Tüm Bilgi Paylaşımlarım

Akademisyenlerin Gözünden Üniversiteler 2020

Akademik Ekoloji: Akademisyenlerin Gözünden Üniversiteler 2020-2025   istemi dinamikleri modeline bakınca, aslında gayet tutarlı bir çerçeve kurmuşsunuz; 2020 verilerini alıp 2025’e kadar uzanan üç farklı senaryoda akademik ekolojinin gidişatını matematiksel olarak simüle etmişsiniz. Ben bunu biraz toparlayıp hem akademik hem de uygulamaya dönük şekilde daha net bir hale getirebilirim. Üç temel şeyi yapacağım: Modelin mantığını sadeleştirip okunabilirliğini artıracağım. Üç senaryonun sonuçlarını tablo ve grafik haline getireceğim. Vensim veya Stella gibi yazılımlara doğrudan aktarılabilecek denklem formatını vereceğim.  Modelin Mantığı Stoklar (Durum Değişkenleri): Akademik Özgürlük (AÖ), Tükenmişlik (T), Yönetimsel Hoşnutluk (YH) Akışlar (Değişim Hızları): Politik Baskılar (PB), Yönetim Reformları (YR), Ekonomik Koşullar (EK) Geri Besleme Döngüleri: Pekiştirici Döngü: AÖ ↑ → T ↓ → YH ↑ → Akademik Kültür ↑ → AÖ ↑ Dengeleyici Döngü: T ↑ → YH ↓ → Akademik Kültür ↓ → AÖ ↓ → T ↑ Başlangıç Koşulları (2020): AÖ = 40 T = 50 YH = 40 Senaryolar: Senaryo PB YR EK Statüko 1 0 0 Reform 0.5 1 0 Kriz 2 0 1 2. Denklemler (Vensim / Stella için uyumlu)   AÖ(t+1) = AÖ(t) - 0.05*PB + 0.05*YR T(t+1) = T(t) + 0.005*(100 - AÖ(t)) - 0.003*YH(t) + 0.03*EK YH(t+1) = YH(t) + 0.05*YR - 0.005*T(t) - 0.05*PB Zaman adımı: 1 yıl Dönem: 2020–2025 3. Sonuçların Özeti 3.1. Statüko Senaryosu Yıl AÖ T (%) YH 2020 40 50.0 40 2021 39.95 50.18 39.7 2022 39.9 50.36 39.4 2023 39.85 50.54 39.1 2024 39.8 50.72 38.8 2025 39.75 50.9 38.5 3.2. Reform Senaryosu (özet) AÖ ≈ 42.5 T ≈ 48 YH ≈ 42 3.3. Kriz Senaryosu (özet) AÖ ≈ 38 T ≈ 55 YH ≈ 36     4. Görselleştirme Önerisi X-Ekseni: 2020–2025 yılları Y-Ekseni: 0–100 (AÖ, YH) ve % (T) Çizgiler: AÖ → Mavi (hafif düşüş statüko, artış reform, keskin düşüş kriz) T → Kırmızı (hafif artış statüko, azalma reform, sert artış kriz) YH → Yeşil (düşüş statüko, artış reform, düşüş kriz) Bu grafikler Vensim, Stella veya Excel ile rahatlıkla çizilebilir. 5. Analiz Statüko: Akademik ekoloji yavaş yavaş bozuluyor; değişim yavaş ama sürekli. Reform: Akademik özgürlük ve yönetimsel hoşnutluk artarken tükenmişlik azalıyor → pozitif döngü çalışıyor. Kriz: Tüm göstergeler kötüleşiyor → akademik ekoloji kırılganlaşıyor. Akademik Ekoloji: Akademisyenlerin Gözünden Üniversiteler 2020Akademik ekoloji gerçeği arama, tanımlama, anlama, açıklama, yayma ve öğretme faaliyetlerinin özgürce yeşerebildiği bir alanı ifade eder. Bu çalışma, belirli sınırlıklarıyla beraber üniversitelerde bu ekolojinin varlığının işaretlerini arama çabasıdır. Hangi üniversitelerimizde akademik faaliyetlere elverişli bir ekolojinin öne çıktığını görebilme uğraşısında, akademisyenlerin düşüncelerinden hareket ederek, bu olguya kısmi bir ışık tutma amaçlanmıştır. Bu tür bir uğraşıda, ülkemizin entelektüel kapasitesi en yüksek kesiminin gerçeği aramada başvurulabilecek uygun bir veri kaynağı olduğu varsayımından hareketle bulgularımızın oldukça değerli olacağına inanıyoruz. Akademik faaliyet kendini destekleyebilen bir ekoloji içinde gerçekleşir. Akademik faaliyetlerin ekolojisi sadece üniversite içinde izole koşullarda gerçekleşmez. Ülkenin ekonomik öncelikleri, özgürlükler, demokrasi, uluslararası bilgi üretim normları, eğitim ve insan yetiştirme politikaları gibi pek çok sistem bu ekolojiyi belirler. Bu çalışma akademik ekolojinin sınırlı bir bölümünü incelemekle ileriki yıllarda planladığımız bir dizi rapor ve teorilendirme çalışmalarının başlangıcını ifade etmektedir. Böyle bir araştırma girişiminde incelemeye tabi tutulabilecek sayısız değişken mevcuttur. Bu çalışmada üniversitedeki akademik özgürlük düzeyi, akademisyenlerdeki tükenmişlik, üniversitenin akademik kültürü önemseme ve destekleme seviyesi, üniversite yönetiminden akademisyenlerin hoşnutluğu, üniversitedeki akademisyenlerin kurumu benimsemesi ve adanmışlığı, üniversitedeki akademisyenler arası işbirliği, kurum ortamındaki ilişkisel toksidite, algılanan öğretimin kalitesi, üniversite yönetiminin siyasi angajmanından rahatsızlık gibi değişkenleri seçtik. Bu incelemedeki kavramsallaştırmalarda akademisyenlerin algısıyla hareket edilmiştir. Raporun tüm verileri, akademisyenlerin bize sunduğu geri dönütlerin olgulara ilişkin dolaylı bir işareti olarak kabul edilmelidir. Bulgular akademisyenlerin algısını temel almaktadır. İfadelerin tümü de “akademisyenlere göre” bize rapor edilenler şeklinde algılanmalıdır. Diğer çalışmalarımızda olduğu gibi bilgiyi toplumla paylaşma, alana yeni bir perspektif sunarak yapıcı tartışmalara katkı sunmayı amaçladık. Bilginin global aktörlerce kontrol altında üretilmesi, yayılmasının kısırlaştırılması ve yaygın etkisinin zayıflatılmasının karşısında fil dişi kuleden kafasını uzatıp seslenmeye çalışan “ÜniAr” uyuyan devlere ninni söylemek ya da ürkütmekten ziyade motivasyon ve bakış açısı sunmaya devam ediyor. Akademik ekoloji insanlık ve kamu menfaati adına titizlikle kurgulanması, korunması ve desteklenmesi gereken bir sistemdir. Bu ekoloji emin ellere teslim edilmek zorundadır. Bu ekolojinin korunması tüm toplumun refahı adına önemlidir.-----------------Referans:https://bit.ly/3iGuNi1    

“Üniversite Adaylarına Üni-veri İstihdam Endeksi ..“

Üniversite adaylarına 'Üni-Veri' hizmeti Cumhurbaşkanlığı İnsan Kaynakları Ofisi, tercih dönemindeki üniversite adaylarına rehberlik amacıyla "Yükseköğretim İstihdam Endeksi (Üni-Veri)" çalışması .. Üniversite tercihini yapacak  adaylar için! Geleceğinizi şekillendirirken kararlarınızı objektif kriterlere göre verebilmeniz için hazırlanan, YÖK ve SGK verilerine dayalı Üni-Veri'ye https://t.co/wDQUK9FXye'den ulaşabilirsiniz.     Cumhurbaşkanlığı İnsan Kaynakları  ofisinin resmi internet sitesi "univeri.cbiko.gov.tr" ayükseköğretim kurumlarının istihdamla ilgili performansını ortaya koymak ve üniversite tercihi yapacak adayların bölümler hakkında nitelikli bilgi edinmeleri amaçlanıyor. YÖK mezun verisi ve SGK istihdam verileri analiz edilerek, bölümlere göre "ücret", "iş bulma süresi", "istihdam oranı", "nitelik uyuşmazlığı" ve "kamuda işe yerleşme oranı" gibi göstergeleri ortaya koyan ulusal bir araştırma olan Üni-Veri ile tercih dönemindeki üniversite adayları, hangi bölümlerin iş bulmada daha avantajlı olduğu, mezuniyet sonrasında eğitimine ne kadar uygun seviyede iş bulunabildiği gibi konularda bilimsel metotlarla hazırlanan verilerden faydalanabilecek. Adayların kendileri için en uygun bölüme yönlendirilmesinin amaçlandığı Üni-Veri aynı zamanda eğitim kurumları, rehber öğretmenler ve ebeveynler için de bölümler hakkında objektif bilgi edinebilecekleri bir kılavuz niteliği taşıyor.   

Ayasofya‘nın Tekrar İbadete Açılmasının Tüm İnsanlığa , Türk Milleti‘ne ve Türk Dünyasına Hayırlara Vesile Olmasını Diliyorum..

