylaşır; çünkü bilimin üst üste konan tuğlalardan oluştuğunu bilir. Buluş yapmak için şeffaf ve önyargısız olmalıdır, hipotezi yanlış çıktığında yanlışını kabul eder; daha doğrusu her zaman kendisini ve başkalarını yanlışlamaya çalışır. Demokrat olmak, yan tutmamak zorundadır yoksa gerçeğe ulaşamaz. O halde biliminsanının bizatihi kendisi bilim siyasetinin öznesi olmalıdır. Ayrıca tüm bu adeta genetik özellikleri nedeniyle şu anda siyaset dünyasını bir kanser gibi sarmış gerçeküstü/posttruth çağının panzehiridir. Bu yüzden de her alanda, bir adım öne çıkmalıdır. Akademik olarak siyaset bilimi ile uğraşmak veya akademik alanda “politika” yapmak benim kastettiğim anlamda biliminsanının sorumluluğundan farklıdır. Bilim Siyaseti, Bilim Devrimi çağının siyasetidir ve her politika alanına biliminsanı sorumluluğu ve bilimsel yöntemlerle yaklaşmayı gerektirir. İnsanlık olarak tarih boyunca geliştirdiğimiz en iyi yönetim usulü temsili demokrasi. Bir şekilde seçim yapıyoruz ve bazı kişileri bizi yönetsinler, hakkımızda karar versinler diye görevlendiriyoruz. Bu sistem uzunca bir süre iş görmüş olabilir ama artık mevcut ağır krizlerin çözümünde ne ülke ne de uluslararası düzlemde yeterli olmuyor. Çünkü bu kişileri neden seçtiğimiz, ne için seçtiğimiz hakkında elimizde kanıtlı bilgiler yok. Bu seçimi sıklıkla gerçeklere dayanarak değil, o anki duygularımızla ve yan tutarak yapıyoruz. Biliminsanlarının önemli tarihi sorumluluğu bu noktada da kendini gösteriyor. Yaşamakta olduğumuz sorunlar artık bir grubun temsilcisi olarak seçilmiş, o grubun menfaatlerini gözeten, lafla peynir gemisi yürüten, sorunları çözmek yerine algı yönetimi ile geçiştiren siyasetçilerin çözebileceği basitlikte değil. Çok daha karmaşık ve ayrıntılarıyla özenle uğraşmak gereken sorunlar.  En başta bütünsel yaklaşım gerektiriyor, eğer soruna bütünsel bakış açısıyla yaklaşmazsanız düzelteyim derken bozuyorsunuz. Örneğin ekosistemi korumak çok önemli. HES yapacağım diye ağaçları kesip doğaya zarar verdiğimizde bir süre sonra yağış azalıyor, su kesiliyor, HES elinizde kalıyor. Ya da toprak kaymaları, sel ile HES yapıları bile yok oluyor. Bütün bunları yalnızca oy peşinde koşarak güç elde etmek için iktidar olmayı hedefleyen eski anlayıştaki politikacılar değil,  var olan bütün bilgileri dikkate alarak, bilimsel yöntemi kullanarak irdeleyebilen ve çözüm yaratabilen kişiler sağlayabilir. Bu kişiler arada bir danışılan, fikri sorulan ama nadiren ve onda da işlerine geldiği şekilde dikkate alınan danışmanlar olarak değil, bizzat karar verici yönetim kademesinde olmalılar. Temsili demokrasiyi yozlaştıran tüm faktörlerin elimine edilmesinin kolay olmadığını biliyorum ama yeni inovatif çözümlerle siyaset de dönüşebilir. Örneğin temsil görevlerinin kurayla belirlenmesi, referandumların dijital teknolojiler yardımıyla yaygınlaşması, yönetim görevlerine zaman sınırlaması getirilmesi bilim siyasetinin yeni araçları olarak kullanılabilir. Biliminsanı yan tutmadan gerçeklerle uğraşır. Her gün yaşadıklarımızdan, bir çıkar grubunun tarafı olan siyasetçilerin çözdüklerinden daha fazla sorun yarattıklarını biliyoruz. Özellikle bilimin sesine kulak veren ülkeler krizlerden daha az etkileniyor, yurttaşlarına daha fazla olanak ve refah sağlıyor. Bu nedenle de artık biliminsanları sadece laboratuvarlarına kapanıp bilimsel bilgi üretmekle yetinmemelidir. Mutlaka toplumsal sorumluluk almaları, en azından toplumun meseleleri ile ilgili düşünmeleri ve görüşlerini açıklamaları, karar vericileri, halkı etkilemek için kanıtlar sunarak çaba göstermeleri gerekir. Tabii ki, bunu yaparken bilim iletişimi yaklaşımına azami dikkat etmek gerek. Topluma karşı konuşmak bir bilimsel toplantıda sunum yapmaktan hem biçim hem üslup hem de seçilen kelimeler bakımından farklılık gösterir. Bu açıdan iletişimcilerden yardım almalıdırlar, aksi halde topluma fayda yerine zarar verebilirler de. İdeolojiler, inanç sistemleri, cinsel tercihler, kimlikler derken geçtiğimiz yüzyıllarda, hele ki son on yıllarda bölündükçe bölündük. Kolayca bahaneler üreterek başka insanları ötekileştirebiliyoruz. Zaten insanı merkeze alan inanç, yaşam ve düşünce sistematiğimiz nedeniyle ormanları, hayvanları, doğayı, neredeyse tüm evreni “ötekileştirdik” ve bunun sonucunda zalimce kullandık. Bir türlü doymak bilmiyoruz, doğa da bize cezamızı iklim krizi olarak kesiyor. Şimdi yolun sonuna geldik, bundan sonra kuracağımız sistemler canlı cansız tüm varlıkları ötekileştirmemeli ve “Yaşamdaşlık” temel eksenine oturmalı. Yaşamın kendisini merkeze alan yeni bir ekonomik anlayışa, dolayısıyla yeni tüketim ve üretim biçimlerine, hukuka, eğitim sistemine ihtiyacımız var. Hayatın bütün alanlarında bilimin önderliğinde, demokrat bir zihniyet ile tüm yaratıcılığımızı kullanarak hızla, adeta bir devrim yaparak bu krizler dönemini sonlandırmalıyız. Tarım Devrimi kurumları, sorun çözme yöntemleri ulusal ve uluslararası düzeyde artık işimize yaramıyor, acilen yeni yapılar oluşturmamız gerekiyor. Burada da dikkatle gözlem yapıp nedensellik ilişkileri kurmaya ve yararlı çözümleri bilimsel metodolojiyle üretmeye, inovasyona yani değer katan yenilikçiliğe ihtiyacımız var. Ayrıca Mahşerin Dört Atlısı temel krizlerimizin hepsi uluslararası düzlemde yoğun işbirliği ve güç birliği gerektiriyor. Örneğin biz kendi ülkemizde