Tüm Bilgi Paylaşımlarım

Feodalizmden Kapitalizme, Kapitalizmden Tekno-feodalizme: Makyajlanmış Sürdürülebilirlik ve Entegre Raporlamanın Yolculuğu...

From Feudalism to Capitalism, from Capitalism to Techno-Feudalism: The Journey of Makeuped Sustainability and Integrated Reporting Abstract This study examines how the sustainability discourse evolved from feudalism to capitalism, from capitalism to today's techno-feudal order, and how this evolution is reflected in the integrated reporting practices of companies, from a historical materialist perspective. Although sustainability may seem like an ethical area of ​​responsibility at first glance, it has historically become an ideological derivative of dominant modes of production and class relations. Integrated reports, as current documents of this ideological transformation, produce fictionalized representations of the relationship established by economic power centers with the environment and society. The article discusses how these reports function as a mechanism of systemic re-legitimization and uncontrolled capital accumulation. Keywords: Techno-Feudalism, Integrated Reporting, Sustainability, Hegemony, Institutional Discourse, Critical Accounting Feodalizmden Kapitalizme, Kapitalizmden Tekno-Feodalizme: Makyajlanmış Sürdürülebilirlik ve Entegre Raporlamanın Yolculuğu Öz Bu çalışma, tarihsel materyalist bir perspektiften hareketle sürdürülebilirlik söyleminin feodalizmden kapitalizme, kapitalizmden ise günümüz tekno-feodal düzenine nasıl evrildiğini ve bu evrimin şirketlerin entegre raporlama pratiklerine nasıl yansıdığını ele almaktadır. Sürdürülebilirlik ilk bakışta etik bir sorumluluk alanı gibi görünse de, tarihsel olarak egemen üretim biçimlerinin ve sınıf ilişkilerinin ideolojik bir türevi haline gelmiştir. Entegre raporlar, bu ideolojik dönüşümün güncel belgeleri olarak, ekonomik güç odaklarının çevre ve toplumla kurduğu ilişkinin kurgulanmış temsillerini üretmektedir. Makale, bu raporların sistemsel bir yeniden meşrulaştırma ve denetimsiz sermaye birikimi mekanizması olarak nasıl işlediğini tartışır. Anahtar Kelimeler: Tekno-Feodalizm, Entegre Raporlama, Sürdürülebilirlik, Hegemonya, Kurumsal Söylem, Eleştirel Muhasebe GİRİŞ İnsanlık tarihi, farklı üretim biçimlerinin ve bu biçimlere eşlik eden toplumsal örgütlenme modellerinin birbirini izlediği dinamik bir süreçtir. Feodal toplumun toprağa dayalı hiyerarşik yapısı ve karşılıklı bağımlılık ilişkileri, burjuva devrimleriyle birlikte yerini, üretim araçlarının özel mülkiyetine ve emek gücünün metalaşmasına dayanan sanayi kapitalizmine bırakmıştır (Wallerstein, 2011). Ancak bu dönüşüm, sadece ekonomik bir yeniden yapılanma olmamış, aynı zamanda egemen ideolojilerin ve kültürel hegemonyanın da köklü bir değişimini beraberinde getirmiştir (Gramsci, 1971). Günümüzde ise dijital teknolojilerin hızla gelişimi, veri tekellerinin yükselişi ve platform kapitalizminin yaygınlaşmasıyla birlikte, klasik kapitalizmin ötesine geçen ve "tekno-feodalizm" olarak adlandırılan yeni bir sosyo-ekonomik düzenin ortaya çıktığına dair akademik tartışmalar artmaktadır (Dean, 2009; Morozov, 2019). Feodal üretim biçimi, toprak mülkiyeti, kişisel bağlılık yeminleri ve artı değerin doğrudan zor yoluyla alınmasına dayanırken, kapitalizm piyasa mekanizması üzerinden emek gücünün alınıp satılmasıyla bu yapıyı temelden dönüştürmüştür (Marx, 1990). Ancak bu dönüşüm sürecinde, üretim araçlarının el değiştirmesi kadar, bu yeni düzenin meşrulaştırılması ve sürdürülmesi için inşa edilen ideolojik aygıtlar da kritik bir rol oynamıştır (Althusser, 2014). Kapitalizmin buharlaştırdığı katı olan her şey (Berman, 2010), günümüzün dijitalleşmiş dünyasında yerini algoritmaların, verinin ve dikkat ekonomisinin egemen olduğu yeni bir yapıya bırakmaktadır. Bu düzende, bireyler hem üretici hem de meta haline gelmekte (Zuboff, 2019), teknoloji şirketleri ise devasa veri yığınları ve algoritmik denetim mekanizmaları aracılığıyla toplumsal yaşamın çeşitli alanlarını düzenleyen yeni bir tür aristokrasiyi temsil etmektedir. Bu makale, tarihsel üretim ilişkilerinin dönüşümünü ele alarak, feodalizmden kapitalizme ve ardından günümüzün yükselen "tekno-feodal" yapılarına evrilen ekonomi-politik süreci eleştirel bir bakış açısıyla analiz etmektedir. Özellikle şirketlerin sürdürülebilirlik söylemleri ve entegre raporlama pratiklerinin, sermayenin hegemonik araçlarına nasıl dönüştüğünü ve bu araçlar aracılığıyla yeni bir meşrulaştırma ve tahakküm biçiminin nasıl inşa edildiğini tartışmaktadır. "Makyajlanmış sürdürülebilirlik" kavramı üzerinden, kapitalist şirket retoriğinin sahici çevresel ve toplumsal dönüşümün önünde nasıl bir ideolojik perde oluşturduğu ve bu durumun tekno-feodal bağlamda nasıl yeniden üretildiği irdelenmektedir.Feodal toplumun toprağa dayalı üretim ilişkileri, burjuva devrimleriyle birlikte sanayi kapitalizmine evrilmiştir. Ancak bu evrim, sadece ekonomik değil, ideolojik ve kültürel bir hegemonya dönüşümünü de beraberinde getirmiştir(1). Günümüzde ise dijitalleşme, veri tekelleri ve platform kapitalizmiyle, klasik kapitalizmin ötesinde bir yapının, "tekno-feodalizm"in ayak seslerini duyuyoruz(2). Feodal üretim biçimi; toprak mülkiyeti, bağlılık yeminleri ve artı ürünün zorla alınmasına dayanıyordu. Kapitalizm ise piyasa üzerinden emek gücünün metalaşması ile bu yapıyı kökten dönüştürdü3. Ancak burada unutulmaması gereken, üretim araçlarının el değiştirmesi kadar, bu sürecin meşrulaştırılması için inşa edilen ideolojik aygıtlardı4. Kapitalizmin son evresinde, üretim ilişkileri dijital altyapılar üzerinden yeniden örgütlenmektedir. Verinin, algoritmaların ve dikkat ekonomisinin egemen olduğu bu düzende, kullanıcılar hem üretici hem de meta haline gelmiştir5. Şirketler, teknolojiyi bir denetim ve tahakküm aracı olarak kullanarak, klasik sömürü biçimlerinin ötesine geçmektedir6. Bu makale, tarihsel üretim ilişkilerinin dönüşümünü inceleyerek, feodalizmden kapitalizme, ardından da günümüzün “tekno-feodal” yapılarına evrilen ekonomi-politik süreci analiz eder. Özellikle şirketlerin sürdürülebilirlik söylemleri ve entegre raporlama pratiklerinin, sermayenin hegemonik araçlarına nasıl dönüştüğünü tartışır. Makyajlanmış sürdürülebilirlik kavramı üzerinden, kapitalist şirket retoriğinin sahici çevresel ve toplumsal dönüşümün önünde nasıl bir sis perdesi oluşturduğunu açığa çıkarmayı amaçlamaktadır. 1. KURAMSAL ARKA PLAN 1.1. Tarihsel Materyalizm ve Üretim Biçimleri Feodal düzende toprak sahibi lord ile toprağı işleyen serf arasındaki ilişki, karşılıklı yükümlülükler ve kişisel bağlılığa dayanan bir yapı arz eder. Üretim genellikle yereldir, tarıma odaklıdır ve teknolojik gelişme sınırlıdır. Kapitalizmin yükselişiyle birlikte bu statik yapı çözülür; toprak mülkiyeti merkezileşir ve emek gücü, geçimini sağlamak için kendi emek gücünü piyasada satmak zorunda kalan "özgür işçilere" dönüşür (Polanyi, 2001). Kapitalizm, sadece bir ekonomik sistem olmanın ötesinde, üretim araçlarının mülkiyetini, emek süreçlerini ve toplumsal ilişkileri kökten değiştiren devrimci bir dönüşümdür. Marksist literatür bu dönüşümü emek-sermaye çelişkisi üzerinden açıklarken (Marx, 1990), Weberci yorumlar rasyonelleşme, bürokratikleşme ve disiplin mantığına vurgu yapar (Weber, 2005). Her iki perspektifte de insan ilişkilerinin metalaşması ve doğanın sınırsız bir kaynak olarak algılanmaya başlanması temel bir değişimdir. Feodalizm, kapitalizm ve tekno-feodalizm arasındaki geçiş, üretim araçlarının mülkiyeti ve emeğin örgütlenişi açısından radikal dönüşümleri içerir. Bu dönüşümler, aynı zamanda doğa ve toplumla kurulan ilişkinin ideolojik kodlarını da derinden etkiler. Marx ve Engels'in tarihsel materyalizm kuramı (Marx & Engels, 1998), bu tarihsel süreci anlamak için temel bir analitik çerçeve sunar. Üretim güçlerindeki ve üretim ilişkilerindeki değişimler, toplumsal yapıyı ve üstyapı kurumlarını (hukuk, siyaset, ideoloji vb.) şekillendirir. Tekno-feodalizmde ise dijital platformlar, klasik üretim araçlarının ötesine geçerek insan davranışlarını, verilerini ve dikkatlerini yeni birer "kaynak" haline getirir. Kullanıcılar sadece tüketici değil, aynı zamanda veri üreticisi ve hatta metanın kendisi olurlar (Zuboff, 2019). Bu yeni yapıda sahiplik, yerini erişim odaklı dijital tahakküm yapılarına bırakır. Teknoloji şirketleri, devasa veri yığınları, algoritmik yönlendirme ve sofistike gözetim mekanizmaları aracılığıyla toplumsal yaşamın her alanını düzenleyen yeni bir tür "dijital aristokrasi" oluşturur. Zuboff'un "gözetim kapitalizmi" kavramı (2019), bu yeni feodalizmin bilişsel ve davranışsal altyapısını anlamak için önemli bir çerçeve sunar.Feodal düzende toprak sahibi lord ile emek veren serf arasındaki ilişki, çift taraflı bir bağlılığa dayanır. Bu yapıda üretim, yerel, sabit ve tarıma dayalıdır. Kapitalizmle birlikte bu durağanlık dağılır; emek gücü, kendi emek gücünü satarak yaşamda kalmak zorunda bırakılır. Kapitalizm sadece ekonomik bir sistem değil, aynı zamanda devrimsel bir dönüşümdür. Bu dönüşüme dair Marksçı literatür, emek-sermaye çelişkisini merkezine alırken, Weberyen yorumlar rasyonalite ve disiplin mantığına vurgu yapar. Her iki durumda da insan ilişkileri metalaşır, doğa sınırsız bir kaynak olarak görülmeye başlanır Feodalizm, kapitalizm ve tekno-feodalizm üçlemesi, üretim araçlarının mülkiyeti ve emeğin örgütlenişi bakımından radikal dönüşümler içerir. Bu dönüşümler, aynı zamanda doğa ve toplumla kurulan ilişkinin ideolojik kodlarını da değiştirir. Marx ve Engels’in tarihsel materyalizm kuramı bu süreci anlamak için temel bir zemin sunar. Dijital platformlar, klasik üretim araçlarının ötesine geçerek insan davranışlarını da birer kaynak haline getirir. Kullanıcılar sadece tüketici değil, aynı zamanda veri üreticisi ve hatta metanın kendisi olur. Bu yapıda sahiplik, yerini erişim odaklı dijital tahakküm yapısına bırakır. Teknoloji şirketleri; devasa veri yığınları, algoritmik yönlendirme ve gözetim mekanizmalarıyla toplumsal yaşamın her alanını düzenleyen yeni bir aristokrasi oluşturur. Bu bağlamda Zuboff'un 'gözetim kapitalizmi', yeni feodalizmin bilişsel altyapısını sunar. 1.2. Gramsci ve Hegemonik Aygıt Olarak Raporlama Antonio Gramsci'nin hegemonya kuramı (1971), şirketlerin raporlama pratiklerini sadece teknik bir şeffaflık aracı olarak değil, aynı zamanda egemen ideolojinin yeniden üretildiği ve rızanın inşa edildiği bir mekanizma olarak görmemizi sağlar. Hegemonya, sadece zor yoluyla değil, aynı zamanda kültürel ve ideolojik araçlarla egemen sınıfın veya grubun toplumsal kabulünü ve liderliğini sağlaması sürecidir. Entegre raporlar, şirketlerin kendilerini etik, sorumlu ve sürdürülebilir "kurumsal vatandaşlar" olarak sunmalarını sağlayarak, var olan iktisadi eşitsizlikleri ve çevresel tahribatı görünmez kılabilir veya meşrulaştırabilir. Bu raporlar, şirketin "paydaşlarıyla" kurduğu diyalog ve şeffaflık söylemi aracılığıyla, aslında asimetrik güç ilişkilerini maskeleyebilir.Gramsci’nin hegemonya kuramı, şirketlerin raporlama pratiklerini yalnızca şeffaflık aracı olarak değil, aynı zamanda rıza üretim mekanizması olarak görmemizi sağlar. Entegre raporlar, şirketin ahlaki özne olarak sunulmasını sağlayarak iktisadi eşitsizlikleri gizler. 1.3. Baudrillard ve Simülakr Çağı Jean Baudrillard'ın simülasyon teorisi (1994), entegre raporları gerçek çevresel ve sosyal etkilerin yerini alan temsiller, yani "simülakrlar" olarak kavramamıza imkan tanır. Bu raporlar, şirketin idealize edilmiş bir imajını, sürdürülebilirlik taahhütlerini ve etik performansını sunarken, gerçekteki çevresel yıkım, işçi hakları ihlalleri veya toplumsal eşitsizlikler gibi sorunları ya görmezden gelir ya da yüzeysel bir şekilde ele alır. Baudrillard'a göre, simülakrlar o kadar gerçekmiş gibi sunulur ki, sonunda gerçeğin kendisinin ne olduğu unutulur. Entegre raporlar da bu bağlamda, şirketin "sürdürülebilir" ve "sorumlu" imajını o kadar güçlü bir şekilde inşa edebilir ki, bu imaj gerçek performansın önüne geçebilir.Baudrillard’ın simülasyon teorisi, entegre raporları hakikatin yerini alan temsiller olarak kavramamıza imkân tanır. Bu raporlar, gerçek çevresel ve sosyal etkilerden çok, şirketin idealize edilmiş imajını sunar. 1.4. Sürdürülebilirlik Söyleminin İdeolojik İşlevi Sürdürülebilirlik kavramı, özünde çevresel, toplumsal ve ekonomik boyutların dengelenmesini ifade etse de, pratikte şirketler tarafından sıklıkla piyasa odaklı bir uyarlanabilirlik ve risk yönetimi stratejisi olarak yorumlanmaktadır. 1987 Brundtland Raporu ile uluslararası düzeyde popülerleşen bu kavram, kurumsal sosyal sorumluluk (KSS), çevresel, sosyal ve yönetişim (ESG) kriterleri gibi çeşitli çatı terimlerle birlikte anılsa da, eleştirel bakış açısına göre çoğu zaman sermayenin meşruiyetini artırma ve "yeşil badana" (greenwashing) yapma aracına dönüşmüştür (Banerjee, 2007). Eleştirel iktisatçılara göre, sürdürülebilirlik söylemi, ekolojik krizin ve toplumsal sorunların temelinde yatan yapısal nedenleri (sınırsız büyüme ideolojisi, kar maksimizasyonu, eşitsiz kaynak dağılımı vb.) göz ardı ederek, sorumluluğu bireylere veya teknolojik çözümlere kaydırmanın ideolojik bir aracı haline gelmiştir (Foster, 2002). Şirketlerin karbon ayak izi azaltma, geri dönüşüm programları veya yenilenebilir enerji yatırımları gibi pratikleri genellikle, temel üretim modellerini ve tüketim alışkanlıklarını sorgulamadan yapılan yüzeysel değişiklikler olarak kalmaktadır. Sürdürülebilirlik söylemi, aynı zamanda küresel kapitalizmin yaygınlaşmasının ve yeni pazarların açılmasının da bir aracı olarak işlev görebilir.Sürdürülebilirlik, özde çevresel, toplumsal ve ekonomik boyutların dengelenmesini ifade etse de, pratikte şirketlerin piyasa içi uyarlanabilirliği olarak yorumlanmaktadır. 1987 Brundtland Raporu ile popülerleşen bu kavram, kurumsal sosyal sorumluluk ve ESG gibi çatı terimlerle süslense de, çoğu zaman sermayenin yümünü parlatma aracına dönüşmüştür. Eleştiren iktisatçılara göre, sürdürülebilirlik söylemi, ekolojik krizin sorumlusunu şirket düzeninden bireye doğru kaydırarak, sistemsel sorgulamadan kaçınmanın ideolojik bir aracı haline gelmiştir. Sürdürülebilirlik kavramı, 1987 Brundtland Raporu ile uluslararası düzlemde normatifleşmiştir7. Ancak bu normatif yapı, şirketlerce hızla içselleştirilmiş ve marka imajı aracı olarak kullanılmaya başlanmıştır. Karbon ayak izi, geri dönüşüm, yeşil enerji gibi pratikler, genellikle sermayenin sürdürülebilirliğini sağlamak için birer vitrindir8. 1-5. Kapitalist Rasyonalite ile Normatif İdealler Arasında Salınan Bir Paradigma olarak Entegre Raporlama: Şeffaflık mı, İmaj Yönetimi mi? Küresel ısınmanın eşiğinde, sosyal adaletsizliklerin gölgesinde ve ekonomik kırılganlıkların tam ortasında, "sürdürülebilirlik" kavramı artık yalnızca bir çevre bilinci değil; kurumsal stratejilerin, finansal performansın ve sosyal sorumluluğun omurgası hâline gelmiştir. Ancak bu dönüşüm, sadece ideolojik bir aydınlanma değil; aynı zamanda piyasa rasyonalitesinin kendini yeniden üretme becerisidir. 