Tüm Bilgi Paylaşımlarım

Gezegensel Sınırlar: Ülkelerin İklim Değişikliğine Karşı Hedefi Var, İcraatı Yok!

Neoliberal Ekonomik Yapıda Ülkelerin İklim Değişikliğine Karşı Hedeflere Ulaşması Mümkün mu? Neoliberalizmin Havuz Problemi ... Shyam Sunder: "Karbon Dengelemeleri: Gerçek mi, Hayali mi?" Paul Williams : "Neoliberal Teknoloji Olarak Muhasebe" Zabihollah Rezaee: "Finansal Ekonomik Sürdürülebilirlik Performansında Sahtekarlık" Güler Aras: "Karbon Dengeleme Programında Şüphe Tohumları"     28. Taraflar Konferansı (COP 28)’ın çöp28.  Dubai'de, bugüne kadar hiç görülmemiş sayıda fosil yakıt şirketi lobicisi var. En büyük üçüncü fosil yakıt üreticisi olan Abu Dhabi Ulusal Petrol Şirketi’nin CEO’su Sultan Al Jaber başkanlık ediyor  olması da başka bir ilginçlik ve trajikomik. Insanlar hala "dünya bunca zaman döndü, şimdi bizim yaşam süremizde mi patlayacak" muhabbetinde. Dünya patlamayacak. Insanlar ve bildiğimiz türlerin en az %75'i onun üzerinde barınıp tutunamayacaklar. Bunun kaçınılmaz hale geleceği eşiği geçmemiz ise, akıllı olmazsak, bizim hayat süremize denk geliyor. Dünyamız 4,5 milyar yıl yaşında. Sırf son 500 milyon yıl içerisinde 5 defa tüm türlerin %75'inden fazlasının ölümünü içeren toplu tükenişler yaşayıp milyonlarca yıl içinde yeni süreçlerle tekrar renkli yaşam gördü. Insanlar 6 milyon yıldır dünya üzerinde. Dinozorlar 140 milyon yıl dünya üzerindeydiler. Yani, zamana, zamanın neresinde olduğumuza, hiçbir şeyin bizimle başlayıp bizimle bitmediğine, uyanmamız lazım.  Bizim insanlar olarak 4.5 milyar yıllık dünya tarihinde hiç denk gelinmemiş bazı özelliklerimiz var. Zamanı kendi geçiciliğimizi ve evreni algılayabiliyoruz. Bir gezegende daha yaşam kurabilme ve bu suretle türümüzü sürdürülebilir kılma ihtimalimiz var. Öte yandan, kendi gezegenimizin üzerindekileri silkeleme döngülerini kendi elimizle tetikleyip hızlandırma riski de sadece bizim türümüze ait. Kendi gezegenimizin döngülerini gözleme ve yoğurma kabiliyetimiz, yine, bize özgü.  Işte bu kritik dengelerin en hassas hale geldiği yaşam süreleri, 2015 ile 2035 arasındaki 20 senede dünya üzerinde etkide bulunabilecek olan insanlar. Zaman, her şeyin ilacı. Bir gezegeni çekirge sürüsü gibi yemeye kalkışırsa, insan zararlısının da ilacı, zaman olur. O durumda 10 milyonlarca yıllık süreçler sonucunda bu gezegene yine akıllı ve bilinçli bir tür gelir mi, bilinmez. Gelirse, bizim kazıp dinozorları bulduğumuz gibi bizi bulduğunda, "imkanları da varmış, niye göz göre göre toplu tükenişe gitmişler?" sorusunu soracaklardır. Cevap, ne yazık ki, "kurdukları düzen yeterince hızlı toplu irade gösterilmesine el vermemiş" cümlesinden ibaret olacak. Bunu değiştirmek, şu anda kendi etki alanında hamle yapabilecek her bir kişinin o iradeyi bir diğerinden bağımsız olarak ortaya koyabilmesine bağlı. Bu yazı bir ilave kişinin harekete geçmesine bile vesile olsa faydadır. Insana has umutla.   (-)COP 27 sona erdi: 'Kayıp ve Zarar Fonu' kurulacakmış... Fon ile, iklim krizinden etkilenen yoksul ülkelere para yardımı yapılması öngörülüyormuş... Ancak hangi ülkenin ne kadar katkı yapacağına karar verilmemiş. Bunun gelecek yıl yapılacak zirvede ele alınması bekleniyormuş. Önemli bir not: İklim değişikliğinden en çok etkilenen yoksul ülkeler, yaklaşık 30 yıldır maddi destek almak için mücadele veriyor. Stockholm Resilience Merkezinin Gezegensel sınırlar Araştırması(*)   Stockholm Resilience Merkezi (SRC) kavramı şöyle tanımlıyor; “bir sistemin, bireyin, bir ormanın, bir şehrin veya ekonominin, değişim ile başa çıkma ve gelişmeye devam etme kapasitesidir” (What is resilience, n.d). Kavram insanların ve doğanın, finansal kriz, sosyal yozlaşma, iklim değişikliği, doğal afetler gibi hangi boyutta ve kapsamda olursa olsun karşılaştığı şoklar karşısında yenilenmeyi ve yenilikçi düşünmeyi teşvik etmek için nasıl kullanabileceği ile ilgilidir. Bir felaket anında topluluğun bütün unsurları karşılaşılan şoku karşılamak ve hayatta kalabilmek için bir ağ gibi birlikte çalışmalıdır. Kavramın sosyal boyutu olan “Sosyal Resilience” ise Merkez tarafından şu şekilde tanımlanıyor; “insan topluluklarının çevresel değişim ya da sosyal, ekonomik veya politik ayaklanma gibi streslere dayanma ve toparlanma yetenekleridir”(Resilience dictionary, n.d.).   Bu noktada şoklarla başa çıkmak ve gelişmeye devam etmek neden önemlidir sorusu akıllara gelebilir. Bu soruya Godschalk (2003) “belirsizlik” diyerek cevap veriyor. İster fiziki olsun ister sosyal olsun, bir felaketin ne zaman, nerede ve nasıl gerçekleşeceğini biliyor olsaydık eğer, sistemlerimizi zaten bu şoklara dayanacak şekilde inşa ederdik. O yüzden sistemlerimizi kavrama adapte etmeliyiz.       Neden bu kavrama ihtiyaç duyuldu? Nobel Ödüllü Paul Crutzen Sanayi Devrimi ile başlayan özellikle de II. Dünya Savaşı sonrasında şekillenen dönemi tanımlamak için yeni bir kelime oluşturmuştur. Yunanca kökenli “Anthropo” yani insan kelimesi ile “cene” yani çağ kelimelerini bir araya getirerek, içinde bulunduğumuz dönemi “Anthropocene”, İnsan Çağı olarak tanımlamıştır. Tüm insanlık tarihini göz önünde bulundurursak eğer, binlerce yıldır süregelen yaşam şeklimiz yaklaşık 300 yıl içinde baştan aşağı değişti.   İnsanlığın ekosistem ile olan bağı üretim süreçlerinin değişmesi ile koptukça yeni sosyal ve ekonomik düzenler oluşturmaya, onlara adapte olmaya başladık. Yeni üretim süreçleri, yeni tüketim alışkanlıkları oluşturdu ve bizler sosyal hayatlarımızı tekrar tekrar değişen koşullara adapte ettik. Bu değişim sürecinde gözden kaçırdığımız önemli bir nokta vardı. Ekosistem bize uyarılar vermeye başlamıştı ancak biz bunları göz ardı ettik, gözlerimizi kapatmakta ısrarcı olduk. Şimdilerde ise doğa bize sağlam bir tokat atmak üzere. Ve bu tokat az gelişmiş ülkelere veya gelişmekte olan ülkelere daha insaflı inmeyecek. Aynı geminin içindeyiz ve bundan bir bütün olarak etkileneceğiz.   Stockholm Resilience Merkezi uyarıyor, gezegenimizin sınırları var. Aslına bakılırsa Roma Kulübü 1972 yılında dünyaya bir uyarıda bulunmuştu bile. Kulüp “Büyümenin Sınırları” raporu ile ekonomik büyüme odaklı yaklaşımın ekosistem üzerinde yarattığı baskıya dikkat çekmeye çalışmıştı (Meadows, Meadows, Randers, and Behrens III, 1972). Raporda ekonomik yapı ile ekosistemin birbirlerine karşılıklı olarak bağımlı olduklarının göz önüne alınmak zorunda olduğu vurgulanmıştı. Lakin o yıllarda dünya henüz sürdürülebilirlik kavramını henüz kullanılmadığı gibi, daha önümüzde yaşanması gereken bir “kavramın türetilmesi ve sindirilmesi süreci” vardı.   Gezegenin sınırları Merkezin 2009 yılında yapmış olduğu “Gezegenin Sınırları” çalışmasındaki uyarı ise çok daha çarpıcı. Genel ifadeler yerine elle tutulur, gözle görülür sonuçlar sunuyor bizlere; gezegen için 9 adet sınır tanımlanmış durumda ve biz hâlihazırda bu sınırların bazılarını aşmış bulunmaktayız. Bu dokuz sınır şunlardan oluşuyor; iklim değişikliği, okyanus asitlenmesi, stratosferik ozon incelmesi, azot döngüsü, fosfor döngüsü, küresel tatlı su kullanımı, arazi kullanımında değişim, biyolojik çeşitlilik kaybı, atmosferde asılı kalan parçacık (aerosol) yükü ve kimyasal kirlilik. Yani 1990’larda medyada hemen her gün duyduğumuz “delinen ozon tabakası” ve delinmenin sorumlusu olan deodorantlar haberlerinin çok daha ötesine geçtik.   Merkez, hızlı insani kalkınma süreci yakalama kaygısının gezegenin sınırlarının aşılmasında ne kadar önemli bir baskı yarattığını vurguluyor. Aşağıdaki şekil bu dokuz sınırı temsil etmek üzere oluşturulmuş. Sarı (artan risk) ve kırmızı (yüksek risk) renkleri ise haberlerin iyi olmadığını söylüyor bizlere.         https://www.stockholmresilience.org/research/planetary-boundaries/planetary-boundaries/about-the-research.html Peki, ne yapacağız? Doğa ana ile bağımızı acilen tekrar kurmamız ve kuvvetlendirmemiz lazım. Bu bağı insanlık tarihinin binlerce yıl sürdürdüğü hali gibi birebir oluşturmamız ancak romantik bir hayal ile sınırlı kalır. Çünkü biz bu sınırları yalnızca doğa anaya birkaç yüzyıl boyunca, ısrarla kafa tuttuğumuz için aşmadık. Bu inatlaşma sürecinde serbest piyasanın görünmeyen elini sıkıca tuttuğumuz, yemeğimizi kasabın, biracının ve fırıncının yardımseverliklerine değil, kendi çıkarlarını gözetmelerine teslim ettiğimiz ve sosyoekonomik yapılarımızda kökten bir değişim yarattığımız için aştık.   Bu noktada SRC bir paradoksu hatırlatıyor bizlere; insanlığın yenilikçi kapasitesi bizi içinde bulunduğumuz koşullara sürüklemiş olsa da bu koşulları değiştirebilecek olan faktör de yine bu yenilikçi kapasitedir. Özetle bu derdi biz yarattık, dermanını da biz bulacağız. Bu süreçte işe öncelikle doğal çevreyi toplumdan farklı bir şeymiş gibi düşünmeyi bırakmakla başlamalıyız.       Resilience bir toplum için dayanışma ekonomisi 12-17 Mart 2018 tarihleri arasında düzenlenen Dünya Sosyal Forumunda da belirtildiği gibi; resilient, işbirlikçi ve dayanışma temelli bir toplum için çözümler zaten var ve bu çözümler daha büyük bir ölçekte genişlemeli. Bu noktada dayanışma ekonomisi devreye giriyor. Birbirleri ile bağlantısı zayıf olan, dağınık ve küçük yapıları, piyasa güçlerinin karşısında duracak ve gelişecek yani daha resilient örgütler haline getirebilmemiz gerekli. Burada bizlerin üzerine düşen dayanışma ekonomisinin kamuoyunda tanınmasını sağlamak ve teşvik etmek olmalı.   Dokuz gezegen sınırı Gezegensel sınırlar çerçevesinin çizimi. Yedi gezegen sınırı için farklı kontrol değişkenlerinin 1950'den günümüze nasıl değiştiğine dair tahminler. Yeşil gölgeli çokgen, güvenli çalışma alanını temsil eder. Kaynak: Steffen ve ark. 2015   Stratosferik ozon incelmesi Atmosferdeki stratosferik ozon tabakası, güneşten gelen ultraviyole (UV) radyasyonu filtreler. Bu tabaka azalırsa, artan miktarda UV radyasyonu yer seviyesine ulaşacaktır. Bu, insanlarda daha yüksek cilt kanseri insidansına ve ayrıca karasal ve deniz biyolojik sistemlerine zarar verebilir.   Antarktika ozon deliğinin görünümü, kutupsal stratosferik bulutlarla etkileşime giren antropojenik ozon tüketen kimyasal maddelerin artan konsantrasyonlarının bir eşiği geçtiğinin ve Antarktika stratosferini yeni bir rejime taşıdığının kanıtıydı.   Neyse ki, Montreal Protokolü sonucunda atılan adımlar sayesinde bu sınırın içinde kalmamızı sağlayacak yola girmiş görünüyoruz.   Biyosfer bütünlüğünün kaybı (biyoçeşitlilik kaybı ve yok olmalar) 2005 Binyıl Ekosistem Değerlendirmesi, insan faaliyetleri nedeniyle ekosistemlerde meydana gelen değişikliklerin son 50 yılda insanlık tarihindeki herhangi bir zamandan daha hızlı olduğu ve ani ve geri döndürülemez değişiklik risklerini artırdığı sonucuna varmıştır.   Değişimin ana itici güçleri, ciddi biyolojik çeşitlilik kaybına neden olan ve ekosistem hizmetlerinde değişikliklere yol açan gıda, su ve doğal kaynaklara olan taleptir. Bu sürücüler ya sabittir, zamanla azalma belirtisi göstermezler ya da yoğunlukları artmaktadır. Mevcut yüksek ekosistem hasarı ve yok olma oranları, canlı sistemlerin (biyosfer) bütünlüğünü koruma, habitatı geliştirme ve ekosistemler arasındaki bağlantıyı iyileştirme ve bir yandan da insanlığın ihtiyaç duyduğu yüksek tarımsal üretkenliği sürdürme çabalarıyla yavaşlatılabilir.   Bu sınır için 'kontrol değişkenleri' olarak kullanılmak üzere güvenilir verilerin mevcudiyetini geliştirmek için daha fazla araştırma devam etmektedir.   Kimyasal kirlilik ve yeni varlıkların salınımı Sentetik organik kirleticiler, ağır metal bileşikleri ve radyoaktif malzemeler gibi toksik ve uzun ömürlü maddelerin emisyonları, gezegen ortamında insan kaynaklı önemli değişikliklerden bazılarını temsil eder. Bu bileşikler, canlı organizmalar ve fiziksel çevre üzerinde (atmosferik süreçleri ve iklimi etkileyerek) potansiyel olarak geri döndürülemez etkilere sahip olabilir.   Kimyasal kirliliğin alımı ve biyolojik birikimi organizmalar için öldürücü olmayan seviyelerde olsa bile, azalan doğurganlığın etkileri ve kalıcı genetik hasar potansiyeli, kirliliğin kaynağından çok uzaktaki ekosistemler üzerinde ciddi etkilere sahip olabilir. Örneğin, kalıcı organik bileşikler, kuş popülasyonlarında çarpıcı azalmalara ve deniz memelilerinde üreme ve gelişmenin bozulmasına neden olmuştur.   Bu bileşiklerin katkı ve sinerjik etkilerinin birçok örneği vardır, ancak bunlar hala bilimsel olarak yeterince anlaşılmamıştır. Şu anda, tek bir kimyasal kirlilik sınırını nicelleştiremiyoruz, ancak Dünya sistemi eşiklerini geçme riski, ihtiyati eylem ve daha fazla araştırma için bir öncelik olarak listeye dahil edilmesi için yeterince iyi tanımlanmış kabul ediliyor.   İklim Değişikliği Son kanıtlar, şu anda atmosferde 390 ppmv CO2'yi geçen Dünya'nın gezegen sınırını çoktan aştığını ve birkaç Dünya sistemi eşiğine yaklaştığını gösteriyor.   Yaz kutup deniz buzunun kaybının neredeyse kesinlikle geri döndürülemez olduğu bir noktaya ulaştık. Bu, üzerinde hızlı fiziksel geri besleme mekanizmalarının Dünya sistemini deniz seviyelerinin mevcuttan birkaç metre daha yüksek olduğu çok daha sıcak bir duruma getirebileceği iyi tanımlanmış bir eşiğin bir örneğidir. Örneğin dünyanın yağmur ormanlarının süregelen tahribatı yoluyla karasal karbon yutaklarının zayıflaması veya tersine çevrilmesi, iklim-karbon döngüsü geri bildirimlerinin Dünya'nın ısınmasını hızlandırdığı ve iklim etkilerini yoğunlaştırdığı başka bir potansiyel devrilme noktasıdır.   Önemli bir soru, büyük, geri dönüşü olmayan değişiklikler kaçınılmaz hale gelmeden önce bu sınırın üzerinde ne kadar kalabileceğimizdir.   Okyanus Asitlenmesi İnsanlığın atmosfere saldığı CO2'nin yaklaşık dörtte biri nihayetinde okyanuslarda çözülür. Burada okyanus kimyasını değiştirerek ve yüzey suyunun pH'ını düşürerek karbonik asit oluşturur. Bu artan asitlik, birçok deniz türü tarafından kabuk ve iskelet oluşumu için kullanılan temel bir "yapı taşı" olan mevcut karbonat iyonlarının miktarını azaltır. Bir eşik konsantrasyonunun ötesinde, bu yükselen asitlik, mercanlar ve bazı kabuklu deniz ürünleri ve plankton türleri gibi organizmaların büyümesini ve hayatta kalmasını zorlaştırır. Bu türlerin kaybı, okyanus ekosistemlerinin yapısını ve dinamiklerini değiştirecek ve ------------------------- Referans: (*)https://www.stockholmresilience.org/research/planetary-boundaries/the-nine-planetary-boundaries.html Önemli Yayınlar 2023 Science Advances1 dergisinde yayınlanan çerçevenin üçüncü büyük güncellemesinde tüm sınırlar nihai olarak değerlendirilmiştir. Günümüzde mevcut sınırlardan altısı aşılmıştır ve ozon tabakasının incelmesi hariç tüm sınırlar üzerindeki baskı artmaya devam etmektedir. Yeni bilimsel deliller, ekibin Atmosferdeki Aerosol Yükünün Değişimine ilişkin sınırı ölçmesini sağlamıştır; çalışmaya göre bu sınır, artan baskılara rağmen henüz aşılmamıştır. Bu çalışmanın arkasındaki ekip, Biyosfer bütünlüğünü yeni bir yaklaşım kullanarak değerlendirdi ve çalışmalarında bu sınırın 19. Yüzyılın sonlarında aşıldığı sonucuna vardı.  1 https://www.science.org/doi/10.1126/sciadv.adh2458 , "Dünya dokuz Gezegensel Sınırın Altısının Aştı" yazısını buradan okuyabilirsiniz: https://www.science.org/doi/10.1126/sciadv.adh2458  2022 Ocak 2022'de 14 bilim insanı Environmental Science and Technology2 adlı bilimsel dergide insanlığın,  çevresel kirleticiler ve plastikler de dâhil olmak üzere diğer "kimyasal kirleticiler"3 ile ilgili gezegensel sınırı aştığı sonucuna vardı. Nisan 2022’de yapılan tatlı sular için gezegensel sınırların yeniden değerlendirilmesiyle, bu sınırın da artık aşıldığını ortaya çıkmıştır. Bu sonuç “yeşil su”yun yani bitkilerin kullanabileceği suyun sınırların değerlendirilmesine ilk defa dahil edilmesinden kaynaklanıyor.  