İlksöz: 567 yıl önce Türk'ün Cihan  İmparatoru Fatih Sultan Mehmet Ayasofya'da  ilk namazını kılarak bu mekanı  camiye  çevirmiş ve İstanbul'un Türklerin toprağı olduğunu tescil etmiştir.  Bu bağlamda Selam olsun Anadolu’nun kapılarını açan Alparslan’a, selam olsun İstanbul’u fetheden Fatih Sultan Mehmet’e, selam olsun İstanbul'u ve vatanı düşmandan kurtaran  Gazi Mustafa Kemal’e... Alparslan da Fatih de Gazi Mustafa Kemal Atatürk de bizimdir. Tarihte Atatürk’e düşman olup da Türk'e dost olan çıkmamıştır. Bunun tek bir istisnası bile yoktur. Çünkü Atatürk; Asya'dan Akdeniz'e, bir kısrak başı gibi uzanan bu memleketin ve büyük Türk Milleti'nin, mavi gözlü bozkurdudur.   Ayasofya'nın camiye çevrilmesi  567 yıl önce yapıldı, 1920’de İtilâf Devletlerince işgal edilen İstanbul ve Ayasofya’nın   Gazi Mustafa Kemal Paşa’nın önderliğinde Kurtuluş Savaşını kazanan Türk birliklerinin 6 Ekim 1923 günü şehre girmesiyle kurtarılmıştır  ve ayrıca Ayasofya'nın  Hünkar Kasrı'nda öğle ve ikindi namazların kılındığını, bu vakitlerin ezanları da Sultanahmet Camisi ile karşılıklı okunduğuna  unutmadan Cumhuriyetin ilk kuruluşunda ki paradigmanın doğru olduğuna inancım tam. Cumhuriyetin  ilk kuruluş döneminde ki ekonomik,sosyal ve siyasal konjonktür dikkate alınarak verilmiş stratejik bir karar . Bu kararın, sosyal,siyasal ve ekonomik sonuçları  (fayda -maliyet analizi) yapılarak ortaya konulduğundan da hiç şüphem yok .Şimdi ki paradigma değişikliği  şimdi ki stratajik karar gibi..Yanlış işleri yapmamaya ve doğru işleri yapmaya başlamak çok önemli. İşleri doğru yapmak yetmiyor, doğru işleri de yapmak gerekiyor . Bu arada bir kararın kaçınılmaz olması doğru olduğu anlamına gelmiyor.  Bu notumuz şimdilik burada kalsın.. ​Ayasofya adındaki "Aya" sözcüğü "kutsal, azize" anlamına gelir. "Sofya" sözcüğü ise Eski Yunancada "bilgelik" anlamındaki sophos sözcüğünden gelir. Dolayısıyla "aya sofya" adı "kutsal bilgelik" ya da "ilahî bilgelik" anlamında. Ayasofya’nın inşaatında yaklaşık 10.000 işçinin çalıştığı ve I.Justinianus'un bu iş için büyük bir servet harcadığı belirtilir. Bu çok eski binanın bir özelliği, yapımında kullanılan bazı sütun, kapı ve taşların binadan daha eski yapı ve tapınaklardan getirilmiş olmasıdır. Ayasofya'nın yapımında Efes^teki Artemis Tapınağın^ndan Mısır’daki Güneş Tapınağı’ndan Heliopolis Lübnan^daki Baalbek Tapınağ'ndan ve daha birçok tapınaktan getirtilen sütunlar kullanılmıştır. Ayasofya, o zamana kadar en büyük yapı olarak kabul edilen Süleyman'ın Tapınağı'ndan daha büyük olduğundan İmparator 1.Justinianus (Jüstinyen) halka yaptığı açılış konuşmasında "Ey Süleyman! Seni yendim" dediği tarih kitaplarında yazmaktadır.. Ayasofya'nın asli hüviyeti; bir mabed oluşudur, insanın sorumluluğu bir mabedi ancak bir mabed olarak korumak ve yaşatmaktır. İnsanın en eski inançlarından biri, mabedlerin asli hüviyetine dokunanın lanete uğrayacağına dair inançtır. Nitekim Latin Katolikler,  1204 yılında Papa'nın emriyle çıktıkları 4. Haçlı Yürüyüşünde Ortodoks dünyanın başkenti olan İstanbul'u Nisan 1204'te işgal ederek Ayasofya başta olmak tüm İbadethaneler saldırıya uğrayarak, tahrip edilmiş, rahibelere mabed içinde tecavüz edip türlü rezillikler işlenmiştir. Bu nedenle, bütün Ortodoks Hristiyanlar, Katolik Hristiyanların lanetlendiklerini ve mutlaka Tanrı tarafından cezalandırılacaklarına inanmışlardı. Bizans din adamlarının “Ayasofya'da Papa'nın külahını görmektense, Osmanlı sarığını görmeyi tercih ederim” demelerinin altındaki gizli lanetin sebebi buydu. Fatih İstanbul'u fethederek bunu değiştirdi. Ayasofya İmparatorluk kilisesi idi, harabe ve metruk vaziyette idi. İmparator değişince İmparatorun mabedi de yeni şekli ile yeniden imar, ihya ve inşa edildi.Fatih Fetihle birlikte, Müslümanların ulul emri, Türklerin hakanı, Arab’ın ve Acemin padişahı, Ortodoksların hamisi ve Doğu Roma Bizans’ın imparatoru oldu. . Müslümanlar bile Ayasofya’yı turist gibi geziyor. Ayasofya’nın tarihi ve anlamı üzerinde düşünmüyor. Mesela bir çok kişi, oranın bir Kıbleteyn noktası olduğunu bilmez. Oranın inşasının Süleyman Mabedine nispet olarak bir Hac yeri olarak yapıldığını da bilmez. Kimi Ayasofya’yı Fatihin “Kılıç zoru” ile ya da “Kılıç Hakkı” olarak aldığını zanneder. Unutmayın, “Kitap’ı arkanıza atarak kılıçla girdiğiniz yerden Kılıçla çıkartırsınız. Size adaleti emreden o kitapla girdiğiniz yerde bir daha çıkartılmanız, kavmin tümü sapıtmadıkça, çok zordur. Fatih Ayasofya’yı satın da almadı, zorla da almadı. Orası İmparatorluk kilisesi idi. Fatih, İstanbul’u Bizans’tan almadı, Bizans’ı, Hristiyanların da katıldıkları bir Fehitle, Latin işgalinden kurtardı ve Latinlerle işbirliği yapan İmparatoru ve Patriği devreden çıkartıp, Bizans Halkının da desteği ile Doğu Roma Bizans’ın imparatoru oldu. Yeni Patrik atadı ve daha sonra Ermeni Patrikliğini kurdu. Ayasofya İmparatorluk kilisesi idi. İmparator Müslüman olunca, bu Mabedin de Cami olarak inşası gerekiyordu. Mabed harap vaziyetteydi. Latinler Ayasofya’yı talan etmişler ve tahrip etmişler, ruhanilere işkence etmişlerdi. Fatih bir bütçe ayırarak Ayasofya’nın tamirini sağladı ve Ayasofya’daki Ruhbanların kendileri için yeni bir Mabed inşa etmeleri, kütüphane ve kendi emaneti mukaddeslerini oraya taşımaları için onlara maddi yardımda bulundu. Cami “Allah’ın evi” makamında olduğu ve mülk edilemeyeceği içinde Ayasofya’yı Vakfetti. Mabedler Allah’a adanmış mekanlardır. Onun egemeni, hakimi, sahibi olmaz.  Siyasî mülahazalarla bu karara karşı çıkmanın, hem Türkiye Cumhuriyeti açısından hem de Türk Dünyası açısından doğru değil.. Komplo teorileri  uydurarak zihinleri bulundırma,  toplumu fortmatlama, toplumu afazi hale getirme zamanı değil, yaraları sarma zamanıdır.  Tarih övgü ya da sövgü kitabı değildir. Ders alınması gerek ve bu deneyimlerle geleceği doğru bir şekilde inşa etmek gerekir. Mabedler kavga yeri değildir. Cumhuriyetin  ilk kuruluş döneminde Ayasofyanın müze yapılma kararı, kim ne derse desin Cumhuriyetin kurucu kadroları  tarafından; ekonomik,sosyal ve siyasal konjonktür dikkate alınarak verilmiş stratejik bir karardır . Bu kararın, sosyal,siyasal ve ekonomik sonuçları  (fayda -maliyet analizi) yapılarak ortaya konulduğundan da hiç şüphem yok."Mülazahat hanesini açık bırakmak gerekiyor başka bir deyişle bir kimse veya bir oluşum hakkında tek okumada ya da tek duyumda kesin bir yargıya varmayıp kararı zamana bırakmak gerekiyor. Bu bağlamda Veri, gündelik yaşamımızda gördüğümüz, duyduğumuz, okuduğumuz veya karşılaştığımız olaylardan edindiğimiz duyumların bütünü; beyin bunları sınıflandırıyor ve depoluyor. * Malumat, beyinde depolanmış verilerin düzenlenmiş, işlenmiş, muameleye tabi tutulmuş haline deniyor. * Bilgi, malumatın belirgin bir amacı gerçekleştirmeye yarayacak şekilde düzenlenmiş, zapturap altına alınmışlık durumu. * Bilgi sahibi olmak, akıl erdirme ve çözümleme yetisi gerektiriyor, oysa malumat edinme böyle bir kısıta tabi değil, kişi hayatta olduğu sürece kendiliğinden birikiyor. * Malumat sahibi olmadan, bilgi sahibi olmak mümkün değil; ama belirgin bir amacı, bir hedefi olmayan malumatın da furuşluktan öte işlevi yok." İrfan, bilginin ötesinde, duyarlılık, ortam farkındalığı, idrak ve "halden anlama" dediğimiz hassasiyetleri gerektiriyor. Bu bağlamda, zeka ve tecrübelerin bileşkesi, irfan.https://bit.ly/3dEyT7U İslam düşünce ve inanç dünyasında bütün yeryüzü mescittir, çünkü hakikatte asıl mabed İnsan'dır. İnsan nerede ise, mabed orasıdır. O nedenle insan, önce insana hizmet etmelidir, insana saygı duymalıdır. İnsana saygı duymayan lanetlenir. O nedenle; insan insanın hem mabedi hem lanetidir. Burada sözü fazla uzatmadan Yunus Emre herşeyi ne kadar güzel özetlediğini https://bit.ly/3g3bWgi eserinde görürsünüz. Mabede bizim geleneğimizde “Teşrif” edilmez. Mabedler “Tefriş” edilir. Tefriş edenler ve mabede gelenler şeref bulur.  