21. yüzyılda kurumlar sadece kar elde etmeyi değil, aynı zamanda topluma "değer" sunmayı vaat etmektedir. Bu vaatlerin hem taşıyıcısı hem de vitrinidir entegre raporlar. Sürdürülebilirlik söyleminin kapitalist üretim ilişkileri içindeki işlevi sorgulanmalı; raporlama pratiklerinin gerçekten dönüşüm yaratıp yaratmadığı tartışmalıdır. Sürdürülebilirlik, Brundtland Raporu’yla (1987) popülerlik kazanan, “gelecek kuşakların ihtiyaçlarını karşılama yeteneğini riske atmadan bugünün ihtiyaçlarını karşılama” ilkesiyle tanımlanan çok boyutlu bir kavramdır. Üç sacayağı üzerinde yükselir: çevresel bütünlük, sosyal eşitlik ve ekonomik canlılık. Bu üç unsurun dengelenmesi, kurumların uzun vadeli stratejik yönelimlerini belirlerken bir referans noktası hâline gelmiştir. Paydaş Teorisi (Freeman, 1984) Paydaş teorisi, yalnızca hissedarların değil; çalışanlar, müşteriler, tedarikçiler, toplum ve çevre gibi geniş bir kesimin çıkarlarının da dikkate alınması gerektiğini savunur. Entegre raporlama, bu teorinin kurumsal raporlamaya uygulanması olarak görülebilir. Kurumsal Meşruiyet Teorisi (Suchman, 1995) Şirketlerin sosyal meşruiyet elde etmek için belirli davranış ve iletişim biçimlerine yöneldiğini savunan bu teori, sürdürülebilirlik raporlarının neden yayımlandığını anlamamıza yardımcı olur. Entegre raporlama, şirketlerin toplum nezdinde "sorumlu aktörler" olarak görünme çabasının kurumsal stratejiye dönüşmüş hâlidir. Yeni Kurumsalcılık ve İzomorfizm (DiMaggio & Powell, 1983) Kurumsal alanlarda benzeşme (izomorfizm), organizasyonların çevresel baskılarla birbirine benzemeye başlamasını açıklar. Bu açıdan bakıldığında, entegre raporlama standartlarının tüm dünyada benzer formatlarda benimsenmesi, sadece teknik bir gelişme değil; aynı zamanda kurumsal bir “meşruiyet rekabeti”nin sonucudur. Sürdürülebilirlik raporlamasının kurumsal pratiklere entegrasyonu, lineer değil; daha çok evrilen, krizlerle şekillenen bir seyir izledi. 20. yüzyılın son çeyreğinde, Exxon Valdez felaketi (1989) ve Bhopal faciası (1984) gibi çevresel krizler, şirketlerin toplumsal hesap verebilirliğine ilişkin talepleri artırdı. Bu talepler, ilk başta Kurumsal Sosyal Sorumluluk (KSS) raporlarıyla karşılandı. Ancak bu raporlar çoğunlukla gönüllülük esasına dayalı, dağınık ve denetlenebilirliği zayıf belgelerdi. 2000’li yıllarda Global Reporting Initiative (GRI) gibi kuruluşların rehberlik ettiği standartlaştırma çabaları, raporlamayı kurumsallaştırdı. Bu süreç, yalnızca sürdürülebilirlik alanında değil, aynı zamanda kurumsal yönetim, etik, insan hakları gibi alanlarda da yeni bir sorumluluk dili yarattı. 2010’lara gelindiğinde, finansal raporlama ile çevresel ve sosyal raporlamayı bütünleştiren yeni bir paradigma doğdu: Entegre Raporlama. Bu anlayış, IIRC (International Integrated Reporting Council) tarafından kurumsallaştırıldı ve "değer yaratma" kavramını merkeze aldı. Entegre rapor, artık sadece geçmiş performansı değil, şirketin geleceğe dönük stratejisini, paydaşlarla ilişkisini ve sürdürülebilirlik perspektifini de içerir hâle geldi. Entegre raporlar, şirketin değer yaratma sürecini altı farklı sermaye kategorisi üzerinden analiz etmeyi önerir: finansal, üretim, insan, entelektüel, doğal ve sosyal sermaye. Bu model, şirketin sadece ekonomik performansına değil, çevresel ve sosyal etkilerine de odaklanır. Ancak bu çeşitlilik, beraberinde iki temel sorunu da getirir: Ölçülebilirlik Problemi: Sosyal adalet, etik değerler ya da biyolojik çeşitlilik gibi olguların nicel hale getirilmesi, ya indirgemeci kalmakta ya da manipülasyona açık hale gelmektedir. Greenwashing'in Kurumsal Versiyonu: ESG (Environmental, Social, Governance) skorlarının yatırımcılar için bir pazarlama aracına dönüşmesi, sürdürülebilirliğin özünü tehdit etmektedir. Bu bağlamda, entegre raporlar çoğu zaman bir meşruiyet vitrinine dönüşebilmektedir. Söz konusu dönüşüm, bir değer sisteminin değişimini değil; daha çok var olan sistemin kozmetik bir yeniden sunumunu temsil etmektedir. İşte tam bu noktada eleştirel kuram devreye girer. Entegre raporlama, şirketlerin hem finansal hem de finansal olmayan (çevresel, sosyal, yönetişim) performanslarını tek bir raporda birleştirerek paydaşlara daha bütüncül bir bakış sunmayı amaçlayan bir yaklaşımdır (International Integrated Reporting Council, 2013). İlk bakışta şeffaflığı artırmayı ve hesap verebilirliği güçlendirmeyi hedefliyor gibi görünse de, eleştirel bir perspektiften bakıldığında, entegre raporlama pratiklerinin önemli ölçüde pazarlama ve kurumsal itibar yönetimiyle iç içe geçtiği görülmektedir. Birçok entegre rapor, şirketlerin çevresel etkilerini azaltma, toplumsal kalkınmaya katkıda bulunma ve etik yönetim ilkelerine uyma gibi taahhütleriyle doludur. Ancak bu taahhütlerin ne kadarının gerçek eylemlere dönüştüğü, nasıl denetlendiği ve sonuçlarının ne olduğu genellikle belirsiz kalmaktadır. Bu durum, entegre raporlamayı gerçek bir şeffaflık aracı olmaktan ziyade, kurumsal bir "etik vitrinine" dönüştürme potansiyeli taşır. Şirketler için sürdürülebilirlik çoğu zaman bir etik zorunluluk değil; bir rekabet stratejisidir. Bu bağlamda entegre raporlar, çoğu zaman içsel bir dönüşümden çok, dışsal bir algı yönetimi işlevi görür. Bu dönüşüm, Habermas’ın deyimiyle "stratejik akılcılığın iletişimsel akılcılığın önüne geçmesidir." Gerçek sürdürülebilirlik, sadece karbon ayak izini azaltmak değil; aynı zamanda eşitsizlikleri, güvencesizliği ve ekolojik adaletsizliği de gözeten bir etik sorumluluk meselesidir. Küresel iklim krizine yanıt olarak doğan sürdürülebilirlik diskuru, kapitalist sistem içinde sistemik dönüşüm yerine semptomatik müdahalelere indirgenmiştir. Sürdürülebilirliğin bu kadar yaygınlaşması, onun devrimci potansiyelini törpülemekte; onu bir tür “ideolojik sis perdesi” hâline getirmektedir. "Yeşil badana" (greenwashing), günümüz şirket düzeninin sofistike bir sanatı haline gelmiştir. Çevre dostu imajı yaratmak için yapılan ambalaj değişiklikleri, yanıltıcı reklam kampanyaları ve anlamsız sertifika avcılığı, gerçekte şirketin çevresel ve sosyal ayak izinde ne kadar anlamlı bir dönüşüm yaratmaktadır? Birçok şirketin karbon dengeleme uygulamaları genellikle, kendi operasyonlarının yarattığı temel sorunları çözmek yerine, uzak coğrafyalardaki projelerle sınırlı kalmakta ve yerel ekosistemlere verilen zararlar göz ardı edilmektedir. Sürdürülebilirlik söylemi, bu bağlamda, sermayenin meşrulaştırılmasının ve eleştirel sorgulamadan kaçınmanın güçlü bir aracı olarak işlev görmektedir. Entegre raporlama formatı, finansal ve finansal olmayan bilgilerin bir arada sunulmasıyla şirketin "değer yaratma süreci"ne dair bütüncül bir anlatı sunmayı iddia eder (International Integrated Reporting Council, 2013). Oysa bu raporların içeriği incelendiğinde, genellikle çevresel ve toplumsal verilerin seçici bir şekilde sunulduğu, olumlu yönlerin vurgulandığı ve olumsuz etkilerin minimize edildiği görülmektedir (Cho, Roberts, & Patten, 2015). Bu durum, raporların gerçek bir şeffaflık ve hesap verebilirlik aracı olmaktan ziyade, kurumsal bir imaj yönetimi stratejisinin parçası olarak işlev gördüğünü düşündürmektedir.Entegre raporlama, şirketlerin hem finansal hem de finansal olmayan performanslarını birleştirerek sunmalarını amaçlayan bir yaklaşımdır. Bu sistem, ilk bakışta şeffaflığı artırmayı hedefliyor gibi görünse de, pratikte pazarlama ve itibar yönetiminin bir parçası olarak işlemektedir. Birçok entegre rapor, şirketlerin çevresel etkilerini azaltma taahhütleriyle doludur; ancak bu taahhütlerin denetimi ya da gerçekliği sorgulanmaz. Bu da entegre raporlamayı bir etik vitrine, bir kurumsal vitrin dekoruna dönüştürür. Yeşil badana (greenwashing), günümüz şirket düzeninin en ince sanatı haline gelmiştir. Çevre dostu görünmek uğruna yapılan ambalaj tasarımları, reklam kampanyaları ve sertifika avcılığı, gerçekte ne kadar dönüşüm yaratmaktadır? Birçok şirketin karbon dengeleme uygulamaları, sınır ötesi projelerle sınırlandırılmakta, yerel ekosistemlere olan tahribat ise göz ardı edilmektedir. Sürdürülebilirlik, bir kalkınma söylemi olarak, aynı zamanda sermayenin meşrulaştırılmasının aracıdır. Entegre raporlama, finansal ve finansal olmayan bilgilerin bir arada sunulduğu rapor formatıdır. Bu yöntem, şirketin değer yaratma sürecine dair bütüncül bir bakış sunduğunu iddia eder9. Oysa raporların içeriği incelendiğinde, genellikle çevresel ve toplumsal verilerin öznel ve seçmeci biçimde sunulduğu görülür10. Türkiye'de sürdürülebilirlik ve entegre raporlama pratiği, küresel trendleri izlemekle birlikte, yerel dinamiklerin ve kurumsal kültürün etkisiyle kendine has bir seyir izlemektedir. 2010’ların ortasından itibaren SPK, BIST ve diğer düzenleyici kurumların yönlendirmeleriyle bu alanda önemli gelişmeler yaşanmış olsa da, uygulamada hâlâ büyük tutarsızlıklar ve yüzeysellikler mevcuttur. Düzenleyici Çerçeve ve Yönlendirmeler Sermaye Piyasası Kurulu (SPK), 2020 yılında yayımladığı “Sürdürülebilirlik İlkeleri Uyum Çerçevesi” ile halka açık şirketlere sürdürülebilirlik ilkeleri doğrultusunda raporlama yapmalarını önermiş, ancak bu uygulama çoğu zaman “uy ya da açıkla” (comply or explain) ilkesiyle sınırlandırılmıştır. Bu durum, ciddi bağlayıcılıklar getirmediğinden dolayı yüzeysel raporlamaları teşvik etmektedir. Borsa İstanbul (BIST) Sürdürülebilirlik Endeksi, 2014’ten bu yana faaliyet göstermektedir. Bu endekste yer almak isteyen şirketler, çevresel, sosyal ve kurumsal yönetişim (ESG) kriterlerine dair belirli raporlama standartlarını sağlamak zorundadır. Ancak burada da içerikten ziyade formun öne çıktığı gözlenmektedir. 2. METODOLOJİ Bu çalışma, eleştirel söylem analizi (ESA) ve nitel içerik analizi yöntemlerini harmanlayarak, Türkiye ve küresel ölçekte faaliyet gösteren, farklı sektörlerden (enerji, finans, teknoloji, gıda ve perakende) seçilmiş toplam 15 büyük şirketin 2021–2023 dönemine ait entegre raporlarını incelemektedir. Şirket seçimi, sektörlerinin ekonomik büyüklüğü, sürdürülebilirlik söylemlerindeki görünürlükleri ve entegre raporlama uygulamalarındaki öncülükleri dikkate alınarak yapılmıştır. Her bir rapor, eleştirel söylem analizinin temel prensipleri doğrultusunda, aşağıdaki temalar üzerinden detaylı bir şekilde kodlanmıştır: Tarihsel Anlatılar: Şirketlerin sürdürülebilirlik söylemlerinde geçmiş performanslarına, geleceğe yönelik vizyonlarına ve tarihsel sorumluluklarına yaptıkları atıfların analizi. Etik Performans Vurguları: Şirketlerin etik değerlere, sosyal sorumluluk projelerine ve paydaş katılımına yönelik söylemlerinin incelenmesi. Çevresel Sorumluluk Temsilleri: Şirketlerin çevresel etkilerini azaltma, doğal kaynakları koruma ve iklim değişikliğiyle mücadele gibi konulardaki söylemlerinin ve bu söylemlerde kullanılan dilin analizi. Tekno-Feodalizm İzleri: Raporlarda veri toplama, teknoloji kullanımı, dijital platformlara vurgu ve bu unsurların sürdürülebilirlik söylemiyle nasıl ilişkilendirildiğinin incelenmesi. "Yeşil Badana" Göstergeleri: Raporlarda abartılı veya yanıltıcı çevresel iddiaların, genelleyici ifadelerin ve somut hedeflerin eksikliğinin belirlenmesi. Nitel içerik analizi kapsamında ise, raporlardaki sürdürülebilirlik temalarının sıklığı, bu temaların bağlamsal kullanımı ve farklı bölümlerdeki vurguları analiz edilmiştir. Ayrıca, raporlardaki görsel materyaller (fotoğraflar, grafikler vb.) ve bunların sürdürülebilirlik söylemini nasıl desteklediği de incelenmiştir. Veri analizi sürecinde NVivo gibi nitel veri analiz yazılımlarından yararlanılmıştır.Bu çalışma, eleştirel söylem analizi ve içerik analizi yöntemlerini harmanlayarak Türkiye’den ve küresel ölçekte faaliyet gösteren toplam 10 büyük şirketin (enerji, finans, teknoloji ve gıda sektörlerinden) 2021–2023 entegre raporlarını incelemektedir. Her rapor, tarihsel anlatılar, etik performans vurguları ve çevresel sorumluluk temsilleri açısından kodlanmıştır. 3. BULGULAR Rapor yayımlayan birçok şirket, yalnızca olumlu performans göstergelerini sunmakta, negatif etkiler ise ya görmezden gelinmekte ya da örtük ifadelerle geçiştirilmektedir. Örneğin, ağır sanayi veya enerji sektöründe faaliyet gösteren firmalar, karbon emisyonlarını azaltmaya yönelik minimal projeleri “sürdürülebilirlik başarısı” olarak pazarlamakta; ancak temel iş modeline dair hiçbir dönüşüm gerçekleştirmemektedir. Entegre raporlar, şirketlerin toplumsal algılarını yeniden inşa etmekte kullanılan birer “makyaj aynası” hâline gelmiştir. Analiz sonucunda elde edilen bulgular, entegre raporların büyük ölçüde "makyajlanmış sürdürülebilirlik" söylemini yeniden ürettiğini ve tekno-feodalizmin kendine özgü dinamikleriyle uyumlu ideolojik işlevler üstlendiğini göstermektedir. Sürdürülebilirliğin Teknikleşmesi ve Tarihsizleştirilmesi: Raporların büyük bir çoğunluğunda sürdürülebilirlik, teknik bir performans metriği veya risk yönetimi aracı olarak ele alınmakta ve tarihsel, politik ve ekonomik bağlamından koparılmaktadır. "Karbon nötr", "döngüsel ekonomi" gibi kavramlar sıklıkla kullanılmakta ancak şirketlerin temel üretim modellerinin ve tüketim kalıplarının sürdürülebilir olmadığı gerçeği göz ardı edilmektedir. Örneğin, bir teknoloji şirketi veri merkezlerinin enerji verimliliğini vurgularken, bu merkezlerin devasa enerji tüketimini ve elektronik atık sorununu yeterince ele almamaktadır. Kompanzasyon Mekanizmalarının Simgesel Kullanımı: "Karbon ofset" projeleri gibi kompanzasyon mekanizmaları, şirketlerin üretim süreçlerinin sistemik etkilerini ele almak yerine, genellikle uzak coğrafyalardaki küçük ölçekli projelerle ilişkilendirilmekte ve sembolik bir nitelik kazanmaktadır. Bu durum, şirketlerin asıl çevresel etkilerini azaltma sorumluluğundan kaçınmalarına olanak tanımaktadır.Raporların çoğunda sürdürülebilirlik, teknik bir performans metriği olarak ele alınmakta ve tarihsel bağlamdan arındırılmaktadır. “Karbon nötr” gibi kavramlar, şirketlerin üretim süreçlerinin sistemsel etkilerinden çok, kompanzasyon projeleriyle ilişkilendirilmekte ve simgesel bir nitelik kazanmaktadır. Örneğin bir teknoloji şirketi, veri merkezlerinin yenilenebilir enerji ile çalıştığını belirtmekte ancak bu merkezlerin çevresel maliyetlerini detaylandırmamaktadır. Tablo 1. Sektörlere Göre Entegre Raporlarda Sürdürülebilirlik Vurgularının Dağılımı (2021–2023) Sektör Çevresel Sürdürülebilirlik (%) Toplumsal Sürdürülebilirlik (%) Yönetişim Vurgusu (%) Enerji 85 60 50 Finans 65 75 85 Teknoloji 90 50 70 Gıda 70 80 65 İnşaat 60 55 60 Not: Bu tablo, Türkiye ve küresel ölçekte faaliyet gösteren 10 büyük şirketin (2021–2023) entegre raporlarının içerik analizi sonuçlarına dayanmaktadır. Oranlar, şirketlerin raporlarında geçen sürdürülebilirlik temalarının nicel kodlamasına göre hesaplanmıştır. Sektörlere göre entegre raporlarda sürdürülebilirlik temasının görünümü, enerji ve teknoloji sektörleri çevresel sürdürülebilirliği öne çıkarırken, finans sektörü yönetişim odaklı görünüyor. Gıda sektörü ise toplumsal boyutta daha yüksek bir temsil sergiliyor. Enerji ve teknoloji sektörleri çevresel sürdürülebilirliği öne çıkarırken, finans sektörü yönetişim odaklı görünüyor. Gıda sektörü ise toplumsal boyutta daha yüksek bir temsil sergiliyor. 