Tüm Bilgi Paylaşımlarım

Kafkas Jeopolitiği İçerisinde Ahiska‘nın Geleceği

  Kafkas Jeopolitiği İçerisinde Ahiska‘nın Geleceği  (*)  Radikal Blogdaki Denemelerimden 31 Ocak 2011, 15:00   Jeopolitik siyasi coğrafyadan doğan bir bilim dalıdır. Bu bilim Siyasi Coğrafya'nın devletlere sağladığı avantaj ve dezavantajları inceler. Jeopolitik için üzerinde uzlaşılmış bir kısa tanım yoktur. Jeopolitik, devletlerin coğrafi özellikleriyle siyasetleri arasındaki ilişkileri inceleyen bilim dalıdır denilebilir. Kavramın isim babası İsveçli Rudolf Kjellen (1864-1922)'dir. Jeo ve Politik sözcükleri ayrıştırıldığında Jeopolitik sözcüğü yer-siyaseti anlamını akla getirir. K. Haushofer jeopolitiği içinde yaşadığı coğrafi bölgenin ve tarihî gelişmelerin etkisi altında değişen siyasal hayat şekli olan devletin, üzerinde yaşadığı yer ile ilişkisi olarak tanımlar. Jeopolitik bilimi, Coğrafyacı ve Siyasi Coğrafyacıların öncülüğünde ortaya çıkmış ve onların çalışmalarıyla kurumsallaşmıştır. Öte yandan Siyaset Bilimciler de bu bilimin gelişmesini sağlamışlardır. Askeri stratejistler için de, jeopolitik önemli bir rehberdir. Dünyanın dört bir yanındaki karar alıcılar 20. Yüzyıl'ın başından itibaren jeopolitikten yararlanmıştır. Jeopolitik'i belirleyen siyasi coğrafyadır. Siyasi coğrafya; yeryüzü şekilleri, demografya, sosyo-kültürel ve ekonomik durum, siyasi sınırlar gibi unsurlardan beslenir. Siyasi coğrafya'yı ilgilendiren doğal etkenler içerisinde siyasi coğrafyayı birinci derecede etkileyen unsurlar, coğrafi mevki, saha, yer şekilleri, iklim özellikleri, sulardır. Türkiye Cumhuriyetinin jeostratejik ufku ve stratejik ilgi alanları; Balkanlar, Orta Doğu, Kafkasya ve Orta Asya’dır (İlhan 2006: 171). Mütercimler’e (2006: 356) göre ise Türk jeopolitiği şu iki alanı kapsar: İlki, Türkiye’de ve Türkiye dışındaki bütün Türklerin yaşadıkları coğrafyalar, ikincisi de, Türkiye ve Türk Dünyasının jeopolitik ufku ve politik ilgi alanlarıdır. Kafkasya bu alanların başında gelen yerlerden biridir.    Her Devletin kendine özgü vizyonu  vardır ve hükümetler değişse bile bu vizyon değişik strateji ve taktiklerle devam etmek zorundadır. Bir devletin vizyonu;  devletin benimsediği politikaya ve stratejiye  uygun olarak saptamış olduğu hedeflere   gelecekteki değişen koşullarıda dikkate alarak  her türlü olanak ve araçları bilimsel olarak   kullanmak suretiyle ulaşmak  şeklinde  tanımlamak mümkündür (Mütercimler 2006: 38).Bu bağlamda; Türkiye’nin birçok ulusal ve uluslararası sorunu çözüm beklemektedir. Ancak dış aktörlr ve yerli iişbirlikçileri Türk milletini içinden çıkılmaz yapay gündemlerle oyalamakta, ülkenin sorunlarının çözümü sürekli ertelenmektedir. Ülke, genellikle iç ve dış gelişmelerde kural koyucu ve  yönlendirici değil,  dayatılan koşullara uyum sağlamak zorunda kalan, gelişmeleri  izleyen bir görünüm arz etmektedir (Çınar 2006). Bu koşullarda Türkiye, Avrupa Birliği tarafından Balkanlardan, Rusya tarafından Orta Asya ve Kafkaslardan, ABD tarafından da Orta Doğu’dan dışlanmaya çalışılmaktadır (İlhan 2006: 173). Bu genel duruma karşın Türkiye’nin jeopolitik hesaplarında  tarih ırmağında ve mecrasında ters kürekler çekmekte olduğu dikkat çekmektedir. Türk jeopolitiği,Dünya ya  hakim güçlerin  kritik  noktasıdır .   yeni Dünya düzeni ve bu düzenin  planları bu coğrafya üzerinde uygulamaya konmuş ve adım adım uygulanmaktadır. Örneğin   Kıbrıs, Batı Trakya,Balkanlar ve kafkasya    ve diğer enerji hinderlandıları bu coğrafyaya dahildir. Bu bölgelerdeki  jeopolitik hatalar Türkiye 'ye ve Bölgede yaşayan Türklere  çok büyük bedellere mal olabilecektir.  Türkiye’nin Kıbrıs gibi Kafkasya’da da (örneğin Acaristan, Kars Antlaşması, madde 6) garantörlüğü bulunmaktadır. Kafkasya 'nın Jeopolitik konumu Doğal sınırlarını batısında Karadeniz, doğusunda ise Hazar Denizi oluşturur. Kafkas Dağları Taman Yarımadası'ndan başlayıp, güneydoğu istikametinde uzanarak Abşeron Yarımadası'na ulaşır. Uzunluğu 1440 kilometreden fazladır. Genişliği ise 50 ile 225 km arasında değişir. Genellikle iki veya üç sıra halinde uzanır. Bu sarp dağlar batıdan doğuya doğru üç ana kısımdan meydana gelir. Birinci kısım Taman Yarımadası'ndan Kuban Nehri'nin kaynaklarına kadar uzanır. Pseha Vadisi'ne kadar yükseklik 1000 metrenin altındadır. Daha doğuya doğru ise 1500 metrenin altına düşmez. Orta Kafkasya ise Kuban Vadisi'nden Daryal Geçidi'ne kadar uzanır. Dağların en sarp ve yüksek kesimi buradadır. Aynı zamanda dağlar en fazla genişliğe de burada ulaşırlar. Yüksekliği 5642 metre olan Elbruz ve yine yüksekliği 5047 metre Kazbek burada yer alır. Burada da büyük kitlelerin hareketine elverişli geçit yoktur. Böylece Batı ve Orta Kafkaslar sarp, son derece engebeli ve geçit vermeyen özellikleri nedeniyle Rusya'ya karşı direnen Kafkasyalıların son sığınaklarını teşkil etmiştir. Doğu Kafkaslar ise, Daryal Geçidi'nden Apseron Yarımadası'na kadar uzanır. Burada dağlar alçalır ve yayvanlaşırlar. Daha çok yüksek platolar hakim manzarayı teşkil eder. Hazar Denizi'ne doğru ise bu platolar da kademeli olarak alçalmak suretiyle yok olurlar. Bu bölgenin merkezinde doğu-batı istikametinde uzunluğu 180 km genişliği ise 106 km olan Dağıstan Platosu yer alır. Bu bölgenin batısı daha yüksek ve engebeli olduğu için oraya nüfuz edilmesi de zordur. Ancak Hazar Denizi'ne doğru arazi yapısı daha yeknesak bir hal alır ve içine girilmesi daha kolaydır. İşte bu nedenle Doğu Kafkasya'da Rusya'ya karşı mukavemet daha çok Çeçen İnguşlar'ın ve Avarların yaşadıkları Daryal Geçidi'ne doğru olan kesimde daha şiddetli olmuştur. Kafkasya'nın akarsuları genellikle kaynaklarını Kafkas dağlarının kar ve buzlarla örtülü tepelerinden alırlar. Derin vadiler oyarak dağlardan indikten sonra kaynaklarını zaten bu dağlardan alan Kuban, Terek, Sulak ve Kura nehirlerine kavuşurlar. Doğu Kafkasya'nın kuzeyi Terek ve Sulak nehirlerine rağmen bir bozkırdır. Bu bozkır ile dağlık Dağıstan arasındaki sınır aşağı yukarı Mahaçkale-Hasavyurt arasında uzanan çizgidir. Bu çizginin kuzeyindeki bozkırda ve Hazar Denizi kıyılarında Kumuklar otururlar. Buna karşılık dağlık bölgede Kafkasyalı yerli kabileler yasarlar.Kafkasya, Karadeniz ile Hazar denizi arasında yer alır. Hazar ve Baku petrollerine yakın bir coğrafyadır. Dünya enerji kaynaklarının yarıdan çoğunun bulunduğu Avrasya’nın önemli bir geçidi ve kapısıdır. Tarihte orduların doğudan batıya, batıdan doğuya geçtikleri bir geçit olma özelliği taşır. Kuzeyde Dağıstan, Çeçenya, Kalmukya, İnguşetya, Abhazya, Osetya ve Güneyde Gürcistan, Azerbaycan, Ermenistan ve Türkiye’nin kuzeydoğusu bu alan içindedir. Kafkaslar tıpkı Balkanlar gibi her anlamda karışık bir bölgedir. Bölgede onlarca etnik grup olsa da bunlar Türk jeokültürüne ait halklardır. Ağırlıklı olarak Müslümandırlar. Türkiye’de Kafkaslardan göç etmek zorunda kalmış birçok toplum yaşar ve bölgeyle bir şekilde bağları vardır. Bölge kadim zamanlardan beri Türk topraklarıdır. Anadolu'nun Doğusu'nun ve Türkiye'nin güvenliği, Güney Kafkasya'daki gelişimler ile de çok yakından ilgilidir. Çünkü, coğrafi yapısı nedeni ile Anadolu'nun Doğusu ile Güney Kafkasya bir bütündür; coğrafi yapısı ve karakteristikleri nedeni ile Güney Kafkasya'yı Anadolu'nun Doğusu'ndan soyutlamak ise mümkün değildir. Güney Kafkasya, Anadolu'nun Doğusu istikametinde kuzeyden ve doğudan gelişebilecek jeostratejik açılımları engelleyen bir coğrafi blok, Türkiye'nin Avrasya açılımları için ise bir jeostratejik atlama taşıdır. Bu nedenle de Türkiye'nin Güney Kafkasya'daki gelişimleri etkilemesi, bunu yapabilmek için ise bölgede aktif rol oynaması gerekmektedir (Eslen 2006).      Kafkaslar Türkiye’nin ulusal ilgi ve çıkarlarının olduğu bir yerdir. Ulusal çıkarlar; bir vatanın sınırları içinde yaşayan toplumun can ve mal güvenliği ve vicdan özgürlüğü içinde yaşaması için uygun gördüğü nicel ve nitel (maddi ve manevi) değerlerin tümünü ifade eder (Mütercimler 2006: 383). Ulusal çıkarları korumak sınırlar ötesindeki gelişmeleri de izlemeyi, hatta gelişmelere müdahale etmeyi gerektirir.    Bu coğrafya, Türkiye için evin ön bahçesi hatta avlusudur. Geçmişin iddialı bir gücü ve geleceğin dikkate alınması gereken aktörü olarak Türkiye’nin Kafkas politikasını sürekli olarak  bölgede değişen koşullara göre revize etmesi kaçınılmazdır.  Türkiyenin bu bölgeyle ilgili olarak tarihsel, hukuksal ve insani görevleri vardır. İstesede  bu bölgeye  ilgisiz kalamaz.Tıpkı Musul ve Kerkük gibi. Tarihi mirası, Türkiye’nin kendi sınırları ötesinde de her an müdahil olması gereken de facto durumlar yaratabilir (Davutoğlu 2004: 41). Tarihin daha iyi bilinen dönemlerinde bölgeye genel olarak Türkler (Hazarlar, Selçuklular, Safevîier, Osmanlı) biçim vermiş, 1800’lerden itibaren Rusya ve İran etkisini giderek artıran güçler olmuştur. Birinci Paylaşım Savaşı sonunda İngiltere bölgede karışıklık çıkarmış ve Batıya bağlı Gürcistan, Ermenistan ve Azerbaycan oluşturma projesini uygulamıştır. “Kafkas seddi” olarak bilinen bu proje 1920’lerde Türkiye ve Sovyet Rusya’nın ortak hareketiyle bozulmuş, Batı kaybetmiştir. Günümüzde İngiltere’nin yerini alan ABD, bölgede müttefik arayışında ciddi çalışmalar içindedir. Tarihte Batı, bölgeye giremediği zamanlarda da Türk-Rus savaşlarını provoke etmiş, Hem Rusya hem de Türkiye kaybetmiştir. Şimdilerde Rusya’nın söz sahibi olduğu bölgeyi Türkiye ve İran yakından “izler” haldedir. Küreselleşme rüzgârını arkasına alan ABD ile Rusya bölgede nüfuz çatışması içindedirler. ABD, Kafkasya’yı “yaşamsal çıkarlarının bulunduğu bölge”, Nato ise “stratejik bölge” ilan etmiştir (Erdurmaz 2005: 18). İsrail’in de bölgeyle yakından ilgilendiği dikkat çekmektedir (Tanrıbakan 2006: 55-61).   Bölgede hem Rus ve İran hem de Atlantik desteğiyle Ermenistan keyfi davranışlar içersindedir.Hatta Ermmenistan  o kadar ileri gitmiştirki Türkiye’den toprak taleplerini dile getirmektedir. Irkçı politikalar izleyerek topraklarından bütün Türk kökenli halkları uzaklaştırmış ve Tarihî Türk toprakları olmasına karşın yaptığı etnik temizlikle Ermenistan’da tek Türk kalmamıştır.    Gürcistan ile de yakın ilişkiler kurulmuştur. Bunun sonucunda Bakü-Tiflis-Ceyhan petrol boru hattı buradan geçmiştir. Bakü-Tiflis-Kars demiryolunun yapımı sürmekte ve gelecekte siyasi, ekonomik ve kültürel ilişkilerin daha yakın olması beklenmektedir.  