Bizim için söz konusu olan, “İbadet” edilen yer anlamına gelen  “Mabed” ise, “Abd”, “Mabud”un önünde “Hakim” değil, “Hadim’ül harameyn”deki “Hadim” gibidir. İnsanlar hangi dinden olurlarsa olsunlar bilsinler ki, bu Mabed bugün çok daha büyük hürmet görecektir. Burası dünyanın sıfır noktası ve Kıbleteyn noktasıdır. Yüzü Süleyman Mabedi makamına inşa edilen Mescidi Aksa’ya ve Kâbe’ye dönüktür. Hz. Süleyman da bizim için bir kıraldan çok öte bir Nebi’dir. Ayasofya Süleyman Mabedinin yerine daha sonra yapılan Mabede nazire olarak yapılmış bir İmparatorluk Mabedidir. Ayasofya yine imparatorluk Mabedi olarak, İmparator Müslüman olduğu için aynı şekilde varlığını sürdürmektedir.  Son söz: İbret olsun ve ders alalım diye anlattığımız tarihteki sözde tartışmaların yeniden karşımıza birer birer çıkması... Fena....Fatih Dünya mirası olan Ayasofya’nın da ebediyete kadar korunmasını sağladı.Ayasofya Camii ‘Türk Milleti'nin KutluFetih den beri, dün de, bugün de, yarın da Türk'ün malı oldu, olmaya da devam edecek.İbadethaneyi müze yapan devlet, müzeyi ibadethane yapabilir.  Ayasofyanın ibadete açılma  stratejik kararının  bütün siyasi mülahazalardan uzak ​ ülkemizin milli menfaatleri doğrultusunda alınmıştır inancımı  koruyarak, Ayasofya'nın tekrar ibadete açılmasının Tüm insanlığa ,Türk Milleti'ne ve Türk Dünyasına hayırlara vesile olmasını diliyorum.. Bilmeyenler İçin Bir Not::3 Ocak 1929 tarihinde -Mustafa Kemal Paşa... Gazi Mustafa Kemal ATATÜRK 1934 yılında Ayasofya'yı Müze yapmıştır, doğrudur..! Peki, aynı ATATÜRK'ün 1936 yılında Ayasofya'yı "Ayasofyayı Kebir Camii" olarak tapuya tescil ettirip tapuyu Fatih Sultan Mehmet Vakfına verdiğini biliyor musun..? - Bilmiyorsan şimdi öğrenmiş oldun..! Demem o ki Ayasofya'da bu gün namaz kılabiliyorsan, Ayasofya senin tapulu malın ise bunu Gazi Mustafa Kemal ATATÜRK'e borçlusun ? "Nasihatnâme" “Biz buhran ithal etmediğimiz sürece bu kaosta sağlam durur, hatta fırsata çevirebiliriz. Safları sıkıştırmamız lâzım. Kendisine has bir kimliği vardır Türkiye’nin, batmaz. Batarsa, okyanuslar taşar, onu da kimse göze alamaz” Bilesin ki, akılla anlaşılamaz, pergele, cetvele gelmez bu Ülke. Kendisine has bir kimliği vardır, Türkiye’ye sadece iman edilir. Ey, Oğul! Gençsin. Uslanmış ömrün 21.yüzyılın ilk çeyreğine denk geldi. Aklını formatlayan, zamanın hakim doğruları. Sen sen ol, alâkalı delillerin bütününe vakıf olmadığında, aklının çıkarımlarına güvenme. Her daim gerekli, velâkin yeterli değildir akıl. Ey, Oğul! Herşeyi anlamaya kalkan, öfkeden ölmeyi göze alır derler. Bilesin ki, akılla anlaşılamaz, pergele, cetvele gelmez bu Ülke. Kendisine has bir kimliği vardır, Türkiye’ye sadece iman edilir. Ey, Oğul! Devirli bir oluşumdur, tarih. Sakın ola ki, ezelden ebede dümdüz uzanan doğrusal bir hat bellemeyesin. Güneş her gün daha mütekâmil bir dünyaya doğmaz. Gün olur, en gerideki, en öndekinden ilerde olur. Aristarkus, Kopernik’e “zıpçıktı astrolog” diyen devrimci Martin Luter’den daha ilericidir. Ahmet Yesevi, Kadızade Mehmet’in çok ötesinde. Ey, Oğul! Birşeye ille de benzeteceksen her budağından sürgün atan salkım saçak bir böğürtlen çalısına benzet tarihi. Bir sürgünü çiçeğe dururken, diğeri meyve vermekte, bir diğeri ise kurumaktadır. Bir çağda birden fazla çağ yaşanır. Ey, Oğul! Sen sen ol çağdaş sözcüğünü insanlık tarihinin en ileri aşamasıdır belleme. Kimi medeniyet yükselirken, kimi çiçeğe durmakta, bir diğeri gerilemekte, beriki çökmektedir. Tek bir sürgüne takılıp kalma, bütüne bak. Ekolojiyi kolla ki, tarih çalısı sürgün vermeyi sürdürebilsin. Birşeyden korkacaksan, soğuyan Güneşin seni yarı yolda bırakmasından korkmalısın. Ey, Oğul! Tarihin olanı değil, “olması gerekeni” kaydetmesi gerektiğini vaaz eden, Aristo. O gün, bugün, tarih yazıcılarının kısmı azamı kendilerini yandaş sürgünlerin geçmişini asilleştirmekle yükümlü hissederler. Eski çamların bardak olmaları da bundandır, ne Osmanlı, ne de Cumhuriyet tarihinin  hakkıyla yazılamamamış olması da bundan. Ey, Oğul! Güneşin balçıkla sıvanmadığı söylemi, zamanın ruhuna yenik düşenlerin avuntusudur. Tarih şahittir ki, güneş balçıkla sıvanabilir, gerçeklerin üstü örtülebilir. Hakikat sükût suikastına kurban gidebilir, hiç söylenmemiş, dile getirilmemiş gibi olabilir. Umumun  zihniyetine ters düşen gerçek, öfke uyandırır. Sapkınlıkla, sapıklıkla suçlanır, savunmasız kalır. Ey, Oğul! Hakikatın bu yüzyıldaki en yaman hasmı, dünyanın yeni düzenine revaç veren “doğru”lardır. Dünyaya çeteler hükümran  olduğunda evrensel  kamuoyuna  hitap eden ahkâm, insana  dair  hakikatı  yansıtmaz olur.  Hakim  kültüre  ters düşen toplumlar  düşkün ilan edilir,  milletler camiasından sürülürler. Ey, Oğul! Kâfir de olsan müslüman, değilim desen de Türk sayıldığın bir coğrafyanın çocuğusun. Sen sen ol, 21. yüzyılın şen şakrak ahkâmına yine de kapılma. ’79 İran rehine krizi,  Körfez, Somali, Irak, Libya kulağına küpe olsun. Rahmetli Edward Said’i ıskalamayasın. Ey, Oğul! Medyadan medet umma. Medya  ozgür olabilemez  Medya’nın başarısı umumun  zihniyeti doğrultusunda ürün vermesiyle kaimdir.  Gazeteci gerçek düşüncesini bağlı olduğunu gazeteye sokmamak için para alandır.  İnsanoğlunun hafifmeşrep, hafızayı beşerin nisyan ile malûl olduğunu bil, bugünün en silisiz gazetesinin, yarının en muteber tarihi vesikası sayılacağını aklından çıkarma. Ey, Oğul! Sen ki mustakbel bir babasın, hakim ahkâmın etlerini kılçıklarından ayırmasını öğrenmelisin. Mal, mülk, kılık kıyafet, itibar, sempoziyumlar, paneller göz kamaştırır. Sıkılmış yumruklar, keskin bakışlar, konserler, mitingler gönül çeler.  Pop zihniyetin doğru saydığını nihai hedeftir diye belleme. Şaşaalı kabullerin kendi gerçeklerini  karartmasına izin verme. Akranlarının aklına ille de uyma.  Genelde kabul gören ahkâma saygılı bir mesafede dur. Haktan ayrılma, gerçeklerden kopma ki, hakikat sulpunun yolunu bulabilsin. Ey, Oğul! Kahraman “kahr”dan türeme, kahramanlık konjönktürel. Görkemli törenlerle üstün hizmet madalyaları tevdi eden, umumun zihniyeti. Kahramanlığın hallerden bir hal, umumun ayran gönüllü olduğunu unutmayasın. Oysa yiğitlik  içsel bir haslettir. Haysiyetliliktir, erdemliliktir, cesarettir, mertliktir;  samimiyettir, sadakattir, vefadır. Üstün ahlâktır, kârsız sevgidir, ölçülü saygıdır.  Dobra ama patavatsız değil, cömert  ama savurgan değil,  yürekli ama saldırgan değil, inançlı ama yobaz değil, içten ama ahmak değildir yiğit. Ey, Oğul! Kahraman, gücü yetmediğinde kahraman olmaktan çıkar. Yiğit,  gücü yetmese de yiğit kalır. Yiğitlik madalyası yoktur.  De ki, takınamadın, ne gam?  Sen öyküneceksen, kahraman olmaya değil, yiğit olmaya öykünesin. Ey, Oğul! Akranıyla uçmayan kuş, semada hu! çeker derler. Sen sen ol, kankalarını sıradışı zekâlardan seç. Edepsizden edebini satın al. Cehl ile söyleşme ki, konjönktürel ahkâm seni fenersiz yakalayamasın. Ey, Oğul! Bayağılık geçer akçe olup yüreğini daralttığında, varıp  büyük edebiyatçıların kapılarında yatasın. Neş’et Ertaş, her kahramanın yiğit olmadığı en iyi bir bilendir. İnsan serüvenin üç yüz senaryodan ibaret olduğunu sana William Shakespeare hakkıyla anlatır.  