başarılı bir aşılama ile COVID-19’u eradike ediyoruz ama Güney Afrika’da yeterli aşılama yapılmadığı için Omikron varyantı çıkıp salgında ikinci dalgayı yaratabiliyor. Yani artık tek başına, bireysel kurtuluş yok. Her bakımdan sağlıklı bir geleceği ancak tüm insanlık hep birlikte kurabiliriz. Şimdi yolun sonuna geldik, bundan sonra kuracağımız sistemler canlı cansız tüm varlıkları ötekileştirmemeli ve “Yaşamdaşlık” temel eksenine oturmalı. Saldırgan Rusya’nın başlattığı savaş bir insanlık ayıbı. Ama bir taraftan da bize yeni dünyayı hangi değerler sistemi üzerine kurmamız gerektiğini göstererek benzersiz bir fırsat sunuyor. Ben bu savaşı III. Dünya Savaşı olarak tanımlıyorum. Aslında önceki iki dünya savaşından çok farklı, belki başka bir özgün ad vermek gerekir; çünkü iki tarafın emperyal amaçlarla giriştiği bir savaş değil bu, özünde bir değerler savaşı. Bir tarafta tamamen eski, anlamını yitirmiş paradigmalarla, değerler sistemi ile acımasızca saldıran Rusya; diğer tarafta evrensel değerleri, yaşamdaşlığı savunan Ukrayna. Rusya’nın öncelikli hedefinin siviller, sivil yerleşim alanları, hastaneler, çocuklar olması boşuna değil, çünkü yaşama düşman faşist bir zihniyete sahip. Yaşına bakmaksızın korunmasız sivillere karşı giriştikleri katliamlar her gün sosyal medya sayesinde önümüze geliyor, dehşet içinde izliyoruz. Buna karşılık evcil hayvanlarını kilometrelerce kucağında taşıyan Ukraynalı yaşlılar tabii ki yaşamdaşlığı simgeliyorlar. Milyonlarca mülteci ile dayanışma içine giren halklar adeta Avrupa Birliğini tabandan yeni baştan kuruyorlar. Dünyanın her yerinden Ukrayna’ya verilen destek geleceğe yönelik ümitlerimizi canlı tutuyor. Bu savaştan Putin Rusya’sının mağlup çıkacağına hiç şüphem yok. Şantaj için kullandığı nükleer silahları kullanma cüreti gösterebileceğini de hiç zannetmiyorum. Yaşamı, yaşamdaşlığı savunuyorsak bu savaşta Ukrayna’nın yanında yer almamız gerekiyor. Nitekim Nobel ödülü kazanmış birçok biliminsanı, Dünya Bilim ve Sanat Akademisi üyeleri benzer metinlerle Rusya’nın işgaline şiddetle karşı çıktılar. Böyle zamanlarda biliminsanlarının seslerini sıradan yurttaşlara göre çok daha fazla yükseltmeleri gerekir çünkü toplum onlara bakar, bu da onların tarihi bir sorumluluğudur. Eminim ki, hiçbir şey 24 Şubat öncesi gibi olmayacak ve yeni bir dünya kurulacak. Yaşadığımız ağır krizler bu yeni dünyanın bilimin rehberliğinde ve yaşamdaşlık temel ekseninde kurulmasını gerekli kılıyor. Bilim Devrimi çağında bir an önce eskimiş Tarım Devrimi yapılarından, düşünce bağlarından kurtulup Bilim Siyasetine geçmeye şiddetle ihtiyacımız var. Bunun için tüm dünyada toplumun demokrat, bilge, mesleği ve kariyeri ne olursa olsun bilimsel metodolojiyi özümsemiş ve hayatında yaygın biçimde kullanan, geçici kişisel menfaat peşinde koşmayan özgüvenli insanlarının tarihi sorumluluklarının bilinciyle bir adım öne çıkması ve aydınlık geleceği kurmaya başlaması gerekiyor   -------------------------------------------- Referans: (*) Alev Alatlı, “Aydın Despotizmi”, (1986).. (**)Alev Alatlı, Aydınlanma Değil Merhamet!-Gogol'un İzinde 1, (2013) https://goo.gl/wqag2d http://blog.radikal.com.tr/yasam/toplumun-deger-yargilarindaki-mutasyon-29810 http://blog.radikal.com.tr/felsefe/besirilikten-insanliga-evrilmedeki-ayak-izi-32043 http://blog.radikal.com.tr/yasam/turk-toplumunun-zekiligi-uyanikligi-uzerine-bir-deneme-5285  https://bit.ly/38GBbX1 (*)"Biz cahil dediğimiz zaman, mektepte okumamış olanları kastetmiyoruz. Kastettiğimiz ilim, hakikati bilmektir. Yoksa okumuş olanlardan en büyük cahiller çıktığı gibi, hiç okumak bilmeyenlerden de hakikati gören gerçek alimler çıkabilir." (**)Prof. Dr. Melih Bulut

Kurumsal Kalite Algısındaki Yanılsamalar!...

Kurumsal Kalite Algısındaki Yanılsamalar!... BİLİM TEKNOLOJİ 5,0     24.01.2013 22:33:09 A+ A- İlksöz;:Kelimeler gördüklerimizi kavrayamıyorsa ya da gördüklerimiz kelimelere sığmıyorsa konuşmak ne işe yarar? Ülkelerin zenginliği nasıl belirlenir? zenginlik nasıl ölçülür? kıymetli maden, döviz stoku ile mi? Doğal kaynakları, altın madeni, petrol, doğalgaz yataklarının varlığı ile mi? Beşeri sermayesi, bireylerinin niteliği, becerisiyle mi zenginlik ölçülür?. Ülkelerin zenginliğini doğal kaynakları, altın stoku değil beşeri sermayeleri, bireylerinin nitelikleri, becerileri, değer yargıları belirliyor. Ülkelerarası farklı doğal kaynaklar, altın, kıymetli maden varlıkları değil,  insan yaratıyor. Doğal kaynak fakiri yüzlerce irili ufaklı adaya sıkışmış, yüzölçümü Türkiye'nin yarısından az olan Japonya, dünya sıralamasında önde de, Türkiye niçin hep gerilerde. Farkı insan öğesi yaratığı kesin.. Milletlerin zenginliğinin doğasını ve nedenlerini araştıran  ünlü iktisatçı,  insan faktörünün öneminin belirleyiciliğini yüzyıllar öncesi görmüş.  Buna göre, milletlerarası zenginlik farkını, işgücünün beceri, nitelik farkı ile işgücünün üretime katılma oranı nın belirlediği tezini ileri sürmüş.  Ayrıca zenginlik bağlamında adalet, emniyet, hukuka bağlılığın önemini vurgulamış, Bunları çağdaş bir devletin olmazsa olmazları olarak tanımlamış.   