Ahıskalının Mevcut Durumu    Ahıska, Ardahan ili ile sınır olan Gürcistan’a bağlı yerleşim birimidir. Binlerce yıl Kıpçak/Kuman soylu insanların yaşadıkları bu topraklarda (Kırzıoğlu 1992) artık onlar yok. Sürgündeler ve dünyanın dört bir yanına dağıtılmış durumdadırlar. Nüfusu yarım milyonu geçen bu halkı ve sorunlarını insan hakları ve demokrasi örgütleri nedense görmemekte ve duymamaktadır.  Ahıska Türklerinin 15 Kasım 1944 sabahı ıbaşlayan sürgünü, 2010 yılının sonunayaklaştığımız şu günlerde 66 yılınıdoldurmuş bulunmaktadır.İlk sürgün yerleri olan Kazakistan, Kırgızistanve Özbekistan’da yaşayan Ahıska Türklerininbir kısmı, Stalin’in ölümünden sonra, memleketedönüş ümidiyle Azerbaycan’a gelmişlerdi.Stalin kurbanı diğer sürgün topluluklar vatanlarına döndükleri halde bütün gayretlere rağmenAhıskalılar vatanlarına dönemediler. Bunun   yegâne sorumlusu Gürcistan’dır.Sovyetler Birliği’nin dağılmasından sonraAhıska Türklerinin vatansızlığına bir de devletsizlik eklenmiş, yeni sürgün ve yeni ıstıraplarlakarşı karşıya gelmişlerdir. Fergana Faciası olarakandıkları 1989-Özbekistan olaylarından sonra Rusya, Ukrayna ve Türkiye’ye göçler olmuşve nihayet ABD de buna eklenmiştir. Gürcistan Hükûmeti, 1999 yılında Avrupa Konseyi’ne yaptığı üyelik müracaatıyla başlayan süreç dâhilinde nihayet 2007 yılında AhıskaTürklerinin vatana dönüşüyle ilgili bir kanun çıkarmıştır. 2008-2009 yıllarında müracaatları kabuletmiş, 2010 yılı içinde bu müracaatları değerlendireceğini,nihayet 2011 yılında da dönüşmüracaatı kabul edilenlerin Gürcistan’a gelişininbaşlayacağını bildirmiştir. 2010 yılının sonuna yaklaştığımız şu günlerdeGürcistan makamlarının söz konusu dönüşmüracaatlarıyla ilgili olarak ne gibi ilerlemelerkaydettiğinin bilmiyoruz. Yalnız Gürcüyönetiminin Ahıska Türklerinin dönüşüne sıcakbakmadığının işareti sayılabilecek birçokvak’ayı biliyoruz. Gürcü yetkililerin, ikili görüşmelerde,“Vatan kapısı açık, isteyen istediği zamandönebilir ve kendi imkânlarıyla yerleşebilir.”şeklindeki beyanlarına inanan bazı Ahıskalılar,Azerbaycan’dan gelip burada mülk satın almışlardır.Fakat Ahıska’ya gelen 30-40 aile adetageldiğine pişman edilmiş, bazıları geri gitmiştir.Bu gibi hadiselerinsürgünde yaşayan Ahıskalılarüzerinde nasıl bir etki yapacağı her aklıselimintahmin edeceği bir keyfiyettir. I. Posof ve Türkgözü kapısı Ardahan’ın Ahıska sınırındaki ilçesi Posof’tagünden güne nüfus azalmaktadır. Bir zamanlar 30.000 nüfusu barındıran bu ilçede, bugünköylerle birlikte 9.000 nüfus mevcuttur. 49 köydâhil sadece altı ilköğretim okulu olan Posof’tabu okullardan birinin daha kapanacağı söylenmektedir.Posof, Türkiye’nin Kafkasya’ya açılan çok önemli bir stratejik noktasıdır. Tarihte çokönemli stratejik konuma sahip olduğunu anlayanRusların, 1800’lü yılların başında bu hususukavradıkları ve 1828’de bütün kuvvetlerini burayatevcih ederek Ahıska’yı aldıklarını görüyoruz.Sonraki savaş ve antlaşmalarda ısrarla burayıtutmaları da manidardır. Devletimiz, nüfusun burada kalması hatta artması için tedbir almalıdır.Osmanlı Devleti’nin serhatlardaki ahaliyeuyguladığı özel rejim hatırlanmalıdır. Sınırınbu tarafı ne kadar kuvvetli olursa Ahıska tarafınao nispette etki edecektir. Ahıskalıların vatanadöndüğü günleri ve sonrasını bu penceredengörmeliyiz.Türkgözü Kapısı, tamamen metruk hâldedir.Yarım kapasitede bile çalışmamakta, bazen de faaliyet tamamen durmaktadır. Yolun Türkiye kısmı muntazam olmasına rağmen Gürcistan tarafındaki ilk beş kilometresi adeta patika hâlindedir. II. Ahıska Bölgesi Serbest mülk satışına izin verilmemektedir: Gürcistan, yerli Türk ahalinin dönmesi hususundaaçıktan söylemese de gönüllü olmadığıöteden beri bilinmekteydi. Bu ülkenin Türkiyeile olan iyi ilişkileri çerçevesinde konuyaiyi niyetle yaklaştığı kanaati mevcuttu. Gerçekten de kanun süreci başlamadan Ahıska’ya gelipkendi imkânlarıyla mülk alıp yerleşenlere bir şey demiyordu, zira kanunları da buna müsaittir.Fakat son zamanlarda bir Ahıskalının ev almasıimkânsız hâle getirilmiştir. Öyle ki ölen kocanınevinin tapusu, karısına verilmemektedir. Gürcistan, Türklerin Ermeni hassasiyetini istismaretmekte, yalan söylemektedir. Hâlbuki yaşlı Ahıskalılar, sürgünden önce, Ermenilerle ilişkileriningayet iyi olduğunu söylemektedirler. BugünAhıska’da yaşayan Ermeniler, mülkünü satarakburadan gitmek isterken, Gürcüler, mülkün Türklerin eline geçmesini istememektedirler.Gürcistan, Ahıskalıların dönüşüne ve sivil toplum faaliyetine müsaade etmemektedir:2010 yılının ilk günü yaşanan bir hadise ve buna benzer uygulamaların devam etmesiyleGürcistan’ın iyi niyetli olmadığı anlaşılmıştır.Şöyle ki: Buraya gelenlere vatandaşlık verilmemekte,gelenler geldikleri ülkenin (Azerbaycan)pasaportunu taşımaktadırlar. Hâl böyle olunca belirli zaman sonra Gürcistan’dan çıkışyapıp geri dönmeleri gerekiyor. En yakın ülkeolan Türkiye’ye gelenler geri dönerken sınırdaniçeri alınmamaktadır. Aile fertleri Ahıska’dabulunan zavallı insanlar, bu ülkeyi terk ederek geldikleri ülkeye (Azerbaycan’a) taşınmakzorunda kalmıştır. 1 Ocak 2010’da Posof’a gelipaynı akşam Ahıska’ya dönmek isteyen HasanbayMüseddinov ve oğlu, Türkgözü kapısındangeri çevrilmiş, bir daha da içeri alınmamıştır. Konu tarafımızdan başta Dışişleri Bakanlığı olmaküzere ilgili makamlara bildirilmiş, fakat tatminedici bir sonuç alınamamıştır. Aynı günlerdeAzerbaycan’dan Ahıska’ya gelen iki aileninkamyonu sınırda alıkonulmuş, iki ay bekletildikten sonra uydurma bahanelerle geri gönderilmiştir.Ahıska’da yaşayan Abamüslim Arifov’unoğlu Yaşar, bir yıl Posof’ta YİBO’da okumuş, ertesisene Türkiye’de okumasına müsaade edilmemiştir. Posof’ta çalışan ağabeyi Davut daAhıska’ya sokulmamıştır. Davut, Nahcıvan üzerinden Azerbaycan’a gitmek zorunda kalmıştır.Gürcistan, Ahıskalıların kimlik değiştirmesini istemektedir: Gürcistan’da Ahıska Türkleriadına faaliyet gösteren üç dernek bulunmaktadır. Bunlar: i. Halil Gozalishvili Derneği(Xısna), başkanı Sandro Hozrevanidze’dir.Bu dernek, Gürcü makamlarının teşvik ve desteğiile Ahıska Türklerinin Gürcü kökenli olduğunuve vatana da Gürcü olarak dönmeleri yolunda faaliyet göstermektedir. Mevcut kanunun,Gürcü kimliği kabul edenlere giriş izni vereceğiaçıkça söylenmektedir. Xısna, halk tarafındankabul görmemektedir. Daha önce Gürcüolduğunu kabul ederek bu ülkeye gelen İsa Eşrefov’un daha sonra Gürcistan’ı terk ederekNalçik’e gittiği de bilinmektedir. ii. Vatan Cemiyeti,Azerbaycan’daki Vatan Cemiyetine bağlıdır.Bu derneğin faaliyeti de halka güven vermemektedir. iii. Dünya Ahıska Türkleri Birliği’netabi olan Vatan Cemiyeti ise Gürcü makamları tarafından baskı altında tutulmakta, faaliyetineimkân verilmemektedir. Türkiye’den gelenlerinziyaretine dahi müsaade edilmemektedir. Dernekmensupları, ziyaretçileriyle ancak dernek lokali dışında bir yerde görüşebilmektedirler.Ahıska’ya gelenler üzerinde gizli polisbaskısı var; adeta nefes aldırmıyor ve yıldırıyor. Posof’ta yaşayan ve bölgeye sıksık giden TV Muhabiri Gazeteci Halil İbrahim Ataman’ın mesajı şöyledir: “Ahıska’ya dönenAhıska Türkleri öyle takip ediliyor ki internetsitelerinde dahi onlarla ilgili çıkan haberleriGürcü KGB’si aleyhte delil olarak kullanıyor. Hatta öyle ki Bizim Ahıska dergisi ve benimhaber sitem olan www.posofhaber.com’da haberlerin çıktısını alarak derneğe getiripçıkan“Bunlar ne?” diye sorgulamışlar. Özetolarak Ahıska’ya gelen Ahıska Türklerini gerigöndermek için her türlü baskı yapılıyor.”Ahıska’ya gelmiş olan Müslüman ahalinin mezarlık talebi kabul edilmemektedir. Hristiyan mezarlığının bir tarafı verilmiş olup burasıda günden güne onların mezarlığının içinde kalacaktır.Halk tedirgindir. Gürcü makamları Ahıska Türklerinin çocuklarına eğitim imkânı vermemektedir. Gürcistan genelinde (Tiflis, Özürget, Kutayıs, Batum-Kobulet dâhil) 1500 kişiye yakın Ahıskalı nüfusu bulunmaktadır. Gürcistan, bu ailelerin çocuklarının Türkiye’de okumasına müsaade etmemektedir. Ahıskalılarda oluşan kanaat şudur: “Gürcistan bizim buraya gelmemizi istemiyor; Avrupa Konseyi sürecinde 2011 yılında vatana dönecek olanları Ahıska’ya değil, Gürcistan’ın Hristiyan ahalisinin yaşadığı yerlere iskân edecekler.” Bu mesele en kısa zamanda açıklığa kavuşturulmalıdır. Türkiye’deki Gürcü lobisi başta TRT olmak üzere medya organlarından azami derecede yararlanmakta; Ahıska ve Acara Müslümanlarına yapılan baskıları bir cümleyle dahi anmamaktadır. Bu durum Türkiye kamuoyunda bilgi kirliliğine sebep olmaktadır. Ne yapılabilir? Ahıska Türkleri meselesi resmî ve bilimsel bir zeminde Gürcü tarafıyla açıkça konuşulmalıdır. En kısa zamanda bir parlamento heyeti bölgede incelemeler yapmalıdır. Türkiye’nin dostluğuna vurgu yapılarak endişeye gerek olmadığı teziyle yıllardır acı çeken bu halkın ıstırabına artık son verilmesi gerektiği dile getirilmelidir. Ahıska’da 1749 yılında Vali Ahıskalı Hacı Ahmet Paşa tarafından inşa ettirilen meşhur Ahmediye Camii sahipsiz ve perişan bir hâldedir. Türkiye sınırları içinde Erzurum ve Artvin’deki kiliseler de Ahmet Paşanın ecdadının Hristiyanlık çağındaki eserleridir. Gürcistan bu yapılara sahip çıkarak restore ettirmek istemektedir! Kültür Bakanlığı ile Hacettepe Üniversitesi Sanat Tarihi Bölümünden bazı görevlilerin, hiçbir belgeye dayanmaksızın bu Hristiyanlık dönemi yapılarını Gürcü eseri olarak tescil etmeleri, hatta coğrafya adlarını Gürcü imlâsına göre kullanmaları anlaşılır değildir. Ahmediye Camii ile medresesi, en kısa zamanda restore ettirilmeli hatta oraya bir din görevlisi gönderilmelidir. Bu din görevlisi vatana dönen Ahıskalılarla da ilgilenmelidir. Halen Ahıska’da İslâmî ibadet, Acaralı bir imamın tutuğu köhne bir evde yapılmaktadır. 