Tüm Bilgi Paylaşımlarım

11 Th International Hybrid Conference on Management Studies (Icms)

Conference; knowledge feast, knowledge banquet, celebrating knowledge.... Latin origin... It came into Turkish from French... Advisory meeting, public information... Quotation from the word "bringing ideas together, consultation"... That's What the Books Say... We are in the scientific board With your scientific studies for the conference We welcome your participation in our event. Türkçesi: Konferans; bilgi şöleni,bilgi ziyafeti, bilgiyi kutlamak.... Latince kökenli... Fransızca dan Türkçeye girmiş... Danışma toplantısı, kamuya açık bilgilendirme.. Fikirleri bir araya getirme, müşavere" sözcüğünden alıntı" Öyle Yazıyor Kitaplar… Bilim kurulundayız Konferansa yönelik bilimsel çalışmalarınızla Etkinliğimize katılımınızı bekliyoruz.     11th International Hybrid Conference on Management Studies (ICMS)https://www.eurokd.com/conferencepage/cpc/4   Istanbul, August 10-11, 2024 2 Nights Free accommodation in 5* Hotel     Sponsored by: Universities Alerts (UniAlerts.com),  Australian International Academic Centre      The aim of the 11th International Conference on Management Studies (ICMS-2024), Istanbul, Turkey, August 10-11, 2024, is to provide a forum for academics and professionals to share experiences and knowledge in the fields of management, business, and economics. Although we focus on the following topics, we invite submission of any paper concerning management, business, and economics. August 10: Event day August 11:  Workshop + Lunch     All accepted articles will be published in Journals.   International journal of organizational leadership (ESCI) Revista conrado (ESCI)- as special issue European journal of studies in management and business (EBSCO, ERIH PLUS, ICI Master List, MIAR) Khazar journal of humanities and social sciences (ESCI) New challenges in accounting and finance (EBSCO, ICI) International journal of behavior studies in organizations (EBSCO, Copernicus)  Operations and supply chain management: an international journal (ESCI, Scopus) Indonesian journal of sustainability accounting and management (ESCI Clarivate) International journal of innovative technology and exploring engineering International journal of energy economics and policy (Scopus) Journal of Turkish operations management International journal information systems and social change International journal of health sciences (Scopus) Journal for educators, teachers and trainers (ESCI)   Main Themes: Business and Management Marketing Entrepreneurship Organizational Behavior  Educational Management International Business Management Tourism Management Business Economics and Finance  Organizational Communication Public  and Health Management Industrial Management and Engineering Applied Psychology in Organizations Accounting and Finance   Important Dates:  Abstract submission    May 11, 2024 Notification of Acceptance - 7-10 days after abstract submission Deadline for Regular Registration - June 1, 2024 Deadline for Full Paper Submission for publication in Journals - September 15, 2024    Note: Registration fee for Virtual Presentation includes conference proceedings and review of full paper for journal publication.   www.EUROKD.com                                    

“Profesör, Hiç Kimse Sizi Okumuyor....“

İlk söz :"Üniversite sadece bilim için değil, aynı zamanda Hak, Hukuk, Adalet ve Cumhuriyet içinde üniversite gerekli. Üniversite Cumhuriyet'in sahipliğinde." Akademik hayatın hızla kötüye gidişini ispatlar nitelikte yerel ve küresel çerçevede çok şey sayabilirim. Bilimin kapitalist bir endüstrinin çöp sepetine dönüşmesi ve akademinin avam/alt politikanın oyun oynadığı bir kum havuzu haline gelmesi tam bir felaket. Lakin hiç değişmeyen kötülerden birisi de “bilimsel olacağım kaygısıyla” hiç kimsenin anlayamayacağı bir dille yazılan yazılar. Bence yazanın kendisi de ne dediğini anlamıyor ve birtakım yarı Türkçe kelimeler, sonuna -olojik- ilavesi yapılmış kavramlar, mecburen ilave edilen teorik perspektif adına “o onu dedi, bu bunu dedi” klişeleriyle bilimselcilik oynuyor. Ve tabi bolca index formatları da buna katılıyor. Bilimsel dergilerde yayınlanan yazıların ortalama okuyucusu ise 7 kişi. Özellikle akademi dünyasına yeni giren gençlere kendi anlamadığınız dilde yazı yazmayın ve yazılanı tekrarlamayın demek istiyorum. Bir konuyu gerçekten bilen insan, karşı tarafın anlayacağı şekilde ifade etmeyi, bildirmeyi de bilir. Bilmeyen insansa olabildiğince karmaşıklaştırır ki, olayı anlamadığı anlaşılmasın; anlaşılmazlık dolayısıyla önem kazansın. Bu ara doçentlik jürilerinden ve makale hakemliklerinden bunalan yorgun bir akademisyenin bunaltısı olarak da okuyabilirsiniz bu yazdıklarımı. Üniversiteleri salt Yükseköğretim derecelendirme kuruluşlarının parametreleriyle tartışmak abes. Samimiyetle çözüm üretilecekse, Patent ve patentlerin ürüne dönüşümü konusunda yüzde kaçlık başarı elde ettiğini tartışmak kaçınılmaz.  Renkli Spot Işıkları ile Üniversiteleri aydınlatmakla   muşgul olanların köklü bilim çınarlarını dikmek için, düşüncelerin birbiriyle buluşabilmesi,  güven, adillik, şeffaflık, hesap verebilirlik ,sorumluluk ve öngörülebilirlik gerek "Bir kavram ne zaman tehlikeli olur? İçeriği bulanık olduğu halde, herkes bu kavramı bildiğini sanınca." Sözcük ve kavramların içini boşaltan, altını oyanlara itibar etmeyiniz. Onlarsız da yaparız ama kavram ve sözcüklerden bağımsız varolamayız.  Ünlü bir düşünürün  : .: “Bir ağacın yapraklarında eğer sararma varsa, bu sararmayı itekleyen ya da destekleyen bir kök sistemi var demektir."   diye bir  özdeyişi ( mottosu) var. Bazı bilim insanlarının bilime katkıları herkesçe konuşulurken bazılarının eserleri kimsenin bilmediği/okumadığı birer çıktı olarak tarihin derinliklerinde kayboluyor. Bu bağlamda soru şu: Birikimli üstünlük nasıl sağlanır ve  "Bilimin Seçkinleri" katagorisine nasıl girilir?  Boğaziçi Üniversiteliler Derneği 14. Genel Kurulunda ki açılış konuşmasından. satır başları birlikte okuyalım:: “Bilimin Olmadığı Yerde Sadece Cehalet Değil, Vahşet de Kök Salmaya Başlar”   Cumhurbaşkanımızın bu konuşmanın ana teması ,bir yandan çağdaş bilimin ve akılcılığın ülkemizde gelişmesine, diğer yandan sosyal, politik ve ekonomik disiplinler arasılık ve Ulusal irade Sesleniş Yetenekleriyle gerçekleştirme koşullarının yaratılmasına ne kadar öncülük ettiğinizi sorgulayan, Ülke ekonomisinin  büyümesine / üretimine ne derece katkı sağlayıp /sağlayamadığınızı”  “vatan ve ülkü” kavramına gönderme yaparak doğru bir paradigmayla sorgulamakta.. Yoksa  Yükseköğretim derecelendirme kuruluşları tarafından sıralamada kaçıncı olduğunuzu değil Patent ve patentlerin ürüne dönüşümü konusunda yüzde kaçlık başarı elde ettiğiniz,ne kadarını katma değere dönüştürdüğünüze  bakmak lazım... Yoksa gerisi Laf’ı güzaf...   “Üniversite bu anlamda ve üniversitenin kökeni itibariyle geçmiş bütün eğitim kurumları insanlığın en ulvi müesseseleri. Bu ulvi özelliklerini koruyup insan doğasına, insan onuruna, insanın ihtiyaç hissettiği erdeme hitap ettiğinde ve onu tekrar ürettiğinde aslında onun üretildiği toplumlara büyük bir onur kazandırmış. Bunun olmadığı toplumlarda ise maalesef araçsallaşmış ve önemini kaybetmiş. Bizim gönlümüz, zihnimiz, yüreğimiz bahsettiğim dördüncü harmanlanmada, yani küreselleşmenin getirdiği zihni ve bilgi harmanlanmasında Türk üniversitelerinin insanlığın önüne geçmesi ve tarihin öznesi, bilgi tarihinin öznesi olması. Sadece bilgi aktaran, yorumlayan değil bilgiyi üreten kurumlar haline dönüşmesi. Yeni Türkiye kavramını bugünlerde siyasi olarak çok kullanırken, aslında böylesi yeni Türkiye’nin inşasının da temeli yeni bir bilgi paradigmasının inşası ve yeni bir üniversite geleneğinin bütün o engin tecrübe üzerinde inşa edilmesi. Bilimi yol gösterici olarak, rehber olarak seçmeyen ülkelerin ileriye gidebilmesi mümkün değil. Onun içindir ki Büyük Önder, "Benim mirasıma girmek isteyenler var sa, ancak aklı rehber alanlardır. Aklı rehber alanlar benim mirasıma girebilir." diyor... Bu nedenledir ki Türk halkı,bu cumhuriyetin genetik kodlarını oluşturan Büyük Önderin gösterdiği bu yol haritasını iyi yol haritası olarak seçmiş. Bu yolda ,sendelemeden,sekteye uğramadan yoluna devam edecek. Ve ona minettar. Şükran borçlu.. Ve onu minnetle ve şükranla her zaman anar. Bu nedenle;”Üniversite sadece bilim için değil, aynı zamanda Hak, Hukuk, Adelet ve Cumhuriyet içinde üniversite gerekli. Üniversite Cumhuriyet'in sahipliğinde.    “Yükseköğretimin Fırtınalı Sularında” ; Üniversitelerde kurumsallaşma ve dünya üniversitesi olma ülküsüne yönelik çabalar… Bu ülkü ile “Türk Ulusu' nu çağdaş uygarlığın en ön safhasına geçirme, bilimde, teknikte özgür ve bağımsız olarak hareket edebilme, dünyanın en gelişmiş ülkesi olarak diğer ülkelere liderlik edebilme ve sürekli ilerlemenin bir düşünce-nesnesi olarak somut çıktılar elde etme çabaları… Belki ülkenin sosyal, politik ve ekonomik gelişmelere önderlik etme isteği…. Bir yandan Ulusal irade seslenişi yeteneğini, diğer bir deyişle kolektif ruh/irade varlığını çağdaş bilim ve akılcılıkla geliştirme çabası… Bu çabaların elli yıllık panoroması… Sonra ... Sonrası malum!… Tarihteki örnekleri ile defalarca görülebileceği gibi Bilim'de ihmalin maliyeti çok çok büyük; bugün ise çok daha büyük, telafisi yok...(-). "Uluslararası Münazara Turnuvası ödül" töreninde ki açılış konuşmadan altını çizdiğimiz, biat kültürü ile ilgili olarak önemli başlıklar. Birlikte okuyalım:  “Bize sorgusuz, sualsiz biat eden, cahil bir gençlik değil; neye inandığını, neyi savunduğunu, neyin mücadelesini verdiğini bilen, bunun için gereken her türlü donanıma sahip bir gençlik lazımdır. 15 Temmuz gecesi gördük ki işte bu vasıflara sahip gençlik, gerektiğinde ülkesi ve milleti için, istiklali ve istikbali için gözünü kırpmadan canını dahi ortaya koyabilmektedir”      Asit K. Biswas ve Julian Kirchherr tarafından "Prof, no one is reading you" başlığıyla 11.04.2015'te  The Straits Times'da İngilizce yayımlanan bu yazı https://goo.gl/5yGxvX Dünyanın en yetenekli düşünürlerinin pek çoğu, üniversite hocaları olabilir. Fakat maalesef ki bu hocaların çok büyük bir kısmı, günümüzdeki kamuoyu tartışmalarını ya da etkili politikaları şekillendirmiyorlar.    Gerçekten de bilim adamları, görüşlerini popüler medyada yayınlamaya pek sıcak bakmıyor. "Düşüncelerimi kamuoyuyla paylaşmak için görüş yazmakla mı uğraşacağım? Bu bana aktivitizm gibi geliyor." Bu sözler, Oxford Üniversitesi'nin evsahipliğinde düzenlenen konferansa katılan bir profesöre ait.    Kamuoyu tartışmalarını ve politikaları şekillendirmede üniversite hocalarının bulunmayışı, son yıllarda - ve bilhassa da sosyal bilimlerde- hayli artmış durumda. Ünlü "American Political Science Review"'de 1930'larda ve 1940'larda yayımlanan makalelerin yüzde 20'si, politika önerilerine odaklanmaktaydı. Son yapılan sayımda ise bu oran, yüzde 0,3 gibi son derece düşük bir rakama gerilemiş durumda.  Asit K. Biswas Bilim adamlarının kendi aralarında yaptıkları tartışmalar bile düzgün işliyor gibi görünmüyor. Hakem incelemesinden geçmiş makalelerin sayısı, yıllık olarak 1,5 milyon'a kadar ulaşmakta. Fakat, bu makalelerin pek çoğu bilim camiasının kendi içinde dahi önemsenmiyor -beşeri bilimler alanında yayımlanan makalelerin yüzde 82'sine bir kez bile atıfta bulunulmamış. Sosyal bilimlerdeki hakem incelemesinden geçmiş makalelerin yüzde 32'sine ve doğa bilimlerindekilerin ise % 27'sine hiç kimse atıfta bulunmuyor.  Bilimsel bir makaleye atıfta bulunulması, onun sahiden de okunduğu anlamına gelmez. Bir tahmine göre bilimsel makalelerin sadece yüzde % 20'si gerçekten okunmakta. Bizim tahminiz ise şu ki, hakemli bir dergide yayımlanan ortalama bir makaleyi, başından sonuna kadar okuyan kişi sayısı 10'u geçmiyor https://bit.ly/2JwtLXY . Bu yüzden, hakemli yayınların çoğunun etkisi -bilim camiasının kendi içinde bile- yok denecek kadar az.  Pek çok bilim adamı, kendi alanlarındaki bilgi birikimine katkı yapmayı ve uygulayıcıların karar alma süreçlerine etkide bulunmayı ister.   Ancak uygulayıcılar, hakemli dergilerde yayımlanan makaleleri nadiren okurlar.  Nature, Science ya da Lancet gibi ünlü dergilerde yayımlanan hakem incelemesinden geçmiş bilimsel makaleleri düzenli olarak okuyan deneyimli bir siyasetçi ya da iş adamı olduğunu biz duymadık.  Aslında bu hiç de şaşırtıcı değil.  Julian Kirchherr Akademi dışında kalanların, dergilerin çoğuna ulaşması hayli zor ve bu dergiler fahiş derecede pahalı. Günümüzdeki açık-erişim hareketi daha fazla başarılı olsa bile, makalelerin hayli hacimli ve uzun oluşu ve kullanılan anlaşılmaz jargon, uygulayıcıların (gazeteciler dahil) bunları okumasına ve anlamasına yine de engel olurdu.   Kısa ve öz olmak önemlidir. Artık pek çok hükümet lideri, popüler medyada kendileri ve politikaları hakkında yazılanlara ilişkin iki sayfalık özet hazırlanmasını mutat hale getirdiler. Hindistan'da, eski başbakan İndira Gandhi de yapıyordu bunu. Kanada'daki bakanların bir çoğu benzer özetler konusunda ısrarcılar. Hatta Ortadoğu'daki hükümetler bile yeni sosyal medyada yürütülen tartışmaların özetlerini talep etmekteler. Dünya üzerindeki herhangi bir ülkedeki herhangi bir bakanın,  kendi ilgi alanındaki bilimsel yayınların düzenli olarak özetlenmesini istediğini duymadık. Eğer akademisyenler karar alıcılara ve uygulayıcılara etkide bulunmak istiyorlarsa,  (bilimadamlarının erişimine yardım etmek için medya firmaları tarafından bir çok yenilikçi iş modeli geştirilmiş olmasına rağmen) şimdiye kadar gözardı ettikleri popüler medyayı dikkate almalılar.  Etkin modellerden biri, dünyanın önde gelen kanaat  liderlerinin görüşlerini 154 ülkeden 300 milyon okuru kapsayan 500'den fazla gazeteye dağıtan  Project Syndicate (PS)'dir. Kâr amacı gütmeyen PS tarafından kabul edilen herhangi bir yorum/görüş, sayısı 12'ye kadar varan farklı dillere tercüme edilebilir ve akabinde de dünya çapındaki dağıtım ağının tamamına gönderilir.  Bilim adamları, popüler medyada yayın yapmanın önemini kabul etseler bile sistem, onların aleyhine işlemekte. Doçentliği (tenure) alabilmek için, bilim adamlarının etkili dergilerde mümkün olduğunca fazla sayıda hakemli makale yayımlaması gerekiyor. (Prestijli) Hakemli dergilerde yapılan yayınlar,   akademideki kilit performans göstergesi olmayı sürdürüyor. Bunların birileri tarafından okunup okunmadığı ise bütünüyle tâli bir mesele.  Örneğin, su alanındaki en etkili dergilerden birini ele alalım; 1,3 milyar nüfusa sahip olan Hindistan'da bu derginin sadece dört abonesi var. Üç yıl öncesine kadar ne su bakanı, ne de onun üç kademe altında bulunanlar bu derginin adını duymuştu. Bu tip bir dergide yapacağı yayın bir profesöre prestij sağlıyor fakat, bu yayının Hindistan gibi suyun son derece hayati bir mesele olduğu bir ülkedeki karar alıcılar üzerindeki etkisi sıfır.     Belki de artık bilim adamlarının performansını yeniden değerlendirmenin zamanı gelmiştir. Doçentliği (tenure) kazanmak ve akademik yükselme için bilim adamlarının politika oluşturmaya dönük katkıları ve kamuoyundaki tartışmalara yönelik etkileri de değerlendirilmelidir.    Basit ve kolayca anlaşılabilir nitelikteki bu yayınlar genellikle, gerçek dünya sorunlarını çözmeye yönelik araştırma sonuçlarının potansiyel uygulamasının ve pratikteki geçerliliğinin vitrinidirler.  Kabul etmek gerekir ki etkide bulunmanın herhangi bir garantisi yoktur. Zaten karar alıcıların çoğunun kafasında, seçtikleri politik tercih konusunda makûl bir fikir mevcuttur.   Bir politikanın, öncelikle bundan etkilenen kitleyi tatmin etmesi gerekir. Karar alıcıların çok azı, en optimal ekonomik, sosyal, çevresel, teknik ve politik çözümü bulmaya çalışır.  Bilimsel kanıtlar bulmaya çalışanlar ise popüler medyada bilimadamlarınca yapılan yayınlardan daha fazla yararlanacaktır. Bu durum yavaş yavaş akademi içinde de farkedilmekte. Örneğin, Singapur Ulusal Üniversitesi (National University of Singapore) kendi öğretim üyelerini, görüş/yorum yazılarını (op-eds) kendi profil sayfalarında yayınlamaları konusunda teşvik etmekte. Bununla birlikte, asıl vurgu halen sözde yüksek etkili dergilerde yapılan yayınlara yapılmakta.  Evet değişim oluyor, ancak kaplumbağa hızıyla.  Son Söz:Bu yazıya bırakılacak en güzel dizeler “ Sevgi Duvarı “ na ait … Sahih ve sahici olmayan, sahte ve yalan yüceltmelere karşı bir gerçeklik sesi ve müdahaledir “Sevgi Duvarı”, Pasaklı kontes sadece edebiyatın değil, düşünce tarihimizde de bir yer edinmiştir. Kendilerince makyajlanmış cümlelerle, gözlerini/kalemlerini belerte belerte entel / dantel kimlikleri ile içi boş , topluma ve bilime hiç bir katkısı olmayan Sözüm ona bilimsel çalışmalara karşı kontesin pasak kokusu en temizi hala…   Sağlıcakla kalın... Yüreği "Berkehan ve Bilgehan Deniz" kadar temiz tüm insanların,  günleri hep aydınlık olsun! Yüreklerindeki sevgi daim olsun ---------------------------------------------------------   Asit K. Biswas ve Julian Kirchherr tarafından "Prof, no one is reading you" başlığıyla 11.04.2015'te The Straits Times'da İngilizce yayımlanan bu yazı, Cem Yarar tarafından T24 için Türkçe'ye çevrildi.  Asit Biswas: Çevre ve su poltikaları konusunda önde gelen uzmanlardan biri ve Singapur Ulusal Üniversitesi Lee Kuan Yew Kamu Yönetimi Okulu'nda misafir öğretim üyesi.  Julian Kirchherr:  Oxford Üniversitesi, Çevre ve Coğrafya Okulu'nda doktora araştırmacısı. Kendisi daha önce  McKinsey & Co'da Avrupa, Asya ve Ortadoğu'daki hükümetlere danışmanlık yapmaktaydı.  https://goo.gl/5yGxvX https://bit.ly/3JswrET https://bit.ly/2L0UCZ3    

Küresel Güçler ve Yerli İşbirlikçileri....

