Tüm Bilgi Paylaşımlarım

“Kulluk“ Miracını, Kendince Yargılamak Hangi Kulun Haddine?

İlk Söz: Kuran-ı Kerimi okurum anlarım. Kimse beni kandıramaz. Aksi bir düşünce, hüsnü zandır belki  ama zandır, kesin...Bu bağlamda; okuma birikimi, eleştirel düşünme ve sentez yapabilme becerisi şart.Temel sağlam değilse bina eğreti duruyor. Hatta durmuyor...Tüm kutsal kitaplarda Yüce Yaradanın dört niteliği  i-:var etme , ii-egemenlik , iii-tümlü  iv-adalet ve hakikat    “Kimileri gelecekten bahsediyor ama kastettikleri geçmiş aslında. Ebedi rücu."..Gece dünyanın gölgesi. Dünya karanlığa sebep... "Sorumluluklarımızdan kaçınabiliriz, ama kaçınmanın sonuçlarından kaçamayız"Kelimeler gördüklerimizi kavrayamıyorsa ya da gördüklerimiz kelimelere sığmıyorsa konuşmak ne işe yarar? Dört kutsal kitabın ve yüzlerce sayfalık İlahi mesajların ortak paydası, iman ve ahlâk esaslarıdır. Bütün Hak dinlerin ortak paydası ise, “Ahlak”dır. İmanın hakikatine ulaşamayan ve  ahlâklı yaşamayan insanlar, giderek yozlaşır ve özüne yabancılaşır. Böylece, görünüşte dinleri, kavimleri, ülkeleri, partileri, kültür ve gelenekleri farklı da olsa, gerçekte düşünce yapıları ve değer yargıları aynı olan “yozlaşmış insan tipi” ortaya çıkmaktadır. Kur’an’ın “cahili insan” diye tanımladığı bu tiplerin hayat felsefeleri ortaktır; Dünya merkezli, servet, şöhret ve şehvet eksenli bir yapıları vardır. Dünya’nın neresinde, hangi dönemde ve hangi seviyede ve statüde bulunursa bulunsunlar; bu tiplerin amaçları, arzuları ve ahlâkları aynıdır: Dünya nimetlerinden azami derecede yararlanmak... Hayatın tadını çıkarmak... Başkalarından farklı ve üstün olmaya çalışmak... Ve bütün bunlara kavuşmak için de kanunlardan ve insanların fark edip kınamasından emin olabildikleri sürece, her türlü hile ve haksızlığı mübah saymak!.. Kimsenin kalbini, din bilgisini, inancını, bilemezsiniz. Kur'an'da, mânevî hayattan soyutlanıp hakîkate kapıları kapanan, mühürlü ve kilitli kalbe sahip olur. O mührü ancak unuttuğu Allah açar. O, hakîkattir. Kalp, ancak, "karanlıkta" olabilir. "Allah’ın dini yeri göğü, ölümü ve hayatı açıklar, ama bizim yaşadığımız din karı-koca, gelin-kaynana kavgasını bile çözmüyor. Dinin önüne ve sonuna çeşitli sıfatlar ekledik. Oysa kim Allah’ın kitabına bir şey ekler ya da ondan bir şey çıkarırsa, din aradan çekilir, kişi eklediği ya da çıkardığı ile baş başa kalırdı. O kadar çok İslam icad ettik ki; Folk İslam, Laik İslam, Euro İslam, Türk İslam, Arap İslam, Fars İslam, Demokrat İslam, Liberal İslam. Bir “Allahsız İslam” kaldı. Zaten o da var artık, dinsiz yaşıyor ama ölünce İslam usulüne göre defnediyor, bir de onun hakkında yalancı şahidlik yapıyoruz. Allah’ın kitabına uygun işler yapmazsanız haram, resulün sünnetine göre hareket etmezseniz mekruh, ama birilerine göre düşünmezseniz dinden çıkarız gibi bir durum ortaya çıkmakta. Bu nedenle,  yolumuz iman, amel ve ahlak.yetiyor olmalı  bize! Din “kültür” oldu gençler için artık. Din, mezhep, tarikat kültürel bir aidiyet olarak algılanıyor. Gerçek hayatta, ekonomi, siyaset, toplum hayatında bir karşıtlığı yok. Haşa, Allah’ı o işlere karıştırmıyoruz. Siyaset ve para ilişkileri bizi ciddi anlamda sekülerleştirdi. Din, biraz ritüel, biraz seremoni ve biraz bütçeye göre ikona. Gerisi gönlünden ne koparsa(!).  Bir “Din kültürü” hocası ile konuştum. İlk okul dörtte din kültürü varmış. O da “kültür” olarak! Semavi dinler, İbrahimi dinler. Onlar da kendi içinde grublaşmış, hepsinin özü bir, onların da temelinde ahlak var. Yani aslında pek birbirinden farkı yok. Yani AVM’den elbise, ayakkabı alır gibi din seçiyorsunuz. Dinler arası fark bilgisayar markası, otomobil markası gibi bir şey. Herkes yerli, yaygın ve milli olanı seçiyor. Din, mezheb ve tarikatlar coğrafi markalar. Genelde İranlılar Şii, Türkler Sünni’dir. Suudiler Vehhabi. Zaten eğitim, media, siyaset, hukuk düzeni, toplumsal ilişkiler buna göre düzenlenmiş. “Semavi Dinler”, Musevilik, İsevilik ve İslam. Felsefi dinler, daha çok Asyetik, Budizm, Hinduizm, Şintoizm, Brahmanizm filan. Bir riayete göre Türkler Gök tanrıya inanırmış falan. Bunlar da iyilik, güzellik öğütlermiş. Sonunda yine bir şey değişmiyor. Doğuda oturanlar, Batıda oturanlar ona göre sınıflandırılıyor. Aslında bu iş böyle değil tabii. İlkokuldan başlayarak insanlar önce agnostik hale getiriliyor. Sonra din kültüre indirgeniyor. Sonra dinlerin dayandığı ortak değer “Tanrı” olunca, insanlar “Deist” oluyor. Okullarda, Mezhep, Tarikat konularına girilmiyor. Artık Kur’an bir dua kitabı gibi anlatılıyor. Hadisler de, onun tamamlayıcı, açıklaması gibi. Ahiret, Cennet-Cehennem gibi konular, çizgi filmler ya da uzay filmleri kadar bile ilgi çekmiyor. Mehdi ve Mesih konusu birçok insan için uzaylılar, uçan daireler kadar ilgi çekici değil. Cin ve Şeytan da artık ezoterik konular. Adını bile anmaya gerek yok, “3 harfli” dersiniz, ya da parmağınızı büküp tahtaya vurursunuz, uğursuzluktan korunmak için. Nazar değmesin diye kapıya kuru kafa asar ya da kolunuza mavi boncuklu bileklik takarsınız. Cennet ve cehenneme gelince, zaten Tanrı (!) “yolun sonu”nda herkesi affedecek ve sonrası bilmiyoruz. “Yakıp ne yapacak ki, kötülük yapmayalım diye bizi korkutuyor. Sonunda affedecek(!).   Kimi tenasühe inanıyor, kimi yeniden başka bir dünyada yeni bir hayata başlamayı ümid ediyor. Çevrenize bakın, politikacı, bürokrat, akademisyen, birçok kişi, gerçekten Allah’a ve ahiret gününe, gaybe, kadere, rızga, ecele, Meleklerin, Cinlerin, Şeytanların varlığına inanıyor mu? Bana kalırsa dinden soğumanın en büyük sebeblerinden biri aile, bir eğitim, biri Müslüman etiketli kişi ve kuruluşlar. Güzel örnek olamadık. Dahası, insanlar bize (!) bakıp dinden soğudular. “Biz” deyince ağır kaçtı değil mi? Biliyorsunuz Peygamberler masumdur. Ama Yunus peygamber “İnni küntü minezzalimin / Biz zalimlerden“ olduk demedi mi! Ne çok övünüyor ve ne çok dövünüyoruz. Hani “Ne varlığa sevinirim / Ne yokluğa yerinirim” diyecektik. Atalarımızla övünmeyecektik. İki günü birbirine eş olan aldanmışsa, geçmişle övünmek niye. Geçmişin güzelliklerini geleceğe ve zirveye taşıyanlar için geçmiş bir ibret dersidir ve Atalarımızın manevi mirasını geleceğe taşımak onlar için en güzel şükran olacaktır. Bakın başarı ya da başarısızlık ayrı bir konu. Kaybedilmiş savaşların kahramanları, kazanılmış savaşların hainleri vardır. Şeyhülislam işini doğru yapmamışsa cehenneme gider, onun kapıcısı, şoförü işin doğru yapmışsa cennete gidecektir. Biz alemlere rahmet olarak gönderilen bir peygamberin ümmeti olarak yaşadığımız zamana ve mekana adil şahidler olacaktık. “Müslümancı” olmayacaktık ama, “Müslümancılık” bile yapamadık. “El Emin” olmayı beceremedik. Dünyanın en muhteşem coğrafyasında yaşıyoruz, şükretmeyi bıraktık sürekli şikayet ediyoruz. Ne tarihini biliyoruz bu toprakların, ne toprağın altında ne var, üstünde var onu da bilmiyoruz. Birbirimizle uğraşıp duruyoruz. Vatan, millet, Sakarya gidiyoruz. Birbirimizle uğraşıyoruz, ama yabancı siyaset, sermaye, sivil toplum, akademisyenlerin peşinden koşuyoruz. Herkes böyle değil elbette. Her zaman iyi, doğru, güzel insanlar var ama iki felaket sözkonusu; bilgili, dürüst ve cesur insanların devlet ve toplum nezdinde itibar görmemesi ve engellenmesi, ikincisi de kötülerin itibar, güç ve servet sahibi olmaları. İkisi de aynı yanlıştan besleniyor aslında. İşte o zaman “Kahtı rical” dönemi başlıyor. İşte o zaman “bana ne”cilik, “neme lazımcılık” başlıyor, meddahlar, yalaka tipler, münafıklara gün doğuyor. Haksız güç ve servet sahibi olanların kibirleri helaka giden yolu döşüyor. Ademoğulları olarak bizler zor günlerden geçiyoruz. İnşallah aklımızı başımıza alırız. Yoksa gelecek günler geçen günleri aratabilir. İnşallah uyanırız da korkularımızdan emin oluruz. Bugün hepimizin havf ile reca arasında bir yerde durup çokça tevbe etmemiz gerek. Hani hayatı dönüştürmek için güç ve servet istiyorduk, ama güç ve servetin önce kendine sahip olanları dönüştürdüğünü çok geç anladık. Anladığımızda ise çok geç olmuştu. Sanırım şimdi yeniden imandan başlayarak, Hılful fudul temelli bir mücadeleye başlamamız gerek. Amentüye imanımızı gözden geçirmemiz gerek. Aileyi, nefsi ve nesli ıslah ile fıtratı korumamız gerek. Aklen ve ahlaken, ilmen tekamül etmemiz gerek. Aklımızla vijdanımızı barıştırmamız gerek ki insan insanla barışsın. Bu iki barış gerçekleşsin ki, insanlar tabiatla barışsınlar, tabiatla savaştan vazgeçsinler.     Günümüzde "İkonalara, seremonilere ve ritüellere boğulmuş bir din var.. Bu din benim dinim değil. Amerikano İslam', 'Euro İslam' ne derseniz deyin, kesinlikle bu ferdi planda vicdanlara, içtimai planda mabetlere hapsedilmeye çalışılan din, yüce yaradanın emrettiği din  değil." “İnandığımız gibi yaşamayınca, yaşadığımız gibi inanmaya başladık sanki” Okul, televizyon, gazetelerin ramazan sayfalarından öğrenilen Müslümanlıkla ancak bu kadar olurdu zaten. İşte onun için gidip terör örgütlü cemaatlere/tarikatlara kapaklanıyorlar,  Bu iş sadece bunlardan ibaret de değil. Bu durum kırsaldaki okumamışlarla ilgili bir sorun değil, akademik kariyer sahibi olup “Akaid”, “Siyer”, “Kelam” ne demek bilmeyen bir çok  genç var!? Bu memlekette aydın-okumuş geçinen bir çok kişi AMENTÜ seviyesinde, İMAN’ı bırakın, BİLGİ sahibi bile değil...Onun içinde bir çok kimse olanları bu perspektifden görmüyor, yorumlamıyor.     Amentü diye okuyup durduğumuz bir metin var ya, orada bir cümle de şöyle der: “Ve bil gaderi hayrihi ve şerrihi minellahu teala”.. Hayır ve şer’in Allah’ın iradesi içinde olduğuna iman ederim. Bakın biz “Allah’ın rızası”na talibiz! Ama hayır’ı da, şerri’de yaratan Allah’tır. Bir topluluk Allah’ın ipini bırakmıştır, Allah da onların ipini bırakır. Onları Allah’ın elinden alacak kimse yoktur!   