Tüm Bilgi Paylaşımlarım

Coronavirus : Neden Şimdi Harekete Geçmelisiniz ?

Neden Aşılanma Zorunlu Olmalı? https://bit.ly/3jWkfO7 AIP Publishing, COVID-19 (KoronaVirüs) salgınında Küresel Araştırmalara destek olmak amacıyla Bulaşıcı Hastalıklar, Salgın Hastalıklar, Epidemiyoloji ve Pandemi hakkında Küresel Araştırma Topluluğu’na ÜCRETSİZ bir koleksiyon hazırlamıştır. Aşağıdaki linkten makalelerin listesine ve içeriğine erişebilirsiniz.https://publishing.aip.org/publications/journals/covid-19/   Tüm Dünyada ki Coronavirus vakalarını anında takip etmek isteyenler için..https://systems.jhu.edu/research/public-health/ncov /./https://bit.ly/2vV3o9g 09.03.2020 saat:22:50 itibariyle 111 ülke, tanı konmuş toplam 109.405 hasta, 3.996 ölüm: Dünya Sağlık Örgütünün son verileriyle küresel Koronavirüs tablosu. Türkiye Covid -19 Durum Raporu (Günlük/Haftalık )https://covid19.saglik.gov.tr Coronavirus COVID-19 Global Cases by Johns Hopkins CSSE 2019’da yazılmış... Karşılaştığımız şey sürpriz değil, ama yine de küresel bağlamda hazırlıksız yakalanmış görünüyoruz. The next global pandemic could kill millions of us. Experts say we’re really not prepared.https://bit.ly/2Xd8sRX         Coronavirus : Neden Şimdi Harekete Geçmelisiniz ? (*)     Koronavirüs'le ilgili olup biten bunca şey arasında, “peki bugün ne yapacağız?” sorusuna bir cevap vermek kolay değil. Bu konudaki bilgilerin artmasını mı bekleyeceğiz? Bugünden başlayarak bir şeyler mi yapacağız? Ne yapacağız? Bu yazıda bir sürü grafik, bilgi, model ve pek çok kaynak eşliğinde size aktarmaya çalışacaklarım şunlar olacak: Yaşadığınız yerde ne kadar vaka olacak? Bu durumda neler yaşanacak? Ne yapmanız gerekir? Bir şeyler yapmaya ne zaman başlamanız gerekir? Yazıyı okuyup bitirdiğinizde şunları öğrenmiş olacaksınız. Koronavirüs'ü kapınıza kadar gelecek. Yayılma hızı katlanarak artıyor. Yavaş başlıyor, aniden hızlanıyor. Birkaç gün içinde olaylar gelişecek. Belki bir yahut iki haftada. Geldiğinde sağlık sisteminde büyük yoğunluk yaşanacak Vatandaşlar hastane koridorlarında tedavi görmek durumunda kalacak. Aşırı yorgun sağlık çalışanları çökecek. Kimisi ölecek. Kime oksijen verileceği, kimin öleceği konusunda karar vermek zorunda kalacaklar. Tüm bunları engellemenin yolu diğer insanlarla aranıza mesafe koymak. Bugünden başlayarak! Bu da olabildiğince çok insanın evden çıkmamasını sağlamak anlamına geliyor. Eğer bir kanaat önderi, siyasetçi yahut iş dünyasında karar alıcısıysanız, olacakları engellemek için gücünüz ve bu konuda sorumluluğunuz var demektir. Şu an endişeleriniz olabilir. Ya fazla tepki gösteriyorsam? İnsanlar bana güler mi? Salak gibi mi gözükürüm? Önce diğerlerinin harekete geçmesini beklemek daha iyi değil mi? Ekonomiye zarar vermiş olur muyum? İki ila dört hafta içinde tüm dünyada yaşam durduğunda ve cemiyet hayatına birkaç günlük ara vermiş olmanızın hayat kurtardığı ortaya çıktığında kimse sizi eleştirmeyecek. Hattâ doğru karar verdiğiniz için size teşekkür edecekler. Hadi o zaman, başlayalım: 1. Yaşadığınız yerde kaç tane Koronavirüs vakası olacak? Çin durumu kontrol altına alıncaya kadar vaka sayısı katlanarak arttı. Ancak sonra virüs Çin’den dışarıya taştı. Şu an bir salgın var ve bu artık durdurulamaz. An itibariyle bu artışın baş aktörleri İtalya, Güney Kore ve İran. Bu üç ülkede o kadar çok vaka var ki, yukardaki grafikte diğerleri gözükmüyor. O yüzden grafiğin sağında artış yokmuş gibi gözüken bölüme odaklanalım. Şu an vaka sayısı katlanarak artan onlarca ülke var. An itibariyle bunların çoğu Batılı ülkeler. Eğer artış bu hızda devam ederse gelecek hafta durum şöyle gözükecek. Olayların nasıl gelişeceğini ve tüm bunların nasıl engelleneceğini öğrenmek istiyorsak, tecrübesi olan ülkelere bakmamız gerekiyor: Çin’e, SARS deneyimi olan Uzak Doğu ülkelerine ve İtalya’ya… Çin En önemli grafik bu. Turuncu renkteki çubuklar Hubei bölgesindeki günlük resmî veriler: O gün kaç kişiye teşhis kondu? Gri çubuklar ise o günkü gerçek Koronavirüs vakalarını gösteriyor. Önemli nokta şu: Bahsi geçen günde Korona virüsü kapmış toplam insan sayısı henüz bilinmiyordu. Onları geriye doğru bakarak hesapladık. Yani şu: Turuncu çubuklar, yetkililerin bildiği vakalar; griler ise o sıradaki gerçek sayılar. 21 Ocak’ta teşhis sayısında (turuncular) büyük artış oldu, 100 yeni vaka teşhis edildi. Halbuki sadece o gün içinde hastalığı kapan 1500 yeni kişi vardı, sayıları katlanarak artıyordu. Yetkililerin durumdan haberi yoktu. Onların bildiği 100 yeni vaka idi.  İki gün sonra Wuhan şehri kapatıldı. O sırada teşhis edilen günlük vaka sayısı yaklaşık 400 idi. Sayıya dikkat: Günde 400 yeni vaka karşısında şehri tümüyle karantina altına alma kararı verdiler. Oysa gerçekte aynı gün, yetkililerin habersiz olduğu yaklaşık 2500 kişi hastalık kapmıştı. Bir sonraki gün Hubei bölgesindeki 15 şehir daha karantina altına alındı. Wuhan’ın karantina altına alındığı 23 Ocak’a kadar olan gri çubuklara bakın: Sayılar katlanarak artıyor. Karantinadan hemen sonraysa vaka sayısı düşmeye başlıyor. 24 Ocak’ta 15 şehir daha karantina altına alınınca gerçek vaka sayısının (griler) artış hızı durma noktasına geliyor. İki gün sonra zirveye ulaşılıyor ve o günden itibaren düşmeye başlıyor. Resmî olarak teşhis edilmiş vakaları gösteren sarı çubuklar ise artmaya devam ediyor. 12 gün boyunca olay sanki daha da kötüleşmiş gibi gözüküyor. Ama öyle değil. O süreçte semptomlar ağırlaştığı için daha çok sayıda insan doktora gitmeye başladı ve sistem tanı koymak konusunda daha ehil hâle geldi. Teşhis edilmiş resmî sayılar ve gerçek vakalar arasındaki farkı anlamak önemli. Bu mevzuya geri döneceğiz. Çin’in geri kalan bölgelerinde merkezî hükümet iyi koordine oldu, acil ve kapsamlı önlemler aldı. Sonuç şu: Her düz çizgi, Çin’de Korona’nın tespit edildiği bir bölgeyi temsil ediyor. Hepsinin katlanarak artma potansiyeli vardı, ama Ocak ayının sonunda alınan önlemler sayesinde virüsün yayılmasının önüne geçildi. Buna mukabil Güney Kore, İtalya ve İran’ın süreci idrak etmek için önlerinde bir ayları vardı, ama bunu başaramadılar. Hubei’deki sürecin benzeri yaşandı ve bu üç ülke Şubat sonunda Çin’in diğer tüm bölgelerini geride bıraktı. Doğu ülkeleri Güney Kore’de vaka patlaması yaşanırken Japonya, Tayvan, Singapur, Tayland veya Hong Kong’da aynı durumun neden yaşanmadığını düşündünüz mü? Bu ülkelerin tamamı 2003 yılında SARS salgınından fazlasıyla etkilenmiş ve bu deneyimden çok şey öğrenmişlerdi. Virüsün ne kadar hızla yayıldığını ve öldürücü olduğunu anlamışlar ve dolayısıyla da onu ciddiye almışlardı. Bu nedenle buralara ait grafiklerdeki eğriler erken dönemlerde bir artış gösterse de, hızlı bir yayılmaya işaret etmiyor. Şimdiye kadar duyduklarımız şöyle: Koronavirüs patlak veriyor, hükümetler potansiyel tehlikenin farkına varıyor ve durumu kontrol altına alıyor. Geriye kalan ülkelerde ise durum çok daha farklı. Bunlara geçmeden önce Güney Kore ile ilgili bir not düşeyim: Yüksek ihtimalle burası bir uç değer. İlk 30 vakada koronavirüsü kontrol altında tutulabilmişlerdi. Gözden kaçan 31’inci hasta ise virüsü binlerce kişiye bulaştıran bir süper-yayıcı çıktı. Virüs, kişiler semptom yaşamadan da yayılabildiği için yetkililer durumun farkına vardıklarında virüs çoktan bir sürü insana bulaşmıştı. Şu an bir tek bu vakanın sonuçları ile baş etmeye çalışıyorlar. Ancak durumu kontrol altına alma çabaları her şeye rağmen ortada. [İtalya ve İran’daki durum ise belli]. Washington eyaleti Batı ülkelerindeki artışın ve yalnızca bir hafta için verilen tahminlerin ne kadar kötü olduğunu gördünüz. Şimdi durumun Wuhan veya diğer Doğu ülkelerinde olduğu gibi kontrol altına alınamadığını ve ortaya felaket bir salgının çıktığını hayal edin. Washington eyaleti, San Francisco körfezi, Paris ve Madrid’den bazı vakalara bakalım. Washington eyaleti, Amerika’nın Wuhan’ı gibi düşünülebilir. Buradaki vaka sayısı katlanarak artıyor. An itibarıyla bu sayı 140. Ancak bundan önce ilginç bir şey oldu. Ölüm oranları tavan yapmıştı. Bir noktada ise eyalette üç vaka ve tek bir ölüm görüldü. Başka yerlerden biliyoruz ki koronavirüsüne ait ölüm oranları %0.5 ile %5 arasında bir yerde. (Buna daha sonra değineceğim.) Ölüm oranı nasıl %33 olabilirdi? Sonunda ortaya çıktı ki virüs haftalarca tespit edilemeden yayılmıştı. Yani ortada sadece üç vaka falan hiç olmamıştı. Sadece yetkililer üç tanesinin farkına varabilmişti ve bunlardan biri de ölümle gerçekleşmişti çünkü bir durum ne kadar ciddi olursa o durumun teste tabi tutulup tespit edilme olasılığı da o kadar yüksekti.    Bu biraz Çin’deki turuncu ve gri çubuklara benziyor: Burada yetkililer yalnızca turuncu histogramlardan (resmî vakalar) haberdardı ve durum iyi görünüyordu. Gerçekte ise yüzlerce ve hatta binlerce gerçek vaka mevcuttu.    Bu bir mesele: Yalnızca resmî vakalardan haberdarız, gerçek olanlardan değil. Ammavelakin bilmemiz gereken, gerçek vakalar. Peki bunları nasıl tahmin edebiliriz? Görünüşe göre bunu yapmanın birkaç yolu var. Ve bunların ikisine dair bir model geliştirdim, böylece siz de rakamlarla oynayabilirsiniz. İlki, ölümlere dayalı tahmin. Eğer bölgenizde ölüm varsa, bu rakamları kullanarak güncel gerçek vaka sayısına dair tahmin yürütebilirsiniz. Bir kişinin virüse yakalanıp ölmesine kadar geçen sürenin ortalamasını (17.3 gün) yaklaşık olarak biliyoruz. Yani 29 Şubat’ta ölen bir kişi yüksek ihtimalle 12 Şubat’ta enfeksiyona yakalanmıştır.     