Nature Reviews Earth & Environment dergisinde yayınlanan bu  değerlendirme toprak neminde  Holosen çağı ortası ve sanayi öncesi koşullara göre toprak nemindeki yaygın değişiklikler olduğuna ve ekolojik, atmosferik ve biyojeokimyasal süreçlerin bitkilerin kullanabileceği sulardan kaynaklanarak istikrarsızlaştığına dair kanıtlara dayanmaktadır.  2017 Johan Rockström'ün AAK Gelişmiş Hibe Programı altındaki Antroposen’de Dünyanın Direnci 67 programı 2017 yılından beri bu çalışmanın yeni bir aşamasını finanse etmektedir. Sarah Cornell, Tiina Häyhä, Ingo Fetzer, Steve Lade, Andrea Downing, Jonathan Donges ve Avit Bhowmik gibi Merkez( SRC)  araştırmacıları, bu öncü alanların ilerletilmesinde ve giderek büyüyen uluslararası bilim insanları topluluğu arasında işbirliğine dayalı araştırma bağlantıları kurulmasında aktif olarak yer almaktadır. https://pubs.acs.org/doi/10.1021/acs.est.1c04158     “Novel Entities” kavramını Türkçe’ye “yeni varlıklar” ya da “yeni oluşumlar” olarak çevirmek mümkün. Çerçevenin önceki hallerinde bu sınır kimyasal kirlilik sınırı olarak adlandırılıyordu. Ancak son hallerinde, tamamen insanlar tarafından üretilen kimyasal kirliliği ifade etmek için “ yeni varlıklar” olarak adlandırılıyor. Temelde antroposen çağı önerisiyle birlikte ileri sürülen, insan faaliyetleri sonucunda ortaya çıkan kirlilik faktörleridir. Bunlar arasında sentetik organik kirleticiler ve radyoaktif maddeler gibi toksik bileşikler ile birlikte  genetiği değiştirilmiş organizmalar, nanomalzemeler ve mikro-plastikler de yer alır. Bu kirleticiler doğada çok uzun süre kalabilir ve geri döndürülemez etkilere sahip olma potansiyelleri yüksektir. Biz tekil olarak da anlam ifade edebilmesi için kimyasal kirleticiler olarak kullanmaya devam edeceğiz. Kavramın biraz daha oturmasıyla yeniden değerlendirilebilir.  https://www.nature.com/articles/s43017-022- 00287epdf?sharing_token=hier2n7O_tPClC8r06bmdRgN0jAjWel9jnR3ZoTv0P2KmS6Qajbkp2nZuUVCQ0Vp_P0L_fySeHBsRgAquqylOp9LnWtWwctu_gtf2IN3rQca 4cpkK1yn9HaZMp0U7_CeAUSZHD1Xu5KL__3KimuwqoA5hdvBx21Dt1POSVkJdo%3D    Avrupa Komisyonu bünyesindeki Avrupa Araştırma Konseyi’nin hibe programı. Gelişmiş düzey hibeler, çığır açacak nitelikte, yüksek riskli bir projeyi sürdürmek için uzun vadeli finansman isteyen tanınmış, kendi ekibine sahip önde gelen araştırmacılara destek sağlayan program. Earth Resilience in the Anthropocene (ERA)  programı. https://www.stockholmresilience.org/research/research-news/2017-03-24-johan-rockstrom-receives-prestigiouserc-advanced-grant.html   2015 Gezegensel sınırlara ait çerçevenin ikinci güncellemesi Science dergisinde yayınlanmıştır. Güncellemede,  toplum faaliyetlerinin iklim değişikliği, biyolojik çeşitlilik kaybı, besin döngülerindeki değişimler (azot ve fosfor) ve arazi kullanımındaki değişimi  sınırların dışına çıkardığına ve  daha önce görülmemiş alanlara taşıdığına dikkat çekildi. "Gezegensel sınırlar: Değişen bir gezegende insan gelişimine rehberlik etmek": http://science.sciencemag.org/content/347/6223/1259855   2009  Gezegensel sınırların ilk özgün kavramsallaştırılması önce Ecology & Society'de ve daha sonra Nature dergilerinde yayınlanmıştır. Ecology & Society: Gezegensel Sınırlar: İnsanlık için Güvenli İşlerlik Alanını Keşfetmek:  https://www.ecologyandsociety.org/vol14/iss2/art32 /     Nature: İnsanlık için güvenli bir işlerlik alanı: https://www.nature.com/articles/461472a    Politika ve Uygulama 2018  “AB düzeyinde güvenli “işlerlik”8 alanı kavramının hayata geçirilmesi - ilk adımlar ve denemeler”9  başlıklı Stockholm Resilience Centre Teknik Raporu, Stockholm Çevre Enstitüsü (SEI) ve PBL Hollanda Çevresel Değerlendirme Ajansı ile işbirliği içinde hazırlanmıştır. Stockholm Resilience Centre, Stockholm Üniversitesi, İsveç. 2017 Stockholm Resilience Centre, Ellen MacArthur Vakfı ve İsveçli hazır giyim sektörü firması H&M grubu ile birlikte gezegensel sınırlar çerçevesi ve döngüsel ekonomi konseptini birleştirmeye çalışan bir araştırma projesinin bilimsel ortağı oldu. 2013-2016 İsveç Çevre Koruma Ajansı'na sunulan bir rapor  İsveç'in sorumluluğunu değerlendirdi ve Avrupa Çevre Ajansı için 2016 yılında yapılan bir çalışma, hem Avrupa topraklarındaki faaliyetlerin hem de Avrupa vatandaşlarının tüketimlerinin  küresel sınırlara katkısını değerlendirdi. Şirketler, 8Safe operating space: Güvenli çalışma alanı olarak da çevrilen “operating” kavramını işlerlik olarak kullanacağız.  https://www.stockholmresilience.org/publications/publications/2018-07-03-operationalizing-the-concept-of-asafe-operating-space-at-the-eu-level---first-steps-and-explorations.html    https://www.stockholmresilience.org/research/research-news/2017-04-04-fashion-within-boundaries.html   https://www.stockholmresilience.org/download/18.51d83659166367a9a162474/1549541837438/PB%20Swede n%20EPA%202013%20.pdf     https://sei.org/publications/eu-policy-into-line-planetary-boundaries /  gezegensel sınırların iş uygulamalarına yansıtılması konusunda giderek daha fazla rehberlik talep ediyorlar.  Aralarında dünyanın en tanınmış markalarından bazılarının da bulunduğu 200 şirketten oluşan bir platform olan Dünya Sürdürülebilir Kalkınma İş Konseyi, Eylem 2020 stratejisini şekillendirmek için gezegensel sınır çerçevesini kullandı. Bu tarihten itibaren  finansal yatırım, gıda, tekstil, inşaat, teknoloji ve ev eşyaları sektörlerindeki şirketlerle daha fazla ilişki kurulabilmiştir.  2011 Eski BM Genel Sekreteri Ban Ki-moon, küresel topluma "İklimimizi istikrarsızlaştırdığımızı ve gezegenin sınırlarını tehlikeli bir boyuta taşıdığımızı gösteren bilimi savunmamıza yardımcı olun" çağrısında bulundu. Resilience Centre araştırmacıları,  gezegensel sınırları, küresel Sürdürülebilir Kalkınma Hedefleri'nin kabul edilmesine ile sonuçlanan politika ve danışma süreçlerinde ön planda tutmuştur. Ulusal ve Avrupa düzeyinde çalışan politika yapıcıların da konuya ilgi duyması, küresel çerçevenin operasyonel karar alma ölçeklerine dönüştürülmesinde görev alan bilim insanlarını birbirine bağlayan bir araştırma ağının kurulmasını sağladı. https://www.wbcsd.org/    

Maliyet ve Yönetim Muhasebesinin Köklerinden Dijital Çağa Gelişim Serüveni...

Maliyet ve Yönetim Muhasebesinin Köklerinden Dijital Çağa Gelişim Serüveni... İlksöz: "Her şeyin bir maliyet var.Yaşamın, var olmanın, nefes almanın bile..."   Özet Bu makale, maliyet ve yönetim muhasebesinin serbest piyasa ekonomisinin doğuşundan günümüze uzanan evrimini, dijital dönüşümün etkilerini ve geleceğin muhasebe anlayışını kapsamlı bir şekilde analiz etmektedir. Muhasebenin temelindeki "doğruyu kim için kayıtlıyoruz?" sorusundan hareketle, ayrı kişilik ilkesinin önemi ve muhasebede dürüstlüğün etik boyutları ele alınmaktadır. Antik çağlardan Sanayi Devrimi'ne, yatırımcıların ortaya çıkışından günümüzdeki blockchain ve yapay zekâ uygulamalarına kadar olan tarihsel süreç, ilgili literatür ve kavramsal çerçeveler ışığında incelenmektedir. Makale, muhasebenin değişen rolünü, karşılaştığı zorlukları ve gelecekteki potansiyelini tartışarak, "şeffaflık ütopyası" kavramı üzerinden etik değerlerin ve güvenin önemini vurgulamaktadır. Anahtar Kelimeler: Maliyet Muhasebesi, Yönetim Muhasebesi, Tarihsel Gelişim, Serbest Piyasa Ekonomisi, Ayrı Kişilik İlkesi, Etik, Dijital Dönüşüm, Blockchain, Yapay Zekâ. Giriş Dünyanın yaşadığı yenilenme, değişim ve dönüşüm sürecinin odak noktasında (ekseninde) serbest piyasa ekonomisi yer almıştır. Değişim endeksli bu dinamik sarmal, serbest piyasa ekonomisinin hem altyapısında (üretim, istihdam, ticaret, fiyat, parasal piyasalar, teknolojik dışsal ekonomilir vb.) hem de üst yapısında (devlet, din, kültür, hukuk, etik, sosyal, politik vb.) hızlı değişim ve gelişim ivmesi kazandırmıştır. Birbirlerini etkileyen bu değişkenler kümesinin odak noktasında rekabet, özgürlük, kalite, bilgilenme, işbirliği, katılım a demokrasi ve bütünleşme kritik unsurları yer almış  ve bu unsurlar kısa sürede küresel konsensüse diğer bir deyişile "Küresel Vizyon haline gelmiştir. Bu değişim süreci içersinde birçok ülke, gelişme ve kalkınma için çeşitli ekonomik ve politik ideolojileri sahneye koymalarına rağmen bu ekonomik modellerin rekabetçi ve yenilikçi dinamiklerdenyoksun olması sonun başlangıcı olmuştur.Bu rekabetçi ve yenilikçi motifler sanayileşmenin gelişmesinde sürükleyici bir işlev üstlenmiş, teori-model-uygulama ve yorum aşamaları bir dairesel permütasyon içinde kararlı bir birliktelikle oluşturmuşlardır.  Bu çalışmanın amacı,  maliyet ve yönetim muhasebesinin tarihsel kökenini ve gelişimini açıklamak için kaleme alınmıştır. Bu çalışma, modern yönetim muhasebesi sistemlerini geçmişe başarıyla bağlayarak daha iyi anlaşılmasını sağlamayı hedeflemektedir.. En eski yönetim araçlarından biri olan maliyet muhasebesinin varlığının çok eskilere dayanmaktadır. Maliyet ve yönetim muhasebesinin resmi başlangıcı, büyük ticari işletmelerin ortaya çıkışıyla karakterize edilen on dokuzuncu yüzyıldaki sanayi devrimine atfedilmektedir. Parker'a (1969) göre on dokuzuncu yüzyıl, muhasebe tarihçileri tarafından maliyet ve yönetim muhasebesinde önemli gelişmelerin yaşandığı ve günümüzde kullanılan yöntemlerin çoğunun imalat şirketlerinde ortaya çıktığı “maliyet rönesansı” olarak değerlendirilmektedir.. Kavramsal/ Kurumsal Çerçeve/ Gerekçeler ve Bağlantılı Konular 1.Literatür Taraması Maliyet ve yönetim muhasebesi, işletmelerin karar alma süreçlerini destekleyen, kaynaklarını etkin kullanmalarına yardımcı olan ve performanslarını değerlendirmelerini sağlayan temel disiplinlerdir. Bu disiplinlerin kökleri, sanayi devriminin getirdiği karmaşık üretim süreçlerinin yönetilmesi ihtiyacına kadar uzanmaktadır (Johnson & Kaplan, 1987). 1.1. Maliyet Muhasebesinin Doğuşu ve Gelişimi: Sanayi Devrimi ve İlk Uygulamalar: Maliyet muhasebesinin ilk uygulamaları, 19. yüzyılda demir yolu ve tekstil gibi büyük ölçekli sanayi işletmelerinde ortaya çıkmıştır. Bu dönemde, temel amaç üretim maliyetlerini belirlemek ve kontrol altında tutmaktı (Littleton & Zimmerman, 1962). Bilimsel Yönetim ve Standart Maliyetler: 20. yüzyılın başlarında Frederick Taylor'ın bilimsel yönetim akımı, maliyet muhasebesine standart maliyet sistemlerini getirmiştir. Bu sistemler, verimliliği artırmayı ve sapmaları analiz etmeyi hedeflemiştir (Drury, 2018). Tam Maliyetleme ve Değişken Maliyetleme Yaklaşımları: İlerleyen dönemlerde, tam maliyetleme ve değişken maliyetleme gibi farklı maliyetleme yöntemleri geliştirilmiştir. Tam maliyetleme tüm üretim maliyetlerini ürünlere yüklerken, değişken maliyetleme sadece değişken maliyetleri dikkate almaktadır (Horngren et al., 2018). 1.2. Yönetim Muhasebesinin Evrimi: Finansal Muhasebeden Ayrışma: Yönetim muhasebesi, başlangıçta finansal muhasebenin bir parçası olarak görülse de, 20. yüzyılın ortalarından itibaren işletme içi karar alma süreçlerine odaklanan ayrı bir disiplin olarak gelişmiştir (Kaplan & Norton, 2007). Bütçeleme ve Performans Değerlendirme: Yönetim muhasebesi, bütçeleme, maliyet-hacim-kâr analizleri ve performans değerlendirme sistemleri gibi araçlarla yöneticilere karar alma ve kontrol süreçlerinde destek sağlamıştır (Anthony & Govindarajan, 2007). Stratejik Yönetim Muhasebesi: 1980'lerden itibaren rekabet avantajı yaratma ve sürdürme odaklı stratejik yönetim muhasebesi yaklaşımı önem kazanmıştır (Simmonds, 1982). 1.3. Dijital Çağın Maliyet ve Yönetim Muhasebesine Etkileri: Teknolojik Gelişmeler ve Entegrasyon: Bilgisayar teknolojilerindeki hızlı gelişmeler ve kurumsal kaynak planlama (ERP) sistemlerinin yaygınlaşması, maliyet ve yönetim muhasebesi süreçlerini önemli ölçüde etkilemiştir. Büyük veri analitiği, yapay zeka ve bulut bilişim gibi teknolojiler, daha detaylı, gerçek zamanlı ve öngörüsel analizler yapma imkanı sunmaktadır (Romney & Steinbart, 2018). Yeni Maliyet Yönetimi Teknikleri: Dijitalleşme, faaliyet tabanlı maliyetleme (ABC), hedef maliyetleme ve yalın üretim gibi modern maliyet yönetimi tekniklerinin daha etkin uygulanmasına olanak tanımaktadır (Cooper & Kaplan, 1991). Veriye Dayalı Karar Alma ve İş Zekası: Dijital araçlar, büyük miktarda verinin analiz edilerek anlamlı bilgilere dönüştürülmesini sağlamakta ve yöneticilerin daha bilinçli ve veriye dayalı kararlar almasına yardımcı olmaktadır (Laudon & Laudon, 2020). Sürekli İzleme ve Gerçek Zamanlı Raporlama: Dijital sistemler, maliyet ve performans verilerinin sürekli olarak izlenmesini ve gerçek zamanlı raporlanmasını mümkün kılarak, işletmelerin hızlı tepki vermesini ve proaktif önlemler almasını sağlamaktadır.   Maliyet ve yönetim muhasebesi, sanayi devriminden günümüze kadar işletmelerin değişen ihtiyaçlarına paralel olarak sürekli bir evrim geçirmiştir. Dijital çağın getirdiği teknolojik yenilikler, bu disiplinlerin kapsamını genişletmiş, analiz yeteneklerini artırmış ve işletmelere rekabet avantajı sağlayacak yeni araçlar sunmuştur. Bu literatür taraması, makalenizin ilerleyen bölümlerinde bu gelişim serüveninin daha detaylı bir şekilde incelenmesine temel oluşturacaktır. Muhasebe, iktisatçıların kullanmadan edemedikleri iki ölçme disiplininden biridir. Diğeri istatistiktir. Gerek muhasebe gerek istatistik (daha ziyade indeks sayılar), aynı zamanda birer yalan söyleme yöntemidir. Kim bilir belki de muhasebenin yalan söyleme aracı olmaması içindir Finansal Raporlama Standardı (BOBİ FRS)’ ,“Türkiye Muhasebe /Finansal Raporlama Standartları (TMS/TFRS) ve KÜMİ FRS taslağı.Bu arada yalan dünya deriz ama yalan olan dünya değil insanlardır. Doğada, insanların ağzından çıkanlar hariç,her şey, gerçektir. Hatta denir ki; yalanın üç türü vardır.i-Bencil duygularla söylenen “Siyah Yalan”;ii-Diğerkâm duygularla söylenen “Beyaz Yalan”,ve en fenasıiii-Ortaya çıksa bile kimsenin umurunda olmayan, grup çıkarı ve aidiyet duygularıyla söylenen “Mavi Yalan” .. Benzer bir “yanıltma gücüne göre sıralama” muhasebe için de yapılabilir. i. Hesaplar ii. Finansal tablolar iii- Vergi Usul Kanunu'na uygun, denetimden geçmiş çok sayfalı mufassal raporlar. Muhasebenin mekaniğine, eskilerin muzaaf dediği “çift kayıtlı defter tutma” (double entry bookkeeping) denir. Çift kayıt yöntemi harika bir keşiftir. “Alan borçlu, veren alacaklıdır” mantığına dayanır. Muhasebe, iki yönlü hesap demektir. Münakaşa, mübadele, münazara, mukabele, müsabaka vs gibi iki taraflı bir eylemi anlatır. Bir işin muhasebesini yapmak, onun “getirisini-götürüsünü”, “fayda ve zararını”, “nimet ve külfetini”, “kârını-zararını” birlikte ele alp değerlendirme demektir. Bu değerlemeye zaman boyutunu da katmak gerekir. Çünkü yapılan işlerin veya alınan önlemlerin külfeti ile nimeti aynı anda oluşmaz. Bunları dönemsel olarak eşleştirmek gerekir. Bu da muhasebede “zamanlama” (timing) sorunudur. KİME?  