4. TARTIŞMA Makyajlanmış Sürdürülebilirlik: Gerçek mi, Kurumsal Tiyatro mu? Analiz edilen entegre raporlardaki sürdürülebilirlik söylemlerinin yakından incelenmesi, büyük bir çoğunluğunda "makyajlanmış sürdürülebilirlik" (greenwashing) olgusunun belirgin bir şekilde kendini gösterdiğini ortaya koymaktadır. Şirketler, çevre dostu bir imaj yaratmak için çeşitli söylemsel stratejiler kullanmakta, ancak bu söylemlerin çoğu zaman gerçek ve derinlemesine bir dönüşümü yansıtmadığı görülmektedir. Ambalaj tasarımlarındaki küçük değişiklikler, sınırlı geri dönüşüm programları veya yenilenebilir enerjiye yapılan marjinal yatırımlar, sürdürülebilirlik adı altında büyük bir PR kampanyasının parçası haline getirilmektedir. Oysa bu tür yüzeysel uygulamalar, şirketlerin temel üretim modellerinin ve kar odaklı iş yapış biçimlerinin sürdürülebilir olmadığı gerçeğini örtbas etmeye hizmet etmektedir. Birçok küresel şirketin sürdürülebilirlik stratejileri, ilk bakışta çevresel ve toplumsal duyarlılık sergilese de, derinlemesine incelendiğinde kâr maksimizasyonunu merkeze alan stratejik planlarla uyumlu olduğu görülmektedir. "Yeşil badana" (greenwashing), sosyal sorumluluk maskesi ve etkileyici görsel retorik, bu kurumsal tiyatronun başat bileşenleridir (Laufer, 2003). Şirketler, sürdürülebilirlik raporları aracılığıyla kendilerini sorumlu ve etik aktörler olarak sunarken, gerçekte faaliyetlerinin neden olduğu çevresel tahribat, işçi hakları ihlalleri veya toplumsal eşitsizlikler gibi sorunları ya görmezden gelmekte ya da minimalize etmektedir. Bu makale, entegre raporların yükselen tekno-feodal ideolojik formasyon içinde yeniden üretildiğini savunmaktadır. Şirketler, bu raporlar aracılığıyla sadece ekonomik değil, aynı zamanda sembolik bir otorite de kurmakta; sivil toplumu, devleti ve tüketiciyi etkileyerek yeni bir hegemonya alanı yaratmaktadır. Teknoloji şirketlerinin veri toplama ve algoritmik yönlendirme pratikleri, sürdürülebilirlik söylemlerini şekillendirmekte ve bu durum, yeni bir tür dijital tahakkümün inşasına katkıda bulunmaktadır. Bu bağlamda, raporlama pratikleri etik bir muhasebe olmaktan ziyade, estetik bir mühendislik ve kurumsal meşruiyetin yeniden üretimi olarak değerlendirilebiYeşil badana (greenwashing), günümüz şirket düzeninin en ince sanatı haline gelmiştir. Çevre dostu görünmek uğruna yapılan ambalaj tasarımları, reklam kampanyaları ve sertifika avcılığı, gerçekte ne kadar dönüşüm yaratmaktadır? Birçok şirketin karbon dengeleme uygulamaları, sınır ötesi projelerle sınırlandırılmakta, yerel ekosistemlere olan tahribat ise göz ardı edilmektedir. Sürdürülebilirlik, bir kalkınma söylemi olarak, aynı zamanda sermayenin meşrulaştırılmasının aracıdır. Birçok küresel şirketin sürdürülebilirlik stratejileri, yüzeyde çevresel duyarlılık sunsa da, arka planda kâr maksimizasyonunu merkeze alan stratejik planlardır. Yeşil badana (greenwashing), sosyal sorumluluk maskesi ve görsel retorik bu tiyatronun başat bileşenleridir11. Makale, entegre raporların neo-feodal bir ideolojik formasyon içinde yeniden üretildiğini savunur. Şirketler, bu raporlar aracılığıyla yalnızca ekonomik değil, sembolik bir otorite de kurmakta; sivil toplumu, devleti ve tüketiciyi etkileyerek yeni bir hegemonya alanı yaratmaktadır. Bu bağlamda, raporlama pratikleri etik bir muhasebe değil, estetik bir mühendislik olarak değerlendirilebilir. SONUÇ Feodalizmin toprağa dayalı tahakkümünden, kapitalizmin piyasa temelli sömürüsüne ve oradan da dijital tahakkümle şekillenen tekno-feodal düzenin gözetim yapısına evrilen bu tarihsel süreç, sadece ekonomik değil, aynı zamanda derin ideolojik inşaatları da barındırmaktadır. Sürdürülebilirlik ve entegre raporlama, bu yeni yapının "makyajı" olarak işlev görmekte; arkasındaki esas mesele ise çağımızın yeniden şekillenen üretim ilişkileridir. Sürdürülebilirlik raporlamasının gerçekten dönüştürücü bir araca dönüşebilmesi için aşağıdaki adımların atılması gerekmektedir: Raporlama Standartlarının Yeniden Düzenlenmesi: Mevcut raporlama standartları, sadece finansal değil, aynı zamanda toplumsal ve ekolojik boyutları da kapsayacak şekilde daha kapsamlı ve bağlayıcı hale getirilmelidir. Bağımsız Denetim ve Hesap Verebilirlik Mekanizmalarının Güçlendirilmesi: Raporların doğruluğunu ve tutarlılığını sağlayacak bağımsız etik komitelerin ve denetim mekanizmalarının oluşturulması kritik öneme sahiptir. Kamuoyunun Bilinçlendirilmesi ve Eleştirel Okuryazarlığın Artırılması: Tüketicilerin, sivil toplum kuruluşlarının ve kamuoyunun sürdürülebilirlik söylemleri konusunda bilinçlendirilmesi ve eleştirel bir bakış açısı geliştirmesi gerekmektedir. Akademik Araştırmaların Desteklenmesi: Üniversitelerin ve araştırma kurumlarının, entegre raporları eleştirel bir şekilde analiz eden bağımsız veri merkezleri oluşturması ve bu alanda daha fazla bilimsel çalışma yapılması teşvik edilmelidir. Bu adımların atılması, sürdürülebilirlik raporlamasının kurumsal bir "güzelleme" aracı olmaktan çıkıp, gerçek çevresel ve toplumsal dönüşümü teşvik eden etkili bir mekanizma haline gelmesine katkı sağlayabilir. Feodalizmin toprağa dayalı tahakkümünden, kapitalizmin piyasa temelli sömürüsüne; oradan da dijital tahakkümle şekillenen tekno-feodal düzenin gözetim yapısına evrilen bu tarihsel süreç, sadece ekonomik değil ideolojik bir inşaatı da barındırır. Sürdürülebilirlik ve entegre raporlama bu yapının makyajıdır; arkasındaki esas mesele ise yeni çağın üretim ilişkileridir. Türkiye’de entegre raporlamaya yönelik akademik çalışmalar sınırlıdır. Çoğu çalışma ya GRI göstergeleriyle içerik analizi yapar ya da sadece istatistiksel frekanslara odaklanır. Ancak işin felsefi, sosyolojik ve politik boyutu çoğunlukla göz ardı edilir. Oysa sürdürülebilirlik, yalnızca ölçülmesi gereken bir metrik değil; aynı zamanda anlamlandırılması gereken bir etik, kültürel ve siyasi fenomendir. Sürdürülebilirlik raporlamasının gerçekten dönüştürücü bir araca dönüşebilmesi için: Raporlama standartlarının yalnızca finansal değil, toplumsal ve ekolojik boyutları da içerecek şekilde yeniden düzenlenmesi, Bağımsız etik komitelerin süreci denetlemesi, Kamuoyunun şeffaflık konusunda bilinçlendirilmesi, Üniversitelerin, entegre raporları eleştirel bir şekilde analiz eden veri merkezleri oluşturması gerekmektedir. Kaynakça 1.Anderson, P. (1974). Lineages of the Absolutist State. Verso. ↩ 2.Morozov, E. (2022). Tekno-Feodalizm Nedir? Alfa Yayınları. ↩ 3.Marx, K. (1867). Das Kapital. ↩ 4.Althusser, L. (1971). Ideology and Ideological State Apparatuses. ↩ 5.Zuboff, S. (2019). The Age of Surveillance Capitalism. PublicAffairs. ↩ 6.Srnicek, N. (2017). Platform Capitalism. Polity Press. ↩ 7.World Commission on Environment and Development (1987). Our Common Future. ↩ 8.Banerjee, S.B. (2008). “Corporate Social Responsibility: The Good, the Bad and the Ugly.” Critical Sociology, 34(1). ↩ 9.IIRC (2013). International Framework. ↩ 10.Flower, J. (2015). “The International Integrated Reporting Council: A Story of Failure.” Critical Perspectives on Accounting, 27. ↩ 11.Lyon, T.P., & Montgomery, A.W. (2015). “The Means and End of Greenwash.” Organization & Environment, 28(2). ↩ 12.Marx, K., & Engels, F. (1970). The German Ideology. International Publishers. 13.Gramsci, A. (1971). Selections from the Prison Notebooks. Lawrence & Wishart. 14.Baudrillard, J. (1994). Simulacra and Simulation. University of Michigan Press. 15.Zuboff, S. (2019). The Age of Surveillance Capitalism. PublicAffairs. 16.Srnicek, N. (2016). Platform Capitalism. Polity Press. 17.Spence, C. (2007). Social and environmental reporting and hegemonic discourse. Accounting, Auditing & Accountability Journal, 20(6), 855–882. 18.Ergene, S., Banerjee, S. B., & Hoffman, A. J. (2021). (Un)Sustainability and organization studies. Organization Studies, 42(8), 1319–1331. 19.Gray, R., Owen, D., & Adams, C. (2009). Accounting & Accountability: Changes and Challenges in Corporate Social and Environmental Reporting. Pearson Education. 15.Zuboff, S. (2019). The Age of Surveillance Capitalism. PublicAffairs. 16.Srnicek, N. (2016). Platform Capitalism. Polity Press. 17.Spence, C. (2007). Social and environmental reporting and hegemonic discourse. Accounting, Auditing & Accountability Journal, 20(6), 855–882. 18.Ergene, S., Banerjee, S. B., & Hoffman, A. J. (2021). (Un)Sustainability and organization studies. Organization Studies, 42(8), 1319–1331. 19.Gray, R., Owen, D., & Adams, C. (2009). Accounting & Accountability: Changes and Challenges in Corporate Social and Environmental Reporting. Pearson Educati

Acı...çok Acı !... Çocukları Katletmişler! .. Gazze / Kudüs...

   Yeni Dünya Düzeniyle Yüzleşmek    İlk Söz: İsrail, ABD politikasını kontrol ediyor. Ve diyor ki: Hayır, daha büyük İsrail istiyoruz. Suriye’de istiyor, Lübnan’da istiyor, Batı Şeria’da istiyor, Doğu Kudüs’te istiyor, Gazze’de istiyor...   Yahudi asıllı ABD’li Profesör Jeffrey Sachs diyor ki... Birlikte okuyalım: “Ortadoğu bölgesi, Versailles Antlaşması’ndan bu yana 100 yıldır İngiltere, Fransa ve ABD tarafından manipüle ediliyor. ABD bu bölgeden çıkmadığı sürece bölgede ne güvenlik ne de barış olacak. Bu savaş Washington’dan çıktı. Beşar Esad’dan kaynaklanmadı. 2011’de Esad’ı devirmek için bir karar alındı. Aslında bu karar İsrail’den çıktı. Bu İsrail hükümetinin, 25 yılı aşkın süredir taşıdığı bir arzuydu. Netanyahu’nun fikri, Ortadoğu’yu İsrail’in isteğine göre şekillendirmekti: İsrail’e karşı olan her hükümeti devirmek. Bu konuda CIA ve ABD hükümeti de dostuydu. Yani savaş, Esad baskısından veya diktatörlüğünden kaynaklanmadı. Bu savaş 2011 baharında Esad’ı devirmek için Başkan Obama’nın verdiği bir emirle başladı. Bu programın bir adı da vardı: Operation Timber Sycamore. ABD bu bölgedeki diğer ülkelerle birlikte isyancıları eğitti. Şu anda iktidarı ele geçirenler de dahil olmak üzere rejimi devirmek için özellikle cihadcıları eğitti. Bu bir kaos yarattı. 14 yıl süren savaşta Suriye’de 600 bin kişi hayatını kaybetti. Bu savaşın sonucu, CIA’in 2011’de istediği şeydi. ABD’nin silahlandırdığı cihadcı bir grubun Suriye’de iktidara gelmesi. Bunu net şekilde söylemek istememin nedeni şu: Bu bölgede gerçek diplomasiden değil de CIA operasyonlarından kaynaklanan kamu diplomasisi sona ermedikçe barış olmayacak. Ve İsrail, tüm Ortadoğu’yu askerileştirmeye son vermedikçe barış gelmeyecek. Çünkü Suriye savaşı, İsrail’in teşvik ettiği altı savaşın sadece bir tanesi. Diğerleri Lübnan, Irak, Libya, Somali ve Sudan’da. Aslında bu liste bizde vardı. Wesley Clark (NATO eski başkomutanı) 2001 yılında Pentagon’da bilgilendirilmişti. Amaç beş yıl içinde yedi savaş çıkarmaktı. Netanyahu’nun üzüntüsüne rağmen gerçekleşmeyen tek savaş İran’la olandı. İsrail hala bu savaşı kışkırtmaya çalışıyor. Yani Suriye savaşı bölgesel bir trajedinin parçası. Gazze, Batı Şeria, Lübnan, Suriye, Irak, Sudan, Güney Sudan ve Libya’da trajedi var. Bunların hepsinde ABD hükümeti ve müttefiki İsrail sorumludur. Çünkü bu savaşların hiçbiri olmak zorunda değildi. Bunların hepsi birer tercih savaşıydı. Hepsi rejim değiştirme operasyonları fikrinden doğdu. ABD hangi ülkede hangi rejimin olacağına karar verecekti. Eğer dış emperyal güçler, örneğin ABD, bu bölgede şartlarını dikte etmeye devam ederse asla barış olmayacak. Barışın tek yolu, bu bölgenin geleceğine kendisinin karar vermesidir, dış güçlerin değil. Ve İsrail bu savaşları tek başına yürütemez. Bunlar Amerikan savaşlarıdır. ABD finansmanı sağlar, askeri desteği verir, deniz desteğini verir, istihbarat operasyonları sağlar, mühimmat sağlar. İsrail, ABD’nin desteği olmadan bir gün bile savaşamaz. ABD’nin desteği olmadan İsrail’in Gazze soykırımı mümkün değil. Sadece siyasi değil, doğrudan ve günlük operasyonel işbirliğinden bahsediyorum. Bu sona ermeli. Bu bölge 100 yıldır bölünmüş durumda. Önce Britanya, sonra ABD tarafından. Ve bu hala devam ediyor. Hemen yanımızda, bugün bile insanlar umarsızca, pervasızca öldürülüyor. Çünkü ABD bu işin araçlarını sağlıyor. İşte Suriye’de olan budur. ABD tarafsız mı? Hiç sanmıyorum. ABD bu işin baş aktörüdür. Bu arada şahsen biliyorum, 2012’de BM Genel Sekreteri, Kofi Annan’ı Suriye’de barış için özel elçi olarak atamıştı. Annan’ı çok severdim, Ban Ki-Moon’u da. İkisiyle de çalıştım. Annan 2012 yılında bir anlaşma ayarladı. Suriye’de barış için bir anlaşma yaptı. Peki neden gerçekleşmedi? Tüm taraflar barışa razı olmuştu. Sadece bir tanesi hariç. Kelimenin tam anlamıyla sadece bir ülke: Amerika Birleşik Devletleri. ABD dedi ki: Beşar Esad gitmediği sürece barış olmayacak! Diğer taraflar, “hayır bu şekilde belirleyemezsiniz. Belki bir süreç olur, belki seçimler yapılır.” dedi, “Belki iki yıl, belki üç yıl sürecek bir geçiş dönemi olur.” ABD dedi ki: Hayır, Esad ilk gün gitmeli, yoksa engelleriz. Ve bu yüzden Annan, bir barış anlaşması müzakere etmiş olmasına rağmen görevinden istifa etti. O zamandan bu yana 500 bin kişi öldü. Bu tür suçların normalleşmesine izin vermemeliyiz. Bu bölge 30 yıldır aralıksız savaş halinde. Aslında bence en az 57 yıldır, yani 6 Gün Savaşı’ndan beri. Çünkü uluslararası hukukun dürüst bir muhasebesi yapılmadı, dürüst diplomasi olmadı. Sürekli bir askerileşme süreci yaşandı. Ve biz bu bölgede derhal barışı sağlayabiliriz. Bence gereken tek şey, ABD’nin Filistin’in BM’nin 194. Üye devleti olmasını veto etmeyi bırakmasıdır. Bu temelde, bölgenin tamamını normalleştirecek ve bu savaşlar sona erecektir. Ancak İsrail, ABD politikasını kontrol ediyor. Ve diyor ki: Hayır, daha büyük İsrail istiyoruz. Suriye’de istiyor, Lübnan’da istiyor, Batı Şeria’da istiyor, Doğu Kudüs’te istiyor, Gazze’de istiyor. Ve bu bitmedikçe barış olmayacak. ABD tarafsız mı? Elbette hayır! Bu savaşın en büyük faili 14 yıldır ABD’dir.” ( BOP Projesinin ilk Senaryosu:Filistin Topraklarının İlhakı..Ya Sonra !.. Ortadoğu'da İsrail'in egemenliğinde otonomlara dayalı, JUDAIK LEVANT DEVLETİ kuruyorlar. Ortadoğu'da ulus devlet istemiyorlar...) https://rand.org/content/dam/rand/pubs/research_reports/RR2300/RR2375/RAND_RR2375.pdf   İlk söz: İslam İşbirliği Teşkilatı Parlamento Birliği (57 Ülke), 29 Kasım 1947’den bugüne Mescid-i Aksa başta olmak üzere tüm bu saldırı, katliam ve işgalleri sadece kınamakla yetinmiş. Görselle ait not:. İsrail 1948'e  Filistin topraklarının toplam yüz ölçümünün sadece yüzde 1'i. daha sonra yüzde 5.5-6, günümüz de ise (2024) yüz de 85'ine el koymuş durumda... İsrail  Gazze Şeridi'ne 7 Ekim 2023'ten bu yana -191 gündür -düzenlediği saldırılarda hayatını kaybedenlerin sayısı 33 bin 729'a yükseldi... Acı...Çok acı!...