zenginliğin ölçüsünün toplam değil, topluluğun bireylerinin ortalama zenginliği olarak tespit etmiş. Buna göre milletlerin zenginliği için: Bireylerin becerisinin yükseltilmesi, nitelikli işgücünün istihdamının artırılması, zenginliğin dengeli dağıtılması gerekliliğine vurgu yapmış. İleri sürülen bu klasik görüş günümüzün  neo liberal, refah, zenginlik anlayışına kıyasla çok daha ileride olduğu yadsınamaz bir gerçek Fizikteki birleşik kaplar kuralı gereği toplumun hemen hemen her kesiminde ki düzeyin giderek düştüğünü gözlemlemek mümkün..... Sporda dahi yapılan saldırıganlıklar  sonra şampiyonluk geyikleri bile ne hale geldiğimize ayna tutmakta...: Nefret, öfke, kin, aşağılama, alaya alma yüreği güzel bir öğretmenin kalbine de ağır gelmesi... gelecek kuşaklara şiddet musallat olduysa, artık ivedi önlemlerin alınması gerektiğinin resmi.. Allah kimseye nefretiyle yalnız kalma cezasını vermesin. Kadim öğretilere göre, varlığımızı kusursuzluğa taşıyan şeyler şunlardır: - İyi düşünceler - İyi sözler - İyi işler Düşünce, söz ve işlerimizde iyiliği istemek ve iyi olmak gerekir. Bazen yine de onurlu, kişilikli davranışların saygı doğurması, taktir, beğeni toplaması, övülmesi bir umut… Ancak geniş bir kitlenin desteği ile ülkede şarlatanlar, ağzı kalabalıklar, tafra satan, yüksekten atan ama işe yaramayanlar, Kurumlara ve ülkemiz bu davranış biçimlerinin, değer yargılarının değişmesiyle ancak müreffeh olabileceği tartışmasız bir gerçek..   Ülkenin düzgün, bilgili, özverili, onurlu, mücadeleci insanlara bu iştiyakının sembollerine gereksinim var....... Ülkede düzgün, nitelikli, onurlu,  kişilik sahibi olanlarla şarlatanlar, yarı bilgililer, çıkarcılar arasında savaşı sürmekte... Hangi eğitimi almış, hangi siyasal görüşte olursa olsun, niteliksizler arasında gizli koalisyon,  kurumlarda, örgütlerde oluşmakta.. Bu koalisyonu, yaşamın her alanında  hemen hemen  tüm kurumlarda gözlemlemek olanaklı.. Niteliksizler sayısal çoğunluklarıyla egemen... Toplumda başarısızlık, kişisel davranış bozukluğu, sorunlar, niteliksiz çoğunluğun egemenliğinden kaynaklandığından hiç şüpheniz olmasın... Ünlü bir bilim adamı, "karşı karşıya kaldığımız sorunlar onları yarattığımız düşünce düzleminde çözülemez" diyor.   Yani paradigmayı (bakış açısını) değiştirmemiz gerektiğini söylüyor. Yeni yaklaşımlar, yeni kavramlar, yeni stratejiler, yeni yöntemler,  yeni kurallar  ve uygulamalar.. Dün olduğu gibi bugün de tüm kurum ve kuruluşlar da temel parametre zamana uyum  kapasitesi. Diğer bir deyişle, Sürdürülebilir yetenekleri geliştirebilme kapasitesi. Derste  hem hocaya, hem diğer öğrencilere saygı göstermeden dersin huzurunu bozacak eylemlerde bulunacaksın, küçük beyninle karşıdakini "ti" ye almaya çalışacaksın. Yönetici olduğun kurumda "pragmatizm" anlayışı ile Her türlü kayırmacılık yapıp,  yandaş,  akraba eş dost kayırma ("nepotizm") yapıp  diğerlerini ötekileştireceksin… sokakta yürürken, araba kullanırken, karşıdan gelene saygı göstermeyeceksin,  herhangi bir yerde yemek yerken ağzından çıkan seslere dikkat etmeyeceksin, trafik sıkıştığında emniyet şeridini kullanacaksın, İnsanlarla ilişkilerinde mesafeyi çıkarlarının belirlemesini düşüneceksin, oturduğun evin alt katındakilerin başında takır tukur yürüyeceksin, Üst katındakilere süpürge sapıyla uyarı vuruşları yapacaksın,  markette kasaya yaklaşırken  insanları ezmeye çalışacaksın,  çalıştığın kurumda, ortak yaşam alanlarına  ve kullanım alanlarına en ufak bir özen göstermeyip kendi malın gibi kullanacaksın,  çalışanlarınla, zorunlu olmadıkça yüz yüze gelmeyeceksin. Sonra da. kurumunuzun kaliteli olduğunu öne sürüp sözüm ona "kalite birimleri" kurup ,kaliteden bahsedeceksin.. Bunu tüm paydaşlarına, eşine dostuna gururla anlatacaksın, çıktılarının kalite kontrolünü; bir iki kişi ile sınırlandıracaksın. Ve bunun "kalite üretmek için" yeterli olduğunu düşüneceksin. Hadi canım sende!... "Kalite" insanın ve kurumların  tüm yaptıklarının  toplamında ortaya çıkmakta ve sadece yandaşların değil tüm paydaşların mutluluğu; "Ya var  ya da yok".  "Bunun ortası yok"!... Böyle yazıyor kitaplar. Böyle söylüyor konun uzmanları. O yüzden kalite, kullandığınız araçların / binaların kaliteli olması meselesi değil, insana dair bir konu. Özünde , öznesinde insan var. Kalite bir sistemi tanımlar. Sistemi oluşturan alt sistemler zincirin en zayıf halkaları. Kurumsal olarak hem girdiyi, hem süreçleri hem de çıktıyı kalite hale getirmek.  Bu süreci kurumsal olarak tamamlarken tüm paydaşların  memnuniyetini sağlayabilmek bütün mesele bu!... Yaşam alanlarımızda muhakkak karşılaştığımız gücü (yetki /otarite/para vb..)   ellinde bulunduran bu tiplemeler sadece yandaşlarına her türlü menfaatleri esirgemeyenler, akraba eş dost kayırmakla ("nepotizm")  kurumun kalitesi artmıyor. Siz arttığını sansanız bile!... Ve kısaca kalite; tek tek kişilerle belirlenecek bir kavram değil, top yekun bir sonuç. Yani sistemin tamamını içine aldığından "Toplam kalite" denilmiş. Kurumunuzun kalite algısı, "idare eder" düzeyinde kaldığı sürece;  Kaliteden söz etmek mümkün değil. Kalite denetimi yapanları yanıltmak kolay, zira iki tane çıktıya ya da sürece bakıp onay verirler.. Önemli olan çıktınızın  piyasadaki değeri. Çıktınızın  piyasadaki imajı.. Siz ne kadar kaliteli çıktı ürettiğinizi iddia etseniz bile!... Ancak en zoru yöneticinin / insanları ve kendini kandırması. Siz hiç merak etmeyin; Piyasa sizin ve çıktılarınızın ne kadar "kaliteli"olup olmadığını değerlendirmesini kendiliğinden yapıyor. Siz ne kadar Kaliteli olduğunuzu söyleseniz bile!.. Son söz; Hak etmeden elde edilen mevki ve makamların beraberinde getirdiği bir takım ahlak erozyonu kaçınılmaz... Ahlak erozyonu, değerlerin kaybı,   tepkisizleşmek Bu yerleştikten sonra, zaten ört ki ölem. "Kamış ses verince Ney oldum sanır, İp gerilince Yay oldum sanır, Sarayda oturan Padişah oldum  sanır; Abdal ata binince bey oldum sanır,  şalgam aşa girince yağ oldum sanır.." Gökten zembille inip her şeyi bilenler.  