Üstteki bölümde fayda ve zarardan bahsedildi. Burada sorulması gereken temel soru “kime?”dir. Yapılan bir işin, alınan bir önlemin faydası kime, zararı kimedir? Çünkü toplumun her kesimi alınan kararlardan aynı şekilde etkilenmez. Bu sebeple muhasebenin ilk ilkesi de zaten “Ayrı Kişilik” (Separate Entity) olarak belirlenmiştir. Mesela siyasi iktidarın aldığı veya muhalefetin önerdiği iktisadi veya mali bir karar, toplumun bazı kesimlerine yarar sağlarken, diğerlerine zarar verebilir. Kararı yanlış (zararlı) veya doğru (faydalı) bulan yorumcu “kimin için” bu muhasebeyi yaptığını, önceden ortaya koymalıdır. Bu sebeple, muhasebenin ürettiği “kâr/zarar” cetveli ile “bilanço” tablosunun üstüne mutlaka bir “isim” yazılır. Bu isim, gerçek veya tüzel kişi olabilir. Her gelir veya gider ya da varlık veya yükümlülük kime aitse onun adı altında kayda alınır. “Ayrı Kişilik” ilkesi gerek özel gerek kamu sektöründe muhasebe tutmanın belalı bir konusudur. Tek bir “patron” (gerçek kişi/devlet veya belediye başkanı) tarafından yönlendirilen ancak görüntüde ayrı kişilikleri varmış gibi duran firma veya kurumların mali tabloları gerçeği göstermez. Bu gibi vakalarda sonuçlara “bütünsel /holistik” bakılır. Maliyet ve Yönetim Muhasebesinin Tarihsel Kökeni Akademik literatürde,  Yönetim Muhasebesinin tarihsel kökeni   ekonomik yaklaşım ve  ekonomik olmayan yaklaşımlar  olarak iki farklı pencereden ele alınmaktadır.Sanayi devrimi ile gelen makineleşmenin, emek yoğun üretimden sermaye yoğun üretime doğru giden süreçte bir dönüm noktası olduğu söylenebilir. Böylece ürün maliyetleri basitçe hesaplanan hammadde ve işçilik giderlerinin toplamı olmaktan daha karmaşık bir hale gelmiştir. Çünkü üretim faktörleri için yapılan sermaye yatırımları da ürün maliyetlerinin bir unsuru haline gelmiştir. Sanayi devriminin getirdiği çok sayıda farklı kalemin maliyet bünyesine katılması ve kontrolünün zorlaşması yöneticilerin karar vermek için daha fazla bilgiye ihtiyaç duymasına yol açmıştır. Böylece bu döneme kadar en basit haliyle birkaç kalemden oluşan toplam maliyete bir kar marjı eklenmesiyle elde edilen fiyat, artık daha rekabetçi bir ortamda; daha fazla bilginin referansında oluşmaya başlamıştır.. Dolayısıyla, sadece fiyatlandırma için dahi; hem rekabet gibi işletme dışı koşullar hem de kimi sabit kimi değişken olan; kimi sermaye yatırımına dayalı kimi ise basitçe hammadde kullanımından gelen birbirinden çok farklı maliyet kalemlerini de etkin bir şekilde yönetme ihtiyacı gün geçtikçe artmıştır. Araştırmacı J. Maurice Clark, yönetim karar alma süreci için sabit maliyetlerle değişken maliyetler arasında ayrım yapmanın önemine vurgu yapan ilk akademisyendir (Johnson ve Kaplan 1987, 154;). Clark “farklı kararlar için farklı maliyetler” yaklaşımını getirmiş ve maliyet bilgisinin- finansal muhasebe bilgisinin aksine- herhangi bir standarda ya da prosedüre tabi olmadan işletme karar alma sürecinde ihtiyaç duyulduğu haliyle kullanılması gerektiği savunmuştur (Johnson ve Kaplan 1987, 155). Clark’ın 1923’te yayınladığı "The Economics of Overhead Costs (Genel Üretim Giderleri Ekonomisi) teorik olarak da sabit ve değişken maliyet ayrımının kavramsal bir çerçeveye oturmasında öncülük etmiş eserlerdendir (Frank 1990, 157) İşletme faaliyetlerinin ve başarı düzeylerinin mali anlamda değerlendirilmesini amaçlayan ve bir bilgi sistemi olarak ortaya çıkan muhasebe kavramı, M.Ö. 3000 yılına kadar uzanan bir geçmişe sahiptir (Güvemli, 2000: 8). Diğer bir ifade ile uygarlıkların oluşumu ile birlikte muhasebenin de oluştuğu söylenmektedir (Selimoğlu vd., 2009: 220). Bu kadar eski bir tarihe sahip olan muhasebenin bilimsel kurallarla incelenmesi ancak 1494 tarihinde gerçekleşmiştir. Muhasebeye ait bilinen bilimsel ilk yapıt 1494 tarihinde Luca PACIOLI adında bir İtalyan rahibi ve matematikçi tarafından kaleme alınmıştır. PACIOLI, muhasebeyi çift yanlı defter tutma olarak tanımlamış ve  yayınladığı eserde; envanter ve yevmiye defterindeki kayıtlarla, stokların değerlendirilmesi tahsili olanaksız alacaklar için karşılık ayrılması, kâr ve zarar hesaplarının tesisi, mizan, bilançoların düzenlenmesi gibi çift yanlı defter tutma sistemine ilişkin usul ve kurallar ortaya koyarak günümüzde uygulanan muhasebe teorisinin temelini atmıştır (Uragun,1993: 2). Çift taraflı kayıt sistemi, genel olarak muhasebenin miladı kabul edilmekle birlikte, yönetim muhasebesinin başlangıç noktası olan maliyet muhasebenin ilk uygulamalarının; çift taraflı kayıt sisteminin bulunmasından daha önce kullanılmaya başlandığını öne süren muhasebe tarihçileri mevcuttur (Abs 1954, 487; Garner 1947, 286; Edler 1937, 228-230). Abs’e (1954) göre 1400’lü yıllara ait olduğu öne sürülen ve İtalya’da bulunan yün işletmesi kayıtları sipariş maliyetlemenin ilk örneğidir Garner (1947, 230) ise maliyet muhasebesine ilişkin ilk profesyonel uygulamalarının İngiltere’de Kral VII. Henry döneminde (1485-1509) gerçekleştiğini savunmaktadır. Buna göre, o dönemde faaliyet gösteren yün üreticileri lonca kısıtlamalarına maruz kalmamak için küçük köylere taşınmışlar, kitle satışlar yerine daha bireysel bir şekilde farklı satış kanallarına yönelmişlerdir. Rekabet arttıkça düşük fiyatlarla avantaj elde etmek isteyen bu üreticiler, düşük fiyatla ürün sunabilmek için maliyetleri düşürmeye odaklanmak zorunda kalmışlardır. XVI. yüzyıl kayıtlarında ise Christopher Plantin adlı Fransız bir yayıncının işçilik, mamul maliyeti gibi maliyet unsurlarını yayın bazında hesaplayarak kayıt tuttuğu görülmektedir (Edler 1937, 235 Garner 1947, 385-387). Bu uygulama da teorik olan yüz yıllar sonra kavamsallaşan iş maliyetleme “job costing” örneği olarak kabul edilebilir. Görüldüğü gibi yönetim muhasebesinin köklerini aldığı temel maliyet yöntemlerinin tarihi oldukça gerilere gitmektedir. Öte yandan, literatürde “yönetim muhasebesi” ifadesi ancak XVIII.yüzyıl sonlarında başlayan Sanayi Devrimi ve dünya savaşları döneminde değişen çevresel koşullar, ticari ihtiyaçlar, gelişen endüstri ve kısıtlı kaynaklarla maksimum faydayı sağlama zorunluluğu gibi faktörlerin etkisi ile kavramsallaşmış ve gelişmeye başlamıştır.  Çok eskiden beri devletler vergi topluyor ve defter tutuyordu. Gutenberg'in matbu İncil' inden 40 yıl sonra ilk matbu muhasebe metinleri görüldü. Marco Polo, İpekyolu, akdenizin ticarileşmesi Rönesans dönemi derken ticari gemilerle merkantalizm dönemine geçiş zamanı geldi (Caspari, Caspari,2014,.274-275). Bir kaç yatırımcı bir araya gelip bir gemi hazırladılar, seyahate gitti ve dönüşte seyahatin hesabını tutmak istediler. Gemi yükünü boşaltıp sonraki seferine çıktı. Harcamanın ne kadarı ilk sefer için, ne kadarı ikincisi içindi (Cost Allocation Concept) Çok sayıda insan, coğrafya, takasa konu mal, para derken kayıt güvenliğini sağlamak için iki defter tutuldu, henüz denklik aranmıyordu (Double-Entry Bookkeeping) İngilizler gider yükleme (charge) fikriyle ve Hollandalılar defter-i kebir (Ledger) ile katkıda bulundu. Artık işler büyümüştü, gemileri donatmak ve sayıca artırmak için daha büyük paralar gerekiyordu. Böylece farklı amaçları olsa bile sermayesiyle sınırlı hissesi olan yatırımcılar bir araya geldi (Corporate Form of Organization) Seyahatler bazen yıllarca sürebiliyordu, bu dönem zarfında sahip olduğu payı satmak isteyenler oldu. Rastgele dönemlerde kâr paylaşımı yapıldı (Accrual Basis of Accounting) Kâr paylaşımı yapabilmek için stok bilgisi gerekiyordu, gemiler dünyanın başka bir ucundaydı ve bu nedenle fiziki maldan ayrı olarak kaydi stok bilgisi oluşturuldu (Perpetual Inventories) Gemiler çoğaldı, seyahatler sıklaştı, dolayısıyla çakışmalar görüldü. 1658 de İngiltere' de sürüp giden faaliyet fikri ortaya çıktı (Continuous Corporate Life). Seyahat sonrasında gemiyi tekrar donatabilmek için paraya ihtiyaç vardı ve diğer taraftan seyahate para yatıranlar belirli dönemlerde karşılığını almak istiyorlardı. Böylece sermaye ve kâr payı fikrine gelindi (Periodic Dividends). 1720 de hisse senedi piyasasındaki sahtekârlıkları önlemek üzere İngiltere' de Bubble Act ilan edildi, yatırımcılar rahatsız oldu ve yaklaşık bir asır süreyle yeni şirketleşme olmadı (Stock Market Regulation) Birinci Sanayi Devrimiyle sermaye ihtiyacı büyüdü. Yatırımcılar "güven" hissedimiyordu. Bu noktada muhasebe bilen dış denetçiler görülmeye başlandı (External Auditor) 18. yüzyılın sonunda çift defter ve gider yükleme sistemleri birleşerek bugünkü anlamına kavuştu. Bilanço ve Gelir Tablosu yaratıldı. Dış denetçilere "denetlenebilecek zemin" sağlamak üzere ürün maliyeti fikri icat edildi. Böylece tüm harcamalar ürünlere yansıtılabilecekti (Accounting Product Cost) ABD de kitle tipi üretim başlamıştı, yönetim kararları ürün maliyetine dayandırıldı, henüz arz talebi karşılayamıyordu ve her fiyat uygundu (Cost Based Decision Making)  Ürünler çeşitlenince tek tip uygulama yerine ürüne göre ince ayar denendi (Engineered Product Cost) .ancak sistem zamanın yöneticilerine karışık göründü, I.Dünya Savaşı sonrasında tamamen bırakıldı, ürün maliyeti hakim yöntem oldu. Bu dönemde okullarda muhasebeciler yetiştirildi, bu muhasebeciler devam eden yıllarda yönetici oldular ve ürün maliyeti uygulamaları sanayinin iyice içine işledi. Savaş döneminde ABD hükümeti maliyet+%kâr zorlamasıyla süreci pekiştirdi. Dönemin ekonomisinde rekabet yoktu, piyasalar mala açtı, kârsız olduğu görülen ürünler iptal edildiğinde diğer ürünlerin maliyetinin artması kimseyi rahatsız etmiyordu (Gross Margin Analysis). Büyük Buhranla bir kesinti yaşandı, bunun üzerine ABD de Generally Accepted Accounting Principles (GAAP) konuşulmaya başlandı. Aslında üzerinde anlaşılmış bir konu falan yoktu, söz konusu prensiplerin yazılı olarak belirmesi 50 yıl sonraya kalacaktı! (Product Cost as Conventional Wisdom) Bu piyasa ortamında maliyet ve fiyat kavramları evli hale geldi (The Price-Cost Relationship Concept). Borsaya kayıtlı şirketlere dönük kâr beklentisi yöneticilerin kafasında maliyetlerle gelirleri yakından ilişkilendirdi, özellikle uzun vadede maliyet ve gelirin aynı yönde hareket edeceği kanısını doğurdu (Cost Coupled with Revenues for Control) Eğer her ürünün fiyatı "ürün maliyetinden" yüksekse ve kâr oranı genel giderleri karşılayacak kadar yüksekse VE üretilen tüm ürün satılmışsa şirket kâr edecekti (Control by Numbers).  Hikâye şimdilik burada kalsın...Ama yine de  gerisi ile ilgili bir kaç söz.... Dünya çok yüksek tansiyonu olan bir hasta olarak mevcut görünümü ile ani bir kalp krizine işaret eden emareler,, riski büyük ölçüde arttan bir krizin fragmanlarını bugünlerde izliyoruz . Varlığımız için kolektif olarak tamamen bağımlı olduğumuz bu gezegenin gezegensel sınırlarlarında çok hızlı bir  vahşi  deneyin  sonuçlarını istemesekte seyretmek zorunda kalıyoruz.  İktidarları elinde tutan sermaye gruplarının , finansörlerin ve şirket yöneticilerinin kısa vade palyatif çözümlere yönelmek yerine kalıcı adım atmaları ve değişime öncülük etmeleri krizin derinleşmesini önlemede önemli bir kilometre taşı olacaktır.. Çok yakında belki 10 yıldan az geriye dönüp baktığımızda ve kelimenin tam anlamıyla yarının balık ve cips ambalajı olacak  gazetelerin manşetinin () ya da marjinal olarak geliştirilmiş tüm şarkıları, tüm dans ürünü lansmanlarının yolumuza çıkan felaketerin yarattıcısı olduğunu  sorgulamak zorunda kalacağız.Sanayi devrimi, yüzyıllar boyunca logaritmik olarak büyüyen bir  enerji dönüşümü olduğunu ve bu süreçte; üretim, ulaşım ve iletişim teknolojilerinde “yaratıcı yıkıcılık” diye adlandırılan değişim ve dönüşümleri beraberinde getirmiş, serbest piyasa (kapitalizm) ekonomik modelinin ürün odaklıdan bilgi odaklıya evrilmesine ve   dolayısıyla  inceleme konomuzla ilgili olarak da Muhsebe Biliminin de teorik ve pratik çok derinden etkilemiştir. Günümüz işletmeleri de logaritmik olarak dairesel permütasyonu içinde çok boyutlu ve çok katmanlı paradoksal bir eğilimle  büyüyen çevresel, sosyal ve kurumsal yönetişim [(ÇSY) / (ESG)] uygulamaları ile sürdürülebilirliklerini güvence altına almak zorundalar. 1990’ların ortalarında ortaya çıkan  bu yeni kompleksite  paradigma daha bütüncü (holistic), tamamlayıcı (integrative), çevreci (ecological) ve güçlendirici (empowering)’nitelikleri birlikte barındırmakta ve  kurumsal sürekliliğin tanımlayan değerlerin temelini oluşturmaktadır. Bu nedenle muhasebe  tüm unsurların doğrusal sebep-sonuçlarından ve anlık resimlerden çok değişim düzenlerini görmek için hazırlanması gereken bir çerçeve olmak ayrıca geniş  kitlelerin katma değer kaynağı olan eşitlik, şeffaflık,  hesap verilebilirlik ve sorumluluk çerçevesinde aktif ve gerçeki veri gereksinmelerine yanıt  vermenin yollarını aramaktadır.  Antroposen çağında – biraz da iklimsel değişikliğin ve Kovid 19 ve devam edegelen varyantlarının etkisiyle - ekolojik aydınlanmadan söz etmenin zamanı geldi hatta geçti bile. Ekolojik perspektif, insan merkezli bakış açısını bir yana bırakıp eko-merkezli (kimilerince biyomerkezli) bir bakış açısına sahip olmayı ifade ediyor. Bu perspektif eko-toplumsal ve eko-ekonomik boyutları da içeren bir biçimde ele alındığında “sürdürülebilir yaşam” odak noktasına zoom yapmamız gerekliliğini anlatır bizi. Dikkat edilirse, “sürdürülebilir kalkınma” kavramının dar anlam kalıbına ve ideolojik tartışmalarına takılıp kalmamak için “sürdürülebilir yaşam” deyimini yeğledik. Holistik nitemi   bütün anlamına gelen “holos kökünden gelmektedir. Yunanca’dan kaynaklı bu sözcüğün 1926’da Jan Christiaan Smuts tarafından “Holizm ve Evrim” yapıtında holizm olarak kullanıldığını görüyoruz. SmutsH holizm ile indirgemeci yaklaşıma karşıt bir biyolojik evrim anlayışını ortaya atmıştır: bütünsellik. Batı’da 1960’lardan sonra üç onyıl pek fazla akademik radarlara girmeyen holizm 1990’lardan sonra tekrar gündeme gelmiştir. Oysa Doğu’da bu kavram yaşamın ana felsefesidir. Holistik yaklaşımın dizgesel (sistemik) ve diyalektik bakış açılarıyla birlikte düşünülmesi gereğinin altını çizerek belirtelim. Aksi halde beklenilmedik ekonomik krizler anlamındaki siyah kuğuyu; iklim değişikliğinin getirdiği karmaşık krizler anlamındaki yeşil kuğuyu anlamak olanaklı olmayacaktır.. Holistik operasyon ve muhasebenin birlikte  gelişimini günümüzde sürdürülebilirlik paradigması ile bütünleşen  paydaş katılımı, sosyal sorumluk, sürdürülebilirlik ve çevre bilinçlenmesi  konuları önemli rol oynamıştır. 1990 sonrasında şirketlerin sadece sermaye sahiplerine karşı sorumlu olmadıkları, bütün “paydaşlarına” değer yaratmak olduğu kabul gördü ve bu anlayış hızlı bir biçimde yayıldı. 1994’larda şirketlerin kârlara olduğu kadar sosyal ve çevresel kaygılara da odaklanarak kurumsal sosyal sorumluluğa bağlılık düzeyini ve zaman içinde çevre üzerindeki ekolojik etkisini ölçmesi gerekliliğini 1990’larda Elkington (1997) Üçlü Alt Çizgi (Tripple Bottom Line) teorisi ön planda yer aldı. Reinders (2003) “İnsan, Doğa ve Kâr prensibi” (People Planet Profit principle) değerlendirmesine göre, şirket sosyal sorumluluğu şirketlerin insan gücüne ve çevreye duyarlı olmasını gerekliliğini ön plana çıkardı. Tüm bu teorik ve uygulamaya dönük gelişmeler süreklilikten ( corporate continuity ) Sürdürülebilirlik (corporate sustainability) paradigmasına dönüştü.  Diğer bir deyişle; kısa vadeli düşünmeden uzun vadeli düşünmeye, kâr maksimizasyonundan rakipl paydaşlığına , büyümeden sosyal, çevresel ve  ekonomik etkileri dengeleyerek kalkınma ve gelişimeye, para ile ölçümden para dışında farklı ölçümlere, tüketimden  tasarruf ve üretime, küreselleşmeden yerelleşmeye , İnovatif: ve yapay düşünceden entegre düşünceye dönüştü (Çoşkun.2021, s.19). Muhasebe artık, küresel regülasyonlarla uyumlu ,çevresel, sosyal ve yönetişim odaklı değer yaratan  yaklaşım ve stratejilerin ve sürdürülebilirlik performanslarına ilişkin raporlamalarda ön planda olmak   zorunda. Diğer bir deyişle muhasebe, paydaşları, paydaş gereksinmeleriniı ve bu gereksinmelere  yanıt verecek veri ve ölçütleri geliştirmede büyük sorumlulukları bulunmakta. Bu bağlamda,muhasebe, İşletme yönetim süreçlerine kaldıraç etkisi yaratacak bilginin üretilmesi ve paylaşılması amacıyla, iş hayatının öne çıkardığı ölçme ve değerlendirme esaslarını da içerecek bir biçimde, ÇSY (ESG) metriklerinin kildini açarak verilerden raporlamaya geçişte yeni teorik ve pratik zengin ufuklar vaat etmekte .  Devamı pek yakında....Pruvamız neta rüzgarımız kolayına olsun... -----------------   Kaynakça:   Anthony, R. N., & Govindarajan, V. (2007). Management control systems. McGraw-Hill Irwin. Cooper, R., & Kaplan, R. S. (1991). The rise of activity-based costing—part 1: What is an activity-based cost system? Journal of Cost Management, 5(2), 38-46. Drury, C. (2018). Management and cost accounting. Cengage Learning. Horngren, C. T., Datar, S. M., & Rajan, M. V. (2018). Cost accounting: A managerial emphasis. Pearson. Johnson, H. T., & Kaplan, R. S. (1987). Relevance lost: The rise and fall of management accounting. Harvard Business School Press. Kaplan, R. S., & Norton,1 D. P. (2007). The balanced scorecard—Measures that drive performance. Harvard Business Review, 85(1), 90-99.     