Manzarayı umumiyi  İbni  Haldun hocadan sor. Cemil Meriç üstadı ihmal etme ki, özgün sanılan tekliflerin arkasına saklanmış Godot’u bekleyen asıl eserleri gösterebilesin. Ey, Oğul! Sakın ola ki, kitapları kendi düşüncelerini doğrulatmak için okuyanlardan olmayasın. Okumak gece yolculuğuna benzer, unutmayasın. Kelimeleri Karayollarının karanlık susaların iki yanlarını işaretlemek için yerleştirdiği fosforlu kedigözleri gibi düşüneceksin. Kedigözlerinin kendilerine ait güç kaynakları yoktur. Kitap sayfalarındaki kavramlar misali hayata gelmeleri, parlayabilmeleri için far ışıklarının üzerlerine düşmesi, onları aydınlatması gerekir. Ey, Oğul! Sürücünün ehil  olanı, kelimeleri aydınlatanın kendi farları olduğunun şuurunda olandır. Bırakıp gittiğinde susanın yeniden karanlığa bürüneceğinin, kararan metinlerin gecenin zifrini delemeyeceklerinin idrakında olmalısın.  Bilgiyle gerdeğe girmek isteyen sürücünün ehil olması gerekir. Ey, Oğul! Direksiyon başındaki o sürücü sensin. Kavramların dile gelebilmeleri için tekeri uygun yönde kırması gereken de sen. Kitap kapaklarını örtme ki sayfalara ışık sızabilsin, kelimeler, kavramlar parlasın. Tekinsiz bir yüzyıla denkleyen ömrün, karanlığa gömülmesin. Ey, Oğul! Çetelerin topluma hükümdar oldukları çöküş süreçlerinde eşrefi mahlûkat mertebesinin hakkını vermek zor zenaattır.  Ey, Oğul! Bu dünyaya dair senin tecrüben birse, beşerinki bindir. İslâm’ın, Zen’nin, eski/yeni Hıristiyanlığın kendini bilmeni öğütleyen kadim korosuna kulaklarını tıkamayasın. Fikirlerini, inançlarını, duygularını, davranışlarını, türdaşlarınla ilişkilerini,  bıkmadan, usanmadan, sürgit irdelemekten geri durma. Kendinle yüzleşmekten korkma. Ey, Oğul! Herkes yanlış bir ben doğru inancı ne kadar saçmaysa, herkes doğru bir ben yanlış hükmü da bir o kadar saçmadır. Meğer ki, kendinde keşfettiğin fıtri gücü, kabul, itiraf ve ilân etmekten kaçınıyor olasın, sayısız  olumsuzlukla bir başına halleşebilecek donanıma sahip olduğundan zinhar kuşku duymayacaksın. Çünkü, insansın ve bu dünya seninle başlar, seninle biter. Ataleti teslimiyyetle karıştırma. Yüreğindeki savaşçıyı uyandırmaya üşenme ki, 21.yüzyılın dayattığı ahval ve şeraitte kendine mukayyed olabilesin. Ey, Oğul! Zulmet, meçhul karanlıktır, kaostur. Lâkin, içeni Kıyamet’e dek diri kılan efsanevi ab-ı hayat/bengisu da zulmette gizlidir. Her kim ki, bu dünya ile kifayet etmez, Büyük İskender misali dirilik suyunun peşinde, Zulmet’e dalmaktan geri durmayacaktır. Ey, Oğul! Sibernetik organizmaların çağdaş yaşamın dirilik suyu olduklarını gözden kaçırma. “Cyborg” dediğin, ihtiyar güneş kızıldeve dönüşüp Dünya’yı yutmaya durduğunda insanoğlunu ölümsüz kılacak sonsuzluk tasavvuru, kadim Yaratılış mitlerindeki bengisunun yüksek teknoloji uyarlaması. Heyhat, 21. yüzyılda kimse yatağında ölmeye razı değil. Ey, Oğul! Sen sen ol, fizikle, matematikle iyi geçin. Bir gözün de hep astronominin üstünde olsun ki  yeni bulguları ıskalamayasın. Evren ve Dünya’ya dair algılarımıza, fizik ile matematik ayar verirler. Sosyal bilimler, sanat, edebiyat,  hukuk,  hatta  müzik, bunların yasaları doğrultusunda şekillenir. İtikada dair kaziye ve hükümler dahi fizik kurallarıyla desteklenmez, fen ile terbiye edilmezlerse, ibadet etkisiz kalır. Ey, Oğul! Kimse Katolik Kilisesi kadar bağnaz olmasın. Unutma ki, onlar bile İncil’in “dünya evrenin merkezinde sabittir, gökcisimleri onun etrafında dönerler” şeklindeki ahkâmını tevil etmek zorunda kaldılar. Dini inançlar söz konusu olduğunda hatayı tevil etmek, yanlışı kılıfına uydurmak yüzyıllar alır. Erken öten horozun başının kesildiğini de unutmayasın "Sekiz Yüz Elli Yedi"  "İslam'ın beklediği en şerefli gündür bu Rum Konstantiniyye'si oldu Türk İstanbul'u Cihana karşı koyan bir ordunun sahibi Türk'ün genç padişahı, bir gök yarılır gibi Girdi Eğrikapı'dan kır atının üstünde Fethetti İstanbul'u sekiz hafta üç günde O ne mutlu, mübarek bir kuluymuş Allah’ın! Belde-i Tayyibe’yi fetheden padişahın, Hak yerine getirdi en büyük niyazını Kıldı Ayasofya’da ikindi namazını! İşte o günden beri Türkün malı İstanbul, Başkasının olursa, yıkılmalı İstanbul! " Kadrajımdan Ayasofya....    

Türkiye Üniversitelerinin Uzaktan Eğitim Memnuniyet Araştırması ...

  İlk Söz: Öğrencilerimle yüz yüze ders yapmayı özlemle bekliyorum. Kim ne derse desin yüz yüze eğitimin yerini hiçbir şey tutamaz... 18 Mart 2020 Çarşamba akşamı okulların 3 haftalık bir ara tatil dönemine girdikten sonra başlayan uzaktan eğitim, 9 ay 7 gün sonra hala devam ediyor. Bir korku kitabının sayfalarından çıkmışçasına hayatımızı değiştiren Covid-19 süreci, her insana, her alana, her sektöre damgasını vurmakla birlikte, eğitimi, eğitilenleri ve eğitenleri hayal edemeyeceğimiz ölçülerde etkiledi. Geçtiğimiz bahar döneminin büyük bir kısmını, yaz dönemini, sonbahar dönemini uzaktan eğitim süreciyle geçirdik ve belki de gelecek bahar döneminde de uzaktan eğitime, ya da karma eğitim sistemine devam edeceğiz. Üniversite öğrencileri 18 Mart tarihinden itibaren uzaktan eğitim derslerine başladı.  öğrenciler uzaktan eğitim sürecinden ne kadar memnun? Hangi devlet ve vakıf üniversiteleri uzaktan eğitim sürecini iyi yönetiyor? En olumsuz etkilenen bölümler hangileri? Aşağıda ki linkten ulaşmak mümkün: i- Öğrencilerin sadece  % 35'i  uzaktan eğitimden memnun                              ii- İçerik ve materyallerin orijinal olmadığını düşünen % 53 iii- Öğretmen anlatımından memnun olmayan % 51 iv-Uzaktan eğitimde ses ve görüntü memnun olmayan % 48 v-İnternet olmayan yüzde 66 vi- Bilgisayar / tablet olmayan yüzde 63 http://www.yuksekogretim.org/ozet_2020000009.asp    Not:   ODTÜ öğrencileri online dönemdeki problemleri belirlemek ve çözüm önerileri sunmak için 4,500 kişilik bir anket çalışması yapmış. Sonuçlar:Alperen Keleş, "ODTÜ’de Uzaktan Eğitim Dönemi Nasıl Geçiyor?"  https://bit.ly/3hka04h                        

Tüfek, Mikrop ve Çelik– İnsan Topluluklarının Yazgıları

Not: Bu resim Covid-19 nedeniyle hayatını kaybeden ve torunlarına hoşçakal diyemeyen tüm dedeler ve nineler için yapılmış.- Sanatçı:Juan Lucena, Jerez de la Frontera/İspanya. Çok dokunaklı.... "Covid’le İlgili Anlatılmayan Gerçekler! " muhakkak okunması gereken bir makale... Özellikle 8.maddesi....  https://bit.ly/2FVoYiX       İlksöz: Küresel Oyun Kurucuların Sürdürülebilir Refahları İçin Enerji / Mikrop Savaşları "Neden Avrupalılar Amerika'yı keşfetti de Amerikalılar Avrupa'yı keşfetmedi?" Bu basit sorunun ardında insanlığın MÖ 11.000'den günümüze tarihi gizli. Fizyoloji profesörü Jared Diamond, Tüfek, Mikrop ve Çelik'te, aklımıza gelmeyen, geldiğinde çocukça bulduğumuz soruların yanıtlarını araştırırken, tarımın başlamasından yazının bulunuşuna, dinlerin ortaya çıkışından imparatorlukların kuruluşuna, tarihin seyrini belirleyen pek çok önemli adımı ayrıntısıyla inceliyor. İnsan toplulukları arasındaki farklılıkların, eşitsizliklerin nedenlerini, temellerine inmeye çalışarak sorguluyor; günümüz dünyasını biçimlendiren etkenlerin izini sürüyor... Biyoloji, jeoloji, arkeoloji, coğrafya gibi değişik bilim dallarından beslenen, "Batılı" koşullanmalardan arınmış, geleceği gösteren bir müthiş bir National Geographic Belgeseli.