Kendilerinden başka  "hiçbir kimsenin önemi olmayanlar ... Burunları havada gezenler ., Küçük dağları yaratmış  tavırlar.  Herkesi küçümseyen bakışlar...  Ön yargılar ve Kadim değerlerden yoksun İnsan tiplemeleri.. Son Söz: Üniversite sadece bilim için değildir, aynı zamanda Hak, Hukuk, Adalet ve Cumhuriyet içinde üniversite gereklidir. Üniversite Cumhuriyet'in sahipliğindedir." "Memleket işlerinde, millet işlerinde, gerçek işlerde, duyguya, hatıra, kardeşliğe ve dostluğa bakılmaz. " Sağlıcakla kalın!... Günleriniz hep aydınlık olsun!.. Yüreklerindeki sevgi daim olsun!.. Yüreği "Berkehan ve Bilgehan Deniz" Kadar temiz olan tüm insanların!...    24 Ocak 2013  

Kafkas Dağlarının Eteklerinde “Cennetin Saklı Bahçesi”nde Sonbahar

                                                     Kafkas Dağlarının Eteklerinde                                                    “Cennetin Saklı bahçesi”nde                                                                  Sonbahar                                                                      "Çocuk Olsaydım Posof’ta yaşamak isterdim!..".Tuncel Kurtiz   Bu yazı,   Hazan Dergisi'ne  “Sonbahar”  ilişkin “deneme” yazmamızı istendiğinde çok karmaşık duygulara ve çelişkili düşüncelere kapıldığımı itiraf etmeliyim. Böyle bir metni kaleme almaya elim bir türlü varmadı.   Yazmamızı teklif eden hocaya yüksündüğümden değil de, üniversiteye hakim olduğunu bildiğim bir zihniyetten dolayı yazının gerekli ilgiyi görmeyeceğinden çekindim. Ancak sonunda bu yazının önce üniversitemize sonra Türk kültürü açısından önemini gözeterek aşağıdaki satırları okuyucunun değerlendirmesine sunmaya karar verdim. Bu satırları birlikte okumaya başlamadan önce  bu yazıyla   “Yükseköğretimin Fırtınalı Sularında” ki geçmiş günleri hep anımsadığımı belirtmeden geçemiyeceğim.  "Hazan dergisi" ile atılan birlik, beraberlik tohumlarının, köprülerin altından akan sularla, zamanla yıkanmış, götürülmüş olduğunu sandığımız da yok olmadığını rüzgârın savurduğu başka yerlerde tekrar başak vereceğini umuyorum. Üniversitem açısından ne kadar da umut verici!.. İyi İnsanlar iyi işlerin yanında. Nerede iyi işler var ise orada iyi insanlar var. Bu bağlamda; iyilik demek kimseye kötülüğü dokunmamak değil, kötülük yapacak cevheri içinde taşımamak demek.  İşte bu yazında dilimizin döndüğünce “ Cennetin saklı bahçesinde sonbaharı” anlatacağım sizlere...İstiyorum ki zihnimizden  giderek silinen anılar bizimle beraber yok olmasın,  “içi dışı bir, güzel insanların” kültürleri hep yaşasın. Bu “Sonbahar yazını” hiçbir taraftan yana değil sadece o toprağı öyle güzel, öyle bereketli, öyle duyarlı kılan insanlardan yana yazıldı. O insanların güzelliğinin o topraklara nasıl aşı olduğunu, maya olduğunu gün ışığına çıkarmak için kaleme alındı.  O nedenledir ki: İnsanlığın Sivil Tarihi belleklerde gizlidir. Anlatılarak paylaşılırsa “Efsane”. kayda geçirilirse “Belge” niteliği kazanır“.  Kış mevsiminde yağmayan kar baharda yağmaya devam ederken, Kafkas dağlarının eteklerinde  “Cennetin Saklı Bahçesi“ Kötülüğü tanımamış insanların memleketi, memleketim Posof'ta bir günde birkaç mevsim yaşanır. Gece kar yağar, öğlene kadar yağmur. öğleden sonra güneş. "Çocuk Olsaydım Posof’ta yaşamak isterdim!..."diyen Tuncel Kurtiz'i teyit edercesine doğduğum ama hep özlem duyduğum memleketimde ağaçlar çiçeklerle süslenirken, araziler yeşile bürünür. Erik ağaçları çiçekle süslenirken, Dikenli gül çiçek açar.Tarlalar ve çayırlar yeniden yeşeriri. Ekilmeyen tarlalar hayvanların merası dır artık. Yeşilin her tonu Posof’ta baharın sevincini artırır. Her türlü renkle ayrı bir güzellik sergiler. Yeşilin her tonunu görebileceğiniz vadiyi çevreleyen heybetli Ilgar, Arsiyan ve Yalnızçam’ın  zirveleri bembeyaz bir  gelin  duvakla  süslenir. Onları seyrederken doğa tertemiz bir sayfa gibi gelir insana. Toprağıyla, bitki örtüsüyle, dağları taşları sarmalamış kar. Kış uykusuna geçmeye hazırlanan tabiata bir yorgan olur. Yeniden can vermek üzere bahara hazırlar onları. Çamların renkleri bu mevsimde pek değişmez onlar hep bildiğimiz yeşilliklerini korur. yeşil, sarı, kahverengi, kızıl ve pembe renklerin hepsini üzerlerinde taşıyan, sanki her bir yaprak ayrı ayrı boyanmış gibi duran kiraz, erik, ceviz. ayva. badem .ahududu. böğürtlen..kayısı. vişne,10 çeşit armut ve    26  çeşit elma. Ama  en önemlisi de dünyanın hiçbir yerinde   olmayan içi dışı kırmız elma… Posof insanı gibi içi dışı bir. İnsan bu kadar renk bir arada nasıl barınabiliyor diye hayretler içinde kalır. Gecenin zifiri karanlığının ardından fecrin ferahlatıcı aydınlığı yavaş yavaş etrafı aydınlatır. Seher vaktinde yeryüzünün üzerini bir tül gibi örten ve gizleyen gece perdesi yerini şafak vaktinin ışık huzmelerine bırakır. O sarı yapraklara vurduğunda ormanın derinliklerinde ağaçlar arasında oluşan ışık ve gölgeler sanki size çil çil altınlar göz