Arabesk bir şarkıdaki gibi “Tanrım beni baştan yarat” şeklinde Allah’a haşa akıl öğreten bir bakış açısı bir Müslümana yakışmaz. Siyasilerin de katıldığı toplu dualara bakıyorum, kimi Allah’a akıl öğretiyor, kimi ikna etmeye çalışıyor. Allah’a açık açık neyi nasıl yaratması gerektiği söyleniyor sanki. Araya birtakım aracılar konularak ısrarla, tekrar tekrar istenen şeylerin gerçekleşmesi isteniyor. Hani bize hayır gibi gelen şeylerde şer, şer gibi gelen şeylerde Allah hayır murat etmiş olabilirdi. Yüce yaradan peygamberlerini bile, nimetlerini artırarak ve eksilterek, hatta korku ile imtihan edeceğini söylerken, biz Allah’tan bizi bu imtihanlardan muaf tutmasını istiyoruz sanki. En iyi bildiğimizi sandığımız şey dua, ama onu da bilmiyoruz. Evet, tamam “Dualarımız olmasaydı ne işe yarardık ki!” de “Kabul olmayan duadan Allah’a sığınırım” diyen Peygamber ne demek istedi aceba!?. Sadece istemekle o şey olacak mı. Ya da sadece onu dua kalıbında söylemediğimiz için mi olmuyor bazı şeyler? Mesela bütün Müslümanlar aynı zamanda “Mescidi Aksa’nın kurtuluşu için dua etsek” niye etmiyoruz, sadece tek başına dua yeterli olacaksa. İsra 11’de, “İnsan iyiliğin gelmesine dua ettiği gibi, kötülüğün gelmesine de dua eder. Esasen insanoğlu acelecidir” deniyor. Bu ayet bize ne söylüyor? “İblis bir günah işleyeceği zaman işe önce günahı kutsallık zırhına sarmakla başlar!” Allah’ın indinde makamınızı görmek isterseniz, sizi neyle meşgul ediyor ona bakın. “İman ettik” demekle yakamız bırakılıvermeyecek! “Bizden öncekilerin başına gelenler, bizim başımıza gelmeden cennete girdirilevermeyeceğiz”. “Allah bizi mallarımız, canlarımız, sevdiklerimizle kimi zaman artırarak, kimi zaman eksilterek cennete girdirilivermeyeceğiz.” “Kimsenin kimseye hiçbir faydasının olmadığını, annelerin evlatlarından kaçtığı o gün” yalnız başımıza imtihan olacağız ve hiçbir koruyucu ve yardımcımız olmadığı halde. Allah yaptıklarımızı, yapmamız gerekirken yapmadıklarımızı, söylediklerimizi ve söylememiz gerekirken söylemediklerimizi, kapalı kapılar arkasında fısıldaştıklarımızı görmekte, duymakta, bilmektedir. İbadet ve hayırlarını günahlarına perde yapanlar bilsinler ki, “Habitat ağmalüküm” yani amelleri boşa gitmişti. “Vay o namaz kılanların haline ki” denilenler arasında isimleri yazılanların vay haline! Kitapta 28 peygamberin adı yazılıdır. 4 peygambere kitap verilmiştir. Bunlardan Tevrat Hz. Musa’ya (a.s.), Zebur Hz. Davud’a (a.s.), İncil Hz. İsa’ya (a.s.) ve Kur’an-ı Kerim Hz. Muhammed’e (a.s.)  indirilmiştir. Ayrıca 10 suhuf Hz. Âdem’e (a.s.), 50 suhuf Hz. Şit’e (a.s.), 10 suhuf Hz. İbrahim’e (a.s.), 30 suhuf Hz. İdris’e (a.s.) gönderilmiştir ki bu “suhuf”ların toplamı 100 sayfa yapmaktadır.. Kur’an-ı Kerim’de adı geçen 30’a yakın peygamberin başına gelenler, onların duaları, İlahi uyarılar kısa kısa bize anlatılır. Bunun sebebi işte onların yaptıkları ve söylediklerinde bizim için işaretler vardır.  Dikkatinizi çekti ise, bazı sure adları bu peygamberlerin adını taşımaktadır ya da onların başından geçen olayları anlatan bir isimle anılmaktadır. Mesela Kur’an-ı Kerim’de Hz. Musa’nın adı 136 defa geçmektedir. Evet, bu pencereden baktığınızda, nerede durduğunuzu göreceksiniz. Asıl önemli olan nerede olduğunuzdan çok, nerede olmak istediğiniz ve o yolda ne yaptığınız ile ilgili. Cumhurbaşkanımızın 7 şubat 2018 tarihinde MYK toplantısından.. Birlikte okuyalım ,"Sözde ilahiyatçıların toplumu germesine fırsat verilmemeli.  Bu sözde İlahiyatçıların bir anda türemesi 28 Şubat’taki gibi etki ajanlığı olabilir." Yüce yaradanın karşısındaki "kulluk" miracını, Kendince yargılamak hangi kulun haddine? Din üzerinden, Kendine tartışılmazlık ve otorite alanı açmak, İslam'ın başına gelebilecek en kötü şey.......İlahiyatçıların bir kısmında ki handikap  şu :Evvela, İslamdan bahisle kendilerini tartışılmaz konumda görmek. Din eşittir onlar.....Nasıl olsa sorgulayan yok, inanan çok, salla gitsin!.....Kur'an okuyan, hıfzeden her insan kamil veya kamile olmadığı gibi, Onlardan uzak olmayı "bilimsellik" objektiflik sanmak da ahmaklık....Hani bir hikaye var ya...O misâl... "Yahu ben bunun neresini düzelteyim? Hazreti Davut değil, Hazreti İbrahim; kız değil, erkek; Ayşe değil, İsmail; keçi değil, koç; Azrail değil, Cebrail!...."Yarım hekim candan eder, yarım hoca dinden eder derler ya!...Bende düzeltmekten vazgeçtim...  Arap İslam, Türk İslam, Fars İslam, Liberal İslam, Laik İslam, Folk İslam, Amerikano İslam, Sünni İslam, Şii İslam, Suudi İslam, Euro İslam, Feminist İslam say sayabildiğin kadar. Önüne sonuna ne eklerseniz ekleyin, geriye kalan İslam değildir. Din, ideoloji, tarih, herşeyin içini boşalttılar.Bu notumuz da şimdilik burada kalsın... Allah’ım bize hakkı hak, batılı batıl göster. Hakk’ta toplanmamızı nasib et. Bizi nimet verdiklerinin yoluna ilet, gazabına uğrayanlardan değil. Bizi rızanın tecellisinin vesilesi kıl. Bizim ellerimizle zalimleri cezalandır ve mazlumlara yardım et. Namaz kılmamak gaflet hali olabilir. Fasıklık alameti de olabilir... Çoğunun, "Allah korkusu" dediği, Hâl ile değil, mahalle ilgili. Mahal değişince de bir şey kalmıyor zaten... İmtihana girmemiş her fazilet, Haritadaki menzilden ibaret.... Ne yolu anlatıyor ne yolculuğu.... Menzile varmak için çabalayana selam olsun!... Ancak namaz kendi başına kişiyi insan yapmaz.... Kendilerini, hele bir de kamera karşısına çıkınca, Zübde*i âlem sanan kerameti kendinden menkul sözüm ona ilahiyatçıdan ancak bu kadar!.. Giderek herkesin daha çok İslam'dan bahsettiği, Ancak daha az Müslüman olduğu bir âleme yolculuk faslındayız. Hayırlı sahurlar... Orhan   ELMACI Mansur@orhanelmaciorhanelmaci Ahlaki Boyutdan Yoksun, İçselleştirilememiş Bir İbadet. Ne İçin?...   5,0     04.08.2013 13:02:36 A+ A-     Hz Ömer dizisini izlediniz mi bilmiyorum ,ama bu dizi gerçekten güzel bir dizi!...  Aslında dizi haline getirilmiş İslamiyetin doğuşunu ve gelişimini anlatan bir filim…  İslamiyet’in doğuşunu, insanların Hz Muhammed’den etkilenmesini, Hz. Ömer’in Müslümanlığı nasıl seçtiği anlatılmakta.. Tabii ki inananların uğradıkları zulümler , inananların çektikleri çileler de.. Özellikle de İslamiyetin ilk zamanların da!... Peki İslamiyet ne vaat etti de, Allah’ın Resulü ne söyledi de insanların gözleri kamaştı.. Adalet dedi.. Adillik dedi…Eşitlik dedi.. İnsanların eşit olduğunu söyledi.. Haksızlığa göz yumulmamalı dedi.. Zulme karşı çıktı.. Kibrin, kıskançlığın, dedikodunun, fitneliğin, fesatlığın ,yalancılığın,hasetliğin,nankörlüğün, kulla kulluk etmenin  kötü bir şey olduğunu anlattı..Kısacası kadim değerlere sahip çıkılması gerektiğini anlattı… Birbirlerini sevmelerini, birbirlerinin kuyusunu kazmamalarını ,müslüman olmasa bile onların ötekileştirilmemesini istedi. İnsanlar etkilendi, ilk Müslümanlar bu sözlerin büyüsüne kapılarak Peygamber’in peşinden gitti.. İlk yıllarda dinin ahlak boyutu ön planda.. Ahlak boyutu etkileyici, Kadim değerler bağlılık cazipt, baş döndürücü, sürükleyici.. İyi insan olmanın, hakkaniyetli insan olmanın, adil insan olmanın, başkasının hakkını yememenin yolu gösterilmekte..  Kimse kimseden üstün değil..  Herkes Allah’ın kulu.. “Nice oruç tutanlar var ki, oruçlarından payları açlık ve susuzluktur. Ve yine nice ayakta duranlar / namaz kılanlar var ki, namazından elde ettiği şey yorgunluktur." (İbn Hanbel, 2/373) Ayet öyle diyor: Şeytan sizi Allah’la kandırmasın. İblis size sağınızdan, solunuzdan, önünüzden arkanızdan, aşağıdan ve yukarıdan gelir. Açık bir kapı bulursa içinize girer ve damarlarınızda dolaşır. Kanın gittiği her yere gider. Unutmayın, İblisin varlığı günah işlemenizin bahanesi, gerekçesi olamaz. Derler ki, “Kedi aç kalır ve yavrusunu yemeye karar verirse, onu fareye benzetirmiş.” Dindar biri yalan söylememeli, haram yememeli, zina etmemeli, içki içmemeli, adam öldürmemeli. Evet bu doğru. Ama Müslüman adam bunları yapmaz diye bir şey yok. Yaptı diye de dinden çıkmaz. Bunları yapmasa da, bunları meşru görürse, dinden çıkar. İblis peşine düştü mü bir insanın ve o da ona kapıyı bir açtı mı, artık onun işi zor.  İblisin peşinden yürümeye devam eder. Kim bunlar derseniz, onları görmek için çevrenize bakın bakalım, yok oldular değil mi? Onların gittikleri mekanlara bakın bakalım, eğer yolunuz düşerse tabii, kimlerle dost olmuşlar, kimlerle beraberler, kibir var mı? Eski dostları ile ilişkisi nasıl. Aile, çocuk, eş-dost ilişkileri ne durumda. Bunlar inandıkları gibi yaşamaktan uzaklaşınca yaşadıkları gibi inanmaya başlarlar..   Kimimiz ilmimizle kibirlendik, kimimiz makamımızla, kimimin paramızla, kimimiz şöhretimizle. Kimimiz bunlara ulaşmak için İblisin yalan vaadlerine kandı, kimimiz bunları elde ettikten sonra sapıttı. İnsanoğlu neyi ihtirasla ister ya da neye sahip olur ve onunla kibirlenirse, Allah onları o şeylerle imtihan eder. O şeyler, “dua ile istenen bela”ya dönüşür. Mahkeme kadıya mülk değildir. Bize  İlahlık ve Rablik taslayanlara, yani bizim üzerimize hüküm koymaya ve bizi kendi heva ve heveslerine göre terbiye etmeye kalkanların emri vakilerine her zaman karşı durmalıyız. Ağuyu altın tas içre, bala karıştırıp sunanların, yani helale haram katanların yaldızlı sözlerine ve işlerine de kanmayalım bu arada. Hani onlar, ‘Biz ıslah edicileriz’ diyorlardı da, Kur’an onlar için ‘Onlar bozguncuların ta kendileridir’ diyordu ya! “Ayinesi iştir kişinin lafa bakılmaz. Dünü unutmadan, ham vaadlere kanmadan. Adil şahidler olmak.. Haksızlık kimden gelirse gelsin, kime yönelik olursa olsun, mazlumdan yana zalimlere karşı olmak ne kadar güzel bir haslet. Kafanızı kimseye kiraya vermeden, ne lidere, ne örgüte, ne de şeyhe. Din ve devlet büyüklerini İlah ve Rab edinmeden. " Haksıza karşı, haklıdan yana durarak o her kimse ve işi ehline vererek. Aksi zulümdür ve Allah, cahil, zalim, fasık ve müfsit kişi ve topluluklara yardım etmez. Onların işlerini sarp dağlara sardırır. Kazandıkları, para makam ve şöhret, dua ile istenen bela olur onlar için. Yunusun dediği gibi: "........................ Okudum bildim deme Çok taat kıldım deme Eğer Hak bilmez isen Abes yere gelmektir Dört kitabın mânâsı Bellidir bir elifte Sen elifi bilmezsin Bu nice okumaktır. .........................."      Yukarıda çok kısa ve çarpıcı bir biçimde ifade edilen düşünceler  toplumun içinde debelendiği,.kısır döngüyü betimlemekte..Toplumları, aileleri, bireyleri sarsan dinin ibadet boyutu ahlaki boyutuyla entegre edilmiş. Bütünleştirilmiş...Gayri müslümler bile ötekileştirilmemiş.Onların inaçlarına;haklarına, hukuklarına ,canlarına,mallarına ve namuslarına helal getirilmemesi için mücadale verilmiş… Müslümanlığın,İslamiyetin  hızla yayılmasının sebebi de bu..  Hz. Ömer dizisi bu boyutu çapıcı biçimde anlatıyor..  Bugüne gelelim..  Dinin ahlaki boyutu bazı kesimlerce  unuttulmuş, konuşulmaz olmuş.. Her şeyde olduğu gibi, ibadette de herkes gösteriş peşinde…. "İnsanın olduğu yerde hiçbir şeye şaşma!" diyen özdeyişi doğrulamak için umarsız bir  tutkuyla haksızlığın, adaletsizliğin, kıskanmanın,  pusu kurmanın, arkadan vurmanın, bende olmayan başkasında da olmasın, ben önde olayım da başkası nerede olursa olsun algısının etkisi altında….   