1937’de kurşuna dizilen ünlü yazar Ömer Faik Numanzade’nin Ahıska’nın Azgur kasabasında; yine aynı yıl tutuklanarak kaybedilen ünlü Âşık Mehmed Sefilî’nin Pulate köyündeki evi tespit edilerek müze hâline getirilmelidir. Bunun için her iki şahsın yaşayan yakınlarıyla temas kurulmalıdır. Bu akrabaların, âcilen adı geçen köylere iskânı sağlanmalıdır. Mensubiyet şuurunun geliştirilmesi, millî ve manevî değerlerin kazanılması ve uyanık tutulması için bilgilendirmenin şart olduğu öteden beri bilinen bir keyfiyettir. Bunun için de neşriyat ihtiyacı acilen giderilmeli, hatta popüler mahiyette dinî ve millî muhtevalı küçük kitaplar hazırlanmalıdır. Elden geldiğince ulaştırılan dergimizin daha çok insana ulaştırılması sağlanmalıdır. Bu hususta vaki olan yazılı müracaatımız, zamanın Devlet Bakanı Sayın M. Said Yazıcıoğlu’nun hüsnükabulüne rağmen TİKA tarafından akamete uğratılmıştır. Bu hususun behemehâl yeniden değerlendirilmesi zarurîdir. Ahıska Türklerinin vatana dönüşüyle ilgili çaba ve mücadelelerin Avrupa Konseyi kayıtlarına geçmesinden sonraki döneminde bilhassa 2004 yılından beri ciddî bir faaliyet yürüttüğümüzü söyleyebiliriz. Strassburg’da Avrupa Konseyi yetkilileriyle görüşmeler ile Ankara ve İstanbul’da düzenlenen konferanslarda konu en yüksek seviyede ortaya getirilmiştir. Bu sayımızda okuyacağınız gibi AGİT toplantılarında konunun başka bir uluslararası plâtformda dile getirilmesi de bu cümledendir. Şimdi bütün merakımız, Gürcü makamlarının sözünde durup 2011 yılında vatan kapılarını şerefli bir şekilde açıp açmayacağıdır. Ana yurtlarına dönmelerine 1944’ten 2007’ye kadar izin verilmeyen bu insanlar adeta ortada kalmışlardır. Eski Sovyetler Birliği’nin 13 Cumhuriyetinin 264 farklı bölgesinde ikamete zorlanmışlardır. Uluslararası Ahıska Türk Dernekleri Federasyonu (AHDEF) Genel Başkanı Yunus Zeyrek; “Meselenin tarafları bellidir: Bölgeyi 1828 yılında ana parçadan koparan Ruslardır. Bu insanları 1944 yılında yurdundan süren Sovyet Rus rejimidir. Sürgün insanları yurduna bırakmayan da Gürcistan yönetimidir” demektedir (Zeyrek 2004). Bu saptamaya, Ahıskalıların haklarını uluslararası alanda savunma görevinin de öncelikle Türkiye’ye düştüğünü eklemek gerek.   Ahıskalılar, tarihimizde 93 harbi olarak bilinen Osmanlı-Rus savaşları sırasında çok sıkıntılar çekmiş, Türkiye’ye geçebilenlerin bir kısmı Ardahan, Artvin, Ağrı, Muş, Hatay, Bursa, Çorum gibi yurdun değişik yerlerinde iskân edilmiştir. Osmanlı-Rus savaşı döneminde 120 bin kişi göç etmek zorunda kalmıştır (Gökdemir 1998: 10) Malatya’nın Doğanşehir ilçesini de Ahıska (genellikle Posof ve Şavşat) muhacirleri kurmuşlardır. Ahıska kökenliler şimdilerde yoğun olarak Artvin, Ardahan, Ağrı, Muş, Hatay ve Bursa’nın İnegöl ilçesinde yaşamaktadırlar. Sınırın ötesinde kalanlar Gürcistan’ın bağımsızlığıyla birlikte Gürcistan vatandaşı olmuşlardır. 1944’e kadar bir şekilde süren yaşamları bu yıldan itibaren değişmiş 1944 yılından beri vatansız bırakılmış büyük Sovyet coğrafyası içinde defalarca sürgüne gönderilmiş, katliamlara uğramışlardır. Ahıskalı bir kadının deyişiyle “sahapsız kalmış”lardır. Kafkaslarda yıllarca süren baskı, birçok Kafkaslı toplumu Türkiye’ye göçe zorlamıştır. Gürcistan Devlet Bakanı Giorgi Haindrava’nın verdiği bilgiye göre Çarlık Rusyası 1880’lerde 80 bini Abhaz olmak üzere Gürcistan’dan Türkiye’ye 400 bin insan sürmüştür (Kanbolat 2006). Çerkez, Çeçen, Gürcü, Abhaz, Osset, Avar, Azeri, Karapapak (Terekeme) ve Ahıska Kıpçakları bunlar arasındadır. Bu yazının konusu olan Ahıska’nın yoğun göç etmelerine (120 bin), katliamlara (Ahilkelek'te 80 bin civarında) ve bölgeye Ermenileri yerleştirme politikasına rağmen 1917 yılı tarım istatistiğine göre (Ahıska ve Ahılkelek A Bölgesi) nüfus dağılımı şöyledir  (Gökdemir 1998: 105): Müslüman 66.480 Ermeni 29.510 Gürcü 10.380 Yahudi 3.283 Rus 205 Rum 100 Türkiye Kars Antlaşması gereği Gürcistan’ın Acaristan (Acara) özerk bölgesinin garantörüdür. Bir milyon civarında Müslüman bu bölgede yaşar ve garantörlüğün gerekçesi de bu Müslümanların haklarının güvence altında tutulmasıdır. Yine Gürcistan’da nüfusun en az % 6,5’unu Karapapaklar (Terekemeler) oluşturmaktadır. Gürcistan Acara’da yaşayan Müslümanlara yönelik Kartvelleştirme (Gürcüleştirme) ve Hıristiyanlaştırma çalışmalarını hızlandırarak sürdürmektedir. Müslüman köylerde kilise açma çalışmaları yürütülmektedir. Çürüksu’da 18.7.2006’da 300 genç vaftiz edilerek Hıristiyanlaştırıldı. Maçahel bölgesinde üç köyün topluca Hıristiyan dinine geçmesi törenine Gürcistan başbakanı da katıldı.  Müslümanlar ekonomik ve siyasi baskılar sonucu din değiştirmeye zorlanmaktadırlar.   Gürcistan Parlamentosunun çıkardığı dönüş yasasından Ahıska (Cavaheti) Ermenileri oldukça rahatsız olmuş görünmektedirler. Rahatsızlıklarının bir kısmı da bölgeye yakın bir başka yer olan Borçalı (Merneuli) da 400 bin kadar Karapapak’ın yaşamasıdır. Ermeniler iki yandan kuşatılacaklarını ve özerklik talepleri konusunda rahat olamayacakları düşüncesindedirler. Ahıskalıların dönüşü Karadeniz’e ulaşma hedefi olan Ermeni yüksek stratejisine de ters düşmektedir. Aslanlı’nın (2006) aktardığı bilgiye göre Sovyetler Birliği'nin dağılma döneminde toplanan Ermeni Ulusal Kongresi, genişleme projesi çerçevesinde Azerbaycan'a ve Gürcistan'a karşı toprak iddialarının ortaya konmasını görüşmüştür. Toplantıda, öncelikle Azerbaycan topraklarının bir kısmının Ermenistan'a birleştirilmesi, daha sonra Gürcistan'a yönelik çalışmalara yoğunluk verilmesi doğrultusunda karar alınmıştır. Buna gerekçe olarak da, ilk önce Gürcistan'a yüklenilirse, hedefe ulaşılmış olsa bile, daha homojen olan Azerbaycan'a yönelik ikinci hamlenin başarıya ulaşma ihtimalinin düşük olacağı görüşü ortaya konmuştur. Bu nedenle de "ilk önce Azerbaycan topraklarının bir kısmı Ermenistan'a birleştirilecek (önce işgal, sonra hukuki boyut kazandırma yolu ile), daha sonra ise, bu süreçte diğer etnik sorunlarla boğuşmaktan yorgun düşmüş olan Gürcistan'a yüklenilecekti. (Nitekim, Abhazya sorunu sırasında Gürcistan ordusuna karşı Abhazya'nın bağımsızlığı için mücadele eden en önemli birliklerden birisinin Ermeni birliği olduğu unutulmamalıdır) Fakat yine de “altyapı” çalışmalarından geri kalınmamış, bu doğrultudaki çalışmaları organize etmek üzere 25 Şubat 1988'de "Cevah" isimli bir örgüt oluşturulmuştur. Sonuç : Rusya 1828’den itibaren Kafkasya’yı işgal etmiştir. Bölgede tarihin eski zamanlarından beri süren Türk ve Müslüman varlığı Rusya’ya karşı her zaman aktif ya da pasif direniş biçiminde sürmüştür. Türkiye Kafkasya ile ilgilenmeli ancak bağlaşık bulunduğu Atlantik bloğunun “meri kekliği” rolünü oynamamalıdır. Aynı şekilde Rusya’nın emperyalist politikasından uzak tutulması gerekir. İki yüzyıldır başta Çerkez ve Çeçenlere olmak üzere Kafkas halklarına yaptığı zulme artık son vermelidir. Bölge bağımsız olabilmelidir. Genel olarak yüzlerce yıl bir arada yaşamış ve bir arada yaşama kültürü olan bu halklar bağımsız yaşamayı hak etmektedirler.   Türkiye Ahıska’nın en azından alt yapısına yardım edebilir. Bunun bölgeye yönelik bir yardım olacağından Ermeniler de yararlanacaklardır. Bu iyi niyetin iyi niyetle karşılık bulacağı beklenir.  Gürcistan, bölge Ermenilerini Türklerle dengeleme politikası izlerse, ki niyet bu olmasa bile sonuçta olacak olan budur, bölge yeni sorunlara gebe kalacaktır.  Referans:   (*)  Çınar, İkram. 2007. "Kafkas Jeopolitiği ve Ahıska."    Eğitişim Dergisi. Sayı: 16 (Ağustos 2007).   Yunus Zeyrek , "  Sürgünün 66. Yılında Ahıska ve Ahıska Türkleri "  ,  Bizim Ahiska Dergisi,Yıl7,sayı20,http://www.ahiska.org.tr/sayi20/3.pdf       Adji, Murat. 2002. Kıpçaklar: Türklerin ve Büyük Bozkırın Kadim Tarihi. Ankara: Atatürk Kültür Merkezi Yayınları. Ağacan, Kamil. 2004. “Cavaheti Sorunu-Gürcistan Ermenilerinin Artan Özerklik Talepleri” Stratejik Analiz. Haziran 2004. _____. 2005. “Ermenistan-Gürcistan İlişkileri” Ermeni Araştırmaları. Sayı 19. Sonbahar, 2005. http://www.eraren.org/index.php?Page=DergiIcerik&IcerikNo=364 Aslanlı, Araz. 2004. “Türkiye, Pasif Konumda” Cumhuriyet Strateji. 09.08.204. _____. 2006. “Gürcistan’ın Yeni Sorunu: Ermeni Nüfus” Cumhuriyet Strateji. 09.01.2006. Çeçen, Anıl. 2006. Türkiye ve Avrasya. Ankara: Fark yayınları. Çınar, İkram. 2004. “Avrasya’nın Geleceği: Sultan Galiyev’i Anlamak” Eğitişim Dergisi. Mayıs, 2004. http://www.egitisim.gen.tr/site/arsiv/39-6/421-ikram-galiyev1.html _____. 2006. Mankurtlaştırma Süreci. Ankara: Anı Yayıncılık. Dugin, Aleksandr. 2004. Rus Jeopolitiği, Avrasyacı Yaklaşım. (Çev. Vügar İmanov) 2. Baskı. İstanbul: Küre Yayınları. Davutoğlu, Ahmet. 2004. Stratejik Derinlik: Türkiye’nin Uluslararası Konumu. 19.Baskı. İstanbul: Küre Yayınları. Erdurmaz, Serdar. 2005. “ABD’nin Kafkaslardaki Hedefleri” Cumhuriyet Strateji. 16 Mayıs 2005. Eslen, Nejat. 2006. “Türkiye: Kafkasyadaki Ortağı Azerbaycan Kıtasal Önemde” Cumhuriyet Strateji. 29.5.2006 Feyizoğlu, Turhan. 2007. Türk Ocağından Türkiye Komünist Partisi’ne Mustafa Suphi. İstanbul: Ozan Yayıncılık. Gökay, Bülent. 2006. Emperyalizm ile Bolşevizm Arasında Türkiye (1918-1923). (Çev. Sermet Yalçın) İstanbul: Agora Kitaplığı. Gökdemir, Ahmet Ender. 1998. Cenûb-i Garbi Kafkas Hükûmeti. Ankara: Atatürk Araştırma Merkezi. İlhan, Suat. 2006. Türklerin Jeopolitiği ve Avrasya. İstanbul: Bilgi Yayınevi. Kanbolat, Hasan. 2001. Kafkasya’da Cevaheti (Gürcistan) ile Krasnodar (Rusya) Ermenilerinin Jeopolitiği ve Özerklik Arayışları (İngilizceden Türkçe Özet) Ermeni Araştırmaları Sayı 2  http://www.eraren.org/index.php?Page=DergiIcerik&IcerikNo=218 _____. 2006. “Gürcistan Kars Antlaşmasını Unuttu mu?” Stratejik Analiz. Mayıs 2006. Kırzıoğlu, Fahrettin. 1992. Yukarı Kür ve Çoruk Boylarında Kıpçaklar. Ankara: Türk Tarih Kurumu Yayınları. Mehmed Arif. 2006. Başımıza Gelenler: 93 Harbinde Doğu Anadolu Cephesi. Üçüncü baskı. İstanbul: Babıali Kültür Yayıncılığı. Mirza, Ervin. 2007. “Qırmızı Kürdüstan İdeyasından Ermeniler de Xeberdardılar” Yeni Müsavat Gazeti. 22 May 2007. http://www.musavat.com/site/?name=archive&do=search&mid=0&date=2007-05-22&list=20&p=2# Mütercimler, Erol. 2006. Geleceği Yönetmek/ Yüksek Stratejiden Etki Odaklı Harekâta. İkinci Baskı, İstanbul: Alfa Yayınları. Tanrıbakan, Namık. 2006. “İsrail’in Türkiye’ye Komşu Kafkas Ülkeleri ile İlişkileri” Stratejik Araştırmalar Dergisi (Sarem) Sayı 8. Eylül 2006. Tezkan, Yılmaz ve M. Murat Taşar. 2002. Dünden Bugüne Jeopolitik. İstanbul: Ülke Kitapları. Tombuloğlu, Mustafa. “Avrasya Hareketi ve İran-Rusya Yakınlaşması. Yörtürk Kültür ve Sanat Dergisi. Mart-Nisan 2004. http://www.yorturkvakfi.com/turkish/modules.php?name=Guncel&file=avrasya Erişim: 25.7.2007. Üşümezsoy, Şener. 2004. Avrasya’da Devrim: Türk Jeostratejisi. İkinci baskı. İstanbul: İleri Yayınları. Zeyrek, Yunus. 2001. Ahıska Bölgesi ve Ahıska Türkleri. Ankara: Pozitif Matbaacılık. Zeyrek, Yunus. “Ahıska ve Ahıska Türkleri.” http://www.ahiskalilar.org/giris/tarihimiz.html 8.8.2007. Ahıska Türkleriyle ilgili kapsamlı etnografik bir araştırma için bkz. http://www.axiska.narod.ru , http://www.ahiskalilar.org

Evrendeki En Büyük Yıldız...