kırpıyormuş hissini verir. Bu Zengin flora cennetinde ; kahverengi halkası, esmer kitini, siyah abdomeni ve uzun diliyle bir mühendisi kıskandıracak altıgen gözlü petekler yapan lezzet ustaları kafkas arısı baharda Kardelen poleninin kovana girene kadar sonbaharda  dinlenmeye çekilir .Posof’da sonbahardır ressamların ilham kaynağı. Ben dağların yalancısıyım. Dağların!... ‘Ben dağların yalancısıyım’ diye söze başlar öykü anlatıcısı. yüzyıllardır yörede anlatılan, dilden dile dolaşan hikâyeyi Sorumluluk kabul etmeden bu benim hikâyem değil, başka yerde duydum, demeye getirir. Mitosun diliyle dillendirir  ama her anlatımda başkalaşır hikâye. Birlikte okuyup  ya da birlikte dinleyelim::https://l24.im/NSrJgo “Dağlar derler ki Bu Dağların eteklerinde nice savaşlar olmuş insanlar gaddarcasına birbirlerini öldürmüşler, kan dökmüşler o kadar çok kan dökmüşler ki dağların uykusu kaçmış, sonun da sevdalısı bulutlar dağları terk edip gitmiş. Dağ kahrolmuş ağlamaya başlamış. Bir gün derler ki Bu dağların tepesinde bir beyaz kus uçar olmuş, en yüksek dağ yakalamış sormuş kuşa ne ararsın kus demiş ki bir yuva tutmaya geldim, bir yuva yapmaya geldim. Dağ demiş ki git o zaman ovalara, ovalarda yerim çok orada kur yuvanı. Kuş demiş ki yok Ovalar senin ateşinle kaynıyor oralarda kuramam demiş o zaman git ummanlara, ummanlarda senin ateşinle kaynamakta demiş kuş, o zaman yerin altına gir demiş ben yerin altında senin gürültünle nasıl yaşarım demiş kuş. Dağ demiş ki nereye yuva yapmak istersin. Kuş demiş ki senin tepene yapmak isterim yuvayı. Dağ demiş ki ama benim içim de ateşler kaynıyor üzüntümden duramıyorum sevdalım beni terk etti gitti. Sevdalın kim demiş kuş Sevdalım mı bulutlardı beni terk etti gitti. Kuş demiş ki Ya ben senin sevdalını bulup getirirsem Gitmiş bir beyaz gelinlik dikmiş kuş. Hazırlamış gelinliği getirip dağın üstüne atmış Ve derler ki yine ben yine dağların yalancısıyım O günden bu yana o işte gelinlikle bembeyaz olmuş bu Dağlar. Zaten ne der aşık 8 ay kışımız 3 ay ayazımız 1 ay yazımız bende dağların ve aşıkların yalancısıyım. Yine derler ki işte şurası Ardahan burası Kars şurası Çıldır. Bu Ovalarda nice medeniyetler yeşermiştir, nice köprüler kurulmuş, nice köprüler atılmıştır, nice yapılar yapılmış, nice yapılar yok edilmiştir. Hepsi bu karların altındadır, işte çobanlar bazen bulup çıkarırlar, bir bakarsın karların altından bir beyaz olarak çıkarlar, ya da bir aşığın telinden bir türkü olarak gelir bize ulaşır. Ben dağların ve aşıkların yalancısıyım….” Dağların yalancıları, yüzyıllardır anlatılan başkalarının hikâyelerini biçimin içine değil, anlatıldıkça dönüşen bir başkalaşımın içinde , yaşamı hafifleten, olumlayan yeni değerler yaratabilmesi dileği ile.... Posof ‘un  üstünde bulutlar çoğalır. Bulutların üstüne yıldızların gözleri. Sonbahar kendini belli etmeye ve gök, yağmur bulutlarıyla kapanmaya başladığında; sonbahar üstüne bir şiirsel bir potpuri yapmaya hazır haldedir artık “Cennetin saklı Bahçesi”. Sabahın erken saatlerinde gökyüzünün alaca kızılığının yaptığı fon. Yerlerde kırağının küçük ağaçlara ve  çimenlere örtü yaptığı beyazlık ve sarı sarı yaprakları ile tepelerinden gökyüzünü güçlükle görebileceğiniz ağaçlar. Daha sonra güneşin ilk ışıkları ile  sarıdan kızıl bakıra kadar renkten renge  dönüşecek binlerce yaprak. Düşünsenize bir ressamı paletindeki sarıyı, yeşili, kızılı özgürce kullanabilecek bir kaynaktan başka ne mutlu edebilir ki? Ve ben yaşamımızın hüzünlü mevsimi olan sonbaharın, “Cennetin Saklı Bahçesi” inde bir renk mutluluğuna dönüştüğünü gördüğüm için her yaşanan günde bir  Şeb-i Arus var derim. Ellerim semaya kaldırıp yüce yaradana  şükreder ve dudaklarımdan her sonbahar dökülen şiiri tekrar mırıldanırım. “Fânî ömür biter, bir uzun sonbahâr olur. Yaprak, çiçek ve kuş dağılır, târümâr olur.” Yaşamın mottosu olacak dört kuralı anımsarım bu arada. Birlikte okuyalım İlk kural : ” Karşına çıkan kişiler her kimse, doğru kişilerdir. Bunun anlamı şudur, hayatımızda kimse tesadüfen karşımıza çıkmaz. Karşımıza çıkan, etrafımızda olan herkesin bir nedeni vardır, ya bizi bir yere götürürler ya da bize bir şey öğretirler.” İkinci kural : “Yaşanmış olan her ne ise, sadece yaşanabilecek olandır. Hiç bir şey, hem de hiç bir şey yaşadığımız şeyi değiştiremezdi. Yaşadığımızın içindeki en önemsiz saydığımız ayrıntıyı bile değiştiremeyiz. ‘Şöyle yapsaydım, böyle olacaktı’ gibi bir cümle yoktur. Hayır, ne yaşandıysa, yaşanması gereken, yaşanabilecek olandır, dersimizi alalım ve ilerleyelim diye. Her ne kadar zihnimiz ve egomuz bunu kabul etmek istemese de, hayatımızda karşılaştığımız her olay, mükemmeldir.” Üçüncü kural : ” İçinde başlangıç yapılan her an, doğru andır. Her şey doğru anda başlar, ne erken ne geç. Hayatımızda yeni bir şeyler olmasına hazırsak, o da başlamaya hazırdır. Dördüncü kural: “Bitmiş olan bir şey bitmiştir. Bu kadar basittir. Hayatımızda bir şey sona ererse, bu bizim gelişimimize hizmet eder. Bu yüzden serbest bırakmak, gitmesine izin vermek ve elde etmiş olduğun bu tecrübeyle yola devam etmek gerekir.” Son söz olarak “Şeb-i yeldayı müneccim muvakkit ne bilir, Müptela-ı gama sor kim geceler kaç saat.” Sağlıcakla kalın... Yüreği; "Berkehan ve Bilgehan Deniz" kadar temiz tüm insanların, günleri hep aydınlık olsun! Yüreklerindeki sevgi daim olsun!        