Eksiğimizi ve yanlışımızı bize anlatan gerçek dostları değil de; önyargımıza, yerleşik doğrumuza, kalıp düşüncelerimize, kör inançlarımıza, saplantılarımıza, ezberlerimize uygun sözler ederek, kendi bataklığımıza daha fazla saplanmamızı yol açan dalkavuklukları kendimize daha  yakın bulma çabası… Hayatın gerçeği yerine, kendi öz gerçeğini öne çıkarmak isteyenlerin kendilerini anlatırken kullandıkları "kutsal şalların gizlediği gerçeği" görme isteğinde ki azalma ya da yok olması; kör olması....Gerçek yerine  yanılsamaların arkasına takılma… Herkesi kusurlu, kendimizi kusursuz görme…. "Akla nazar değmez" gerçeğini unutup, insanların yüzlerine söyleyemediklerimizi, arkalarından ağzımızı doldurarak anlatmaktan hoşlanmak…. Kendi icadımız olan varsayımlarla oluşturduğumuz düşünce çerçevesini  "mutlak doğru" algılamasına kadar taşıma. "Kutsal kitabımız “Kuranı Kerim”i analatik olarak içselleştirmek yerine ,anlamını bilmeden ,başkalarının anlattıklarına körü körüne bağlanma isteği  "Kutsal kitabı anlama çabasında kendinden çok başkalarını aracı etme. Onların  söylediklerini asıl refarans  kaynağı olan kutsal kitabımızdan  teyit etmeden”mutlak doğru”olarak Kabul etmek. Bunun için insanlık bu kadar cana mal olan bir serüven yaşamak zorunda mı? Bu coğrafya da yaşadığı acılar yetmedi mi? Yoksa bunlar  sonsuzluğa kadar sürecek bir oyunun parçası mı? "Topluluktan topluma geçiş" sürecini tamamlayamamızın gerekçileri bunlar mı?... Hayatın "nesnesi" olmayı aşıp "öznesi" olma konusunda hızlı bir ilerleyememenin  handikapları bunlar mı?... Ahlaki boyutunu içselleştirmeden, konuşulmadan ibadet boyutunu hep ön planda tutulması ne kadar doğru. Ya da doğru mu? ..  Bilemem..  Tamam, doğru ibadet önemli de; ibadetin asıl amacı ne? İslamiyet sadece ibadet mi demek? Kesinlikle hayır!... Bizce “ibadet sorunu  yok ,ibadetle entegre edilmemiş ahlak sorunu var” …. Zaten ibadet sorunu hiç olmadı.. Gidin herhangi bir camiye herkes gayet düzgün biçimde namazını kılmakta….. Ben daha saçmalayanı, çuvallayanı, ne yapacağını bilemeyeni görmedim..  Duymadım da.. İnsanlar vecibelerini yanlışsız yerine getiriyor..  Ne kadar mükemmel!....  Bi sorun yok..  Yok da.. Ben kendimi bildim bileli varmış gibi davranılıyor.. Din denilince, İslam denilince, Müslümanlık denilince işin hep ahlakla bütünleştirilememiş ibadet boyutu…..  Okullarda da..  Camilerde de üzerinde durulan bu.. Dinin ibadet boyutu..  Sadece iktidarlar değil, aileler de dinin sadece ibadet kısmıyla ilgileniyor.. Gerisine bakmıyor.. İbadetin nasıl yapılacağını bir an evvel öğretmek..  Bu telaşı görünce, zannedersin ki.. Memlekette ibadet sorunu var..  Yok..  Ama bi sorun var..  Ahlak sorunu var.. İslam dininin bu kısmının konuşulmaması sorunu var.. İbadetten daha önemli görülmemesi sorunu var.. Hayata geçirilmemesi sorunu var..  Dini ibadetle sınırlama sorunu var.. Şu gerçek; çoğu kişi camide başka, cami dışında başka.. İbadet anında başka, ibadet dışında başka..  Adam namazında niyazında.. İbadetini eksiksiz yapıyor, kusursuz yapıyor.. Gelgelelim çalıyor, çırpıyor, önce cebini düşünüyor, kazık atıyor, dedikodu yapıyor, başkasının hakkını yiyor,başkasının namusuna göz dikiyor ,haram yiyor, haksız kazanç sağlıyor, Yalan söylüyor, kula kulluk yapıyor…uzatmayalım dinin yapma dediklerini, uzak dur dediklerini  yapıyor..   Dinin ahlak kısmını dikkate almıyor..  Niye mi? Çünkü ona ibadet kısmı öğretilmiş.. Ahlak kısmından haberi yok..İbadetin ahlakla içselleştirilerek yapılması gerektiğinden bi haber. Müslümanlığa , İslama  ne kadar zarar vereceğini düşünmeden, ötekeliştirme eğilimi daha kolay ve yaygın…  Dinin, ibadetle sınırlı olduğunu zannetmekte.. O ibadetin “ahlaklı bir insan olma yolunda yapılan ritüeller olduğunu”düşünmekten uzak. Kendince, en iyi ibadeti, o yapıyor!..Yukarıda anlatılanları teyit eden ibretlik bir hikaye.Birlikte okuyalım:       Efendim delilerin-velilerin çok olduğu o eski zamanlardan birinde, meczubun biri camiye girer, belli ki namaz kılacak..Ama oturmaz, meraklı ve şaşkın gözlerle etrafı süzer-dolanır..Bir oraya, bir buraya her köşeye dikkatlice bakar ve hızla çıkar gider..      Az sonra sırtında bağlanmış odunlarla tekrar gelir camiye ve tam namaza başlamak üzere olan cemaatle birlikte saf tutar..Ama sırtındaki odunlarla güç bela bitirir namazını.        Eğilip kalktıkça yere düşen odunlar, çıkardığı ses vs. derken, tabii cemaat de rahatsız olmuştur bu durumdan..Nihayet biter namaz, bitmesine ama her kafadan bir ses çıkar..Herkes kıpırdanmaya, adama söylenmeye başlamıştır bile..İmama kadar ulaşır sesler, hafiften tartışmalar..       İmam aynı mahalleden, bilir az çok garibin halini, şefkatle yaklaşır meczubun yanına ve der ki:      “Oğlum böyle namaz mı olur, sırtında odunlarla, sen ne yaptın? Hem kendini hem de çevreni rahatsız ettin bak, bir daha namaz kılmaya yüksüz gel olur mu?”     Bunu duyan meczub melül-mahzun, ama manalı bir bakışla sorar:      “Âdetiniz böyle değil mi?”       “Ne âdeti?!” der Hoca.. Cemaat da toplanmış, merak ve şaşkınlıkla olayı izlemektedir o sıra.. Demiş ki meczub bu kez: “Hocam ben namaz kılmak için girdim camiye, şöyle kendime uygun bir yer ararken içeridekilere baktım, gördüm ki herkesin sırtında bir şeyler var. Zannettim ki adet böyledir, ben de şu odunları yüklendim geldim işte, neden kızıyorsun? Kızacaksan herkese kız, tek bana değil! Hoca şaşırır: “Benim sırtımda da mı var?” der.. “Evet” der meczub, “Hepinizin sırtı yüklü!”.. Cemaatte ise hafiften “deli işte!” manasına,bıyık altından gülüşmeler başlamıştır.. Meczub bu kez öne atılır ve tek tek cemaati işaret ederek, saf bir çocukça, heyecanla bağırır: “Bak bunun sırtında mavi gözlü bir çocuk, bunda kocaman bir elma ağacı vardı.. Bunda kırık bir kapı, bunda bir tencere yemek, bunda kızarmış tavuk, şunun sırtında yeşil gözlü esmer bir hatun, bununkinde de yaşlı annesi vardı!..” Sonra iki elini yanlarına salar başını sallar ve umutsuzca; “ Boş yok, boş yok hiç!..diye tekrarlar. O böyle söyleyince, herkes dehşet içinde şaşkınlıkla birbirinin yüzüne bakar!     Aynen doğrudur dedikleri çünkü; Kimi doğacak çocuğunu düşünüyordur namazda, kimi bahçesindeki meyve ağaçlarını, biri onaracağı kapıyı, diğeri lokantasında pişireceği yemeği..Biri açtır aklında yiyeceği tavuk, birinin sırtında sevdiği kadın, diğerinde de bakıma muhtaç annesi vardır. “Peki söyle bakalım bende ne vardı?” der, bu kez endişeyle Hoca.. O da der ki:“Zaten en çok da sana şaştım hoca! Sırtında kocaman bir inek vardı! Meğerse efendim, hocanın ineği hastaymış, “öldü mü ölecek mi?” diye düşünürmüş namazda.. “Harâbât ehlini hor görme sakın, defineye mâlik viraneler var.”      Bildirince bildiren, yüreği olan görüyor elbet..     Ya işte böyle ... Bu kadardır ol hikaye..       Bize düşen ibret almak. Gelin hepimiz düşünelim bakalım, namazdayken sırtımızda neler var? Neleri sırtlıyoruz, neyin hamalıyız? Namaz ki bir gök yolculuğu.. Sevgiliyle buluşma, konuşma ânı.. Hiç insan sevgilisiyle olduğunda aklına başka şey gelir mi? Hem de nerde?! O huzurda.. Sırtımızda ne var?       Kısacası,gücümüzün sınırlarını bilmenin, gücü kullanma zamanını iyi kollamanın ve gücü kullandıktan sonra bize nasıl geri döneceğini hesaplamanın bizi  "insanlaştıran" ilkelerden biri olduğunu yüksek sesle  birbirimize anlatamadığımızdan.    Öğrenmenin  bizi " ilim sahibi" yapacağını; ama "ilkeli yaşamayı" bir  "davranış biçimi ve  yaşam tarzı" haline getirmeden "irfan sahibi" olamayacağımızı  kendimize anımsatamadığımızdan. Dürüst, kul hakkı yemeyen, Peygamberimizin ahlakına yakın bir ahlak seviyesine ulaşmış ama ibadette kusurlu, ibadette eksik insan mı makbuldür..   Bazan toplum devlet eliyle saptırılır, bazan da devlet toplum eliyle rayından çıkar. Bu ikisi arasındaki ilişki ve çelişki tencere-kapak ilişkisi gibidir. Kesinlikle israf ve aylaklığın önlenmesi gerekir. Vergilerin, teşvik, muafiyet ve imtiyazların açık bir şekilde yeniden düzenlenmesi gerekir. Üretim yoksa ve bir tüketim çılgınlığı sözkonusu ise, hazıra dağ dayanmaz. Üretimde kalite ve maliyet konusunda rekabet edebilir bir durumda mıyız. Bürokrasi engel mi, kolaylaştırıcı bir rol mü oynuyor. Ülkenin milli kaynakları etkin ve verimli bir şekilde kullanılabiliyor mu? “En önemlisi bir ülkede zenginlik ve imkanların birkaç elde toplanmasını önleyecek bir yol tutulmalıdır. Yoksa devlet, varlık içinde yokluktan ölür. Bu da tefecilik ve istifçiliğin, gayrimeşru kazanç yollarının piyasaya hakimiyeti ile son bulur” der Bacon.  Bacon, Burjuva ve Aristokrat kesim kışkırtmadıkça halkın kendiliğinden kolay kolay harekete geçmeyeceği görüşündedir. Bugün artık uluslararası sistem STK, media, sermaye grubları, hatta muhalefet  üzerinden kontrollü bunalım stratejisini örgütleyebilmektedir. Biden’ın seçildikten sonra Türkiye hakkında söyledikleri hâlâ akıllarda. “Halka hoşnutsuzlukları ile kızgınlıklarını ölçüyü kaçırıp işi azgınlığa dökmeden açığa vurma özgürlüğü tanımak güvenilir yollardan biridir. Öfkesini içine atan, yarası için için kanayan kimse onarılmaz çıbanlar, irinli yaralarla toplumsal öfkeyi daha da büyütürler.” “Yöneticiler kışkırttıkları öfkenin kurbanı olurlar. Yapacakları en akıllıca iş umudu ve güveni canlı tutmaktır” der Bacon aynı denemesinde.  “ ‘Toplumun babası’ olmaları gereken hükümdarların bir partiye bağlanıp yan tutmaları durumunda, devletin, bir yanına çok ağırlık yüklendiği için dengesizlikten batan bir gemiye dönüşecektir. Tıpkı Fransa Kralı 3. Henri’nin önce Protestanları yok etmek için kurulan birliğe girmesi, hemen sonra da aynı birliğin krala karşı dönmesi gibi.” Evet, insan partili olabilir. Ama “Partici” olmamalı, “Partizanca” davranmamalı. Müslüman “Müslümancı” olmamalı, Akıllı “Akılcı” olmamalı. Yüzümüzü Hakka dönmeliyiz. Yoksa “taşlanmış Şeytan” “ıslah edici” maskesi ile gelip, nefsimizin hoşuna giden şeyler söyleyerek, bizi kandırır ve o zaman da kaçtığımızı sandığımız şeye doğru koşarız. İyi bilelim ki, Şeytan ve onun dostları, yol arkadaşları bozguncuların ta kendileridirler. Şeytanın bize oynadığı oyunu görüp gerçeğin farkına vardığımızda ise çok geç olabilir. İnsanoğlu ne kadar kibirli. Her insan hata yapma potansiyeline sahip. Hatasız kul olmaz. Peygamberler bu anlamda uyarılmış, korunmuş oldukları için “Masum”durlar. Ama yine de onlar çokça istiğfar ederler. Hz. Yunus “inni küntü minezzalimiyn” der. Ne tevbe istiğfar edilip, necasetten ve hades’ten temizlemeye çalışıyoruz, ne de şükredenlerdeniz. Her şikayet ve hep daha fazlasına sahip olma konusunda ihtirasımızı engelleyemiyoruz. Böyle olunca da ortam kifayetsiz muhterislere kalıyor. Herkes birbirini kıskanınca birbirinin malına, makamına tamah ediyor. O zaman da Allah onları biribirine musallat ederek onları cezalandırıyor. Ne az ibret alıyoruz. Bu anlamda tarih ibretlerle doludur ve ibret alınmayınca da hep tekerrür ediyor. Bu gibi durumlarda herkes birbirini suçlar, başkalarını eleştirip, öğütleyip durdukları şeyler konusunda kendi nefislerine karşı bir tedbir düşünmezler. Kıskançlık ve kibir onların beynini kemirir durur. Bana kalırsa herkes, ferden ferde bir tevbeye ihtiyacımız var. Özellikle de kul hakkı konusunda çok dikkatli olmak gerek. Aklen ve ahlaken yücelmedikçe düzelme olmayacak.  