newinera.com newinera.com Laudon, K. C., & Laudon, J. P. (2020). Management information systems: Managing the digital firm. Pearson Education. Littleton, A. C., & Zimmerman, V. K. (1962). Accounting theory: Continuity and change. Prentice Hall. Romney, M. B., & Steinbart, P. J. (2018). Accounting information systems. Pearson Education. Simmonds, K. (1982). Strategic management accounting. Management Accounting Research, 1(2), 143-148.Maliyet ve Yönetim Muhasebesinin Evrimi: Tarihsel Köklerden Dijital Çağa   i-Caspari,John A.,Caspari,Pamela, (2004), Management Dynamics: Merging Constraints Accounting to Drive Improvement,1st Edition,Wiley; 1st edition (September 13, 2004) 264-280.. ii-Cost And Cost And Management Management Accountıng, Laser Typesetting by Delhi Computer Services, Dwarka, New Delhi Printed at M. P. Printers/July 2017,https://shorturl.at/ENOU0 iii-Güvemli, O. (2000) Muhasebe Tarihi I. Cilt, Süryay: İstanbul. • Hansen, R. D., Mowen, M. M. ve Guan, L. (2007) Cost Management Accounting & Control, South-Western Cengage Learning: Mason. iv-Uragun, M. (1993) Maliyet Muhasebesi ve Mali Tablolar, Yetkin Basımevi: Ankara v-Yükçü,Atağan ,"20. Yüzyılın İlk Yarısında Maliyet Muhasebesinin Gelişimi",39-61https://www.acarindex.com/dosyalar/makale/acarindex-1423909009.pdf vi-Bekçioğlu,kaderli,Köroğlu,sezer."A New Cost Accounting Concept by the End of 20th Century": Strategic Cost Management ,https://dergipark.org.tr/tr/download/article-file/319865 vii-• Selimoğlu, Seval Kardeş., Aslan, Ü. ve Güvemli, Batuhan. (2009) “12. Dünya Muhasebe tarihi Kongresinde Sunulan Türk Akademisyenler ve Uygulamacıların Bildirileri; Bir Literatür İncelemesi”, Muhasebe ve Finansman Dergisi, s.42, ss.217-228 https://dergipark.org.tr/tr/pub/mufad/issue/35618/395834#article-authors-list viii-Coffman, Edward N. ,Lazdowski, Yvette, J.  and Previts, Gary John,(2014), "A Hıstory of The Academy of Accountıng Hıstorıans: 1999-2013",The Accounting Historians Journal Vol. 41, No. 2 (December 2014), pp. 1-73 (73 pages) ,https://www.jstor.org/stable/43487010  ix--Degos,.Jean-Guy,(2007), ,”Muhasebe Tarihi Araştırma Yöntemler”, Muhasebe ve Finansman dergisi, Ocak 2007,sayı:33, https://dergipark.org.tr/tr/pub/mufad/issue/35602/395503 x-Johnson, H. T. ve R. S. Kaplan. (1987),. “Relevance Lost: The Rise and Fall of Management Accounting”. Boston. Harvard Busines Press. https://coin.wne.uw.edu.pl/pmodzelewski/The%20rise%20and%20fall%20of%20management%20accounting.pdf xi-Çoşkun,İzel Levi,(2021) Süreklilikten Sürdürülebilirliğe Bir Kurumsal Sürdürülebilirlik Yolculuğu, Artasan Yayınları,İstanbul.. xii-Zor, Ümmügülsüm ,(2019), "XV. Yüzyıldan Günümüze Yönetim Muhasebesinin Tarihi", Muhasebe Bilim Dünyası Dergisi Aralık , 21(4); 944-955  Gelişimi,https://dergipark.org.tr/en/download/article-file/908100 xiii-Mena,Reynaldo Fraustol,İllescas,C.P Reyna Yezika,(2008), İspanyol Öncesi Dönemde Meksika’da Muhasebenin Kökleri ve Gelişimi,Yıl 2008, Sayı: 38, 220 - 228, https://dergipark.org.tr/tr/pub/mufad/issue/35612/395714 xiv-Elmacı,Orhan,Ergin,H, (1999),Maliyet Ve Yönetim Muhasebesinde Yeni Açılımlar: Stratejik Yönetim Muhasebesi,Dumlupınar Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi,https://dergipark.org.tr/en/download/article-file/55127 oe

Elektrikli Araçlar Özelinde Finansal Ekonomik Sürdürülebilirlik Performansında Sahtekarlık: Yeşil Vaatlerin Eleştirel Bir İncelemesi...

Fraud in the Financial and Economic Sustainability Performance of Electric Vehicles: A Critical Examination of the Potential Deceptiveness Behind Green Promises Abstract: In recent years, electric vehicles (EVs) have been globally heralded as pivotal instruments in the transition toward a sustainable future. However, a growing body of critical literature suggests that many of these "green promises" function primarily as instruments of financial window-dressing, rather than genuine solutions to environmental degradation. This study critically examines the economic sustainability claims of the EV industry, highlighting cases of greenwashing, manipulated carbon footprint data, and systemic financial opacity. Grounded in critical theory and informed by the neoliberal "tragedy of the commons" framework, the research argues that the structural imperatives of neoliberal capitalism fundamentally undermine collective efforts to achieve climate goals. Drawing upon empirical data from the IPCC reports, European Court of Auditors assessments, and global financial scandals, this paper reveals that the environmental benefits of EVs are frequently overstated. Furthermore, it demonstrates that unless systemic shifts accompany technological innovation, EVs risk becoming mere symbols of a market-driven ecological mirage rather than effective agents of change. The study , written with a critical theory approach, aims to reveal the content and limitations of the EA promise in the light of current statistics and important discussions in the literature on the subject. Keywords: Electric Vehicles, Greenwashing, Neoliberalism, Climate Change, Sustainability, Financial Fraud, Carbon Footprint Giriş Ulaşım sektörünün dekarbonizasyonunda kritik bir rol oynayan elektrikli araçlar, çevresel sürdürülebilirlik hedeflerine ulaşmada önemli bir çözüm olarak kabul edilmektedir (IEA, 2023). Bu bağlamda, EV üreticileri ve ilgili kuruluşlar, sürdürülebilirlik entegre raporlarında sıklıkla bu araçların çevresel faydalarının yanı sıra finansal ve ekonomik avantajlarını da vurgulamaktadırlar. Entegre raporlama, kuruluşların değer yaratma süreçlerini finansal, çevresel ve sosyal boyutlarıyla birlikte sunmayı amaçlasa da (IIRC, 2013), elektrikli araçların finansal ve ekonomik sürdürülebilirlik performansına ilişkin bazı beyanların, özellikle uzun vadeli etkiler ve dolaylı maliyetler göz önüne alındığında, dikkatli bir şekilde değerlendirilmesi gerekmektedir.  İklim krizi karşısında ulaşım sektörünün karbondan arındırılması hayati görülmekte ve elektrikli araçlar (EA) bu bağlamda “sıfır emisyon” vaadiyle ön plana çıkarılmaktadır. Gerçekten de küresel ölçekte EA satışları hızla artmaktadır; Uluslararası Enerji Ajansı (IEA) verilerine göre 2023’te yaklaşık 14 milyon yeni elektrikli otomobil satılmış ve 2024 sonuna kadar bu rakamın 17 milyona ulaşacağı öngörülmektedir​iea.org. EV’ler, literatürde egzoz emisyonlarını önemli ölçüde düşürmesi nedeniyle temiz ulaşımın kilit teknolojisi olarak tanımlanmaktadır​carbonbrief.org​theicct.org. Bununla birlikte, EA’lerin finansal ve ekonomik sürdürülebilirlik boyutlarında çeşitli sorunlar ve yanıltıcı uygulamalar gündeme gelmiştir. Akademik çalışmalar, EA benimsenmesinin ulaşım kaynaklı sosyal eşitsizlikleri artırabileceği ve doğal kaynak tüketimine yol açabileceğini göstermekte. Bu makale, yeşil yıkama (greenwashing)  potansiyeli gibi EA’lerin finansal/sürdürülebilirlik performansına ilişkin eleştirileri incelerken, neoliberal ekonomik yapıların iklim hedeflerini engelleyici rolünü “havuz problemi” metaforu çerçevesinde tartışmak ve EV'lerin finansal ve ekonomik sürdürülebilirlik performansına dair yapılan iddiaların potansiyel yanıltıcılıklarını akademik bir çerçevede inceleyerek bu iddiaları desteklemek için sunulan kanıtları eleştirel bir bakış açısıyla değerlendirmeyi amaçlamaktadır.Eleştirel teori yaklaşımıyla kaleme alınan bu analiz, konuyla ilgili güncel istatistikler ve literatürdeki önemli tartışmalar ışığında, EA vaadinin içeriğini ve sınırlamalarını ortaya koymayı hedeflemektedir. 1.Elektrikli Araçlarda Yeşil Yıkama ve Yanıltıcı Vaatler Bir şirketin ya da ürünün çevreci imajını abartarak tüketiciyi yanıltması, “yeşil yıkama” olarak tanımlanır. Elektrikli araç sektöründe de bu tür uygulamalara rastlanmaktadır. Liao ve Wu (2024), bazı otomotiv üreticilerinin EA’lerle ilgili “sübvansiyon hilesi”, “karbon azaltım vaatlerini abartma” ve “çevresel bilgileri seçici açıklama” gibi davranışlar sergilediğini belirtmiştir​researchgate.net. Örneğin Çin’deki soruşturmalar, birçok elektrikli araç üreticisinin şarj kapasitesi ve batarya gücü gibi teknik özellikleri şişirerek devlet teşviklerinden haksız yere faydalandığını ortaya koymuştur​reuters.com​caixinglobal.com. Çalışmaların raporlarına göre, Şubat 2017’de Sanayi Bakanlığı yedi firmayı “sübvansiyon hilesi” nedeniyle cezalandırmış, yaklaşık 4.500 araçtaki batarya gücü ilan edildiği değerden düşük bulunmuştur​ caixinglobal.com. Benzer şekilde Reuters’ın haberine göre, 2016’da Çin Maliye Bakanlığı ülke genelinde en az 25 şirketin sübvansiyon programını “sahte üretim ve satış verileri”yle aldatmaya çalıştığını tespit etmiş, dolayısıyla destekleri kısıtlama kararı almıştır​reuters.com. Bu tür uygulamalar, elektrikli araç sektöründe yeşil vaadlerin güvenilirliğini zedelemekte, düzenleyici otoritelerin müdahalesini gerektirmektedir. Tüketici düzeyinde de yanıltıcı uygulamalar rapor edilmiştir. Örneğin ABD’de bir dizi Tesla sürücüsü, araçlarının kilometre göstergesinin gerçekte kat ettikleri mesafeden yüksek olduğunu iddia eden davalar açmıştır. Bir davada Tesla’nın, “tahmini algoritmalar, enerji tüketimi metrikleri ve sürücü davranış çarpanları” kullanarak gerçek kilometreyi kasıtlı biçimde abarttığı savunulmakta; böylece araçların amortisman hızlandırılarak garanti süreleri dolmadan tamir sorumluluğundan kaçınıldığı ileri sürülmektedir​businessinsider.com. Bu iddialar, EA endüstrisinde teknik verilere dönük şeffaflık eksikliğini ve tüketici haklarının zorlanabileceğini göstermektedir. Ayrıca, EA üreticilerinin karbon kredisi satışı gibi dolaylı  Karbon sertifikaları,yeşil tahvilller dayanmaları da eleştiri konusudur. Örneğin Tesla, 2014–2024 arası dönemde yaklaşık 10,7 milyar dolar gelirini devlet destekli karbon kredileri satarak elde etmiş ve bu tutar şirket karının üçte birine tekabül etmiştir​eenews.net. Yani Tesla, faaliyet kârının önemli bir kısmını piyasadaki düzenleyici krediler üzerinden sağlamıştır. Bu durum, yenilenebilir enerji politikalarına bağlı elde edilen getirinin sürdürülebilirliğini sorgulatmaktadır​eenews.net​eenews.net. Genel olarak, elektrikli araç reklamları ve politikalardaki “yeşil vaatler” dikkatle incelenmelidir. Liu ve arkadaşları (2023), endüstrinin sürdürülebilirlik çabalarını baltalayan yeşil yıkama uygulamalarına dikkat çeker ve EV’ler de dahil olmak üzere yeşil ürünlerde bilgi kalitesinin bozulduğunu vurgular​ideas.repec.org. Bu bağlamda, tüketici algısı ve politika yapıcı güveni olumsuz etkileyen yanıltıcı davranışlar, sektörün uzun vadeli gelişimini riske atmaktadır. 2. Literatür Taraması Literatürde, EV'lerin sürdürülebilirlik iddialarına yönelik eleştirel yaklaşımlar giderek artmaktadır. Bazı araştırmacılar, yaşam döngüsü analizlerinin (LCA) metodolojik sınırlılıklarına ve varsayımlarına dikkat çekerek, EV'lerin çevresel faydalarının abartılmış olabileceğini savunmaktadır (Nordelöf et al., 2014). Ayrıca, "yeşil badana" (greenwashing) olarak adlandırılan, çevresel faydaların abartılı veya yanıltıcı bir şekilde sunulması olgusu, EV endüstrisinde de potansiyel bir sorun olarak görülmektedir (Dahl, 2010). Sahtekarlık konusuna doğrudan odaklanan akademik çalışmalar henüz sınırlı olsa da, finansal raporlama, çevresel beyanlar ve tüketici hakları alanlarındaki genel sahtekarlık literatürü, EV endüstrisindeki potansiyel riskler hakkında önemli bilgiler sunmaktadır (Beneish, 1999; Laufer, 2003). Özellikle, yeni ve hızla büyüyen sektörlerde, düzenleyici boşluklar ve bilgi asimetrisi nedeniyle sahtekarlık riskinin artabileceği belirtilmektedir (Coffee, 2006). Elektrikli araçların sürdürülebilirliği üzerine yapılan akademik çalışmalar, genellikle çevresel faydalarına odaklanmakla birlikte, finansal ve ekonomik boyutları da giderek artan bir ilgi görmektedir. Örneğin, bazı çalışmalar EV'lerin işletme maliyetlerinin, özellikle enerji maliyetleri ve bakım giderleri açısından, içten yanmalı motorlu araçlara göre daha düşük olduğunu göstermektedir (Bauer et al., 2020). Ancak, batarya maliyetlerinin yüksekliği ve batarya değişiminin potansiyel mali yükü, bu ekonomik avantajı gölgeleyebilmektedir (Neubauer & Wood, 2014). Ayrıca, EV'lerin ikinci el piyasası değeri ve uzun vadeli değer kaybı oranları da finansal sürdürülebilirlik açısından önemli belirsizlikler içermektedir (Sierzchula et al., 2012). Ekonomik sürdürülebilirlik bağlamında ise, EV'lere geçişin gerektirdiği şarj altyapısı yatırımlarının büyüklüğü ve bu yatırımların kamu ve özel sektör üzerindeki mali yükü tartışılmaktadır (   et al., 2021). Dolaylı ekonomik etkiler, örneğin fosil yakıt endüstrisindeki potansiyel iş kayıpları ve yeni yeşil teknoloji sektörlerindeki iş yaratımı gibi konular da literatürde yer almaktadır (  et al., 2023). Bu literatür, EV'lerin sürdürülebilirlik performansının çok boyutlu olduğunu ve finansal ve ekonomik değerlendirmelerin çevresel faydaların yanı sıra dikkate alınması gerektiğini göstermektedir. 3. Finansal Sürdürülebilirlik Performansındaki Potansiyel Yanıltıcılık Alanları .EV üreticilerinin ve ilgili kuruluşların finansal sürdürülebilirlik raporlarında potansiyel olarak yanıltıcı olabilecek bazı kilit alanlar bulunmaktadır: 3.1. Batarya Maliyetleri ve Ömrü: Raporlarda genellikle EV'lerin düşük işletme maliyetleri vurgulanırken, batarya maliyetleri ve batarya ömrüyle ilgili uzun vadeli riskler yeterince şeffaf bir şekilde ele alınmayabilir. Batarya değişim maliyetlerinin yüksekliği ve batarya performansındaki düşüşün araç değerine etkisi, tüketiciler için önemli bir finansal yük oluşturabilir ( ট্রুং et al., 2019). Bazı raporlar, batarya garantilerini ve beklenen ömrünü iyimser bir şekilde sunarak, gerçek maliyetleri ve riskleri göz ardı edebilir. 3.2. Değer Kaybı (Depreciation): Elektrikli araçların değer kaybı oranları, içten yanmalı motorlu araçlara göre farklılık gösterebilir. Özellikle teknolojik gelişmelerin hızlı olduğu bir sektörde, batarya teknolojisindeki yenilikler mevcut EV modellerinin değerini hızla düşürebilir. Raporlarda bu değer kaybı oranlarının tutarlı ve gerçekçi bir şekilde yansıtılmaması, potansiyel alıcılar ve yatırımcılar için yanıltıcı olabilir. 