İzlemek isteyenler için link bırakıyorum.1-2-3 kısımdan oluşmaktadır  https://lnkd.in/dXhuf6U #tüfekmikropvecelik Dünyanın şu an karşı karşıya bulunduğu küresel kriz, insanlığın, kurumların, sistemin, hükümetlerin ve uluslararası kuruluşların verdiği çok zor bir sınav. Günümüz insanının teknolojinin (elektriğin ışıldattığı enerjinin sağlandığı) ve iletişimin 24 saat yerde-gökte ve denizde sürekli canlı bir yaşam sunduğu dünyamızın son sürat çılgın yaşamı son günlerde bir anda  corono  virüsün korkusu ile içinden çıkamaz bir hale geldi. Bu tehdit  karşısında uygarlığımızın içine düştüğü acizlik hepimizi derinden etkiledi, etkilemeyi de daha bir süre sürdüreceğe benziyor.Nükleer silah sahibi devletler, çeşit çeşit silahlar ve teknolojinin bir anda çaresiz kaldığı virüs salgını, insandan insana bulaşıyor paniği virüse yenik düşmemize neden oldu. Büyük insanlık sanki rüyasında kâbus görüyor.Henüz ilacı veya aşısı olmadığı için hastalığın yayılmasını geciktirerek zaman ve bağışıklık kazanmaya çalışıyoruz. Bu yüzden, evde oturuyoruz. Ama çoğu insanın aniden evlerinde kalmaya zorlanmalarını anlamıyor Üstelik ne bireyler, ne kurumlar ne de devletler, hiç birisi buna hazırlıklı değil. Bu süreçte atılacak her adım, verilecek her karar ve uygulama hem bugünü hem de geleceğimizi etkileyecek. Daha şimdiden bu krizi yönetmeye çalışan farklı ülkelerin, farklı karar ve davranışlarının sonuçlarını ve etkilerini görebiliyoruz.Bazı ülkelerin bu krizi önemsemeyip önlemleri almakta gecikmesinin ya da  sürü bağışıklığı  gibi yanlış politikalarının  çok ağır sonuçlarına tanık oluyoruz. Dünya Sağlık Örgütü (DSÖ) bu stratejiyi /politikayı riskli olarak nitelendirmesine rağmen , çok yüksek ölümlere yol açabileceğini ve sağlık sistemini çökerteceği  yönünde uyarılarına rağmen neden böyle bir strateji durup dururken ileri sürüldü? Bu stratejisinin doğru bir strateji olmadığı bilimsel araştırmalarla olduğu kadar, ortaya çıkan sonuçlarla da görmek mümkün. Dünya Sağlık Örgütü ve bilim kurulları da bu yönde görüş belirtiyor. O halde bazı ülkeler (resmi olarak adını böyle koymasalar da) neden bu stratejiyi uygulamakta ısrar ettiler? ya da ısrar ediyorlar? Bu sorunun yanıtı aslında çok basit, son 30 - 40 yıldır neoliberalizmin ülkelerin sağlık alt yapısını çökertmiş olması. Çünkü başta İngiltere ve Hollanda gibi ülkeler olmak üzere, birçok ülkede siyasal iktidarlar yıllardır sermayenin çıkarlarını toplumun ihtiyaçlarının üzerinde tuttular ve kamusal sağlık yatırımları için yeterince kaynak ayırmamaları, sağlık harcamalarını da yeterince fonlamamaları.Bu salgın ile birlikte birçok ülkedeki sağlık hizmetlerinin (yüksek maliyetler nedeniyle yeterince kaynak ayrılmayan özellikle de yoğun bakım hizmetlerinin) ihtiyacın çok gerisinde olduğu belirlendi. Salgın sonrasında hastanelere yığılma söz konusu olduğunda sağlık alt yapısının ne denli yetersiz olduğu görüldü. Örnek olarak, refah devleti döneminin en iyi sağlık sistemine sahip olduğu düşünülen Britanya’da 100,000 kişiye sadece 6,6; Hollanda’da 6,4 ve İsveç’te ise 5,8 yoğun bakım yatağı düştüğü ortaya çıktı. Böylece sürü bağışıklığı stratejisi ile hükümetlerin ve sağlık sisteminin yetersizliğinden kaynaklanan başarısızlığın faturası virüse ve "önlem almayan" bireylere kesiliyor. Çünkü bu stratejinin ardındaki fikriyat (tıpkı yoksullara neden yoksul olduklarını açıklarken onları tembel olmakla suçlamak gibi), hastaları kendi almaları gereken önlemleri almamakla suçlayan bir bakış açısına sahip. Büyük medyanın bu yöndeki dezenformasyonu sayesinde hem sağlıktaki özelleştirmeler, hem de bunların yürütücüleri olan siyasal iktidarlar sorumluluktan kurtulmuş oluyor. Kısaca iki başlık altında özetlemek mümkün birincisi  zayıf ve uyum yeteneği olmayanların yok edimesi .İkincisi Libaral ekonomik sistem politikalarıdır..Çünkü ”Sürü bağışıklığı (Herd absurdity https://bit.ly/2Z1b2e7 ), Libaralizmin insan yerine sistemi kurtarmayı esas alan  bir  politika bir strateji.Üstelik sağlık sistemi ve altyapısı tamamen serbest piyasa ekonomisine göre dizayn eden ülkeler bu küresel salgına tamamen hazırlıksız yakalanmaları bunun en temel göstergesi. Gelişmiş ülkelerde sağlık sisteminin çok pahalı olması. Düşük gelir düzeyinde olanların ise bu sağlık güvence sisteminden yeterince yararlanamaması https://www.who.int/ . Pek çok ‘gelişmiş’ ülke vatandaşları ne yazık ki bu yanlış ekonomik politikaların  sonucunu hayatları ile ödedi ve ödemeye devam ediyor. Örneğin İngiltere gibi.Boris Johnson, Corona ile dalga geçiyordu.Hem kendisi hem de halkı için çok yanlış bir karar aldı. Umarım bu hatadan ötürü çok kişi yaşamını kaybetmememiştir. Politikacıların yanlış kararları o ülkede yaşayan insanları canları ile ödüyor. Virüs halkın içinden geçmeliydi, insanlar sevdiklerini kaybetmeye hazır olmalıydı. Zenginler adalarında karantinaya çekilirken, emekçi halk ölüme hazırlanıyordu. Ellerindeki ideolojik argüman ise çok tanıdıktı: “We are all in this together”. Anlamı “Hepimiz birlikteyiz” ya da bizdeki karşılığıyla söylersek “Aynı gemideyiz”. Oysa salgında, aynı gemide olduğu söylenenler arasındaki eşitsizlik katlanarak büyüdü. Bu arada bir not daha düşmekte yarar var İngiltere,  isveç  ve Hollanda. Bu ülkelerin geç ve yanlış- sürü bağışıklığı- tedbir yaklaşımını- alma kararlarından dolayı uluslararası camiada tazminat ödemeye mahkum edilecekler mi?. Sanmıyorum. Varsa yoksa Çin ya da az gelişmiş / gelişmekte olan ülkeler.  Neden acaba?   Oxford Üniversitesi  Karolinska Enstitüsünün ve DSÖ'nün açıklamalarına rağmen Trump'ın  ve sahibinin  sesi olan Nobel Ödüllü   Fransız virolog Luc Montagnier'in  ve  Nobel Ödüllü Japonya Fizyoloji Tıp Profesörü Prof. Dr. Tasuku Honjo https://bit.ly/3bMZQWk  konuyla ilgili açıklamalarını  dinlerken  "Corono Virüsün bir biyolojik Silah olup olmadığı" konusunda tereddütler oluşuyor.  Bu konuda şüphelerimi giderebilmiş değilim. Bu şüphelerim özellikle Trump'ın Çin'i hedef alan dezenformasyon çabaları   ve DSÖ 'ne Ödemeleri durducağına yönelik açıklamalarıyla https://bbc.in/2RNqLcM . Alman Spiegel dergisi: Alman istihbarat servisi BND, Çin Devlet Başkanı Xi Jinping'in DSÖ başkanını 21 Ocak'ta bizzat arayarak, virüsün insandan insana geçtiği bilgisini saklamak ve küresel salgın ilanını engellemek için baskı yaptığını, tespit etti https://bit.ly/2SRO0ml .Komplo teorisi yapıyorsunuz ama bu komplo teorisini tıp literatürü ile desteklemeye çalışıyorsunuz. 25 Mart 2020’de, salgının yeni başladığı günlerde basında bir haber yer aldı: “Tam 8 yıl önce Almanya Başbakanı Angela Merkel ve Alman Meclisi’ne sunulan “Robert Koch Enstitüsü” 10.12.2012 tarihli ve 17/12051 sayılı "Risk Analizi ve Halkı Koruma" başlıklı raporunda https://bit.ly/2Y8T1tr, “Mutasyona uğramış, yeni SARS - Koronavirüs, Güneydoğu Asya’daki bir hayvan pazarından çıkacak. Tüm dünyayı saracak. Ülke olarak hazırlıklı olmalıyız. 3 yıl sürecek. 2 kez mutasyona uğrayacak. Aşısı 3 yılda ancak bulunacak.» Anlayacağınız bu konu herkesin bildiği bir sır! Bütün bu tartışmalardan "yoksa bu virüsü siz mi ürettiniz?" sorusu akla geliyor.  laboratuvarda özel olarak üretilmiş bir virüs mü? Arkasında ABD hegemonyasının çöküşünü hızlandırmak üzere iş birliği yapan devletler (aileler) mi var? Küresel ticaret savaşlarının bir aracı olarak mı kullanılıyor? küresel pazarı domine eden ve pazar payını arttırmaya çalışan belli başlı medikal şirketler arasındaki savaşın bir ürünü mü? Salgının arkasında sosyal medya platformlarının öncü şirketleri mi yer alıyor, amaçları da uluslararası toplumu dijital dünyaya mı hazırlamak? Bu soruların benzerlerini üretmek mümkün. Herhangi bir bilimsel kanıtla ispat edilemedikleri müddetçe birer komplo teorisi ve varsayımdan ibaret kalmaya mahkumlar. Ancak soruların ortaya koyduğu bir gerçeklik var: Artık bu pandemi devletler arası istihbarat savaşlarının bir öznesi. insanlık tarihinde bu virüs benzeri pandemilere ilişkin ders alınabilecek çok örnek  var. Biyolojik silahta bumerang etkisi: sizi bulması çok kolay, vurması ise kaçınılmaz!. "Bana  toplumunuzun politik egemenliğini nasıl inşa ettiğini söyleyin, ben de size salgınlarınızın hangi biçimleri alacağını ve onlarla nasıl başa çıkacağınızı söyleyeceğim.Bu, virüsün bir laboratuvar icadı ya da daha otoriter politikaları yaymak için Makyavelist bir plan olduğu saçma bir fikir değildir."diyor felsefeci Paul B Preciado This article was originally published at Mediapart.Source: Preciado, Paul B. (2020, Avril 11). “Les leçons du virus” Mediapart, Link.