Çünkü Allah, cahillere ve zalimlere yardım etmeyecek ve onların işlerini sarp dağlara sardıracak.  “Ebu Cehil” denilen kişinin zamanının en bilgili, en zengin, en saygın kişisi olduğu unutulmamalı. Ümmi “Cahil” demek değildir. Cahil olan Şeytan ve onun peşinden gidenlerdir. “Kitap yüklü eşekler” Cahil kategorisinde değerlendirilir. Gerçek Cahil, hakikatin bilgisinden yoksun olmaktır. Ve bugün yaşadıklarımız ahlaki zaaflarımızdan ve cahilliğimizden kaynaklanmaktadır.   Beş vakit namaz kılan, din vecibelerini yerine getiren ama hileye hurdaya göz yuman, fitnelik,fesatlık,yalancılık.nankörlük,kıskançlık,haksızlık karşısında susan Camide başka, cami kapısının dışında başka olan mı? Sorumuz net.. Hangisi? ibadet kısmıyla ilgileniyor.. Gerisine bakmıyor.. İslamiyetin ahlaki kısmı yok sayanlar!.. Görmek istemediğiniz kötülükleri, kapalı kapılar ardında fitne fesatlık yaparak sahneye koyuyorlar. Kendi yandaşlarına her türlü menfaat ve çıkarı sağlama peşindeler. O kişinin ehil olup olmadığına bakmadan; İşleri yandaşlarına vermek için yarış içindeler. Diğerlerini ötekileştirenler boş durmuyorlar. Ramazan ayı bile bunları durdurmaya Yetmiyor!.... Çünkü bakmayın onların” Müslamanım” diye ortalıkta gezinmelerine . Tek kelime ile "Münafıklar" siz bakmayınca yok olmuyorlar. Siz, çoğu kez korkudan, bazen yapacak daha mühim işleriniz olduğundan, belki 'makbul bir vatandaş' olmanız sebebiyle o kötülüğün size uğrama olasılığını hiç kondurmadığınızdan, bazen de sözcüklerle yeniden hayat verirseniz ruhunuzun altüst olacağını sezdiğinizden bakmıyorsunuz. Görmek istemiyorsunuz. Bakmayan her göz, karartılan her vicdanla o kötülük utanç verici bir vahşete dönüşüyor. Sadece o kişiler değil, toplum her katmanında tiksindirici bir meşruiyet içinde debelenip duruyorlar!... Bu insanlar, Müslüman ve Hz. Muhammet’in ümmetinden iseler, tıpkı Peygamber’in ömrü boyunca yaptığı gibi, Kuran’da dile getirilen ilkelere uymalı, kişisel ve kamusal işlerini başkalarına sövüp sayarak değil, danışarak yürütmelidirler. Çünkü İslam’da danışma, şûra, farzdır. “(…) Zira onlar, büyük günahlardan ve utançlardan kaçınırlar, öfkelendikleri zaman bile bağışlayıcıdırlar (…) Birbirlerine danışarak işlerini yürütürler (Şûra Sûresi, 42/36-39).  Önceki akşam Hz Ömer dizisini izlerken bunları bir kere daha düşündüm.. Müslüman’ım diyen herkes bir iki dakika düşünse!..   Son Söz: İyi insan demek vatanını seven, vatanı için doğruları ve yanlışları tarafsız ve objektif bir şekilde insanlarına anlatan demektir. Dini sahiplenirken ona hangi manayı atfettiğiniz, mensup olduğunuz inancı nasıl özümsediğiniz, sizi diğer din mensuplarından farklı kılar. Üstelik bu kadim bir hadisedir.“İnsanlar bir dinleri olduğu için ahlaka ihtiyacı kalmamış gibi davranıyorlar.” Oysa ahlaktan arındırılmış bir din yorumunun kimseye faydası olmadığı gibi çokça zararı vardır.Hz Muhammed, “La ilahe illallah”, “Allah’tan başka ilah yoktur” dedi. Devesinden indi, asasını havaya kaldırdı. Önündeki ilk puta darbe indirdi. Kendilerinden marifet beklenen Hübel, Lat, Menat, Uzza... Yüzlerce put birer birer yıkıldı. Ancak “put yapma” da “put yıkma” da bitmedi. Put, aksi sanılsa da bir heykel değildi. Üzerine iktidar elbisesi giydirilmiş, büyüdükçe de insandan uzaklaşmış bir hikâyeydi. Kimi zaman taştan topraktan, kimi zaman etten kandan, kimi zaman paradan ya da güçten putlar yaratılmaya devam etti. Eksik olmasınlar, her devrimci de eylemine “putları yıkıyoruz” diye başladı. Onun için din dahil mensup olduğumuz tüm kimlikleri sahiplenirken önce kendimizle ve toplumumuzla yüzleşmemiz gerek. Bu kimlikleri bir rütbe, ikbal için mi taşıyoruz; yoksa gerçekten o kimliklerde gördüğümüz değerleri yaşamak için mi? Önce burada anlaşalım. Sağlıcakla kalın! Günleriniz hep aydınlık olsun!  Yüreklerindeki sevgi daim olsun!  Yüreği "Berkehan"  ve "Bilgehan Deniz" Kadar temiz olan tüm insanların!  OE -04.08.2013 ---------------------------------- Ünlü işadamına “Ramazan nasıl gidiyor?” diye soracak oldum, “Ramazan iyi gidiyor ama, iftar konusunda dertliyim” dedi ve de anlattı... ”Bizim aile Anadolu kökenli. Bizim örf ve âdetlerimize göre iftar önemlidir. Aile iftar sofrasında bir araya gelerek oruç açar. İhtiyaç sahiplerine iftariyelik gönderilir. İftar saati iş saatine rastlıyor ise, işyerinde çalışanlar için iftar masası hazırlanır. Şimdilerde İstanbul’da bir iftar daveti modası çıktı ki... İnanılmaz. Şirketler, işa...damları, politikacılar otellerde, lokantalarda iftar daveti düzenliyorlar. Herhalde belli bir işadamları ve önde gelen kişiler listesi var ki, bu listede isimleri yazılı tanıdık, tanımadık, niyetli, niyetsiz genelde hep aynı kişiler iftarlara davetli. Benim de işim dolayısıyla, ismimin öne çıkması nedeniyle listede ismim olmalı ki, hemen her gece bir veya birden fazla iftara davetliyim. Evde, çoluğum çocuğum ile iftar sofrası başına oturamaz oldum. Gitme diyeceksiniz. Gitme demek kolay... Az çok ilişkimiz var. Gönül koyuyorlar.” Faturayı kim ödüyor “Bir başka sorunum daha var. Davette oruç açarken günaha girdiğimi düşünüyorum. Çünkü paranın davet sahibinin helal kazancı ile mi ödendiğini, yoksa faturaların davet sahiplerinin şirketlerinin veya görevli oldukları kurumların hesabına masraf yazılarak vergiden mi düşüldüğünü bilemiyorum.” Ünlü işadamımızın “iftar sofrasının masrafının, helal kazançtan karşılanması” uyarısı çok önemli. Ne yapalım, hayat bu. Öylesi de var, böylesi de... Bir okunma: Orhan ELMACI 4 Ağustos 2012  ·  Mübarek Ramazan ayının neredeyse yarısına ulaştık. Bu ayda özellikle de oruç tutan “inananlara” Allah sabırlar versin diye sözlerime başlamak isterim!... Elif: Arapca da ilk harf. Düz bir çizgi. Sayı değeri bir. Anlamı: Tanıdık, dost, doğruluk, dürüstlük, dümdüz olan, eğrilmesi kırılması olmayan, ince sade bir sızı, ışık saçan, hatta güzel bir kız, vs. kısacası, Elif demek hayatımızın anlamı. Elif in noktasi üstüne yatık 9 gibi olan "ötüre" ile yapilir ki, bu mesar!!.. gibidir. Veya Elif in yanina bi nokta konursa bunun okumasi: " Ahhh" diye olur. Be: Arapça da ikinci harf. Bir tek Nokta. Sayı değeri iki. Anlamı: Ahad!!.. Delil. İspat. Yaşam kaynağı. Kur'ân, Besmele`nin başı “B” ile “B”nin altındaki Nokta'dan başlar. Çok ilginç ve şaşırtıcı!!.. “B”deki Nokta`nın yukarıya doğru uzamışı da "Elif"!!.. Elif, nereden gelir?? Nokta' dan!!.. Bir şekil çizmek istediğiniz zaman nokta ile başlarsınız. Önce, nokta oluşur. Sonra noktayı yukarıya ya da aşağıya doğru uzatırsınız. Noktalar sıralanır ve şekilden farklı bir anlatımlar meydana gelir. Ya da yatık bir çizgi ve onun kaynağı olan nokta!!.. Kitaplar böyle yazıyor!... Nokta!!.. Hep nokta!!. Hiç açılıp saçılmamış!!.. Nokta!!.. Yani Bé Harfler, ise Nokta dan Elif'e uzayıp çeşitli şekillere bürünmesiyle oluşmuş!!. Ve de her bir harf “nokta”ların bir araya gelmesiye meydana gelmiş. Noktalar öyle sık bir araya gelmiş ki biz noktaları hiç farketmeyip, harfler var sanmışız!.... Harflerin ana kaynağı nokta olduğu nedense hep dikkatden kaçmış, unutmuşuz, önemsememişiz. Hani bir söz var ya, “Damla derya ya düştüğünde yok olduğu sanılır ama damla derya da hep vardır ve içinde saklıdır.” Hallâc-ı Mansûr’un durumuna düşmemek için derinlere dalmak istemiyorum!.. Bütün bunları neden yazdım?!.. Bana göre Dünyanın en seçkin bu coğrafyasında Anadolu da İki sevgilinin Aşk ını, bunların kavuşmasını önleyen engellerle mücadelesi ni anlatan beni en çok etkileyen Türkü’ lerin başında Kütahya’nın Türküsü " Elif dedim be dedim " gelir. Aman Allah ım!!.. Bu nasıl duygudur!!.. Bu nasıl Aşk tır!!.. Bu nasıl mucize bir sözdür!!.. Öyküyüde kısaca anlatırsak.. Genç bir adam Elif isminde bir kızı sever. Elif de ona sevdalanır. Fakat genç adam o eski zamanların ince hastalığı olan Verem e yakalanmıştır. Elif'in ailesi, bu durumu görür ve kızını onunla evlendirmek istemez. " Git tedavini ol gel öyle Elif i al " derler. Bunun üzerine genç adam çok sevdiği Elif inin aşkı için hastaneye yatar. O dönem koşullarında iyileşmesi olanaksızdır. Öleceğini bile bile genç adam tedaviye devam ettiği için Elif'e bir haber gönderir.. "Ölüm, ölüm dediğin nedir ki gülüm ben senin için yaşamayı göze almışım" der. Elif ten yanıt gelmez. Fakat zaman ilerledikçe genç adamın hastalığı artar. Genç adam hastanede yattığı sürede sadece Elif' ten haber almak bir de içindeki yangını söndürmek için ( yaşamının kaynağı olan ) yanlız su içmek ister. Yemekten kesilir. Ancak kızın ailesi bir kez bile görmesi için Elif'i onun yanına yollamaz. Hastalığının arttığını, tabutunun bile hazır olduğunu Elif'ine türkü içinde ağıt halinde yazan genç adam, hastanede yattığı sürede bu türkünün sözlerini yazıp şapkasının içine saklar. İyileşemez ve çok sevdiği Elif ini göremeden ölür. Cenazesi köyüne getirilir. Şapkasının içerisinden yazdığı sözler bulunur ve ailesi tarafından bestelenmesi istenir. “Ölüm ölüm dediğin nedir ki gülüm Ben senin yaşamayı göze almışım.. Elif dedim be dedim aman Kız ben sana ne dedim Guş ganedi kalem olsa aman Ah yazılmaz benim derdim Elif im noktalandı aman Az derdim çokçalandı Yetiş anam yetiş bubam aman Ah mezarım tahtalandı.. İşte böyle !….. Hayatımın hiç bir döneminde bu kadar ünlem işareti olan bir yazı ne okudum ne de yazdım. Günümüz TV dizelerinin derin vadilerinde Mum dan aşklara fon müziği olan bu Türküyü dinleyipte gerçek öyküsünü bilmeyen, bilipte gizleyen kendilerine göre mizansel ekleyip görsel olarak insanlara yanlış anlatan, anlamayan, anlayıpta düşünüp ağlamayan insanların ruh halinden şüphe ederim. Yanlış.. Hemde çok yanlış. Gerçek Elif'e Bé' ye haksızlık ettiniz.  

Bağımsızlık ve Varoluş Mücadelesini Mümkün Kılan Büyük Öndere, Minnetle.....