Evrendeki en büyük yıldızın bu olduğu düşünülüyormuş: "UY Scuti"... Güneş'inkinden 1700 kat daha büyük yarıçapı varmış! 9500 IY uzaklıktaymış.Öyle yazıyor... http://earthsky.org/spa…/how-big-is-the-biggest-monster-star

Yeni Eğitim-Öğretim Döneminin Vatanımıza ve Milletimize Hayırlara Vesile Olsun

         İlk Söz:  "Dünya’da her şey için, medeniyet için, hayat için, başarı için en gerçek yol gösterici ilimdir, fendir. İlmin ve fennin dışında yol gösterici aramak gaflettir, cehalettir, doğru yoldan sapmaktır.      Yalnız; ilmin ve fennin yaşadığımız her dakikadaki safhalarının sonuçlarını idrak etmek ve gelişmesini  zamanında takip etmek şarttır. Binlerce yıl önceki kuralları, bugün aynen uygulamaya kalkışmak elbette   ilmin ve fennin içinde olmak değildir. En önemli, en esaslı nokta eğitim meselesidir." ·          Eğitimdir ki, bir ulusu ya hür, bağımsız, şanlı, yüksek bir toplum halinde yaşatır, ya da bir ulusu esaret ve sefalete terkeder . ·          Milli eğitimin ne demek olduğunu bilmekte artık bir karışıklık ve yanlış anlama olmamalıdır. Bir de milli eğitim esas olduktan sonra onun dilini, usulünü, vasıtalarını da ulusal yapmak zorunluluğunu tartışmak gereksizdir. Milli eğitim ile geliştirilmek ve yükseltilmek istenen genç beyinleri bir taraftan da paslandırıcı, uyuşturucu, hayali fazlalıklarla doldurmaktan dikkatle kaçınmak lazımdır. (1924, Samsun) (Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri, Atatürk Araştırma Merkezi, C. II, Ankara, 1997, Hayatta en hakiki mürşit ilimdir.   İsterim ki, daima idealimi gençlere aşılayasınız ve daima korumak hususunda çalışasınız.  (Şemsettin Günaltay, 1951 Olağanüstü Türk Dil Kurultayı)   İlk ve orta öğretim mutlaka insanlığın ve medeniyetin gerektirdiği ilmi ve tekniği versin, fakat o kadar pratik bir tarzda versin ki çocuk okuldan çıktığı zaman aç kalmaya mahkûm olmadığına emin olsun.  (Gazi'nin Nutuklarından Alınmış Vecizeler, Muhit Mecmuası, No:32, 1931)   Devlet bünyesinde yüzyıllar boyu derin idari ihmallerin neden olduğu yararları iyileştirmede verilecek emeklerin en büyüğünü hiç kuşku yok ki irfan yolunda esirgememiz lazımdır. ( 1921 )  (Atatürk'ün Söylev ve Demeçleri, Cilt:II, 1952)   Kongremizden ( 16 - 21 Temmuz 1921 tarihleri arasında Türkiye Milli Eğitim işlerinin bir programını hazırlamak amacıyla Ankara'da yapılan resmi ilk genel toplantıda ) yalnız çizilmiş eski yollarda şöyle veya böyle yürümenin nasıl olacağının tartışılmasının değil, belki ileri sürdüğüm şartları kapsayan yeni bir sanat ve marifet yolu bulup millete göstermek ve o yolda yeni nesli yürütmek için rehber olmak gibi kutsal bir görev bekliyoruz. ( 1921 )  (Atatürk'ün Söylev ve Demeçleri, Cilt:II, 1952)   Bir milli eğitim programından söz ederken, eski devrin boş inançlarından ve yaradılış niteliklerimizle hiç de ilgisi olmayan yabancı fikirlerden, doğudan ve batıdan gelebilen bütün etkilerden tamamen uzak, milli karakterimiz ve tarihimizle uyumlu bir kültür kasdediyorum. Çünkü milli dehamızın tam olarak gelişmesi ancak böyle bir kültür ile sağlanabilir. Herhangi bir yabancı kültür, şimdiye kadar takip edilen yabancı kültürlerin yıkıcı sonuçlarını tekrar ettirebilir. Kültür (fikri kültür) ortamla uyumludur. O ortam milletin karakteridir. Çocuklarımız ve gençlerimiz yetiştirilirken onlara özellikle varlığı ile, hakkı ile, birliği ile ters düşen bütün yabancı unsurlarla mücadele lüzumunu ve milli duyguya dayanan düşünceleri büyük bir olgunlukla her karşıt düşünceye karşı şiddetle ve fedakârlıkla savunma zorunluluğu telkin edilmelidir. Yeni neslin bütün manevi gücüne bu özellik ve yeteneklerin aşılanması önemlidir. Sürekli ve müthiş bir mücadele şeklinde beliren milletlerin hayat felsefesi, bağımsız ve mutlu kalmak isteyen her millet için bu özelliği büyük bir şiddetle istemektedir. ( 1921 ) (Atatürk'ün Söylev ve Demeçleri, Cilt:II, 1952)   Gelecek için yetiştirilen vatan çocuklarına, hiçbir güçlük karşısında baş eğmeyerek tam sabır ve dayanıklılık ile çalışmalarını ve öğrenimdeki çocuklarımızın anne ve babalarına da yavrularının öğrenimlerini tamamlanması için her fedakârlığı göze almaktan çekinmemelerini tavsiye ederim. Büyük tehlikeler önünde uyanan milletlerin kararlarında ne kadar ısrarlı olduklarını tarih doğrulamaktadır. Silahı ile olduğu gibi kafasıyla da mücadele mecburiyetinde olan milletimizin, birincisinde gösterdiği kudreti ikincisinde de göstereceğine asla şüphem yoktur. ( 1921 )  (Atatürk'ün Söylev ve Demeçleri, Cilt:II, 1952)   En önemli ve verimli vazifelerimiz millî eğitim işleridir. Millî eğitim işlerinde kesinlikle zafere ulaşmak lâzımdır. Bir milletin gerçek kurtuluşu ancak bu suretle olur. Bu zaferin sağlanması için hepimizin tek vücut ve tek düşünce olarak esaslı bir program üzerinde çalışması lazımdır. Bence, bu programın iki esaslı noktası vardır: a - Sosyal hayatımızın ihtiyaçlarına uygun olması b - Çağın gereklerine uymasıdır. ( 1922 ) (Atatürk'ün Söylev ve Demeçleri, Cilt:II, 1952)   Milletimizin siyasî, toplumsal hayatında, milletimizin fikrî terbiyesinde rehberimiz ilim ve teknik olacaktır. Mektep sayesinde, mektebin vereceği ilim ve teknik sayesindedir ki Türk Milleti, Türk sanatı, ekonomisi, Türk şiir ve edebiyatı, bütün güzelliğiyle gelişir. ( 1922 )  (Atatürk'ün Söylev ve Demeçleri, Cilt:II, 1952)   Bu memleketin asıl sahibi ve toplumumuzn esas unsuru köylüdür. İşte bu köylüdür ki bugüne kadar bilgi nurundan mahrum bırakılmıştır. Bundan ötürü; bizim izleyeceğimiz kültür siyasetinin temeli, evvelâ mevcut bilgisizliği ortadan kaldırmaktır. Ayrıntılara girmekten kaçınarak bu fikrimi birkaç kelime ile açıklamak için diyebilirim ki genel olarak bütün köylüye okumak, yazmak ve vatanını, milletini, dinini, dünyasını tanıtacak kadar coğrafî, tarihî, dinî ve ahlâkî bilgi vermek ve dört işlemi öğretmek, kültür programımızın ilk hedefidir. Bu hedefe erişmek millî eğitim tarihimizde kutsal bir merhale teşkil edecektir. ( 1922 )  (Atatürk'ün Söylev ve Demeçleri, Cilt:I, 1945)   Çocuklarımızı aynı eğitim derecesinden geçirerek yetiştireceğiz.  Kesinlikle bilmeliyiz ki, iki parça halinde yaşayan milletler zayıftır, hastadır.  Çocuklarımıza ve gençlerimize vereceğimiz tahsilin hududu ne olursa olsun, onlara esaslı olarak şunları öğreteceğiz:  i - Milliyetine, ii - Türkiye Devleti'ne, iii - Türkiye Büyük Millet Meclisi'ne; düşman olanlarla mücadele lüzumu. Fertleri bu mücadele gerekleri ve vasıtalarıyla donanmayan milletler için yaşama hakkı yoktur. Mücadele, mücadele lâzımdır. ( 1922 )  (Atatürk'ün Söylev ve Demeçleri, Cilt:II, 1952)   Hükümetin en verimli ve en önemli vazifesi milli eğitimle ilgili işlerdir. Bu işlerde başarılı olabilmek için öyle bir program takibetmeye mecburuz ki, o program milletimizin bugünkü haliyle, sosyal, hayati ihtiyacıyla, çevre şartlarıyla ve çağın gerekleriyle tamamen uygun ve uyumlu olsun. Bunun için büyük ve fakat hayali ve karmaşık düşüncelerden tamamen sıyrılarak gerçeği etkili bir bakışla görmek ve el ile temas etmek lazımdır. Teşebbüs edilecek şeyin neden ibaret olduğu ancak bu şekilde kendiliğinden ortaya çıkar... Yüzyıllardan beri milletimizi idare eden hükümetler eğitimin yaygınlaştırılması arzusunu gösteregelmişlerdir. Ancak bu arzularına ulaşmak için doğuyu ve batıyı taklitten kurtulamadıklarından, sonuç milletin cahillikten kurtulamamasına neden olmuştur. ( 1922 ) (Atatürk'ün Söylev ve Demeçleri, Cilt:I, 1945)   Milli Eğitim programımızın, Milli Eğitim siyasetimizin temel taşı, cahilliğin yok edilmesidir. Cahillik yok edilmedikçe, yerimizdeyiz... Yerinde duran bir şey ise geriye gidiyor, demektir. Bir taraftan genel olan cahilliği yok etmeye çalışmakla beraber, diğer taraftan toplumsal yaşamda bizzat faal ve faydalı, verimli elemanlar yetiştirmek lazımdır. Bu da ilk ve orta öğretimin uygulamalı bir şekilde olmasıyla mümkündür. Ancak bu sayede toplumlar iş adamlarına, sanatkârlarına sahip olur. Elbette milli dehamızı geliştirmek, hislerimizi lâyık olduğu dereceye çıkarmak için yüksek meslek sahiplerini de yetiştireceğiz. Çocuklarımızı da aynı öğretim derecelerinden geçirerek yetiştireceğiz. ( 1922 ) (Atatürk'ün Söylev ve Demeçleri, Cilt:II, 1952)   Yetişecek çocuklarımıza ve gençlerimize, görecekleri öğrenimin sınırı ne olursa olsun, ilk önce ve herşeyden önce Türkiye'nin bağımsızlığına, kendi benliğine milli geleneklerine düşman olan bütün unsurlarla mücadele etmek gereği öğretilmelidir. Dünyada, uluslararası duruma göre böyle bir mücadelenin gerektirdiği manevi unsurlara sahip olmayan kişiler ve bu nitelikte kişilerden oluşan toplumlara hayat ve bağımsızlık yoktur. ( 1922 ) (Atatürk'ün Söylev ve Demeçleri, Cilt:I, 1945)   İlk ve orta öğretim mutlaka insanlığın ve medeniyetin gerektirdiği ilmi ve fenni versin, fakat o kadar pratik bir şekilde versin ki, çocuk okuldan çıktığı zaman aç kalmaya mahkûm olmadığına emin olsun. ( 1922 )  (Muhit Mecmuası, Sene:3, No:32, Haziran 1931, Atatürk'ün Nutuklarından Alınmış Vecizeler)   Bir yandan bilgisizliği ortadan kaldırmaya uğraşırken, bir yandan da memleket evladını toplumsal ve ekonomik hayatta aktif şekilde etkili ve verimli kılabilmek için zorunlu olan ilk bilgileri, uygulamalı bir biçimde vermek metodu eğitimimizin temelini oluşturmalıdır. Medeni ve çağdaş bir toplumun bilim ve kültür yolunda yalnız bu kadarla yetinemeyeceği şüphesizdir. Milletimizin dehasının gelişmesi ve bu sayede layık olduğu medeniyet düzeyine ulaşması ancak, yüksek bilim ve teknik elemanlarının yetiştirilmesi ve milli kültürümüzün yüceltilmesi ile mümkündür. Orta öğretimde bile eğitim ve öğretim metodunun uygulamalı olması esasına uymak şarttır. Kadınlarımızın da aynı öğretim kademelerinden geçerek yetişmelerine önem verilecektir. ( 1922 ) (Atatürk'ün Söylev ve Demeçleri, Cilt:I, 1945)   Ordularımızın kazandığı zafer, sizin ve sizin ordularınızın zaferi için yalnız zemin hazırladı... Gerçek zaferi siz kazanacak ve devam ettireceksiniz ve mutlaka başarılı olacaksınız. Ben ve sarsılmaz imanla bütün arkadaşlarım, sizi takip edeceğiz ve sizin karşılaşacağınız engelleri kıracağız. (1922)  (Atatürk'ün Söylev ve Demeçleri, Cilt:II, 