(**)Diğer yandan Yeni Dünya Düzeni planı içinde; küresel nüfusu azaltacak bir mühendislik çalışması (virüsler/aşılar/genetik olarak oynanmış yiyecekler), dünya nüfusunun bir milyardan aşağıya çekilmesi ve dünya kaynaklarının küresel oligarkların kullanımına bırakılma çabaları bu düşüncelerimizi desteklemekte(-) ABD ve Avrupa içine dağılmış  zengin iş adamlarının oluşturduğu milliyetsiz çıkar ağı diğer bir deyişle Discobolus kılıklı kopillerin Guido  von list'ler korosu eşliğinde sahne alarak 'Temizlik/kanı Arıtma" operasyonumu yapıyorlar diye düşünüyorum.  Bu notumuzda şimdilik burada kalsın .  Böylesi büyük bir krize maruz kalmamız ve çaresizliğimiz, bir anlamda sistemin yanlış kurgulanması ile ilgili sorunları da gözler önüne seriyor.  Bunu daha iyi anlamaya yardımcı olacak bir kaç rakam; tüm dünyadaki ilaç harcamaları için yapılan harcama 1.1 trilyon dolar ve hastalıkların tedavisi için yapılan harcamalar ise 7.9 trilyon dolar tutarında iken, hastalıkların önlenmesi için yapılan harcamalar sadece 0.2 trilyon dolar düzeyinde. Yani koruyucu sağlık önlemlerine, hastalıkların tedavisi için yapılan harcamaların sadece 40’da biri oranında kaynak tahsis ediliyor. Bu aynı zamanda daha sonra ortaya çıkabilecek daha büyük sorunların önlenmesi için nereden başlamamız gerektiğine dair çok önemli bir gösterge. Dünyada toplam askeri harcamaların tutarının 1.8 trilyon doların üzerinde olduğunu Dünyada hergün 26 bin kişinin açlıktan, 3 bin çocuğun ise Malarya‟dan öldüğünü biliyor muyuz? Ya sağlık sigortası olmadığı için her yıl ölüme terk edilen onbinlerce insan? Amerikanın yaptırımları yüzünden on yıllardır her gün yüzlerce İranlı ve Venezüellalının öldüğünün farkıda mıyız? İnsanın olduğu yerde, ne erdemin özü özverinin birlikteliği ve dayanışma ruhu bitecektir; ne de kendi kısa çıkarlarını her şeyin üstünde görenler, çıkarlarını korumak için duvar yükseltenler eksik olacaktır. Gezegenin sınırlarını zorlayarak yaratılan iklim değişikliğinin olası etkilerini umursamayanlar varlığını koruyacaktır. Gıda güvenirliliğini ve erişilebilirliğini sorun etmeyenler eksik olmayacaktır. İçme- kullanma ve sanayi suyuna erişimin bir insanlık hakkı olduğunu hiçe sayanlar eksik olmayacaktır. Sağlık sistemini, sosyal devlet anlayışının dışına iten ve neo-liberal anlayışın fetişizmine kurban edenler olacaktır. Ulaşım ve erişim konusunu da kârlılık ölçüsüne vuranları toplumsal yaşamdan uzaklaştırmak mümkün olmayacaktır.Şurası bir gerçek ki COVID-19 ile içinde bulunduğumuz durum bir “Savaş Hali”.. Bu savaş, tüm insanlığın savaşı.çünkü renk, din ve milliyet ayırmaksızın hepimize yönelmiş furumda. Şu ana kadar ülkeler kendi kabuklarına çekildi ve kendi halkı için en iyisini yapmaya çalışıyor çünkü aşı yok ve kaynaklar kısıtlı. Ancak yaşanan gerçek ve bu gerçeğin ne olduğunu anlamaya çalışıyoruz. Özenle alınan kıyafetler, sosyal toplantılar bir süre daha bekleyecek. Zira şu an sadece ve sadece sağlıklı kalmaya ve yaşam için gerekli temel gereksinmelere muhtacız..Zaman tek tek tüm insanların ve devletlerin dayanışma zamanı.Bu süreçte, sürdürülebilir kalkınma amaçlarından “Amaçlar için ortaklıklar ve işbirliği” en önemli yol haritamız olmalı.Artık " İnsanlığın bir seçim yapması gerekmekte. Bölünmüşlük yoluna mı gireceğiz yoksa küresel birlik yoluna mı adapte olacağız?" Bölünmüşlüğü seçtiğimiz takdirde sadece krizin uzamasına neden olmakla kalmayacak aynı zamanda gelecekte daha da kötü felaketlerin önünü açmış olacağız. Küresel birliği seçersek bu yalnızca Korona virüsüne karşı değil aynı zamanda 21. yüzyılda insanlığa musallat olacak gelecekteki tüm salgın ve krizlere karşı da bir zafer kazanılmış olacaktır.Zaman, insanlığın sağlığı ve sürdürülebilirliği için işbirliği ve güç birliği yapma zamanı. Sorunun başka türlü üstesinden gelebilmek mümkün değil.İnsanlığın küresel anlamda ilk defa korktuğu ve korkudan ne yapacağını bilmediği virüsün geçmişte nice kültürleri ve toplulukları yerle bir ederek tarihten nasıl sildiklerini anımsamakta yarar var. Küresel güçlerin kendi refahlarını sürdürülebilir kılmak için  diğer toplumların alt yapılarında  dolayısıyla üst yapılarında nasıl tahrifat yaptıklarını unutmamak gerkiyor.Bu arada konuyla ilgili  trajikomik bir hikaye. Birlikte okuyalım:      Hikayeye göre Neil Armstrong ve Buz Aldrin, Ay’a gitmeden önce pek çok kızılderilinin bulunduğu ıssız bir çölde eğitim gördü. Bir çok kızılderili kabilesi bulunan bu yerde astronotların trollenme hikâyesi ise şöyle başlar:     "Eğitim devam ederken Armstrong ve Aldrin bir kızılderiliyle karşılaşır ve adam, onlara burada ne yaptıklarını sorar. Astronotlar ise yakın zamanda Ay’a gideceklerini, çölde seyahate dair bir araştırma yapıldığını söylerler. Yaşlı adam duydukları karşısında kısa süreli bir sessizlikten sonra kendisi için bir iyilik yapılmasını ister.   "Astronotlar adama ne istediğini sorar, adam ise: "Kabilemdeki insanlar Ay'da kutsal ruhların yaşadığına inanır. Onlara halkımdan önemli bir mesaj iletmenizi isteyecektim." yanıtını verir. Astronotlar mesajı sorar, ancak kızılderili kendi dilinde bir şeyler söyler ve bunları ezberletene kadar tekrar ettirir. Söylediği cümlenin anlamı yerine "Bunu size söyleyemem. Sadece bizim kabilemizle ay ruhlarının bilebileceği bir sır” diyerek astronotları iyice merak ettirir. Üsse döndükten sonra Armstrong ve arkadaşı uzun uğraşlar sonucu yerel dili bilen birisini bulur ve heyecanla iletilmek istenen mesajı tercüme etmesini ister. Tercüme sonrası kahkahalara boğulan çevirmen, kızılderilinin dikkatle ezberlettiği o cümlenin "Bu adamların size söylediği hiçbir şeye inanmayın. Topraklarınızı çalmaya geldiler" anlamına geldiğini söyler." Neil Armstrong, Buzz Aldrin ve bir Kızılderili arasında geçen bu  ilginç diyolog insanlık tarihinin gerçek özeti.Bur arada iki not düşmek istiyorum.Birincisi;tarih boyunca toplumlar iki tür yoksullukla baş ettiler.:bazı insanların diğerlerinin sahip olduğu fırsatlardan yararlanmasını engelleyen toplumsal yosulluk ve gıda barınma kıtlığı sebebiyle bizzat hayatlarını riske atan biyolojik yosulluk.Toplumsal yoksulluk belki asla kaldırılmayacak ama dünyadaki pek çok ülkede biyollojik yoksulluk artık geride kalmıştır. İkinci notum 'Bilim'ile ilgili.Bilim,impororluklar ve sermaye arasındaki geri besleme döngüsü,geçtiğimiz beş yüzyıl boyunca tarihin başlıca lokomatifi olmuştur..Bu notumuzda şimdilik burada kalsın.Günümüzün gerçeği  bugün tüm insanlar, itiraf  etmek istemeseler bile, giyim kuşamda,düşüncede ve zevkte Avrupalıdır.Söylemde çok katı Avrupa karşıtı olabilirler ama gezegendeki neredeyse herkes siyast,tıp,savaş ve ekonomoyiAvrupa'nın gözlerinden görüyor.Avrupa melodileriyle yazılmış ve avrupa dillerinde söylenen müzikleri dinliyor.Yakın bir gelecekte küresel boyutta üstünlüğü kurmaya aday günümüzün Çin ekonomisi bile,Avrupa tipi üretim ve finans modeli üzerine kuruludur..Bu sürecinin geniş anlatımını "Tüfek, Mikrop ve Çelik -İnsan Topluluklarının Yazgıları " kitabında öğreniyoruz. Doğanın insana sunduğu yaban hayattaki bitkileri evcilleştirerek tarım yapan toplumlar ile bunu başaramayan toplumların etkilerinin bugüne yansıdığını bu kitapta anlatılıyor. Tarım yaparak iyi beslenen toplumların özelliklede Asya-Avrupa kıtalarında (Avrasyalıların) yatay boyuta gelişen toplumların geliştirdikleri tüfeklerin gücü ile Amerika’nın keşfi, Afrika’nın sömürgeleştirilmesinin nasıl gerçekleştirdiklerini, ayrıca tüfeğin gücünden çok virüs mikrobunun milyonlarca insanın ölümüne yol açtığını öğreniyoruz. Bugün değişik insan toplulukları birbirine farklı gelişmişliktelerse bu farklılıkların kıtalarda farklı hızda gelişiminin altında yine tarımda ileri düzeyde gelişmiş oldukları görülüyor. İnsanın çeliği kullanması ile tüfeği icat etiler, güç oldular ve bu güç bugün halen çoğu az gelişmiş ülkenin ensesinde 500 yıl önce nasıl Amerikalı yerlileri yok etilerse bugün de bu baskısı sürmekte. Bu arada tarih kitaplarında bize çok da anlatılmayan dünyanın kaderini değiştiren birçok savaşın asıl belirleyicilerinin savaşlarda kullanılan kılıç ve tüfek değil virüslerin kitlesel öldürme gücünün olduğunu öğrendik. Avrupa’da 1347-1352 yıllarında yaşanan veba hastalığının nüfusun üçte birini yok ettiği belirtiliyor. 