“Neo-liberal Ekonomik Dönüşümün Üst Yapıda ki Yansıması ve Yükselen Değer: Şark Kurnazlığı “

"Neo-Liberal Yükselen Değerler ve Genetik kodları: Pragmatist / Makyavelist / Oportünist Düşünce Sistemi Türkçesi "Şark Kurnazlığı"   İlk söz:: "İnsanın olduğu yerde hiçbir şeye şaşma! Şark kurnazlığı ,ne anlama geldiği sahibine göre değişen; ama hiçbir koşulda olumlu içeriği bulunmayan bu tanımlamayla ne amaçlanabilir?...  "Yersen yoğurt içersen ayran,  herkes kör, âlem sersem .....  Bir anlam da pragmatist / makyavelist / oportünist eski deyimle "İdare-i Maslahatçı"  düşünce sistemi ya da Türkçesi  "Şark Kurnazlığı" kasaba kültüründen(*) beslenen,  kendisi hiçbir iş yapmayan, iş yapanda da mutlaka kusurlar bulan anlayışın egemen olduğu kültür. Kitaplar bu profilleri  hayatın özgerçeği yerine kendi gerçeğini öne çıkaran ilke ve kuraldan çok, anlık gelişmelere,  konjonktürel etkilere göre kendini ayarlayanlar olduğunu söylüyor..  Şark kurnazlığı“ İkiyüzlü olmak”tır. Riyakârlıktır. Sahtekârlıktır. Eyyamcılıktır. ; yalancılıktır, sahtekârlıkır, ahlaksızlıktır, menfaatçiliktir, bencilliktir.... Olması gereken şekil ve nitelikte değil de, günün şartlarına ve kişinin çıkarlarına göre hareket etmektir. “Nabza göre şerbet vermek”tir. “Fazla kurcalama, işi oluruna bırak” türünden bir durumdur. “Köprüden geçene kadar ayıya dayı demektir.” Aynı zamanda.  “Umursama, durumu geçiştir, bugünü kurtar, yarını ırgalama” şeklinde davranmaktır. Kişisel çıkarlarını korumak için, kurulu düzene karşı çıkmadan, her türlü yalakalığı yapan insanları tanımlayan bir sözdür.  “Salla başını, al maaşını” türünden davranan kişilerdir. Yetkin ve gücün varsa “her sözün başım-gözüm üstüne” diyen kişidir. İdare-i maslahatı kul hakkı yiyerek yapan zalimler, sadece benim yerim sallanmasın, mevcut pozisyonum bozulmasın, gerisi ne olursa olsun diyen kişilerdir. Buram buram menfaatçilik kokan bu tipler “kimin arabasına binerse onun düdüğünü çalarlar.” Deyim yerindeyse, “rüzgâra göre işerler.” Etliye sütlüye karışmayan bu tiplerden dönün bakın etrafınıza o kadar çok ki. Ve buna çanak tutan “adam işini biliyor” diyerek gemisini yürütenler.... “Gelen ağam, giden paşam” diyen bu idareci tipler ise, Genellikle eğitimli ve kültürlü değil ya da  aldığı eğitim, yetersiz / kalitesiz. Ya da ahlâken eğitilmeden yalnızca zihinsel eğitilmiş profiller..   Sözüm ona "kıvrak zekâ"  Adı üzerinde, kurnaz. "Şark kurnazı" kavramı, biri Arapça öteki Farsça iki kelimeden oluşmakta... zaten: Şark (doğu) ve kurnaz (kolay kanmayan, başkalarını kandırmasını ve ufak tefek oyunlarla amacına erişmesini beceren, açıkgöz, hin). Bazen "hayat üniversitesini bitirmekle" övünmekte komplekslerinden saldırganlık üretmekte... Onlar için önemli olan şey, teori değil pratik. En büyük özellikleri "pratik zekâlı" olmaları.  Yaşamın her alnında olduğu gibi üniversite camiasında.  görülme olasılığı azınsanmayacak kadar çok..  kendilerine hayran. Kelimenin bütün anlamlarıyla dolup taşan bir hayranlık. Kargacık burgacık görüntülerinde ve fiziksel özellikleri arasında mutlaka "eşsiz", "övünülecek", hatta bazen "mağdurluk edebiyatı" ile titir merdivenlerinden çıkmada da maharetleri yüksek.  İnsanları kendi menfaati doğrultusunda kullanmak için "onlardan biri" olmayı, onlar gibi konuşup davranmayı, onların zaaflarını öğrenip yararlanmada da maharetleri yüksek.. Toplumsal / ulusal bir "değer"  onun yardım aldığı en önemli araç..  Yüce yaradanın karşısındaki "kulluk" miracını, Kendince yargılamada hiç bir beis görmeyen.. Toplumun başına gelebilecek en kötü şey olduğunu umursamayan Toplumsal/ulusal bir "değer"  üzerinden, Kendine tartışılmaz ve otorite alanı açmadan edemeyen, Toplumun  temel ahlaki kuralllarını ihlal edip her tür kötülük yapacak cevheri içinde taşıyan , dinî algı ve kalıpları ustaca kullanan Yüce yaradan'la arasında kendince bir tür "çıkar ilişkisi" kuran.. Dinin şartlarını yerine getirerirken,  dinin ahlaki içeriğini özümsemeyen, aklınca öteki  dünyaya yatırım yapan... O kadar ki dinin ahlaki içeriği  günlük yaşamında etkili olmayan... Yürüyüşleri, hareketleri, bakışları, jestleri, mimikleri, sesleri ve konuşma tarzları da pek bir farklı Ama en çok da "akılları"... Hani gerçekten bütün akıllar pazara çıkarılsa, tereddütsüz kendi aklını seçecek insanlar ... Ama onlar için varsa yok sa "kıvrak zekâ" sahibi olmaları  Adı üzerinde, kurnazlar.... Ülkemizde şark kurnazlığının siyaset alanındaki yansımasını en iyi anlatan kitap "Zübük" olmuş. Okumadıysanız filmini öneririm.. Bu eser, on yıllar, belki de yüzyıllar boyunca yaşadıklarımızın özeti gibi  La fontaine' den bu  düşünce sistemin ilişkin Kıssadan hisse...  Birlikte okuyalım: "Yarasa dediğimiz kuşun ne idüğü  Pek belli değildir bilirsiniz:  Kimine göre faregillerdendir,  Kimine göre kuşgillerdendir... .  Bir yarasa dalmış bir gün, tepesi üstü  Bir gelinciğin yuvasına.  Farelere diş bileyen gelincik  Yürümüş üstüne hemen haklamak için: - Sen ha, demiş; ne suratla gelirsin evime?  Az mı kötülük etti  Senin soyun sopun benim milletime?  Fare değil misin sen?  Ben de gelincik değilim, sen fare değilsen. - Aman, rica ederim, demiş yarasacık; Farelerle ne ilişkim var benim?  Ben fare ha? Kim çıkarmış bu dedikoduyu?  Benim yok o taraklarda bezim:  Kuşum ben; gözün kanatlarımı görmüyor mu?  Yaşasın göklerde uçan soyum!  