    İlk Söz: Bu hareket, basit bir tarikat oluşumu değil, dünyadaki tüm Türk devletlerinde örgütlenen, CIA tarafından desteklenen, bir casusluk ve kontrgerilla hareketidir. Bu  hareketinin ideolojik merkezi, dışa bağımlı bir işgal kalkışmasıdır. O gece başarılı olsalardı; – Atatürk Aydınlanması tasfiye edilecek, – laiklik ilkesi tarihe gömülecek, – Türkiye’nin birlik ve bütünlüğü parçalanacaktı...   Milli İrade’yi, Milli Egemenlik’i örseleyen ‘vesayet’ zincirleri ile Türk Milleti’ni prangalara mahkum etmek isteyen hain oluşumlara ve girişimleri önlemek için başta eğitim kurumlarımız olmak üzere tüm Devlet kurumlarımızda belirli sosyal grup ve sınıfların çekip çevirme anlamında ayrıcalıklı bir konumda bulunmalarına izin verilmemesi ve Türkiye Cumhuriyeti’nin Bekasına hizmet eden nesiller yetiştirmesini temennisi ile Aziz Şehitlerimizin Ruhları Şad Olsun ! ...Nurlarda Yatsınlar Cennet Ehli onlar.. Türkiye'yi bir iç savaşa sürüklemeye küresel güçler ve yerli işbirlikçileri ne kadar kararlıysa; bizler de en son ocak kalıncaya kadar; Vatanımızı böldürmemeye, bayrağımızı indirmemeye, ezanları susturmamaya o kadar kararlıyız.... Başın sağolsun Türkiye !.. Cumhurbaşkanımızın bu konuda ki kararlı açıklaması...Birlikte okuyalım: "Bu örgütleri ülkemizin ve milletimizin üzerine saldırtanlara mesajımız yine aynıdır: Başaramayacaksınız! Türkiye’de ezanları susturmaya, bayrağı indirmeye, vatanımızı bölmeye, milletimizi parçalamaya, bu eli kanlı örgütlerin ve arkalarındaki güçlerin, nefesi de takati de yetmeyecektir. Aziz milletimizin oluşturan tüm unsurların bir arada huzurla yaşadığı, aynı ortak geleceğe umutlarını bağladığı Gaziantep’te, saldırının yapıldığı yer ve hedef alınan kitle, ne tür bir oyun oynanmaya çalışıldığını açıkça göstermektedir. Türkiye’ye güçleri yetmeyenlerin, etnik ve mezhep temelli hassasiyetler üzerinden vatandaşlarımızı birbirlerine karşı kışkırtma senaryoları tutmayacaktır. Milletimiz, 45 yılı aşkın yedi düvele ve onun silahlı gücü küresel mafya örgütüne ve  7 yıl önce 15 Temmuz gecesi küresl gücün Türkiye'yi işgal girişimi karşı bu oyuna gelmeyeceğini sayısız defa ortaya koymuştur. Bunu asla unutmayın. Hem TBMM’nin şerefli tarihini, hem de içimizdeki hainlerin ihanetini unutmayın. Unutursanız acınacak hale gelirsiniz.”   kötünün de ötesinde...... Başın sağolsun Türkiye!.... Bir kitapta “Yeryüzünde Kötülük Timsalinin, ruhlarının kötülük olduğundan emin olduğu kimselerle ahitleşir “diye yazıyor… Şimdi ne yazayım ki ? Ne denir ki ? Ne söylenir ki ?.. "Sözün bittiği yer" derler ya .. Aslında söz bitmez .. Ancak susmak lazım bazen .. Susup düşünmek lazım ..     “Türk varlığının sürdürülebilirliği perspektifinde Türkiye’nin bitmeyen yedi düvel savaşı….”  POLİTİKA 5,0 30.11.2014 14:45:16 A+ A-        Bilirsiniz, ünlü Rus Fizyolog Pavlov, köpeklerine et verirken zil çalınca ve bunu çok kez tekrarlayınca, zil sesini işittiğinde et görmeden de hayvanın salyası akmaya başlar. Bu, “şartlı refleks”tir. Hayvanın “tabiatında olmayan” bir uyaran (zil sesi), onu “tabiatında olan” eti görmüş gibi heyecanlandırmaktadır. Eğer sürekli olarak zil çalar ama hiç et göstermezseniz, bir süre sonra şartlı refleks söner. Devamın sağlanması için arada bir et gösterilerek refleks pekiştirilmelidir. Eğer pekiştirilmezlerse, zamanla sönerler. Bir gün Pavlov’un enstitüsünü su basar. Köpeklerin bir kısmı boğulur, bir kısmı da günlerce korkuyla titreşir çünkü ölümden zor kurtulmuşlardır. Kurtarılabilenler tekrar enstitüye toplanır. Pavlov zil çalar, köpeklerde tık yoktur. Şu müthiş sonuca varır Pavlov: Ağır travmalar, şartlı refleksleri ortadan kaldırmakta….  Hayvan en doğal, en ilkel durumuna geri dönmekte. Pavlov’un köpeklerindeki gibi, ağır travmalarla bizim de şartlı reflekslerimiz (milli duygularımız ve tepkilerimiz) kırılıyor. Tıpkı Suda kaynayan Kurbağa Sendromu”gibi… Tıp kı Suyu kirlenmiş akvaryumdaki balık gibi… Postnişinde YÜCE PİR'in oturduğu Yeni Dünya Düzeni tarikatı iktidarını Tarikatı oluşturan Vasıl, Salik, Mürid ve Talipler,  dün olduğu gibi bugünde sinsi savaş  stratejilerini izliyoruz…   Yeni Dünya Düzeni tarikatı iktidarı tüm İnsanlık tarihinde yaptıkları katliamları,işkenceleri,talanları,kan ve gözyaşlarını,,hırsızlıklarını,,sömürülerini ve bunun üzerine inşaa ettikleri ve halen bununla beslenen “Sosyo Ekonomik ve Kültürel “yapı…  BBC ‘de yayınlanan “The British” gibi dizilerle sözüm ona bir özeleştiri yaparken bile   kapitalizmin “Eşik Altı Büyücülerin”; Zihinsel  Kültürel stratejilerinin bir parçası  olarak subliminal yayıncılık yapıyor… Dünyayı formatlama çabalarını,”Uygarlık”, “Demokrasi”götürme bahanesiyle Dünyayı yönetme….Bunu  yaparken de  kendilerini “bir kahraman” “Üstün Irk “olarak sunmakta da bir beis görmüyorlar……                       “YÜCE PİR”’ in, Vasıl, Salik, Mürid ve Taliplerin tehdit olarak gördüğü                                          Ulusların Ulusal bilinçlerinin, tarihlerinin , benliklerinin sorgulanması,                                                                      “aşındırılması” ve “yozlaştırılması” Kısacası, Milli duygunun yok edilmesi….  Bir ulusun ulusal bilincini, ulusal duygusunu ve reflekslerini yok etmek…. Bunun stratejisi, taktiği, yol haritası nedir? Bunun denenmiş, sınanmış bir yöntemi vardır: “o ulusun tarihsel varlığını sorgulamaya açarsınız”.  Yani o ulusun tarihini yeniden tartışırsınız. Farkındaysanız son kırkbeş  yıldır tam da böylesi bir dönem….. “Demokratlık”, “tartışma kültürü” adına neyi tartışıyoruz ve bizden neyi kabul etmemiz isteniyor?  Diyorlar ki, “siz soykırımcı bir Milletsiniz! Ermenilere soykırım uyguladınız …” Biz diyoruz ki, “hayır, uygulamadık !” O zaman deniyor ki: “tamam, madem uygulamadınız, bunu tartışalım, öyle sonuca varalım”. Size mantıklı geliyor…. Ama tartışma masasının eşit şartlarda kurulmadığını görüyorsunuz. Bakıyorsunuz, tümT v’ler, gazeteler, “aydınlar” sizin Ermenileri katlettiğinizi yaymaya başlıyor. Kanıtları var mı? Elbette yok. Ama yalan bir kez yayıldı mı ve yalanı söyleyenlerin sayısı da yeteri kadar çok oldu mu, gerçeğin sesi baskılanıyor. “hayır” diyorsunuz, “gerçekleriı bir de biz anlatalım”, ama anlatmanız ne mümkün… İşte o zaman anlıyorsunuz “tartışmaya açmak” denilen tuzağı. Bu sürecin sonunda, ulusal gururu ve hassasiyetleri yüksek insanlar bile “acaba” demeye başlıyor, “acaba gerçekten ermenileri biz mi katlettık?” “Ulusal benlikte ilk kırılma” yaşanıyor… Psikolojik harbin etkisi büyük bir hızla bu şekilde yayılıyor. Sıra Doğu ve Güneydoğuda yaşayan bu ülkenin etle kemik ayrılmaz parçasına geliyor.  Sizden tartışmanızı istiyorlar.  Hem de kanlı ve sinsi bir oyunla… Tartışma başlıyor…. Otuz yıldır…. Tartışma alanı her geçen gün büyüyor… neleri tartışmaya açmadık ki…Açılım diye diye!...Çözüm süreci diye diye!... ve şimdi neredeyiz?... Kısacası, Ulusal varlığımıza ait hayatın her alanda tartışma var…. Her gün TV’ ler de ,yazılı  ve görsel basında ,açık oturumlarda , konferanslarda ,sempozyum ve kongreler de….Bu arada hiç Türkiye Cumhuriyeti’nin genetik kodlarını ortaya koyan Büyük Önder Mustafa Kemal Atatürk hiç ihmal edilir mi?.... çünkü önemlı olan, ulusal önderleri yok etmek. O halde, onun ne kadar zalim bir diktatör olduğunu tartışalım. Onun zaaflarını tartışalım. “tartışın!...” İşte psikolojik harp … İşte Asimetrik savaş … Şimdi yıllar öncesine gidelim. Mondros imzalanmış. Düşman askerlerı İstanbul’a çıkartma yapıyor. Milyonlarca Türk, sadece izliyor! Demek ki önemlı olan ilk adım: “işgali izlettirebilmek”miş. Ama aynı zamanda bir de masa konuyor ortaya: “tartışın”… “Yüce Pir” şu anda beyinlerimize ve yüreklerimize yüzyılın çıkartmasını yapıyor. Mehmet Akif, Çanakkale için ne diyor?  