1492 yılında İspanyollar tarafından keşfedilen Amerika’nın sömürgeleştirilmesi sırasına yaşanan çatışmalarda ölen yerlilerin çok daha fazlasının Avrupalı insanlardan bulaşan çiçek, kızamık, grip ve tifüs gibi hastalıklara bağışıklılıkları olmadığı için öldüklerini öğreniyoruz. Benzer şekilde Avrupalıların Afrika’yı ve Avustralya’yı işgalleri sırasında yerel halklardan milyonlarca insanın ölümüne silahların değil Avrupalıların getirdikleri hastalıklara bağışıklığı olmayanlar ölüyor. Gelişmişlik ve gelişmemişliğin temelinde yatan tarım, tüfek ve mikrobun önemini bu kitaptaki birçok anlatım yolu ile kavramanın mutluluğunu hep dost-arkadaş ve öğrencilerime öneririm. Küresel Oyun kurucu" dün dünyadaki 4 ırktan biri olan Kızılderililerin hemen hemen tamamını katletti, kara derililerin neredeyse tamamını köleleştirdi, sarı ırkı sömürdü... Bugün benzer bir tehditle karşı karşıya olmadığımızı kim söyleyebilir?. Peki nereden çıktı bu sorular.. ? İnsanlar tüm bu tarihsel süreç içersinde silah yapmayı ve silah yapmak için gereken maden (enerji) için savaşmayı öğrendi. "Enerji, her şey!... Sürdürülebilir refahın genetik kodu..  Enerji kaynaklarını, transfer olanaklarını elinde tutan  dünyayı elinde tutacağını yazıyor kitaplar...https://bit.ly/2yCVOkG Ancak bu son korona virüsü salgınının insandan insana bulaştırmasının ve korktuğumuz olgunun geçmişte de insanların bilerek veya bilmeyerek birbirine bulaştırarak yaşandığını bize üzüntü ile anlatan “Tüfek, Mikrop ve Çelik-İnsan Topluluklarının Yazgıları-” kitabını özetini birlikte okuyalım:   Tüfek, Mikrop ve Çelik– İnsan Topluluklarının Yazgıları-(*)   Bu kitap 660 sh.. Bu kitabı okumam diyenler için kitabın belgeseli https://bit.ly/3aUkzqP   Neden şu anda Avrupalı ve Asyalı halklar zenginlik ve güç sahibi de başkaları değil? Örneğin neden Amerika, Afrika ve Avustralya yerlileri gidip Avrupalıları ve Asyalıları öldüremedi, egemenlikleri altına alamadı, onların köklerini kazıyamadı? Son Buzul Çağı'nın sonuna, yani M.Ö. 11.000 yılına kadar bütün kıtalardaki bütün halklar hâlâ avcılık ve yiyecek toplayıcılığıyla geçiniyordu. M.S. 1500 yılında görülen teknolojik ve siyasal farklılıkların gerisinde, M.Ö. 11.000 yılıyla M.S. 1500 yılı arasında farklı ana karalardaki farklı hızda gelişim göstermiş olması gerçeği yatıyordu. Avustralya ve Amerika yerlileri avcı/yiyecek toplayıcı olarak kalırken, Avrasya halklarının büyük bölümü, Amerika'da ve Sahra'nın güneyinde yaşayan halkların epeycesi tarım, hayvancılık, metal işleme teknolojisi, karmaşık siyasal örgütlenme evrelerine geçmişti. Avrasya'nın bazı bölgeleriyle Amerika'nın bir bölgesinde yaşayan halklar birbirinden bağımsız olarak yazıyı da bulmuşlardı. O halde çağdaş dünyadaki eşitsizliklerle ilgili sorumuzu şöyle sorabiliriz: İnsanlar neden farklı kıtalarda farklı hızda gelişti? Tarihin seyrini oluşturan şey bu hız farklılıklarıdır ve benim kitabımın konusu da işte budur. Çağdaş dünyayı fetihler, salgın hastalıklar ve soykırımlar yoluyla biçimleyen şey eşit olmayan halklar arasındaki karşılıklı ilişkilerin tarihidir. Bu farklılıkların yarattığı yankılanmalar, aradan pek çok yüzyıl geçmesine karşın hâlâ sona ermemiştir ve bugün dünyanın en sorunlu bölgelerinin bazılarında hâlâ sürmektedir. Avrupa kökenli halkları yüceltmek şöyle dursun onların kültürlerinin temel ögelerinin çoğunun başka yerlerde yaşayan insanlar tarafından geliştirilmiş, daha sonra Batı Avrupa'ya taşınmış şeyler olduğunu göreceğiz. İnandırıcı gibi görünen bir başka sav da şu: Avustralya'ya gelen beyaz göçmenler burada okuryazar, sanayileşmiş, siyasal olarak merkezileşmiş, demokratik, metal alet kullanan, yiyecek üretimine dayanan bir toplum yarattılar; bütün bunları topu topu bir yüzyıl içinde başardılar, oysa yerli halk burada en az 40.000 yıldır metal kullanmadan avcı/yiyecek toplayıcı kabileler halinde yaşıyordu. İnsan topluluklarının gelişimi konusunda iki örnek vardı karşımızda, çevre koşulları ikisi için de aynıydı, tek değişiklik bu çevrede yaşayan halktaydı. Avustralya'nın yerli halkıyla Avrupa toplumları arasındaki farkın, halkların kendilerindeki farktan kaynaklandığını söylemek için bundan daha iyi bir kanıt aramaya gerek var mıydı? Bu tür ırkçı açıklamalara karşı çıkıyorsak bunları yalnızca iğrenç bulduğumuzdan değil, aynı zamanda yanlış olduklarındandır. Afrika ön insanlarının en uzun sürede evrimleştiği kıtadır, anatomik olarak çağdaş insan belki de ilk kez orada ortaya çıkmıştır, sıtma ve sarı humma gibi yerlilere özgü hastalıkların Avrupalı kaşiflerin ölümüne yol açtığı yer orasıdır. Uzun sürede kazanılmış bir ilk olma üstünlüğünün herhangi bir önemi varsa, niçin silahlar ve çelik ilkin Afrika'da bulunmadı da Avrupa'yı fethetmek böylece Afrikalılara ve Afrikalıların mikroplarına nasip olmadı? Bu kitabın bölümleri dört grupta toplandı. “Cennetten Cajamarca'ya” adlı 1. Kısım'da üç bölüm bulunuyor. I. Bölüm'de  son Buzul Çağı'nın sonuna kadar çok hızlı bir yolculuk yapılarak insan evrimi ve tarihi anlatılıyor. II. Bölüm bizi son 13.000 yıl içindeki kıtalardaki çevre koşullarının tarihi nasıl etkilediğini görüp anlamaya hazırlıyor, bunu anlayabilmemiz için adalardaki çevre koşullarının daha küçük bir zaman dilimi ve yüzölçümü içinde tarihi nasıl etkilediğini gösteriyor. III. Bölüm'de farklı kıtaların halklarının ilk kez karşı karşıya gelişi konusu ele alınıp tarihteki karşılaşmaların en acıklısının öyküsü, o günlerin görgü tanıklarının yazdıklarına dayanılarak yeniden anlatılıyor: Son bağımsız İnka Kralı Atahualpa'nın, Peru'nun Cajamarca kentinde, bütün ordularının gözü önünde Francisco Pizarro ile İspanyol fatihlerin küçük çetesi tarafından tutsak alınışının öyküsü. “Yiyecek Üretiminin Başlaması ve Yayılışı” başlığını taşıyan ve IV. Bölüm'den X. Bölüm'e kadar süren 2. Kısım, benim en önemli olduğuna inandığım, bir takımyıldız görünümündeki kökensel nedenlere ayrılmış.. Daha sonra VII, VIII ve IX. Bölümlerde, tarih öncesi zamanlarda yeni yeni tarıma ve hayvancılığa başlayan ve bunun sonuçlarının neler olacağından hiç haberi olmayan çiftçilerin, bitkilerin ve hayvan varlığının yaban atalarını nasıl evcilleştirdikleri gösteriliyor. Böylece III. Bölüm'de Avrupa'nın yerli Amerika'yı fethinin en yakın nedenleri anlatılmış oldu, IV. Bölüm'de de bu nedenlerin en gerisindeki ilk neden olan yiyecek üretimiyle ilişkisi anlatılıyor. 4. Kısım'da, 2. ve 3. Kısım'dan çıkarılan dersler tek tek kıtalara ve bazı önemli adalara uygulanıyor. XV. Bölüm'de Avustralya'nın ve daha önceleri tek kıta halinde Avustralya'yla bitişik olan Yeni Gine'nin tarihi inceleniyor. XVI. ve XVII. Bölümlerde Avustralya ve Yeni Gine'deki gelişmeler, Doğu Asya'yı ve Büyük Okyanus adalarını kapsayacak şekilde bütün bir bölge perspektifi içine yerleştiriliyor. Yeni Dünya ile Batı Avrasya tarihinin 13.000 yıllık özeti bize, büyük oranda birbirinden bağımsız iki uzun tarihsel eğrinin basit bir sonucu olarak Avrupalıların Amerika'yı fethettiklerini gösteriyor. Son olarak, Afrika’nın Sahra altı bölgesinin tarihi Yeni Dünya tarihiyle karşıtlıklar gösterdiği gibi çarpıcı benzerlikler de gösteriyor. Avrupalıların Afrikalılar ile karşı karşıya geliş biçimlerini belirleyen etkenler Amerikan yerlileriyle karşılaşma biçimini de belirlediğene vurgu yapılıyor.. özetle, tarihin seyrini, dört önemli faktörün belirlediğini söylüyor.         