3.3. Sigorta ve Bakım Maliyetleri: EV'lerin bakım maliyetlerinin genellikle daha düşük olduğu iddia edilse de, batarya arızaları veya özel parçaların değişimi gibi durumlarda maliyetler önemli ölçüde artabilir. Ayrıca, EV'lere özgü sigorta poliçelerinin maliyetleri de geleneksel araçlara göre farklılık gösterebilir. Bu maliyetlerin raporlarda eksik veya yanıltıcı bir şekilde sunulması, finansal sürdürülebilirlik algısını olumsuz etkileyebilir. Elektrikli araçların ekonomik açıdan sürdürülebilirliği de tartışmalı bir konudur. Bir yandan EA’lerin toplam yaşam döngüsü emisyonunun içten yanmalı araçlara kıyasla daha düşük olduğu gözlemlenmekle birlikte​theicct.org, diğer yandan bu teknolojilerin yaygınlaşması ağır teşvik ve altyapı gerektirmektedir. Hükümetlerin EA alımına yönelik sunduğu vergi indirimleri, sübvansiyonlar ve altyapı destekleri kritik önem taşımaktadır; Samawi vd. (2025) bu bağlamda, elektrikli araç yayılımında “vergi muafiyetleri ve düşürülmüş kayıt ücretlerinin” belirleyici olduğunu, ancak yüksek başlangıç maliyetleri ile altyapı eksikliklerinin engeller oluşturduğunu belirtmiştir. Ancak bu tür teşviklerin sürdürülebilirliği de sorgulanmaktadır. Örneğin Almanya’da devlet desteğinin azaltılması sonrası EA satış payı 2022’de %30’dan 2023’te %25’e gerilemiş, bu da teşviklerin ne kadar belirleyici olduğunu ortaya koymuştur. Dolayısıyla EA endüstrisi büyük ölçüde kamusal sübvansiyonlara bağımlıdır ve bu desteklerin uzun vadede finansal açıdan maliyetli olduğu eleştirilmektedir. Ayrıca EA’lerin yaygınlaşması, mevcut finansman mekanizmalarında çarpıcı yan etkiler doğurmaktadır. Örneğin Birleşik Devletler’de EA satışları 2023’te %57 artarak toplam araç satışlarının %9’una çıkmış olsa da, bu durum devletlerin geleneksel yol-onarım fonlarını tehdit etmektedir​pewtrusts.org. Zira eyaletler benzin motorlular üzerinden toplanan yıllık ~53 milyar dolarlık akaryakıt vergisini şeritken, elektrikli araçların artması bu gelir akışının hızla düşmesine yol açacaktır​pewtrusts.org. Bu da eyaletlerin ulaşım altyapısı yatırımları için bütçe açığı yaratacak karmaşık bir problemi gündeme getirmektedir. Pil maliyetleri de EA’lerin ekonomik yükünü artıran bir diğer faktördür: Stanford Üniversitesi’nin çalışmasına göre yeni bir elektrikli aracın fiyatının yaklaşık üçte biri pilinden kaynaklanmaktadır​news.stanford.edu. Pil teknolojisindeki ilerlemelere rağmen hâlâ pahalı olan bu bileşen, EV’lerin toplam sahip olma maliyetini yükseltmekte ve fiyat rekabetini sınırlamaktadır. Elektrikli araçların kısa vadeli ekonomik performansı genellikle yüksek maliyet ve teşvik bağımlılığı ile şekillenmekte; daha geniş çerçevede ise enerji altyapısı dönüşümü, kamu bütçeleri ve piyasa yapılarındaki değişikliklerle ilgilidir. Bu bağlamda, EA’lerin finansal açıdan tam anlamıyla “sürdürülebilir” olduğunu söylemek zordur ve ekonomik analizler bu değişkenlerin dikkatle yönetilmesini önermektedir​eenews.net. 4. Ekonomik Sürdürülebilirlik Performansındaki Potansiyel Yanıltıcılık Alanları Elektrikli araçların ekonomik sürdürülebilirlik performansına ilişkin beyanlarda da dikkat edilmesi gereken bazı potansiyel yanıltıcılık alanları bulunmaktadır: 4.1. Altyapı Yatırım Maliyetleri: EV'lere geçişin yaygınlaşması, şarj istasyonları, elektrik şebekesi güncellemeleri ve diğer altyapısal yatırımları gerektirmektedir. Bu yatırımların toplam maliyeti ve bu maliyetlerin kamu ve özel sektör arasında nasıl paylaştırılacağı, ekonomik sürdürülebilirlik açısından kritik öneme sahiptir. Raporlarda bu maliyetlerin eksik veya yetersiz bir şekilde ele alınması, EV'lerin ekonomik faydalarına ilişkin abartılı bir algı yaratabilir. 4.2. İstihdam ve Endüstriyel Dönüşüm Etkileri: Elektrikli araç endüstrisindeki büyüme, yeni iş olanakları yaratma potansiyeline sahip olsa da, fosil yakıt endüstrisindeki istihdam kayıpları gibi olumsuz ekonomik etkileri de beraberinde getirebilir ( Bellini et al., 2020). Sürdürülebilirlik raporlarında bu dönüşümün tüm ekonomik ve sosyal sonuçlarının dengeli bir şekilde ele alınmaması, yanıltıcı bir tablo çizebilir. 4.3. Hammadde Tedariki ve Fiyat Dalgalanmaları: Elektrikli araç bataryalarının üretiminde kullanılan lityum, kobalt, nikel gibi kritik hammaddelere olan talep artışı, bu hammaddelerin fiyatlarında dalgalanmalara ve tedarik zinciri risklerine yol açabilir ( Європі et al., 2022). Raporlarda bu risklerin ve potansiyel ekonomik etkilerinin yeterince değerlendirilmemesi, EV'lerin uzun vadeli ekonomik sürdürülebilirliği hakkında yanlış bir izlenim oluşturabilir. 5.Neoliberal Ekonomik Yapılar ve “Havuz Problemi” Eleştirel teori bakış açısıyla, toplumsal güç ilişkileri iklim ve çevre politikalarını biçimlendiren temel unsurlar olarak görülür. İklim değişikliği, küresel atmosfer gibi sınırları açıkça tanımlanmamış ortak (havuz) bir kaynağın kötüye kullanımı problemi ile tanımlanır. Garrett Hardin’ın “ortakların trajedisi” kavramının işaret ettiği gibi, bireylerin kendi kısa vadeli çıkarları doğrultusunda hareket etmeleri, ortak havuz kaynaklarının aşırı kullanımına ve sonuçta kolektif çöküşe yol açabilir. Neoliberalizm ise bu ortak havuzlara piyasa mekanizmalarını getirmeyi savunan bir ideolojidir. Lukacs (2017), neoliberal politikaların özel çıkarları sınırsızlaştırarak “atmosferi lağım çukuru gibi” kullanılabilir hale getirdiğini, bu sayede devletin kolektif planlama yapma kabiliyetini körelttiğini vurgular​theguardian.com. Başka bir ifadeyle, serbest piyasa mantığıyla küresel iklimi yönetmeye kalkışmak, bu ortak havuzun korunmasını zorlaştırmaktadır. Timilsina vd. (2017) tarafından yapılan deneysel bir çalışma da benzer bir sonucu ortaya koymuştur: Nepal’de yapılan ortak havuz oyunu deneylerinde, kentleşme ve kapitalistleşme eğilimlerinin daha fazla olduğu gruplarda kaynak tükenmesinin kırsal (daha geleneksel) gruplara göre çok daha hızlı gerçekleştiği gözlenmiştir. Bu bulgu, neoliberal kapitalistleşmenin bireylerde işbirlikçi davranışları zayıflattığı ve ortak kaynakların sürdürülebilir kullanımını engellediği yönündedir. Dolayısıyla “havuz problemi” metaforuyla iklim ele alındığında, piyasacı yaklaşımların atmosferin korunmasını sağlamakta yetersiz kaldığı sonucuna varılabilir. Ayrıca, neoliberalizmin hükümet ve düzenlemelere yönelik bakışı da iklim eylemlerini baltalamaktadır. Paul ve Fremstad (2019), neoliberal ideolojinin (1) demokrasinin merkeziliğini azaltmayı, (2) kamu yatırımlarını kısmayı ve (3) ekonomiyi gevşetmeyi (deregülasyon) hedeflediğini vurgular; bu eğilimlerin, toplumsal ölçekli iklim yatırımları ve sert düzenlemeleri engellediğini belirtir​rooseveltinstitute.org. Gerçekten de Lukacs’ın belirttiği gibi, fosil yakıt lobisi ile bireysel eko-tüketim kurnazlığını bir arada öne çıkaran neoliberal politikalar, toplu ve devasa iklim hamlelerini akıldışılığına itmiştir​theguardian.com​rooseveltinstitute.org. Sonuçta, iklim değişikliğiyle mücadelede ihtiyaç duyulan geniş, kamu odaklı stratejiler neoliberal piyasa mantığı ile çelişmektedir. Örneğin elektrikli araçların benimsenmesi, uygun şartlar oluşmazsa fosil yakıtlar üzerinden alınan vergilerin azalması gibi devlet bütçesi sorunlarına neden olmaktadır​pewtrusts.org; ayrıca EA yatırımları kâr amacıyla değil, kamu politikasına dayalı bir altyapı dönüşümünü gerektirmektedir. Eleştirel teori perspektifinden bakıldığında, neoliberal hegemonyanın pek çok yeşil projesinin önkoşulunu etkisizleştirdiği ileri sürülür. Lukacs’ın ifadesiyle bugün, iklim değişikliği karşısında “reaksiyoner bir bireyselleşme” (eco-consumerism) cazip gösterilmekte, oysa gerçek çözümler kolektif inisiyatifler gerektirmektedir​theguardian.com​rooseveltinstitute.org. Neoliberal ideoloji “toplum yoktur” anlayışını yeniden üretirken, iklim havuzu gibi ortak varlıkları koruma sorumluluğunu piyasa aktörlerine bırakmak yoluyla iklim hedeflerini tehlikeye atmaktadır. Bu çerçevede, neoliberal piyasa yaklaşımlarının sınırlılığı açıkça görülmektedir; pek çok eleştirmen, iklim değişikliğiyle etkin mücadele için piyasa-kuralları yerine “Green New Deal” benzeri kapsamlı kamu politikalarının gerekliliğini savunmaktadır (Paul & Fremstad, 2019; Lukacs, 2017). Sonuç Elektrikli araçlar, çevresel sürdürülebilirlik açısından önemli bir çözüm sunarken, bu araçların finansal ve ekonomik sürdürülebilirlik performansına ilişkin şirket raporlarında yer alan bazı beyanlar eleştirel bir değerlendirmeyi gerektirmektedir. Batarya maliyetleri, değer kaybı, altyapı yatırım gereksinimleri ve dolaylı ekonomik etkiler gibi faktörler, EV'lerin uzun vadeli finansal ve ekonomik sürdürülebilirliğini etkileyebilecek önemli unsurlardır. Bu makalede sunulan analiz, EV üreticilerinin ve ilgili paydaşların sürdürülebilirlik raporlarında daha şeffaf, tutarlı ve kanıta dayalı bilgiler sunmaları gerektiğini vurgulamaktadır. İddiaların desteklenmesi için ilgili literatüre atıfta bulunulması, argümanların mantıksal bir çerçeve içinde sunulması ve çeşitli kaynaklardan yararlanılması, raporların güvenilirliğini ve paydaşların doğru bilgilendirilmesini sağlayacaktır. Gelecekteki araştırmalar, EV'lerin finansal ve ekonomik sürdürülebilirlik performansının daha kapsamlı ve uzun vadeli analizlerine odaklanarak, bu alandaki bilgi boşluğunu doldurmaya katkıda bulunabilir. Bu çalışmada, elektrikli araçların sürdürülebilirlik iddiaları eleştirel bir perspektifle ve objektif ele alınarak  değerlendirildi. Ortaya konan kanıtlar, EA teknolojisinin karbon emisyonlarını azaltma potansiyeli taşısa da, bu avantajların kolayca sağlamadığını göstermektedir. Araç üretimi, batarya hammaddeleri, şarj altyapısı gibi faktörler hesaba katıldığında toplam çevresel ayakizinde önemli maliyetler ortaya çıkmaktadır. Dahası, şirketlerin ve politikaların verdikleri “yeşil vaadlerin” güvenilirliği de tartışmalıdır. Örneğin, bazı üreticilerin sübvansiyon hilesi yapması ve tüketicilere teknik veriyi çarpıtıcı biçimde sunması​researchgate.net​caixinglobal.com, sektörün bütününü kuşku altına almıştır. Tesla gibi firmalarda görülen kilometre manipülasyonu ve batarya garanti ihlalleri örnekleri, EA’lerin arka planında finansal ve hukuki risklerin de dolaştığını göstermektedir​businessinsider.com​eenews.net. Özetle, EA pazarı günümüzde hâlâ ağır kamusal desteklere dayanmakta ve sağlayıcılar kısa vadeli kârı maksimize etmek için çeşitli yollar arayabilmektedir. Diğer yandan, makro düzeyde neoliberal ekonomik yapılar iklim hedeflerinin gerçekleşmesini zorlaştırmaktadır. Paylaşılan atmosfer gibi küresel bir ortak kaynağı piyasa mekanizmalarına bırakan politikalar, kolektif koordinasyonu engelleyerek “havuz problemi”ni derinleştirmektedir​theguardian.com. Bu durum, iklim kriziyle mücadelede yalnızca teknolojik çözümlerin yeterli olmayacağını göstermektedir. Criticial teorisyenlerin işaret ettiği gibi, neoliberal ideoloji bireysel tüketimi teşvik edip devletin regülasyon yetkisini geri çekerken, toplu hareket imkânlarını kısıtlamaktadır​rooseveltinstitute.org​theguardian.com. Dolayısıyla EA’ler de içinde bulunulan ekonomik sistemden ayrı değerlendirilmemeli; uzun vadeli etkin iklim politikaları, piyasa ötesi toplumsal değişim ve kamusal yatırımlar gerektirmektedir. Elektrikli araçlar tek başına iklim hedeflerine ulaşmak için yeterli bir çözüm değildir. Gerçekleştirilecek karbon tasarrufu ve hava kalitesi iyileşmesi önemli olmakla birlikte, bu potansiyelin tamamen açığa çıkması için üretimden altyapıya kadar pek çok alanda reformlar ve şeffaflık şarttır. Eleştirel bir bakışla görüyoruz ki, EA teknolojisini “yeşil kurtuluş” olarak pazarlayan söylemler mevcut iktisadi güç ilişkileri içinde önemli sınırlamalara takılmaktadır. Toplumsal dayanışma, eşitlikçi erişim mekanizmaları ve devlet gücünün etkin kullanımı olmadan, hem EA piyasasının finansal sürdürülebilirliği hem de küresel iklim hedeflerine ulaşma ihtimali tehlikeye girecektir. Gelecekte, daha bütüncül ve adil bir iklim stratejisi geliştirmek için yalnızca yeni teknolojilere değil, aynı zamanda neoliberal çerçevenin ötesine geçen politikaların benimsenmesine fazlasıyla ihtiyaç var. kaynakça Avrupa Parlamentosu. (2022). Critical raw materials for the EU's strategic autonomy and the transition towards a climate-neutral economy. Bauer, F., Neumann, J., & Weber, J. (2020). Life cycle assessment of electric vehicles: A review of methodological choices and key assumptions. Transportation Research Part D: Transport and Environment, 88, 102534. Bauer, J., et al. (2020). The total cost of ownership of electric vehicles compared to conventional vehicles: A global review. Renewable and Sustainable Energy Reviews, 127, 109871. Bellini, P., et al. (2020). The impact of electric vehicles on employment in the automotive industry: A case study of Germany. Transportation Research Part D: Transport and Environment, 88, 102558. Beneish, M. D. (1999). Detecting GAAP violation: The case of management fraud. Journal of Accounting Research, 37(Supplement), 27-47. BloombergNEF. (çeşitli yıllar). Electric Vehicle Outlook. BloombergNEF. (2024). Electric Vehicle Outlook 2024. Bureau of Investigative Journalism. (2021). Electric car subsidy fraud uncovered. Coffee Jr, J. C. (2006). Gatekeeper failure and reform: The challenges of fashioning relevant reforms after Enron. Business Lawyer, 61(4), 1405-1446. Dahl, R. (2010). Green washing–do you know what you’re buying? Environmental Action, 42(3), 36-39. Gnann, T., Plötz, P., Wietschel, M., & Brost, D. (2018). Macroeconomic effects of electric vehicle promotion. Transportation Research Part A: Policy and Practice, 118, 531-546. Hardin, G. (1968). The Tragedy of the Commons. Science, 162(3859), 1243–1248. https://doi.org/10.1126/science.162.3859.1243 Hawkins, T. R., Gausen, O. M., & Strømman, A. H. (2013). Environmental impacts of hybrid and electric vehicles—A review. International Journal of Life Cycle Assessment, 18(8), 1826-1843. IEA. (2023). Global EV Outlook 2023. International Energy Agency. IEA. (2024). Global EV Outlook 2024. https://www.iea.org/reports/global-ev-outlook-2024 IEA. (çeşitli yıllar). Global EV Outlook. International Energy Agency .IIRC. (2013). The International IR Framework. International Integrated Reporting Council. Laufer, W. S. (2003). Corporate bodies and guilty minds. Emory Law Journal, 52(3), 821-914. Liao, H., & Wu, M. (2024). Greenwashing and financial misreporting in the electric vehicle industry: Evidence from China. Journal of Sustainable Finance & Investment. https://doi.org/10.1080/20430795.2023.XXXXXXX Liu, Q., Zhou, L., & Zhang, M. (2023). The dark side of green marketing: The impact of greenwashing on green brand trust and purchase intentions. Journal of Business Research, 151, 233–243. https://doi.org/10.1016/j.jbusres.2022.07.058 Lukacs, M. (2017). The Myth of the Green Economy. Verso Books. Mora, C., Rollins, R. L., Taladay, K., Kantar, M. B., Chock, M. K., Shimada, T., & Franklin, E. C. (2020). Quantifying the potential for misinformation on climate change. Nature Climate Change, 10(8), 723-732. Neubauer, J., & Wood, E. (2014). Cost and performance analysis of lithium-ion batteries for light-duty vehicles. Applied Energy, 123, 175-191. Nordelöf, A., Messagie, M., Tillman, A. M., Söderholm, P., & Ljunggren Söderman, M. (2014). Environmental impacts of battery production for hybrid and electric vehicles—A review. Journal of Cleaner Production, 69, 1-12. Olivetti, E. S., Ceder, G., Gaustad, G., & Fu, X. (2017). Lithium-ion battery recycling: The state of the art and future perspectives. Joule, 1(2), 229-243. Paul, M., & Fremstad, A. (2019). The Green New Deal: A bold, transformative plan for economic justice. Roosevelt Institute. https://rooseveltinstitute.org/publications/green-new-deal-economic-justice/ Reuters. (2016). China fines companies for new-energy vehicle subsidy fraud. Reuters News. https://www.reuters.com/article/china-ev-subsidies-idUSL3N1BW2OM Romare, M., & Dahllöf, L. (2017). The environmental impact of conventional and electric vehicles—A brief review. Journal of Cleaner Production, 169, 196-203. Samawi, G., Ahmad, S., & Irfan, M. (2025). Barriers and drivers for electric vehicle adoption: A systematic review. Transportation Research Part D: Transport and Environment, 123, 103640. https://doi.org/10.1016/j.trd.2023.103640 Sierzchula, W., et al. (2012). The influence of financial incentives and other factors on the adoption of electric vehicles in Europe: A meta-analysis. Energy Policy, 46, 183-194. Sovacool, B. K., Ali, S. H., Goonetilleke, N., & Haq, I. U. (2020). Sustainable minerals and metals for a low-carbon future. Science, 367(6476), 386-389. Sovacool, B. K., Noel, L., Hook, G., & Jürgens, I. (2018). The geopolitics of renewable energy transitions. Energy Policy, 123, 1-15.Tesla Inc. (2024). Annual Report 10-K 2023. https://ir.tesla.com Timilsina, R. R., et al. (2017). Urbanization, capitalism, and the tragedy of the commons: An experimental study from Nepal. Ecological Economics, 138, 136–145. https://doi.org/10.1016/j.ecolecon.2017.03.015 Trung, T. T., et al. (2019). A review of battery swapping for electric vehicles: Technology, standards, and business models. Journal of Power Sources, 412, 240-256. Zaman, M. S., et al. (2023). Socio-economic impacts of electric vehicle adoption: A systematic review. Environmental Science and Pollution Research, 30(15), 43565-43588. 