Bağımsızlık ve Varoluş Mücadelesini Mümkün Kılan Büyük Öndere, Minnetle..... Türk Ulusunun ülküsü (Ulusal irade seslenişi): “Tüm olumsuzluklara, tüm engellere rağmen, Cumhuriyet kazanımlarına sahip çıkmak… Çağdaş bilimin ve analitik düşüncenin gelişimini sağlayarak, ülkemizi daha müreffeh kılmak…. Geleceğe umutla bakmak…. Her alanda (Sosyal/siyasal ve Ekonomik) tam bağımsızlık mücadelesini başarmak ve Türk Ulusu'nu çağdaş uygarlığın “sürdürülebilir lideri” yapmak….Türkiye'nin 19 Mayıs1919'dan beri süren bağımsızlık ve varoluş mücadelesi kutlu olsun. Bu mücadeleyi mümkün kılan Büyük öndere, minnetle....   Orhan   ELMACI Mansur@orhanelmaciorhanelmaci Küresel oyun kuruculara (Yedi Düvele) karşı, Türkiye'nin bitmeyen varoluş savaşının Tekrar kodlandığı gün: 19 Mayıs POLİTİKA 3,7 19.05.2013 10:35:18 A+ A-    Bugün en uzun youn tek adımla başldağı gün.....    "19 Mayıs 1919 tarihi, Türkiye Cumhuriyeti’nin tarihindeki dönüm noktalarından birii.... Atatürk’ün Samsun’a ayak bastığı tarih gün....Atatürk Millî Mücadele sıralarında Türk milletini ileri götürecek olanların ve köhnemiş fikirlere karşı genç fikirleri önümsemiştir...  “Gençlik” kavramı Atatürk için ayrı bir önem taşımakta.... Atatürk gençlerden sık sık bahsederken, yaş sınırı dışında fikri olarak gençliği yani, fikirde yeniliği ifade etmektedir... O’nun şu sözü çok manidardır:“Genç fikirli demek, doğruyu gören ve anlayan gerçek fikirli demektir.” (1)"        Türk Milleti Birinci Dünya Savaşı sonrasında kötüleşen koşullar içinde kurtuluş çareleri ararken büyük bir lider Mustafa Kemal Atatürk ortaya çıktı ve Samsun’a ayak basarak “Kurtuluş” yolunu açtı. Dolayısıyla Atatürk’ün 16-19 Mayıs 1919 İstanbul’dan başlayan yolculuğu bir kurtuluş dönemini simgeler. Samsun’a ayak basışının taşıdığı önem Atatürk’ün Büyük Nutku’nu 19 Mayıs 1919 Samsun’a çıkışı ile başlatmasından anlaşılmaktadır ki şimdi bu yolculuğu kısaca özetliyelim..Samsun işgal kuvvetleri için önemli noktalardan. Stratejik bakımdan büyük öneme sahip ve Karadeniz’den Orta Anadolu’ya açılan en rahat ve güvenilir bir kapı. İngilizler 9 Mart 1919 tarihinde Samsun’a askerî birlik çıkartıyor. Buna tepki olarak Türk Makinalı Tüfek birliğinden Hamdi adındaki bir teğmenin askerlerini alarak dağa çıkması (2)dikkatleri bu bölgeye çekiyor.  İngiliz Yüksek Komiserliği’nin de Türk halkının silâhlandığı konusundaki şikayetleri üzerine bu bölgeye güvenilir bir kumandanın olağanüstü yetkilerle gönderilmesine karar veriliyor. Bu kumandan Mustafa Kemal Atatürk ve Büyük önder uzun zamandan beri ülkenin içinde bulunduğu bu umutsuz duruma üzülüyor ve birşeyler yapmak için Anadolu’ya geçmek istiyor. Bu O’nun için bulunmaz fırsattı. İstanbul-Samsun yolculuğu öncesinde Atatürk’le Padişah Vahdettin arasında geçen konuşmayı Büyük önder şöyle anlatııyor::(3)     “-Paşa, Paşa!... Şimdiye kadar devlete çok hizmet ettin!Bunların hepsi artık bu kitaba girmiştir (bu bir tarih kitabıdır)! Bunları unutun, dedi, asıl şimdi yapacağın hizmet hepsinden daha önemli olabilir...Paşa, Paşa...Devleti kurtarabilirsin!...      Bu sözlerden hayrete düştüm diyor Büyük Önder.     Acaba  diyor Vahdettin benimle içtenlikle mi konuşuyor?...     O Vahdettin ki... bütün yaptıklarından pişman mı olmuştur?     İşgalci güçler tarafından aldatıldığını mı anlamıştı? diye düşünüyor...      Fakat, böyle bir yorum ile başka konulara girişmeyi ürkütücü saydığını ve padişaha karşılık verdigini söylüyor:       -Kişiliğe güveninize ve bana bunca yüz verişinize teşekkür ederim...Elimden gelen hizmeti esirgemeyeceğime lütfen güveniniz...”      Büyük Önder bu konuşmada plânlarının sezilmiş olabileceği duygusuna kapılmış olmasına rağmen  O’nu bekleyen ve O’na güvenen bir“Türk Milleti” nin varlığının kendisine güç verdiğini söylüyor. Atatürk ile beraber 16 Mayıs 1919 Cuma günü başlayacak yolculuğa gemi kaptanı İsmail Hakkı Durusu dışında 18 kişi eşlik ediyor. Bu 18 kişinin adları şöyleydi:(4) III. Kolordu Komutanı Kurmay Albay Refet Bey (General Bele), Müfettişlik Kurmay Başkanı Kurmay Albay Manastırlı Kâzım Bey (General DIRIK), Müfettişlik Sağlık Bakanı Doktor Albay İbrahim Talî Bey (ÖNGÖREN), Kurmay Başkan Yardımcısı Kurbay Yarbay Mehmet Ârif Bey(AYICI), Karargâh Erkân-ı Harbiyesi İstihbarat ve Siyâsiyât Şubesi Müdürü Kurmay Binbaşı Hüsrev Bey(GEREDE), Müfettişlik Topçu Komutanı Topçu Binbaşı Refik Bey(SAYDAM), Müfettişlik Başyaveri Yüzbaşı Cevad Abbas(GÜRER), Kurmay Mülhakı Yüzbaşı Mümtaz (TÜNAY),Kurmay Mülhakı Yüzbaşı İsmail Hakkı (EDE), Müfettişlik Emir Subayı Yüzbaşı Ali Şevket (ÖNDERSEV), Karargâh Komutanı Yüzbaşı Mustafa Vasfi (SÜSOY), Kurmay Başkanı Emir Subayı ve Müfettişlik Kâlem Âmiri Üsteğmen Arif Hikmet (GERÇEKÇI), İaşe Subayı Üsteğmen Abdullah(KUNT), Müfettişlik İkinci Yaveri Teğmen Muzaffer (KILIÇ), Şifre Kâtibi, Birinci Sınıf Kâtip Fâik (AYBARS), Şifre Kâtibi Yardımcısı, Dördüncü Sınıf Kâtip Memduh (ATASEV).         Atatürk beraberindeki kişilerle beraber 16 Mayıs 1919 Cuma günü öğleden sonra “Bandırma” adındaki eski bir vapurla Galata rıhtımından ayrılıyor.      17Mayıs 1919 Cumartesi günü Bandırma Vapuru saat 21.40 sıralarında İnebolu’ya varıyor.       18 Mayıs 1919 Pazartesi günü beklenen yolculuğun sonuna geliniyor Yolcular Kalyon Burnu denilen yerden sandallarla Merkez iskelesine çıkarılıyorlar. Bu sandallardan birinin sahibi olan İsmail Yurtsever, o zaman için Atatürk’ü tanımadığını söylüyor,Atatürk’ü sandalda ve Samsun’da iken geniş yakalı lejyon kaputu ve başında kalpakla gördüğünü anlatıyor (5) Atatürk, İstanbul’dan başlayan ve Samsun’da sona eren yolculuk esnasında görevli bir askerdi ve giyimi de buna uygundu ancak Samsun’a ayak bastığı günden birkaç gün sonra asker değil, sivil olarak hareket edecekti. Atatürk’ün Samsun’a çıkışında gördüğü manzara pek parlak değildi. Şehirde İngiliz işgal kuvvetleri vardı. Pontusçular sokaklarda kol geziyordu. Halk kendisini koruyamayacak durumdaydı. Atatürk bugün müze haline getirilen Hıntıka Palas’ta kaldıkları süre içinde hep bu sorunları düşündü, yolculukta geçirdiği uykusuz geceler sona ermemişti; şimdi de burada uykusuz geceler başlıyordu. Ama, O’nda ve O’nun gibi düşünenlerde bu azim oldukça hiçbir engel aşılmaz değildi.     Kısaca özetlemeye çalıştığımız bu yolculuk Türk Milleti için bir dönüm noktası oldu ve kurtuluşun başlangıcıydı.....  Bugün 19 Mayıs; 19 Mayıs, Büyük önderin Samsuna çıkış günü. 19 Mayıs, Tüm Dünyaya bir varoluş/bir diriliş/bir haykırış manifestosu. 19 Mayıs, Bir ulusun, ulusu ile özdeşleşen/bütünleşen önderin doğum günü. 19 Mayıs, emperyalizme karşı bir başkaldırının kodlanmış adı. 19 Mayıs, dünyanın dört bir yanında, emperyalizme karşı savaşan tüm mazlum milletler için bir umut günü. 19 Mayıs, küresel güçlere, küresel oyun kuruculara karşı hala sürdürülen, bitmeyen  savaşın başlangıcı. 19 Mayıs, Küresel oyun kurucuların "Medeniyetler Çatışması" kitabında dile getirdikleri gibi, her ne pahasına olursa olsun yok edilmesi gereken bir gün. 19 Mayıs, kentleri yakılmış, yıkılmış, toprakları işgal edilmiş bir toplumun acı günlerinin resmi. 19 Mayıs, tersanelerine girilmiş bir ulusun her türlü olanaksızlıklara karşın başlattığı kurtuluş meşalesinin yakıldığı gün. 19 Mayıs, Yüce Türk Milletinin  varlığını güçlendiren, umutları canlandıran, kaderimizi değiştiren, yolumuzu aydınlatan tarihi bir adım. 19 Mayıs, Ulusal Kurtuluş Savaşımızın, her aşamasında büyük derslerle dolu bir destan. 19 Mayıs, Ulusumuzun, her türlü olanaksızlıklara karşın inanç ve kararlılığının simgesi. 19 Mayıs, Küresel güçlere karşı, küresel oyun kuruculara karşı  kazanılan büyük zaferin başlangıç tarihi. 19 Mayıs; Türkiye Cumhuriyeti'nin genetik kodlarının oluşturulduğu tarih. 19 Mayıs, Türkiye Cumhuriyeti'nin Türk Gençliğine emanet edildiği tarih. 19 Mayıs, Türk gençliğine armağan edilen en büyük tarihsel miras. 19 Mayıs, büyük önder Mustafa Kemal'in bu tarihsel mirası Türk gençliğine emanet ettiği gün.          Büyük Önder bu mirası Türk gençliğine emanet ederken, gençliğe şöyle sesleniyor. Birlikte okuyalım:    "Ey Türk Gençliği. Bir gün, İstiklâl ve Cumhuriyeti müdafaa mecburiyetine düşersen, vazifeye atılmak için, içinde bulunacağın vaziyetin imkân ve şerâitini düşünmeyeceksin! Bu imkân ve şerâit, çok namüsait bir mahiyette tezahür edebilir. İstiklâl ve Cumhuriyetine kastedecek düşmanlar, bütün dünyada emsali görülmemiş bir galibiyetin mümessili olabilirler. Cebren ve hile ile aziz vatanın, bütün kaleleri zaptedilmiş, bütün tersanelerine girilmiş, bütün orduları dağıtılmış ve memleketin her köşesi bilfiil işgal edilmiş olabilir. Bütün bu şerâitten daha elîm ve daha vahim olmak üzere, memleketin dahilinde, iktidara sahip olanlar gaflet ve dalâlet ve hattâ hıyanet içinde bulunabilirler. Hattâ bu iktidar sahipleri şahsî menfaatlerini, müstevlilerin siyasi emelleriyle tevhit edebilirler. Millet, fakr ü zaruret içinde harap ve bîtap düşmüş olabilir.     Ey Türk istikbalinin evlâdı! İşte, bu ahval ve şerâit içinde dahi, vazifen; Türk İstiklâl ve Cumhuriyetini kurtarmaktır! Muhtaç olduğun kudret, damarlarındaki asil kanda mevcuttur!"     Büyük önderin şu sözleri de manidar:      "Yaşamak isteyen ulusumuzun istemi, basit bir kelimede saklıdır ve gayet meşrudur: Bağımsızlık! Avrupa'nın iktidarlarından ve sermayedarlarından ayrı olan asıl ulusları, bizim yaşamımızı bize çok görmüyorlar (Atatürk, 27.1920 Tamim ve Telgraflar, S 344)"     Manidar başka bir sözü;      "Biz" diyor büyük önder, "Batı emperyalistlerine karşı kurtuluş ve bağımsızlığımızı korumakla yetinmiyoruz Aynı zamanda Batı emperyalistlerinin kuvvetleri ve bilinen her aracı ile Türk ulusunu emperyalizme araç yapmak istemelerine engel oluyoruz Bu suretle bütün insanlığa hizmet ettiğimize inanıyoruz (Atatürk, Tamim ve Telgraflar, S: 339)"       Büyük önderin manidar başka bir sözü;      "Biz bu hakkımızı saklı tutmak, bağımsızlığımızı güvence altında bulundurmak için genel kurulumuzca, ulusal kurallarımızla bizi mahvetmek isteyen emperyalizme karşı ve bizi yutmak isteyen kapitalizme karşı savaşmayı uygun gören bir mesleği izleyen insanlarız (Atatürk, 1.12.1921, Söylev ve Demeçleri, C: I, S: 1969) Atatürk'ün şu sözleri de hiç ama hiç akla gelmeyecek." Unutturulan bir başka manidar söz.     "Almanlarla dost olduk; Almanlar memleketimize, ordumuza ve hükümetimize kadar girdiler Fakat Almanlardan bazıları, bağımsızlık ve onurumuza karşı tavır almaya başladıkları dakikada, en ince ve hemen hiçbir ayıt ve koşula bakmaksızın ruhen ve fiilen isyan ettim (Atatürk, 241.1924, Söylev ve Demeçleri, C: 3, S: 25) Bu sözler akla gelmeyecek, anımsanmayacak; çünkü yıllardır unutturulan ve unutturulmaya çalışılan; Kurtuluş Savaşı'nın amacı ve laik cumhuriyetin ilkeleridir."       Büyük önderin bu sözleri de çoktan unutulmuştur "Biz" diyor Atatürk, "Batı emperyalistlerine karşı kurtuluş ve bağımsızlığımızı korumakla yetinmiyoruz Aynı zamanda Batı emperyalistlerinin kuvvetleri ve bilinen her aracı ile Türk ulusunu emperyalizme araç yapmak istemelerine engel oluyoruz Bu suretle bütün insanlığa hizmet ettiğimize inanıyoruz (Atatürk, Tamim ve Telgraflar, S: 339)       Büyük önderi okudukça, manidar sözlerin çokluğu karşısında hayrete düşmemek elde değil, yine o sözlerden bir tanesi, birlikte okuyalım;    "(Büyük) devletler iktisadi esaretle bizi felce uğratıyorlardı Öteden beri bize bazı şeyler vermiş gibi, bizim bazı haklarımızı tanımış gibi tavır alırlardı Bu esarete katlanan yöneticiler hoşnuttu Çünkü görünüşte görkemli bir bağımsızlık elde etmişlerdi Fakat gerçekte, ulusu manen miskinlik çukuruna atmışlardı (Atatürk, Adana, 153.1923 Söylev ve Demeçleri, C: 2, S: 119)     Türkiye Cumhuriyeti'nin genetik kodlarını mutasyona/dejenerasyona uğratarak, toplumu tasarlamaya, formatlamaya, afazi  hale getirmeye  çalışanlar, demokratik yapıyı da on yılda bir kesintiye uğratmakta  hiçbir beis görmediler.      Sözüm ona büyük önderin yolunda oldukları iddiasında bulundular. Mustafa Kemal'in devrimci, çağdaş ve bağımsızlık yanlarının tanıtılmaması için her türlü manipülasyon ve dezenformasyondan kaçınmadılar.     Evet, frak-smokin, bando-mızıka, kabul resimleri, fener alayları Ve beylik sözlerle dolu yapay söylevler ve heykeller!      Büyük Önderin; 19 Mayıs 1919'da Samsun'a çıkışı millet olarak varlığımızı güçlendiren, umutları canlandıran, kaderimizi değiştiren, yolumuzu aydınlatan tarihi bir adım. 19 Mayıs, Cumhuriyet tarihimizin miladı.     Türkiye Cumhuriyeti, milletimizin birlik ve beraberliğinin, tüm unsurlarıyla bir arada yaşama ve ortak değerlerde kenetlenme iradesinin ortaya çıkardığı eşsiz bir eser. Şüphesiz vatanın kurtarılması ve bağımsızlık yolunda büyük bedeller ödenmiş, güçlü bir geleceğin inşası için emsalsiz fedakarlıklar gösterilmiştir. Türkiye, Cumhuriyet'in ilanının ardından geçen süre zarfında önemli kazanımlar elde etmiştir. Bugün Türkiye, demokratik rejimiyle, ekonomik, siyasi ve askeri gücüyle, insan kaynaklarıyla, köklü devlet geleneğiyle, küresel topluma katkılarıyla dikkat çeken, ilgiyle takip edilen bir ülke konumunda.     Türkiye'nin son yıllardaki performansını, istikrarlı şekilde ilerleyeceğinin ve Cumhuriyet'in 100. yılı kapsamında belirlediği hedefleri yakalayacağının bir işareti. "Bugün bunun bilinciyle, büyük bir özgüven içerisinde geleceğe umutla bakıyoruz. Yarınlarımızın daha çok daha parlak olacağından kimsenin şüphesi olmasın. Türkiye, sahip olduğu kazanımlarını daha ileriye taşıyacak, barış, demokrasi, insan hakları, hukukun üstünlüğü temelinde yükselmeye devam edecek.Bu arada bir not:“Atatürk , hukukî anlamda, artık mevcut değil. Dolayısıyla, ona yasa yoluyla da bir imtiyaz sağlanması söz konusu olması mümkün değil.  25 Temmuz 1951 tarihinde kabul edilen ve 31 Temmuz 1951 tarihinde de Resmi Gazete'de yayımlanarak yürürlüğe giren 5816 numaralı Atatürk'ü Koruma Kanunu, ceza hukuk normlarıyla korunması öngörülen hukukî varlık bir şahıs olarak Atatürk değil. Burada korunmak istenen Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusuna karşı Türk milletinde genel olarak yaygın bulunan hayranlık ve saygı duygusu. İşte, ceza tehdidi altına konulmak istenen davranışlar, halkın içinde yaşamayı sürdüren bu saygı duygusunu, yani merhumun anısını zedelemeye müsait davranışlar.” Bu notumuz şimdilik burada kalsın....Bu arada: Vatan , Şehitlerimizin bize emanetidir. Vatan,Oğuzhandır, Vatan Atilla'dır, Vatan  Sultan Alparslan'dır. Vatan, Sultan Mehmet Han'dır. Vatan, Mustafa Kemal Atatürk'tür...Saygıyla. Aklı, bilimi ve ahlaki değerleri rehber edinerek yaşatan Bizi biz yapan, o muhteşem değerlerimizin önünde saygıyla eğiliyor, ve diyorum ki; Allah bize yar olsun, Türk’ün özü var olsun..      Cumhuriyet ilkeleri, Atatürk ilke ve inkılapları, tam bağımsızlık ulusumuzun üç vazgeçilmezi. Bu duygu ve düşüncelerimle, başta Büyük Önder olmak üzere, tüm şehit ve gazilerimizi saygı ve şükranla anıyor, tüm ulusumuzun "19 Mayıs Atatürk'ü Anma Gençlik ve Spor Bayramı"nı yürekten sevgi ve saygıyla kutluyorum.  Sağlıcakla kalın! Günleriniz hep aydınlık olsun!  Yüreklerindeki sevgi daim olsun!  Yüreği "Berkehan ve Bilgehan Deniz" Kadar temiz olan tüm insanların!  OE -19.05.2013 (*)Atatürk Kültür,Dil ve Tarih Yüksek Kurumu Atatürk Araştırma Merkezi uzmanı.   (1)Atatürk’ün Fikir ve Düşünceleri, Hazırlayan:Utkan Kocatürk, 3. Basım, Ankara 1984, s.76.   (2)Sabahattin Selek,Anadolu İhtilâli, İstanbul, 1981, s.206.   (3)Falih Rıfkı Atay ve Mahmut Soydan, Atatürk’ün Anıları, İstanbul, 1982, s.153.   (4)Fethi Tevetoğlu, Atatürk’le Samsun’a Çıkanlar, Ankara 1987, s.16; Sadi Borak, Atatürk, İstanbul 1973, s.242; Şevket Süreyya Aydemir, Tek Adam 1919-1922, 2.Cilt,İstanbul, 1983, s.19; Sabahattin Selek, Anadolu İhtilâli, İstanbul 1981, s.213.   (5)Hürriyet, 19 Mayıs 1973, s.4.   (6)Atatürk’ün Fikir ve Düşünceleri, Hazırlayan:Utkan Kocatürk, 3.Basım 1984, s.164-165. (7)A.g.e., s.342.   NOT:İlgilenenler için...... Büyük Nutkun 10 adet video ile anlatımı ..  http://feritgezgil.com/SesliNutuk/1.mp4 http://feritgezgil.com/SesliNutuk/2.mp4 http://feritgezgil.com/SesliNutuk/3.mp4 http://feritgezgil.com/SesliNutuk/4.mp4 http://feritgezgil.com/SesliNutuk/5.mp4 http://feritgezgil.com/SesliNutuk/6.mp4 http://feritgezgil.com/SesliNutuk/7.mp4 http://feritgezgil.com/SesliNutuk/8.mp4 http://feritgezgil.com/SesliNutuk/9.mp4 http://feritgezgil.com/SesliNutuk/10.mp4  

Bakmak ile Görmek...

   "Bakmak ile Görmek" "Sherlock Holmes ile Dr. Watson kampa giderler. Güzel bir yemek yiyip bir şişe de şarabı devirdikten sonra uykuya dalarlar. Birkaç saat sonra Holmes uyanır ve arkadaşını dürtükler.  -"Watson, yukarıya bak ve bana ne gördüğünü söyle".  - Watson cevap verir: "Milyonlarca yıldız görüyorum."  - Holmes sorar: "Bu sana neyi gösteriyor?"  - Watson bir an düşünür ve yanıtlar: " Astronomik olarak milyonlarca galaksinin ve dolayısıyla milyarlarca gezegenin varlığını görüyorum. Yıldızların konumuna bakarak saatin 3'üçeyrek geçtiğini çıkarıyorum. Teolojik olarak tanrının kudretini ve kendi acizliğimizi görüyorum. Meteorolojik açıdan da bugün havanın çok güzel olacağını tahmin ediyorum. Neden sordun? Sana ne gösteriyor? " Holmes arkadaşını sabırla dinlemiştir ama artık dayanamaz:  - "Çadırımızı araklamışlar!" bu kısa anekdot dan sonra;      Tmes2016|35. İkinci gününde(28.05.2016 saat:21.00) Sunay Akın'ın bir söyleşisine katıldım. Stand-up havasında geçen söyleşinin aslında başlığı içeriği ile  aynı değildi... Ya da ben olsam başlığı "Bilgi Toplumu ve Türkler" koyardım. Çünkü ,dürüst olmak gerekirse, çağrılı konuşmacı olarak davet edilen Sunay Akın geneliyle Bilgi Toplumu, Türkiye, Türklerin Bilgi Toplumuna geçişi, ya da geçemeyişi üzerinde durdu söyleşisinde. Bazen sorularına yanıt veren profösörlere de sataşmadan duramadı bir türlü nedense. Tarihsel örnekler verdi, tarihimizde aslında çok önemli olan ama zapt-ı rabt (kayıt  ) altına alınmadığı için hepimizin bi haber olduğu,bilgi dağırcığında ki  bir kaç olayı anlattı bizlere. Gelin öncelikle sizlere bu anlatılanları aktarayım biraz.      Ülkelerin bayraklarının, bayraklarındaki anlamları tek tek anlattı. Fransa bayrağının, Meksika bayrağının hikayelerinden bahsetti biraz. Kardeşlik, barış, eşitlik gibi anlamları taşıdığı söylenen Fransa bayrağının zamanında kayıt altına alındığı için araştırdığı ve nasıl oluştuğunu anlattı bizlere. Temsil ettiği değerlerden ziyade hikaye aslında şöyle:       Zamanında Fransa kralına karşı bir isyan olur ülke çapında, kralın gücünü ve otoritesini sağlayan değerler tartışmaya açılır eskilerde. Kralı otoritelerini kaybedeceklerini düşünen Parisli asiller ise desteklerler. O zamanlar Paris'i simgeleyen mavi ve kırmızı renklerin arasına da kralı simgeleyen beyazı koyarak, bu yeni bayrağı kullanmaya başlarlar kendileri için. Sonrasında ne mi olur, gün gelir Parisli asilzadelerin bu bayrağı milli bayrak olur.           Aynı şekilde İtalya ve Meksika bayraklarının da hikayesi var ama uzatmamak adına anlatmayacağım burada. Peki ya Türk bayrağının hikayesi nedir? Şehitlerin kanı üzerine düşen ay ve yıldızdan bahsedilir orta öğretim kurumlarında, değil mi? Peki sizce bu ne kadar doğrudur, ya da ne kadar mantıklıdır konusu üzerinde durdu Sunay Akın ve bayrağın gerçek hikayesini paylaştı bizlerle:       Bayrağımızın köklerinin Abdülmecid zamanına kadar dayandığını anlattı.Osmanlı İmparatorluğu’nun bayrağı üç hilalden oluştuğunu, III. Selim zamanında bayraktaki iki hilal çıkarılıp, zafer anlamına gelen sekiz köşeli yıldız koyduğunu söyledi.. Sekiz köşeli yıldız, Osmanlı ve Selçuklu’nun simgesi ve birçok yerde, madalyalarda ve mimaride kullanıldığını belirtti.         Türk bayrağında ise, 5 köşeli yıldız bulunduğunu ve 1838’li yıllarda Sultan Abdülmecit tarafından gök yüzünde kutsanmış zaferi temsil eden  8 köşeli yıldız yerine ellerini ve ayaklarını açmış bilime (aya) yöneltmiş insanı betimleyen 5 köşeli yıldıza geçildiğini hatırlattı.      Hilalin, ayı simgelerken, yıldızın güneş veya venüs'ü ifade ettiği belirti. Tarihi ve arkeolojik çalışmalar, hilal ve yıldız sembolünün kullanımını bir tarafta sümerlerin inanışları vasıtasıyla orta asya şamanizmine ve Türklerin atalarına, diğer tarafta ise Amerika yerlilerinin şamanizmine dayandığını söyledi.      Bugün Türk bayrağında yer alan hilal ve yıldız motiflerinin binlerce yıllık bir yolculukla bugüne kadar geldiğini ve orijininin Türk'lerinde ataları olan kadim dönemlerde yaşamış uygarlıklara dayandığını anlattı. Sonuç olarak, tüm dünyanın bugün islam dininin sembolleri olarak kabul ettiği hilal ve yıldızı; aslında biz Türklerin islama bir sembol olarak kazandırdığını, bayrağımızın al renginin tanrısal kutsal bir renk; üzerindeki hilal ve yıldızın da binlerce yılın gizeminden gelen astrolojik objeler olduğunu belirtti.ve sözlerine binlerce yıl bayrağında bu sembolleri taşımış böyle bir millete de elbette özgün bir görev verilmiş olmalıdır diye de düşünmemiz gerektiğini söyledi.      