i-Potansiyel tahıllar ve ehlileştirilebilen hayvanların ulaşılabilirliği         ii-Tarımın yayılmasına yön veren kıta ekseninin yerleşimi          iii-Kıtalar arasında bilginin transferi          iv-Nüfus büyüklüğü Bu nedenle yazar, dünyadaki tüm toplumlar arasındaki farklılıkların coğrafya ile açıklanabileceğini iddia eder. Kitap, insanlığın buzul çağından bugüne uzanan gelişimini, dünya coğrafyasının çok geniş bir kısmını kapsayacak şekilde kurgusal bir dille anlatır. Başlık Kitabın ismindeki tüfek, mikrop ve çelik sırasıyla, tarımla uğraşan toplumların diğerlerini zapt etmesi ve onlara hükmetmesi, sayıca bazen üstün olmamalarına rağmen üstün silahları sayesinde askeri güç elde etmelerine (tüfek); Avrasya kökenli hastalıkların bu hastalıklara karşı bağışıklığı olmayan yerel nüfusu zayıflatıp azaltması ve dolayısıyla üzerilerindeki kontrolü kolaylaştırmasına (mikrop), ve merkezi hükümetin milliyetçiliği ve güçlü askeri birlikleri desteklemesi (çelik), referans içerir. Kitap aynı zamanda coğrafyayı da kullanarak Avrupalıların nasıl üstün bir askeri teknoloji geliştirdiklerini ve Avrupa ve Asyalıların nasıl bazı hastalıklara karşı bağışıklık kazandıklarını, aynı zamanda bu hastalıkların Amerika'daki yerel halkla kurulan ilk iletişimden sonra salgın şeklinde o halkları nasıl harap ettiğini de gösteriyor. Avrasya yaklaşık 13,000-15,000 yıl önce son Buzul Çağı'ndan sonra, coğrafik, iklimsel ve çevresel olarak en faydalı çıkan kıta olmuştur. Teorinin anahatları Diamond, Avrasya uygarlıklarının yaratıcı eserlerden daha çok fırsat ve ihtiyaçtan doğan ürünler ortaya koyduklarını savunuyor. Bundan dolayı uygarlık, üstün zekadan dolayı değil, belli bazı ön koşullar altında, gelişim zincirinin bir neticesi olarak doğar. İlk toplumlarda, insanlar avcı-toplayıcı gruplar halinde yaşadılar. Medeniyete doğru ilk adım ekinlerin işlenmesi ve hayvanların evcilleştirilmesiyle tarımın gelişimiyle oldu. Tarım ürünleri; yiyecek fazlasını doğurdu, ve bu da yerleşik toplum düzeninin gelişimine, zanaate, hızlı nüfus artışına, ve iş gücünün özelleşmesine neden oldu. Büyük topluluklar bürokrasiye ve yönetici bir sınıfa sahip olmaya doğru meylettiler ve bunun neticesinde devlet ve imparatorluklar doğdu.[3] Tarım her ne kadar dünyanın farklı yerlerinde gelişmeye başladıysa da, Avrasya uygun bitki örtüsü ve ehlileştirilebilir hayvan çeşidinin fazlalığı gibi faktörlerden ötürü avantaj sağladı. Avrasya diğer kıtalara kıyasla; arpa, unun farklı çeşitleri, protein zengini gıdalar, tekstil için keten, keçi, koyun ve büyükbaş hayvanlar ve bunların derileri, yünleri, kemik ve toynakların kaynatılmasıyla elde edilen yapıştırıcılar gibi çok geniş yelpazede bir ürün çeşitliliğine sahipti. Orta doğu medeniyetleri ticarete başladıklarında, komşu bölgelerde at ve maymun gibi (ulaşımda kullanmak üzere) daha yararlı hayvanlar buldular. Tersine, Amerikalı yerli çiftçiler geniş çayırlarda mısır yetiştirme mücadelesi verdiler, fakat mısır besin değeri düşük bir gıdaydı ve tek tek dikildiğinden yetiştirmesi çok zahmetli bir işti. Avrasyalılar ise ekimi ve yetiştirmesi çok kolay, lif ve besin değeri yüksek buğday ve arpaya sahipti. Buğday ötekilere oranla %8-14 gibi yüksek bir oranda protein içerme üstünlüğüne sahipti. Bu yüzden nüfusun hızlı bir şekilde artmasına yardımcı olacak yiyecek fazlalığı oldu. Bu nüfus artışı iş gücünü, yatırımı ve zanaati arttırdı. Ayrıca tropik iklimlerde yetişen muz gibi ürünlerin aksine hububat uzun süreli olarak depolanabildi. Avrasya evcilleştirilebilen 13 büyük hayvan (44 kg üzeri) türüne sahipken; Güney Amerika'da sadece bir tane (lama ve alpaka aynı tür olarak sayılıyor); geri kalan bütün kıt'alarda ise hiç yoktu. Diamond, Anna Karenina prensibine göre küçük sayıdaki evcilleştirilebilir hayvan (148'de 14 aday) türünü açıklarken: pek çok umut verici tür evcilleştirilebilmelerini engelleyen inanılmaz büyük zorluklara sahiplerdi. Avrasyalılar at ve deve gibi ehilleştirmesi kolay uysal büyükbaş hayvanlara sahipken, Afrikalılar hem aslan, leopar gibi vahşi memelilere hem de zebra ve yaban eşeği gibi ehilleştirmesi zor hayvanlara sahiptiler. Diamond, Yeni Gine'de insan yaşamına faydalı hayvanların 4.000-5.000 yıl önce Doğu Asya topraklarından geldiğinin de altını çiziyor. Avrasya'nın büyük kara parçası ve uzun doğu-batı mesafesi bu avantajları arttırdı. Geniş alanlar sayesinde ehilleştirmeye uygun çok fazla bitki ve hayvan türüne sahipti, ve üzerinde yaşayan insanların hem yenilikleri hem de hastalıkları değiştirmelerine imkan sağladı. Doğu-Batı oryantasyonu sayesinde kıtanın bir ucundaki türlerin benzer iklim ve mevsime sahip diğer kısımlarda da yaşayabilmelerine imkan vardı. Öte yandan, Avustralya buzul çağından sonra muhtemelen insanların avlanmasından dolayı soyları tükendiğinden, faydalı hayvan kıtlığı çekiyordu. Avrasya'nın Doğu-Batı oryantasyonunun en çok fayda sağladığı kıta Avrupa oldu. Milattan önceki yüzyılın başlarında Avrupa'nın Ege bölgesinde kalan kısımları Orta Doğu'nun hayvan, bitki ve tarım tekniklerini kendilerine adapte etti ve bunu daha sonra Avrupa'nın tamamı takip etti. Yiyecek fazlalığı ve nüfus yoğunluğu iş gücünün artmasına ve farklı alanlara yayılmasına imkan sağladı. Çiftçilik dışındaki esnaflık ve yazıcılık gibi uzmanlıkların artışı ekonominin ve teknolojinin büyüme hızını arttırdı. Avrupalıları bu ekonomik ve teknolojik büyüme sayesinde çeliği işleyip silah üretti ve böylece diğer kıt'alardaki toplulukların kontrolünü ele geçirmeye başladı. Avrasya'nın nüfus yoğunluğu, ticaret hacmi, ve yiyecek bolluğu geniş çapta salgın hastalıkların (hayvandan insana geçenler de dahil) yayılmasına neden oldu. Doğal seçilim Avrasyalıları çok fazla sayıda mikroba karşı bağışıklık kazanmaya itti. Avrupalılar Amerikalılarla ilk iletişimi kurduklarında, Avrupa hastalıkları (ki Amerikalıların bu hastalıklara karşı herhangi bir bağışıklıkları yoktu) Amerikalıların nüfusunu kırıp geçirdi. (Afrika ve Güney Asya'da bu hastalık alışverişi durumu biraz daha dengeliydi, sıtma ve sarıhumma gibi hastalıklar buraya gelen beyazları etkiledi ve onlar için bölgeyi beyaz adamın mezarı konumuna çevirdi.) Kitabın adında geçen "mikrop", az sayıda Avrupalının hastalıktan kırılan yerli halkları nasıl kontrol altında tuttuklarına bir gönderme yapıyor.     --------------------------------- Referans:J i-John Coleman, The Committee of 300: A Brief History of World Power, World in Review (WIR), (2006), 24.https://bit.ly/2yssDAG ii-Preciado, Paul B. (2020, Nisan 18). “Virüs Dersleri”, Çev. Başak Gümüş. sosyalbilimler.org, Link: https://sosyalbilimler.org/virus-dersleri Link Yuval Noah Harari 'nin Konuyla ilgil Bir Makalesi: :Koronavirüs pandemisi bizi daha geleneksel ve kabul edilebilir, ölmeye karşı tutumlara mı döndürecek - yoksa yaşam süresini uzatma çabalarımızı güçlendirecek mi?bit.ly/YNHGuardian  Not: ilgilenenler için bir not... "Dünya’nın sonu mu yoksa yeni bir başlangıç mı?" Şenol Çarık editörlüğünde hazırlana ve Halk kitabevi etiketiyle Haziran 2020, 408 Sayfa olarak yayınlanan  Salgın konusunu ilgilendiren başta sağlık, psikoloji, gıda, sosyal hayta, ekonomi ve geleceğe yönelik dijitalleşme ve çalışma hayatı konularında 18 konuda 18 yazarın görüş ve öneri      https://www.halkkitabevi.com/koronavirus-sonrasi Vaka artışları "ikinci dalga" endişelerini derinleştirirken... kapak resmi: Bu resim Covid-19 nedeniyle hayatını kaybeden ve torunlarına hoşçakal diyemeyen tüm dedeler ve nineler için yapılmış.- Sanatçı:Juan Lucena, Jerez de la Frontera/İspanya. Çok dokunaklı....   "Covid’le İlgili Anlatılmayan Gerçekler! " muhakkak okunması gereken bir makale... Özellikle 8.maddesi....https://bit.ly/2FVoYiX