Sismik Sessizlik: Türkiye‘de Şirket Kapitalizmi Gölgesinde Deprem Gerçeği...

İlk Söz: "Faydan uzak olunca etkisini az hissederim". Faydan uzaklıktan daha önemli olan fayın yarattığı enerjinin sizin bulunduğunuz zeminde yarattığı ivmedir diğer bir deyişle, bir depremin etkisini ne kadar uzakta olduğumuzdan ziyade, o fay hattının kırılmasıyla ortaya çıkan enerjinin bizim bulunduğumuz zeminde oluşturduğu sarsıntının (ivmenin) daha belirleyici olduğu gerçeğidir. İstanbul depremi konuşuluyor evet ama asıl görmezden gelinen/gelinmek istenen: Türkiye'nin dört bir yanındaki yapısal sorunlar ve şirket kapitalizminin yarattığı devasa riskler! kafanızı çevirdiğinizde hemen gözünüze çarpan bu dalgalanmaların tamamı, -eskisini yıkıp yerine yenisinin yapıldığı bir binayı gözünüzün önünde canlandırın- aynı tezgâhta imal edilmiş bir taşıyıcı kolon sisteminin türevleri. Kenarda yıkılan binanın cürufu, beride kat kat yükselen yeni binanın henüz duvarları bile örülmemiş odaları duruyor.Asıl büyük deprem, rant uğruna görmezden gelinen bu ihmallerin sonucu olacak!... Özet Bu çalışma, Türkiye’deki deprem riskinin şirket kapitalizmi bağlamında nasıl araçsallaştırıldığını, inşaat temelli büyüme modelinin kırılgan kentleşme yapıları üzerindeki etkisini ve kamusal sorumluluğun özel sektör lehine nasıl eritildiğini ele almaktadır. 1999 Gölcük depreminin ardından kurumsal refleksler yeniden yapılandırılmış; ancak bu yapı, neoliberal ekonomi politiğin gölgesinde daha da sarsılmıştır. Makale, kentleşmenin, afet yönetiminin ve sermaye birikim stratejilerinin nasıl iç içe geçtiğini göstermeyi amaçlamaktadır. Ayrıca bu çalışma şirket kapitalizminin deprem hazırlık ve müdahale süreçlerindeki etkileri, sismik sessizlik olgusu üzerinden analiz edilmektedir. Çalışma da ayrıca zaman zaman gündeme gelen hassas bir konu olan "Çok büyük deprem olacak" korkusu yaratarak rant elde etme çabası özellikle İstanbul gibi büyük ve riskli bir metropol özelinde ele alınarak bu tür söylemlerin hem toplumsal psikoloji hem de ekonomik çıkarlar açısından da dikkat çekilmektedir. Çalışma kâr odaklı yaklaşımların risk yönetimi, yapı denetimi ve kentsel dönüşüm gibi kritik alanlarda yarattığı sorunlara odaklanmakta ve daha dirençli bir toplum için alternatif politikalar önermektedir. Anahtar Kelimeler: Deprem, şirket kapitalizmi, sismik sessizlik, risk yönetimi, yapı denetimi, kentsel dönüşüm, Türkiye. Giriş Türkiye, Alp-Himalaya deprem kuşağı üzerinde konumlanması nedeniyle, geçmişten günümüze yıkıcı depremlerle sıklıkla yüzleşmiş bir ülkedir. Bilimsel bir veri olmanın ötesinde, bu acı gerçek toplumsal bilinçte ve kamu politikalarında yeterince içselleştirilememektedir. Deprem riski retorik düzeyde kabul görse de, ekonomik kalkınma öncelikleri ve kısa vadeli çıkarlar, yapılaşma süreçlerinde gereken hassasiyetin gösterilmesini sıklıkla engellemektedir. Bu jeolojik zorunluluk, deprem risk yönetimi ve güvenli yapılaşmayı ulusal kalkınma stratejilerinin ve kamu politikalarının en öncelikli konuları arasına yerleştirmeyi gerektirmektedir. Ancak, son yıllarda Türkiye ekonomisinin itici güçleri olan turizm, inşaat ve tekstil (TİT) sektörlerindeki hızlı büyüme, özellikle yapılaşma alanında potansiyel riskleri ve denetim mekanizmalarındaki olası yapısal sorunları beraberinde getirebilmektedir. Bu durum, ekonomik kalkınma hedefleri ile yaşam hakkının korunması arasındaki hassas dengeyi daha da kritik bir noktaya taşımaktadır. Bu çalışma, doğal bir olayın sosyo-ekonomik ve politik faktörlerin etkisiyle nasıl büyük bir afete dönüştüğünü anlamayı amaçlamaktadır. Şirket kapitalizminin rekabetçi ve kâr odaklı yapısının, inşaat sektöründe maliyet düşürme ve hızlı üretim kaygılarıyla yapı kalitesinden ödün verilmesine yol açıp açmadığı, denetim mekanizmalarının etkinliğini zayıflatıp zayıflatmadığı ve rant odaklı uygulamaların yaygınlaşıp yaygınlaşmadığı gibi sorular, bu çalışmanın temel araştırma eksenini oluşturmaktadır. Her deprem sonrasında yaşanan can kayıpları ve ekonomik yıkımın, bazı kesimler için adeta bir "iş modeli"ne dönüşmesi ve yeniden inşa süreçlerinde yeni rant alanlarının yaratılması olasılığı, etik ve toplumsal açıdan derin kaygılar uyandırmaktadır. Türkiye'deki TİT sektörlerinin ekonomik büyüme potansiyeli ile deprem güvenliği arasındaki olası çatışma alanları ve bu çatışmaların yapılaşma süreçlerindeki yansımaları detaylı bir şekilde analiz edilecektir. Çalışmada, mevcut yasal düzenlemeler, denetim mekanizmaları, sektördeki aktörlerin rolleri ve sorumlulukları, ekonomik teşviklerin ve politikaların deprem güvenliği üzerindeki etkileri gibi çeşitli faktörler ele alınacaktır. Ayrıca, uluslararası iyi uygulama örnekleri ve bilimsel araştırmalar ışığında, Türkiye'deki mevcut durumu iyileştirmeye yönelik somut politika önerileri sunulması hedeflenmektedir. Nihai amaç, ekonomik kalkınma hedefleriyle deprem güvenliği önceliklerinin bir arada yürütülebileceği sürdürülebilir bir yapılaşma modelinin oluşturulmasına katkıda bulunmaktır. Türkiye ekonomisinin temel taşlarından olan turizm, inşaat ve tekstil (TİT) sektörleri, ülkenin kalkınma sürecinde yadsınamaz bir öneme sahiptir. Bu sektörlerin ekonomik büyüme, istihdam, döviz girdisi ve bölgesel kalkınmaya olan katkıları tartışılmazdır. Ancak, bu sektörlerin potansiyelinin tam olarak gerçekleştirilebilmesi ve uzun vadeli sürdürülebilirliğin sağlanabilmesi için bazı kritik adımların atılması gerekmektedir. Bu bağlamda, Türkiye özelinde şirket kapitalizminin yükselişi ve bunun inşaat sektörü üzerindeki etkileşimi derinlemesine incelenerek, deprem güvenliği açısından ortaya çıkan sorunlar ve riskler analiz edilmektedir. Yaygın bir kabul gören "deprem öldürmez, bina öldürür" önermesi, bu çalışmanın temel epistemolojik çerçevesini oluşturmaktadır. Bu doğrultuda, yapı üretim süreçlerinde yer alan aktörlerin sorumlulukları, uygulanan denetim mekanizmalarının etkinliği ve olası ihmallerin nedenleri çok boyutlu bir yaklaşımla ele alınacaktır. Kimlerin yeni yapıları inşa ettiği, bu yapıların hangi standartlara göre ve kimler tarafından denetlendiği ve en önemlisi, olası yapısal eksikliklere veya mevzuata aykırılıklara kimlerin göz yumduğu soruları, Türkiye'deki deprem gerçeğini anlamak ve çözüm önerileri geliştirmek açısından merkezi bir öneme sahiptir. “Deprem öldürmez, bina öldürür.” Peki, bu binaları kim inşa ediyor? İnşa sürecini kimler denetliyor? Mevzuata aykırılıklara kimler göz yumuyor? Türkiye bir deprem ülkesidir; bu gerçek, ilkokul sıralarında öğretilen bir slogan olmaktan öteye geçememiştir. Zira sorun artık yalnızca bir doğa olayı değildir; asıl mesele, bu doğa olayını afete dönüştüren ekonomi politiğin ta kendisidir. Şirket kapitalizminin gölgesinde, her yıkım bir "iş modeli"ne, her can kaybı bir kâr hanesine yazılmaktadır. 1. Neoliberal Dönüşüm ve İnşaatla Büyüme Modeli Türkiye'nin deprem kuşağında yer alması ve geçmişte yaşanan yıkıcı sismik olaylar göz önüne alındığında, "sismik sessizlik" olarak kavramsallaştırılan mevcut risk yönetimi açmazının aşılması ve toplumsal direncin artırılması imperatif bir gereklilik olarak ortaya çıkmaktadır. Bu bağlamda, şirket kapitalizminin kâr maksimizasyonu odaklı dinamiklerinin yapısal etkilerini minimize edecek ve kamu yararını önceleyecek alternatif politika stratejilerinin geliştirilmesi ve uygulanması elzemdir. 1. 1.Şeffaf ve Hesap Verebilir Yönetişim Mekanizmaları: Sismik risk yönetimi ve deprem sonrası müdahale süreçlerinin etkinliği, kamu yönetiminin şeffaflığı ve hesap verebilirliği ile doğrudan ilişkilidir. Bu çerçevede, depremle ilgili politika formülasyonu, uygulama süreçleri ve kaynak tahsisi gibi tüm aşamaların kamu denetimine açık olması ve karar alıcıların eylemlerinden sorumlu tutulabilirliği sağlanmalıdır. Kamuoyunun zamanında ve doğru bilgilendirilmesi, sivil toplum örgütlerinin katılımının teşvik edilmesi ve çok paydaşlı yönetişim modellerinin benimsenmesi, güven tesis etmenin ve politika süreçlerinin meşruiyetini artırmanın temel unsurlarıdır. 1.2. Güçlendirilmiş ve Bağımsız Yapı Denetim Sistemi: Yapı güvenliğinin teminatı olan yapı denetim mekanizmalarının etkinliği, sismik riskin azaltılmasında kritik bir role sahiptir. Bu doğrultuda, yapı denetim firmalarının kamusal otorite tarafından düzenlenmesi ve finansal bağımsızlıklarının güvence altına alınması gerekmektedir. Denetim süreçlerinde şeffaflığın artırılması, uluslararası standartlara uyumun sağlanması ve niteliksiz uygulamalara karşı caydırıcı ve sistematik yaptırımların uygulanması zorunludur. Ayrıca, denetim süreçlerinin teknolojik altyapısının güçlendirilmesi ve sürekli mesleki gelişim programlarının hayata geçirilmesi, denetim kalitesinin artırılması açısından önem arz etmektedir. 1.3. Kamu Yararını Önceleyen Kentsel Dönüşüm Paradigmaları: Kentsel dönüşüm projeleri, mevcut yapı stokunun sismik risklere karşı güçlendirilmesi ve yaşanabilir kentlerin oluşturulması için önemli bir araç olarak değerlendirilmelidir. Ancak, bu süreçlerin rant odaklı yaklaşımlardan arındırılması, yerel halkın aktif katılımının sağlanması ve mevcut sosyal ve kültürel dokunun korunması temel ilkeler olmalıdır. Kamu arazileri ve kaynakları, spekülatif amaçlarla değil, öncelikle düşük gelirli grupların ve risk altındaki bölgelerin güvenli ve uygun maliyetli konut ihtiyaçlarının karşılanmasına yönelik olarak kullanılmalıdır. Bu bağlamda, katılımcı planlama süreçlerinin ve sosyal etki değerlendirmelerinin kentsel dönüşüm projelerinin ayrılmaz bir parçası haline getirilmesi gerekmektedir. 4. Etkin Sismik Risk Yönetimi ve Afet Müdahale Kapasitesinin Geliştirilmesi: Deprem risk yönetimi, sadece yapısal önlemleri değil, aynı zamanda olası bir depremin etkilerini en aza indirecek kapsamlı bir stratejiyi içermelidir. Bu strateji, bilimsel verilere dayalı risk haritalaması, erken uyarı sistemlerinin kurulması, toplumun deprem bilincinin artırılmasına yönelik eğitim ve farkındalık çalışmaları ile etkin bir afet müdahale planını kapsamalıdır. Afet müdahale süreçlerinde merkezi ve yerel yönetimler arasındaki koordinasyonun güçlendirilmesi, yeterli finansal kaynak ayrılması ve gönüllülük esasına dayalı, yerel inisiyatifleri destekleyen bir müdahale sisteminin oluşturulması hayati öneme sahiptir. Ayrıca, psikolojik destek hizmetlerinin afet sonrası süreçlere entegre edilmesi, toplumsal iyileşme sürecini hızlandıracaktır. Bu alternatif politika önerileri, Türkiye'nin sismik risk gerçeğiyle daha etkin bir şekilde başa çıkabilmesi ve gelecekteki depremlerin yıkıcı etkilerini minimize edebilmesi için kritik öneme sahiptir. Şirket kapitalizminin kâr odaklı yaklaşımının sınırlandırılması ve kamu yararını önceleyen bir yönetim anlayışının benimsenmesi, daha dirençli ve güvenli bir toplum inşa etmenin temelini oluşturacaktır. 2. Deprem ve Rantsal Yeniden Yapılanma: Yıkımdan Sermaye Üretmek Şirket kapitalizmi, temelinde ekonomik büyüme ve hissedar değeri maksimizasyonunu önceleyen bir sistem olarak, Türkiye'deki neoliberal dönüşümün ivme kazandığı son yıllarda kamu politikalarının şekillenmesinde belirleyici bir rol oynamaktadır. Deprem gibi hayati bir konuda dahi bu ekonomik modelin öncelikleri, politika ve uygulamaları derinden etkileyerek yapısal kırılganlıkları artırmakta ve afet sonrası süreçleri karmaşıklaştırmaktadır. Aşağıdaki alt başlıklar altında bu etkinin farklı boyutları detaylandırılacaktır. 2.1. Yapı Denetim Sürecinde Bağımsızlık Sorunu ve Kalite Açığı Yapı denetimi sistemi, teorik olarak binaların depreme karşı güvenli bir şekilde inşa edilmesinin güvencesi olması gerekirken, Türkiye özelinde şirket kapitalizminin yarattığı rekabetçi ve kâr odaklı ortamda ciddi yapısal sorunlarla karşı karşıyadır. 1999 Gölcük depremi sonrası hayata geçirilen yapı denetimi reformları, pratikte denetim firmalarının müteahhitlerle kurduğu ticari ilişkiler nedeniyle bağımsızlığını yitirmesine engel olamamıştır. Denetim firmalarının varlıklarını sürdürebilmeleri ve kâr elde edebilmeleri, büyük ölçüde müteahhitlerin tercihlerine bağlı hale gelmiştir. Bu bağımlılık durumu, denetim süreçlerinde nesnelliğin ve titizliğin azalmasına, maliyetleri düşürme ve inşaat süreçlerini hızlandırma baskısı altında standart dışı malzeme ve uygulamalara göz yumulmasına neden olabilmektedir (Ersoy, 2010). Rekabetin yoğun olduğu inşaat sektöründe, denetim firmaları müteahhitlerden iş alabilmek için adeta bir yarış içine girmekte, bu durum da denetim ücretlerinin düşmesine ve dolayısıyla denetim kalitesinin olumsuz etkilenmesine yol açmaktadır. Kâr maksimizasyonu odaklı bu sistemde, denetim firmaları için maliyetleri minimize etmek ve süreci hızlandırmak öncelikli hale gelebilmekte, bu da detaylı incelemelerin ve potansiyel risklerin göz ardı edilmesine zemin hazırlayabilmektedir. 2011 Van ve 2020 Elazığ depremlerinde ortaya çıkan yıkımlar, etkin bir denetim mekanizmasının varlığına rağmen, uygulamadaki zafiyetleri ve bağımsızlık sorunlarını açıkça göstermiştir. Bu depremler, denetim raporlarındaki olası eksiklikleri ve yetersizlikleri, sonuçları itibarıyla trajik bir şekilde ortaya koymuştur. 