Birlikte okuyalım… “şu boğaz harbi nedir, var mı dünyada bir eşi? En kesif orduların yükleniyor dördü beşi tepeden yol bularak geçmek için Marmara’ya kaç donanmayla sarılmış ufacık bir karaya”… Çıkartma sürerken iki tavır vardır alınabilecek. Birincisi: “İzlemek !” İkincisi: Sergilenen Filme ateş etmek….. “Kurtuluş Savaşı” gibi…. Bunu asla unutmayın. Hem TBMM’nin şerefli tarihini, hem de içimizdeki hainlerin ihanetini unutmayın. Unutursanız acınacak hale gelirsiniz.” Bu arada,Vatan , Şehitlerimizin bize emanetidir. Vatan, Sultan Alparslan'dır. Vatan, Sultan Mehmet Han'dır. Vatan, Mustafa Kemal Atatürk'tür..."Tarihte Atatürk’e düşman olup da Türk’e dost olan çıkmamıştır! Atatürk, Türk Milletinin mavi gözlü bozkurtudur." Sağlıcakla kalın! Günleriniz hep aydınlık olsun! Yüreğinizde sevgi daim olsun! Yüreği "Berkehan" kadar temiz olanların! ----------------------------------- ‘İktisadi Mülahazalar’ dan  Rassal  Bir Seçme Aşağıdaki alıntılar  sözü geçen ‘İktisadi Mülahazalar’ adlı hem yanlış hem de yalan bilgilerle (misinformation & disinformation) dolu kitabından (ibretlik gerçekten!) alınmadır: Proletaryanın isyanı -yoksulluk nedeniyle satın alamadığı- cennet içinmiş / hoca sanayi devrimine hem karşı hem değil / yönetilen akıllı olsun, yönetene sorun çıkarmasın! / orta sınıfı eritmeyin ki iktisadî kriz ortaya çıkmasın / işçi de çalışsın, arabası villası olsun / komünizm, yoldan çıkan kapitalistlere Allah’ın verdiği bir bela / İslam iktisadı konusundaki düşünürler kurucu değil, raporlayıcı / cemaate bağlan, rakibi alt et / iktisadi yasalar değil, Allah rızası ve hükmüdür belirleyici olan / mülk Allah’ındır, kavgaya gerek yoktur; Allah her bireye bir rol biçmiştir kah Halife, kah dilenci, kah hakim, kah mahkum, önemli olan bu rolü en güzel biçimde oynamaktır / önemli olan sınıf mücadelesi değil cihat / cihat her zaman askersel olmaz, kimi zaman da iktisadî olur / işçi ve ezilenlerin egemenliği değil inananların egemenliği / ganimet meşrudur üç yüzyıldır verdik artık almaya başlayalım / malını verirsen günah serbest / sermaye sadece tasarrufla birikmez, bağış, miras, hazine keşfetme gibi birçok başka yolu da vardır / işçiler için greve gerek yok, hisbe kurumu sorunu çözer / işçiler aldıkları ücrete fazla diye karşı çıkmalı-işverenler de uygun diye ısrarcı olmalı böyle bir manzara karşısında insan gözyaşlarını tutamaz!..Amerikanca ne derler: ‘Business as usual! (Her zamanki işler)’. NOT: YOK Basın açıklaması: “Yüce milletimizin iradesine karşı düzenlenen, demokrasi tarihimize kara bir leke olarak geçecek bu girişimi şiddet ve nefretle kınıyoruz. Demokrasinin en önemli savunucularından olan üniversitelerimiz için gün, demokrasiye sahip çıkma günüdür.   Bütün akademik camiamız milletin iradesine saygı ve demokrasiye sahip çıkma noktasında tek vücut halindedir.”YÖK http://www.yok.gov.tr/

“Öyle İnsanların Yanında Ol ki !...“

"Radikal Blog'da ki Denemelerimden...(6)"12.05.2013   "Öyle insanların yanında ol ki onlarla aynı fotoğraf karesinde olduğun için şükredesin Ve öyle insanlara da karşı dur ki o fotoğraf karesinde olmadığına şükredesin... Öyle bir zaman gelir ki  O gün birlikte çektirdiğin fotoğraf karesinde, keşke olmasaydım dersin" oe "Konuşmaya değer insanlarla konuşmazsan insanları, konuşmaya değmez insanlarla konuşursan kelimeleri yitirirsin. Sen öyle biri ol ki, ne insanları, ne de kelimeleri yitir.”  "Bazı insanlar dua gibidir: Görünmez ama dokunur sana, duyulmaz ama bırakmaz seni....".   Her Balon Sönmeye Mahkum!...   27.11.2012 21:04:05 İlk söz: Hayat bana  hiçbir olguyu görünen üzerinden değerlendirmemeyi öğretti, kötülük hariç!... “Güzel davrananlara (Salih amel) taşıyanlar / iyilik yapanlara daha güzel karşılık, de fazlası var. Onların yüzlerine ne bir toz (kara leke)  bulaşır ne de bir horluk (gelir)..” Yüce Yaradanın kaleminden dökülmüş bu kelamlar...  İçimiz her neresiyse... Titreyebilen bir yer. İnsan işte: "... sonsuz bir uçurumun üzerinde durmaktadır da bilmez onun üzerinde durduğunu .. "Bizler hiçbir şeyiz, aradığımız ise her şeydir." "Bilsem de pek çok şeyi, Bilmeliyim her bir şeyi. Nadandır insanlar, öngöremezler nasibi, başlarına gelenlerden ne iyiyi ne kötüyü sezerler önceden.. Hayat, Kendiliğinden ne iyi ne kötü... Ona iyiliği, kötülüğü katan sizsiniz. Ahlakın özü çok basit: insanlara birer insan gibi davranmak. Bu arada adil olan, iyi olana öncelikli.. Kanaat başka, doğru bambaşka.. Bilgin başka, bilge bambaşka. Yanlış, yanlışla düzeltilir mi ? Ancak bilmiyor bildiğini ve bu yüzden inanıyor bilmediğine. İnanıyorsun diye öyle olması inanmıyorsun diye öyle olmaması gerekmiyor gerçeğin... Arzularının yangınları içinde yürür insan. İçeriği olmayan düşünceler boş, kavramları olmayan görüler kördür. Hiç doğmamış gibiyiz. Hiç ölmeyecek gibi... Vakit başka, süre daha başka, zaman ise bambaşka.. Bırak aynı şeyi görmeyi, aynı şeye bile bakmıyoruz... Ömür biter ama hayat tamamlanmaz... Varoluş tamamlanamazlık... İnsanın sayılıdır günleri daima, Yaptıkları hep rüzgâr gibidir... Yapraklar gibidir insan soyu. Bir yandan rüzgâr bakarsın onları döker yere, bir yandan bakarsın bahar gelir.... Bir ağacın tek tek yiten yaprakları gibiyiz. Hangimiz önce düşecek belli değil ama hepimiz döküleceğiz... .Ölümdür eli kulağında olan... Ölüm geride kalanlar için... Geride kalanlara keder miras kalır: Elem bırakır ölenler hayatta kalanlara... Ölümden korkmayan ölümü bilmeyendir... "Gördü ki varoluş, mumun ışığı gibiymiş: ışığının yanması ile ışığının sönmesi aynı şeymiş." Onlar sahiden geride kalmışlar. :birbirine-ait-olanın bir daha-birarada- olmayışıdır noksanlık... Varoluş teşrih, tevil ve tâbir.... Varoluş yorumlama, açık hale getirme ve anlam çözme.. Bitmek ve saf hiçlik, tamamen aynı! Biteviye yaratma neyimize Yaratılan hiçe dönüveriyorsa eğer! İşte bak, bitti gitti! Ne demek bu? Hiç varolmamış olsaydı da fark etmezdi Yine de dönüp durur varolmaktaymışçasına. Bense ebedi-boşluğu severim kendi adıma. Sevgi göstermek başka, sevgi görmek bambaşka. Kaybetmek başka, yitirmek bambaşka. Biri gözden, diğeri gönülden gider sanki... Gerçeklerden vazgeçtiğimizde hakikatlerden de feragat etme.... "Nerede utanç varsa orada korku  var." Doğru yitirilince her şey kaybedilir.. “İyilik demek kimseye kötülüğü dokunmamak değil, kötülük yapacak cevheri içinde taşımamak demek” Semeresiz iyi niyet değersizdir... Alışkın değilsin diye yanlış olması gerekmiyor... Kim ki çehresi ışıldamıyorsa Olamaz asla bir yıldız.... Soru şu: İnsanlar arasındaki asli düşmanlığa delalet eden (kötülük olarak) ilk şey haset midir, yoksa riya mı?" İç dünyamız çok dinamik: Çelişik, karşıt, kayıtsız, t tutarsız, devingen his, düşünce ve edimlerle dolu. Ama hepsi de bizim, hepsi de içimiz... Erdemlerimiz içimizdedir. Onları dışımızda icra ederiz. Bu yüzden lafa değil işe bakılır. Vasatlık mecburidir. onu düzeltmeye çalışmamak gerekir. Çünkü, cezalandırılmıştır. En sert olarak da kendi zavallılığını bilmemesi ve kendi zati yasası yüzünden bunu bilemeyecek olmasıyla cezalandırılmıştır. Neyi yaptığımız ne olduğumuzla ilgilidir... Gerekli başka, zorunlu bambaşka. Bilmek başka, anlatabilmek bambaşka. Bu arada: "Malum" ilam edilir. İlan değil... Basit başka, yalın bambaşka. Biri düz, diğeri katışıksız... Var olmayanı varmış, var olanı yokmuş gibi gösterendir "sofist". Onun yaptıkları bu yüzden "safsata" ... “Ben böyle düşünüyorum!” demekle olmuyor. Akıl yürütme yetisinin hatalı kullanımıdır"safsata" . "boş, asılsız, temelsiz ..." Bu bağlamda "Keyfiyet" başka "keyfilik" bambaşka..... Nefret Söylemi, düşünme ve ifade etme özgürlüğü mü? Yoksa ilkel bir dürtünün dışa vurumu mu? İçimizdeki aydınlık ve karanlığın hangisini beslersek o büyüyor. İkisi de içimizde. Hangisini beslediğimiz önemli... "Kalbimizde Allah'ın nuru vardır, onun adı da vicdandır. Vicdansız olunca,  orada bir boşluk mu oluyor? Yoksa nefretle mi dolu orası da vicdan sığmıyor? Vicdan kaskatı olunca neyin üzerine inşa ediyorsun dini ?" Neler yapıp ettiğini seninle birlikte bilen, mahremini gören, iç şahit Gözleri hep açık. Asla uyumayandır vicdan.. Bilinmese de haddizatında mevcut kalandır vicdan... İşaret edene bakmaktan işaret edileni göremez olduk... "Hiçbir şey gözyaşı kadar çabuk kurumaz..." .Gerçi ne kadar sinsi bir söz.. Canımızın sıkılması başka, içimizin daralması bambaşka.. Uyanma umudumuz olmasa, uyumazdık... Yıkmak kolay ve çabucak. Yapmak çok zor. Yeniden yapmak çok daha zor. Yapmak zorunda olmak başka, yapmamayı tercih etmek bambaşka. Hatta olanaksız. Neyi yıktığına dikkat etmeli insan... Küçük düşünecek kadar büyümek... Güven esas. Yok