Konuşmasında daha ayrıntılı detaylara da değindi...Onları yazmadım...O kadarı da bize özel kalsın,  söyleşiye katılmanın bir ödülü olsun..Bayrağımızın hikayesinide bir de benden okuyun: Türk Bayrağının anlamını bilmeyenlere yanıtımdır!...Bilindiği gibi genellikle Hristiyan milletler bayraklarında Haç şeklinde semboller yer almaktadır. Müslüman milletlerde ise Hilal görünmektedir. Haç'ın anlamı;...Hazreti İsa'nın çarmıha gerilerek haç şeklinde şehit edildiğine inandıkları için onu sembol olarak alırlar. Peki ya Hilal?Müslümanlarca sembol olarak kabul Edilmiş bir sembol !.. İyi de bu sembolikdeğeri nereden gelmektedir? Dolunay(Bedir)Ayın ondördüncü gecesindeki  haliyle daha parlak olmasına karşın niçin ayın en az ışık verdiği yay şeklindeki zayıf şekil sembol almıştır? İşte Hilal'in gücü burda çıkmaktadır. Çünkü Hilal Haç gibi doğrudan şekil olarak alınsaydı Dolunay kullanmak daha uygun olurdu. Halbuki “Hilal”şekli dolayısıyla değil ismi dolayısıyla sembol olmuştur. Bu anlamı da “Allah (c.c.)” isminden almıştır. Bilindiği gibi Arapça aslında Hilal kelimesinde; 1 “He” 1 “Lam” 1 “Elif” ve yine 1 “Lam” harfleri bulumaktadır. Yani 1 “He” 1 “Elif” ve 2 tane “Lam” bulunmaktadır. Bu Harflerin Ebced Hesabıyla Rakam Değeri de He • “Lam” • “Elif” • “Lam” Toplam Olarak =99 ALLAH (c.c.) kelimeside yine bir Elif iki Lam ve bir He ile yazılmaktadır. Bu harflerin de değeri yine ebced hesabıyla toplandığında yine 99 rakamını verir.Her iki kelimede harfler değişmediği İçin rakam değerleri de değişmiyor. Yani Hilal yazarken ALLAH (c.c.) isminin Harfleri kullanılıyor.. 99'da Esmaul Hüsna'yı temsil etmekte. Öyleyse bu iki kelimeyi bilhassa sembolik olarak birbirinin yerine kullanmak mümkün. O halde Bayrak üzerine ALLAH (c.c.) yazacak yerde aynı ismin eş değerlisi olan Hilal'i koymak hem anlamlı hem inançlarımıza daha uygundur. Çünkü inancımıza göre “ALLAH (c.c.)”ısembol olarak bile ifade etmek mümkün değil. Aksi halde put perestlerin düştüğü hatayı tekrarlamış olunur.Bu sakıncadan dolayı “ALLAH (c.c.)” ınzatı ve ismi tenzih edilerek o ismin harf ve ebcedi bakımından eş değerlisi olan Hilal” sembol yapılmıştır. Madem ki sembolik anlam taşıyacaktır o halde Hilal yazmaktansa Hilalin şeklini yapmak arasında hiç fark yok. Aksine sembol olarak Hilal şekli daha uygun daha anlamlı. Böylece Hilal'in sembol olarak seçilmesinde şu mantık silsilesi görülmekte: ALLAH (c.c.) à Hilal (isim) à Hilal (şekil) ALLAH(c.c.)'ın birliği (Tevhid) inancı ve bu inancın La ilahe İllallah (ALLAH (c.c.) tan başka Tanrı yoktur) formülüyle ifade edilen manası böylece Hilal şeklinin içinde sembol olarak ifadesini bulmuştur.Bilindiği gibi bazı İslam ülkeleri bayrağında özellikle Suudi Arabistan doğrudan doğruya Kelime-i Tevhid'i yazarak sembole gidilmeden bayrağına koymuştur.Ancak birtakım manaların sembol ile ifadesi sözle ifadesinden daha derin ve anlamlıdır. Hilal'in kucağındaki Yıldız Hilalde olduğunun aksine doğrudan doğruya şeklinden alınmıştır. Ancak bu şekil yine Arapça Muhammed yazısının şeklidir. Peygamberimiz Hz. Muhammed (s.a.v.) Efendimizin ismi yazıldığı zaman birinci mim in başı ha harfinin dirseği ikinci mim in kıvrımı ve dal harfinin alt ve üst kanadı beş tane çıkıntı meydana getirir ve tam bir yıldız şeklini alır. Zaten İslam'ın şartları da beş tanedir. Hilal ALLAH (c.c.) inancını yıldız Peygamber'e bağlılığı dile getirir.ALLAH (c.c.) inancı amentü ile bildirilen iman şartlarının temeli olduğu için iman esaslarının hepsi bu sembolle ifadesini bulmuş olur. O zaman Hilal iman şartlarını yıldız da İslam'ın şartlarını remz (sembol) olarak dile getirir ki bayraktaki bu iki sembolle ay ile yıldızla İslam dini bütün yönleriyle ifade edilmiş olur. Claude Farrere dilimize Türklerin Manevi Gücü adıyla çevrilen eserinde (s.36) Hilal şekli üzerinde durarak bu şeklin Türklerin hayatında nasıl bir önem taşıdığını anlatmaya çalışır En mükemmel gemiler yarım ay şeklinde Amiral gemisinin etrafına sıralanmıştı. Evet yarım ay şeklinde. Ve hilal şekli gerçekten müslüman gerçekten Türk olan herkesi heyecandan titretmeye yeter!...” diyerek Türk toplumunun hayatında örf ve geleneklerin ne kadar köklü bir yeri olduğunu anlatır. İstiklâl marşımızda Çatma kurban olayım çehreni ey nazlı hilal Kahraman ırkıma bir gül ne bu şiddet bu celâl mısralarında bayrağın ve hilalin şahsına dile gelen hitap aslında doğrudan doğruya ALLAH (c.c.)'a niyazdır. ALLAH (c.c.)'dan artık bu millete rahmet ve merhametiyle nazar etmesi istenmektedir. Zaten Ruhumun senden ilâhî şudur ancak emeli;”mısrasında bu dilek daha açık bir dille ortaya konmaktadır. Hilal sadece bayrağımızda değil kandil geceleri yapılıp dağıtılan ay çöreğindede görülür. Camide ve kışladaki ders nizamı da Mehter Takımının nöbet vurma sırasında aldığı şekil de hep Hilal şeklidir.işgal yıllarında düzenlenen sultanahmet mitinginde Halide Edip Adıvarın da aralarında bulunduğu konuşmacıların kullandığı kürsünün onüne asılan Türk bayrakları siyah tülle örtülmüştür. Geçmiş de karanlık günlerde bugünlerin ifadesi olarak siyah Türk Bayrağı kullanılmış Siyah Türk bayrağıTürk Milletinin;matemini;acısını,derin üzüntüsünü,şehitlere duyduğu saygıyı, vatanın işgal altında olduğununTarih boyunca simgesi olmuş... Bir de benden dinlediniz şanli Türk bayrağımızın anlamını...Tekrar Sunay Akın'ın söyleşine birlikte geri dönelim..      İşte Sunay Akın bu noktada bilgi toplumu olma yolunda olan Türkiye'nin ataları zamanında doğru kayıtları tutabilselerdi bazı şeylerin şimdi daha farklı olabileceğini savunuyor. Yeni hikayelerle durumu biraz daha genişletiyor.         Taksim Meydanında yapılan heykelin komik hikayesini anlatıyor dinleyicilere. Hani şu Taksim Meydanında olan meşhur Taksim Heykeli var ya, aslında onun orjinal adı Cumhuriyet Heykeliymiş. Cumhuriyet döneminde yaptırılması kararı alınıyor heykelin. Hemen bir yarışma tertip ediliyor ve İtalyan bir sanatçının gönderdiği tasarım beğeniliyor. İtalyan sanatçı Taksimin anlamını soruyor yetkililere ve su kanallarının taksim edileceğini düşünen İtalyan ortasında bugünkü heykeli barındıran ama etrafı havuz olan bir eser tasarlıyor ve yapmaya başlıyor. Daha önce Taksime gitme fırsatım oldu ama ne yalan söyleyeyim hiç dikkatle incelemedim bu eseri. Velhasıl bu eserin şu anki halinde aslında akması gereken bir çeşme varmış ama çalışmazmış, zaten etrafında da havuz yok. Neden biliyor musunuz, 6 taksitle ödenen sanatçının parası ödenemediği için eser tamamlanmamış, bunu kaçımız biliyoruz, bilenler el kaldırsın.       Anlatmaya devam ediyor Akın, Türkiyedeki müze sayının azlığından, kültürel değerlerimize ne kadar az sahip çıktığımızdan bahsediyor ve asıl kültürel hafızanın bu müzeler olduğunu belirtip, ABDdeki müze sayısının 17.000'den fazla olduğunu belirtiyor. Hani o yüz yıllık tarihi olan ABDnin sadece Anadoluda 1071'den bu yana bulunan Türklerden daha fazla müzesi olduğunu belirtiyor. Kaydetmediğimiz için unutuyoruz, sonra da tarihe dayalı olaylarda kendimizi savunamıyoruz diyor. Tarihçiler ve Sunay Akın'ın da aralarında bulunduğu bazı yazarlarımız Çanakkale döneminde düşman askerler tarafından Türklerle ilgili yazılan mektupları derliyorlarmış, bu mektuplarla açmayı planladıkları müze ile 1915 yılında yapıldığı iddia edilen soykırımın çürütülebileceğini vurguluyor. Bu müzeyi gezmek için sabırsızlanıyorum.      Hatta bu mektuplardan birisini paylaşayım sizlerle. İngiliz bir subay yazmış bir yakınına bu mektubu. Savaş esnasında Türkler beyaz bir bayrak sallamışlar bir an, buluşmuş iki komutan, bizim komutanımız özür dilemiş İngiliz subaydan, siz yokuş aşağı konuşlanmışsınız, bizim ise arkamız düzlük. İstemeden, farkında olmadan sizin sıhhiye katırınızı vurduk, yaralılarınızı taşımakta eminim zorlanıyorsunuzdur. Lütfen bizim katırımızı alınız ve yaralılarınızı bu katır ile taşıyınız diyor. Bu mektupların çoğunda Türklerin iyi niyetinden, savaştaki mertliklerinden bahsediliyormuş. Bu mektuplarla kuracakları müzeyle yalan bir soykırımdan bahseden Ermenileri çürütmekmiş asıl ve asil amaçları. Soruyor Sümer Akın, o dönemde değil 1 milyon Ermeniyi kesmek, 1 milyon kurban kesecek techizatı olmayan Türk ordusunun böylesine bir soykırımı gerçekleştirmesi nasıl mümkündür? Düşmanları tarafından aynı dönemde mertlikleri ve insani değerleri mektuplara dökülen atalarımıza yapılan saygısızlığa sessiz kalmamamız gerektiğini söylüyor. Neyse dönelim konumuza.    İşte bilginin, bilgi toplumu olmanın önemini vurguluyor. Kaydedilen bilginin bugüne değil, aslında geleceğe ışık tuttuğunu vurguluyor. Bilim ile taçlandırmayan, mantıksal açıklaması bilimsel olarak yapılamayan hiç bir bilginin doğru olamayacağını belirtiyor.  Diğer anlatılanlar ise şöyle;     Acaba kaçımız daha 1930'lu yıllarda, hem de Taksim Meydanında ilk Çocuk Hakları Bildirgesinin Türk bir öğretmen tarafından yazıldığını ve okunduğunu biliyor.        Peki ya kaçımız, bundan 500 sene öncesinde Osmanlı döneminde defterdar olan Nazlı Mahmut Efendinin İstanbulda yaptırdığı caminin minaresine o zamanın bilim simgesi okka ve kalem koydurttuğunu biliyor. Bu arada bu camii Dünyada tekmiş, hatta bütün dini mekanlar arasında tek olarak değerlendirilmesi gerekiyormuş.       Artık günümüzde bilginin önemi aşikardır. Doğru, bozulmamış bilginin stratejik kararlar alınması noktasındaki değerinden dolayı -hatta bu bilginin hızlı ve doğruca iletilmesinin daha önemli olduğunu düşünüyorum ben- çağımıza Bilgi Çağı denilmektedir bir sürü bilim adamı ve aydın tarafından.      Günümüzde doğru bilginin, doğru bir şekilde iletilmesi noktasından Bilişim Teknolojileri sektöründe faaliyet gösteren herkesin bir nebze sorumluluk duyması gerektiğini, buna sadece günümüz gereksinmeleri için değil, geleceği aydınlatma noktasında gelecek kuşaklarımıza doğru miras bırakabilmemiz konusundaki önemini de dinleyicilerle paylaşıyor. Sağlıcakla Kalın!... Yüreği "Berkehan ve Bilgehan Deniz" Kadar temiz tüm insanların, günleri hep aydınlık olsun!...    