2023 Kahramanmaraş merkezli depremler ise, yıllardır süregelen bu yapısal sorunların en acı sonuçlarını gözler önüne sermiş, denetim sistemindeki çürümüşlüğün binlerce insanın hayatına mal olan bir felakete dönüşmesinde önemli bir rol oynamıştır. 2.2. Kentsel Dönüşümün Rant Odaklı Uygulamaları ve Sosyal Sonuçları Kentsel dönüşüm projeleri, teoride riskli yapı stokunu yenileyerek depreme dayanıklı yaşam alanları oluşturmayı amaçlasa da, şirket kapitalizminin egemen olduğu bir ortamda sıklıkla rant elde etme ve yatırım fırsatları yaratma aracı olarak ön plana çıkmaktadır. Özellikle merkezi ve değerli bölgelerdeki kentsel dönüşüm projelerinde, ekonomik kaygılar sosyal ve çevresel faktörlerin önüne geçebilmektedir (Harvey, 2003). Yerel yönetimlerin ve merkezi hükümetin bu projeleri desteklemesindeki temel motivasyonlardan biri, ekonomik canlanma ve yeni yatırım alanları yaratmaktır. Ancak bu durum, mevcut toplumsal dokunun zarar görmesine, düşük gelirli kesimlerin yerlerinden edilmesine ve eşitsizliklerin derinleşmesine yol açabilmektedir. Kentsel dönüşüm süreçlerinde, proje geliştiricilerinin ve müteahhitlerin kâr maksimizasyonu odaklı yaklaşımları, daha yoğun yapılaşmaya, yeşil alanların azalmasına ve altyapı sorunlarının göz ardı edilmesine neden olabilmektedir. Yerel halkın katılımının yetersiz olduğu, şeffaflıktan uzak ve tepeden inme uygulamalar, mülkiyet haklarının ihlali ve sosyal adaletsizlik gibi sorunları beraberinde getirebilmektedir. Riskli yapıların dönüştürülmesi gerekliliği tartışılmaz olmakla birlikte, bu sürecin şirket kapitalizminin dar çıkarları doğrultusunda yürütülmesi, deprem güvenliğini sağlama amacının gölgede kalmasına ve yeni risk alanlarının yaratılmasına neden olabilmektedir. Örneğin, zemin etüdleri yeterince yapılmadan, yoğun ve yüksek katlı binaların inşa edilmesi, uzun vadede deprem riskini azaltmak yerine artırabilmektedir. 2.3. Risk Yönetimi ve Afet Müdahalesinde Kamu Kapasitesinin Zayıflaması ve Ticarileşme Eğilimleri Etkin bir deprem risk yönetimi ve afet müdahale sistemi, güçlü bir kamu kapasitesi, yeterli kaynak ayırımı, bilimsel verilere dayalı uzun vadeli planlamalar ve kurumlar arası koordinasyonu gerektirmektedir. Ancak şirket kapitalizminin etkisiyle kamu kaynaklarının farklı ekonomik önceliklere yönlendirilmesi, özelleştirme politikaları sonucu zayıflayan kamu kurumları ve afet müdahale süreçlerinde kâr odaklı yaklaşımların artması, bu sistemin etkinliğini ciddi şekilde zedeleyebilmektedir (Klein, 2007). Özellikle afet sonrası müdahale ve iyileştirme süreçlerinde, özel sektörün rolünün artırılması ve kamu hizmetlerinin ticarileştirilmesi eğilimi, ihtiyaç sahibi vatandaşların mağduriyetini artırabilmekte ve eşitsizlikleri derinleştirebilmektedir. Kâr amacı güden kuruluşların önceliği, toplumsal ihtiyaçlar yerine ekonomik kazanç olduğundan, afetzedelere yönelik hizmetlerin kalitesi düşebilmekte ve maliyetler artabilmektedir. Ayrıca, risk azaltma çalışmalarına yeterli yatırım yapılmaması, kısa vadeli ekonomik çıkarların uzun vadeli güvenlik önlemlerinin önüne geçirilmesi gibi durumlar, deprem öncesi hazırlıkların yetersiz kalmasına ve dolayısıyla can kayıplarının ve ekonomik hasarın artmasına neden olabilmektedir. Şirket kapitalizminin rekabetçi ve maliyet odaklı yapısı, kamu kurumlarının uzun vadeli planlama ve koordinasyon yeteneklerini de olumsuz etkileyebilmekte, bu da bütünleşik bir risk yönetimi anlayışının hayata geçirilmesini zorlaştırmaktadır. Bu detaylı analiz, şirket kapitalizminin Türkiye'deki deprem politikaları üzerindeki çok yönlü ve derin etkilerini ortaya koymaktadır. Yapı denetimindeki bağımlılık sorunlarından, kentsel dönüşümün rant odaklı uygulamalarına ve risk yönetimi ile afet müdahalesindeki kamu kapasitesinin zayıflamasına kadar pek çok alanda, bu ekonomik modelin öncelikleri deprem güvenliği ve toplumsal refahın önüne geçebilmektedir. 2023 Kahramanmaraş depremlerinin acı sonuçları, bu yapısal sorunların ne denli hayati olduğunu ve köklü politika değişikliklerinin kaçınılmaz olduğunu bir kez daha gözler önüne sermiştir. 3. Afet Yasaları ve Mevzuatın Sermaye Lehine Kullanımı 6306 sayılı Afet Riski Altındaki Alanların Dönüştürülmesi Hakkında Kanun, afet riskini azaltmak yerine, rant odaklı kentsel projelere yasal zemin hazırlamıştır. Afet bahanesiyle yapılan projelerde mülkiyet hakkı zedelenmiş, sosyal konut yerine lüks konutlar inşa edilmiştir. Kentsel dönüşüm, sosyal adaleti değil, sermaye birikimini öncelemiştir.3 fet yasaları ve mevzuatı, deprem gibi büyük felaketlerin ardından yeniden yapılanma süreçlerinde önemli bir rol oynar. Ancak bu yasaların sermaye lehine kullanılması ve depremzedelerin haklarının göz ardı edilmesi gibi durumlar da yaşanabilir. 3.1.Mevcut Durum ve Eleştiriler: Türkiye'de afetlere yönelik çeşitli yasalar ve mevzuatlar bulunmaktadır. Bunlar arasında en önemlileri 7269 sayılı Umumi Hayata Müessir Afetler Dolayısıyla Alınacak Tedbirlerle Yapılacak Yardımlara Dair Kanun ve 6306 sayılı Afet Riski Altındaki Alanların Dönüştürülmesi Hakkında Kanun'dur. 1 Bu yasalar, afet bölgelerindeki yapıların güvenli hale getirilmesi, hasar görenlerin barınma ihtiyaçlarının karşılanması ve bölgenin yeniden imarı gibi amaçları taşır.     1. www.evrensel.net   www.evrensel.net Ancak uygulamada, bu yasaların sermaye çevrelerinin çıkarlarına hizmet ettiği ve depremzedelerin mağduriyetini artırdığı yönünde eleştiriler bulunmaktadır. Özellikle 6306 sayılı yasa, "riskli alan" ilan edilen bölgelerde özel sektörün geniş yetkilerle donatılmasına ve mülkiyet haklarının kısıtlanmasına olanak tanıdığı için tartışmalara yol açmaktadır. 3.2.Deprem Sonrası Uygulamalar ve Sermaye Lehine Kullanım İddiaları: Son büyük depremlerin ardından afet bölgelerinde yürütülen yeniden yapılanma çalışmaları, bu eleştirileri daha da alevlendirmiştir. Özellikle: 3.3.Yardım ve Desteklerin Dağıtımı: Depremzedelere yönelik sağlanan yardım ve desteklerin dağıtımında yaşanan eşitsizlikler ve gecikmeler, mağduriyetleri artırırken, sermaye sahibi kesimlerin daha hızlı ve kolay bir şekilde toparlanma imkanı bulduğu iddiaları da gündeme gelmektedir. 3.4.Acele Kamulaştırma Kararları: Deprem bölgelerinde hızlı bir şekilde konut yapımına başlanması amacıyla çıkarılan acele kamulaştırma kararları, mülkiyet sahiplerinin itiraz haklarını kısıtlayarak ve piyasa değerinin altında bedellerle arazilerinin el değiştirmesine neden olabilmektedir. Bu durum, yerel halkın mağduriyetine ve sermaye çevrelerinin lehine bir durumun ortaya çıkmasına yol açabilmektedir. 3.5.İmar Planları ve Değişiklikleri: Deprem bölgelerinde hazırlanan yeni imar planları ve yapılan değişiklikler, genellikle büyük inşaat şirketlerinin ve yatırımcıların çıkarlarını ön planda tuttuğu yönünde eleştirilmektedir. Daha yoğun yapılaşmaya izin verilmesi, yeşil alanların ve kamu arazilerinin imara açılması gibi uygulamalar, bölgenin sosyal ve çevresel dokusunu bozabileceği gibi, rant elde etme amacını da taşıyabilmektedir. 3.6.Yapı Denetimi ve Mevzuat Gevşeklikleri: Deprem sonrası süreçte, hızlı konut üretimi gerekçesiyle yapı denetimi süreçlerinde gevşemeler yaşanabileceği endişesi bulunmaktadır. Bu durum, kalitesiz ve güvensiz yapıların ortaya çıkmasına ve gelecekteki depremlerde daha büyük felaketlere yol açma riskini artırabilir. Aynı zamanda, inşaat sektöründeki bazı firmaların maliyetleri düşürme ve kar marjlarını artırma çabalarına zemin hazırlayabilir. 4. Kurumsal Sorumluluk, Kamusal Sessizlik Türkiye'de deprem gerçeği, sismik sessizliğin gölgesinde varlığını sürdürürken, afet yönetimi anlayışındaki yapısal sorunlar ve kurumsal sorumluluk eksiklikleri bu riski daha da derinleştirmektedir. Özellikle Afet ve Acil Durum Yönetimi Başkanlığı (AFAD) üzerinden şekillenen afet yönetimi pratiği, kurumsal sorumluluk ve kamusal sessizlik bağlamında ciddi eleştirilere konu olmaktadır. AFAD'ın giderek merkeziyetçi ve bürokratik bir yapıya evrilmesi, afet yönetimi alanında hayati öneme sahip olan sivil inisiyatiflerin ve yerel örgütlenmelerin etkinliğini gözle görülür biçimde azaltmıştır. Bu tek merkezli yaklaşım, afetlere hazırlık sürecinin en temel unsuru olan yerel dinamiklerin potansiyelini köreltmekte ve riskleri artırmaktadır. Merkeziyetçilik ve Bürokrasinin Yarattığı Sorunlar Çalışmamızın bu bölümünde altı çizilmesi gereken en kritik noktalardan biri, AFAD'ın afet yönetimini "merkeziyetçi ve bürokratik bir yapıya teslim etmiş" olmasıdır. Bu tespit, karar alma mekanizmalarının tek bir otoriteye yoğunlaştığı, yerel aktörlerin ve bölgeye özgü ihtiyaçların yeterince dikkate alınmadığı bir yönetim modeline işaret etmektedir. Afetler, doğası gereği anlık ve bölgesel farklılıklar gösteren olaylardır. Bu nedenle, müdahale ve hazırlık süreçlerinde esneklik, hızlı karar alma ve yerel bilgiye dayalı çözümler hayati önem taşır. Ancak bürokratik süreçlerin hakim olduğu merkeziyetçi bir yapı, bu gereklilikleri karşılamakta yetersiz kalabilir. Kararların Ankara'da alınması ve yerel birimlere talimatlarla iletilmesi, zaman kaybına, yanlış değerlendirmelere ve dolayısıyla afet anında etkin müdahalenin gecikmesine veya sekteye uğramasına neden olabilir. Ayrıca, bürokratik katılık, yerel yönetimlerin ve sivil toplum kuruluşlarının (STK) kendi kapasitelerini kullanarak hızlı ve yaratıcı çözümler üretmesinin önünde bir engel teşkil edebilir. Sivil İnisiyatiflerin ve Yerel Örgütlenmelerin Bastırılması: Bir Güven Krizi Merkeziyetçi yapının kaçınılmaz bir sonucu olarak karşımıza çıkan "sivil inisiyatifler ve yerel örgütlenmeler bastırılmıştır" iddiası, afet yönetimi açısından derin bir güvensizlik ortamına işaret etmektedir. Afetlere hazırlık ve müdahale süreçlerinde, yerel halkın ilk müdahale kapasitesi, bölgeye olan hakimiyeti ve gönüllülük esasıyla hareket eden STK'ların dinamizmi paha biçilmezdir. Yerel bilgi birikimi, kültürel hassasiyetler ve hızlı örgütlenme yetenekleri, afet yönetiminin başarısını doğrudan etkileyen unsurlardır. Bu aktörlerin merkezi bir otorite tarafından yönlendirilmeye çalışılması, onların potansiyelini tam olarak kullanmalarını engellediği gibi, motivasyonlarını da düşürebilir. Dahası, sivil inisiyatiflerin ve yerel örgütlenmelerin devre dışı bırakılması, afetzedelerin ihtiyaçlarının doğru ve zamanında tespit edilmesini zorlaştırabilir, yardımların etkin bir şekilde dağıtılmasının önüne geçebilir ve toplumsal dayanışma ruhunu zedeleyebilir. Bu durum, afet sonrası iyileşme sürecini de olumsuz etkileyerek, toplumsal travmanın derinleşmesine yol açabilir. Afetlere Hazırlığın Yerelde Başlaması Zorunluluğu "Oysa afetlere hazırlık yerelde başlar" ilkesi, modern afet yönetiminin temelini oluşturmaktadır. Afet riski taşıyan bölgelerdeki yerel yönetimlerin, sivil toplumun ve vatandaşların bilinçlendirilmesi, eğitilmesi ve hazırlık faaliyetlerine aktif katılımı, afetlerin olası yıkıcı etkilerini en aza indirmenin yegane yoludur. Yerel risk analizlerinin yapılması, erken uyarı sistemlerinin kurulması, tahliye planlarının hazırlanması, ilk yardım eğitimlerinin verilmesi ve gönüllü ekiplerin oluşturulması gibi hayati öneme sahip çalışmalar, ancak yerel inisiyatifler ve katılımcı bir yaklaşımla hayata geçirilebilir. Merkeziyetçi bir anlayış, bu yerel dinamikleri görmezden gelerek veya kontrol altına almaya çalışarak, hazırlık süreçlerinin yüzeysel kalmasına ve dolayısıyla toplumun afete karşı kırılganlığının artmasına neden olur. Yerel halkın ve STK'ların süreçlere aktif katılımı, aynı zamanda hesap verebilirlik ve şeffaflık ilkelerinin de hayata geçirilmesini sağlayarak, afet yönetiminin kalitesini artıracaktır. Şirket Kapitalizminin Gölgesinde Afet Yönetimi: Dayanışma Yerine Teslimiyet Çalışmamızın en kritik ve tartışmaya açık boyutlarından birini, "şirket kapitalizminin mantığı" üzerinden yapılan afet yönetimi eleştirisi oluşturmaktadır. İddiaya göre, şirket kapitalizminin temel dürtüleri olan rekabet, kar maksimizasyonu ve bireysel çıkar önceliği, toplumsal dayanışma ve kolektif hazırlık kültürünü aşındırmaktadır. Bu ekonomik sistemin yarattığı bireyselleşme ve tüketim odaklı yaşam tarzı, afetlere karşı ortak bir bilinç ve sorumluluk geliştirilmesinin önünde bir engel teşkil edebilir. Bunun yerine, şirket kapitalizmi "teslimiyeti" (bireylerin ve toplumun kendi kendine yetme becerisinin zayıflaması, devlete ve merkezi kurumlara aşırı bağımlılık) ve "müdahaleyi" (afet sonrası ortaya çıkan ekonomik fırsatlar üzerinden rant elde etme potansiyeli) kutsamaktadır. Bu perspektif, afetlerin sadece insani trajedilere yol açmakla kalmayıp, aynı zamanda bazı sektörler için önemli ekonomik fırsatlar yarattığı gerçeğine dikkat çekmektedir. Afet sonrası yeniden inşa faaliyetleri, lojistik ve tedarik zincirleri, sigortacılık sektörü gibi alanlarda şirketlerin rolü ve karlılığı artabilir. Metinde öne sürülen iddiaya göre, bu durum, afetlere yönelik proaktif hazırlık yatırımları yerine, reaktif müdahale odaklı bir yaklaşımın benimsenmesine neden olabilir. Zira afet olduktan sonra ortaya çıkan "kriz yönetimi" söylemi, şirketler için yeni pazar alanları ve kar elde etme imkanları sunabilir. Bu durum, afetlerin önlenmesi veya etkilerinin azaltılması yönündeki uzun vadeli ve kolektif çabaların ihmal edilmesine ve kaynakların daha çok kriz anındaki müdahaleye yönlendirilmesine yol açabilir. Şirket kapitalizminin mantığı, afet yönetimini bir kamu hizmeti ve toplumsal sorumluluk alanı olmaktan çıkarıp, ekonomik bir fırsat alanına dönüştürme riski taşımaktadır. Bu durum, afetlere karşı daha dirençli bir toplum inşa etme hedefiyle çelişmekte ve gelecekteki depremlerde yaşanacak kayıpların artmasına zemin hazırlamaktadır. sonuç Şirket kapitalizminin Türkiye'deki deprem politikaları üzerindeki derin etkileşimi, "sismik sessizlik" olarak tanımlayabileceğimiz tehlikeli bir durumu beslemektedir. Bu sessizlik, deprem riskinin yeterince tartışılmaması, gerekli önlemlerin ötelenmesi ve nihayetinde toplumsal güvenliğin göz ardı edilmesi anlamına gelmektedir. Bu durumun temelinde yatan nedenler açıktır: kısa vadeli ekonomik çıkarların uzun vadeli güvenlik kaygılarının önüne geçirilmesi, medya ve kamuoyunun şirket ve siyasi aktörlerin çıkarları doğrultusunda yönlendirilmesi ve bilimsel uzmanlığın karar alma süreçlerinde yeterince değerlendirilmemesidir. Sismik sessizliğin acı sonuçları ise kaçınılmazdır. Gerekli yapısal önlemlerin alınmaması, denetim mekanizmalarının yetersizliği ve riskli yapılaşmaya göz yumulması, deprem anında can kayıplarını ve ekonomik yıkımı katlanarak artırmaktadır. Dahası, deprem sonrasındaki iyileştirme ve yeniden yapılanma süreçleri de çoğu zaman kamu yararından ziyade şirketlerin kâr maksimizasyonu odaklı yaklaşımlarına teslim edilmektedir. Tam da bu noktada, Türkiye gibi aktif deprem kuşağında yer alan bir ülkede, "çok büyük deprem olacak" söylemi üzerinden yaratılan korku atmosferinin karanlık bir rant kapısı araladığına dikkat çekmek elzemdir. 