O zaman ölüm oranını bilebilirsiniz. Bu senaryoda %1’i kullanıyorum (detayları daha sonra tartışacağız). Yani [20 Şubat’ta bir ölüm vakası olduysa], bundan17 gün önce, 12 Şubat tarihinde bölgede halihazırda yaklaşık 100 vaka mevcut olmalı. Şimdi koronavirüsü için ortalama ikiye katlanma süresini kullanalım (vaka sayısının ikiye katlanması için geçen ortalama süre). Bu rakam 6.2. Kişinin ölümüyle sonuçlanan 17 günlük süre içinde vaka sayısı yaklaşık 8’e (=2^(17/6)) katlanmış olmalı. Yani, tüm vakalar için teşhis konamıyorsa da bugün gerçekleşen tek bir ölüme bakarak, yine bugün 800 gerçek vakanın olduğunu çıkarabiliriz.  Washington eyaletinde bugün 22 gerçekleşmiş ölüm var. Bu hızlı hesapla, yine bugün yaklaşık 16,000 gerçek vakanın bulunduğu söylenebilir. Bu, İtalya ve İran’ın toplam resmî [teşhis edilmiş] vaka sayısına denk geliyor. Detaylara baktığımızda, bu ölümlerin 19’unun virüsü fazla yaymayan tek bir kümeden gelmiş olabileceğini fark ediyoruz. Dolayısıyla bu 19 ölümü tek bir ölüm gibi farz edecek olursak, eyaletteki toplam ölüm sayısı dörde denk geliyor. Modeli bu rakam göre güncellediğimizde, bugün hala yaklaşık 3000 vakanın varlığından söz edebiliyoruz.  Trevor Bedford’un geliştirdiği bu yaklaşım, virüsler ve onların mutasyonuna bakarak güncel vaka sayısını tahmin etmeyi hedefliyor.    (…) Sonuç olarak, Washington eyaletinde bugün yaklaşık 1100 vaka olduğunu söylüyor. Bu yaklaşımların hiçbiri mükemmel değil, ancak hepsi aynı mesajı veriyor: Gerçek vakaların sayısını bilmiyoruz fakat [teşhis konmuş] resmî rakamlardan fazla oldukları kesin. Birkaç yüz kat değil, büyük ihtimalle binlerce kat ve hattâ daha da fazla.  San Francisco Körfezi 8 Mart’a kadar körfezde hiç ölüm yoktu. Bu da gerçek vakaların tahminini güçleştiriyordu. Resmî1 olarak 86 vaka mevcuttu. Fakat Amerika Birleşik Devletleri’nde test uygulamaları oldukça düşük seviyelerde çünkü kit sayısı yeterli değil. Ülke kendi test kitini geliştirmeye çalıştı ama o da bir işe yaramadı. Bunlar, 3 Mart itibarıyla farklı ülkelerde uygulanan testler: [Bu tarihte] tespit edilmiş koronavirüsü vakası bulunmayan Türkiye’de kişi başına düşen test sayısı, ABD’de kişi başına düşen uygulanmış test sayısından on kat fazla. Bugün durum daha iyi de değil; ABD’de uygulanmış yaklaşık 8000 test, 4000 kişinin test edildiği anlamına geliyor.  Neticede kesin tanı konmuş vakalar tüm vakaların sadece bir kısmını oluşturuyor. Peki kime test yapılacağına nasıl karar veriliyor? San Francisco Körfez Bölgesi’nde yolculuk yapmış veya yolculuk yapmış herhangi biriyle teması olmuş herkes teste tabi tutuluyordu; yani yolculuk bağlantılı tüm vakalara dair bir fikir vardı fakat toplum içinde bulaşarak yayılan vakalara dair bir şey bilinmiyordu. Toplum içinde bulaşarak yayılan vakalar ile yolculuk dolayısıyla yayılan vakalar karşılaştırılarak kaç tane gerçek vaka olduğuna dair tahmin yürütülebilir. Çok iyi verilere sahip Güney Kore için bu orana baktım. 86 adet teşhis edilmiş vakaya ulaştıklarında, bunların %86’sının toplum içinde bulaşarak yayıldığı ortaya çıktı (86 vaka ve %86 sayıları yalnızca bir tesadüf).     Bu rakamla, gerçek vakaların sayısını tespit etmek mümkün. Bugün körfezde 86 resmi vaka varsa, gerçek vaka sayısı yaklaşık 600 olmalı. Fransa ve Paris Fransa bugün itibariyle 1400 vaka ve 30 ölüm açıkladı. Yukarıdaki iki yöntemi kullandığımız gerçek vaka sayısının 24 bin ile 140 bin arasında olduğunu söyleyebiliriz. Tekrar edeyim:  Fransa’daki vakaların gerçek sayısı resmi olarak açıklananın bir ya da iki kez karesini alarak bulunabilir. İnanmıyorsanız Wuhan grafiğine tekrar bakalım. Eğer 22 Ocak’a kadar olan turuncu sütunları üstüste koyarsanız 444 vakayla karşılaşırsınız. Şimdi de aynı tarihe kadar olan gri sütunları toplayın ~12,000 sayısına ulaşacaksınız. Yani Wuhan’daki yetkililer 444 vakayla karşı karşıya olduklarını düşünürken aslında bunun 27 katı enfeksiyon vakası vardı. Benzer şekilde Fransa eğer 1400 vakayla karşı karşıya olduğunu düşünüyorsa ülkede aslında onbinlerce vaka olduğunu söyleyebiliriz. Aynı işlemleri Paris için de tekrarlayabiliriz. Şehrin içinde ~30 enfeksiyon vakası olduğu düşünülüyor. Bu durumda gerçek vaka sayısı yüzler hatta binlerle ifade edilebilir. Ile-de-France bölgesindeki 300 vakanın da onbinlerce gerçek vakaya tekabül ettiği tahmin edilebilir. İspanya ve Madrid İspanya’daki rakamlar da Fransa’dakilere benziyor (1200 vaka ve 30 ölüm). Bu da İspanya için de aynı hesapların geçerli olduğu anlamına geliyor. Yani 20 binden fazla gerçek vaka var. Geniş Madrid bölgesinde 600 resmî vaka ve 17 ölüm görüldü. Bu durumda gerçek vaka sayısı muhtemelen 10 bin ile 60 bin arasında. Eğer bu sayıları okuyor ve ‘bu doğru olamaz!’ diyorsanız  şunu düşünün: Rakamlar aşağı yukarı bu düzeydeyken Wuhan’da çoktan karantina ve tecrit başlamıştı. ABD, İspanya, Fransa, Almanya, İran, Japonya ya da İsviçre’deki rakamlara ulaşıldığında Wuhan tecride çoktan başlamıştı. Ve eğer kendi kendinize ‘İyi de Hubei sadece tek bir eyalet’ diyorsanız hatırlatayım: Hubei’de 60 milyonun üzerinde insan yaşıyor, yani İspanya’dan daha fazla  ve Fransa’yla hemen hemen aynı sayıda. 2. Bu koronavirus vakaları resmiyet kazandığında ne olacak? Özetle, koronavirüs halihazırda aramızda. Gizli bir şekilde ve katlanarak büyümeye devam ediyor. Peki ülkelerimizi vurduğunda (yani resmî tanılar koyulduğunda) neler olacak? Bunu bilmek zor değil, zira bazı ülkeler bu duruma örnek teşkil ediyor. En iyi örnekler de Hubei ve İtalya. Ölüm oranları Dünya Sağlık Örgütü (WHO) ölüm oranını  (yani ölenlerin virüs bulaşmış olanların içindeki yüzdesini) % 3,4 olarak açıkladı. Bu rakamın bağlamı net değil, o nedenle açıklayayım. Ölüm oranları ülkeye ve hangi noktada ölçüldüğüne bağlı olarak tamamen değişiyor: Güney Kore’de oran %0,6 iken İran’da %4,4. Peki neden böyle? Anlamak için şöyle bir yöntem kullanalım. Ölüm oranlarını hesaplamanın iki yolu var: a) Ölümler/tüm vakalar, b) ölümler/tüm kapanmış vakalar (kapanmış vakalardan kasıt ya ölümle ya da iyileşmeyle sonuçlanmış vakalar). Birinci yöntemin bize düşük bir tahmin vermesi olası zira henüz kapanmamış vakaların ilerde ölümle sonuçlanma ihtimali var. İkinci yöntem ise fazlaca yüksek tahminlere yol açıyor zira ölümler iyileşmelerden daha hızlı gerçekleşiyor. Bu nedenle hastalığın dağılımının zaman içindeki seyrine baktım. Bir noktada bütün vakalar kapanacak ve bu iki sayı birbirine eşitlenecek. Dolayısıyla eğer geçmişteki trendi geleceğe doğru uzatırsak kesiştikleri noktada beklenebilecek gerçekçi ölüm oranını bulabiliriz. Verilerden gördüğünüz işte bu. Çin’deki ölüm oranı şu anda %3,6 ile %6,1 arasında. Eğer bunun geleceğe doğru uzatırsak ~%3.8-4 arası bir sayıya ulaşıyoruz. Bu da şu andaki tahminlerin iki katı ve gripten ölüm oranlarının 30 katı. Ancak bu sayı iki ayrı ve birbirinden çok farklı veriden kaynaklanıyor: Hubei ve Çin’in geri kalanı. Hubei’deki ölüm oranı muhtemelen %4,8’de nihayete erecek. Çin’in geri kalanı için ise bu rakam %0,9 olacak. Manâlı bir analize imkan verecek kadar ölümün yaşandığı İran, İtalya ve Güney Kore için de grafikler hazırladım. İran ve İtalya’da ölüm/toplam vaka oranları %3-4 aralığında diğer çizgiyle birleşecek. Tahminim son rakamların böyle olacağı yönünde. Güney Kore ise en ilginç örnek, zira bu iki rakam birbirleriyle tamamen ilgisiz.  Ölüm/toplam vaka oranı %0,6 ancak ölüm/kapanmış vaka oranı devasa: %48. Benim tahminim Güney Kore’nin aşırı derecede tedbirli davrandığı. Herkese test yapıyorlar (zira ölüm oranının açık dosyalara oranı çok düşük) ve vaka dosyalarını çok uzun süre açık bırakıyorlar (dolayısıyla ölüme varan vakalar hemen sonuçlanırken diğerleri açık kalıyor). Esas önemli olan şu: ölüm/tüm vakalar oranı başlangıçtan bu yana %0,5 düzeyinde ve öyle de kalacak gibi görünüyor. Ölüm oranlarıyla ilgili son örnek de Diamond Princess gemisinden: Şimdiye kadar 706 vaka, 6 ölüm ve 100 iyileşme bildirildi. Bu durumda ölüm oranı %1 ile %6,5 arasında olacak demektir. Tüm bunlardan çıkarabileceğimiz sonuçlar şunlar: Hazırlıklı olan ülkelerde ölüm oranları %0,5 (Güney Kore) ile %0,9 (Çin’in geri kalanı) arasında gerçekleşecek. Sağlık sisteminin salgının yükünü kaldıramadığı ülkelerde ölüm oranı %3-%5 arasında olacak. Başka türlü söyleyecek olursak: Erken ve hızlı davranan ülkeler ölüm oranlarını onda bire bile düşürebilir. Şu ana kadar sadece ölüm oranlarından bahsettim. Hızlı davranan ülkelerin vaka sayılarının da düşük olacağını herhalde söylemeye bile gerek yok. Peki bir ülkenin hazırlıklı olmak için ne yapması lazım? Sağlık sisteminin üzerinde baskı nasıl olacak? Şimdiye kadar gördüğümüze göre vakaların aşağı yukarı %20’si hastaneye kaldırılıyor, %5’i yoğun bakım ünitesinde yatıyor ve %1’inin çok yoğun bakıma ihtiyacı oluyor, yani sunî solunum cihazına veya oksijen cihazına (ECMO) bağlanmaları gerekiyor. Sorun şu ki sunî solunum cihazları ve ECMO’lar kolayca alınan ya da üretilen şeyler değiller. Birkaç yıl önce ABD’de 250 tane ECMO cihazı vardı. Yani bir anda 100 bin kişi enfekte olursa, bunların epey bir kısmı test yaptırmak isteyecektir. Yaklaşık 20 bini hastaneye yatacaktır. 