Bu sözlere aklı ermiş gelinciğin: - Haydi, uç git, demiş yarasaya. İki gün sonra bizim şaşkın  Bir başka gelinciğin yuvasına düşmüş, Ama bu gelincik de kuşlara düşmanmış. Uzun burunlu Bayan Yarasayı Kıtır kıtır yiyecekken kuş diye, - Aman etme, demiş yarasa; Kanatlarıma bakıp beni kuş sanma:  Fareyim ben, yaşasın . faregiller! Ve kuşların canını alsın Jüpiter!  Yarasa bu kurnazlığıyla Kurtarmış canını bir kez daha.  Çoklarını gördük böyle,  Tehlike karşısında bayrak değiştiren.  Adamına göre,  Yaşasın kral der kimi zaman,  Kimi zaman da: Yaşasın krala kumpas kuran!" Şark kurnazlığına ilişkin  başka bir hikaye...  Dede Korkut Kitabı'ndaki "Deli Dumrul Hikayesi"gibi bir hikaye Birlikte okuyalım:  "Eski el işleri kilimlerle ilgilenen uyanık bir Amerikalı Yahudi profesörün yolu ülkemize düşer, burada bir rehber bularak anadoluyu gezmeye çıkarlar. Yolculuk sırasında Profesör, Türk rehbere  İran, Afganistan gibi ülkelerden çok değerli eski kilim parçalarını gariban cahil köylülerin elinden birkaç dolara satın aldığını aslında değerinin 15-20 bin dolar olduğunu övünerek anlatır. Anadolunun kazı yapılan bir yerinde mola verirler çevreyi seyrederler, orda alanın bekçisi bir köylüyle muhabbet ederlerken prof'un gözü köylünün eşeğinin sırtındaki kilim parçasına takılır, rehber ile köylü konuşurlarken o da gider klimi inceler ve hemen heyecanla rehberin yanına gelerek kilimin muhteşem bir parça olduğunu, daha önce böylesini hiçbir yerde görmediğini en az 30 bin dolar edeceğini söyler tabi İngilizce konuştuklarından köylü bir şey anlamaz tabi. Prof bu parçayı mutlaka alması gerektiğini ancak köylüyü huylandırmadan almaları gerektiğini söyler.Yolunuda bulur, heybeye değil eşeğe talip olacaklardır. Rehber eşeğe talip olduklarını söyleyince, köylü ; güldürmeyin adamı sizin gibi bey takımı eşeği nidecek, der. Rehber ısrarla istediğini söyler, köylü sor bakayım der Amerikada eşek yokmuymuş!...  varmış ama böylesi yokmuş yanıtınıı alır. Köylü; beyim bu eşek uyuz,art bacağı topal ve yarın öbürgün ölür. rehber; sana ne yahu istiyor işte herif sen fiyat söyle.... Köylü; madem çok istiyor,şimdi uyuz bir eşek için bu gavuru mu kıracağız, ben her bir kusurunu saydım günah benden gitti, 20 bin lira istiyorum rehber; nee delirdin mi sen be adam, bu fiyata en halis arap koşu atı alınır. köylü; o zaman eşeği nidecek gitsin arap atı alsın der. Rehber; doğru söyle sen bu eşeği kaça aldın? Köylü; bende yalan yok, ben bu eşeği derisinden çarıklık çıkarmak için 50 liraya aldım.nasılsa yarın öbürgün ölür. Rehber; insaf 50 liraya aldığın eşeğe 20 bin lira istenir mi.?!.. Köylü; ben satıcı olmadım ki siz alıcı oldunuz. 20 bin lira aşağısı kurtarmaz. Rehber Amerikalı prof ile konuşur, prof der ki; gördün mü,bunlar hep böyle, heybeye talip olsaydık bunda bi keramet var deyip 50 bin lira fiyat çekerdi. Pazarlıkla 10 bin liraya anlaşırlar, prof yinede mutludur. Paraları sayar köylünün eline, köylü heybeyi alarak eşeğin yularını verir, hadi hayrını görün der. Bunlar zınk diye kalır, bozuntuya vermeden; ya şu eski heybeyide verde hayvan üşümesin. Köylü; ben size eşeği sattım heybeyi değil der, mosmor olmuşlardır çaresizce eşeği alıp ilerlerlerken köylü arkalarından seslenir; hey şeyi unuttunuz der, köylü cayıp heybeyi getiriyor sanıp sevinirler, getire getire eşeğin kazığını getirir. acemi olduğunuz belli kazık olmadan olmaz der, bunlar tekrar heybeyi isterler 3-5 kuruşta ona vereceklerini söylerler, köylü; amma yaptınız şimdi. ben bu eski heybe sayesinde eşeği satıyorum, yarın öbürgün sizin gibi başka bir meraklısı gelir bu heybe sayesinde eşeği satarım. ve ekler; bu arada hiç zahmet edip eşeği uzağa bırakmayın der ve çeker gider. Prof, başka yerde hiç böyle bir şey yoktu der ve kazığı sıkıca kavrar. şok geçiriyordur, kazığı ucuza aldık bunu en özel yerimde saklayacağım der..."  Almanca'da "türken" diye bir fiil var. "Türklemek" diye çevrilebilir. Bu sözcüğü "sahte veya uydurma iş yapma" anlamında kullanıyorlarmış..... Ülkede makyajcılık, negatif seleksiyon, kötünün iyiyi toplum yaşamından dışlaması, düzgün insan bulmayı da güçleştiriyor. Kalabalık içinde düzgün insan bulma güçlüğü bir çelişki, bir paradoks gibi.. Hangi açıdan bakılırsa bakılsın bu prototipler yüzünden Türkiye'yi yakın gelecekte zor günler bekliyor.... Zor, külfetli, ama enkaz daha da ağırlaşmadan, temizliğe başlamanın yolunu da toplum bulmak zorunda....... Bazen acaba diyorum bu topraklarda doğmuş olmanın "sosyo- genetik kod"  özelliğimi, Şark kurnazlığı?. Yoksa bütün sistem şark kurnazlığı mantığı ile mi dizayn edildi? Her yerde her zaman Şark Kurnazlığı..... Şark kurnazlığnı  tüm yaşam alanlarında görmek mümkün. Hatta kurum ve kuruluşların en tepe noktalarında dahi.... Bu bağlamda"Şark kurnazlığı" yapan Yönetici Prototiplerin özelliklerinden bazıları: i-Kendi gerçeklerini hayatın özgerçeğinin önüne koyma. ii-Karşılıklı bağımlılık ilişkilerini kendilerini merkez alarak ayarlama. iii-Üzerine aldıkları görevi toplumsal bağlamlarına özen göstermeden, derinlik bilgisi olmayan kitlelerin aldatılmasına dayalı olarak yerine getirme.. iv-Adımlarını her zaman sosyo- ekonomik çevrenin boşluklarını gözleyerek atma. v-Başkalarını aldatmaktan gizli bir haz duyma. vi-Yaptıklarının ahlaki/etik olmadığını bilme. kendi iç dünyalarına döndüklerinde suçluluk duygusu nedeniyle kendilerini kandırma yoluna gitme.. vii- Başkalarını aldatmayı yaşam biçimi haline getirme.. viii-Yazılı iletişimden kaçınma.. ix-Çalışma yılının başında koyulan hedeflerle ulaşılan hedefleri açıklamaktan kaçınma..  