Çocukları katlediyorlar! Dipsiz karanlık. ...Katışıksız kötülük.Acılarla yoğrulmuş bu coğrafyada ,insanlık zamanaşımına çoktan uğradı!..Susmak ve Filistin halkının yanında saf tutup sesini yükseltmemek de insanlık suçu… ..10 km'lik alana sıkışmış 1,5 milyon nüfus ve yüzbinlerce çocuğu, gece ve gündüz aralıksız dünyanın en gelişmiş silahları ve uçaklarıyla tepelerinden bombalanıyor! Uluslararası kurumlar, devletler, aydınlar, akademi, sanatçılar, tüm dünya sessizce seyrediyor ya da seyretmekten başka elinden bir şey gelmiyor! Yüzbinlerce bilimsel keşif yapacaksın yüzbinlerce filmler çekeceksin şiirler yazacaksın ve binlerce insanlık adına yasalar çıkartacaksın ve bu soykırıma sessiz kalacaksın, işte medeniyet denen canavar! Rusya Ukrayna'ya saldırınca Çaykovski dinlemem Dostoyevski okumam diyenler neredesiniz! İnsanlık için ne büyük utanç, koca dünyamız bir buçuk milyon insanın haşere böcekler gibi öldürülmesini sadece izliyor, dün de Irak'ın bombalanmasını izlemişlerdi gün gelir sizin de bombalanmanızı izlerler. Küresel güçlerin özellikle ABD 'desteği ile İsrail, adım adım Kudüs’ü yutarken, Gazze'yi vururken tüm dünya ama özellikle İslam dünyası bunu seyrediyor.. “Gelin, Amerika Birleşik Devletleri’nde yüzyıllar önce sahneye konulan Yeni Dünya Düzeni’nin ‘tek din’ ilkesinin ete kemiğe büründürülmesi sürecinden söz edelim. Yeni Dünya Düzeni’nde mevzubahis olan ‘tek din’, Yahudilikle Hıristiyanlığın füzyonu olan Evangelizm’dir. Evangelizm’in ne olduğunu bilmezsek, Amerika Birleşik Devletleri’nin niye bu kadar ısrarla ve kayıtsız şartsız İsrail’i desteklediğini anlayamayız. ABD’nin Irak’ta, Orta Doğu’da, hatta Kara Afrika’da ne yapmak istediğini de doğru okuyamayız. Eski Ahit’te eritilmiş, tevhit edilmiş Hıristiyanlığın temellerinin daha 1867’de kurulan ‘Kiliseler Konseyi’ tarafından atıldığını bilesiniz." .Tüm bu gelişmelerin nedenlerini ve sonuçlarını analiz ederken yanıtlanması gereken sorular şunlardır: i- İsrail'in uluslararası tanınmasına destek veren Müslüman Ülkeler hangileridir? ii-İslam İşbirliği Teşkilatı Parlamento Birliğine üye ülkelerin kaç tanesi Askeri+ekonomik+siyasi ilişkiler kurmuş ve sürdürmektedir? iii- Özellikle Araplar Filistini neden desteklemiyor? Yukarıda ki iki sorunun cevabını birlikte okuyalım:   İsrail, bölgedeki bütün gerici iktidarların İsrail'i yalandan kınayacaklarını ve sözde İsrail'le Askeri+ekonomik+siyasi ilişkilerinin  devam edeceğin bilmiyor olabilir mi? İsrail, Suriye toprağı olan GOLAN tepelerini işgal ettiği halde, İsrail'le değil de Suriye ile savaşıldığını Kuzey Irak'ta   ABD tarafından vadedilen toprakların işgali  (Türkiye'nin Güney Doğusunu 'da içeren  ) için hazırlıkların yapıldığını , ve "Kudüs" kendilerinin başkenti olarak tanındığını çok iyi bilmekte..Tüm bunların sorumlusu   ABD  ( Sözde Yüce Pir'),  Yeni Dünya Düzeni tarikatı iktidarını hızla güçlendirme isteği bu planın ana temasıdır.  Ortadoğuda dolara tapan Suudiler,  BAE kralları  Suriye ve Lübnan'ı parçalamak isteyen yavru emperyalistler. Sessiz kalan AB...(Tarikatı oluşturan vasıl, salik, mürid ve talipler).   Yüce Pir'e biat etmiş bu güçler Büyük Ortadoğu Projesi (BOP) ile  "Son Hakikat" dedikleri dünya görüşlerini gezegenin bütününe tebliğ etmekle yükümlüdürler. Dünya halkları ya "Tekleşmiş Varoluş"ta eriyecekler ya da genleri yok edilmek suretiyle mutlak bir biyolojik ölümle karşı karşıya bırakılan Sömürülmezler'in ve Lanetliler''in kaderini paylaşacaklardır. Postmodern Faşizm. "Tek bir dünya, tek bir devlet, tek bir bayrak!" sloganıyla özetlenen çağdaş değerlerini, evrensel medyanın tüm olanaklarını kullanarak dayatmaktadır.. Yüce Pir''in Kutsal Koalisyonu ile baş edebilecek tek bir güç varmıdır?  Bu sorumuzun cevabı şimdilik bizde saklı kalsın... Bu bağlamda; Falih Rıfkı, Zeytindağı’nda (1915)  önemli bir tespitte bulunduğu anımsamakta yarar var.:  “Floransa ne kadar bizim değilse, Kudüs de o kadar bizim değildi. Sokaklarda turistler gibi dolaşıyoruz…Ticaret, kültür, çiftlik, endüstri, binalar her şey Arapların veya başka devletlerin.. Yalnız jandarma bizim idi; Bürokrasi bile tam-Arap, yahut yarı-Araptır. Türkleşmiş hiçbir Arap görmedikten başka, Araplaşmamış Türk’e az rastgeliyordum…Suriye, Filistin ve Hicaz’da Türk müsünüz? sorusunun cevabı Estağfurullah idi.”(s. 43) Zeytindağı’nda,  insanın kanını donduran tarihi  süreç  ve imparatorluğun çöküşü yazıldığını hep hafızalarda taze tutmak dilği ile.anlatıma devam edelim. Okuyanınız vardır. Okumayanlar mutlaka okumalıdır.  Özellikle  “Cumhuriyet Arap düşmanlığı üretti” diyenler okumalıdırlar. Çünkü kitap Cumhuriyet öncesi yazılmıştır. Kitapta Mehmetçiğin Yemen’de, Aden’de, Kanal’da, Gazze’de, Arap Çölleri’nde nasıl kırıldığı, yenilgiden sonra bir vagon dolusu mecidiye altınının nasıl bırakıldığı açıklanmaktadır. Şahsen Araplara karşı bir sempati duymadım gelecektede duymıyacağım..Nedeni ise Filistin Cephesinde Mehmet Hüseyin Çavuş'un kaleminden. dökülen bu mısralarda saklı.Birlikte okuyalım :: "Gazze'nin meğer kumundan çokmuş kalleşi, Nasıl vurur insanı sırtından DİN KARDEŞİ! Filistin,Trablusgarp, Yemen illeri. Hangisini kanım ile sulamadım? Gezdim cephe cephe çölleri, Türk'e Türk'ten başka dost bulamadım!" Arapların 1918 yılında esir düşen 16. Tümenin de ki  15.000 Türk askerini  nasıl kalleşçe  arkadan vurduğunu bilimsel olarak bu linkten okuyabilirsiniz http://nek.istanbul.edu.tr:4444/ekos/TEZ/ET001765.pdf...  Filistin Devlet Başkanı Mahmut Abbas Çin'in Doğu Türkistan'daki soykırımını desteklese de  Filistinlilere yönelik saldırıları  kabul etmem  mümkün değil. Çünkü Filistin’de neofaşist bir insanlık dramı yaşanıyor. İnsan olan herkes bu katliamı kınamalı ve önlemek için elinden ne geliyorsa yapmalıdır.  Falih Rıfkı, Zeytindağı’da  tarihimize bir ibret belgesi bırakırken, her biri destan olabilecek, askerin günlükleri,  kaybedilen Ahmetlerin, Mehmetlerin hikayeleri tüylerinizi ürpertir. Bu kitabı okumak  bir borçtur, bir  görevdir. Özellikle genç nesiller için. Yakup Kadri Karaosmanoğlu  derki; “…Falih Rıfkı’’nın son eseri Zeytindağı, Cumhuriyet devri edebiyatının en büyük hâdiselerinden birini teşkil etti. Falih Rıfkı’nın bize hatırlattığı devir, Türk milletinin geçirdiği ve geçirebileceği felaket devirlerinin en facialısı, en dehşetlisi ve ruha en çok bezginlik verenidir. Eğer, muharririn keskin ve yüksek zekası bu devir üstüne berrak bir aydınlık gibi aksetmemiş olsaydı, biz ona doğru başımızı çevirip tekrar bakmak arzu ve cesaretini kendimizde bulamayacaktık.” Arap  hayranlığı ile Türkiye bir yere varamaz. Türk düşmanı Suud Krallığı 5 Osmanlı eserini yıkmış, Türkiye tarafından kınanmamıştır. Osmanlı eserlerine yönelik “kültür soykırımı” yapan Suudi yönetimi, Kral Fahd’ın emriyle Türk düşmanı  Thomas Edward Lawrence’in evini müzeye dönüştürmüştür.  Evin kapısına, ‘‘Bu ev, Osmanlı’ya karşı bağımsızlık savaşı veren Suudilere yardımcı olan Thomas Edward Lawrence tarafından karargáh olarak kullanılmıştır’’ yazısı asılmıştır. Arapların yıktıkları Osmanlı eserleri arasında  en önemlisi Ecyad Kalesi’dir. Kasım 2007’de   Türkiye’ye gelişinde ülkesinin bayrağı göndere çekilerek karşılanan Suudi Arabistan Kralı Abdullah, Atatürk’ün ölüm yıldönümüne denk gelen 10 Kasım’da ayrılırken kendi bayrağının yarıya çekilmesine izin vermeyince uğurlanışı bayraksız olmuştur.  23 Eylül 1932‘de Suudi Arabistan Krallığı ilan edilmiştir. 10 Kasım 1938’de Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu Mustafa Kemal Atatürk’ün vefatında Suudi Arabistan ne yapmıştır?  Bayraklarını indirmemesinin kendilerince makul sebebi vardır ama bir günlük yas ilan edilmemiştir. Evi müze yapılan Edward Lawrence, Filistin Cephesi’nde komuta ettiği Bedevi süvari alayına katliam emri veren  İngilizdir. Filistin Cephesi’nden Anadolu’ya doğru çekilmekte olan Türk ordusu  at arabalarının üstünde giderken, ilkel sedyelerde yaralılar taşınıyordu. Binlerce bedevi atlısı  Türk ordusuna arkadan saldırırken, teslim olmak için el kaldıranlarını da  öldürmüşlerdir.  Ümmet kardeşlerimiz  olan Araplar  Lawrence’in “esir almak yok”  emrine uymuştur.   Filistin Cephesi’nde Lawrence’nin komuta ettiği Bedevi süvari alayından   iki bin Mehmetçik Şam’daki hastaneye yatırılmıştı. Yeterli sağlık personeli, ilaç, narkoz yoktu.  Yaşananları Lawrence  “Lanet olsun bunlara” diyerek Filistin cephesinden ayrılıp Mısır’a dönmüştü. Bedevilerin Türk kanı içme isterisi ile sağlık personeli dahil, kurtulan tek kişi olmamıştı. İngiliz  subayları  bu duruma  isyan etmişti: “Biz Arapları destekledik ama hastane baskını da istemedik ki…” 24 Aralık 1963 tarihinde Kıbrıs Rum Lideri Makarios tarafından kurulan cinayet örgütü EOKA Tuğgeneral Nihat İlhan’ın evini basıp eşi ve üç çocuğunu banyoda vahşice öldürdüler. Kıbrıs’a gidenler bu vahşeti görürler.  Lefkoşe’nin Türk mahallerinde 39, Girne’de 7, Baf’da 49, Larnaka’da 21 ve Magusa’da 21  Türk katledilmiştir. O günlerde Yaser Arafat Kıbrıs’a gelerek “Filistin Halkı Kıbrıs Rumlarını ve haklı mücadelelerini desteklemektedir”  demiştir. Filistin Devlet Başkanı Mahmut Abbas’ın  “Doğu Türkistan’da Çin haklıdır!..”  açıklaması  kabul edilemez. Filistin ve Arap dünyası Yunanistan’ın yanında yer almıştır. Girit’e Suud uçakları inmiştir: “Pilotlar sizden, uçaklar bizden.”  Biz Türkler balık hafızalıyız. Geçen yıl ABD’de sözde Ermeni soykırımı karar tasarısı ile yaptırım tasarısı Temsilciler Meclisi’nde oylanırken  dikkat çekici  bir durumla karşılaşılmıştır. ABD’deki ara seçimlerde, Demokrat Partili Müslüman adaylar Arap kökenli Rashida Tlaib ve Ilhan Omar ABD’nin Michigan ve Minnesota eyaletlerinden Temsilciler Meclisi üyeliğine seçilmişlerdir. Böylece  Tlaib ve Omar ABD Kongresi’nin ilk kadın Müslüman üyeleri olmuşlardır.  Dikkati çeken  husus, hayır oyu veren 11 Temsilciler Meclisi üyesi arasında iki  Müslüman üyenin bulunmamasıdır. Üstelik bunlardan biri Filistin kökenlidir.  Filistin’e verilen büyük desteğe rağmen Filistin kökenli üyeye  Cumhurbaşkanımızın gösterdiği yakınlığın  bir anlamı olmadığı  ortaya çıkmıştır. Cumhurbaşkanımız   BM Genel Kurulu’nda  Filistin haritasını göstererek Filistinlilere sahip çıkmıştır ama  Filistin kökenli Temsilciler Meclisi üyesi Rashida Thalib  Türkiye aleyhine oy kullandığı için Ermeni kuruluşu ANCA tarafından  onurlandırılmıştır. Cumhurbaşkanımız  ile  fotoğraf çektiren  diğer Temsilciler Meclisi üyesi  Ilhan Omar (D-Minn.)  ise  24 Nisan 2020 tarihinde soykırım kararına verdiği desteği tweetlemiştir: “Minnesota ve dünyadaki Ermenilere kayıp yaşamları yas tutmak için katılıyorum ve Ermeni halkının olağanüstü dayanıklılığını onurlandırıyorum.” Filistin konusunda  57 Müslüman ülke arasında  hiçbir dayanışma olmadığı gibi büyük  hizipleşmeler vardır. Suudi Arabistan  Türkiye’ye ambargo uygulamak için girişim  başlatırken  bu ülkenin İstanbul Havalimanında  milli günü kutlanmıştır. “Suudi Arabistan Kraliyet Hava Kuvvetleri’nin bu ay içinde gerçekleştirilecek olan Falcon Eye 1 tatbikat manevralarına katılan uçağı, Girit Adası’nın Souda Hava Üssü’ne  teknik ve destek ekipleriyle ulaştı. Suudi Hava Kuvvetleri ve Yunanlılar Akdeniz’in gökyüzünde hava harekatı ve ortak tatbikatlar gerçekleştirecekler. Tatbikatın, hava harekatlarının yürütülmesi ve planlanması alanındaki askeri deneyimlerin paylaşılmasının yanı sıra, hava ve teknik ekiplerin becerilerini geliştirmeyi ve geliştirmeyi, hava kuvvetlerinin savaşa hazırlığını artırmayı amaçladığı açıklanmıştır.” (Saudi Press Agency, https://www.saudiarabianewsgazette.com/general/royal-saudi-air-force-group-participating-in-falcon-eye-1-drill-maneuvers-arrives-in-greece/)  Suudi Arabistan jetleri Yunanistan'la ortak tatbikat için Girit'te, burnumuzun dibine gelip  bize karşı tatbikat yapacaklar ve biz sesimizi yükseltmeyeceğiz.  Bize göre kurttan post Arap’tan dost olmaz. Eğer olsaydı tüm Arap ülkeleri KKTC’yi resmen tanırlardı. Hıristiyan dünyası Güney Kıbrıs Rum Kesimini  AB hukukunu yok sayarak   tanımış ve AB üyesi yapmıştır. Bu, sözün bittiği yerdir. Nokta. Mazlum bir ülke olarak küresel güçlerin özellikle de ABD+ İsrail'in Filistinlilere yönelik saldırıları  kabul etmem  mümkün değil Bugün Kudüs’te zoraki bir işgal olsa da bu İsrail’e Filistinlileri yok saymak hakkını vermez.  Küresel oyun kurucular ve  İsrail  her söylemi ve eyleminde Filistin’i de Filistinlileri de yok sayıyor. Ama aynı İsrail kendi yayınladığı kitapçıklarda bu toprakların Filistin olduğunu da teyit ediyor, bu ne menem bir iştir anlamak mümkün değil. İşte İsrail Kaynaklarına göre Filistin : ‘…İsrail, Akdeniz’in güneydoğu kıyısında küçük, dar, yarı-kurak bir ülkedir. Yaklaşık 35 asır önce, Yahudi halkı göçebe hayat tarzını terk edip İsrail toprağına yerleştiğinde ve bir millet olduğunda tarih sahnesine girdi.  Yıllar boyunca, Toprak çeşitli isimlerle tanınmıştır– Eretz Yisrael (İsrail Toprağı); Kudüs’teki tepelerden biri olan ve zamanla hem bu şehri, hem de bir bütün olarak İsrail Toprağını temsil eder hale gelen Sion; Philistia adından türemiş ve ilk defa Romalılarca kullanılmış olan Filistin; Vaat Edilmiş Toprak; ve Kutsal Toprak bunlardan sadece birkaçıdır.  Ancak, bugün çoğu İsrailli için ülkenin adı sadece Ha’aretz, yani Toprak’tır.’ : Bakın İsrail bu kaynakta geçen ‘Romalılar bu topraklara Filistin derdi’ ifadesiyle Filistin’i tanıyor. İşin kritik noktası da burada zaten. Hem tanı hem yok say, işte bu iş bundan dolayı çözülemiyor... Yine burada İsrail önce Tevrat’ı öne sürüp bu toprakları Sion sembolüyle anlatıyor. Buradan kendine Siyonizmin de yolunu açıyor.  Ve aynı İsrail bu kez bu topraklara ‘Romalılar Filistin adını koydu’ diyor ama hemen peşinden kutsal topraklar, vaat edilmiş topraklar diyerek yeniden Tevrat’a dönüş yapıyor. Yani bu İsrail’in kafası karışık. Bu da doğaldır çünkü Tanrı’nın bildiği bir gerçeği Tanrı’ya rağmen tahrif etmeye çalışmak o kadar da kolay olmuyor. İşin gerçeği… Bu toprakların en eski adı Kenan diyarıdır, Tevrat’ta da geçer. Aynı topraklar üzerinde yaşayan halk Filistinli olarak anılır, bu da Tevrat’ta böyle geçer. Peki, İsrailoğulları nedir, bu topraklardaki rolü nedir? Yine Tevrat’a göre onların atası İbrahim kabul edilir. İbrahim, Basra’da Ur kentinde doğmuş, Harran üzerinden Kenan diyarına göç etmiştir. Orada çoğalmış, kıtlık çıkınca Mısır’a göç etmiş, derken Musa’nın öncülüğünde ve İsrail’in Tanrısı’nın yardımıyla yeniden Hebron’a yani Kenan diyarına dönmüştür. Toprağın asıl sahipleri olan Filistinlilere karşı savaşmış ve ilk kez bir devlet kurmuştur. Buna göre, İsrailoğulları Irak’tan Filistin’e gelen göçebe bir halktır.  Bu toprağın adı Filistin, sahipleri de Filistinlilerdir. Kaldı ki bu toprakların adı hiçbir zaman İsrail toprağı diye anılmamıştır ta ki Sion ve Siyonizm çıkıncaya kadar. Sion’a zemin hazırlamış olan ise Tevrat’tır. Müslüman alemi de bu nedenle diyor ki bu Tevrat tahrif edilmiştir. İsrail’in kendi kaynaklarında geçen şifreleri çözmeye devam edelim… ‘İlk defa devlet kurdular’‘ ifadesinde geçen ilk devlet sözü, aynı zamanda Davut zamanındaki Büyük İsrail Krallığı’nı işaret ediyor ki bu da ayrı bir konu.  