5000’i yoğun bakıma alınacaktır. Yaklaşık 1000 kadarı ise bu cihazlara ihtiyaç duyacaktır. Bu da şu anda sahip olduğumuz cihaz sayısının çok üstünde bir ihtiyaç demek bu. Ve sadece 100 bin vakadan bahsettiğimizi hatırlatırım. Üstelik daha maskelerden bahsetmedik bile. Böyle bir vaka yoğunluğunda ABD gibi bir ülke, sağlık çalışanlarının ihtiyaç duyacağı maske miktarının sadece %1’ine sahip (12 milyon N95 ve 30 milyon cerrahî maske mevcut, ihtiyaç ise 3,5 milyar maske olacak). Eğer bir anda çok fazla vaka ortaya çıkarsa ülkede sadece iki hafta yetecek kadar maske var.  Japonya, Güney Kore, Hong Kong veya Singapur gibi ülkeler ve Çin’in Hubei dışındaki eyaletleri hazırlıklılar ve hastalarına gereken bakımı yapabiliyorlar. Ancak Batı ülkeleri İtalya ve Hubei’in gittiği istikamette seyrediyorlar. Peki bu hazırlıksızlık durumunda neler oluyor? Aşırı yüke maruz kalmış sağlık sistemlerinin hâli Hubei’den ve İtalya’dan gelen hikayeler ürpertici derecede birbirine benziyor. Hubei on gün içinde iki yeni hastane inşa etmesine rağmen aşırı derecede yüke maruz kaldı. İki tarafta da doktorlar hastanelerin aşırı sayıda hasta akınıyla karşı karşıya kaldıklarından şikayet ediyorlar. Bu durumda hastalara koridorlarda ve bekleme odalarında bakmak zorunda kalıyorlar. Sağlık çalışanları, saatlerce aynı koruyucu kıyafetin içinde çalışıyorlar çünkü yeterince kıyafet yok. Bu nedenle enfeksiyon olan odaları ve birimleri terk edemiyorlar. Dışarı çıktıklarında ise susuz kalmış ve yorgunluktan çökmüş oluyorlar. Artık vardiyaları yok. Emekli sağlık çalışanları yeniden göreve çağrılıyor. Hemşirelikle ilgili hiçbir fikri olmayan insanlar bir günde eğitilip kritik pozisyonlarda görevlendiriliyor. Herkes, her zaman görevde. Pek tabii ki hasta olana kadar. Bu da yeterli koruma olmadan virüse devamlı maruz kaldıkları için çok sık gerçekleşiyor. Bu durumda 14 gün karantinada kalıyorlar ve hiç kimseye yardım edemiyorlar. Yani en iyi ihtimalle iki haftalık iş gücü kaybı ortaya çıkıyor. En kötü ihtimalle ise ölüyorlar. En zor durumlar ise yoğun bakım ünitelerinde, hastalar solunum cihazına ya da ECMO’ya (oksiyen cihazı) ihtiyaç duyduğunda yaşanıyor. Bu cihazları paylaştırmak mümkün değil. Dolayısıyla sağlık çalışanları kimi makinaya bağlayacaklarına karar vermek zorundalar. Bu da kimin ölceğine ve kimin hayatta kalacağına karar vermek anlamına geliyor. İtalyan bir doktorun anlattıkları aşağıdaki bağlantıda [İngilizce]: ‘Bir süre sonra seçim yapmak zorunda kalıyoruz. Herkesi solunum cihazına bağlamamız mümkün değil. Hastanın yaşına ve sağlık durumuna göre karar veriyoruz.’ İtalyan doktor Christian Salaroli İşte tüm bunlar, bir sağlık sistemini %0,5’lik bir ölüm oranından %4’lük bir ölüm oranına götürüyor. Eğer ülkenizin ya da şehrinizin %4 tarafında olmasını istiyorsanız, bugün hiçbir şey yapmamanız yeterli.  3. Ne yapmalısın? Artışı Durdur Bu artık bir salgın hastalık statüsünde. Tekeri geri çevirmek mümkün değil. Ama etkisini azaltmamız mümkün. Bazı ülkeler bu konuda örnek teşkil ediyor. En iyi örnek Tayvan. Çin’le yakın bağları olmasına rağmen 50’den az kişi hasta oldu. Şu linkte [İngilizce] en başta aldıkları önlemler sırayla anlatılıyor. Önlemlerin odak noktası sınırlama [containment]. Tayvan durumu kontrol altında tutmayı başarıyor; ama pek çok ülke bunun için ehil değil ve de başaramıyor. O yüzden yeni bir yöntem deniyorlar: Etkileri azaltmak [mitigation]. Yani virüsün vereceği zararı asgari seviyeye çekmek. Eğer bulaşma sıklığı azaltılabilirse, sağlık sistemimiz [az sayıdaki] hastayla daha çok ilgilenebilir ve böylece ölüm oranları azaltılabilir. Eğer bulaşmayı yavaşlatıp vakaları zamana yayabilirsek bir noktada nüfusun geri kalanını aşılamak ve riski tümüyle ortadan kaldırmak da mümkün olur. Dolayısıyla amacımız virüsün bulaşmasını tümden engellemek değil, bulaşmayı ertelemek. Mor alanlar yetersiz kapasiteden ötürü kötü tedavi alan hastalar. Yeşiller iyi tedavi alanlar. Eğer hastalanma seyri daha uzun bir zamana yayılabilirse A) hastanelerin hizmet verme kapasitesi iyileşir (turuncu çizgi) B) birikme olmadığı için küçük gruplara daha iyi hizmet vermek mümkün hâle gelir C) nüfusun geri kalanını hasta olmadan aşılama olasılığı artar. Peki yayılma hızını düşürmenin yolu ne? Aramıza mesafe koymak Hem işe yarayan hem de en kolay çözüm bu. Wuhan grafiğinde karantinadan sonra vakaların hızla düştüğünü görmüştük. Çünkü insanlar birbirine temas etmediği için virüs yayılamadı. Şu an bilim dünyasında, 2 metre uzaktan öksüren birinden virüsün bulaşabileceği konusunda uzlaşma var. Eğer öksürük damlaları yere düşerse sorun yok. Ancak yüzeylerde kalan virüs de bulaşmaya sebep olabiliyor. Virüs çeşitli yüzeylerde saatlerce, hattâ günlerce hayatta kalıyor. Eğer grip virüsü gibi davranmaya başlarsa metal, seramik ve plastiklerde ömrü haftalara varabilir. Dolayısıyla kapı kolları, masalar, asansör düğmeleri korkunç bulaşma vektörleri hâline gelebilir. Bunu gerçekten azaltmanın tek yolu cemiyet hayatına bir süre ara vermek. İnsanların olay yatışana kadar olabildiğince evden çıkmamasını sağlamak. Bu yöntem geçmişte, 1918’deki grip salgınında da başarıya ulaştı,. 1918’de grip salgınının öğrettikleri Philadelphia’da siviller arasında ilk grip vakaları 17 Eylül 1918’de görülmeye başladı. Yetkililer olan biteni yeterince ciddiye almadı ve toplu buluşmalara, mesela 28 Eylül’de şehrin tümünü kat eden geçit törenine izin verdi. 3 Ekim’e kadar okullar açık kaldı, toplantılar yasaklanmadı, tecride yönelik diğer yöntemler uygulanmadı. Hastalık, yerel sağlık birimlerini ve kaynakları zora sokacak kadar yayıldı. Buna mukabil St. Louis’de ilk vakalar 5 Ekim’de ortaya çıktı ve yetkililer hızla harekete geçerek 7 Ekim’de toplumdaki irtibat yoğunluğunu azaltacak birtakım önlemler aldı. İki şehrin tepki sürelerinde yaklaşık 14 günlük fark var. (İlk vaka ve önlem alma arasında geçen süre). Bu süre, gribin yayılma oranlarında 3 ila 5 katlık bir farka tekabül ediyor. Bir de Denver örneği var. Önce önlem aldılar, sonra gevşettiler. O yüzden salgın iki kere zirve yaptı. İkinci salgın ilkinden daha büyük oldu. Şöyle bir genelleme yapabiliriz: Yukardaki grafik, 1918 yılında ABD’deki grip salgınında şehirlerin tepki verme hızına bağlı olarak ölü sayılarının nasıl değiştiğini gösteriyor. Yani mesela hastalığın ortaya çıkmasından sonra Pittsburg’un tedbir alması, St. Louis’e kıyasla 6 gün daha uzun sürmüş. Nüfusa göre ölüm oranı bu yüzden St. Louis’in iki katından fazla olmuş. Ortalamada, 20 gün erken davranmak ölüm oranlarını yarıya indiriyor diyebiliriz. İtalya olayı geç de olsa kavradı. Önce pazar günü Lombardiya’yı karantina altına aldılar. Bir gün sonra hatalarını fark edip tüm ülkeyi kapadılar. Umuyorum ki sonuçları yakında görmeye başlayacağız. Ama bu bir-iki hafta sürebilir. Wuhan grafiğini hatırlayın. Karantina ile teşhis sayılarının (sarı çubuklar) düşmeye başlaması arasında 12 gün vardı. Politikacılar toplumdaki irtibat yoğunluğunu azaltmak için neler yapabilir? Eğer bir politikacıysanız, İtalya örneğini izleyip hemen karantina emri vermelisiniz. İtalyanlar şöyle yaptı: İspat edilmiş ailevi ve meslekî mazeretler olmadığı müddetçe kimse karantina bölgelerine giremedi, bu bölgelerden çıkamadı. Ertelenmesi mümkün olmayan acil kişisel ihtiyaçlar veya meslekî sebepler olmaksızın bu bölgelerde dolaşmaktan kaçınmaları söylendi. Hastalığın semptomlarını (solunum yetmezliği ve ateş) gösteren insanların evden çıkmamaları “şiddetle” tavsiye edildi. Sağlık çalışanlarının izinleri kaldırıldı. Tüm eğitim kurumları (okullar, üniversiteler…), spor salonları, müzeler, kayak merkezleri, kültürel ve sosyal merkezler, yüzme havuzları ve tiyatrolar kapatıldı. Sabah altıdan akşam altıya kadar insanların birbirine bir metreden fazla yaklaşmamaları tembihlendi. Tüm eğlence mekanları kapatıldı. Alışveriş sırasında müşteri ve satıcı arasında bir metrelik mesafe olması gerektiği söylendi. Bunu başaramayacak dükkânlar kapatıldı. İbadethaneler ancak bu mesafeyi garanti edebildikleri müddetçe açık kaldı. Hastane ziyaretleri kısıtlandı. İş toplantıları ertelendi. Evden çalışma teşvik edildi. Tüm turnuvalar ve sportif faaliyetler (kamusal olsun özel olsun) iptal edildi. Önemli etkinlikler kapalı kapılar ardına alındı. Bunlar, bir siyasetçinin yapabileceklerinin asgarî seviyesi. Eğer sağlamcıysanız o zaman Wuhan’daki usûlleri tatbik edin. İnsanlar şimdi şikayetçi olsalar da sonra size teşekkür ederler. İş dünyasının liderleri nasıl katkı sağlayabilir? Eğer iş dünyasında karar alıcıysanız ve ne yapmanız gerektiğini merak ediyorsanız, şu Evde Kalanlar Klübü listesine bakın. ABD teknoloji şirketlerinin (şimdilik 85 şirket) aldığı önlemler sıralanmış: evden çalışma izni, sınırlı ziyaret ve seyahat izinleri, etkinlik iptalleri… Yapılabilecekler bununla sınırlı değil. Saat ücretli çalışanlar durumu nasıl değişecek, ofis faal olacak mı, mülakatlar nasıl yapılacak, kafeteryalara ne olacak? [Çevirmenlerin notu: Burada bir kısmı ABD’deki çok belirli bölgeler ve oradaki şirketlerle ilgili olması sebebiyle çıkardık.] Sonuç: Beklemenin maliyeti Şu anda bir karar vermek korkutucu geliyor olabilir, ancak o şekilde düşünmemek lazım. Bu teorik model bize farklı toplulukların durumunu gösteriyor: Biri hiçbir tecrit (karantina ve hareketin sınırlanması) çabasına girmiyor. Diğeri buna salgının n+20. gününde başlıyor. sonuncu ise n+21. günde. Bütün rakamlar tamamen uydurma (ancak Hubei’deki seyre benzeyecek şekilde seçilmiş). Sayıların işlevi bize katlanarak büyüyen bir salgın karşısında bir günün ne anlama geldiğini göstermek. Gördüğünüz gibi ne kadar erken başlanırsa salgının zirve yapması o kadar gecikiyor ve o gün tespit edilen vaka sayısı da o derece artıyor. Ancak önlem alındığı sürece her gün tespit edilen vaka sayısı en sonunda sıfıra düşüyor. Peki ya kümülatif olarak sayılara neler oluyor? Yani toplam vaka sayısı nasıl değişiyor? Kabaca Hubei’de yaşananları esas alan bu teorik modele göre bir gün fazladan beklemek vaka sayısını %40 artırıyor! Yani eğer Hubei idarecileri tecrit mekanizmalarını uygulamaya 23 Ocak’ta değil de 22 Ocak’ta başlasalardı 20 bin daha az vakayla karşılaşacaklardı. Ve unutmayın, bunlar sadece vakalar. Tedbir almaya bir gün geç başlandığında ölüm sayıları da otomatik olarak %40 artacak. Ancak bununla kalmayacak. Sağlık sisteminin üstüne aşırı yük bineceği için ölüm oranı 10 kata kadar artacak. Dolayısıyla tecrit uygulamasında bir günlük gecikme, hem vaka sayısının artışı hem de ölüm riskinin yükselmesi sebebiyle daha fazla ölüme yol açacak. Bu katlanarak büyüyen bir tehdit. Her günün önemi büyük. Karar vermekte bir gün gecikince yalnızca fazladan birkaç vakaya neden olmuş olmuyorsunuz. Muhtemelen bulunduğunuz yerde şimdiden yüzlerce ya da binlerce vaka var. Tecrit uygulanmadan geçen her gün, bu vakalar katlanarak artıyor. Bu yazıyı paylaşın Bu on yıl içinde paylaşarak insanların hayatını kurtarabileceğiniz bir tane yazı olacaksa o da bu. Felaketin önlenmesi için herkesin ne olduğunu anlaması gerekiyor. Harekete geçmek için doğru zaman tam şu an. Referans: (*)Thomas Pueyo'nun Coronovirus: Why You Must Act Now? isimli makalesinin İngilizce orijinaline buradan ulaşabilirsiniz. Çeviri: Hilâl Alkan, Özlem Ünsal, Sezai Ozan Zeybek Hastalık hakkında güncel bilgileri ve Sağlık Bakanlığı'nın internet sitesini takip ediniz.https://bit.ly/2PVxRLc ***Çinli uzmanların yazdığı COVID-19 Önleme ve Tedavi El Kitabı Türkçe https://medimagazin.com.tr/templates/default/ckfinder/userfiles/files/pdf/covidelkitabi.pdf **** KRONA VİRÜS İLE SAVAŞTA ÖZ YAŞAM DİSİPLİNİMİZİ GELİŞTİRMEK VE MÜCADELECİLİGİMİZİ BIRAKMAMAK (*)     İnsanlık tarihinin bilebildiğimiz kadarı ile son birkaç bin yılda nadiren, belki İspanyol virüsü ile kıyaslanabilecek olan bir durumla karşı karşıyayız. Varlığı ve büyüklüğü (0.01 µm) ancak elektron mikroskobu altında tanımlanan Dünyanın en küçük canlısı bir virüs,  tabiri caiz ise hepimize diz çöktürdü. Kendisi çok küçük ancak yaratığı etki çok çok büyük. Mikrobiyoloji çalışan bilim insanlarının en az bildiği konuların başında doğası gereğince virüsler gelir. Tıp, veteriner ve bitki koruma alanlarında viroloji çalışanların dışındakiler gribe yakalanmadıkça konu çok gündemimize gelmedi. Bilimsel olarak sebep-sonuç diyalektiği anlayışı ile virüsün insan vücudundaki çoğalma şekli ve hastalık oluşturma etkileri ilgili bilim insanları tarafında metodolojik yaklaşımlar sayesinde bilinmektedir. Bilimsel olarak tanımlanan ve çalışma şekli bilinen her sorunun çözümü mümkündür. Ancak çözüm ve ona uygun ilaç geliştirilmesi zaman alabilir. Bu bağlamda virüsün insan vücudunda geçirmesi gereken kuluçka süresi ve yayılma riskini de bilerek herkesin izolasyona başvurulası yerinde bir karar ve hepimizin bilimin önerdiği uyarıları dikkate almamız gerekir. Bu aşmada kamunun alacağı zorunlu kararlar kadar kişisel önlemlerimiz önem arz etmektedir. Kişisel bilinç kadar toplumsal bilinç de önemli olmaktadır. Son günlerde okullardan ve diğer toplu yaşam alanlarından uzak durulması ve evlerde kalınması ve tedbirlerin alınması konusundaki önerilerde bilincin ve kurallı yaşamanın önemini çok net olarak ortaya çıkmaktadır. Bu bağlamda bilinçli davranmak, konu hakkında sağlıklı bilgi sahibi olmak ve sorunun bilimin ilkeleri tarafından ilerletilmesini takip ederek çok fazla kaygı ve paniğe kapılmamak gerekir. İnsanlığın ilk defa bu çapta içeriye kapandığı ve adeta yaşamın durduğu şu günlerde, eve kapanmak doğal olarak psikolojimizi etkiliye bilir. Genel nüfusu yüksek olan özelliklede 20 küsur milyon öğrencimizin dinamizmini de dikkate alarak kendi kendimize bazı konularda disiplin uygulamamız gerekmektedir. Şu anda virüs ile bir savaşım içinde oluğumuzu görüyoruz. Savaşımı kazanmak için de disiplinli olmak ve disipline uymak zorundayız. Aksi takdirde o küçük canlının gücü bizleri ve daha fazlasını alt edebilir. Öğrencilerimizin evde kaldıkları süre içinde kendilerinin bir takım yöntemler geliştirerek kendi kendilerine nitelikli meşguliyetler üretmelerini öneririm. Psikologların bazı önerileri var ve önemsenmeli. Oğlum, öğrencilerim ve yakın çevremin morallerini diri tutmak ve sürekli mücadeleci olmaları konusunda isteklendirmeye çabalıyorum. Bu aşamada gençlerin sıkılma durumlarını anlayışla karşılamak ve onlara sürecin aşılabileceğini anlatmayı unutmayalım. Tarihte bu tür salgın hastalıkların yaşandığını ve insanın bu süreçleri aştığını anlatabiliriz. Antropolog, biyolog Jared Diamond'nın “Tüfek, mikrop, çelik”, “Çöküş”, “Yoksul ve Zengin’’ adlı kitapları ve Yuval Noah Harari'nin Sapiens kitabı bu konularda geçmişte insanlığın geçirdiği evreler hakkında önemli bilgi sunmaktadır. İnsan türünün geçmişte geçirdiği evreleri tarihi-antropolojik açıdan inceleyip bu sorunun da aşılabileceğinin gençler tarafından okunarak anlaşılması yararlı olabilir. İçinde yaşadığımız şu kısa sürede ilk defa bu denli ağır yaşadığımız bu süreci olduğu gibi kabul edip, bunun geçebileceğini de bilerek, kendi öz disiplinimizi ve anayasamızı kendimiz yaratalım, kendimize yeni uğraşılar ve kendi kendimiz yönetmeyi öğrenelim. Okumak, müzik dinlemek, belgesel, filim izlemek, sanat yapmak, geçmişte kalan işleri tamamlamak bizi epey bir süre meşgul edebilir. Bu zorlu süreçte önerilen ilkeler ekseninde yüz yüze gelmesek de değişik mesaj kanaları ile dayanışma göstermek, bilgilerimizi paylaşmak çok önemli olacaktır. Bu bağlamda hepimizin virüsle savaşta başarılı olmak için süreci atlatana kadar kendimizi ve psikolojimizi sağlam tutmak için aşağıdaki öz diplin nasıl kazanılır diye öğrencilerim için hazırladığım aşağıdaki makalem yararlı olabilir. Makaleyi gençlerimiz ve öğrencilerimiz ile paylaşırsak bizlerde karınca kaderince sürece katkıda bulunmuş oluruz. Bilimin bu sorunu çözeceğine olan güvenimizi koruyalım.       KİŞİSEL ANAYASA SAHİBİ OLMAK, ÖZ DİSİPLİN KAZANMAK NEDİR VE NASIL KAZANILIR?   FEEL UP İnsanları birbirlerinden farklı kılan en önemli özelliklerden biri yaşamdaki tutum ve davranışlarıdır. Bazı insanlar vardır ne yapacağını bilir, sistemli davranır, yemesine içmesine dikkat eder, kimi de sıradanlık içinde rüzgâr nereye savurursa oraya savruluyor. Veya kadınların erkeklere kıyasla belirli konularda daha duyarlı oldukları gerçeği hep dikkat çekici farklılıklardır. Genelde birçok insan günlük yaşamda vazgeçemediği veya üstesinden gelmediği ve mutsuzluk duygusuna neden olan sorunlar yaşamaktadır. Kafasındakini gerçekleştirme azmi olan, koyduğu her hedefe planlı ve programlı ulaşmasını sağlayan asıl anahtar öz disiplin olduğu belirtilmektedir. Salt zekâ veya korku sağlanan bir disiplin değil, içten gelen ve güçlü bir şekilde kontrol edilen bir öz disiplinden bahsedilmektedir. Deniliyor ki eğer öz disiplin yoksa en basit hedefe bile ulaşmak imkânsızdır. Kişinin bilinçli olması kendi yol haritasını oluşturması önemli olmakta, kişinin yol haritası çoğunlukla üniversiteli yıllarda şekillenmektedir. Üniversite atmosferi özgürlük yarattığı için kişinin kendini tanıması için bir takım girişimlerde bulunur ve bu süreçte yapabileceklerini veya yapamayacaklarının farkına varır. Kişinin farkına varması ise eğitimin temel amacıdır. Kişinin kendisini tanıması, ne yapacağını bilmesi ve bu konuda belirli bir disiplin içinde hareket etmesi bir kişilik sistematiğidir. Kişinin yol haritası o kişinin “kişisel başarı anayasası” olması anlamına gelir. Kişinin kendi anayasasında belirlediği kurallara uyması ve o çerçevede yol alması kişinin bütünlüklü düşünmesi ve kendisi ile çelişmemesi anlamına gelir. Kişisel anayasalar da günün koşullarına göre değişir. Bu değişimde güçlü bir bilinç ve bilgi ile analiz edilip yeni yol haritası ve kişisel ilkelerin oturulmasını sağlayacaktır. Dikkat edilirse başarılı kişiler temelde “kişisel anayasalarını” sürekli olumlu yönde günün koşullarına uygun düzenleyen kişiler olduğu görülmektedir. Başarılı olmak, olumsuzluklardan kurtulup olumlu yönde yaşam alışkanlıkları kazanmak bir bilinç ve öz disiplin gerektirir. Günümüz gençliğinde görebildiğim birçok temel sorunun içinde en önemli sorun kişilerin kendilerini tam olarak bilmemeleri, ne aradıklarını bilmemeleri ve kendilerini gerçekleştirme konusunda hiçbir iç disiplin ve yol haritasına sahip olmamalarıdır.   Yunus Emre’nin dizelerindeki “İlim ilim bilmektir İlim kendin bilmektir Sen kendini bilmezsin Ya nice okumaktır” ifade ile güçlü bir bilinç sorgulamasına davet ediyor.   