ise, her şey boş... Mesele çürük elmalar değil, elmaları neyin çürüttüğüdür. Eski başka, eskimiş bambaşka. Birini saklar, diğerini atarsın. Atmalısın hatta... Bir insanın sana neler verebileceği değil, senin için nelereden vazgeçeceği önemli... Kalp kırılınca içinden hayaller dökülür.. Tahrip edenin, inşa etme mükellefiyet ve mesuliyeti daha büyüktür. Bu etik olduğu kadar ahlaki de bir meseledir... Yara kabuk bağlar, kimlik olur. "Eksik olma," diye bir dilek var dilimizde. Tıpkı "var ol" gibi o da ince ve duru bir dilek. Varoluşumuzu anlamlı kılanlara söylenebilecek ne hoş sözler ... Bir de "Meftun" sözcüğü ne kadar hoş... Yanmış anlamına geliyormuş. Yanarak, aydınlığa doğru... Birlikte sevinmek başka, birlikte üzülmek bambaşka. Hüzün, kendi başına müthiş bir deryadır. Hüzünlenemeyen insan gelişmemiş bir insandır. Kendinden kopukluğunun, içindeki öze olan özlemin farkında değildir.. Vazgeçtin mi başka, vaz mı geçtin bambaşka... Bütün güzel ise parçaları da güzel midir? Çirkin parçalar güzel bir bütün oluşturabilir mi?.. Bazen düşünüyorum da dünyayı değiştirmek için sarsılmaz bir istekle çalışmak mı mutlu eder bizi yoksa konforun sakin sularında kulaç atmak mı? Bir şeye sahip olmak değil, layık olmak önemli... Uçtuğunu düşünmek ile uçmak arasında devasa bir fark var.... Yolunu bilmeyen için yol fark etmez. Her yol yanlış, her yol doğrudur. Hepsi yoldur ve hiçbiri yol değildir. Yolda olmak başka, yolculuk bambaşka.... Arzularının yangınları içinde yürür insan... Yolda olmak yetmez. "Varış" da gerek.. "Her şey yoldur." Kimileri gelecekten bahsediyor ama kastettikleri geçmiş aslında. Ebedi rücu.... Asla şimdiki zaman olmamış kurgusal bir geçmiş zamanı gelecekte yeniden inşa etmeyi tasarlamak fena ve belki de abes. Geçmişin önümüze geçmesi... Geçmişi anlama ile geçmişte anlam bulma farklı hâller: Biri geleceğe açılma, diğeri gelecekten kaçınmadır... Geçmiş hiçbir zaman ölmüş değildir. Geçmiş bile değildir." Geçmişi ansımak çeşit çeşit, farklı farklı: Anmak başka, anımsamak başka, hatırlamak başka, yâd etmek başka, aklına gelmek başka. Biri özlemle, biri unutuş içinde, biri acıyla, biri hürmetle, biri apansız. Yinelemekle kalmıyor, zaman ve hislerin belirişini tekrar açımlıyoruz... Anlamı olmamak başka, anlamsız olmak bambaşka... İki tür gelecek var....   Birincisi gelen gelecek, İkincisi gidilen gelecek. İkincisi umut... Umut etme başka, dileme bambaşka... Haddizatında yalnızdır insan. "Hakikatin haddi vardır da Yanılgı’nın yoktur..." Ölesiye yaşıyoruz ama öylesine değil.. Kimse tok kalkmaz hayat sofrasından. ."Kulak dilsizdir, ağız sağır. Göz ise hem duyar hem konuşur. Dışarıdan dünya, içeriden insan yansır onda.... "göz gözü görmemek" deyimi ne hoş. Mesele gözün gözü görmesi çünkü... Göz daha fazlasını görür, Kalbin bildiğinden... Anlama çok az kimse tarafından anlaşılan bir kavram.. Bir kimseyi anlamak demek, o kimsenin bir şeyi nasıl anladığını anlamak demek.. Anlama ne çok söz söylemeyle, ne de hararetle kulak kabartmayla olur. Anlamak anlamayı anlamak... Anlamak anlayış göstermek demek değil... Anlamak affetmek demek de değil... Anlamak varoluşun özü. Zordur üstelik... Sağduyu ne sağ ne duyu. Düpedüz ön yargı. Üstelik hiç de sağın değil. Gayrisahih... Bizi zengin yapan kazandıklarımız değil, muhafaza ettiklerimiz. Bizi bilgili yapan okuduklarımız değil, özümseyebildiklerimiz... Önem değerli olmuş değer önemli olmalıydı oysa... Ateş ile alev başka. Nur ile ziya başka. Işık ile karanlık bambaşka. Düşünmek başka, düşlemek bambaşka... Kasabalılık başka şehirlilik bambaşka.. kendisi hiçbir iş yapmayan, iş yapanda da mutlaka kusurlar bulan anlayışın egemen olduğu kültürdür "kasabalılık"... Yaptığından pişman olmak başka, yapmadığından pişman olmak bambaşka. Birinde imkânsızlıktan, diğerinde imkândan azap duyulur... Birikimlerim ve ulaştığım bilinç bana sürekli “konuşmak  birbirimizi anlamanın en etkin yolu” Anlamak sanıya da müsait. Anladığını sanarsın, oysa yalandır. Çünkü insan hayatta hiç yaşamadığı güzellikteki şeyleri anlamakta zorlanır." Soru Şu : İkisi arasında büyük bir özgürlük asimetrisi varsa? Bir kişinin özgürlüğü, başkasının özgürlüğünün başladığı yerde biter mi?, Dengesizliği korur bu ilke... Mavi gökyüzü dediğin gökyüzü bile değil. Işıyan atmosfer o sadece. Göğün mavisi, ışımasıdır atmosferin. Yoksa gök kapkara... Gökyüzünün sonsuzluğu gecenin kör karanlığında görülür. Güneş bizi ışıkla örtüp kapatır aslında. Gece, dünyanın gölgesidir. Gece geçer, ışık ışır ardından. Ve insan daha "Bak!" diyemeden Karanlığın çeneleri açılıp yutuveriyor her şeyi. Parlak ne varsa yok oluyor bir anda.... Nasıl ki olmayan bir şey hakkında konuşmak onu var etmeyecekse, olan bir şey hakkında konuşmamak da onu yok etmez. Susmak daha kötü; susulan bütün hakikatlerde zehir var . "Sözün bitim yerini olay ya da konu seçmez, söz seçer. Bir şeye karşı çıkarken başka bir şeye destek veriyor olabilirsin, hem de farkında olmadan. İzan şart... Başlangıcını da olduğu gibi." Yalan anlaşıldığında yalan olur... Gerçekle bağımız kopunca, geriye yalan kalır..  yalan üç tür :  bencil duygularla söylenen, Siyah yalan; diğerkâm duygularla söylenen Beyaz yalan... ve en fenası ortaya çıksa bile kimsenin umurunda olmayan.   grup çıkarı ve aidiyet duygularıyla söylenen  mavi yalan ... Yalan olduğunu bilsen dahi inanacaksın insan oğluna, yani dinleyeceksin onu, niçin yalan söylediğini anlamaya çalışacaksın. Bazen yalan, insanın özünü gerçeklerden daha çok açığa vurduğunu unutmayacaksın... Basit çıkarların için gerçeği yansıtmayan cümleleri kurup telaffuz edeceksin…  İilişkileri bir anda onarılamayacak hale getereceksin.. Hep sahici yaşamağa çalışarak, hep yalan yaşayacaksın yaşamağa çalıştığın her sahicilik, hep bir yalan olarak çıkacak ortaya. Sahici yalanlar yaşayacaksın, hep. Yaşadıkların, hep, sahiden, yalanlar olacak. Görmek ne hoş. Ama siz yine de her gördüğünüze kanmayın. Vefa kalbin hafızası... Gönüllere dokunacaksa gönülden gelmeli...... kural çok basit: ... Sana yapılmasını  istemediğin bir şeyi başkasına yapmayacaksın.. İstediğini söyleyen istemediğni işitir derler.... Her erdem ruhun güzelliği... “Sevgi his meselesi, istem değil. Sevgi istemekle olmaz, zorunda olmakla (sevmeye mecbur edilmeyle) hiç olmaz. Sevme ödevi ise zaten abes.”  Sevgi; Kendisine önem vermeyen yürekleri  terk eder... insan nerede artık sevemiyorsa, oradan - geçip gitmeli! - Her kişi, haddizatında yalnızdır. Değilmiş gibi yapar, yaşar... ölümüyle de yaşar. Ölüm de yaşar, her kişiyle. Ölüm kişiyle yaşar. Zamansallık yitimidir ölüm... Her insan kendi zatî ölümünü ölür. Noksanlık ne fena: yeri var ama orada değil... Yok'sunluk. Kayıp birikmez, büyür. Devcileyin boşluk kalır.. Ölüm amansız bir hırsız. Boş bırakıcı, yer çelici... Geride kalanlar içindir ölüm. Acılı bir son, sonsuz bir acıdan iyidir. Silmek yazmaktan zor.. Bitince tamamlanmış olmuyor maalesef... Özlem, bahar başında esip geçer gibi görünen kar fırtınasıdır; ama, sanki, her bir tanesi donup kalacak, hiçbir zaman erimeyecek gibi gelip kalır... Özlemek öz-leyememektir. Değil başkası, kendisi bile yol gösteremez, özlem çekene.... Kaybetmek başka, yitirmek bambaşka. Biri gözden, diğeri gönülden gider sanki... Ölene kadar sorumlusun gönül bağı kurduğun her şeyden... Kendini başkasının göz bebeğinde görürsün, Yıldızları vardır insanların... Geceleyin gökyüzüne baktığında, ben bunlardan birinde olacağım, bunlardan birinde güleceğim için, sanki tüm yıldızlar gülüyormuş gibi gelecek sana. Gülmesini bilen yıldızların olacak.” "Yarın" ne kadar umut dolu bir sözcük: sabah olma, aydınlanma, ışıma, karanlık sonrası anlama sahip. Sonrasal olan insan, hep yarında yurt tutar bu yüzden: umutla, heyecanla ve elbette kaygıyla... Filizlenir, açar ve solarız. Zamanda varlık buluruz. Hem aklın hem de gönlün varsa, açmalısın onlardan yalnızca birini. Açarsan şayet ikisini birden, yazık olur her birini. Kaygı, yuvalanır derin yüreğimizde, Gizli acılar doğuruverir orada, Huzursuzca devinir, bozar heves ve rahatı, Her defasında yeni maskelerle örterek kendini... "Kendi huzurum onun huzuruna bağlı, Onu mutlu eden bana hayat verir, Onu üzen kalbimi yaralar..." Bu arada mutluluk nedir? Mutuluk,  bir insanın hayatını ne kadar anlamlı ve değerli görüp görmediği ile ilgili. Ramaktayızdır hep. Ne herhangi bir göz görmüştür güneşi, güneş gibi olmadıkça; ne de güzeli görebilir bir ruh, güzel olmadıkça. Ömür denir buna.. Yağmur sözcüğü ne kadar isabetli. Hem yağarak kendi oluyor hem kendi olduğu için yağıyor. Ölçüt şudur: Yeniden aynı hayatı yaşamak ister miydin? İlgiyle Okuduğum bir makaleden : İzninizle paylaşıyorum..... Dört  temel Yaşam kuralı: İlk kural : ” Karşına çıkan kişiler her kimse, doğru kişilerdir.  