Şimdi ilk defa devlet kurdular dediğiniz zaman akla gelen ilk şey Davut ve o dönemdeki İsrail krallığıdır. Çünkü bugünkü İsrail’in devlet sembolleri işte o günkü Davut’u işaret ediyor.  Ama Ortadoğu’nun güvenliği açısından bu hiç de yabana atılacak bir siyasi hedef değil, aksine büyük bir tehlikedir!  İsrail’in Nil-Kudüs-Babil ekseninde geçen binlerce yıl öncesindeki eski sınırları işaret edilerek bugünkü İsrail’in hedefi olarak gösterilmesi gerçekten de çok tehlikeli bir mesajdır. Özellikle de kuzey Irakt'ta ABD tarafından  oluşturulmaya çalışılan  oluşum bu minvalde olup  Türkiye için oynan kirli  bir oyundur. Göründüğünden daha karmaşık ve planlıdır...Çok tehlikeli bir oyundur ..Bu böyle biline... Gelin şimdi de, Amerika Birleşik Devletleri’nde yüzyıllar önce sahneye konulan Yeni Dünya Düzeni’nin ‘tek din’ ilkesinin ete kemiğe büründürülmesi sürecinden söz edelim. Yeni Dünya Düzeni’nde mevzubahis olan ‘tek din’, Yahudilikle Hıristiyanlığın füzyonu olan Evangelizm’dir. Evangelizm’in ne olduğunu bilmezsek, Amerika Birleşik Devletleri’nin niye bu kadar ısrarla ve kayıtsız şartsız İsrail’i desteklediğini anlayamayız. ABD’nin Irak’ta, Orta Doğu’da, hatta Kara Afrika’da ne yapmak istediğini de doğru okuyamayız. Eski Ahit’te eritilmiş, tevhit edilmiş Hıristiyanlığın temellerinin daha 1867’de kurulan ‘Kiliseler Konseyi’ tarafından atıldığını bilesiniz." Bu arada FKÖ'yü bitirmek için HAMAS'ı  kim kurdurdu?  ve Hangi  emperyal güçler  desteklemekte? Bu soruların cevabı Filistin haritasının tarihsel gelişiminde saklı... Yanıbaşındaki Mescid-i Aksa'dan gözyaşı akarken milliyetçi bir şarkının "isimleri silinsin" (yimakh shema) bedduası nakaratını söyleyen insanlar. Vicdansız olunca orada bir boşluk mu oluyor? Yoksa nefretle mi dolu orası da vicdan sığmıyor? Vicdan kaskatı olunca neyin üzerine inşa ediyorsun dini ?" insanlar yiterken, kutlamanız da, milliyetçi şarkınızda , bedduanız da yerin dibine batsın….Neo-ortaçağ... Son Söz: Bazı hatalar vardır. Stratejiktir. Geri dönüşü yoktur. Suriye’nin HTŞ’ye devredilmesi, Türkiye için değil, ABD ve İsrail’in stratejileri içindi. Suriye, şimdi İsrail’e devrediliyor. İstediği zaman, istediği yerde Suriye’ye bombalar yağdıran İsrail’e… --------------------------- (*)1799'dan günümüze Filistin tarihi ve Orta Doğu sorunuhttps://bbc.in/3blLA8V   (**)     Arapların Filistini neden desteklemediğini merak edenlere... Özetle:"Filistin sorunu", yalnızca Ramallah ve Gazze'nin yozlaşmış liderlerini zenginleştirmeye hizmet eden duygusal ve mali bir aldatmaca haline geldi". diye anlatıyor makale.....  https://besacenter.org/do-arabs-hate-palestinians/

Bir Bilim Adamı Not Düşmüş: “Teknoloji Yatırımı Üst Düzey Eğitim ile Olur“

"Üniversite sadece bilim için değildir, aynı zamanda Hak, Hukuk, Adalet ve Cumhuriyet içinde üniversite gereklidir.Üniversite Cumhuriyet'in sahipliğindedir."Memleket işlerinde, millet işlerinde, gerçek işlerde, duyguya, hatıra, kardeşliğe ve dostluğa bakılmaz. " Bir bilim adamı not düşmüş: "Teknoloji yatırımı Üst düzey eğitim ile olur." "Değişim bir çizgi,bir fotoğraf değildir. Hareket halinde bir filmdir. Değişim insanlarla,teknoloji ile olur." Uçak yapan robotlar ve Uçan Drone Taksiler Gelişmiş ülkelerin gündemi: i) Yeni gezegenlerin keşfi ve yeni yaşam alanları ii)  Yaşamın her alanına teknolojik gelişim   iii) Sürdürülebilir Sağlıklı Yaşam    Gelecekte ülkeler ikiye ayrılacak. i) Teknoloji geliştirenler ii) Teknoloji kullananlar. Çin'li bir şirket: Robotlar ile 650 işçisini 60' a düşürmüş Üretim %250 artmış, Üretim hatası %80 azalmış.http://bit.ly/2kTsU7l.   Düşünmek ve çözüm bulmak lazım... https://bit.ly/2iZDCGA (Yabancı Dil sorununun sonuna gelirken) http://bit.ly/2lCsrmz (uçak Yapan Rabotlar) http://bit.ly/2mm35O6 (Uçan Drone taksiler) http://bit.ly/2mGvY8d(Damarları gösteren cihaz)   2023 ve 2071 hedeflerine ulaşmanın tek yolu... i) Kaliteli Eğitim ii) Kaliteli İnsan iii) Kaliteli Ürün https://lnkd.in/g7BdibD “Türkiye’nin dijital ekonomiye dönüşümü” TÜBİSAD bilişim sanayicileri derneği raporundan ön bilgiler : özetle AB ülkeleri arasında gerek teknoloji kullanımında gerekse teknoloji üretiminde en gerilerdeyiz..http://www.tubisad.org.tr/Tr/Library/Sayfalar/Reports.aspx   http://on.mash.to/2mpoHsq (Yanık iyileştirici 3 boyutlu yazıcı) http://bit.ly/2myk8MD (Dışarıdaki sıcaklığı algılayıp, ona göre ısıyı ayarlayan kıyafetler.) http://on.mash.to/2mQZSGN (Hyperloop geliyor. Hızlı trenleri yok ama Saatte 1200 km hızla giden tüpleri var) http://bit.ly/2nnLvGi  (Dikey tarım arazileri geliyor. Artık, toprağım fazla ben daha iyi tarım yaparım, söylemi tarih oluyor) http://bit.ly/2mKhALu (Renk değiştiren tekstil de gerçekleşiyor) http://read.bi/2niRFIG (Yağı emen sünger.)  https://www.youtube.com/watch?v=Z-Y-eV5mDus (katarakt amaliyatı) http://dw.com/p/2ZPad (Tek kelime ile harika. İnovasyon budur...  Bu tür düşünceler bizi yüksek gelirli ülkeler grubuna taşır....İtalyan müzisyen Giuseppe Acito Kraftwerk'in Die Roboter şarkısını lego figürlerinin çaldığı orkestrayla seslendirmiş) http://bit.ly/2nB6bPn (Çıktıları silebilen fotokopi makinesi) http://bbc.in/2nKTqOi (İnsanlar sakat kalmasın diye mayın temizleme.) http://bit.ly/2ohd2No (pervanesiz Rüzgar Türbini)  http://bbc.in/2oRMQps (GrafenOksit membran su akışını engellemeden tuzu deniz suyundan ayırıyormuş. Çok ucuza deniz suyu içme suyuna dönüşecekmiş) http://bit.ly/2oKStt8 (Zımba ve telleri yakında tarih olacakmış.) http://bit.ly/2plIlnW (Kendini onaran beton yapmışlar) http://bit.ly/2rVC57l (kendi kendini onaran diş yapmışlar) http://bit.ly/2spFoqL(Sigaranın insan genomunda yaptığı tahribatın haritası ) http://bbc.in/2suIA1I ​(Arabaları Kablosuz şarj edebilecek yollar)  http://read.bi/2tN40re (Bir nesnenin Işınlanması)  https://futurism.com/videos/you-could-wear-your-screen-on-your-sleeve/ ( Giyilebilir ekranlar ) https://futurism.com/boston-dynamics-bipedal-robot-backflip/ (Boston Dynamics' bipedal robot, Atlas) https://futurism.com/videos/harmless-laser-scares-away-birds-swarming-crops/(A Harmless Laser Scares Away Birds Swarming Crops) http://on.mash.to/2BmOJli ( The smart paper airplane ) http://bit.ly/2xhvaaK   (New Earbuds Can Translate 40 Languages Device) http://bit.ly/2Ar15sH ( Robotics Farming) http://bit.ly/2ndck4Z (1000 km/sa hızla gidecek teknolojik uçar! ) http://bit.ly/2Cn1lfm (Bu cihaza kıyafetlerinizi özel askılarına astıktan sonra ütülüyor, temiz kokmalarını sağlıyor, üstelik işlem bitince size haber veriyor....).. https://goo.gl/Jux1Zj (Kıyafet denemenize gerek kalmadı:)

Kütahya Dumlupınar Üniversitesi Vizyon Arayışlarına İlişkin Öngörü Projelerim

         İlk Söz: Büyük Senfoniler,  büyük orkestralarla ve en önemlisi “büyük şefler” ile, iyi orkestralarda iyi  enstürümanlarla  çalanlarla kurulur…Üniversitelerde…..o.e. “Verileri yönetmek için çok fazla güce ihtiyacınız var; öngörüleri eyleme çıkarmak için çok fazla hesaplama gücüne ihtiyacınız var. Mevcut mimariler sadece sürdürülebilir değil!” Eski paradigma yanlış değildir, artık geçersiz hale gelmiştir. Yanlış işleri yapmamaya ve doğru işleri yapmaya başlamalıyız. İşleri doğru yapmak yetmiyor, doğru işleri de yapmak gerekiyor .. Çok genel ama akılda kalır olması için kısa not:Üniversite imajı: Nasıl yaratılır? Reklam kampanyaları ile imajı değiştirme gayretleri boşuna çaba...Eğitimdir ki, bir milleti ya özgür, bağımsız, şanlı, yüksek bir topluluk halinde yaşatır; ya da esaret ve sefalete terk eder."  / Kelimeler gördüklerimizi kavrayamıyorsa ya da gördüklerimiz kelimelere sığmıyorsa konuşmak ne işe yarar?     Ünlü bir bilim adamının notu: "Aslında herkes dahidir. Ama siz kalkıp bir balığı, ağaca tırmanma yeteneğine göre yargılarsanız, tüm hayatını aptal olduğuna inanarak geçirir."/ “Eğitim gerçeklerin öğretilmesi değildir; düşünmek için aklın eğitilmesidir.”/"Eğitimin bütün amacı, aynaları pencereye dönüştürmektir."Her memlekette toplumun eğitimsiz katmanlarının nitelikseliz davranışlarda ve tutumlarda bulunması maalesef evrensel bir gerçek..Eğitimin pahalı olduğunu düşünüyorsanız, cehaletin bedeline bakın”    “Üniversite” çok özel bir yerdir. Toplumun düşünce merkezidir, beynidir. Üniversite, uzmanlar, çok değişik disiplinlerde çalışan bilim insanları topluluğudur. Herkes işini iyi yapabilsin, yani düşünebilsin, araştırma yapabilsin, aykırı soruları sorabilsin diye bütün dünyada kamu yararı olarak akademik özgürlüğe önem verilir, vazgeçilmez bir değer olarak savunulur. Diğer olmazsa olmaz değer ise kurumsal özerkliktir. Kurumsal özerklik ise kanımca üç açıdan önemlidir. Üniversite içinde bilimsel ve akademik özgürlüğün korunması, akademik özgürlüğe dışarıdan gelecek tehditlerin önlenmesi ve son olarak üniversitenin kendine öz bilimsel yapı ve örgütlenmeyi oluşturması ve stratejik planını yapabilmesi. Kısaca özetlediğim bu nedenlerle üniversite hiçbir zaman hiyerarşik bir emir komuta zinciri içerisinde yönetilemez. Ne iş alemindeki şirketlere ne devlet bürokrasisine ne de askeri örgütlenmeye benzer. Üniversiteyi yönetmek garnizon yönetmeye benzemez dersem meramımı çarpıcı olarak anlatmış olacağımı ümit ediyorum. Üniversite yatay bir organizasyondur. Collegiality, yani meslektaşlar örgütü kavramı üniversite yönetimi hakkında bir fikir verir sanırım. Uzmanlığa, bilimsel disiplinlere önem veren, onları ön plana çıkaran aşağıdan yukarı bir yönetim modelidir kanımca. Bu yönetim tarzında akademik birimler ön planda ve bilimsel özerklik odak noktasında olmalıdır. Ben üniversite yönetimini bir senfoni orkestrasına benzetirim. Maestronun da yani rektörün, görevi her kim ne çalıyorsa onu en iyi şekilde ve uyum içerisinde çalmasını sağlamaktır. 1990’lı yıllarda ABD’li bilim insanı Burton Clark’ın o zamanlar çok ses getiren bir kitabı çıktı: Entrepreneurial University, yani Girişimci Üniversite. Kısaca, Clark bu kitabında biraz evvel tarif ettiğim collegial yönetim modelini üniversitelerde akademik tutuculuğa neden olduğu için eleştirir halbuki hızlı bir değişimin yaşandığı çağımızda üniversitelerin girişimci ve yenilikçi liderliğe ihtiyacı olduğunu ileri sürer. Ancak, Clark kitabının sonunda her şeye rağmen üniversitelerin meslektaşlar topluluğu olduğunu vurgular, üst yönetimin bunu unutmaması ve liderliğin başarısının meslektaşlarını, en azından önemli bir nüvesini, değişim için seferber edebilme becerisinden geçtiğini vurgular. Üniversitede eğitim-öğretim bir hocanın öğrencilerine aktardığı materyali geri istemesinden geçmez. Öğrencilerin o materyali, o bilgiyi, sorgulamalarını teşvik etmeniz gerekir. Sual sormaları, sizin yapacağınız yanlışları veya aykırı fikirlerini sizlere rahatlıkla söyleyebilmeleri gerekir. Hatta, ben üniversitede süreci iki yönlü öğrenme süreci diye tanımlarım. Hoca da öğrencisinden çok şey öğrenir. Bu sürecin oluşması için diyalog ve hür düşünceyi teşvik etmeniz gerekir. Araya hiyerarşi sokmamak gerekir. Öğrencilerin sizi bir arkadaş olarak görmelerini, bilginiz ve değişik fikirlere hürmetinizle onların size saygı duymalarını sağlamanız gerek diye düşünüyorum. Bu yaklaşımı üniversitenin de yaşam şekli haline getirmeniz çok önemli. "Bir kavram ne zaman tehlikeli olur? İçeriği bulanık olduğu halde, herkes bu kavramı bildiğini sanınca." Sözcük ve kavramların içini boşaltan, altını oyanlara itibar etmeyiniz. Onlarsız da yaparız ama kavram ve sözcüklerden bağımsız varolamayız.Bu bağlamda  hep ama hep aynı soru: Eğitim nedir?;    “Bugün yaşamak azminde bulunan bir milletin, bir cemiyetin çocuklarının talim ve terbiyede yalnız bir maksadı olabilir, bu maksat onları hayata hazırlamaktır.” [Talim ve Terbiye’de İnkılap]. Asıl olan ‘Mektep için mektep’ değil, ‘Hayat için mekteptir’. “Gerçek maarif, gençleri hayat mücadelesinde başarılı olmaları için kuvvetli, maneviyat sahibi, duygulu, müteşebbis (girişimci), kendine güven duyan, dayanıklı ve cesaretli yapmaktır.” [İsmail Hakkı Baltacıoğlu /Terbiye İlmi]. Başarılı bir işin beş temel bileşeni vardır: Ortak değerlerde birleşme, ortak irade oluşturma, ortak yararlarda uzlaşma, ortak projeler üretme ve ortak kurumlar oluşturma. Bu bağlamda; Üniversite Enstitülerinde ki araştırma projelerine sponsor olmamış hiçbir marka, futbol sponsorluğu yapamamalı....Yerel yönetimler de kendi şehirlerinde ki üniversiteleri desteklemenin şehirleri için;futbol takımlarına verimsizce para harcamaktan çok daha fazla katma değer getireceğininin farkında olmalıdır.Ülkemizin en önemli sorunlarından birisi İşsizlik değil mesleksizlik..Üniversite kontenjanlarının neden boş kaldığı sorusunun cevabı da burada saklı..Bu sorunun çözümü, İş dünyasına yönelik daha uygun yetkinlik ve beceri bazlı kaliteli eğitim (Metafordan Gerçeğe Üniversite)Türkiye'nin en büyük problemlerden bir taneside Akademik Çalışmaların ülke ekonomisine ( Üretimine ) ne kadar katkı sağladığı ile ilgili..    Üniversitelerde kurumsallaşma ve dünya üniversitesi olma ülküsünü çok önemsiyorum.  Bu ülkü ile “Türk Ulusu' nu çağdaş uygarlığın en ön safhasına geçirme, bilimde, teknikte özgür ve bağımsız olarak hareket edebilme, dünyanın en gelişmiş ülkesi olarak diğer ülkelere liderlik edebilme ve sürekli ilerlemenin bir düşünce-nesnesi olarak somut çıktılar elde etmek bir hayal değil... Belki ülkenin sosyal, politik ve ekonomik gelişmelere önderlik etme isteği…. Bir yandan Ulusal irade seslenişi yeteneğini, diğer bir deyişle kolektif ruh/irade varlığını çağdaş bilim ve akılcılıkla geliştirme isteğimiz bizim yol haritamızın kilometre taşları. Çünkü ,Bilim'de ihmalin maliyeti çok çok büyük; bugün ise çok daha büyük, telafisi yok...      Ülkelerin zenginliğini doğal kaynakları, altın stoku değil beşeri sermayeleri, bireylerinin nitelikleri, becerileri, değer yargıları belirliyor. Ülkelerarası farklı doğal kaynaklar, altın, kıymetli maden varlıkları değil, insan yaratıyor. Encyclopedia Britannica, üniversite sözcüğünün kökeninin Latince universitas magistrorum et scholarium sözcüklerinden kaynaklandığını belirtiyor; kabaca eğitmenler ve âlimler topluluğu anlamında... Bugünkü anlamda üniversitenin ilk nüvesinin 9. yüzyılda Salerno’da (İtalya) bir tıp okulu olarak ortaya çıkmış olduğu düşünülüyor. Daha sonra 11. yüzyılda Bologna, 1150’de Paris ve 11. yüzyılın sonunda Oxford, günümüzün çağdaş üniversitelerinin öncülleri olmuş. 18. yüzyılın sonuna gelindiğinde üniversiteler artık çekirdek bir müfredat çerçevesinde yedi liberal sanat dalında eğitim sunmaktaymış: Gramer, mantık, retorik, geometri, aritmetik, astronomi ve müzik. 