Bilmek, bilgi sahibi olmakla birlikte bir bilinç işidir. Bilgi sahibi olmak bir çabayı gerektirir. Bilmek kişinin önünü görmesini ve aydınlanmasını sağlar. Bilen kişi kendini tanıyan kişi, ne yaptığını bilir, neyin doğru neyin yanlış olduğunun farkındadır ve ayağı yere sağlam basar. Kendini iyi tanıyan, kendisinden pay biçerek empati yapan ve başkalarını da tanıyandır. Çok derin analiz etmediğimiz için çoğu zaman farkında değiliz ancak insanın kendisini bilmesi kadar büyük bir bilinç ve duygu yoktur. Kendini bilmek basit bir şeymiş gibi görülür ancak hiçte o kadar kolay değildir. Bir an kendimize soralım “ben kimim? Ne iş yapıyorum? Ne tür yeteneklerim vardır? Hayata katkım nedir? Kişisel ve toplumsal sorumluluğum var mı? Varsa nedir? Hayatın anlamını bilmek ve orada kendi yerini bilmek için derin bir felsefi öz değerlendirmeden geçmiş olmak gerekir. Ozan Dertli Divanı, Ser çeşme şiirindeki “ cahiller kendini aklar, kâmiller özünü yoklar” ifadesi bir öz arayışı ve felsefi kişilik kazanmaktır. Çevremize baktığımızda yaşanan birçok sorunun temelinde kişilerin kendilerini tanımadığını yaptıkları işlerde ve sergiledikleri davranışlardan çıkarabiliriz. Bazları kendini ya olduğundan büyük görür, ya da sahip olduğu değerlerin farkında değildir. Bazıları hak etmediği halde belirli şeyleri, kendini bir de hakir görür! Temel felsefe olarak kişinin “Ne istediğini bilmesi kadar, ne istemediğini” de bilmesini çok önemserim.   Bugün çoğu insanın “rüzgârın önüne katılmış bir yaprak gibi sürüklendiğini” görünce anlıyoruz ki insanların çoğu neyi neden istediğini bilinçle belirlememiş. Pekâlâ, nasıl kazanılır kendini bilmek ve sağlıklı kişisel anayasa hazırlama işlemi. Birçok kişisel gelişim psikoloğunun önerisi kişinin öz disiplin sahibi olmasını işaret ediyor.   Kişinin Kendisini Tanıması Önemli Öz disiplini sağlayabilmek için en önemli koşulu, kişinin kendisini tanıması, amaç ve hedef sahibi olmasına bağlıdır. Hedefin belirgin olması her zaman kişinin yönünü bulmasını kolaylaştıracaktır. Öğrencilerimden makale yazmak isteyenlerin ilk sorusu, hocam ne yazayım? Soru önemli. Nerden başlamayı bilmek sorunun yarısını çözmek demektir. Hedefin netliği ve sonucun kişiye sağlayacağı faydaların belirgin olması işini kolaylaştırır. Belirlenmiş hedefe doğru yol almakta çok kolay olmayabilir. Sürekli ve ısrarla hedefe ulaşma yolu üzerindeki engeller ile çatışmayı gerektiren zorluklar ile baş edilmelidir. Bu da öz dişlin sahibi olmayı gerektirir. Öz disiplinli sahibi olabilmek için; belirlediği hedefe dair ‘‘Bu zorlu yoldan neden çıkmayayım?’’, ‘‘Neden vazgeçmeyeyim?’’ sorularının yanıtının kişide tatmin edici bir karşılığının oluşmuş olması gerekir. Kişi hedefe ulaşma konusunda kendi iç dünyasında ikna olmamış ise (getirisi-götürüsü ne ) kolay kolay disipline olmayı benimsemez. Yılmaz Güneyin “Dost düşman bilsin ki başaracağız, mutlaka başaracağız” ifadesi tam bir öz disiplin göstergesi. İlk iş, kendimizi tanımak, hedef belirlemek ve o hedefe ulaşmak için kendimizi yapmaya ısrarla zorlamaktır. İç disiplini sağlamak kişinin istek ve kendi kendisini ikna etmesi ile ilgili bir durum. Öz disiplinin sağlanamamasının en temel nedeni hedefin ve ulaşılacak ödülün kişinin beyninde belirgin olmayışıdır. Ciddi bir çalışma ile kazanacağı iyi bir üniversite bölümü, iyi bir işe girmek, başarılı bir kişi olmak, yaşam düzeyinin iyileşmesi beklentisi tam oturmamışsa kişi kolay kolay öz disipline gelmez. Öz disiplinde bir bilinçlenme ile kazanılacak bir felsefi yaklaşımdır. Kişinin nefsini terbiye etmesi, kâmil insan olma, olgun insan olma ile öz disiplin iç içe süreçlerdir. Öz disiplin sürecinin ve davranışın süreklilik kazanabilmesi ve zorluklar karşısında vazgeçilmemesi için kişi tüm bu sürecin sonunda elde edeceği maddi veya manevi bir beklentinin, ödülün veya hazın farkında olması önemlidir. Çalışmanın, çabalamanın bir karşılığının analiz edilmesi önemlidir. Artık günümüzde iletişim teknolojileri çağında başarılı olmak için öz disiplin şarttır. Birim zamanda çok sayıda işin yapılmak zorunda olduğu, anlık milyonlarca TB’lik bilginin üretildiği yapay zekâ çağında bilinçli yaşam, bilerek, amaca uygun şekilde çalışmak, zaman yönetimi, çok yönlü donanım sahibi olmak için disiplinli ve özverili olmak gerektirir. Bu süreç çoğu zaman yorucu ve isteklendirmeyi kırıcı olabiliyor. Öz disiplin ve öz bilinç zorluklar karşısında hedeften kopmamak ve amaca ulaşma konusunda yardımcı olur. Basit bir örnekle günümüzde endüstriyel temelli gıdalar ile beslenme sonucu dünyadaki insanların yarısına yakınında sağlıksız kilo sorunu bulunmaktadır. Bu kilolardan öz disiplin sahibi olan kişiler daha kolay sorunu atlatabiliyorlar. Eğer kilo verme sorunu bir bilinçli beslenme sorunu ise önce beynimizi ikna etmemiz ve neden kilo vermemiz gerektiğini bilmemiz gerekir. Bu gerekliliği ancak öz disiplin ile aşabiliriz. Bütün canlıların varlık nedeni olan iki temel işlevden bir olan beslenme-enerji elde etme işleminde özveri beklemek mantıklı değildir. Doğada pek çok lezzetli yiyecekten uzak durmak, belirli yiyeceklere karşı seçici olmak zor. Hele hele günümüz teknolojisinin yaratığı hareketsizlik ortamında düzenli spor yapmaya yönlendirmek ancak kişinin olup bitenleri bilmesi ve sağlığı için neleri yapabileceğini kavraması ve öz disiplinle üstesinden gelmesi gerekiyor. Burada en önemli soru, kişi öz benliğinde “hazzı erteleme becerisini geliştirebilmiş mi? geliştirememiş mi?”. Kişi kendini kontrol edebiliyorsa, gerektiğinde bazı hazlardan vazgeçebiliyorsa öz disiplini kazanmış demektir. Aslında öz disiplini kazanmak bizleri gereksiz ve zararlı dürtülerle baş edebilme becerisi ve iradesi kazanmamıza yardımcı olacaktır. Bu bağlamda öz disiplin bir tür “duygusal öz denetim” yetkinliğinin de kazanılmasına olanak sağlamakla birlikte ve önemli bir kontrol mekanizması sağlamaktadır.   Öz Disiplin Nasıl Kazanılır?   Öz disiplin kazanmak beklenenden dahada zor bir süreçtir. Öz disiplin kazanmak için öncelikle kendimizi tanımamız ve kendi yaşam modelimizi çıkarmamız gerekir. Diğer bir ifade ile “nasıl olmak istediğimizi belirlememiz” gerekir. Yaşam yol haritamızda belirlediğimiz bu modele uygun davranmayı ve düşünmeyi seçmeliyiz. Bu konuda atılacak en önemli adım “haz duygusunu erteleyebilmeyi öğrenmektir”. Bazı şeylerden vazgeçmeyi biliyorsan kendimizi kontrol ediyoruz demektir. Öz diplin kazanma konusunda web ortamında değişik paylaşımlardan edindiğim bilgilerin bir kısmı yaralı olabilmektedir (https://www.uplifers.com/author/romina-kuyumcuoglu/).   Kendinizi disipline sokacak 8 uygulama  Öz disiplin sağlamak için: 1- Hedef belirlenmelidir. Hedefim ne? Neye ulaşmak istiyorum? Sorusunun net bir cevabının bilinmesine bağlıdır. Denizcilerin önemli tabiridir; nereye gideceğini bilmeyen kaptana hiçbir rüzgâr yardım edemez. 2- Hedefe ulaştıracak davranış alışkanlıkları belirlenmelidir. Hedefime ulaşmak için neler yapmalıyım? Hangi adımları atacağım? 3- Planlama: Hedefinize ulaşabilmek için tam olarak neye/nelere ihtiyacın olduğunu ve bunun ne kadar zamanınızı alabileceğini belirlemek önemli. Hedefe ulaşılacak zamanın planlanması son derce önemli bir karardır. Ne kadar sürede belirlenen hedefe ve noktaya ulaşmayı belirlemek ona göre tutum almayı gerektirir. 4- Hedefe ulaşmanın tatmin ediciliği içselleştirilmelidir. Ödülüm ne? Neye ulaşacağım? Ulaşınca neler hissedeceğim? **************************** Yuval Noah Harari 'nin Konuyla ilişkin bir makalesi: :Koronavirüs pandemisi bizi daha geleneksel ve kabul edilebilir, ölmeye karşı tutumlara mı döndürecek - yoksa yaşam süresini uzatma çabalarımızı güçlendirecek mi? bit.ly/YNHGuardi

Devlet Üniversiteleri ve Fakülteleri Sıralaması [Düs] 2020

Devlet Üniversiteleri ve Fakülteleri Sıralaması [DÜS] 2020 Devlet Üniversiteleri ve Fakülteleri Sıralaması [DÜS] 2020, ilk olarak 2016 yılında Üniversite Araştırmaları Laboratuvarı’nın [ÜniAr] kurucuları Prof. Dr. Engin KARADAĞ ve Prof. Dr. Cemil YÜCEL tarafından geliştirilmiştir. DÜS’ün temel amacı devlet üniversitelerini ve fakültelerini akademik teşvik puanlarını temel alarak sıralayarak Türk üniversite sistemine farklı bir veri kaynağı sağlamakta.. https://www.uniar.net/dus https://www.uniar.net/  

Scholarship New Directions in Business, Management, Finance and Economics › Scholarship

Scholarship New Directions in Business, Management, Finance and Economics › Scholarship   The Canadian Institute for Knowledge Development (CIKD) is proud to announce its scholarship program for the coming ICNDBM conference on February 12th. Our ICNDBM conferences are one of the best places to get involved with the scientific community of Business, Management, Finance, and Economics. This program is designed to offer a financial opportunity for young promising researchers to have a chance of publishing their papers. The scholarship program includes one of the following: Free registration to attend the conference and submit a paper. 50 percent waiver off the registration fee for the conference and submitting a paper. We have a limited number for this scholarship program and therefore you are advised to contact us and submit your abstracts at the earliest time possible. The information you provide us will be treated as confidential and will be used only for the sole purposes of reviewing and selecting scholars.  