23 Nisan 2025 tarihinde Silivri açıklarında yaşanan 6.2 büyüklüğündeki depremin ardından yeniden alevlenen bu korku söylemleri, kentsel dönüşüm projelerinin hızlanmasına ve bazı bölgelerde spekülatif arazi hareketliliklerine zemin hazırlamıştır. Sosyalist partilerin ve sivil toplum kuruluşlarının haklı olarak dile getirdiği gibi, bu süreçlerin halkın güvenliğini öncelemekten ziyade sermaye çevrelerine yeni rant alanları yaratma potansiyeli taşıdığı açıktır. Gayrimenkul sektöründen inşaat ve yapı denetim firmalarına kadar pek çok aktör, deprem korkusunu manipüle ederek ekonomik çıkar sağlamanın yollarını aramaktadır. Deprem bir doğa olayıdır ve bu gerçeği yadsımak mümkün değildir. Ancak bu doğa olayının bu denli yıkıcı sonuçlar doğurmasının temelinde, kâr maksimizasyonu üzerine kurulu ekonomik sistem yatmaktadır. Bu sistemde, kısa vadeli kazançlar uğruna güvenlik önlemleri ihmal edilmekte, denetim mekanizmaları göz ardı edilmekte ve riskli yapılaşmaya adeta davetiye çıkarılmaktadır. Her deprem sonrasında yükselen toplumsal öfke, maalesef kısa bir süre sonra bürokratik engeller ve siyasi manevralarla etkisizleştirilmektedir. Oysa artık "doğal afet" kavramını yeniden tanımlamamız gerekmektedir. Deprem doğal olabilir; ancak bu kadar büyük bir yıkıma yol açan, kâr hırsıyla örülmüş bu çarpık sistemdir. Bu sistem sarsılmadıkça, hiçbir bina gerçekten güvenli olmayacaktır. Türkiye'nin geleceği, yalnızca sismik haritalarda değil, aynı zamanda ekonomik tercihlerinde de gizlidir. Sismik sessizliğe karşı verilecek en etkili cevap, toplumsal bir uyanış ve bilinçli bir direniştir. Deprem riskine karşı rasyonel, bilimsel verilere dayalı ve şeffaf politikaların hayata geçirilmesi, rant odaklı değil, kamu yararını gözeten kentsel dönüşüm projelerinin uygulanması ve deprem korkusu üzerinden spekülasyon yapanlara karşı eleştirel bir duruş sergilenmesi hayati önem taşımaktadır. Unutulmamalıdır ki, binalarımızın güvenliği, yalnızca mühendislik hesaplarına değil, aynı zamanda adil ve sürdürülebilir bir ekonomik anlayışa da bağlıdır. Deprem bir gerçeklik ve depreme karşı önlem almak hayati önem taşıyor. Ancak bu önlemlerin rasyonel, bilimsel verilere dayalı ve şeffaf bir şekilde alınması gerekiyor. Korku pompalayarak ve bilgi kirliliği yaratarak yürütülen çalışmaların aksine, uzmanların ve yetkili kurumların doğru ve zamanında bilgilendirme yapması, halkın bilinçlenmesi ve doğru kararlar alması açısından kritik önem taşıyor. Deprem korkusu üzerinden rant elde etme çabalarına karşı dikkatli olmak, eleştirel bir bakış açısı geliştirmek ve güvenilir bilgi kaynaklarına itibar etmek gerekiyor. Depreme karşı alınacak önlemlerin, halkın ortak yararını gözeten, adil ve şeffaf bir şekilde hayata geçirilmesi, olası mağduriyetlerin önüne geçilmesi açısından büyük önem taşıyor.Yazının başında metafor olarak kullandığım binanın en kritik ana kolonlarını oluşturuyor... Her deprem sonrası yükselen öfke, birkaç ay içinde bürokratik suskunlukta erir. Ancak artık “doğal afet” kavramını yeniden düşünmeliyiz. Deprem doğal olabilir; ama bu kadar yıkıcı olmasını sağlayan şey, kâr maksimizasyonu için inşa edilen sistemdir. Bu sistem sarsılmadıkça, hiçbir bina güvenli değildir. Türkiye'nin geleceği, sadece sismik haritada değil; iktisadi tercihlerinde gizli.... Kaynakça Ersoy, A. (2010). Türkiye'de Yapı Denetim Sisteminin Değerlendirilmesi. İstanbul Teknik Üniversitesi Yayınları. Harvey, D. (2003). The right to the city. International Journal of Urban and Regional Research, 27(4), 939-953. Keyder, Ç. (2005). Globalization and Social Exclusion in Istanbul. IJURR, 29(1), 124–134 Klein, N. (2007). Şok Doktrini: Felaket Kapitalizminin Yükselişi. Metis Yayınları Kuyucu, T. (2014). Law, Property and Ambiguity: The Uses and Abuses of Legal Ambiguity in Remaking Istanbul. IJURR, 38(2), 609–627. Yıldırım, E., & Akın, Ö. (2017). Türkiye'de Yapı Denetim Sistemi ve Sorunlar. Yapı Teknolojileri Elektronik Dergisi, 13(1), 45–56. Harvey, D. (2005). A Brief History of Neoliberalism. Oxford University Press. Çoban, A. (2019). Afet Yönetimi ve Kamusal Sorumluluk. Toplum ve Bilim, (149), 55–72. TMMOB (2023). Kahramanmaraş Depremi Teknik Raporu. Türk Mühendis ve Mimar Odaları Birliği Yayını 7269 sayılı Umumi Hayata Müessir Afetler Dolayısıyla Alınacak Tedbirlerle Yapılacak Yardımlara Dair Kanun. 6306 sayılı Afet Riski Altındaki Alanların Dönüştürülmesi 1 Hakkında Kanun. 2 www.evrensel.net

Radikal Blog‘ da ki Denemelerimden (6) Egemenlik Kayıtsız Şartsız Milletindir!...

22 Nisan 2011, 18:07   İlk söz: Egemenlik, ulusun kendi yazgısını belirleme hakkı ve kendi kendini yönetme yetkisini ulusal istençle edinme olgusudur. Aynı zamanda laikliğin kurumsallaşmasıdır. Milli egemenlik, ulusal onurdur. Hıfzı Veldet Velidedeoğlu, “İlk Meclis” (Çağdaş Yayınları, 1990) adlı eserinde bu konuyu ayrıntılarıyla anlatır. Birlikte okuyalım: 23 Nisan 1921, TBMM’nin açılışının birinci yıldönümüdür. O gün İçel Mebusu Şevki Bey ile Manisa Mebusu Refik Şevket Bey, 23 Nisan’ın “âyâd-ı milliyeden”, yani milli bayramlardan biri olarak ilan edilmesini isteyen bir öneri sunarlar. Öneri görüşmeye açılır. Konya Mebusu Vehbi Bey itiraz eder: “Efendiler! Rica ederim, böyle bir kanuna ne ihtiyaç vardır? Nümayiş yapmakla bayram olmaz. Ulusumuz İzmir’e o mübarek bayrağımızı diktiğimiz gün, yüreğinde gerçek bir bayram yaşatır.” Tartışma büyür. Kırşehir Mebusu Yahya Galip Bey, Vehbi Bey’e şöyle seslenir: “Hoca efendi hazretleri! Bugünü gökteki melekler bile yüceltiyor, siz neden yüceltmek istemiyorsunuz?” Salon karışır. Yahya Galip, sözlerini sürdürür: “Ne vakit böyle bir milli bayram olur, memleketin sevinçli anları olur, bunun içine hemen ‘ahlâk-ı İslâmiye’ sokarlar. Her gün, her fırsattan yararlanarak temcit pilavı gibi bunu söylemekten ne çıkar, ben anlamıyorum.” Mahmut Celal Bey destek verir: “Rica ederim, bu bütün Müslümanlar için büyük bir gün değil midir?” Trabzon Mebusu Ali Şükrü Bey, doğrudan isim vermeden Mustafa Kemal’i hedef alarak şunları söyler: “Efendiler! Meclis’in kendi kendine ‘Burada toplandığım günü bayram yapıyorum, siz de bayram yapın’ demesi uygun değildir. İşi bütün ulus yaptığı hâlde bu başarı doğrudan doğruya bize mi aittir? Mesela bir ordunun başarısı bir kumandana mı ait olacaktır?” Son sözü öneri sahibi Refik Şevket Bey alır: “Koca bir tarihi canlandırma şerefini üzerine alan Meclisimiz, bugünü elbette kutsallaştıracak ve bunu torunlarına yadigâr bırakacaktır. Bugünü ‘âyâd-ı milliye’den sayan teklifimin oybirliğiyle kabulünü rica ediyorum.” Tunalı Hilmi Bey, “Milli bayram” diyerek öneriyi Türkçeleştirir. Teklif kabul edilir ve 23 Nisan resmi tatil olarak ilan edilir. O oturum, kabul edilen yasa gereği kapanır. O günden beri —iki yıl dışında— 23 Nisan, Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı’dır. Peki neden iki yıl eksik? Bu sorunun cevabı ilgili yazımda: https://goo.gl/Ku4LrR Meclis’in ilk açıldığı gün olan 23 Nisan 1920’den 1 Ocak 1929’a kadar geçen sürede, üç Meclis dönemi yaşanır. Bunlar Cumhuriyet tarihinin en ilginç ve önemli meclisleridir: Birinci Meclis “Milli Mücadele Meclisi”, İkinci ve Üçüncü Meclisler ise “Siyasal ve Toplumsal Devrim Meclisleri”dir. Büyük Önder, halkıyla bütünleşerek Cumhuriyet’i özgür ve egemen yaşam iradesiyle bayraklaştırmıştır. Amasya Genelgesi’nden sonra Erzurum ve Sivas Kongreleri; bu kongrelerde alınan kararlar… Ulusça kazanılan Kurtuluş Savaşı’nın, ulusun temsilcilerine devredilmesi… “TBMM Orduları” ifadesinin kullanılması… Demokrasiye çağdaş bir açılım getirilmesiyle azınlığın da temsil edilmesi ve geleceğin temeli olarak bu sistemin yaşama geçirilmesi. Bu arada unutulmamalı: 'Tek Millet' olan Türk Milleti, bir etnik aidiyet değil, siyasi kimliğimizdir. Türk Milletine mensup her fert, etnik kimliği, dini, mezhebi ne olursa olsun 'Türk Vatandaşı'dır. 'Tek Bayrak', Türk Bayrağı’dır. 'Tek Vatan', Türk Milletinin yaşadığı coğrafya olan Türkiye'dir. 'Tek Devlet', Türkiye Cumhuriyeti Devleti’dir. TBMM; ulusal yürüyüşün, ulus bilincinin ve kendi kendini yönetme iradesinin insan hakları ve özgürlüklere dayanan, ahlak ve sorumlulukla sınırlı hukuksal biçimlenmesidir. Egemenlik, kolektif iradenin çağdaş bilim ve akılcılıkla geliştirilmesinin tarihsel sürecidir. Bu, insan hakları ve özgürlüklere dayanan, saygın bir kavramdır. Kamu hukukunda birçok kurumun kaynağı ve Cumhuriyet’i geçerli kılacak ülküdür. Karar verme, yönetme-yürütme ve yargılama hakkının; yani iktidarın Millete verilmesi… Yargı yetkisinin de millet adına bağımsız mahkemelere devredilmesi… Ülke topraklarının bütünlüğü ve ulusun birliği… Egemenliğin kayıtsız şartsız Türk Milleti’ne ait olması; tek millet olma bilincinin kurumsallaşması… Cumhuriyetle başlayıp demokrasiyle çağdaşlaşması… Hukuk devleti yapısının benimsenmesi… Millet bilincinin ve kendi kendini yönetme iradesinin Anayasa kurallarıyla güvenceye alınması… Egemenlik hakkı, ulusun varlık nedeni; Cumhuriyetin özgün niteliği ve devletin onurudur. Bu, 1921 Anayasası’nın 1. maddesiyle, 1924’ün 3., 1961’in 4. ve 1982 Anayasası’nın 6. maddesiyle vurgulanmıştır: 1982 Anayasası Madde 6: Egemenlik, kayıtsız şartsız Milletindir. Türk Milleti, egemenliğini, Anayasanın koyduğu esaslara göre, yetkili organları eliyle kullanır. Egemenliğin kullanılması, hiçbir surette hiçbir kişiye, zümreye veya sınıfa bırakılamaz. Hiçbir kimse veya organ kaynağını Anayasadan almayan bir devlet yetkisi kullanamaz. Madde 7: Yasama yetkisi Türk Milleti adına Türkiye Büyük Millet Meclisi’nindir. Bu yetki devredilemez. Parlamento, siyasal oluşumun ve gücün odağıdır. Egemenliğin yetkili organlar eliyle kullanılacağı belirtilmiş ve böylece güçler ayrılığı ilkesi teyit edilmiştir. Egemenliğin bir kişiye, sınıfa ya da zümreye bırakılamayacağının genetik olarak kodlanması… Ulusun devletin öğesi ve sahibi düzeyine çıkarılması… Yetkinin kurum ve kişilerde değil, doğrudan ulusun kendisinde olması… Çoğulcu, katılımcı, kurallar ve kurumlar düzeni olan demokrasi, ulusal egemenliğin ulusal irade ile belirlendiği bir yaşam biçimidir. Uygarlık çizgisinde seçkin bir yer edinişin nişanesidir. Ve bu ülkü, çocuklara armağan edilmiştir. Çünkü: 23 Nisan'da "ÇOCUĞUZ", 19 Mayıs'ta "GENCİZ", 30 Ağustos'ta "ZAFERİZ", 29 Ekim'de ise "CUMHURİYETİZ". Cumhuriyet ve demokrasi, ancak ona layık olanların ve ona sahip çıkanların hak ettiği bir yönetim biçimidir. Ulusal değerlere ve Cumhuriyet ilkelerine sahip çıkılan nice bayramlar olsun… Bayramınız kutlu olsun! Son söz: Duvarımda ve masamda her zaman resmi bulunan Büyük Önder’e; koltuğumda büyük adam gibi oturan torunlarım da, ben de minnettarız. İnşallah onların çocukları da seni saygı, sevgi ve minnetle anacaklar. Ululaştırarak değil, kalpten severek ve teşekkür ederek "Atatürk" diyecekler... Türkiye, ilelebet pâyidar kalacaktır. Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin ismini değiştirmeye hiçbir küresel güç muvaffak olamayacaktır. Büyük Önder Mustafa Kemal Atatürk’ün dediği gibi: "Ne mutlu Türküm diyene!" Sağlıcakla kalın… Yüreğinizdeki sevgi daim olsun! Yüreği Berkehan ve Bilgehan Deniz kadar temiz tüm insanların günleri hep aydınlık olsun! (*) Türk Ordusu, tarihin her safhasında Türk Milleti ile özdeşleşmiş, bu ordu-millet kavramı, Atatürk’ün "Türk Ordusu, Türk birliğinin, Türk kudret ve kabiliyetinin, Türk vatanseverliğinin çelikleşmiş bir ifadesidir" sözleriyle tarif edilmiştir.