Bunun anlamı şudur, hayatımızda kimse tesadüfen karşımıza çıkmaz. Karşımıza çıkan, etrafımızda olan herkesin bir nedeni vardır,  ya bizi bir yere götürürler ya da bize bir şey öğretirler.”   İkinci kural : Yaşanmış olan her ne ise, sadece yaşanabilecek olandır.  Hiç bir şey, hem de hiç bir şey yaşadığımız şeyi değiştiremezdi. Yaşadığımızın içindeki en önemsiz saydığımız ayrıntıyı bile değiştiremeyiz. ‘ Şöyle yapsaydım, böyle olacaktı’ gibi bir cümle yoktur. Hayır, ne yaşandıysa, yaşanması gereken, yaşanabilecek olandır, dersimizi alalım ve ilerleyelim diye.  Her ne kadar zihnimiz ve egomuz bunu kabul etmek istemese de, hayatımızda karşılaştığımız her olay, mükemmeldir.”   Üçüncü kural : ” İçinde başlangıç yapılan her an, doğru andır.  Her şey doğru anda başlar, ne erken ne geç.  Hayatımızda yeni bir şeyler olmasına hazırsak, o da başlamaya hazırdır.   Dördüncü kural: “Bitmiş olan bir şey bitmiştir.  Bu kadar basittir. Hayatımızda bir şey sona ererse, bu bizim gelişimimize hizmet eder.  Bu yüzden serbest bırakmak, gitmesine izin vermek ve elde etmiş olduğun bu tecrübeyle yola devam etmek gerekir.” Bir Anekdot... Geçenlerde Üniversitemiz de düzenlenen "Kütahya'da kariyer ve İstihdam Günleri"ne katıldım. "Balık denizi gökyüzü sanır," demiş ya üstat. Bu deyişi teyit edercesine yaşanmış bir hikaye.... Öğrencilere rol model olması düşünülen ilin en büyük  Nevi şahsına münhasır​ kerameti kendinden menkul Mülkü  Âmir.... Hayatında ticari bir faaliyette bulunmamış iflas etmemiş başarısız olmamış. Gemiyi  azgın dalgalarda liman ‘a getirmemiş Sözüm ona  girişimcilik dersleri / konferansı veriyor açılış konuşmasında. Öğrencileri motivasyon sağlamak, geleceklerine rehberlik için bir anısını anlatıyor...... "on üç yaşında iken, kendi inşaatlarında  yaz ayında yeni atılan betonu sabah ve akşam saatlerinde hortumla sularken ayağına batan çiviyi nasıl kahramanca çıkartığını, tarihi bir kişi  ile  özleştirerek anlatıyor.. İşin ilginç  yanı  özdeşleştirdiği tarihi anekdot  vatan bölünmesin,bayrak inmesin , ezanlar susmasın,ocaklar sönmesin diye savaşan  çok ünlü bir  komutanla kendisini özdeşleştirmesi  ...   Bu arada unutmadan:  Onu dinleyen protokolde  Özdilek firmasının sahibi  Hüseyin Özdilek ve Kütahya!nın en büyük işadamlarından Tavşanlı Meslek Yüksek okulu'nun kuruluşunda  ve sonrasında maddi ve manevi yardımlarını esirgemeyen saygı duyduğum Nafi Bey'de var...  Birden nereden geldiyse aklıma uçan balonlarr  ve Küçük adamın sözleri geldi.   Berkehan bey, Karagöz'e "Neden dondurma yemeye gitmiyoruz Hacivat?" Hacivat'a da "Sabah da yedik, babam olmaz der" dedirterek ... subliminal mesajlar verirken.... Aklımı ve sağduyumu bir tarafa bırakıp içimdeki  hisleri yazıya dökmeye başlarsam hiç arzu etmediğim bir seviyeye inebileceğimden endişe ediyorum. Bu sebeple, en iyisi, bu yazıyı burada noktalamak… Yazıyı noktalarkende İnsanın aklına neler gelmiyor/ neler geçmiyor ki!... Uçan balonu bilmeyen yoktur.  Genellikle havadan daha hafif olan helyum gazıyla dolu olduğundan  . helyum gazının kaldırma kuvvetinin, balonun ağırlığından fazla olmasından  balon uçabilmekte. Balon şişirildiğinde ince bir zar haline gelmekte. Balonun içindeki hava, bu zarda bulunan küçük deliklerden dışarı kaçmakta. Helyum molekülleri, oksijen ya da azot gazı moleküllerine göre daha küçük olduklarından, daha çabuk dışarı kaçmakta. ve içerideki helyum gazı miktarı azaldığında, artık balonun ağırlığını taşıyamaz olmakta ve balon artık uçmaz hale gelmekte!... Konunun uzmanlar böyle söylüyor ... kitaplar böyle yazıyor...Özetle ... Balon zamanla sönmekte. Hani ya !.. Balon gibi şişirilmiş insanlar gibi!.. Kâşgarlı  Mahmut" İnsan şişirilmiş tulum gibi, ağzı açılınca sönmekte." diyor...   Ne kadar doğru bir söz. Bu sözü teyit edercesine , "Testinin içinde ne varsa, dışarıya o sızar..."diyor ya Rûmî.tıpkı onun gibi... Hayat, haksız parlatılanların yaldızlarını günü gelince  mutlaka dökmekte... Sözü fazla uzatmadan;  yakın zaman içinde yaşadığım bir olayı izninizle paylaşmak istiyorum. Geçenlerde Berkehan'la,  yeni açılan AVM' ye gezmeye gittik. Onu elinden tutup dolaştırırken, Berkehan 'ı mutlu etme çabasındayım. Ona şekerler, oyuncaklar, pastalar teklif ediyorum . Ancak nafile!..  Birden sevinçle; rengarenk uçan balonları elinde tutan baloncunun yanında buluyoruz kendimizi. Gerçi AVM'de balondan geçilmiyor. Çoğu mağaza çocuklara balon vermek suretiyle müşteri çekme çabasında.  Balonların çoğu , büyüklerin elinde!...    Berkehan'a"sana balon alayım mı?" diye soruyorum; biraz kaygılı, biraz mahzun yanıt veriyori. -"Ne yapayım balonu, sönüverir!"  .  Üç yaşında ki bir çocuğun sönebileceği için balonu reddetmesi.   Ne kadar ilginç!..   Ne kadar düşündürücü!...    Nutkum tutuluyor!..    "Her balon sönmeye mahkum!..."    "Kifayetsiz muhterisler gibi!...    Bu tipleri;  bilim adamları,        i-    Beceri/bilgi düzeylerinin gerçekte olduğundan daha iyi olduğunu düşünmeleri...        ii-   Başkalarının becerilerini/bilgi düzeylerini değerlendirme yeteneğinden yoksunluk,,       iii-   Ne kadar beceri(k)siz/ bilgisiz olduklarının farkında olmamaları....        iv-   Sağırdırlar, dilsizdirler, kördürler... diye tanımlıyor.... Ne yazık ki ülkemizde  bu tiplerin yetersizliklerine karşın  hızlıca çevresindekilerin ,yandaşların uçurması ile o mevkiye gelebilmekte!... Hani "şeyh uçmaz mürit uçurur "aforizmasını teyit edercesine ...  Bir garip Orhan Veli "Kitabe i seng i mezar" şiirinde şöyle diyor:  "öyle bir ruzigâr ki, kendi gitti, ismi bile kalmadı yadigâr....." Kendilerini, makam verilince, Zübde*i âlem sanan… Kendini o kurum için bir şans olarak gören… Hesaptaki parası kendini satın alan,... Erke selam edip, kula ram olan, Nafakası, Nifak olan… Bir ben varım deme, yoksan da olur..    ve   üç kişiye acırım diyor Şeyh Edebâli:  "Zenginken fakir düşene, cahiller arasındaki alim , bilmiş geçinenlere ve en önemlisi hatırlı iken itibarını kaybedene."... Altın gibi görünseler bile deneyimi aşan ilkelerden hareket edilince, onları değerlendirebilecek hiçbir şey elde kalmıyor maalesef...   Kifayetsiz insanlar gibi!..  "Buraya nasıl gelmiş," diye şaştığımız, insanlar gibi!... Dünya kifayetsiz muhterislerle, riyakarla ve nankörlerle dolu ve bunlar her yerde hak etmedikleri konum da / her mevkide.. Ama er ya da geç "her balon gibi sönmeye mahkum!....". Dün olduğu gibi bugünde... Tamamlanmadan bitiverecekler Hitam işte; kapanıp mühürlenecekler...... Eski olanlar gitti, yeni olanlar henüz gelmedi.... Son Söz:“Herkesten, her şeyden kaçabilirsin. Geçmişten, gerçeklerden, kafanın içindekilerden. Kaçtıklarının, hayatın boyunca gölge gibi adım adım peşinden geleceğini, en mutlu, en zayıf anını kollayacağını, mutlaka en olmadık anda karşına çıkacağını bile bile yine de kaçabilirsin. Çünkü kaçmaya devam edersek geçmişin gölgesi bizi kovalar. O beklemediğimiz bir anda karşımıza çıkıp bizi köşeye sıkıştırmadan biz onun karşısına çıkmalıyız. Çünkü değişim cesaret ister. Ya korkularımız bize sahip olur, ya da biz korkularımıza hükmederiz.” Bu özgün düşünsel deneme yazısının sonuna yaklaşırken yaşanan burukluk...... Saygılarımla. Sağlıcakla kalın! Günleriniz hep aydınlık olsun! Yüreğinizde sevgi daim olsun! Yüreği "Berkehan ve Bilgehan Deniz" kadar temiz olanların! ------------------------------------- Not:  şöhret: halkın sana verdiği değer itibar: seçkinlerin sana verdiği değer haysiyet: senin sana verdiğin değer şöhret ve itibarını sana verenler başkaları, isterlerse verdikleri gibi geri de alırlar. haysiyetine gelince, kimse onu senden alamaz, onu ancak sen kendin yitirirsin. (*)“Bazen kelimeler kifayetsiz kalır” ve "Sözün bittiği yer" söylemlerin sığlaştığı "söylenen laf mıdır, söyleyen adam mıdır? sorusunun karşılığı olarak Kendilerini, makam verilince, Zübde*i âlem sanan…Erke selam edip, kula ram olan, Nafakası, Nifak olan…kerameti kendinden menkul zat-ı muhteremler için çok sevdiğim üç  kıssadan hisse. Birlikte okuyalım:   Birinci kıssadan hisse:   Mülazahat hanesini açık bırakarak hayatın üç kuralı var... başka bir deyişle"hayatın motto" su var. yani tam karşılığı o işin amentüsü, temeli, en genel ve kısa özeti!... Her neyse!.. Lafı fazla uzatmadan... Birinci kural ; Kulun işine , ikincisi Yüce yaradan'ın işine ve üçüncüsü de ne olursa olsun hangi koşulda olursa olsun "yalan" söylememek.. İkindi vakti öncesi abdest almak için avluya çıkan şeyh;dervişin birinden bir ibrik su ister.Derviş getirir.Yere çömelmiş abdest almaya çalışan şeyh bir yandan da bahçedeki dervişleri gözetlemektedir.Su döken derviş bakar ki şeyh elini yıkarken bazı yerleri kuru kalır. İçinden; -Bir de bize mürşit olacak doğru dürüst abdest almayı bile beceremiyor diye geçirir.Bakışları alaycı ve suizandır.