1952)   Memleketimizi, toplumumuz gerçek hedefe, mutluluğa eriştirmek için iki orduya ihtiyaç vardır. Biri vatanın hayatını kurtaran asker ordusu, diğeri milletin istikbalini yoğuran kültür ordusu. Bu iki ordunun her ikisi de kıymetlidir, yücedir, verimlidir, saygıdeğerdir. Fakat bu iki ordudan hangisi daha kıymetlidir, hangisi diğerine üstün tutulur? Şüphesiz böyle bir tercih yapılamaz, bu iki ordunun ikisi de hayatîdir. Yalnız siz, kültür ordusu mensupları, sizleri bağlı olduğunuz ordunun kıymet ve kutsiyetini anlatmak için şunu söyleyeyim ki sizler ölen ve öldüren birinci orduya niçin öldürüp niçin öldüğünü öğreten bir ordunun fertlerisiniz. Bir millet irfan ordusuna sahip olmadıkça, muharebe meydanlarında ne kadar parlak zaferler elde ederse etsin, o zaferlerin kalıcı sonuçlar vermesi ancak irfan ordusuna bağlıdır. ( 1923 ) (Cumhurbaşkanları, Başbakanlar ve M. Eğitim Bakanlarının Milli Eğitimle İlgili Söylev ve Demeçleri)   Okullarda öğretim vazifesinin güvenilir ellere teslimini, memleket evladının, o vazifeyi kendine hem bir meslek, hem bir ideal sayacak üstün saygıdeğer öğretmenler tarafından yetiştirilmesini sağlamak için öğretmenlik, diğer serbest ve yüksek meslekler gibi, derece derece ilerlemeye ve her halde refah sağlamaya uygun bir meslek haline getirilmelidir. Dünyanın her tarafında öğretmenler, toplumun en fedakâr ve saygıdeğer unsurlarıdır. ( 1923 )  (Atatürk'ün Söylev ve Demeçleri, Cilt:I, 1945)   Eğitim ve öğretimde uygulanacak olan metod, bilgiyi insan için fazla süs, bir hükmetme vasıtası veya medeni bir zevkten çok, maddi hayatta başarılı olmayı sağlayan pratik ve kullanılması mümkün bir vasıta haline getirmektir. Milli Eğitim Bakanlığımız bu esasa önem vermektedir. (1923)  (Atatürk'ün Söylev ve Demeçleri, Cilt:I, 1945)   Milli Eğitim'in gayesi yalnız hükümete memur yetiştirmek değil, daha çok memlekete ahlâklı, karakterli, cumhuriyetçi, inkılâpçı, olumlu, atılgan, başladığı işleri başarabilecek kabiliyette, dürüst, düşünceli, iradeli, hayatta rastlayacağı engelleri aşmaya kudretli, karakter sahibi genç yetiştirmektir. Bunun için de öğretim programları ve sistemleri ona göre düzenlenmelidir. ( 1923 )  (Kılıç Ali, Atatürk'ün Hususiyetleri, 1955)   Okul genç beyinlere; insanlığa hürmeti, millet ve memlekete sevgiyi, şerefi, bağımsızlığı öğretir... Bağımsızlık tehlikeye düştüğü zaman onu kurtarmak için takip edilmesi en uygun olan en güvenli yolu belletir... Memleket ve milleti kurtarmaya çalışanların aynı zamanda mesleklerinde birer namuslu uzman ve birer bilgin olmaları lazımdır. Bunu sağlayan okuldur. Ancak bu şekilde her türlü teşebbüsün mantıklı sonuçlara ulaşması mümkün olur. ( 1923 )  (Atatürk'ün Söylev ve Demeçleri, Cilt:II, 1952)   Memleketi ilim, irfan, ekonomi ve bayındırlık alanlarında da yükseltmek, milletimizin her hususta çok verimli olan kabiliyetlerini geliştirmek, gelecek nesillere sağlam, değişmez ve olumlu bir karakter vermek lazımdır. Bu kutsal amaçlar elde etmek için mücadeleye atılanların arasında öğretmenler en önemli ve en hassas yeri almaktadır. ( 1923 )  (Atatürk'ün Tamim, Telgraf ve Beyannameleri;Türk İnkılâp Tarihi Enst.Yay.;Derleyen:Nimet Arsan)   Bence yeni devletimizin, yeni hükümetimizin bütün esasları, bütün programları ekonomi programından çıkmalıdır... Çünkü herşey bunun içindedir. Bunun için evlatlarımızı o şekilde eğitip tebiye etmeliyiz ve onlara o şekilde ilim ve irfan vermeliyiz ki, ticaret dünyasında, tarım ve sannatta ve bütün bunların faaliyet sahalarında faydalı olsunlar, etkin olsunlar, faal olsunlar, işleyen bir organ olsunlar. Bunun için milli eğitim programımız, gerek ilk öğretimde ve gerekse orta öğretimde verilecek bütün şeyler, bu görüşe göre olmalıdır. ( 1923 )  (Atatürk'ün Söylev ve Demeçleri, Cilt:II, 1952)   Hedefe yalnız çocukları yetiştirmekle ulaşamayız! Çocuklar geleceğindir. Çocuklar geleceği yapacak adamlardır. Fakat geleceği yapacak olan bu çocukları yetiştirecek analar, babalar, kardeşler hepsi şimdiden az çok aydınlatılmalıdır ki, yetiştirecekleri çocukları bu millet ve memlekete hizmet edebilecek, yararlı ve faydalı olabilecek şekilde yetiştirsinler! Hiç olmazsa yetiştirmek lüzumuna inansınlar! Okullardan başka gazeteler, küçük dergiler köylere kadar yayınlanıp dağıtılmalıdır. Bizim köylümüz ne gazete ne dergi vs. okumaz. Bilenler bilmeyenleri toplayıp, okutmayı, onlara okumayı anlatmayı bir vazife bilmelidir. ( 1923 )  (Arı İnan, Gazi M.Kemal Atatürk'ün 1923 Eskişehir-İzmit Konuşmaları, 1982, TTK Yay.)   ( İşte memleketi kurtardınız. Şimdi ne yapmak istersiniz? sorusuna verdiği cevap: ) Millî Eğitim Bakanı olarak millî kültürü yükseltmeye çalışmak en büyük emelimdir. ( 1923 )  (Tarih IV, Türkiye Cumhuriyeti, Haz:T.T.T.C., 1931)   Yeni nesil, en büyük cumhuriyetçilik dersini bugünkü öğretmenler topluluğundan ve onların yetiştirecekleri öğretmenlerden alacaktır. ( 1924 )  (Büyük Tarih Trabzon'da, 1938, Derleyen: Trabzon Çocuk Esirgeme Kurumu)   Türkiye'nin birkaç seneye sığdırdığı askerî, siyasî, idarî inkılâplar çok büyük, çok mühimdir. Bu inkılâplar, sayın öğretmenler, sizin; toplumsal ve fikrî inkılâptaki muvaffakiyetlerinizle desteklenecektir. Hiçbir zaman hatırınızdan çıkmasın ki, Cumhuriyet,sizden "fikri hür, vicdanı hür, irfanı hür" nesiller ister! ( 1924 )  (Atatürk'ün Söylev ve Demeçleri, Cilt:II, 1952)   Öğretmenler! Yeni nesli, cumhuriyetin fedakâr öğretmen ve eğitimcileri, sizler yetiştireceksiniz. Ve yeni nesil, sizin eseriniz olacaktır. Eserin kıymeti, sizin maharetiniz ve fedakârlığınız derecesiyle orantılı bulunacaktır. Cumhuriyet; fikren, ilmen, fennen, bedenen kuvvetli ve yüksek karakterli koruyucular ister! Yeni nesli, bu özellik ve kabiliyette yetiştirmek sizin elinizdedir... Sizin başarınız, Cumhuriyetin başarısı olacaktır. ( 1924 )  (Atatürk'ün Söylev ve Demeçleri, Cilt:II, 1952)   Erkek ve kız çocuklarımızın, aynı suretle bütün tahsil derecelerindeki öğretim ve eğitimlerinin pratik olması mühimdir. Memleket çocukları, her tahsil derecesinde ekonomik hayatta verimli, etkili ve başarılı olacak surette donatılmalıdır. ( 1924 )  (Atatürk'ün Söylev ve Demeçleri, Cilt:II, 1952)   Terbiyedir ki; bir milleti ya hür, bağımsız, şanlı, yüce bir sosyal toplum halinde yaşatır veya bir milleti esaret ve sefalete terkeder. Terbiye kelimesi yalnız olarak kullanıldığı zaman herkes kendine göre bir anlam çıkarır. Ayrıntıya girişilirse terbiyenin hedefleri, amaçları çeşitlenir. Meselâ dini terbiye, milli terbiye, milletlerarası terbiye... Bütün bu terbiyelerin hedef ve gayeleri başka başkadır... Yeni Türk Cumhuriyeti'nin yeni nesle vereceği terbiye, milli terbiyedir. (...) Milli terbiyenin ne demek olduğunu bilmekte artık karışıklık, yanlış anlama olmamalıdır. Bir de milli terbiye esas olduktan sonra onun dilini, usulünü, vasıtalarını da milli yapmak zorunluluğunu tartışmak gereksizdir. Milli terbiye ile geliştirilmek ve yükseltilmek istenen genç beyinleri bir taraftan da paslandırıcı, uyuşturucu, hayali fazlalıklarla doldurmaktan dikkatle kaçınmak lâzımdır. ( 1924 ) (Atatürk'ün Maarife Ait Direktifleri, MEGSB, 1985) Not: 1341 Eylülünde Atatürk, Karadeniz sahillerindeki şehirlerimizi dolaşırken Samsun'a uğramışlardı. İstiklâl Ticaret Mektebi'nde öğretmenler tarafından şereflerine verilen çay ziyafetinde söylemişlerdir.   Mili eğitim ışığının memleketin en derin köşelerine kadar ulaşmasına, yayılmasına özellikle dikkat ediyoruz. ( 1924 )  (Atatürk'ün Söylev ve Demeçleri, Cilt:I, 1945)   Türkiye'nin öğretim ve eğitim politikasının her derecesini, tam bir netlik ve hiçbir tereddüte yer vermeyen açıklık ile ifade etmek ve uygulamak lazımdır. Bu politika tam anlamı ile milli bir nitelikte görülebilir. ( 1924 )  (Atatürk'ün Söylev ve Demeçleri, Cilt:I, 1945)   İlk ilham, ana baba kucağından sonra okuldaki öğretmenin dilinden, vicdanından, terbiyesinden alınır. Bu ilhamın gelişebilemsi, millet ve memlekete hizmet edebilecek kudret ve kabiliyetini verebilmesi için, millet ve memlekette büyük, derin ilgi yaratan fikir ve duygularla her an desteklenmesi lazımdır. Bu fikir ve duyguların kaynağı bizzat memleket ve millettir. Milletin ortak arzu ve eğilimine temas etmek ve onun gereklerine varlığı adamayı hareket kuralları olarak kabul etmek hakiki yolda yürüyebilmek için en önemli esastır. Bir milletin fertlerinde sağlanması ve egemen olması, uyulması gereken şey milletin ortak arzusu, milletin ortak fikridir. Bir insan memleket ve milletine faydalı bir iş yaparken, gözönünden bir an uzak bulundurmamaya mecbur olduğu kural milletin hakiki eğilimidir. ( 1924 )  (Atatürk'ün Söylev ve Demeçleri, Cilt:II, 1952)   Milletleri kurtaranlar yalnız ve ancak öğretmenlerdir. Öğretmenden, eğiticiden yoksun bir millet henüz millet adını almak kabiliyetini kazanmamıştır. Ona basit bir kitle denir, millet denemez. Bir kitle millet olabilmek için mutlaka eğiticilere, öğretmenlere muhtaçtır. ( 1925 )  (Atatürk'ün Söylev ve Demeçleri, Cilt:II, 1952)   Hayatın her çalışma safhasında olduğu gibi özellikle öğretim hayatında sıkı disiplin başarının esasıdır. Müdürler ve öğretim kadroları disiplini sağlamaya, öğrenci ise disipline uymaya mecburdur. ( 1925 )  (Atatürk'ün Maarife Ait Direktifleri, 1939)   Öğretmenler her fırsattan yararlanarak halka koşmalı, halk ile beraber olmalı ve halk, öğretmenin çocuğa yalnız alfabe okutan bir varlıktan ibaret olmayacağını anlamalıdır. ( 1927 ) (Atatürk'ün Söylev ve Demeçleri, Cilt:V,(Tamim ve Telgrafları) )   Milli eğitimde, süratle yüksek bir seviyeye çıkacak olan bir milletin, hayat mücadelesinde maddi ve manevi bütün kudretlerinin artacağı muhakkaktır. ( 1928 )  (Atatürk'ün Söylev ve Demeçleri, Cilt:I, 1945)   Büyük Türk milletine onun bütün emeklerini kısır yapan çorak yol haricinde kolay bir okuma yazma anahtarı vermek gereklidir. Büyük Türk milleti cahillikten az emekle kısa yoldan ancak kendi güzel ve asil diline kolay uyan böyle bir vasıta ile sıyrılabilir. Bu okuma yazma anahtarı ancak Lâtin esasından alınan Türk alfabesidir. Basit bir tecrübe Lâtin esasından Türk harflerinin, Türk diline ne kadar uygun olduğunu şehirde ve