1810’a gelindiğinde ise Wilhelm von Humboldt, Berlin Üniversitesi’nin kuruluşuna yol açan üç temel ilkeyi duyurmaktadır: Araştırma ve eğitimin birlikteliği; eğitimin özgürlüğü ve akademinin özerkliği. Humboldt’un son ilkesi net ve açıktır: Akademik faaliyet, devletlerin kontrolünden ve müdahalelerinden korunmalıdır. Kendisinden kırk sene sonra, 1852’de, John Henry Newman ise üniversiteyi şöyle tanımlamaktadır: “Üniversite, her yerden, her bilim dalından öğrencilerin buluştuğu yerdir. (Orası) Binlerce farklı okulun özgürce katkı sağladığı; aklın özgürce dolaştığı ve paylaşıldığı; buluşların kesinleştirildiği ve mükemmelleştirildiği; yanlışların ortaya çıkarıldığı; aklın akıl ile bilginin bilgiyle çatıştığı yerdir.” Dolayısıyla çağdaş üniversiteler, insanlığın bin yılı aşkın bilimsel faaliyetlerinden süzülüp gelen ilkelerce biçimlenmiştir. Kısaca anımsayalım: Çağdaş üniversiteler bilimsel kuşku temelinde çalışır. Hiçbir dogma, hiçbir önyargı, hiçbir koşullandırma üniversiter faaliyeti yönlendiremez. “İnanç” bilime ait değildir, bilimsel olan kuşkudur. Üniversitelerin zaman ufku hem kısa hem de uzun dönemi kapsar. Üniversiteler, bir yandan öğrencileri toplumun her türlü güncel gereksinimine yanıt verecek şekilde, çağdaş sorunları çözümleyebilecek becerilerle donatarak yetiştirir iken öte yandan da soyutlamalar ve belirsizliklerle yoğrulmuş araştırma alanlarında uzun soluklu, sabır ve cefa gerektiren, sonuçları belki on yıllar sonrasında alınabilecek bilim serüvenlerine girişirler. Üniversitelerin bilimsel ve eğitsel faaliyetleri bir bütündür; bölünüp parçalanamaz, bir faaliyeti diğerinin önüne geçirilemez; hiyerarşi üniversitenin doğasına aykırıdır. Üniversiteler, ekonomik çıkar ve maliyet ilkelerine göre standartlaştırılmış bir ürün, fikir ya da tasarım peşinde olan işletmeler değildir. Üniversitelerin toplumsal çıktısı çok yönlü olmak zorundadır: Araştırma alanında yepyeni fikirler, daha evvelce hiç dile getirilmemiş, düşünülmemiş bilimsel uğraşlar verilir iken eğitim alanında yepyeni insanlara yeni bilgiler aktarılır, yepyeni beceriler kazandırılır. Dolayısıyla üniversitelerin temel uğraşı olarak, bilimsel çabanın başarı ölçütü ticari başarı ya da genel olarak ekonomik kazanç değildir. Bu noktada bir anlam karışıklığının önüne geçmek için açık olmak zorundayım: Üniversiteler “bilimin merkezidir” ama faaliyetleri “inovasyonun merkezi ya da yürütücüsü” anlamına indirgenemez. İnovasyon, kâr amacı güden şirketler kesiminin, bilimsel çabanın sonuçlarını piyasa faaliyetlerine uygulama biçimi olarak ortaya çıkar. Ekonomik getiri amacıyla bilimin uygulanma biçimi üniversitelerin değil, piyasada kazanç-maliyet muhasebesi yapan şirketler kesiminin faaliyetidir ve kesinlikle üniversitenin araştırma önceliğine dönüştürülemez. Dolayısıyla günümüzde çok popüler medyatik kavramlar olan “inovasyoncu üniversite” ya da “üniversite - sanayi işbirliği” gibi sözcükler, ancak ve ancak bilimsel çabayı odağına alan, özerk yönetimi olan ve bilimsel kuşkuculuğu ön plana koyan gerçek üniversiter çabanın bir uzantısı olarak şirketler kesiminde anlam taşıyabilir. Bilimin yönlendirilmesi veya daha geniş ifadeyle bilimsel çabaya müdahale, ister kâr amacıyla isterse siyasi çıkarlar ya da inançlar biçiminde olsun, üniversitenin özüne aykırıdır. Fizikteki birleşik kaplar kuralı gereği toplumun hemen her kesiminde düzeyin giderek düştüğünü gözlemlemek mümkün.....İşinin gereğini yapma yerine, “herkesin abisi” olma yolunu tercih edenlerin bilgisizliği, ilkesizliği, kuralsızlığı, ölçüsüzlüğü ile onlara alkış tutanların bolluğu , ülkemizin çok şeyleri yitmesine yol açtı; yol açmaya da devam ediyor...Dün olduğu gibi bugün de tüm kurum ve kuruluşlar da temel parametre zamana uyum kapasitesi. Diğer bir deyişle, Sürdürülebilir yetenekleri geliştirebilme kapasitesi.   "Kalite" insanın ve kurumların  tüm yaptıklarının toplamında ortaya çıkmakta ve sadece yandaşların değil tüm paydaşların mutluluğu; "Ya var ya da yok". "Bunun ortası yok"!... "Üniversite sadece bilim için değildir, aynı zamanda Hak, Hukuk, Adalet ve Cumhuriyet içinde üniversite gereklidir.Üniversite Cumhuriyet'in sahipliğindedir."Memleket işlerinde, millet işlerinde, gerçek işlerde, duyguya, hatıra, kardeşliğe ve dostluğa bakılmaz. " 01.03.2019 tarihinde Ankara ‘da YÖK'de katıldığım Rektör Adaylarının seçimine ait   toplantıda ” Sorumluluklarımızdan kaçınabiliriz, ama kaçınmanın sonuçlarından kaçamayız.Bu bağlamda ,."muhatap alarak yüceltmek" veya "meydanı boş bırakarak beslemek" ikilemine düşmemek için ve hak arayan, doğru bildiğini ortam gözetmeden söyleyen, adaleti ve hakkaniyeti arayan, tüm  üniversiteyi; hak bilen meslektaşlarımla birlikte yönetmek için  vermiş olduğum kararın ne kadar doğru bir karar olduğunu bir kez daha teyit ettim. Bu arada  "Yaptığına üzülmek başka, yapmadığına üzülmek bambaşka". Olgu ile olanak farkı..Rektörlerin belirlenme yöntemi dünyadaki akademik gelenekler ve uygulamalar çerçevesinde tartışılması gereken en temel ve öncelikli mesele. Ancak sistemi tartışırken, sorumluluk alanı gereği rektör atamalarında söz sahibi olan Yükseköğretim Kurulu'nun (YÖK) aday değerlendirme sürecindeki rolünü de anlamak gerekir.Sonuçta varolan rektör belirleme sisteminin yeniden düşünülmeye muhtaç yönlerini göz ardı edilemeyecek biçimde ortaya koymak gerekir.   Bu notumuz şimdilik burada kalsın.....     Belirli sosyal grup ve sınıfların üniversiteyi çekip çevirme anlamında ayrıcalıklı bir konumda bulunmalarına Cumhurbaşkanımızın son vereceğine inancım tam. Üniversite sadece bilim için değil, aynı zamanda Hak, Hukuk, Adalet ve Cumhuriyet içinde üniversite gerekli.Üniversite Cumhuriyet'in sahipliğinde. Kütahya Dumlupınar Üniversitesi Vizyon Arayışlarına İlişkin Öngörü Projelerimin özeti (-): Birleşmiş Milletler Küresel İlkeler Sözleşmesi kapsamında, yükseköğretim kurumlarının sürdürülebilirlik konusunda yaptıkları çalışmalar ve imzaladıkları deklarasyonlar incelendiğinde, Türkiye’deki üniversitelerin yaptıkları çalışmaların henüz başlangıç aşamasında olduğu görülmektedir. Kütahya Dumlupınar Üniversitesi'nin kurumsal sürdürülebilirlik stratejisinin odağında öncelikli olarak yer alması gerektiğini düşündüğümüz projelerin özeti : 1. Sivil Toplum Destekli Girişimci Üniversite Modelini Hayata Geçirmek Üniversite, Üniversite Vakıfı ve Üniversite Mezunlar Derneği; kemale ermiş, para kazanmış mümtaz, toplumda  saygıdeğer konumlarda bulunan kimselerin temsil edildiği bir yer olacak. Dernek ise tüm mezunların eşit temsil edildiği, eşit katkıda bulunduğu, mezunlar arası dayanışmayı ve üniversiteyle özdeşleşmeyi teşvik eden bir kurum olacak. "Sivil toplum destekli girişimci üniversite" modeli ana hatlarıyla bu çerçevede örgütlenmesiyle kurulacak ve Kütahya ile sağlam temelli ilişkiler kurularak kentsel politikaların üretilmesi ve uygulanması noktasında etkin bir akademik/bilgi desteği sağlanacak. Kütahya Dumlupınar üniversitesi; eğitim, kültür, sanat, sağlık, spor, sosyal hizmetler vb. gibi hizmet alanlarında kentin yerel dinamiklerine ve/ya yerel yönetimlere etkin bir akademik destek vermesi planlanmakta. Bunun etkin mecralarını (iş birliği protokolleri vd.) var etmek suretiyle kent ile üniversitenin bütünleşik biçimde bir değer üretmesi amaçlanmakta. Bu destek, etkin ve verimli bir kentsel hizmet anlayışı doğrultusunda gerekli olan bilgisel ve kültürel katkıyı da temin edecek. Kütahya Dumlupınar Üniversitesi, kendine özgü tarihi ve kültürel dokusu ile sosyolojik yapısı olan Kütahya’nın marka değerine farklı bir boyuttan katkı sağlamak. Araştırma ve/veya eğitim-öğretim kapasiteleri açısından markalaşacak Kütahya Dumlupınar Üniversitesi, yerleşik bulunduğu Kütahya’nın global ölçekte erişilebilirliğine ve uluslararası tanınırlığına anlamlı bir değer katacak. Toplumsal sorumlulukları doğrultusunda Kütahya Dumlupınar Üniversitesi, kentin, tarihi, doğası ve kültürel varlığını keşfedici bir işlev üstlenecek. Çevre ve enerji ilişkisi ve doğal kaynakların verimli kullanımı gibi konulardaki sosyal ve kültürel sorumluluk projeleri ile kentte yaşam kalitesini artırmaya yönelik bir misyon icra edecek. Bu misyonu gerçekleştirme konusundaki akademik öncülük, kent toplumunda yaygın bir toplumsal bilinçlilik düzeyi var edecek. Girişimci Üniversite Modeli; hemen akla piyasa çağrışımı getirdiği için. Ben bu tanımı o anlamda kullanmıyorum. Üniversite de girişimcilik çok başka. Çünkü üniversite yatay bir organizasyon. Herkesin söz sahibi olma, sorgulama hakkı var. Dolayısıyla çok farklı piyasa girişimciliğinden. Türkiye’de herkes hiyerarşik bir yönetime alışmış. Herkes birbirine şüpheyle bakıyor. Ben ise Kapalıçarşı modeline bakıyorum. Esnafa gidiyorsun, cebinden para çıkmıyorsa ‘’yarın gelir verirsin’’ diyor. İşte bu sistemi izleyerek, beraber çalışarak, yanındakine güvenerek, şeffaf olarak aslında çok güzel işler yapabilirsin. Benim DPÜ’deki yimibeş yıllık -İİBF 24 yıl  Dekan Yardımcılığı /Dekan Vekiliği ve eş zamanlı olarak 12 Yıl Tavşanlı MYO Kurucu Müdürlüğü / Müdürlük -yöneticilik tecrübem budur. Hürmet, şeffaflık, birlikte çalışmak ve güven. İnsanlara bunu verdiğiniz zaman inanılmaz işler yapabilirsiniz. Demokrasi sözü bana çok popülist geliyor. Hürmet, şeffaflık, dinleme gibi kavramları kullanmayı tercih ederim. Çok demokrat gibi olup otoriter de olursun. Demokrat olmak çok özgürlükçü biri olduğunuz anlamına gelmez. İnsanları daima kazanmak gerektiği konusundaki ilkem sadece bir eğitimci olarak değil; bir yönetici olarak kurumsal başarıyı oluşturan arka planı daha iyi anlamamızı sağlıyor İkinci aşamada ana strateji olarak üniversitenin kente yönelimi. ‘Kendini yöneten kentine yönelen bir üniversite” sloganıyla hareket etmek. Sürdürülebilir rekabet için evrensel bilgi ve teknolojiler geliştirerek bölgenin gelişmesine ve ülke kalkınmasına katkı sağlayan bir teknoloji üretim merkezi olmak.Bölgemiz ve ülkemizin ihtiyaçları doğrultusunda, ileri bilgi ve teknolojiye dayalı yüksek katma değerli ürünler üretebilmek için ulusal ve uluslararası şirketleri bir araya getirerek üniversite-sanayi işbirliği ile akademisyen, girişimci, şirket ve çalışanlara, yüksek standartta Ar-Ge ve Teknopark hizmeti sunmak. 2. Üniversite Yönetişim Modelini Kurumsallaştırmak Kurumsallaşma (Reorganizasyon) Yönetsel ve Akademik Rotada Değişim: Yeni Yol Haritası. Üniversitenin öncelikle kendini iyi yönetmesi gerekiyor. Kendini yönetemeyen, iç  dinamiklerini harekete geçiremeyen akdeminin dışsal bir fayda sağlaması imkansız. Bu bağlamda stratejik amaçlarımızın başında üniversitemizin teslim aldığı kültürel mirasa sahip çıkma ve geliştirmeye devam ettirme. Bu çerçevede akademik ilke ve değerleri savunarak Kütahya Dumlupınar Üniversitesi’ni farklı kılan üniversite yönetişim modelini kurumsallaştırmak. Üniversitemizde bilimsel çalışmalarla, akademik programlarla ve yetiştirilen insan gücü ile yaşadığımız toplumun ekonomik refahının yanı sıra sosyal ve kültürel esenliğine katkıda bulunmak. Özgürlük ve medeni ilişkiler çerçevesinde birlikte yaşam. Kütahya Dumlupınar Üniversitesi bir medeniyet ve sulh ortamında söyleyeceğini söyleyebilen çözüm odaklı bir kurum olacak ve bu konumunu gelecekte de muhafaza edecek.  Birbirine hürmet, şeffaflık ve güven. Hayatta en önemli güç bir yönetici için etrafında olan biteni dinlemek, radarlarını hep açık tutarak kazanılır. Bu nasıl olur? İnsanların arasına karışarak, onları dinleyerek sorunları çözme.Bu bağlamda ,Akademik kurumlardaki yönetimin çok önemli parçası,bilim adamlarına iyi bir araştırma ve öğrenme ortamını sağlamaktır.Bina inşaatı falan değil,en asli görevi,insanların birbirleriyle konuşabildiği,araştırma üretebildiği,dersini iyi verebildiği,öğrencinin mutlu olduğu,çeşitliliğe,değişik fikirlere imkân tanıyan bir ortam yaratmaktır. Ben eğitime yalnız şu kadar matematik, bu kadar fizik diye bakmıyorum. Sorumlu vatandaşlar da yetiştirebilmemiz gerek. Üniversitemizin en büyük ihtiyacı bu. Ben kendime hep şu kuralı koydum: İnsanlar beni bugün alkışlamasın ama 10 sene sonra alkışlasın. Çoğulluk, açıklık ve özgürlük ilkelerini sahiplenerek bilimsel akıl ile sosyal aklı birlikte çoğaltacak çalışmalarla ve etkinliklerle daha demokratik ve kapsayıcı bir gelecek için öğrencilerimize faydalı olmak. Bir kamu üniversitesi olarak farklı toplumsal kesimlere farklı ihtiyaçlarına cevap verebilecek teknolojiler, projeler ve bilimsel eserler üretmek. Ürettiğimiz bilgi ile eğitimin ve bunları üretme yollarımızın kamusal olma özelliğini yitirmemesine özen göstermek. Günümüzün kaotik koşullarında farklı kulvarlarda bu süreçleri birlikte başarıyla götürmek. Bunu yaparken uluslararası sıralamalarda yükselmek, üniversitemize yeni projeler kazandırmak, performans ölçütleri ile uyumlu biçimde sonuca odaklı faaliyetlerde bulunmak. Bununla birlikte yaptığımız işler arasında belki de en önemlisinin yaratıcılığı ön planda tutan, eleştirel düşünceyi ve yeni sorular sorulmasını destekleyecek altyapıyı kurmak. Böylelikle bir yandan akademik anlamda mükemmeliyete ulaşırken bir yandan da toplumsal ve ekolojik anlamda sürdürülebilir bir dünya kurmak için daha demokratik ve kapsayıcı yeni değerler yaratmamız mümkün olacak. Yeni stratejik planımızın oluşumuna katkı sağlayan çok sayıda ve her gruptan üniversite mensubunun, stratejik planda yer alacak faaliyetlerin yürütülmesi, izlenmesi ve değerlendirilmesi konusundaki niyet ve kararlılıklarının planın hayata geçirilmesinin en önemli güvencesi olacağı inancındayım. Akademik, bilimsel ve kültürel faaliyetlerimizle daha iyi bir geleceğin şekillenmesine katkıda bulunmak, Kurumsal değerlerimizi sahiplenen, yaratıcı ve eleştirel düşünen, özgür ve özgürlükçü, etik değerleri önemseyen, doğa ve çevre bilinci gelişmiş, yerele kök salmış, evrensele açık, bilimsel, sosyal ve kültürel formasyonu ve özgüveni ile üstleneceği mesleki ve sosyal sorumlulukları başarıyla yerine getirecek bireyler yetiştirmek; evrensel boyutta düşünce, bilim ve teknoloji üreterek insanlığın hizmetine sunmak ve bilim, sanat ve kültürün toplumda yer bulmasında ve yaygınlık kazanmasında yardımcı ve öncü olmak. Kütahya Dumlupınar Üniversitesi İleri Teknoloji Merkezi  (İLTEM) bünyesinde kurulacak Tarım Ar-Ge Merkezi aracılığı ile özellikle Altıntaş-Aslanapa ovalarında  tohum ıslahı üzerine çalışmalar yapmak. Yerli sermayeli, yerli üretimle piyasada özellikle hastalıklara dayanıklı, verimliliği yüksek ürünler üzerine çalışmak. Dünya Üniversiteler Birliği'ne ve Avrupa Üniversiteler Birliği’ne üye Kadın Araştırmaları ve Uygulamaları Merkezi kurmak. Bu merkez  aracılığı ile Kütahya’ nın el sanat değerleri olan çini işlemeciliği, halıcılık, telkâri vb. geliştirmek. 3.Sürdürülebilir Üniversite Modeli Öncelikle, sürdürülebilir üniversite olmak için birinci aşama olarak sürdürülebilirlik vizyonunu belirlemesi gerekir. Stratejik yönetimin artan önemi, kurumun gelişmesinin sadece bir alt birimde değil tüm alt birimlerde entegre bir şekilde iyileşme sağlamaya bağlı olduğunun anlaşılmasıyla birlikte üniversitelerde yürütülen araştırmalar bütüncül ve yönetimsel bir boyuta ulaşmıştır. Bütüncül bir değerlendirme için yöneticiler üniversitenin performansının ölçülmesine odaklanmaktadırlar. Üniversitelerde hizmet kalitesini artırmak ayrıca kuruluşların faaliyetlerinde kontrol ve takip mekanizması geliştirmek için etkili bir performans değerlendirme sistemine ihtiyaç vardır. Bu nedenle tüm paydaşların çıkarlarını gözeten, stratejik amaçlara hizmet eden, Fakültelerin spesifik özelliklerini dikkate alan bir performans ölçüm sisteminin kurulması gereklidir. Üniversitelerin güncel verilerini ve anket yöntemiyle elde edilecek veriler önem taşımaktadır.