Ülkelerin En Değerli Markaları ve Değeri

  İlk söz:Katma Değer’li Üretim yapmayan hiç bir şirket, ülke veya toplum dünya ekonomisinde söz sahibi olamaz Ülkelerin En Değerli Markaları ve Değeri https://bit.ly/37xjCDG Dünya'nın en inovatif ülkeleri: http://bit.ly/2pVeOlc   En büyük markamız, LEGO marka değerinin sadece 5 te biri ancak yapıyor....Türkiye'nin en değerli markaları http://bit.ly/2lB7xI8 / http://bit.ly/2l2spF1  ABD niye mi dünyanın bir numarası? İnovasyonda (patent) açık ara önde...  1. ABD 3.030.080  2.Japonya 1.069.394  3.Almanya 365.627 http://bit.ly/2k4txH2 http://bit.ly/2kpEUhJ http://bit.ly/18FYVX4    (WIPO) tarafından yayınlanan ‘En çok uluslararası patent başvurusu yapan şirketler’ listesinde geçtiğimiz yıl 78’inci sırada yer alan Arçelik, bu yıl dört basamak daha yükselerek 74’üncü sıraya yerleşti..WIPO tarafından yayınlanan listede son 10 yıldır ilk 200 şirket arasında tek Türk şirketi olan, 2016’da da ilk 100 arasına giren Arçelik, geçtiğimiz yıl toplam 320 patent başvurusu yaptı. 2600’den fazla buluşu olan firma, Türkiye’den bir kurumun listede ulaştığı en yüksek sıralamaya sahip. Arçelik ayrıca, Avrupa Patent Ofisi (EPO) tarafından Türkiye’den tescil edilen patent başvurularının yarısını tek başına yapmakta... http://read.bi/2pODRqb

Ahıska Türkleri‘nin Yılmaz Bekçisi Yunus Zeyrek

Ruhun Şad, Mekanın Cennet Olsun, Nur içinde Yat Yunus Zeyrek Hocam!.. Türk Milleti'nin, Ahiska Türkleri'nin Başı sağolsun!..: Özelde Ahıska Türkleri, genelde Türk Dünyası onun derdiydi Atatürkçü düşüncenin ;Türkiye cumhuriyeti'nin ve Ahıska Türkleri'nin "Kadim Değerleri "nin yılmaz bekçisine Saygıyla!...    Yıllar boyunca Ahıska Türkler'inin sesi  olan ve ömrünü Ahıska Türkleri'ne adayan Gazi Üniversitesi  Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü Öğretim Elemanı Yunus Zeyrek hocamızın hakkın rahmetine kavuştuğunu derin bir üzüntüyle öğrendik.. Kelimelerin kifayetsiz kaldığı üzüntümüzün büyük olduğu bu anda Hocamıza Allahtan Rahmet sevenlerine ve ailesine sabır diliyorum. .Tüm Ahıska Türklerine ve Türk Dünyası’nın başısağolsun.   Ahıska Türkleri‘nin Yılmaz Bekçisi Yunus Zeyrek Hocanın Eserleri GEZİ: Kafkas Yollarında (haz., Ahmet Refik Altınay’dan gezi notları, 1981, 1984, 2001). BİYOGRAFİ: Posoflu Âşık Zülâli (1986), Hanaklı Mazlumi Hayatı- Sanatı-Eserleri : (1999, 2001), Ali Akış-Hayatı ve Faaliyeti (2003), Posoflu Zülâlî-Hayatı Eserleri ve Millî Faaliyeti (2004). TARİH: Dünden Bugüne Ahıska Türklüğü (1995), IV. Sultan Murad’ın Revan ve Tebriz Seferi Rûznâmesi (1999), Gürcistan Acaristan ve Türkiye (1999), Acaristan ve Acarlar (2001), Ahıska Bölgesi ve Ahıska Türkleri (2001), Tarih-i Osman Paşa (2001), Posof’un Çizgileri (2004), Ahıska Araştırmaları (2005). DİL: Yabancılar İçin Türkçe Dil Bilgisi I (2000). ŞİİR: Bu Yolda (1998). KAYNAK: www.posoflular.com, Nodar Şengelia / Yunus Zeyrek’in Makalesine İlişkin Birkaç Söz (Türk Yurdu, Eylül 1999), Atsız Göktuğ / Gürcistan Acaristan ve Türkiye (Türk Ocağı, Kasım 1999), Fevzi Çelebi / Mesele Ne? (Çveneburi, Ekim 2000), Tea Rusitashvili / Türkiye de mi Gürcistan’ın Aleyhinde Propagandaya Başladı? (Alia gazetesi, Tiflis, 25-26.10.2001), Yaşar Kalafat / Ahıska Bölgesi ve Ahıska Türkleri (Stratejik Analiz, Kasım 2001), Mahmut Niyazi Sezgin / Acaristan ve Acarlar (Stratejik Analiz, Ocak 2002), İsmail Çabuk / Yunus Zeyrek: Ahıska Bölgesi ve Ahıska Türkleri (Çorum’un Sesi, 12 Mart 2002), Çorum’un Sesi (26 Mart 2002), İsmail Çağrı Özcan / Ahıska Bölgesi ve Ahıska Türkleri ile Acaristan ve Acarlar (Türk Yurdu, Ekim 2002), Mehmet Özer / Sütçüler Kaymakamları Böyle Yetiştiriliyor (Evrensel gazetesi, 6.4.2005), İhsan Işık / Resimli ve Metin Örnekli Türkiye Edebiyatçılar ve Kültür Adamları Ansiklopedisi (2. bas., 2009).  Bizim Ahiska https://bit.ly/2s43oBD G.Ü. Öğretim Görevlisi Yunus Zeyrek Ahıska Türklerini Anlatıyor   https://bit.ly/33bKwgQ Ahıska Türklerinin Bitmeyen Sürgünü https://bit.ly/2XC3CvB Ahıska Türkleri konferansı https://bit.ly/2O9I9ah    AHISKA BÖLGESİ ve AHISKA TÜRKLERİ Ankara 2001 Yunus ZEYREK   ÖN SÖZ Ahıska, Türkiye‘nin kuzeydoğu sınırında, Gürcistan‘a bağlı bir bölgenin tarihî merkezidir. Ahıska ve çevresi, aynı zamanda çok eski bir Türklük bölgesidir. Tarih kaynakları, milâttan önceki çağlarda da, buralardaki Türk varlığından haber vermektedir. Bu bölge, 1578 yılında Osmanlı ülkesine katıldı; 1828 yılı savaşlarında Rusların eline geçti. O günden bu güne kadar, bölgenin talihi bir türlü gülmedi, esaretten esarete sürüklendi. 1940’lı yıllar, Sovyetler Birliği‘nin savaş yıllarıydı. Stalin yönetimi, Ahıska Türklerinden eli silâh tutanları cepheye götürdü. Köylerde ve kasabalarda yaşayan halkı da, bir kış günü, insanlık dışı kararlarla ve insanlık dışı metotlarla yerlerinden sökerek Orta Asya ülkelerine sürdü. Yıllarca kamp hayatı yaşayan Ahıska Türkleri, kamp hayatından sonra da sürgünden kurtulamadı, uzun mücadelelere rağmen vatanlarına dönemediler. Bugünkü Gürcistan idaresi, Ahıska ve çevresindeki Ermeni oluşumunun vehametini görememekte, âdeta her ne pahasına olursa olsun Ahıskalılara vatana dönüş izni için hiçbir olumlu adım atmamaktadır. Bir zamanlar Rusları Kafkasya’ya getirten, Almanlara ve İngilizlere bel bağlayan Gürcistan, günümüzde de tarihî hatalar yapmaktadır. Gürcistan, Türkiye’nin uzattığı dost eli tutmamakta, tarihî korkularını yenememektedir. Sürgün Ahıska Türkleri, Azerbaycan, Kazakistan ve Kırgızistan başta olmak üzere, eski Sovyetler Birliği‘nin muhtelif bölgelerinde yaşamaktaydılar. 1989 yılında Özbekistan‘ın Fergana Vadisi‘nde çıkan olaylarda da büyük kayıplar verdiler. Ahıskalılar, yeni sürgünler yaşadılar ve uçsuz bucaksız Rusya Federasyonu topraklarının değişik yerleşim birimlerinde hayat mücadelesi vermek zorunda kaldılar. Türk kamuoyu, günümüzde de aynı durumda olan bu insanları, yeteri kadar tanımamaktadır. Ahıska Türklerinin tarihi ve maruz kaldığı zulümler, ne yazık ki Türk basınında da gereği kadar ele alınmamıştır. Fergana olayları sırasında çıkan haberlerden sonra, medya organlarımızın bir kısmı, konuyu hiçbir zaman ele almadı; bu konudan bahseden bir kısmı ise, Ahıska Türklerinin asıl ıztırabı olan vatana dönme mücadelesine destek vermedi. Bu konuda çıkan bazı yazılar da, Ahıska Türklerine her türlü zulmü reva görenleri incitmemeye özen gösterdi; çağımızın trajedisini romantik çerçevede ele aldı. Ahıska Türkleri ile ilgili araştırma ve incelemelerimiz, Fergana olaylarının vukuundan sonra -1989 yılında- başlamıştı. Bu çalışmalarımız bazı gazetelerde tefrika edildi ve sonra da bir kitap hâlinde çıktı.1 Bu sahadaki çalışmalarımızın neşri üzerinden yıllar geçmesine rağmen, Ahıska Türklerinin sosyal ve siyasî durumunda bir değişiklik olmadığı gibi, hâlâ elle tutulur ciddî bir çalışmanın da yapılmadığı görülmektedir. Diğer taraftan Türkiye Cumhuriyeti hükûmetleri, Ahıska Türkleri mes’elesinin halli yolunda ciddî adımlar atmadı. Siyasî gözlemcilere göre, “Türkiye’nin gözle görülür hiçbir girişimi olmadı.”2 Kitapta yer alan yazılar, birinci el kaynaklardan yararlanılarak kaleme alınmıştır. Özellikle o zamanlar Münih'te bulunan Amerika'nın Hürriyet Radyosu (RL) arşivlerinden faydalanılmıştır. Bu hususta yardımını gördüğüm dost ve arkadaşlarıma teşekkür borçluyum. Ankara, 20 Haziran 2001 Yunus Zeyrek I. A H I S K A ve A H I S K A L I L A R Ahıska, Türkiye’nin kuzeydoğusunda, Ardahan ilimizle sınır teşkil eden, şimdi Gürcistan sınırları içinde yer alan, çok eski bir Türklük yurdunun merkezidir. Abastuman, Adigön, Aspinza, Ahılkelek, Azgur ve Hırtız gibi önemli yerleşim birimleri ile iki yüzden fazla köyün merkezi olan Ahıska şehri, Türkiye sınırına 15 km mesafede bulunmaktadır. Posof Çayının iki yakasında yer alan şehir, karayolu ile Tiflis, Batum ve Türkiye’ye bağlıdır. Ayrıca Türk sınırının çok yakınına kadar uzanan bir demiryolu, Ahıska’yı Tiflis’e bağlar. Kür ırmağı,3 Posof ve Adigön Çayları ile bu çaylara karışan derelerin suladığı verimli topraklar, tarıma çok elverişlidir. Ahıska yakınındaki linyit yatakları da işletilmektedir. Ahıska ve çevresine tarihte Mesketya da denilmektedir. Buraya bu ismi veren Mesk/Meskh/Meskhi kavmi hakkında kesin bilgilerden söz edemeyiz. Tarih kaynakları, böyle bir kavimden bahsediyorsa da, bu kavmin menşei hakkında açık bilgi veremiyor. Bu konuda kısaca şunlar söylenebilir: Mesk kavmi, Nuh Nebi oğlu Yafes'in oğlu ve Oğuz'un pederi Mesek'ten gelen Masagetlere dayanır.4 Meskler, Kartvel (Gürcistan) güneyinde yaşamış Gogarlı (İskit) ve Turanî yerli Hristiyan halktır.5Öyle anlaşılıyor ki, bu Meskler, Gürcü olmamakla beraber, Kıpçak hâtırası olan bugünkü Ahıska Türklüğünü de ifade etmemektedir. Meskler, bölgeye kendilerini hatırlatan Mesketya adını bırakmış ve Hitit, Asur, Sümer gibi kaybolmuş eski bir kavimdir .Eski çağlarda Kıpçak Türkleriyle birlikte bu bölgede yaşadı. coğrafî bakımdan Gürcülerle ilgisi yoktur..Ahıska/Mesketya bölgesinin Türklük tarihi hayli eskidir. Ciddî kaynaklar,Makedonyalı İskender’in, Kafkasya’ya geldiği zaman burada Türklerle karşılaştığını zikretmektedir. Bu kaynaklarda geçen Kıpçak ve Bun-Türkler, Ahıska Türklerinin atalarıdır. Fransız bilgini