Şeyh kafasını kaldırır dervişin bakışlarını yakalar aklından geçenleri okur; -Evlat sen bize yaramazsın akşama kalmadan dergahımızı terk et,der. Derviş şeyhi için böyle düşündüğü için bin pişman olmuştur ama nafile kovulmuştur artık.Akşam arkadaşları ile helalleşerek ıssız bir dağ yamacındaki dergahtan ayrılır.Ne ailesi vardır ne gidecek yeri.Deli divane dağ tepe yürür,yorulmuştur,acıkmıştır.Nereye gideceğim ne yapacağım diye düşünürken uzakta bir ışık görür.Işığa doğru yürür;ağaçların altında çoban ateşin üzerinde yemek pişirmektedir. -Selamün aleyküm -Aleyküm selam -Allah misafirine aşın ekmeğin var mıdır? -Vardır hele otur şöyle,der çoban. Çoban gelen yabancıyı süzer,gece vakti ormandan gelen yabancı kimdir necidir?Üzerinde derviş kıyafeti var.İyi de bir derviş bu vakitte ne geziyor dağ başında,dervişler dergahtan akşamları dışarı çıkmazlar ki,diye düşünür.Derviş olan biteni anlatınca çoban onun haline acır ve: -Şu karşıdaki dağın arkasında bir şehir var,ismi 'Eyvallah'şehridir oraya git ne alırsan al 'eyvallah'dedikten sonra ücretsiz bedava. -Ne yani para pul istemiyorlar mı? -Eyvallah diyene herşey bedava.Derviş kendisi ile dalga geçildiğini düşünür.Çoban devam eder; -Yalnız Eyvallah şehrinin üç kuralı var.İhlal edersen şehirden atılırsın! -Nedir bu kurallar? -Bir 'Kulun işine karışmayacaksın' . İki 'Allah ın işine karışmayacaksın' . Üç 'Asla yalan konuşmayacaksın' . -Kolaymış ben zaten dergahta eğitim aldım der derviş.Sabah çekine çekine şehre giren derviş çobanın doğru söyleyip söylemediğini anlamak için hamama gider yıkanır kasaya gelir 'eyvallah'der kasa başındaki de 'eyvallah' der. -Borcum ne?der çoban hamamcı;Eyvallah kardeş borcun yok eyvallah dedin ya. Derviş şaşırır.Bir yandan sevinir fırına girer yine aynı muamele'eyvallah' diyenden para alınmıyor.Derviş 'iyi ki dergahtan kovulmuşum burda herşey bedava padişah gibi yaşarım' diye düşünmüş...Aradan bir ay geçmiş aile kurmaya karar vermiş arkadaşına danışmış.Arkadaşı köle pazarına git beğendiğini seç satıcıya eyvallah de yeter demiş..Derviş denileni yapmış evlenmiş.Aradan bir hafta geçmiş derviş çarşıda dolaşmaktadır.Karşısından biri genç biri yaşlı iki kadın gelmektedir.Genç olanın saçı başı heryeri açıktır.Diğer kadın çarşaflı sadece gözleri görünen bir kadındır. Derviş; -Şuna bak ya diye bağırır.Şuna bak örtünmesi gerekenin her yeri açık saçık;örtünmese de olur yaşlı kadının her yeri kapalı.Bu nasıl iştir,niye böyle açık giyindin be kadın der. -İmdat zaptiye!diye bağırır genç kız.Zaptiyeler gelir. -Ne vardı? -Bu adam kulun işine karıştı. Bizim dervişe karakolda on dayak atılır karakoldan çıkınca yediği dayağın acısından çok bir kulun hatasını uyardığından dolayı şikayet edilmesi ve dayak yemesi içine dokunmuştur.Karakolun avlusunda yüksek sesle; -Allah'ım bu nasıl iş?Kullarını uyardım dayak yedim.Ey Rabbim bu ne biçim iş?Dervişin söylediklerini duyan birisi; -Zaptiye zaptiye diye seslenir. -Ne oldu? -Şu derviş Allah'ın işine karıştı.Tekrar karakol on değnek daha yer derviş.Yorgun argın eve gelir içeri girip yatağa uzanır.Yarım saat sonra kapı çalınır.Eşi kapıyı açar.Av arkadaşları gelmiştir eşinden evde olup ava gidip gitmeyeceğini sorarlar.Eşi odaya girer; -Arkadaşların geldi birlikte ava çıkacakmışsınız. -Beyim evde yok de. -Zaptiye zaptiye!! -Ne vardı? -Eşim yalan konuşmamı istiyor.Yalan söylüyor.Derviş zaptiyecilerce şehirden atılır.Üstü başı toz toprak içinde şehre doğru bakar dizine vurarak; -Eyvallah'ın ayarını bilmeyen eyvah eyvah diye inler....   İkinci kıssadan hisse:   "Vaktiyle Bursa’ da bir Müslüman, eski adı “Yahudilik Yolağzı”, bugünkü adı Arap Şükrü olan muhitte çeşme yaptırmış ve başına bir kitabe eklemiş: “Her kula helâl, Müslüman’a haram!..” Bursa başkent, tabii Osmanlı karışmış, bu nasıl fitnedir diye… Gitmişler kadıya şikâyete, adam yakalanıp yaka-paça huzûra getirilmiş. “Bu nasıl fitnedir, dîni İslâm, ahâlisi Müslüman olan koca devlette sen kalk, hayrattır, sebildir diye çeşme yap, ama suyunu Müslüman’a yasakla!.. Olacak iş midir, nedir sebebi, aklını mı yitirdin?..” diye çıkışmışlar adama. Adam: - “Müsaade buyurun, sebebi vardır, lâkin ispat ister, delil şarttır…”dedikçe kadı kızmış: - “Ne delili, ne ispatı?.. Sen fitne çıkardın, Müslüman ahâlinin huzurunu kaçırdın, katlin vâciptir!” demiş. Demiş ama, bir yandan da merak edermiş: - “Nedir gerekçen?..” diye sormuş. Adam: - “Bir tek Sultan’a derim…” diye cevap verince, ortalık yine karışmış. Söz Sultan’a gitmiş, adam yaka paça saraya götürülmüş… Padişah da sinirlenmiş ama, diğer yandan o da meraklanırmış: - “De bakalım ne diyeceksen. Bu nasıl iştir ki, hem çeşmeyi yaparsın,hem de her kula helâl,Müslüman’a haram yazarsın?..” Adam, başı önünde konuşur: - “Delilim vardır, lâkin ispat ister.” - “Ya dediğin gibi sağlam değilse delilin?..” - “O zaman boynum, hükme kıldan incedir Sultânım…” - “Eeee?!..”- “Sultânım, herhangi bir havradan (sinagog) rasgele bir hahamı izahsız yaka-paça tutuklayın, bir hafta tutun. Bakın neler olacak…” Dediği yapılmış adamın. Bütün azınlıklar bir olmuş, başlarında Mûsevîler, “ne oluyor, bu ne zulüm?.. Bizim din adamımıza biz kefiliz, ne gerekirse söyleyin yapalım, o masumdur, gerekirse kefalet ödeyelim…” Çevre ülkelerden bile elçiler gelmiş, elçiler mektup üstüne mektup getirmiş… Bir hafta dolunca, adam: - “Sultanım, artık bırakmak zamanıdır” demiş. Haham bırakılmış, azınlıklar mutlu, bu sefer Sultan’a teşekkürler, hediyeler… Az zaman geçmiş ki, adam: - “Aynı işi herhangi bir kiliseden herhangi bir papaz için yaptırınız Sultanım” demiş. Aynı şekilde bir papaz derdest edilip yaka-paça alınmış Pazar ayininden ve aynı tepkiler artarak devam etmiş. Haftası dolunca da serbest bırakılmış. Mutluluk ve sevinç gösterileri daha bir fazlalaşmış, teşekkürler, şükranlar… Levantenler din adamlarına kavuşmanın mutluluğuyla daha bir sarılmışlar birbirlerine… Sultan: - “Bitti mi?..” demiş adama. - “Sultânım son bir iş kaldı, sonra hüküm zamanıdır izninizle” demiş. - “Şimdi nedir isteğin?..” - “Efendim, pâyitahtımız Bursa’nın en sevilen, en sözü dinlenilen, itimat edilen âlimini alınız minberinden…” Adamın dediğini yapmışlar, Ulucâmi imamını Cuma hutbesinin ortasında almışlar, yaka-paça götürmüşler…Ve ne olmuş bilin bakalım?.. Bir ALLAH’ın kulu çıkıp da, “ne oluyor, siz ne yapıyorsunuz?.. Hiç olmazsa vaazı bitene kadar bekleseydiniz”, gibi tek bir kelâm etmemiş, imamın peşinden giden, arayan-soran olmamış… Geçmiş bir hafta, “Nerde imam” diye gelen-giden yok!.. Aptal ve cahil bir imam tayin edilmiş yerine, ne konuştuğunu kendi kulağı duymayan tam yobaz cinsinden biri… Halk hâlinden memnun, başlamış bir dedikodu, o geçen hafta derdest edilen koca âlim için: - “Biz de onu adam bilmiş, hoca bellemiştik…” - “Kim bilir ne halt etti de tevkif edildi!..” - “Vah vaah!.. Acırım arkasında kıldığım namazlara…” - “Sorma, sorma…” Padişah, kadı ve adam izliyorlarmış olup-bitenleri. Sonunda Padişah çeşmeyi yaptırana sormuş: - “Eee, ne olacak şimdi?.. Adam: - “Bırakma