köyde yaşı ilerlemiş Türk evlatlarının ne kadar kolaylıkla okuyup yazdıklarını güneş gibi meydana çıkarmıştır. ( 1928 )  (Atatürk'ün Söylev ve Demeçleri, Cilt:I, 1945)   Hepimize, bu memleketin bütün vatanını seven yetişkin evlatlarına önemli bir vazife düşüyor; bu vazife, milletimizin tümüyle okuyup yazmak için gösterdiği istek ve arzuya fiili olarak hizmet ve yardım etmektir. Hepimiz, özel ve toplum hayatımızda rastladığımız okuyup yazma bilmeyen erkek, kadın her vatandaşımıza öğretmek için candan arzu göstermeliyiz. ( 1928 )  (Atatürk'ün Söylev ve Demeçleri, Cilt:I, 1945)   Eğer Cumhurbaşkanı olmasam, Eğitim Bakanlığı'nı almak isterdim. ( 1930 )   Her profesör ve öğretmenin aşılayacağı fikirler, ideal gayelere hizmet edecek şekilde olmalıdır. Kitapların cansız teorileriyle karşı karşıya gelen genç beyinler, öğrendikleriyle memleketin gerçek durum ve çıkarları arasında ilişki kuramıyorlar. Yazarların ve teorisyenlerin tek taraflı dinleyicisi durumunda kalan Türkiye'nin çocukları hayata atıldıkları zaman bu ilişkisizlik ve uyumsuzluk yüzünden tenkitçi, karamsar, milli şuur ve düzene uyumsuz kitleler meydana getirirler. ( 1931 )  (M.Kemal Atatürk'ün 1931 Yılında Anadolu'ya Yaptığı Seyahat Sonunda Hazırladığı Notlar)   Memleketi şimdilik üç büyük kültür bölgesi halinde düşünerek; batı bölgesi için, İstanbul Üniversitesi'nde başlanmış olan düzenleme programını daha köklü bir tarzda tatbik ederek cumhuriyete cidden modern bir üniversite kazandırmak; merkez bölgesi için, Ankara Üniversitesi'ni az zamanda kurmak lâzımdır. Ve doğu bölgesi için Van Gölü sahillerinin en güzel bir yerinde, her şubeden ilkokullarıyla ve nihayet üniversitesiyle modern bir kültür şehri yaratmak yolunda, şimdiden fiiliyata geçilmelidir. Bu hayırlı teşebbüsün, doğu vilâyetlerimiz gençliğine kazandıracağı verim, Cumhuriyet Hükümeti için ne mutlu bir eser olacaktır. ( 1937 ) (Atatürk'ün Söylev ve Demeçleri, Cilt:I, 1945)   Büyük davamız, en medeni ve en üst refah seviyesinde bir millet olarak varlığımızı yükseltmektir. Bu, yalnız kurumlarda değil, düşüncelerinde de köklü bir inkılâp yapmış olan büyük Türk Milleti'nin dinamik idealidir. Bu ideali en kısa bir zamanda başarmak için, fikir ve hareketi beraber yürütmek mecburiyetindeyiz. Bu teşebbüste başarı, ancak, yasal bir planla ve en akılcı bir şekilde çalışmakla mümkün olabilir. Bu sebeple, okuma yazma bilmeyen tek vatandaş bırakmamak; memleketin bütün kalkınma savaşının ve yeni çatısının istediği teknik elemanları yetişitirmek; memleket davalarının ideolojisini anlayacak, anlatacak, nesilden nesile yaşatacak, kişi ve kurumları yaratmak; işte bu önemli prensipleri en kısa zamanda sağlamak... Bakanlığın üzerine aldığı büyük ve ağır vazife ve sorumluluklardır. İşaret ettiğim prensipleri Türk Gençliği'nin beyninde ve Türk Milleti'nin bilincinde daima canlı bir halde tutmak, üniversitelerimize ve yüksek okullarımıza düşen başlıca vazifedir. ( 1937 ) (Atatürk'ün Söylev ve Demeçleri, Cilt:I, 1945) İlim ve fennin dışında yol gösterici aramak gaflettir, cahilliktir, doğru yoldan sapmaktır.Yalnız ilmin ve fennin, yaşadığımız her dakikadaki safhalarının gelişimini anlamak ve ilerlemeleri zamanında takip etmek şarttır.  Bin, iki bin, binlerce yıl önceki ilim ve fen lisanının koyduğu kuralları, şu kadar bin yıl sonra bugün aynen uygulamaya kalkışmak elbette ilim ve fennin içinde bulunmak değildir.  Milletlerin, toplumların, kişilerin mutluluk ve mutsuzluk anlayışları bile değişiyor. Böyle bir dünyada, asla değişmeyecek hükümler getirdiğini iddia etmek, aklın ve ilmin gelişimini inkar etmek olur.  Her işin esas hedefine kısa ve kestirme yoldan varmak arzu edilmekle beraber, yolun kabul edilebilir; mantıki ve özellikle ilmi olması şarttır.  İlim ve fen ve ihtisas nerede varsa, sanayi nerede varsa, gidip öğrenmeye mecburuz.  Hiçbir tutarlı kanıta dayanmayan birtakım geleneklerin, inanışların korunmasında ısrar eden milletlerin ilerlemesi çok güç olur; belki de hiç olmaz. İlerlemede geleneklerin kayıt ve şartlarını aşamayan milletler, hayatı, akla ve gerçeklere uygun olarak göremez. Hayat felsefesini geniş bir açıdan gören milletlerin egemenliği ve boyunduruğu altına girmeye mahkûmdur.  İlim tercüme ile olmaz, inceleme ile olur.  Benim Türk milleti için yapmak istediklerim ve başarmaya çalıştıklarım ortadadır. Benden sonra beni benimsemek isteyenler, bu temel mihver üzerinde akıl ve ilmin rehberliğini kabul ederlerse, manevi mirasçılarım olurlar.  İtiraf ederim ki, düşmanlarımız çok çalışıyor. Biz de onlardan daha çok çalışmaya mecburuz. Çalışmak demek, boşuna yorulmak, terlemek değildir. Zamanın gereklerine göre bilim ve teknik ve her türlü medeni buluşlardan azami derecede yararlanmak zorunluluğudur.    İnsanların hayatına, faaliyetine egemen olan kuvvet, yaratma icat yeteneğidir.  Dünyada her şey için, medeniyet için, hayat için başarı için en gerçek yol gösterici ilimdir, fendir.  Başarılı olmak için aydın sınıfla halkın zihniyet ve hedefi arasında doğal bir uyum sağlamak lazımdır. Yani aydın sınıfın halka telkin edeceği idealler, halkın ruh ve vicdanından alınmış olmalıdır.    Halka yaklaşmak ve halkla kaynaşmak daha çok aydınlara yöneltilen bir vazifedir. Gençlerimiz ve aydınlarımız niçin yürüdüklerini ve ne yapacaklarını önce kendi beyinlerinde iyice kararlaştırmalı, onları halk tarafından iyice benimsenip kabul edilebilecek bir hale getirmeli, onları ancak ondan sonra ortaya atmalıdır.  Gözlerimizi kapayıp tek başımıza yaşadığımızı düşünemeyiz. Memleketimizi bir çember içine alıp dünya ile alakasız yaşayamayız. Aksine yükselmiş, ilerlemiş medeni bir millet olarak medeniyet düzeyinin üzerinde yaşayacağız. Bu hayat ancak ilim ve fen ile olur. İlim ve fen nerede ise oradan alacağız ve her millet ferdinin kafasına koyacağız. İlim ve fen için kayıt ve şart yoktur.   Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulmasının hemen ardından Atatürk, ülkenin biran evvel çağdaş ülkeler seviyesine çıkması için çalışmalara başladı. Bu çalışmaların başarılı olması için ilke ve devrimleri hızlı bir şekilde hayata geçirmenin doğru olacağı kanaatindeydi.  Atatürk, eskiden kalma, gerici zihniyetin sebep olduğu bütün alışkanlıkların ortadan kaldırılması ve ilerlemeye mani olan hurafeciliğin kökten yok edilmesi gerektiğini çok iyi biliyordu. Büyük önder bu konu hakkında, “Hiçbir tutarlı kanıta dayanmayan birtakım geleneklerin, inanışların korunmasında ısrar eden milletlerin ilerlemesi çok güç olur; belki de hiç olmaz.  İlerlemede geleneklerin kayıt ve şartlarını aşamayan milletler, hayatı, akla ve gerçeklere uygun olarak göremez. Hayat felsefesini geniş bir açıdan gören milletlerin egemenliği ve boyunduruğu altına girmeye mahkûmdur.” diyerek, bilimsel olmayan her şeyin biran evvel terk edilmesi gerektiğini, bilimin ışığında ilerlemenin mecburiyetini en güzel şekilde ifade etmiştir.  Dünya ülkeleri bilimsel ve teknolojik çalışmalara büyük önem vererek, özellikle sanayi alanında büyük gelişmeler gösterirken, Türk milletinin de bu gelişmelerin gerisinde kalmaması hayati bir önem arz ediyordu.  Atatürk, “İtiraf ederim ki, düşmanlarımız çok çalışıyor. Biz de onlardan daha çok çalışmaya mecburuz. Çalışmak demek, boşuna yorulmak, terlemek değildir. Zamanın gereklerine göre bilim ve teknik ve her türlü medeni buluşlardan azami derecede yararlanmak zorunluluğudur.” sözleriyle Türk milletinin, bilimden hiçbir zaman ayrılmaması gerektiğini en sade bir biçimde açıklamıştır. Atatürk  Görüldüğü üzere, Büyük Önder Gazi Mustafa Kemal Atatürk, bilime ve teknolojiye büyük önem vermiş, hayatın her safhasında bilimden faydalanılması, Türk milleti olarak yeni bilimsel çalışmalara imza atılmasını istemiştir. Atatürk, gerçekleştirdiği bütün devrimleri, aklın kabul ettiği bilimsel çalışmalar neticesinde gerçekleştirmiş ve başarılı olmuştur. Sanayide, ekonomide, eğitimde, toplumsal ve siyasal alanda yaptığı yenilikler ile ülkemize çağ atlatmıştır.  Atatürk, Türkiye Cumhuriyeti’ni dünya ülkeleri arasında güçlü ve saygın bir konuma getiren, teknolojik olarak bir çok gelişmelerin yaşanmasına önderlik eden, eşsiz bir liderdir.  Atatürk’ün bilim ve teknolojiye verdiği önem sayesinde Türkiye Cumhuriyeti Devleti, bir çok dünya ülkesinin örnek aldığı çağdaş ve modern bir ülke haline gelmiştir. Atatürk’ün bilim ve teknolojiye verdiği önem Atatürk’ün ideolojisinde, insan düşünce ve faaliyetlerinin mümkün olan en büyük ölçüde akılcı doğrultuda ve arı bir bilim tabanı üzerine oturtulması gereği, bir temel ilke, bir kültür ana öğesi olarak karşımıza çıkmaktadır. Atatürk, bu konuya ilişkin sözlerinde medeniyeti göz kamaştırıcı ve olağanüstü dönüşmelere götürebilen fizik ve kimya gibi tabiat bilimleri, yani bilimin fen dallarını vurgulamaktadır. Fakat, insanı ve insan topluluklarını inceleyen bilimlerin de Atatürk’ün bu sözlerinin kapsamı içine girdiği de açık seçik bir biçimde görülmektedir.  Kurtuluş Savaşı’nın sona ermesiyle beraber, geleceğin bilimsel çalışmalarla sağlanacağını ifade eden Atatürk, 1923’de şunları söylemiştir: “Arkadaşlar, bundan sonra pek mühim zaferlere kavuşacağız. Fakat, bu zaferler, süngü ile değil, iktisat ve ilim zaferleri olacaktır. Ordularımızın şimdiye kadar istihsal ettiği muzafferiyetler, memleketimizi halâs-ı hakikîye sevketmiş sayılmaz. Bu zaferler ancak müstakbel zaferlerimiz için kıymetli bir zemin hazırlamıştır. Muzafferiyât-ı askeriyemizle mağrur olmaya bu yeni ilim ve iktisat zaferlerimize hazırlanalım.”  Görüleceği üzere, Türk Devleti kurulurken, bilimsel zaferler, önde tutulmuştur. Bilime ve eğitime verdiği önemi belirtirken “Eğer Cumhurreisi olmasam maarif vekilliğini almak isterdim”diyen Atatürk, bütün faaliyetlerinde bilimin yol göstericiliğine başvurmuştur. Gerçekten de, Osmanlı Devleti’nden devralınan insan gücü, genellikle ihtiyacı karşılayacak niteliklerden yoksun, aynı zamanda fikir ve hareket olarak hazırlıksız durumdaydı.  