Brosset, Bun-Türklerin Turanlı olduğunu bildirmektedir. Gürcü dil bilgini Marr ise, Bun-Türk’ün “otokton/yerli Türk” anlamına geldiğini yazmaktadır.8 Bu bilgiler, Çoruh ve Kür boylarında, dolayısıyla Kafkasya’da, Türklük tarihinin, ne kadar eskilere gittiği konusunda kesin bir fikir vermektedir.Bun-Türkler hakkında bilgi veren bir başka ünlü tarihçi de Güney Azerbaycanlı Zehtabî’dir. Zehtabî’nin görüşlerini şöyle özetleyebiliriz: “İskender Kafkasya’ya geldiğinde, Bun-Türklerle karşılaştı. Bun-Türkler, Kür ırmağı sahillerinde yaşıyorlardı. Gürcü âlimi Takayşvili, bu elleri Türk göstererek, Bun-Türkler, ya Türkler ya da Turanlılardır, demektedir. Akademik Marr da, Bun-Türkler sözünün, yerli Türkler anlamına geldiğini belirtmiştir. Bazı âlimler, Bun-Türkleri, Hun Türkleri olarak da gösterirler. Gürcü âlimleri, Bun-Türklerle Kıpçaklar arasında bir fark görmüyorlar. Bu da tabiîdir. Çünkü bunların her ikisinin dili, âdet ve an’anesi, dinî inançları, hayatı vs. aynı idi; her ikisi de Türk idi. Kuman, Kırgız, Tatar, Kara Kırgız dillerinde bun, soy/nesil demektir. Bun-Türk, Türk soyu, Türk nesli demektir.” En eski Gürcü kaynaklarından biri olan Moktsevay Kartlisa’da (VIII. yüzyıl), milâttan önce IV. yüzyılda Makedonyalı İskender’in Kafkasya’ya geldiği sırada Kür ırmağı boylarında Bun-Türklerin yaşadığına dair ifadeler yer almaktadır. O zamanlar Bun-Türklerin buralarda dört büyük şehri ve alınmaz kaleleriyle güçlü orduları varmış. Bu topraklara daha sonra birbiri ardınca Hunlar, Hazarlar ve Kıpçaklar gelmiştir. Bu bilgiler Rus ve Gürcü kaynaklarınca da doğrulanmaktadır. Türklerin Ahıska dediği şehre, Gürcüler, Sa-mskhe, Akhalsikhe, Sa- Atabago gibi isimler kullanmaktadırlar. Bunlardan Sa-mskhe/Meskhi yurdu, Akhalsikhe/Yeni kale, Sa-Atabago/Atabek yurdu anlamına gelmektedir.  Ahıska, Dede Korkut Kitabı'nda Ak-Sıka/Ak-Kale; 481 yılında Akesga adıyla anılan Eski Oğuzlar beldesidir. 2700 yıllık bir Türk yurdudur. Ahıska ve çevresi, 1068'de de Sultan Alparslan tarafından Selçuklu ülkesine katılmıştır. Kıpçaklar, Batı Göktürk topluluklarından biriydi. Volga nehri üzerinden batıya doğru yöneldiler. 1068'de Rus knezlerinin müttefik kuvvetlerini yenerek güney Rusya sahasına yerleştiler. Karadeniz kuzeyini ellerinde tuttular. 1080'lerde Balkaş gölünden Tuna nehrine kadar Kıpçak Eli/Komania deniliyordu. Ruslarla mücadele aralıklarla devam ediyordu. 1185'te Başbuğ Könçek idaresindeki Kıpçak/Kuman kuvvetleri, Prens İgor'un emrindeki Rus ordusunu aşağı Don boyunda kuşatarak tamamıyla imha ettiler. Millî Rus destanı olan İgor Destanı'nın konusu da işte bu savaştan alınmıştır.14 Kıpçakların bir kısmı Kırım'da yerleşerek orada şehir ve kasabalar kurdular. Bir kısmı da daha güneye, Kafkaslara doğru indiler. Kıpçak Eli'nde daha sonraları Altunordu devleti kurulmuştur. Don ve Kuban dolaylarındaki Kuman/Kıpçak Türklerinin Gürcülerle yakın münasebetleri olmuştur. Gürcü Kralı II. David, Selçuklulara karşı savaşacak ordusu olmadığından, Kıpçak Türklerini ülkesine davet etti (1118-1120). Azak Denizi doğusu ve Kafkaslar kuzeyinden gelen 45.000 Kıpçak ailesi, Çoruh-Kür ırmakları boylarına yerleştiler ve güçlü bir ordu kurdular.15 Kıpçak başbuğunun kardeşi Sevinç idaresindeki yeni kütleler, kuzeyden ülkeye geldiler (1190). Gürcistan'da Kıpçak/Kuman unsuru arttı. Bu topraklara yerleşen ve Gürcülerle din birliği bulunan Kıpçak Türkleri, devletin ordu, siyaset ve maliyesinde çok etkili konuma geldiler. Zamanla güçlenen Kıpçak Atabekleri, İlhanlılar çağında (1267) Tiflis’e karşı gelerek beyliklerini ilân ettiler. İlhanlı Hükümdarı Abaka Hanın da desteğini gören Ahıska Kıpçak Operası tarafından sahneye konulacağını bildiren 1 Nisan 1993 tarihli Milliyet Gazetesi Sanat Sayfası, operaya konu olan bu Rus hezimeti hakkında bilgi verirken, "1185 yılında Poloveçler ile Ruslar arasındaki savaşta Ruslar büyük yenilgiye uğrar. Prens İgor ile oğlu Vladimir, Poloveçler tarafından tutsak edilir..." diyor ve maalesef "Kıpçak Türkleri" yerine, Ruslar gibi "Poloveçler" sözünü kullanıyor. Hâlbuki Kuman/Kıpçak Türklerine Rusların "sarımtrak, sarışın" anlamına gelen "Polovetz" dediklerini biliyoruz. (Bkz. Kafesoğlu/Deliorman, Tarih, İstanbul 1977, s. 175; Erol Güngör, Tarihte Türkler, İstanbul 1989 s. 50). Atabekliği, Gürcü kaynaklarında Sa-Atabago (Atabek Yurdu) olarak geçmektedir.1 XVI. yüzyılın başlarında Ahıska Atabekleri Hükûmetinin sınırları Azgur’dan Kars, Artvin, Tortum, İspir ve Erzurum’a kadar uzanıyordu. Bugünkü halk kültüründen de anlaşılıyor ki, Ahıska Türkleri ile Posof, Ardahan, Artvin, Ardanuç, Şavşat, Yusufeli, Tortum, Narman ve Oltu halkı aynı köktendir.17 Akkoyunlu, Karakoyunlu ve Safevî nüfuzu altında kalan Ahıska Atabeklerinin toprakları, Lala Mustafa Paşa ve Özdemiroğlu Osman Paşanın Kafkasya Seferi sırasında, Safevîlerden alınarak Osmanlı ülkesine katıldı (1578).  Bu bilgilerden anlaşılıyor ki, Ahıska ve çevresi, Kıpçak Türklerinin hem milâttan önce, hem de milâttan sonraki asırlarda gelip yerleştikleri, şehirler kurdukları eski bir Türk yurdudur. Bugünkü Posof ilçemizde bulunan Cak Suyu’na adını veren ve bu suyun kenarındaki Cak Kalesinde ocaklı olarak yaşayan Kıpçaklı I. Sargis, Tebriz’de Abaka Han’dan Atabek unvanını alarak Artvin, Ardahan ve Ahıska bölgesinin İlbeyi oldu; Atabekler sülâlesini kurdu. Ahıska bölgesinde milâttan önce, 713 yıllarında gelen (Kıpçakların ataları) Kimer ve 680’de de Sakaların yerleşmesiyle, Türkler yaşamaktaydı. XII. yüzyılın başlarında kuzeyden gelen Kıpçaklar da, Yukarı Kür ve Çoruh boylarında yerleştiler. Uzun yıllar Gürcistan ordu ve devlet yönetiminde önemli fonksiyonlar icra eden Kıpçaklı Atabek sülâlesi, 1267 yılında, -bugün Posof’ta bulunan- Caksu’da Kıpçak Ortodoks Atabek Hükûmeti’ni kurarak bu bölgenin hakimi oldu. Atabek Ailesinin siyasî faaliyeti hakkında Gürcü tarihçiler de bilgi vermektedirler. Bu kaynaklar, Atabek Ailesinin Tiflis Krallarına karşı gelmelerini hikâye etmektedirler. Bunlardan birinde şu bilgiler verilmektedir: Gürcistan’a gelen Moğollara karşı savaşmak üzere 1266 tarihinde Tiflis’e giden Kıpçak Beyi Caklı Sargis, Gürcü Kralı David tarafından tutuklandı. İlhanlı Kağanı Abaka Han, David’e haber göndererek Sargis Beyi serbest bırakıp kendi yanına göndermesini istedi. Sargis Bey, Abaka Hana, artık Gürcü yönetiminde yaşayamayacaklarını ve bağımsız olmak istediklerini bildirdi. Abaka Hanın desteğini alan Atabek ailesi, Gürcistan’dan ayrı bir hükûmet oldu. Atabek Hükûmeti, 310 yıl yaşamış, Anadolu'nun en uzun ömürlü Türk Beyliğidir. 1500/1516 yıllarında Artvin, Ardahan, Ahıska Beyi bulunan Kıpçak Atabeki Mirza Çabuk, 1508'de Trabzon Sancak Beyi Şehzade Yavuz Selim'e kendi askeriyle öncülük etmiş; Batı Gürcistan'ın Osmanlı'ya itaatini sağlamıştır. 1514'te Çaldıran Seferi’nde de Osmanlı ordusuna gidiş dönüşte, sürülerle etlik koyun, yüzlerce yük yağ, bal ve un vererek yardımcı olmuştur. 1551 yılı baharında, Erzurum Beylerbeyisi bulunan Çerkes İskender Paşa, Atabek topraklarından Ardanuç, Ardahan ve Şavşat bölgelerini zaptetti. Bu yürüyüş sırasında Osmanlı sınırı, Posof-Acara arasındaki Arsıyan dağına dayanmış oluyordu. Bu tarihlerde Atabekli II. Keyhüsrev, İran Safevîlerine (Şah Tahmasb'a) tâbi idi. Elinde de Ahıska, Ahılkelek, Adigön/Koblıyan, Tümük ve Azgur bölgeleri bulunuyordu. 1555'te Safevîlerle yapılan Amasya barışı sırasında, Başvezir Kara Ahmet Paşa, İran elçisiyle Şah Tahmasb'a bir 'cevapname' göndererek, kendisine tâbi bulunan Atabek II. Keyhüsrev'in başkent edindiği Adigön/Altunkala'nın da Osmanlılara tesliminde ihmal olunmamasını bildirdi. Atabeklerin Altunkala'sını Osmanlılara teslim etmeyen Şah, II. Keyhüsrev'in koruyucu-naibi Varaza'yı gönderterek Osmanlı kalelerine tecavüzler yaptırttı. Bu yüzden Kanunî, Şah Tahmasb'a bir "Name-i Hümayun" gönderek sert bir şekilde uyardı. III. Murad Çağı’nda, Dağıstan, Gürcistan ve Şirvan’ın fethine karar verildi. Bu sefere Lala Mustafa Paşa serdar tayin edildi. 1 Ocak 1578'de Şeyhülislâm Kadızade Ahmed Şemseddin Efendi'nin fetvası Serdar Lala Mustafa Paşaya verildi. Bu fetvayla, Kur'an-ı Kerim'i hafife alma, Şeriat kitaplarına hakaret etme, Şah'ı mâbud yerine koyma, Peygamber'e ve sahabeye hakaret etme vs. gibi cihetlerden dolayı Safevîler üzerine sefer yapılmasına cevaz veriliyordu. Serdar ile ordusu, 5 Ağustos 1578'de Ardahan kalesi güneyindeki ovada kondu. Ahıska’nın fethiyle ilgili olarak, yazanı bilinmeyen eski bir el yazmasındaki şu ifadeleri aynen alıyoruz: “Altunkala nâm hisâra bir Hatun (Kıpçak Atabekleri Melikesi Dedis İmedi) zabt u tasarruf ederdi. Yarar yiğit oğulları varidi. Ol vilâyetlerin Küffârlarını, anlar zapt ederlerdi. Küffâr-ı hâkisârın Beylerine Serdâr Mustafa Paşa, Kal’a-i Ardahan’dan kalkmazdan mukaddem bir âdem gönderüp, dimişler idi ki, “Sen ki Altunkala sâhibi olan Manuçahr’sın. Sana ma’lûm ola ki: Ben ki Rûm Pâdişâhı’nın bir ednâ Vezîriyim. Üşde yüz elli bin İslâm ‘askeriyle üzerünğe geldim. Eger gelüp, Dîn-i İslâm Pâdişâhı’nın çerisine istikbâl edüp, mütâba’at ve mürâca’at edersen, biz dahi, senin hâline münâsib ve şânına mülâyim ri’âyet edelim. Eger ‘inâd ve muhâlefet edüp, serkeşlik edersenğ, üş üzerine varurum. Ve Ellerüni, Vilâyetlerüni yıkup, yakup, harâb ederim. Ve ‘Asker-i İslâm, üzerüne varup, bir mıkdâr emek ve zahmet harc edüp, nâ-çâr olduğın vakit, havfa gelüp mütâba’at edersen, kat’â özrün ve bahânen makbûlüm degildir. Hemân seni sene gerek ise, ta'cîl gelüp, Dîn-i İslâm'a tâbi’ olasın. Ve Elüni ve Vilâyetlerüni bize teslîm edesin." deyü (haber)gönderildi.” 