x-İş yaşamını "tornistansız gemi" gibi algılama. xi- sistemli hesap vermekten sakınma.. xii- Kurumsal yönetim ilkelerinden- Adillik, Şeffaflık, Hesap verebilirlik ve Sorumluluk-yoksun olma.. xiii-.Yönetsel paradigmada bilinçli bir şekilde kadim paradoksu yaratma...  Meritokrasi  yerine   "patrimonial" yönetim anlayışını hakim kılma.. sonuç nepotizm... Son söz: Eğrinin gölgeside eğri.- İnsan olmak başka bir şey........ yaptıklarıyla Konuştuklarıyla ,  Özü sözü ..  ahlâkı ..  Kalbi ...  duruşu bir olmak.. Kimliğini kaybetmeden  dengeyi kurabilmek..,  Yalan , dolan ,takkiye, riya , münafık dolu dünyada !.. dürüstlüğünle doğruluğunla  dimdik onurunla ayakta durmak, kul hakkı yemeden helalinden yaşamak!... "Esas olan, Sadece yaşamak da değil, İnsana yakışır şekilde ve Onurlu yaşamaktır. Teslim olmadan, Boyun eğmeden, Sürünmeden, El etek öpmeden yaşamaktır..."  "şark kurnazlığı" insan olmanın dışında bir şey.... Bir bilim adamı  buna  "Paçozlaşma" diyor...   "Paçoz, kendi çıkarları için her yolu mübah sayan, küstah, beş para etmez, sokak kurnazı, zevzek, müptezel, basmakalıp, palavracı, rüküş, hoyrat, içtensiz, pespaye, nekes, terbiyesiz, aşağılık, ahlaksız, kalleş. ". Topluma musallat olan, iblis ayarlı,...   Efruz Bey ,  Zübük'  tiplemeleri  kısmen buna yakın.... insanların  davranışlarına  yön veren değerler..... Değerler, yaşamak için kurallar ve kararlar için bir pusula.... Bir yol haritası...., Bir zihin haritası... Değerler belirli bir sonucu elde etmek için izlenecek yol konusunda en derinde yatan inançların dışa vurumu... Değerler davranışlarla dünyaya yansımakta. "Özü-sözü bir olmak" , kişinin değerleri ve davranışları arasında bir çelişki olmadığını göstergesi.... Bir kurumun değerleri, kurum daki herkesin, liderler ve yöneticiler dahil, nasıl davranmalarının beklendiği konusunda açık bir deklarasyon..... Muhtevasızlaşmak, maddîleşmek, düşünceyi maddî temellere oturtmak, küçük hesaplara bağlamak....işte paçoz dediğimiz  tipoloji, gündelik sıradanlığın ötesinde bir düşünce hayatı olmayan, sarih bir kültürden mahrum, ilgileri sıradan ve maddî olan sığlık   Günümüz popüler kültüründe bu örnekler çok. Bu örnekleri; yaşamın tüm alanlarında görmek  mümkün. Son Söz: Erdem dini eğilimlere göre değil fiili davranışlara bakılarak değerlendirilir. Bir ülkede her türlü: Yolsuzluk, Hukuksuzluk, Adaletsizlik, Kayırmacılık, Milliyetçilik ( SAHTE Milliyetçilik) adı altında ve arkasında aklanıyorsa, O ülke sefilliğe batar... GERÇEK Vatanseverlik, ülkesi için Hukuk, Adalet ve Liyakat istemekle başlar.. Gün gelecek, pozisyon değil prensip, laf değil eylem, bireysel konum değil toplumsal fayda, tercih değil ödev, yetki değil sorumluluk asıl olacak. Kendilerini, makam / titir verilince, Zübde*i âlem sanan… Kendini o kurum için bir şans olarak gören… Hesaptaki parası kendini satın alan,... Erke selam edip, kula ram olan, Nafakası, Nifak olan… Bir ben varım deme, yoksan da olur... Sağlıcakla kalın! Günleriniz hep aydınlık olsun! Yüreklerindeki sevgi daim olsun! Yüreği "Berkehan ve Bilgehan Deniz " Kadar temiz olan tüm insanların! -------------------------- (*) Kasabalılık, kendisi hiçbir iş yapmayan, iş yapanda da mutlaka kusurlar bulan anlayışın egemen olduğu kültür. Birikimlerim ve ulaştığım bilinç bana sürekli “temas halinde olmanın birbirimizi anlamanın en etkin yolu” olduğunu söylüyor   http://blog.radikal.com.tr/yasam/toplumun-deger-yargilarindaki-mutasyon-29810 http://blog.radikal.com.tr/felsefe/besirilikten-insanliga-evrilmedeki-ayak-izi-32043 http://blog.radikal.com.tr/yasam/turk-toplumunun-zekiligi-uyanikligi-uzerine-bir-deneme-5285 --------------------------------- Radikal Blog‘ da ki Denemelerimden (7)“kurumsal Dalkavukluk ve Toplumsal Afazilik“ https://bit.ly/35LX0ib Dalkavukluk, yalakalık sadece siyasete mi özgü sanıyorsunuz. Akademik camiaya gelin, her gün çeşit çeşit örneklerini görürsünüz ...Hem de ne örnekler!..vallahî hafızalanız almaz...Sadece "Şeyh uçmaz, müridi uçurur"derler ya!...Bizim mürit bir üst 'level (* )'a geçmiş haberi yok..Adam yalakalığın/dalkavukluğun son aşamasında.Kendi uçmuş...Ama ne uçuş! Nirvana!.. "yalakalığın sonu ayakçılık" haberi yok!...Alın size tanık olduğum yalaka hikayesi , ama nirvanalık anlamında en çarpıcısı...... Kurucu Rektörümüz  ile birlikte; Dumlupınar Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Dekan Yardımcısı ve aynı zamanda Tavşanlı Meslek Yüksekokul Kurucu müdürü olarak Gediz’ de bir açılış törenine katılmıştım. Açılış töreninde teşrifatçılık görevini üstlenmiş (cazgır); Rektöre , Arapça, Farsça ,Türkçe karışık methiyeler düzüyordu…Ama ne methiyeler…Protokolde Yanımda oturan hem yönetici hem de Öğretim Üyesi bir arkadaş yüksek sesle sunuculuk yapan Zat-ı muhtereme “Oldu olacak bir de “Vahdet-i vücûdumuzun hikmeti de sensin" diye söyle de tam olsun” dedi. Tüm protokol de olanlar gülmekten kendilerini alamadı….Rektör kürsüye geldiğinde Zat-ı muhtereme "yalakalığın sonu ayakçılık" mealinde satır aralarında göndermeler yaptı. Zatı_ı muhterem o uçuş sonrasında, Rektörün kendisine yönelik O Kinayeli konuşmasından ders almış mıdır hep merak ederim... (* )Bu kelime özellikle İngilizce yazılmıştır. Hani sözüm ona!... Çok bilimsel olduğunu belirtmek için, Türkçe kelimelerin arasına, İngilizce kelimeleri serpiştirerek konuşan, "kerameti kendinden menkul" akademisyenler için...(16 ocak 2014) Son Söz:Gerçekten büyük olmayan “büyük adamlar” çevrelerini küçük adamlarla doldururlar.