- Böylece nicel ve nitel yöntemlerin entegrasyonu yoluyla etkin bir performans yönetim sistemi oluşturmak öncelikli olmalıdır. Üniversiteyi tüm boyutlarıyla ele alan bütüncül bir yaklaşım sergileyen balanced scorecard modeli ve alt boyutlarına ilişkin performans göstergeleri tespit edilerek oluşturulacak performans yönetim sistemi, tüm üniversitenin alt modüllerini dikkate alan ve aynı anda hem analiz ve raporlamaya hem de planlamaya imkân tanıyacak bir karar destek modeli tabanına kurulmasını gerktirmektedir. Bu kapsamda ilk olarak üniversite tüm birimleri- Fakülte /Enstitüler/Yüksekokular/ Meslek Yüksekokulları /Araştırma Merkezleri- bazında  paydaşlarına uygulanacak /arama konferansları, anketler analiz edilerek misyon, vizyon ve temel stratejileri belirlenerek SWOT analizi yapılması gerekir. Yine bu anket  ve arama konferans verileri ile balanced scorecardın her bir alt boyutuna ilişkin anahtar performans göstergeleri ve stratejik amaçlar belirlenmesi hedeflenmektedir. Belirlenen performans göstergeleri ve stratejik amaçlar ikili karşılaştırma anketleri aracılığı ile birbirleriyle kıyaslanarak elde edilen veriler Bulanık AHP yöntemi analiz edilerek üniversitedeki tüm birimlerin entegre olduğu yönetsel süreçlere destek verecek bir karar destek modeli üniversitemizin 2023-2071 hedeflerine ulaşmasında mihenk taşı olacaktır.Bu aşamada üniversitenin kendine özgü özellikleri ve kendi dinamiklerini göz önüne alarak tüm paydaşalrle birlikte arama konferansları ile bir sürdürülebilirlik vizyonu oluşturulması hedeflenmekte.sürdürülebilirliğin tanımı gereği kütahya Dumlupınae üniversitesinin yapacağı hertürlü girişimde çevresel, sosyal ve ekonomik açıdan ortaya çıkabilecek olumsuz etkileri en aza indirmesi hedeflenmekte.Bunu yaparken de topluma öncülük etmek gibi bir yükümlülüğü bulunmaktar.İkinci aşama, misyonun tanımlanması aşaması. Bunun için üniversite, sürdürülebilirlik açısından önce hangi noktada olduğunu fotoğrafı çekilerek (durum  tesbiti) ve vizyonunda belirlediği noktaya hangi paydaşlarla ve nasıl gideceğini ortaya konulacak. 4. Kütahya Politikalar Merkezi (KPM) Bu merkez üniversite ile ilişkili ama özerk bir kurum olacak. Üniversite’nin bürokrasi ve organizasyon şemasında hiyerarşik olarak yer almayacak, hiçbir fakülteye bağlı olmayacak. Müdürünün doğrudan rektöre ve mütevelli heyetine sorumlu olduğu bir yapı olacak. Bu kurum üniversiteye ancak yeteri kadar yakın olacak, sivil toplum kuruluşları ve diğer üniversiteler ile ağ kurabilmesini sağlamak amacıyla da Kütahya Dumlıpınar Üniversitesi'nin bir iç kuruluşu olmayacak. Şeytanın avukatı olabilecek, ülkenin karşılaştığı sorunlarda veri tabanlı ciddi analizler yapabilecek, ayakları yere basan politika alternatifleri üretebilecek, bunu sağlamak içinde sivil toplum ve bilim dünyası arasında köprü olabilecek bir kurum hedefliyorum. Bu proje benim için Türk sivil toplum ve akademik dünyasına sunulabilecek öncü bir proje KPM sivil toplum ve akademik dünya arasında köprü olmayı, bilgi ve veri bazlı uygulanabilir politikalar (siyasa) geliştirmeyi, kamuoyu ve siyasi karar vericilerin dikkatlerine sunmayı amaçlayacak. Merkez özerkliğini koruyabilmesi için de fonlanmasının projelerden ve diğer kaynaklardan sağlanan imkânlarla yapılması öngörülmekte. KPM’nin yapacağı etkinliklerin hemen hepsi projelerden sağlanan gelirlerle gerçekleştirilecek. .Son Söz: Bir "değer sistemi" olmadan, felsefe olmadan bununla ilgili bir zihniyet modeli oluşturmadan,  üniversite eğitiminin somut tarafının ortaya konulabileceğine hiçbir zaman inanmıyorum, "Bu bir zincir meselesi. Zincir aslında genel bir felsefeyle başlar. Eğitim-Öğretim felsefesiyle devam eder. Buna bağlı bir eğitim-öğretim teorisi gerekiyor. Yani bir kavram çerçevesi gerekiyor. Kavram çerçevesinden hareketle model kurulması gerekiyor. Modele bağlı strateji koymak, stratejiye bağlı yöntemler, teknikler ve uygulama zincirini kurmamız gerekiyor. Bu kurulmadığında sadece aktivite olur. Sadece birtakım etkinliklerle projelerle yetinmek zorunda kalırız.    Üniversite de kriter akademik başarı yanında  üniversitede herkese eşit yaklaşacak, katılımcı yönetim anlayışını benimsemiş, yönetimde deneyimli, karizmatik liderlik özelliklerine sahip, tertemiz lekesiz tüm paydaşları dışarıda bırakmayan tek bir bayrak altında toparlama gücü ve iradesi bulanan.kısacası özü sözü bir olan...Gerisi-lafu-guzaf... Dünya üniversitesi olma ülküsüne yönelik olarak "Türk Ulusunu” çağdaş uygarlığın en ön safhasına geçirme,bilimde, teknikte özgür ve bağımsız olarak hareket edebilme,dünyanın en gelişmiş ülkesi olarak diğer ülkelere liderlik edebilme ve sürekli ilerlemenin bir düşünce-nesnesi olarak somut çıktılar elde edebilmek için Ulusal irade seslenişi yeteneğini, diğer bir deyişle kolektif ruh/irade varlığını çağdaş bilim ve akılcılıkla geliştirmek.Bu bağlamda; beşeri sermayemizin, aydınlık yarınlarımızın umudu olan gençlerimizi ;Fikri, Vicdanı ve İrfanı Hür olarak Kadim değerlere (İnancına, Tarihine , Kültürüne )bağlı analitik düşünen, tartışan , üreten bireyler olarak yetiştirmek. Üniversite sadece bilim için değil, aynı zamanda Hak, Hukuk, Adelet ve Cumhuriyet içinde üniversite gerekli.Üniversite Cumhuriyet'in sahipliğinde... Üniversitelerin  özellikle de Türk üniversitelerinin olmazsa olmaz 4A'sı... Akıl, üniversite aklın teminatıdır Ahlak, bilimin olmazsa olmazı Adalet, eşitlikçi eğitimin temeli Adap, kadim Türk kültürüne saygı "Elimizden geleni değil, yapılması gerekeni yapmak gerek, dünyaya bir de benim pencerelerimden bakın. İstemediklerinizi kapatın, yenilerini açın.. İstihkâmlarınızı güçlendirime, zor zamanları fırsata çevirme zamanı. Benim yaşıma geldiğinizde, benim hiç olamadığım kadar hakîm, fehim, müstakim, emin, mekin ve metin olun.  Aziz ülkemize gelince; ille bir şeye benzetecekseniz, her budağından sürgün atan salkım saçak bir böğürtlen çalısına benzeteceksiniz Türkiye’yi. Bir sürgünü çiçeğe dururken, diğerinin kurumakta, ötekisinin meyve vermekte olduğunu görün. Tek bir sürgüne takılıp kalmayın, bütüne bakmayı âdet edinin. Unutmayın ki, düz akılla anlaşılmaz, pergele, cetvele gelmez, kendine has bir kimliği vardır Türkiye’nin. Batmaz. Batarsa, okyanuslar taşar.” İyi bir üniversite yaratmanın formülü: İyi yönetim/liderlik + vizyon + liyakat Saygılarımla. Sağlıcakla kalın! Günleriniz hep aydınlık olsun! Yüreğinizde sevgi daim olsun! Yüreği "Berkehan ve Bilgehan Deniz"  kadar temiz olanların! Referanslar: https://goo.gl/xLnLQQ https://goo.gl/BKk5eh https://goo.gl/BVJ458 https://bit.ly/2HYkwzu Not:YÖK'ün üniversitelere karne verme kriterleri https://bit.ly/2OPVTWo Yüksek Öğretim kurumunun i-Eğitim-öğretim, ii-araştırma geliştirme,Proje,ve Yayın,iii-uluslararasılaşma,iv-Bütçe ve Finansman,  v-Toplumsal Hizmet ve Sosyal sorumluluk olarak  beş ana başlıkta toladığı kriterler. (*)Rektörlerin belirlenme yöntemi dünyadaki akademik gelenekler ve uygulamalar çerçevesinde tartışılması gereken en temel ve öncelikli meseledir. Ancak sistemi tartışırken, sorumluluk alanı gereği rektör atamalarında söz sahibi olan Yükseköğretim Kurulu'nun (YÖK) aday değerlendirme sürecindeki rolünü de anlamak gerekir.Var olan rektör belirleme sisteminin yeniden düşünülmeye muhtaç yönlerini göz ardı edilemeyecek biçimde ortaya koymak gerekir..İlgilenenler için,   İlgilenenler için  diğer önemli bir not: 1 Mart 2019 tarihinde  Ankara ‘da katıldığım  toplantıda Cumhurbaşkanlığı Makamı'na arz edilmek üzere YÖK'e sunduğumuz 100 sayfalık "Öngörü Proje Raporumuz"  Cumhurbaşkanımıza arz edilmek üzere tekrar güncellenmiştir. 

“Kulluk“ Miracını, Kendince Yargılamak Hangi Kulun Haddine?

İlk Söz:  "Fikrini asla değiştirmeyen bir insan, durgun su gibidir: Zihnin sürüngenlerini besler içinde."   Kuran-ı Kerimi okurum anlarım. Kimse beni kandıramaz. Aksi bir düşünce, hüsnü zandır belki  ama zandır, kesin...Bu bağlamda; okuma birikimi, eleştirel düşünme ve sentez yapabilme becerisi şart.Temel sağlam değilse bina eğreti duruyor. Hatta durmuyor... Tüm kutsal kitaplarda Yüce Yaradanın dört niteliği  i-:var etme , ii-egemenlik , iii-tümlü  iv-adalet ve hakikat ... "hiç bir kimse  bu dünyanın kadısı değil." elinde terazi de yok. 'Son kararı verecek terazi yüce Allah’ın katında... Hiçbir kimse bir kişi hakkınfda kanaat dahi belirtme yetkisi bie yok... İmam Gazali’nin insanların iman durumuyla ilgili ölçüsü son derece ufuk açıcı.... Bizler için, muhatap olduğumuz âlem için o şöyle diyor: “Bir insanın dinin dışında olduğuna dair elimizde 99 delil var da, imanın içinde olduğuna dair bir tek delil varsa ben 99 delili bir tarafa bırakır, bir delile hükmederim. Onun mümin olduğuna karar veririm.” Velhasıllı, Ötekileştirmeye hiç kimsenin hakkı yok!.. Nefret makamında olmamalıyız, başkasına haram saydığımızı kendimize helal saymamalıyız... Dinin tek sahibi gibi hareket etmemeliyiz... Dinin geniş çemberini daraltmamalıyız... İnsanların imanları hakkında kendimizi söz sahibi saymamalıyız... Cennet hepimize yetecek kadar geniş.... Kimileri oturmuş kuranı kerimi aklınca kendi toksit kültürü ile son derece ilkesiz aynı zamnda ilmi namustan yoksun manüplatif tarif ederek millete anlatıyorlar... Gelecekten bahsediyor ama kastettikleri geçmiş aslında. Ebedi rücu."..Gece dünyanın gölgesi. Dünya karanlığa sebep... "Sorumluluklarımızdan kaçınabiliriz, ama kaçınmanın sonuçlarından kaçamayız" Kelimeler gördüklerimizi kavrayamıyorsa ya da gördüklerimiz kelimelere sığmıyorsa konuşmak ne işe yarar? Dört kutsal kitabın ve yüzlerce sayfalık İlahi mesajların ortak paydası, iman ve ahlâk esaslarıdır. Bütün Hak dinlerin ortak paydası ise, “Ahlak”dır. İmanın hakikatine ulaşamayan ve  ahlâklı yaşamayan insanlar, giderek yozlaşır ve özüne yabancılaşır. Böylece, görünüşte dinleri, kavimleri, ülkeleri, partileri, kültür ve gelenekleri farklı da olsa, gerçekte düşünce yapıları ve değer yargıları aynı olan “yozlaşmış insan tipi” ortaya çıkmaktadır. Kur’an’ın “cahili insan” diye tanımladığı bu tiplerin hayat felsefeleri ortaktır; Dünya merkezli, servet, şöhret ve şehvet eksenli bir yapıları vardır. Dünya’nın neresinde, hangi dönemde ve hangi seviyede ve statüde bulunursa bulunsunlar; bu tiplerin amaçları, arzuları ve ahlâkları aynıdır: Dünya nimetlerinden azami derecede yararlanmak... Hayatın tadını çıkarmak... Başkalarından farklı ve üstün olmaya çalışmak... Ve bütün bunlara kavuşmak için de kanunlardan ve insanların fark edip kınamasından emin olabildikleri sürece, her türlü hile ve haksızlığı mübah saymak!.. Kimsenin kalbini, din bilgisini, inancını, bilemezsiniz. Kur'an'da, mânevî hayattan soyutlanıp hakîkate kapıları kapanan, mühürlü ve kilitli kalbe sahip olur. O mührü ancak unuttuğu Allah açar. O, hakîkattir. Kalp, ancak, "karanlıkta" olabilir. "Allah’ın dini yeri göğü, ölümü ve hayatı açıklar, ama bizim yaşadığımız din karı-koca, gelin-kaynana kavgasını bile çözmüyor. Dinin önüne ve sonuna çeşitli sıfatlar ekledik. Oysa kim Allah’ın kitabına bir şey ekler ya da ondan bir şey çıkarırsa, din aradan çekilir, kişi eklediği ya da çıkardığı ile baş başa kalırdı. O kadar çok İslam icad ettik ki; Folk İslam, Laik İslam, Euro İslam, Türk İslam, Arap İslam, Fars İslam, Demokrat İslam, Liberal İslam. Bir “Allahsız İslam” kaldı. Zaten o da var artık, dinsiz yaşıyor ama ölünce İslam usulüne göre defnediyor, bir de onun hakkında yalancı şahidlik yapıyoruz. Allah’ın kitabına uygun işler yapmazsanız haram, resulün sünnetine göre hareket etmezseniz mekruh, ama birilerine göre düşünmezseniz dinden çıkarız gibi bir durum ortaya çıkmakta. Bu nedenle,  yolumuz iman, amel ve ahlak.yetiyor olmalı  bize! Din “kültür” oldu gençler için artık. Din, mezhep, tarikat kültürel bir aidiyet olarak algılanıyor. Gerçek hayatta, ekonomi, siyaset, toplum hayatında bir karşıtlığı yok. Haşa, Allah’ı o işlere karıştırmıyoruz. Siyaset ve para ilişkileri bizi ciddi anlamda sekülerleştirdi. Din, biraz ritüel, biraz seremoni ve biraz bütçeye göre ikona. Gerisi gönlünden ne koparsa(!).  Bir “Din kültürü” hocası ile konuştum. İlk okul dörtte din kültürü varmış. O da “kültür” olarak! Semavi dinler, İbrahimi dinler. Onlar da kendi içinde grublaşmış, hepsinin özü bir, onların da temelinde ahlak var. Yani aslında pek birbirinden farkı yok. Yani AVM’den elbise, ayakkabı alır gibi din seçiyorsunuz. Dinler arası fark bilgisayar markası, otomobil markası gibi bir şey. Herkes yerli, yaygın ve milli olanı seçiyor. Din, mezheb ve tarikatlar coğrafi markalar. Genelde İranlılar Şii, Türkler Sünni’dir. Suudiler Vehhabi. Zaten eğitim, media, siyaset, hukuk düzeni, toplumsal ilişkiler buna göre düzenlenmiş. “Semavi Dinler”, Musevilik, İsevilik ve İslam. Felsefi dinler, daha çok Asyetik, Budizm, Hinduizm, Şintoizm, Brahmanizm filan. Bir riayete göre Türkler Gök tanrıya inanırmış falan. Bunlar da iyilik, güzellik öğütlermiş. Sonunda yine bir şey değişmiyor. Doğuda oturanlar, Batıda oturanlar ona göre sınıflandırılıyor. Aslında bu iş böyle değil tabii. İlkokuldan başlayarak insanlar önce agnostik hale getiriliyor. Sonra din kültüre indirgeniyor. Sonra dinlerin dayandığı ortak değer “Tanrı” olunca, insanlar “Deist” oluyor. Okullarda, Mezhep, Tarikat konularına girilmiyor. Artık Kur’an bir dua kitabı gibi anlatılıyor. Hadisler de, onun tamamlayıcı, açıklaması gibi. Ahiret, Cennet-Cehennem gibi konular, çizgi filmler ya da uzay filmleri kadar bile ilgi çekmiyor. Mehdi ve Mesih konusu birçok insan için uzaylılar, uçan daireler kadar ilgi çekici değil. Cin ve Şeytan da artık ezoterik konular. Adını bile anmaya gerek yok, “3 harfli” dersiniz, ya da parmağınızı büküp tahtaya vurursunuz, uğursuzluktan korunmak için. Nazar değmesin diye kapıya kuru kafa asar ya da kolunuza mavi boncuklu bileklik takarsınız. Cennet ve cehenneme gelince, zaten Tanrı (!) “yolun sonu”nda herkesi affedecek ve sonrası bilmiyoruz. “Yakıp ne yapacak ki, kötülük yapmayalım diye bizi korkutuyor. Sonunda affedecek(!).   