8 Ağustos Cuma günü ordu Ardahan'dan kalktı; Çıldır'a yakın Begrekhatun'da konakladı. O gün, Altunkala hakimesi Atabekli II. Keyhüsrev'in dul karısı Dedis İmedi Hatun'dan itaatname ile elçisi gelip büyük oğlu Manuçahr'ı rehin vereceğini ve vergi ödeyeceğini arz eyledi. Bu arada elçinin tavırlarından, Safevîlerle yapılacak savaşın sonunu bekleyip, zayıf ve kuvvetli belli olduktan sonra galip tarafa itaatı gözettiği anlaşıldı. Ordu Ardahan'dan göçerken Ardahan Sancak Beyi Abdurrahman ile Bayburt Alaybeyi Bekir Beyler, kendi askerleriyle Ulgar dağını aşıp Mahmut Han Ülkesi’nden o gün Poshov (Posof) merkezi Mere ve akşama doğru da Ahıska yolundaki Vale kalesini fethettiler. Ertesi günü (9 Ağustos 1578) Ahıska, Tümük, Hırtız, Çıldır ve Ahılkelek kalelerini aldılar. Ordu, Tiflis istikametinde yürümek üzere Ardahan’dan kalktı. Safevî Tokmak Han, büyük bir kuvvetle birlikte gelip, Çıldır Gölü kuzeybatısında Osmanlı ordusuna karşı pusuya girdi. O sırada karavulda ilerleyen bir Osmanlı ordu kolu, Safevî kuvvetleriyle karşılaştı. İki ordu arasında cenk başladı. Yalnız kılıç ve kargı ile yapılan savaşta, Safevî ordusu büyük kayıplar vererek geri çekildi. Tarihe Çıldır Meydan Muharebesi adıyla geçen bu savaş, Osmanlı ordusunun zaferiyle sonuçlandı. Çıldır Zaferi, ordu şâiri Hayalî'nin bir şiirinde şöyle dile gelir: Turnam gider isen bizim ellere Vezir Ardahan'dan göçtü diyesin Karşı geldi Kızılbaş'ın Hanları Çıldır'da da döğüş oldu diyesin. Zaferin ertesi günü (10 Ağustos 1578), beş altı bin askeriyle Atabek Manuçahr Bey, Serdar'ın otağına törenle gelerek itaatini arz etti ve Altunkala'nın anahtarlarını teslim eyledi. Müslümanlığı kabul ederek II. Atabekli Mustafa Paşa adını aldı; önce Sancakbeği sonra da Çıldır/Ahıska Beylerbeyi oldu. Çevredeki 32 kale de Osmanlı ülkesine katıldı.26 Manuçahr’ın Yusuf Paşa adını alan kardeşi Greguvar/Gorgor’a Oltu Sancakbeyliği verildi. Hammer, bu tarihî olayı anlatırken, “Manuçahr, itaatnâme göndererek hükûmetinin kabul edilmesini diledi. Bununla ilgili taahhütnâme istedi. Lala Mustafa Paşa, onun isteklerinin bir kısmını kabul etti. Kendisine Azgur’u, kardeşi Greguvar’a Oltu sancağını ve annesiyle diğer kardeşine de timar ve köyler verdi.” demektedir. Böylece Altunkala Atabekliği ile Mahmut Han Ülkesi/Ahıska Beyliği topraklarının fethi tamamlanarak tahririne başlandı. 1578 güzünde merkezi Ahıska şehri olan ve adını Lala Paşanın zafer yerinden alan Çıldır Eyaleti kuruldu. Kür ırmağı başlarında ve Çoruh boyundaki eski Atabek Yurdu bölgeleri de buraya bağlandı. Bütün Türk boyları gibi bu bölgenin Türk ahalisi de, Osmanlı fethini müteakip gönül istekleriyle Müslüman oldu. Bu tarihî gerçeği kabul etmeyen bazı Gürcü kalemleri, her fırsatta “zorla İslâmlaştırma”dan bahsederler. Bunlardan birisinin kullandığı ifadeler şöyledir: “17. yüzyılda Muhammed’in dininin zorla kabul ettirilmesinin yanı sıra, bölgeye yoğun bir şekilde Türkler ve diğer milletler zorla ya da isteyerek yerleştirilmiştir. 19. yüzyılda Rus imparatorluğunun sınırlarına ve ilgi alanına giren bu topraklara, Türkler tarafından Erzurum’dan acımasızca göç ettirilen Ermeniler, Cavakheti yaylasına yerleştirildiler.” İslâm dininin zorla kabul ettirilmesi bir iftiradan ibarettir. Bu tür gerçek dışı iddialara, “Acaristan ve Acarlar” adlı kitabımızda cevap verilmiştir. “Ermenilerin Erzurum’dan acımasızca göç ettirilmesi” iddiası doğru değildir. Ermeniler, 1828 Osmanlı-Rus Savaşı sonunda, Anadolu’da yaptıkları ihanetlerin intikamının alınacağı korkusuyla Rus ordusuyla birlikte gelip, Rusların eline düşen Ahıska ve çevresine yerleştirilmişlerdir. Ahıska ile ilgili olarak Kâtip Çelebî’nin verdiği bilgileri de özetleyelim: “Gürcistan’ın Bilâd-i İslâm’a (Osmanlı memleketlerine) muttasıl (bitişik) yerleri, mahlût (karışık) esnâf-ı muhtelifedir (değişik soydandırlar); onlara Çinçavat derler.” “Ahıska, Gürcistan hududundadır. Mukaddemâ Çıldır Eyâleti’dir. Sancakları: Acara, Ardanuç, Büyük Ardahan, Küçük Ardahan (Göle), Oltu, Peterek (Yusufeli), Penek, Poshov, Tavusker (Olur), Çıldır, Cecerek, Hırtus, Şavşad, Livana (Artvin), Narman, Ahılkelek, Tıralet, Maçahel. Ahıska, taht-ı vilâyetttir. Sene 986 (1578)’da Vezir (Lala) Mustafa Paşa, taraf-ı Sultan (III.) Murad Han’dan feth-i Şirvan ile me’mûr oldukda, bu tarafda birkaç muteber (Atabek) ki İslâm’a gelmiş idi. Bu vilâyet, yine kendüye inayet olunmuş idi. Ba’dehu, Kızılbaş (Safevîler) alup, sonra (IV.) Murad Han 1045 (1635)’te Vezir Ken’an Paşaya bir mikdar asker verüp, Ahıska’yı 23 gün muhasaradan sonra, sulh ile kal’ayı teslim ettiler. Cümlesi ocaklık olmak üzere, (Atabekli) Sefer Paşaya verilmiş idi. Hâlâ ol dûdman-ı irbî anlarun tasarrufundadır.” “Niçe câmiler, hamamlar, medreseler ve hanlar yapmışlardır. Ol havalide, niçe kadîm mezarlar vardır ki, Ahali-i Vilâyet anlara Eski Müselmanlar Mezarâtı derler.” Ahıska kalesi, 1627 yılında Safevîler tarafından kuşatıldı. Ahıska’nın imdadına gitmek üzere yola çıkan Dişlenk Hüseyin Paşa, Erzurum’da isyan eden Abaza Mehmet Paşa tarafından öldürüldü. İmdatsız kalan Ahıska, teslim olmak zorunda kaldıysa da, bir müddet sonra geri alındı.34 Ahıska, Osmanlı Devleti zamanında Çıldır Eyaleti’nin başkenti ve önemli bir kültür ve ticaret merkezi idi. Ne yazık ki 1828 yılında Rusların eline düşen bu şehir, Rus, Gürcü ve Ermeni ittifaklı Hristiyan zulmü sebebiyle, Anadolu’ya doğru başlayan göçlerle Türk nüfusunun bir kısmını kaybetmiştir. Buna rağmen, eski bir Türklük bölgesi ve tarih mirasına sahip olan Ahıska, Türk kimliğini kaybetmedi. 1828 yılı yazında Rus esaretine düşünceye kadar tam 250 sene boyunca, Çıldır Eyaleti merkezi olan Ahıska şehrine, birer sancak olarak şu yerler bağlı idi: Bedre, Azgur, Ahılkelek, Hırtız, Cecerek, Ahıska, Altunkale (Koblıyan), Acara (Bu sekiz sancak 16 Mart 1921 Moskova Antlaşması’yla Ruslara bırakılmıştır, bugün Gürcistan'dadır); Maçakhel (Bugün bir kısmı Acara'da), Livana (Artvin), Yusufeli, Ardanuç, İmerkhev, Şavşat (Bu sancaklar bugün Artvin ilimizdedir), Oltu, Narman, Kamkhıs (Bunlar şimdi Erzurum'da); Posof, Ardahan, Çıldır, Göle (Bunlar da şimdi Ardahan ilimizdedir). Ahıska ve çevresinin bu kısa tarihçesinden de anlaşılacağı gibi bölge, bugün elinde bulunduğu Gürcü veya Ermeni yurdu değildir. Bilinen en eski tarihinden beri Türk yurdudur. Tarih kaynakları da bunu doğrulamaktadır. Yukarıda adları yazılı eski sancaklar/kazaların halkı hâlâ aynı anadili Türkçeyi konuşuyor, aynı gelenekleri yaşıyor. Bunlar bugün sun'i sınırlarla ayrılmış olsalar da, aynı bedenin parçalarıdır. Ama ne yazık ki, bu tarihî gerçekler, okul kitaplarımızda yer almadığından, kendi insanlarımızca da unutulmuştur! Ruslar, Kafkasya'nın önemini bizden daha iyi kavramış olmalılar ki, yüzyıllar boyunca bu bölgeden elini çekmemiş, sayısız savaşları göze almışlardır. Hem de mağlûbiyetlerden yılmadan... Kafkasya’daki insan topluluklarının çeşitlilik arz etmesi, Rusların işini kolaylaştırmıştır denilebilir. Bu bölgede kırk çeşit dil konuşulduğu söylenir. Bu durum, bölgede siyasî birlik kurmanın ne kadar zor olduğunu gösterir. Bu fırsatları iyi değerlendiren Ruslar, X. asırdan itibaren Kafkasya'yı ele geçirme mücadelelerine devam etmişlerdir. Kafkasya ve Karadeniz kuzeyindeki Türk devletlerinin zevalinde hemen ortaya çıkıvermişlerdir. Hatta birtakım iç karışıklıklar çıkararak, bu zevali hazırlamışlardır da denilebilir. Rusların, 1993-94'teki Tacikistan, Gürcistan ve Azerbaycan siyaseti göz önüne alınırsa, bu tesbitin ne kadar yerinde olduğu anlaşılır. Mühim olan, tarihin tekerrüründen ibret almaktır. Zaten ibret alınsaydı, birçok acılar tekrar tekrar yaşanmazdı. Ruslar için Kafkasya, Orta Asya ve Uzak Doğudaki sömürgelerden daha önemliydi. Onlara göre dağların zirvesinde bayraklarının dalgalanması, bir üstünlük sembolü ve büyük devlet olmanın belirtisiydi. Bize göre ise bu bir Türkiye kompleksinden başka bir şey değildir. Bu da halkımızın hafızasından silinmeyen tarihî Rus kinini haklı çıkarmaktadır. Öyle ki Ruslardaki bu aşağılık duygusu, Çarlık devrinden Sovyet devrine de sirayet etmiştir. Sovyet ideolojisinde "Azınlıklar, dünyanın en büyük ülkesinde köle olarak yaşamaktan gurur duymalıdırlar!" şeklinde ifade edilen anlayış bunun ürünü olsa gerek. 1800'lü yılların başlarında Avaristan, Bakü, Kuba, Derbend, Karabağ Hanlıkları Rusların eline geçti. Sıcak denizlere inmek, Rusların tarihî ülküsüdür. Bunun için de hedef Osmanlı toprakları idi. Osmanlı ülkesine giden yol, Ahıska’dan geçiyordu. Bu bakımdan Ahıska, çok önemli bir stratejik noktada bulunuyordu. Hakikaten Ahıska'nın Rusların eline geçmesinden sonra Şâir Gülalî’nin şöyle âh etmesi çok mânalıdır: Ahıska gül idi gitti Bir ehli dil idi gitti Söyleyin Sultan Mahmut'a İstanbul kilidi gitti. http://ahiskalilar.org/ahiska/