“Ne Ders Olsa Veririz” Akademisyenin Vasıfsız İnsan Kaynağına Dönüşümü

İlk Söz: Vasatın egemenliği yersiz iltifatla kurulur... "Tmes2016|35. Türkiye Muhasebe Eğitimi Sempozyumu " nda bir öğretim üyesinin kulakları çınlasın... "Hangi muhasebe dersi olsa verirmiş" "Bir Sempozyum" geride kalırken... Üniversitelerin geldiği nokta... Bu  öğretim üyesi ile konuşurken aklımdan “Ne Ders Olsa Veririz (Akademisyenin Vasıfsız İşçiye Dönüşümü)" kitabı geldi... Bu kitaptan uzunca alıntıladığım bu paragrafı birlikte okuyalım: “Görüşmecilerimizin kimlikleri ve bağlı bulundukları bölümler ve kurumlar, bu çalışmada da sözü edilen güvensiz akademik ortam ve işten çıkarılma tehditleri nedeniyle her zaman bizde gizli kalacaktır. Günün birinde hepimizin korkmadan ve tehditlere maruz kalmadan fikirlerimizi söyleyebileceğimiz, eleştiri yapabileceğimiz ve deneyimleri paylaşabileceğimiz bir akademik ortam oluşana kadar, şimdilik sadece kendi kimliğimizi açıklamakla ve kendimizi olası baskı ve işten çıkarılma gibi tehditlere açık hale getirmekle yetiniyoruz.” Entelektüel donanımın inşa edildiği, bilimsel çalışmaların sürdürüldüğü bir yerden aktarılacak tecrübeler öncesinde, uyarı amaçlı bunları okumak tabii ki de manidar. Rehin alınmış bir zümreden bahsediliyor sanki… Diplomanın satın alınan bir şeye, öğrencinin ise müşteriye dönüşmesi vakıf üniversitelerinin “piyasaya” girmesiyle başlıyor. Haliyle öğrencilere velinimet gözüyle bakılıyor. Akademisyenlerin ise kafası karışık. İşçiler mi? Ya da İngilizcede belirsiz/ muğlak anlamında kullanılan precarious ile proletaryadan türeyen  prekarya denilen tanımlamanın mı içindeler? Emeğin güvencesizleştirilmesi ve vasıfsızlaştırılması konuşulurken akademik dünya bundan azadeymiş gibi davranılır. Neden bu camia arasında da “kol kırılır yen içinde kalır?” İnsan hakları, toplumsal adaletsizlik gibi konularda duyarlı olduğu düşünülen akademisyenlerin, kendi uğradıkları haksızlıklar karşısında gösterdikleri suskunluk neye bağlanabilir? “Ne Ders Olsa Veririz” kitabı bu soruyu yanıtlıyor:  “Akademik mitlerin muhtemelen en yaygın kabul görmüş ve kemikleşmiş olanı ‘manevi tatmin’e dair olanıdır. Buna göre, akademisyenlik, bir işten öte, kişinin yalnızca kişisel zevkleri veya siyasi/ moral değerleri doğrultusunda seçmiş olduğu bir yaşam biçimidir. Akademik kariyeri seçen bir kişinin, mesleki olarak, yaptığı işin içeriğinden aldığı hazdan öte hiçbir beklentisi yoktur veya olmamalıdır.” Ülkemizde kafa karışıklığı son sürat devam ediyor. Bunu yeni mezun milenyum kuşağı genç akademisyenler kadar pek çok diğer akademisyenlerde  görüyoruz. Olabilir, insanın bilmediği konuda düşünceleri net olmayabilir. Bunda sorun yok. Sorun şurada; bilmediği alanda insanlar büyük büyük laflar etmemeli. Bir kavram ne zaman tehlikeli olur? İçeriği bulanık olduğu halde, herkes bu kavramı bildiğini sanınca." Bizim gördüğümüz; i- çok bilenler, ii- bilmediğini bilenler mütevazı. iii-İkisi arasındaki büyük ve kuru kalabalık oldukça küstah ve ukala. "Hiçleşmenin Sistamatik Arka Planı" Akademik emeğin ve bilginin metalaşması Serbest piyasa ekonomisi,  kârı sürekli maksimize etmek için, mümkün olan her şeyi piyasaya sürme  Türkiye malesef halen "gelişmekte" olan ülkeler kategorisinde. Yüzyıllardır büyüyen açığı kapatmaya çalışıyoruz. Ama işimiz kolay değil. Nedenlerinden bir tanesi; bir çok alanda literature bir şey katamadığımiz gibi var olan kavramları da ya dilimize tam çeviremiyoruz veya ne anlama geldiklerini bilmiyoruz. İş dünyasındaki her Japon 'reengineering'in ne olduğunu bilir, doğru kullanır ama üzerinde bir de 'kaizen' eklemiştir. Sağlıklı bir iletişim kurulabilmesi için öncelikle sözcükleri gerçek anlamında kullanmamız, kişisel anlamlar yüklemememiz, anlamını bilmediğimiz kelimeleri kullanmamamız dolayısı ile ortak bir dil geliştirmemiz gerekir. Bir çok disiplin için geçerli bu kural özellikle Muhasebe biliminde hayati önem taşıyor. Çünkü markalarınız kadar büyük, işletmeleriniz kadar güçlüdürsünüz. Muhasebe  bilimi, işletmelerin sahip olduğu varlıklarını  en etkin,en etkili ve en verimli  bir biçimde kullanılmasına yol gösteren bir bilim dalıdır.. Varlıklarını  en etkin, en etkili ve en verimli  bir biçimde kullanmayan işletmelerde hiç bir zaman küresel olamaz. Söz konusu bu model ve yöntemleri doğru uygulayabilmek için herşeyden önce kavramların (terms) doğru anlaşılması ve kullanılması gerekir. Bugünün yeni normalinin, 20. yüzyılın son çeyreğinden beri,  serbest piyasa ekonomisinin bu negatif seleksiyon etkisini  nötür hale getirip pozif etkiye dönüştürecek olan alt yapının  genetik kodları da mutasyona uğratığını çıkarsamasını eski deyimle istihraçını  yapmak zor olmasa gerekir.. 1980’ler de, serbest piyasa ekonomisin alt yapısında yaşanan değişim ve dönüşümün   arka .planında, serbest piyasa ekonomisinde baş gösteren krizi aşmak için, emek esnekleştirilirken yeni teknolojileri kullanmak suretiyle üretimi talebe endekslenmiştir.  Üretimin talebe endekslenmesi, yani emeğin piyasaya tâbi kılınması, ülke ekonomilerinin üst yapılarında ki kodlarında da değişme  neden olmuş. Siyasi düzlemde, neoliberalizm sistemin üretim, örgütlenme ve revize bağlamındaki katılıklarının aşılmasını sağlayacak olan ve deregülasyon kisvesi altında sermayenin lehine re-regülasyon yapan neoliberal devlet modeli hayata geçirilmek suretiyle, sosyal devlet kazanımları aşama aşama geri çevrilmiştir. Sosyo-psikolojik düzlemde de, emeği kendi isteğiyle piyasanın gerektirdiği sınırsız çalışma düzenine girecek hâle getirebilmek için, çalışanın işle özdeşleşme derecesini azamiye çıkartacak ve merkezsiz otorite konsepti üzerine kurulu yeni bir işletme modeli hayata geçirilmiştir . Bu sayede, daha önce emeğin tümden metalaşmasının önünde duran siyasi ve psikolojik/zihinsel bariyerler, 25-30 yıllık bir süre zarfında büyük ölçüde bertaraf edilmiştir. bilgi toplumuna geçişin üretimin yapısında yol açtığı değişim ve 1980’lerin başından beri küresel çapta uygulamaya konan neoliberal politikalar, emeğin bütün türleri üzerinde aşındırıcı bir etki göstermiştir. Bu noktada, daha önceki dönemde piyasaya sunulmamış olan yaşamsal öğelerin de bugün artık metalaştığını söylerken, bunun, aynı zamanda, ister istemez, o ürünü ortaya koyan insan emeğini de serbest piyasa ekonomisinde ücretli emek ilişkisine sokması, yani onu da piyasada satışa çıkarılacak bir meta hâline gelmesine neden olmuştur.  Dolayısıyla, insan yaşamının tüm yönlerini piyasa koşullarına dâhil oluyorsa, insanın üretici gücü de o kadar çok alanda sermayenin tahakkümüne girmiş ve kendisine yabancılaşmıştır. Bu anlamda neolibaralizm, simgeler, bilgi, iletişim, duygulanım, arzu gibi maddi olmayan (immaterial) ilişkisel öğeleri serbest piyasa ekonomik süreçlerine sokarken, bunları üreten ve yeniden üretilmelerini sağlayan maddi olmayan emeği de (immaterial labor), ücretli emek ilişkisine sokmuştur.  Buradaki yabancılaşmanın ikili bir boyutu olduğunu söylemek mümkün. Birincisi, daha önce piyasa dışı ilişkilerin bir parçası olan hizmet, bakım, duygulanım, iletişim vb. temel toplumsal fonksiyonların metalaşmasıyla birlikte, artık bu işlevleri serbest piyasa ekonomi koşulları içerisinde yerine getirmek durumunda kalan emek biçimleri, aynı işlevleri, iş yaşamı dışında yerine getiremez hâle gelmesi kaçınılmaz olmuştur. Bu durum, yalnızca birincil yakınlıktaki ilişkilerin temel bazı işlevlerinden soyutlanarak erozyona uğramasına neden olmakla kalmamış. Bunun yanında ücretlendirilmemiş emeği, yani serbest piyasa ekonomisinin gereksindiği emek gücünün yeniden üretimini sağlaması bakımından sistem için elzem olan sistem-dışı bir mekanizmayı da saf dışı bırakmıştır..Birincinin sonucu olan ikinci bir yabancılaşma boyutu ise, sözü edilen bu ücretlendirilmemiş hizmetlerin artık onlara  gereksinim duyan kişiler tarafından bizzat yerine getirilememesi nedeniyle, “dışarıdan” satın alınmak zorunda kalmasıdır. Böylece, önceden gönüllülük, karşılıklılık ve paylaşım esasına dayanarak ve (bireylerin, bu öğeleri kendi gereksinmeleri doğrultusunda, kendileri için üretmeleri anlamında) yabancılaşmamış bir emek tarafından gerçekleştirilen bu hizmetler de artık birer sektör ve piyasa ürünü hâline gelmiştir. İnsan yaşamının giderek daha fazla veçhesinin piyasaya intikal etmesiyle kastedilen de budur. 1980’lerden başlayarak, İkinci Dünya Savaşı sonrası dönemin refah devleti kazanımlarbir bir geri alınmak suretiyle, piyasa ilişkileri tüm toplumsal alanlara nüfuz ederken, akademik/bilimsel üretim alanı da elbette bunun dışında  kal(a)mamıştır. Arzu, merak gibi kişisel itkilerle yapılagelmiş olan bilgi üretiminin de, aslen kolektif sorumluluğun alanına giren eğitimin de, artık kullanım değeri yerine piyasa değeri üzerinden tanımlanarak araçsallaştığı görülmektedir. Bu trend, sıklıkla, artık gündelik sohbetlerde bile kullanılır hâle gelmiş olan üniversitenin “şirketleşmesi” olgusu çerçevesinde ele alınır  olmuştur. Ancak “ticari üniversite”, “akademik kapitalizm” vb. slogan vari tanımlamalar, meselenin boyutlarıyla ilgili yüzeysel ve muğlak bir mefhum vermekten öteye gidemez. Bilimsel üretim ve eğitim kurumlarının piyasa kurallarıyla işlemeye başlamasını, yalnızca öğrencinin müşteri hâline gelmesinden öte, emeğin ve bilginin eşzamanlı metalaşması çerçevesinde ele alınması yadsınamz bir gerçektir. Ülkemizde, sistemsizliğin boşluklardan yararlanma eğiliminin hakim olması ciddi sorunlarımızdan sadece biri. Ama esas sorumuz siyasette, bürokraside ve iş dünyamızda kök nedenler üzerine eğilme yerine, piyasa üst göstergelerine takla attıran, herkesle iyi geçinmeyi hayatın gerçekliklerinden daha önemli bulanların “vasatlık ortaklıklarıdır”. İş insanlarımız, haber ve yorumlarına değer verdikleri insanların geleceği inşa etmede kendilerine ne kattıklarını sorgulamalı. Sorgulama zor iştir; zoru başarmak da değerli olandır; vasatlık rantını paylaşmak değildir… Dünya üniversitesi olma ülküsüne yönelik olarak "Türk Ulusunu” çağdaş uygarlığın en ön safhasına geçirme,bilimde, teknikte özgür ve bağımsız olarak hareket edebilme,dünyanın en gelişmiş ülkesi olarak diğer ülkelere liderlik edebilme ve sürekli ilerlemenin bir düşünce-nesnesi olarak somut çıktılar elde edebilmek için Ulusal irade seslenişi yeteneğini, diğer bir deyişle kolektif ruh/irade varlığını çağdaş bilim ve akılcılıkla geliştirmek.Bu bağlamda; beşeri sermayemizin, aydınlık yarınlarımızın umudu olan gençlerimizi ; Fikri, Vicdanı ve İrfanı Hür olarak Kadim değerlere (İnancına, Tarihine , Kültürüne )bağlı analitik düşünen, tartışan , üreten bireyler olarak yetiştirmek. Sağlıcakla kalın... Yüreği "Berkehan ve Bilgehan Deniz" kadar temiz tüm insanların,  günleri hep aydınlık olsun! Yüreklerindeki sevgi daim olsun! Referans: Aslı Vatansever ve Meral Gezici Yalçın’ın , İletişim Yayınları’ndan çıkan “Ne Ders Olsa Veririz” (Akademisyenin Vasıfsız İşçiye Dönüşümü) https://bit.ly/2DG85o4