Geleceğin yapıcısı olan işçi ve teknik uzmanları, bilim ve fikir adamlarını yetiştirmek, bir yandan da şartlar ölçüsünde örgütlenerek kalkınma çabalarına girmek o günkü durum içerisinde imkânsız görülüyordu. Meselâ okul, üniversite, öğretmen, profesör, mühendis, ustabaşı, şoför, makinist yok denecek kadar azdı. Atatürkçü sistemde gelişmelerin açık olma zorunluluğu bulunmaktadır. Hangi yönlerde, hangi gelişmelere gidileceği ve öngörülen bu gelişmelerin hangi kriterlere göre tesbit edileceği meselesinde bilimin hakemlik edeceği hususu kabul edilmiştir.  Atatürkçü sistemde gelişmelerin açık olma zorunluluğu bulunmaktadır. Hangi yönlerde, hangi gelişmelere gidileceği ve öngörülen bu gelişmelerin hangi kriterlere göre tespit edileceği meselesinde bilimin hakemlik edeceği hususu kabul edilmiştir. Bilim ve teknolojide ileri olmak, her türlü mücadelede başarılı olmanın başlıca şartı olarak görülmüştür. Atatürkçü sistemdeki hareketliliğin yön ve özelliklerinde, nitelik ve niceliklerinde en gerçek yol göstericinin bilim olacağı açıkça ortaya konulmuştur. Bilimsel değişmelerin toplumları nasıl etkilediğini ve değişmeye uymadan Türk milletinin de yaşayamayacağını 30 Ağustos 1924’de Atatürk şu şekilde ifade etmektedir:  “Efendiler, medeniyet yolunda muvaffakiyet yenilenmeye bağlıdır. Sosyal hayatta, iktisadî hayatta, ilim ve fen sahasında muvaffak olmak için yegâne tekâmül ve terakki yolu budur. Medeniyetin buluşlarının, fennin harikalarının, cihanı değişmeden değişmeye sürüklediği bir devirde, asırlık köhne zihniyetlerle, maziperestlikle mevcudiyetin muhafazası mümkün değildir”. Türkiye’nin gelecekteki gelişmelerinde bilimin oynayacağı rol konusundaki Atatürk’ün düşüncesi Onuncu Yıl Nutkundaki şu sözlerine yansımıştır.  “Asla şüphem yoktur ki, Türklüğün unutulmuş büyük medenî vasfı ve büyük medenî kabiliyeti, bundan sonraki inkişafıyla, atînin yüksek medeniyet ufkunda yeni bir güneş gibi doğacaktır.” “Türk milletinin yürümekte olduğu terakkî ve medeniyet yolunda elinde ve kafasında tuttuğu meşale müspet ilimdir.” “Yurdumuzu dünyanın en mamur ve medenî milletleri seviyesine çıkaracağız, Milletimizi en geniş refah vasıta ve kaynaklarına sahip kılacağız. Millî kültürümüzü muasır medeniyet seviyesinin üstüne çıkaracağız.” Atatürk’ün felsefesinde temel kural ve gaye çağdaş olmaktır. Bunun da yolu bilim ve teknikten geçer  Bunu ifade ederken O, “Dünyada her şey için, medeniyet için, hayat için, başarı için en gerçek yol gösterici bilimdir, tekniktir” demekteydi. Atatürk, Büyük Nutkunda, Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulmasında temel prensip olarak bilim ve tekniğin esas alındığını dile getirmiş, ayrıca, “Milletimizin siyasî, sosyal hayatında, milletimizin fikir terbiyesinde de rehberimiz ilim ve fen olacaktır” demek sureti ile bilim ve teknolojinin kullanılacağı diğer alanları da göstermiştir. Atatürk’ün inkılâpçılık ilkesini de bu çerçevede ele almak gerekmektedir. Atatürkçü sistemde inkılâpçılık ilkesi, Türk toplumunun milletlerarası yarışmada ve insanoğlunun uygarlık kurma ve onu geliştirme çabalarında ön safta yer alan bir toplum olmasını, bu toplumun bireyleri için mutluluk ve huzur sağlanması yollarını araştıran çok önemli bir ilke konumundadır. Çağdaş bir toplumda, ileri bir medeniyette, insan ihtiyaçlarının karşılanmasında, gerek teşhis ve gerekse tedbir safhasında, bilimin ışığında yürümesi zorunludur.  Bilimin insanı olağanüstü ölçülerde güçlü kılabilen çok önemli bir insan çabası olduğu açık bir gerçektir. İnsan, artan bu gücünü iyi ve yapıcı maksatlarla kullanabileceği gibi, bu gücünden olumsuz ve yıkıcı amaçlarla yararlanmak imkânlarına da sahip olabilir. Bilimin kendisi ahlâk bakımından tarafsızdır ve nötrdür. Bilimin en iyi yollardan insan ve toplum yararına kullanılabilmesi için birtakım erdemlere sahip olması gerekir. Atatürkçü sistemdeki temel ilkeler bu erdemli ortamı elverişli bir biçimde tutmakla büyük ölçüde yararlı olabilirler. Böylece de bilimin insana sağladığı nimetlerden en iyi şekilde faydalanılması yollarının açılması kolaylaşmış olur. Atatürk’ün eğitime ve bilime verdiği önemin en belirgin işareti, daha Millî Mücadele devam ederken Maarif Kongresi’ni toplamasıyla ispat edilmiştir. 15 Temmuz 1921’de yani Sakarya Savaşı’nın en kızgın zamanlarında Ankara’da toplanan bu kongrede Atatürk şunları söylemiştir: “Savaş günlerinde dahi dikkat ve itina ile işlenip çizilmiş bir millî terbiye programı vücuda getirmek ve mevcut maarif teşkilâtımızı bugünden yararlı şekilde çalıştıracak ilkeleri açıklamak için çalışmalıyız.” Üç yılı aşkın bir süre devam eden bağımsızlık savaşından sonra Atatürk, ülkede bilimsel araştırmaların artmasını, insanların kafalarını hep bu çeşit meşguliyetlere hasretmelerini ister. “Üç buçuk yıl süren bu mücadeleden sonra, bilim bakımından, eğitim bakımından mücadelemize devam edeceğiz. Fabrikacı olacağız, sanatçı olacağız. Bundan sonra anlayışımızı hep buna verelim.”  1922 tarihinde yaptığı bir diğer konuşmada ise, “Milletimizin siyasal ve sosyal hayatında, milletimizin düşünce eğitiminde yol göstericimiz bilim ve teknik olacaktır. Gözlerimizi kapayıp, tek başımıza yaşadığımızı varsayamayız. Ülkemizi bir çember içine alıp dünya ile ilgisiz yaşayamayız. Bilim ve teknik nerede ise oradan alacağız ve herkesin kafasına koyacağız. Bilim ve teknik için kayıt ve şart yoktur.” demekteydi. Atatürk’ün kastettiği bilim ve teknik çağdaş olduğu için Atatürkçülükte bilim ve teknikteki gelişmelerin çok yakından izlenmesi gerekir. Medenî dünya hızla değişmekte ve gelişmektedir. Bu değişiklik ve gelişmelere uymak gereklidir. Uygarlık yolunda başarının gelişme ile mümkün olduğunu kabul eden Atatürk “Hayat ve geçime egemen olan kuralların zaman ile değişme, gelişme ve yenilenmesi zorunludur.” demekteydi.  Atatürk’e göre cehalet ve taassuptan uzak, ilme ve akılcılığa dayanan uygarlık yolu toplumlar için zorunlu yoldur. Çünkü : “Medeniyet öyle kuvvetli bir ateştir ki, ona ilgisiz kalanları yakar, yok eder. Uygar olmayan insanlar ve toplumlar daima uygar olanların ayakları altında kalmaya mahkûm olacaklardır.” Atatürk döneminde Türkiye’de bilimin gelişmesi hususunda, yüksek okulları da içine alan 2252 sayılı yasanın 31 Mayıs 1933’de kabul edilmesi önemli bir adım olmuştur. Bu yasa gereğince eski İstanbul Üniversitesi 31 Haziran 1933 günü kapatılarak, onun yerine 1 Ağustos 1933 tarihinde batı Avrupa örneğine uygun modern bir üniversitenin açılması plânlanmıştır. Bu üniversiteyi, Türkiye’de birçok yeni okulların veya bölümlerin açılması ya da modernize edilmesi takip etmiştir. Meselâ, İstanbul Yüksek Teknik Okulu’nda Mimarlık Bölümü, Ankara’da Tarım ve Veterinerlik Okulu, Devlet Konservatuvarı ve diğer bazı okullar sayılabilir.  Atatürk’ün gerçekleştirdiği üniversite inkılâbı, gerek fen bilimleri ve gerekse beşerî bilimler alanlarında üniversitelerimizin batı örneklerine uygun araştırma geleneklerine ayak uydurmalarım birinci plânda olmak üzere öngörmekte idi. Tarih ve dil alanlarında, Atatürk, canlandırmak istediği bu akımı Tarih ve Dil Kurumlarını kurmak suretiyle güçlü biçimde destekledi. Ayrıca, İstanbul Üniversitesi’nde temsil edilen kürsü ve enstitülerle bölümlerin sayısını arttırmak ve bunların bilimsel seviyesini yükseltmek, kütüphane, laboratuvar ve diğer araştırma araç ve gereçleri bakımından üniversiteyi zenginleştirmek de şarttır.  Atatürk’ün düşüncelerini doğru olarak değerlendiren her araştırmacı ve aydının birleştiği nokta, O’nun bütün fikirlerinde ve uygulamalarında akılcılığa ve bilime büyük bir önem verdiğini tespit etmesidir. Türk milletini çağdaş medeniyet yolunda en ileri noktaya ulaştırma gayesi içinde olan Atatürk, bu idealin gerçekleştirilmesi yolunda da gerçekçi davranılması gerektiğini belirtmiştir. O’nun gerçekçiliği akılcılığının ayrılmaz bir parçasıydı. İlk yıllarındaki nutuklarında, bilgisizlik, eğitim, maarif millî eğitim, bilim ve öğretmen konusu üzerinde durarak, bunların büyük ve etkin önem ve değerini kavratmak için öğretmenlerin,yetkililerin ve kamuoyunun özellikle dikkatlerini çekmek amacında olduğu anlaşılır. Atatürk, “hayatta en gerçek yol gösterici bilim” dir diyerek, Türk toplumunu kesin olarak yöneltmeyi istediği yeni Batı medeniyetinin temel niteliği aydınlanma olarak belirlenmiştir. Aydınlanma hayata aklın kılavuzluk etmesi, hayata dayanak olacak değer ve normların akılla bulunması, gelenek- göreneklerin aklın eleştirisinden geçirilmesi demektir. Bu tutumun sonunda varılan en değerli ürünü de gerçeğin sistemli ve plânlı gözlemleriyle elde edilen bilimdir. Dolayısıyla hayata doğru yolu bilim gösterecektir. Medeniyetçilik onun en önemli ilkelerindendir. Her zaman bilimden, uygarlıktan söz etmiş o düzeye yükselmenin ve onlardan yararlanmanın yollarını göstermiştir. Bu tek yol, laik anlayış ve düzen içinde durmadan, yılmadan, dönmeden çalışmaktır. Türk, övün-çalış-güven öğüdü bunun ve Atatürkçülerin parolasıdır. “Hayatta en hakiki mürşit ilimdir, bilimdir” ifadesi bu ilkelerin Türk ulusuna mal edilmesi ve Atatürkçülüğün felsefî temelinin kesinlikle belirmesini sağlamıştır. Konuşmalarının çoğunda şu ifadelere rastlanmaktadır.  “Medeniyet tarikatı Türkiye, şeyhler, dervişler ülkesi olamaz. En doğru, en gerçek tarikat medeniyet tarikatıdır.” “Biz medeniyet, bilim ve teknikten kuvvet alıyoruz. Biz, medeniyet ailesi içinde bulunuyoruz.” M.K.Atatürk  “Uygarlığın bütün gereklerini uygulayacağız.” Atatürk’ün bu sözlerindeki, içtenlik ve kararlılık, O’nun bilim ve medeniyetçilikteki kesin inancının kuşku götürmez delilleri, uygulamalarının dayanaklarıdır. Türkiye’nin çağdaş bir devlet haline gelmesini önleyen bütün engelleri ortadan kaldıran Atatürk, akıl ve bilim çağına geçmenin tek kurtuluş yolu olduğunu açıkça belirtmiş ve bu konuda ortaya çıkan problemleri doğru bir biçimde teşhis etmiş ve etkili uygulamalarla problemlerin çözümü yolunda önemli mesafeler alınmasını sağlamıştır. Atatürk, bilimi, aklı objektif düşünceyi ve özel olarak tarihten alınacak dersleri, temele koymak suretiyle, Türk milletini kısa bir süre içinde büyük bir değişmeye götürmüş, birçok inkılâbı icraat programı içine alabilmiş, dünyanın hayret dolu gözleri önünde bu büyük başarıyla ulaşabilmiştir. Son Söz: Yeni Eğitim-Öğretim Döneminin Vatanımıza ve Milletimize Hayırlara Vesile Olması Dileği ile....