zamanıdır. Bir de özür dileyip helâllik almak lâzımdır hocadan.” “Haklısın” demiş padişah, denilenin yapılması için emir buyurmuş ve adama dönmüş. Adam başı önünde konuşmuş: - “Ey büyük Sultânım, siz irade buyurunuz lütfen, böyle Müslümanlara su helâl edilir mi?..” Sultan acı acı tebessüm etmiş: - “Hava bile haram, hava bile!..” demiş… "Bana dokunmayan yılan bin yaşasın" diyenlere... "Sap döner, keser döner; gün gelir, hesap döner." "yarına kalır ama yanına kalmaz..." Üçüncü kıssadan hisse:   Padişah, özel dalkavuğuyla vakit öldürürken: -Ben demiş; “hünkarbeğendi”yi çok seviyorum, sen ne düşünüyorsun patlıcan hakkında? Dalkavuk da: -Patlıcan mı, demiş; sultanımın ağzına layık muhteşem bir sebzedir, hele “hünkarbeğendi”. Hâk-i pâyiniz kulunuz bendeniz de bayılırım ona... Padişah: -”Patlıcan musakka” da öyle, demiş; onu da çok seviyorum. -Sultanımın hakkı alileri var elbet; Allah’ın bir lütfudur patlıcan. Padişah bu kez: -”Patlıcan oturtma” ile “patlıcanlı kebap” da fena değil ama, eh işte, demiş. Dalkavuk da: -Hâk-i pâyini kulunuz bendeniz de, demiş; patlıcanlı bir yemek söylendiğinde, biraz tereddüde düşerim, hele “oturtma” ile “kebap”sa... Ve Padişah: -Ama, demiş; “patlıcan karnıyarık”tan hiç hoşlanmıyorum... -Alt tarafı patlıcan işte, nesinden hoşlanacaksınız ki?... -”İmambayıldı”dan ise nefret... -Tam bir rezalet sultanım, tam bir rezalet bu patlıcan... Padişahın birden tepesi atmış: -Bre, demiş; sen ne hınzır mel’unsun; demincek patlıcanı öve öve yere göğe koyamıyordun, şimdi de yerin dibine batırmaya başladın, yıkıl hemen karşımdan... Dalkavuk, yerlere kapanarak, ayaklarını öpmeye başlamış padişahın: -Hâk-i pâyiniz bendeniz kulunuz, patlıcanın dalkavuğu değilim ki, demiş; sadece sultanımın dalkavuğuyum. Çevir kazı yanmasın... Kim ne kadar çevirirse çevirsin, yine de bazen yanıyor galiba; çünkü burunlara sık sık yanık kokuları da geliyor. (*)"İnsanların mutluluğu nesnel koşullardan ziyade beklentilerine bağlı. Beklentilerse koşullara göre şekillenme eğiliminde; buna başka insanların koşulları da dahil. İşler düzelince beklentiler de kabarıyor ve koşullar ciddi ölçüde düzelse bile memnuniyetsizliğimiz aynı şekilde devam edebiliyor." (**)yalana dair:dair bir hikaye  .Birlikte okuyalınm:    “Birinin yalan söylediğini hissetmek kadar hiç bir şey tiksindirmedi beni bu hayatta.” Çok eskiden Ateş, Su, Gerçek ve Yalan büyük bir evde beraber yaşarlarmış. Her ne kadar birbirlerine nazik davransalar da aralarına mümkün olduğu kadar çok mesafe koymaya çalışırlarmış. Gerçek odanın bir yanında oturursa, Yalan diğer yanında otururmuş. Su, Ateş’in ayaklarının altında dolaşmamaya sürekli özen gösterirmiş. Bir gün birlikte ava gitmişler. Büyük bir sığır sürüsüyle karşılaşmışlar ve elbirliğiyle hayvanları çevirip köylerine sürmeye başlamışlar. Otlaklarda ilerlerken, Gerçek, “Hayvanları eşit paylaşalım. En hakça olanı bu” demiş. Yalan dışında herkes Gerçek’e katılmış. O, payının diğerlerinden fazla olmasını istiyormuş ama şimdilik ağzını açmamaya karar vermiş. Köye doğru yollarına devam ederken Yalan gizlice Su’ya yaklaşmış ve fısıldamış. “Sen ateşten güçlüsün. Onu ortadan kaldır, geriye kalanların payına daha çok sığır düşsün.” Su köpürerek, fokurdayarak ateşin üzerinden akmış ve onu söndürünceye kadar durmamış. Payına daha çok sığır düşeceğini düşünerek keyifle kıvrılıp dolanarak akmasına devam etmiş. Bu arada Yalan Gerçek’e şu şekilde fısıldıyormuş. “Bak! Gördün mü?! Su Ateş’i öldürdü! Sıcak yürekli arkadaşımızı gaddarca söndüren Su’yu arkada bırakalım. Sığırları dağın zirvesinde otlatmaya çıkaralım.” Gerçek ve Yalan dağa tırmanmaya başlamışlar. Su onlara yetişmeye çalışmış. Ama dağ çok dikmiş ve Su yukarı doğru akamıyormuş. Sıçraya kıvrıla, kendi kendinin üzerinden geçerek aşağıya doğru akmaya başlamış. Bakın! Görüyor musunuz?! Su hâlâ bugün bile kıvrılarak dağdan aşağı akmakta. Gerçek ve Yalan dağın zirvesine varmışlar. Yalan, Gerçek’e dönerek, yüksek sesle, “Ben senden güçlüyüm! Sen benim hizmetkârım olacaksın! Ben de senin efendin! Sığırların hepsi benim!” demiş. Kavgaya tutuşmuşlar Gerçek ayağa kalkmış ve sesini yükseltmiş. “Senin hizmetkârın olmayacağım!” Kavgaya tutuşmuşlar. Savaşmışlar savaşmışlar, savaşmışlar. Sonunda Rüzgâr’ı çağırmışlar. “Hangimiz efendi, sen karar ver” demişler. Rüzgâr karar verememiş. Esip gürleyerek bütün dünyayı dolaşmış ve insanlara “Yalan mı güçlü, Gerçek mi?” diye sormuş. Kimisi “Yalan bir kelimeyle Gerçek’i yok eder,” demiş. Kimisi “Gerçek, karanlıkta yanan küçük bir mum gibi, her durumu değiştirir” demiş. Sonunda Rüzgâr dağın zirvesine dönmüş. “Yalanın çok güçlü olduğunu gördüm. Ama hükmü sadece Gerçek’in duyulmaya çalışmaktan vazgeçtiği yerlerde geçer” demiş. Ve o gün bu gündür bu hep böyledir. Bu bir Afrika masalı. Türkçeye çevirdim. Türkiye masalı oldu. Artık yalanın hükmünün geçmemesi için ne yapılması gerektiğini bilmiyorum diyemezsiniz. Sağlıcakla kalın!  

EMI Kongre

  "kongre" Birlikte yürümek, birlikte adım atmak, birlikte mücadele etmek anlamında Latince bileşik bir kelime..Sempozyumdan daha üst seviyede... Ağırlıklı olarak aynı bilim dalında uzmanlaşmış bilim insanlarının/uzmanlarının çağrıldığı, konuların daha derinliğine konuşulduğu toplantı. Öyle yazıyor kitaplar... EMI Kongre http://www.emissc.org/tr   EMI Kongre Davet Kıymetli Bilim İnsanları; Dünyanın en prestijli Girişimcilik & Sosyal Bilimler Kongresi olan EMI Kongresinin Onuncusu, 10-13 Eylül 2024 tarihlerinde, Romanya'da Valahia University of Targoviste ev sahipliğinde, hibrid olarak birçok üniversite ve kurumun işbirliği ve destekleri ile gerçekleşecektir. 2018'den beri düzenlenen dokuz EMI kongresinde, toplam 2.819 akademisyenin hazırladığı 1.730 bildiri sunulmuş ve ISBN'li Bildiri Kitaplarında yayımlanmıştır (www.emissc.org). Özgün bilimsel çalışmaların kabul edileceği kongreye katılabilmek için www.emissc.org adresine giriş yaparak kayıt olunmalıdır. 15 Temmuz 2024 tarihine kadar Türkiye'den katılımlarda bir sayfalık özet (Türkiye dışından katılımlarda ise 4-5 sayfalık genişletilmiş özet)  yüklenmelidir. Tam metin bildiri, sunumdan sonra gönderilebilir. Kongre dili İngilizce'dir. Türkçe (Türk Lehçelerinde) Özet gönderildiğinde, İngilizce Abstract da eklenmelidir. Sunulan her bildiri ISBN’li “Abstract Book” kitabında yayımlanmakta ve “Katılım Belgesi” gönderilmektedir. Değerlendirme kurulunca seçilen bildirilere “En İyi Bildiri Ödülü” takdim edilecektir.   Kayıt işleminin tamamlanması için, kabul yazısının gönderildiği tarihten itibaren katılım bedelinin ödenmesi gerekir. Katılımcılar isterlerse, 9-13 Eylül 2024 tarihlerinde ev sahibi üniversitenin konaklama imkanından ücretsiz olarak yararlanabilirler (80 oda ile sınırlıdır). Sadece 9 ve 14 Eylül 2024 tarihlerinde Bükreş ile Kongre Merkezi arasında havalimanı transferi (ücretsiz); kongre sonrasında bir kültürel gezi (ücretsiz) planlanmaktadır. Kültürel gezi rotası: Royal Court and Chindia Tower (Targoviste), Peles Castle (Sinaia), Cantacusino Castle (Busteni) and Bran Castle known as “Dracula Castle” (Bran).   Kongremiz Atama, Yükseltme ve Doçentlik koşullarını karşılamakta, akademik teşvik koşullarını sağlaması öngörülmektedir. Tam metin bildiri gönderilmesi zorunlu değildir. Gönderilen tam metinler, editör ve hakem değerlendirmelerine göre ISBN’li “Proceedings Book” kitabında tam metin bildiri veya web sitemizde bulunan uluslararası hakemli ve indeksli dergilerden birinde makale ya da editörlü bilimsel bir kitapta kitap bölümü olarak yayımlanabilecektir.   Kongre kapsamında “Girişimcilik ve Türk Dünyası paneli/çalıştayı”, “Girişimcilik, Havacılık ve Türk Dünyası” gibi özel oturumlar düzenlenmesi; Türk Dünyasında Akademik Girişimcilik, Sanat Girişimciliği, Sosyal Girişimcilik, Tekno-Girişimcilik, Göçmen Girişimciliği ve Kurumsal Girişimcilik  ödülleri verilmesi planlanmaktadır. Katılım ve katkılarınızdan onur duyarız…  Kongre Başkanı: Assoc.Prof.Dr.Ioan Corneliu Salisteanu, Rector, Valahia University of Targoviste Prof.Dr. Himmet KARADAL (whatsapp +90506 466 0077) Dr. Dumitru GOLDBACH, Valahia University of Targoviste, Romania www.emissc.org - E Posta: emissc.info@gmail.com