İlim, Hakikati Bilmek...

"Biz cahil dediğimiz zaman, mektepte okumamış olanları kastetmiyoruz. Kastettiğimiz ilim, hakikati bilmektir. Yoksa okumuş olanlardan en büyük cahiller çıktığı gibi, hiç okumak bilmeyenlerden de hakikati gören gerçek alimler çıkabilir." Orda bir köy var uzakta......". İlkokul sonrası okula gönderilmemiş Afife Hanım'ın, akıcı dilinden hayranlıkla izlediğim ve anılara daldığım bir yaşam öyküsü.../İyi ve güzel olmak... Kadim düşüncenin özü bu sanırım.. https://youtu.be/H5bNjVDsGNo Kula kulluk edenlere ve "Dağdaki çobanla benim oyum bir olur mu?" diyenlere ithaf olunur https://www.facebook.com/posof.kaymakamligi?fref=ts http://www.yenisafak.com/…/dagdaki-cobanla-benim-oyum-bir-o…  

Tek Bayrak, Tek Millet, Tek Vatan, Tek Devlet

“Küresel Güçlere/küresel Oyun Kuruculara Karşı Tek Bayrak, Tek Millet, Tek Vatan, Tek Devlet”   Türk milletinin tarihinin binlerce yıllık geçmişe dayandığını, sadece Cumhurbaşkanlığı Forsu’nda temsil edilen 16 Türk devletinin 2 bin 200 yılı aşkın bir geçmişe sahip olduğunu belirterek, Türk devletlerinin Avrupa’dan Rusya’ya ve Orta Asya’ya, Moğolistan’a, Çin’e, Hindistan’a, Pakistan’a, Afganistan’a, İran’a, Ortadoğu’ya, Kuzey Afrika’ya kadar geniş bir coğrafyada hüküm sürdüğünü kaydetti.  19 Mayıs Atatürk'ü Anma, Gençlik ve Spor Bayramı törenindeki açılış konuşmasından önemli satırbaşları  birlikte okuyalım: :   "Gazi Mustafa Kemal’in, bir asır önce bugün Samsun’a herhangi bir kişi olarak değil Osmanlı’nın en parlak, en gelecek vadeden subaylarından biri olarak ayak bastığını vurgulayarak, “Bizim geleneğimizde devletin ismi ve yöneticileri değişir ama ona ebet müddetlik vasfı veren anlayış hep baki kalır. Devleti ebet müddet milletin bizatihi kendisidir. Dolayısıyla aslında ismi, bayrağı, coğrafyası değişmiş olsa da bizim devletimiz hep tektir. Cumhurbaşkanlığı Forsu, işte bu kadim tek devlet anlayışının remzidir” https://bit.ly/2JBjmef 'Tek Millet, Tek Bayrak, Tek Vatan, Tek Devlet' sloganı, son dönemde birliğimizin ve bütünlüğümüzün teminatıdır. . Bu veciz ifade, mevcut anayasamızın aynen muhafaza edilmesi gereken 3. maddesindeki, 'Türkiye Devleti, ülkesiyle ve milletiyle bölünmez bir bütündür' ibaresinin değişik şekilde ilân edilmesidir. Tarihte 16'sı büyük, 113 devlet kurmuş, sadece bu coğrafyada bin yıldan fazla bir zamandan beri egemen devletler kuran Türk Milleti'ne, Türkiye Cumhuriyeti Devleti lâyık görülmemiş; bazen 'Osmanlı' gibi bir üst kimlik icat edilmeye çalışılırken, bazen de 'Türkiyelilik' şeklinde uydurma kimlikler ortaya atılmıştır. Bazı hainler 'Anadolu Cumhuriyeti' gibi yeni devlet isimleri uydurmuşlardır.     'Türkiye' kelimesinin anlamı  : 'Türkiye. 1. Türklerin ülkesi, Türkili, Türkistan. 2. Türkiye devletinin ülkesi, Anadolu ve Trakya'dan meydana gelen ülke. 3. Osmanlı ülkesi'. Türk Dil Kurumu'nun (TDK) 'Türkçe Sözlük' isimli eserde ise, 1924 ve 1982 Anayasalarına uygun, daha kapsayıcı bir tanımlama yapılmış ve 'Türk' kelimesi dar ve geniş anlamda iki şekilde açıklanmıştır: 'Türk. 1. Türkiye Cumhuriyeti sınırları içinde yaşayan halk ve bu halktan olan kimse. 2. Dünyanın çeşitli bölgelerinde yaşayan, Türkçenin değişik lehçelerini konuşan soy ve bu soydan olan kimse'. Doğan'ın 'Türk' tanımının üçüncü anlamı da 'Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı'dır. Türkiye'de yaşayan bütün insanlar bizim milletimizi meydana getirir. 'Tek Millet' olan 'Türk Milleti', bir etnik aidiyeti değil siyasî kimliğimizi ifade eder. Türk Milletine mensup her fert, etnik kimliği, dini, mezhebi ne olursa olsun 'Türk Vatandaşı'dır. 'Tek Bayrak' 'Türk Bayrağı'dır; 'Tek Vatan', Türk Milleti'nin yaşadığı coğrafya olan 'Türkiye'dir. 'Tek Devlet' de 'Türk Devleti', yani 'Türkiye Cumhuriyeti Devleti'dir. Türkiye, ilelebet pâyidar olacaktır ve Türkiye Cumhuriyeti Devleti'nin ismini değiştirmeye hiçbir küresel güç  muvaffak olamayacaktır. Büyük önder Mustafa Kemal Atatürk'ün  ilk kez 10. Yıl Nutkunda söylediği gibi; "Ne mutlu Türküm diyene!..." Sağlıcakla kalın... Yüreğinizdeki sevgi daim olsun! Yüreği "Berkehan ve Bilgehan Deniz" kadar temiz tüm insanların,  günleri hep aydınlık olsun! ------------------- Önemli Bir kaç Not: Not::1 Gagavuz Türk‘ü, Hıristiyan’dır. Yunanistan’daki Karaman Türk’ü de, Hıristiyan’dır... Karaim ya da Hazar Türk’ü, Yahudi‘dir… Altaylar, Tengrici’dir... Saha-Yakut Türkleri Şaman‘dır... Uygur Türk‘ünün kimi Budist’tir... Azerbaycan Türk’ü ya da İran’ın Azeri Türk’ü Şii‘dir... Anadolu Türkmen‘i Alevi’dir... Dünyada ilk “Türk Derneği”, Macaristan-Budapeşte’de 1908 yılında açıldı. Üniversitelerde ilk Türkoloji kürsüsü 1870 yılında Budapeşte’de kuruldu... Macar Türklerini bilir misin?... Turan fikrinin nereden doğduğunu sanıyorsun?... Bugün... Gabor Vona‘yı da bileceksin!... Hâlâ Necip Fazıl mı okuyorsun?... Oysa Attila Jozsef‘i okumalısın!... Hadi Yusuf Akçura’yı, Sultan Galiyev’i bildiğini düşüneyim; Turar Rıskulov‘u ya da Ethem Nejat‘ı bilir misin?... Sahiden “sağ” nedir, “sol” nedir hiç kafa yordunuz mu?... Tarihindeki Türk milliyetçi hareketler sömürgeciliğe karşı çıkarken, senin neoliberalizme/ vahşi kapatilizme karşı neden hiç sesin çıkmıyor?... Evet sen kardeşim!... Bak sana bir Türk efsanesini hatırlatayım... Cengiz Aytmatov’u bilirsin. Kırgız Türk’ü... Türk birliğinin yılmaz savunucusu. Dünya edebiyatına armağan ettiğimiz Lenin ödüllü usta bir kalem... 1980 yılında yazdığı bir romanı var: “Gün Olur Asra Bedel”. Okudun mu?... Kişinin, öz köküne yabancılaşmasını anlatır. Bunu Türk “Mankurt Efsanesi”ne dayandırır. Efsaneyi birlikte okuyalım: Juan-Juan adlı barbar bir toplum, tutsak ettiği kişileri işe yarar köleler haline getirmek için belleklerini silerek “mankurt” haline getirirmiş !... Bir insanı “mankurt” yapmak istediklerinde bak ne yaparlar: - Tutsak kişinin saçları iyice kazınır, - Kafasına devenin boyun derisi gerdirilerek geçirilir, - Tutsak başını yerlere vurmasın diye bir kütüğe bağlanır, - Yürek parçalayan çığlıkları duyulmasın diye elleri ayakları bağlı olarak ıssız bir yerde sıcak güneş altında dört beş gün aç susuz bırakılır, - Sıcağın etkisiyle deve derisi büzülür ve bir mengene gibi kafayı sıkıştırır, - Deve derisinin artık kafa derisiyle bütünleşmeye başlamasıyla kazınan saçlar yeniden uzamaya başlar, - Fakat, deri kafaya o kadar yapışır ki, zaten sert olan deve derisi sıcağın etkisiyle iyice sertleşir ve uzayan saçlar deriyi delip uzamasına devam edemez, - Bu nedenle saçlar kafanın dışı yönünde değil, içine doğru uzamaya başlar, - Sıcaktan büzüşen deve derisinin kafatasına yaptığı baskı ve kafanın içinde ters yönde uzayan saçların kafatasını delip, beyne doğru ilerlemesiyle tutsak kişi büyük acılar çeker, - Beşinci günün sonunda tutsakların çoğu ölür, - Sağ kalan tutsak ise zamanla kendine gelir; yiyip içerek gücünü toparlar. - Ama o artık bir insan değildir; ölünceye kadar geçmişini hatırlamayan “mankurt” olmuştur. Artık hafızası yoktur... Kim olduğunu, hangi soydan geldiğini, anasını, babasını ve çocukluğunu bilmez hale gelir. Artık düşünemez... İnsan olduğunun farkında değildir. Ağzı vardır, dili yoktur. Kaçmayı dahi düşünmeyen, hiçbir tehlike arz etmeyen bir köledir sadece. Bilinci, benliği olmadığı için, sadece efendisine boyun eğen bir köle... Evet... Mankurt, için önemli olan tek şey efendisinin emirlerini yerine getirmektir... Akıl yoksunluğunu ifade eden “mankurtlaşma” artık bir kavram olarak kullanılmaktadır... Anadolu’da “mankafa” derler !... Kimbilir... Belki de Cengiz Aytmatov “Bozkurtları” uyarmak istemektedir... Anlayana... Bilmeyenler için : Türk tarihinde ‘Bozkurt’ bir semboldür, idoldür. Öyle sadece bir partinin, grubun sembolü değildir. Biz çöl takımından değiliz, steplerden gelen bir milletiz. O yüzden kurt bizim için mühim ve manalı bir semboldür. Ecnebiler de Atatürk’e ‘Mavi gözlü Bozkurt’ diye hitap ederlerdi . Bu minvalde bir kelam daha ekleyeyim : "Tarihte Atatürk'e düşman olup da Türk'e dost olan çıkmamıştır! Atatürk, Türk Milletinin mavi gözlü bozkurtudur."