Kimi tenasühe inanıyor, kimi yeniden başka bir dünyada yeni bir hayata başlamayı ümid ediyor. Çevrenize bakın, politikacı, bürokrat, akademisyen, birçok kişi, gerçekten Allah’a ve ahiret gününe, gaybe, kadere, rızga, ecele, Meleklerin, Cinlerin, Şeytanların varlığına inanıyor mu? Bana kalırsa dinden soğumanın en büyük sebeblerinden biri aile, bir eğitim, biri Müslüman etiketli kişi ve kuruluşlar. Güzel örnek olamadık. Dahası, insanlar bize (!) bakıp dinden soğudular. “Biz” deyince ağır kaçtı değil mi? Biliyorsunuz Peygamberler masumdur. Ama Yunus peygamber “İnni küntü minezzalimin / Biz zalimlerden“ olduk demedi mi! Ne çok övünüyor ve ne çok dövünüyoruz. Hani “Ne varlığa sevinirim / Ne yokluğa yerinirim” diyecektik. Atalarımızla övünmeyecektik. İki günü birbirine eş olan aldanmışsa, geçmişle övünmek niye. Geçmişin güzelliklerini geleceğe ve zirveye taşıyanlar için geçmiş bir ibret dersidir ve Atalarımızın manevi mirasını geleceğe taşımak onlar için en güzel şükran olacaktır. Bakın başarı ya da başarısızlık ayrı bir konu. Kaybedilmiş savaşların kahramanları, kazanılmış savaşların hainleri vardır. Şeyhülislam işini doğru yapmamışsa cehenneme gider, onun kapıcısı, şoförü işin doğru yapmışsa cennete gidecektir. Biz alemlere rahmet olarak gönderilen bir peygamberin ümmeti olarak yaşadığımız zamana ve mekana adil şahidler olacaktık. “Müslümancı” olmayacaktık ama, “Müslümancılık” bile yapamadık. “El Emin” olmayı beceremedik. Dünyanın en muhteşem coğrafyasında yaşıyoruz, şükretmeyi bıraktık sürekli şikayet ediyoruz. Ne tarihini biliyoruz bu toprakların, ne toprağın altında ne var, üstünde var onu da bilmiyoruz. Birbirimizle uğraşıp duruyoruz. Vatan, millet, Sakarya gidiyoruz. Birbirimizle uğraşıyoruz, ama yabancı siyaset, sermaye, sivil toplum, akademisyenlerin peşinden koşuyoruz. Herkes böyle değil elbette. Her zaman iyi, doğru, güzel insanlar var ama iki felaket sözkonusu; bilgili, dürüst ve cesur insanların devlet ve toplum nezdinde itibar görmemesi ve engellenmesi, ikincisi de kötülerin itibar, güç ve servet sahibi olmaları. İkisi de aynı yanlıştan besleniyor aslında. İşte o zaman “Kahtı rical” dönemi başlıyor. İşte o zaman “bana ne”cilik, “neme lazımcılık” başlıyor, meddahlar, yalaka tipler, münafıklara gün doğuyor. Haksız güç ve servet sahibi olanların kibirleri helaka giden yolu döşüyor. Ademoğulları olarak bizler zor günlerden geçiyoruz. İnşallah aklımızı başımıza alırız. Yoksa gelecek günler geçen günleri aratabilir. İnşallah uyanırız da korkularımızdan emin oluruz. Bugün hepimizin havf ile reca arasında bir yerde durup çokça tevbe etmemiz gerek. Hani hayatı dönüştürmek için güç ve servet istiyorduk, ama güç ve servetin önce kendine sahip olanları dönüştürdüğünü çok geç anladık. Anladığımızda ise çok geç olmuştu. Sanırım şimdi yeniden imandan başlayarak, Hılful fudul temelli bir mücadeleye başlamamız gerek. Amentüye imanımızı gözden geçirmemiz gerek. Aileyi, nefsi ve nesli ıslah ile fıtratı korumamız gerek. Aklen ve ahlaken, ilmen tekamül etmemiz gerek. Aklımızla vijdanımızı barıştırmamız gerek ki insan insanla barışsın. Bu iki barış gerçekleşsin ki, insanlar tabiatla barışsınlar, tabiatla savaştan vazgeçsinler.     Günümüzde "İkonalara, seremonilere ve ritüellere boğulmuş bir din var.. Bu din benim dinim değil. Amerikano İslam', 'Euro İslam' ne derseniz deyin, kesinlikle bu ferdi planda vicdanlara, içtimai planda mabetlere hapsedilmeye çalışılan din, yüce yaradanın emrettiği din  değil." “İnandığımız gibi yaşamayınca, yaşadığımız gibi inanmaya başladık sanki” Okul, televizyon, gazetelerin ramazan sayfalarından öğrenilen Müslümanlıkla ancak bu kadar olurdu zaten. İşte onun için gidip terör örgütlü cemaatlere/tarikatlara kapaklanıyorlar,  Bu iş sadece bunlardan ibaret de değil. Bu durum kırsaldaki okumamışlarla ilgili bir sorun değil, akademik kariyer sahibi olup “Akaid”, “Siyer”, “Kelam” ne demek bilmeyen bir çok  genç var!? Bu memlekette aydın-okumuş geçinen bir çok kişi AMENTÜ seviyesinde, İMAN’ı bırakın, BİLGİ sahibi bile değil...Onun içinde bir çok kimse olanları bu perspektifden görmüyor, yorumlamıyor.     Amentü diye okuyup durduğumuz bir metin var ya, orada bir cümle de şöyle der: “Ve bil gaderi hayrihi ve şerrihi minellahu teala”.. Hayır ve şer’in Allah’ın iradesi içinde olduğuna iman ederim. Bakın biz “Allah’ın rızası”na talibiz! Ama hayır’ı da, şerri’de yaratan Allah’tır. Bir topluluk Allah’ın ipini bırakmıştır, Allah da onların ipini bırakır. Onları Allah’ın elinden alacak kimse yoktur!   Arabesk bir şarkıdaki gibi “Tanrım beni baştan yarat” şeklinde Allah’a haşa akıl öğreten bir bakış açısı bir Müslümana yakışmaz. Siyasilerin de katıldığı toplu dualara bakıyorum, kimi Allah’a akıl öğretiyor, kimi ikna etmeye çalışıyor. Allah’a açık açık neyi nasıl yaratması gerektiği söyleniyor sanki. Araya birtakım aracılar konularak ısrarla, tekrar tekrar istenen şeylerin gerçekleşmesi isteniyor. Hani bize hayır gibi gelen şeylerde şer, şer gibi gelen şeylerde Allah hayır murat etmiş olabilirdi. Yüce yaradan peygamberlerini bile, nimetlerini artırarak ve eksilterek, hatta korku ile imtihan edeceğini söylerken, biz Allah’tan bizi bu imtihanlardan muaf tutmasını istiyoruz sanki. En iyi bildiğimizi sandığımız şey dua, ama onu da bilmiyoruz. Evet, tamam “Dualarımız olmasaydı ne işe yarardık ki!” de “Kabul olmayan duadan Allah’a sığınırım” diyen Peygamber ne demek istedi aceba!?. Sadece istemekle o şey olacak mı. Ya da sadece onu dua kalıbında söylemediğimiz için mi olmuyor bazı şeyler? Mesela bütün Müslümanlar aynı zamanda “Mescidi Aksa’nın kurtuluşu için dua etsek” niye etmiyoruz, sadece tek başına dua yeterli olacaksa. İsra 11’de, “İnsan iyiliğin gelmesine dua ettiği gibi, kötülüğün gelmesine de dua eder. Esasen insanoğlu acelecidir” deniyor. Bu ayet bize ne söylüyor? “İblis bir günah işleyeceği zaman işe önce günahı kutsallık zırhına sarmakla başlar!” Allah’ın indinde makamınızı görmek isterseniz, sizi neyle meşgul ediyor ona bakın. “İman ettik” demekle yakamız bırakılıvermeyecek! “Bizden öncekilerin başına gelenler, bizim başımıza gelmeden cennete girdirilevermeyeceğiz”. “Allah bizi mallarımız, canlarımız, sevdiklerimizle kimi zaman artırarak, kimi zaman eksilterek cennete girdirilivermeyeceğiz.” “Kimsenin kimseye hiçbir faydasının olmadığını, annelerin evlatlarından kaçtığı o gün” yalnız başımıza imtihan olacağız ve hiçbir koruyucu ve yardımcımız olmadığı halde. Allah yaptıklarımızı, yapmamız gerekirken yapmadıklarımızı, söylediklerimizi ve söylememiz gerekirken söylemediklerimizi, kapalı kapılar arkasında fısıldaştıklarımızı görmekte, duymakta, bilmektedir. İbadet ve hayırlarını günahlarına perde yapanlar bilsinler ki, “Habitat ağmalüküm” yani amelleri boşa gitmişti. “Vay o namaz kılanların haline ki” denilenler arasında isimleri yazılanların vay haline! Kitapta 28 peygamberin adı yazılıdır. 4 peygambere kitap verilmiştir. Bunlardan Tevrat Hz. Musa’ya (a.s.), Zebur Hz. Davud’a (a.s.), İncil Hz. İsa’ya (a.s.) ve Kur’an-ı Kerim Hz. Muhammed’e (a.s.)  indirilmiştir. Ayrıca 10 suhuf Hz. Âdem’e (a.s.), 50 suhuf Hz. Şit’e (a.s.), 10 suhuf Hz. İbrahim’e (a.s.), 30 suhuf Hz. İdris’e (a.s.) gönderilmiştir ki bu “suhuf”ların toplamı 100 sayfa yapmaktadır.. Kur’an-ı Kerim’de adı geçen 30’a yakın peygamberin başına gelenler, onların duaları, İlahi uyarılar kısa kısa bize anlatılır. Bunun sebebi işte onların yaptıkları ve söylediklerinde bizim için işaretler vardır.  Dikkatinizi çekti ise, bazı sure adları bu peygamberlerin adını taşımaktadır ya da onların başından geçen olayları anlatan bir isimle anılmaktadır. Mesela Kur’an-ı Kerim’de Hz. Musa’nın adı 136 defa geçmektedir. Evet, bu pencereden baktığınızda, nerede durduğunuzu göreceksiniz. Asıl önemli olan nerede olduğunuzdan çok, nerede olmak istediğiniz ve o yolda ne yaptığınız ile ilgili. Cumhurbaşkanımızın 7 şubat 2018 tarihinde MYK toplantısından.. Birlikte okuyalım ,"Sözde ilahiyatçıların toplumu germesine fırsat verilmemeli.  Bu sözde İlahiyatçıların bir anda türemesi 28 Şubat’taki gibi etki ajanlığı olabilir." Yüce yaradanın karşısındaki "kulluk" miracını, Kendince yargılamak hangi kulun haddine? Din üzerinden, Kendine tartışılmazlık ve otorite alanı açmak, İslam'ın başına gelebilecek en kötü şey.......İlahiyatçıların bir kısmında ki handikap  şu :Evvela, İslamdan bahisle kendilerini tartışılmaz konumda görmek. Din eşittir onlar.....Nasıl olsa sorgulayan yok, inanan çok, salla gitsin!.....Kur'an okuyan, hıfzeden her insan kamil veya kamile olmadığı gibi, Onlardan uzak olmayı "bilimsellik" objektiflik sanmak da ahmaklık....Hani bir hikaye var ya...O misâl... "Yahu ben bunun neresini düzelteyim? Hazreti Davut değil, Hazreti İbrahim; kız değil, erkek; Ayşe değil, İsmail; keçi değil, koç; Azrail değil, Cebrail!...."Yarım hekim candan eder, yarım hoca dinden eder derler ya!...Bende düzeltmekten vazgeçtim...  Arap İslam, Türk İslam, Fars İslam, Liberal İslam, Laik İslam, Folk İslam, Amerikano İslam, Sünni İslam, Şii İslam, Suudi İslam, Euro İslam, Feminist İslam say sayabildiğin kadar. Önüne sonuna ne eklerseniz ekleyin, geriye kalan İslam değildir. Din, ideoloji, tarih, herşeyin içini boşalttılar.Bu notumuz da şimdilik burada kalsın... Allah’ım bize hakkı hak, batılı batıl göster. Hakk’ta toplanmamızı nasib et. Bizi nimet verdiklerinin yoluna ilet, gazabına uğrayanlardan değil. Bizi rızanın tecellisinin vesilesi kıl. Bizim ellerimizle zalimleri cezalandır ve mazlumlara yardım et. Namaz kılmamak gaflet hali olabilir. Fasıklık alameti de olabilir... Çoğunun, "Allah korkusu" dediği, Hâl ile değil, mahalle ilgili. Mahal değişince de bir şey kalmıyor zaten... İmtihana girmemiş her fazilet, Haritadaki menzilden ibaret.... Ne yolu anlatıyor ne yolculuğu.... Menzile varmak için çabalayana selam olsun!... Ancak namaz kendi başına kişiyi insan yapmaz.... Kendilerini, hele bir de kamera karşısına çıkınca, Zübde*i âlem sanan kerameti kendinden menkul sözüm ona ilahiyatçıdan ancak bu kadar!.. Giderek herkesin daha çok İslam'dan bahsettiği, Ancak daha az Müslüman olduğu bir âleme yolculuk faslındayız. Hayırlı sahurlar... Orhan   ELMACI Mansur@orhanelmaciorhanelmaci Ahlaki Boyutdan Yoksun, İçselleştirilememiş Bir İbadet. Ne İçin?...   5,0     04.08.2013 13:02:36 A+ A-     Hz Ömer dizisini izlediniz mi bilmiyorum ,ama bu dizi gerçekten güzel bir dizi!...  Aslında dizi haline getirilmiş İslamiyetin doğuşunu ve gelişimini anlatan bir filim…  İslamiyet’in doğuşunu, insanların Hz Muhammed’den etkilenmesini, Hz. Ömer’in Müslümanlığı nasıl seçtiği anlatılmakta.. Tabii ki inananların uğradıkları zulümler , inananların çektikleri çileler de.. Özellikle de İslamiyetin ilk zamanların da!... Peki İslamiyet ne vaat etti de, Allah’ın Resulü ne söyledi de insanların gözleri kamaştı.. Adalet dedi.. Adillik dedi…Eşitlik dedi.. İnsanların eşit olduğunu söyledi.. Haksızlığa göz yumulmamalı dedi.. Zulme karşı çıktı.. Kibrin, kıskançlığın, dedikodunun, fitneliğin, fesatlığın ,yalancılığın,hasetliğin,nankörlüğün, kulla kulluk etmenin  kötü bir şey olduğunu anlattı..Kısacası kadim değerlere sahip çıkılması gerektiğini anlattı… Birbirlerini sevmelerini, birbirlerinin kuyusunu kazmamalarını ,müslüman olmasa bile onların ötekileştirilmemesini istedi. İnsanlar etkilendi, ilk Müslümanlar bu sözlerin büyüsüne kapılarak Peygamber’in peşinden gitti.. İlk yıllarda dinin ahlak boyutu ön planda.. Ahlak boyutu etkileyici, Kadim değerler bağlılık cazipt, baş döndürücü, sürükleyici.. İyi insan olmanın, hakkaniyetli insan olmanın, adil insan olmanın, başkasının hakkını yememenin yolu gösterilmekte..  Kimse kimseden üstün değil..  Herkes Allah’ın kulu.. “Nice oruç tutanlar var ki, oruçlarından payları açlık ve susuzluktur. Ve yine nice ayakta duranlar / namaz kılanlar var ki, namazından elde ettiği şey yorgunluktur." (İbn Hanbel, 2/373) Ayet öyle diyor: Şeytan sizi Allah’la kandırmasın. İblis size sağınızdan, solunuzdan, önünüzden arkanızdan, aşağıdan ve yukarıdan gelir. Açık bir kapı bulursa içinize girer ve damarlarınızda dolaşır. Kanın gittiği her yere gider. Unutmayın, İblisin varlığı günah işlemenizin bahanesi, gerekçesi olamaz. Derler ki, “Kedi aç kalır ve yavrusunu yemeye karar verirse, onu fareye benzetirmiş.” Dindar biri yalan söylememeli, haram yememeli, zina etmemeli, içki içmemeli, adam öldürmemeli. Evet bu doğru. Ama Müslüman adam bunları yapmaz diye bir şey yok. Yaptı diye de dinden çıkmaz. Bunları yapmasa da, bunları meşru görürse, dinden çıkar. İblis peşine düştü mü bir insanın ve o da ona kapıyı bir açtı mı, artık onun işi zor.  İblisin peşinden yürümeye devam eder. Kim bunlar derseniz, onları görmek için çevrenize bakın bakalım, yok oldular değil mi? Onların gittikleri mekanlara bakın bakalım, eğer yolunuz düşerse tabii, kimlerle dost olmuşlar, kimlerle beraberler, kibir var mı? Eski dostları ile ilişkisi nasıl. Aile, çocuk, eş-dost ilişkileri ne durumda. Bunlar inandıkları gibi yaşamaktan uzaklaşınca yaşadıkları gibi inanmaya başlarlar..   Kimimiz ilmimizle kibirlendik, kimimiz makamımızla, kimimin paramızla, kimimiz şöhretimizle. Kimimiz bunlara ulaşmak için İblisin yalan vaadlerine kandı, kimimiz bunları elde ettikten sonra sapıttı. İnsanoğlu neyi ihtirasla ister ya da neye sahip olur ve onunla kibirlenirse, Allah onları o şeylerle imtihan eder. O şeyler, “dua ile istenen bela”ya dönüşür. Mahkeme kadıya mülk değildir. Bize  İlahlık ve Rablik taslayanlara, yani bizim üzerimize hüküm koymaya ve bizi kendi heva ve heveslerine göre terbiye etmeye kalkanların emri vakilerine her zaman karşı durmalıyız. Ağuyu altın tas içre, bala karıştırıp sunanların, yani helale haram katanların yaldızlı sözlerine ve işlerine de kanmayalım bu arada. Hani onlar, ‘Biz ıslah edicileriz’ diyorlardı da, Kur’an onlar için ‘Onlar bozguncuların ta kendileridir’ diyordu ya! “Ayinesi iştir kişinin lafa bakılmaz. Dünü unutmadan, ham vaadlere kanmadan. Adil şahidler olmak.. Haksızlık kimden gelirse gelsin, kime yönelik olursa olsun, mazlumdan yana zalimlere karşı olmak ne kadar güzel bir haslet. Kafanızı kimseye kiraya vermeden, ne lidere, ne örgüte, ne de şeyhe. Din ve devlet büyüklerini İlah ve Rab edinmeden. " Haksıza karşı, haklıdan yana durarak o her kimse ve işi ehline vererek. Aksi zulümdür ve Allah, cahil, zalim, fasık ve müfsit kişi ve topluluklara yardım etmez. Onların işlerini sarp dağlara sardırır. Kazandıkları, para makam ve şöhret, dua ile istenen bela olur onlar için. Yunusun dediği gibi: "........................ Okudum bildim deme Çok taat kıldım deme Eğer Hak bilmez isen Abes yere gelmektir Dört kitabın mânâsı Bellidir bir elifte Sen elifi bilmezsin Bu nice okumaktır. .........................."      Yukarıda çok kısa ve çarpıcı bir biçimde ifade edilen düşünceler  toplumun içinde debelendiği,.kısır döngüyü betimlemekte..Toplumları, aileleri, bireyleri sarsan dinin ibadet boyutu ahlaki boyutuyla entegre edilmiş. Bütünleştirilmiş...Gayri müslümler bile ötekileştirilmemiş.Onların inaçlarına;haklarına, hukuklarına ,canlarına,mallarına ve namuslarına helal getirilmemesi için mücadale verilmiş… Müslümanlığın,İslamiyetin  hızla yayılmasının sebebi de bu..  Hz. Ömer dizisi bu boyutu çapıcı biçimde anlatıyor..  Bugüne gelelim..  Dinin ahlaki boyutu bazı kesimlerce  unuttulmuş, konuşulmaz olmuş.. Her şeyde olduğu gibi, ibadette de herkes gösteriş peşinde…. "İnsanın olduğu yerde hiçbir şeye şaşma!" diyen özdeyişi doğrulamak için umarsız bir  tutkuyla haksızlığın, adaletsizliğin, kıskanmanın,  pusu kurmanın, arkadan vurmanın, bende olmayan başkasında da olmasın, ben önde olayım da başkası nerede olursa olsun algısının etkisi altında….   Eksiğimizi ve yanlışımızı bize anlatan gerçek dostları değil de; önyargımıza, yerleşik doğrumuza, kalıp düşüncelerimize, kör inançlarımıza, saplantılarımıza, ezberlerimize uygun sözler ederek, kendi bataklığımıza daha fazla saplanmamızı yol açan dalkavuklukları kendimize daha  yakın bulma çabası… Hayatın gerçeği yerine, kendi öz gerçeğini öne çıkarmak isteyenlerin kendilerini anlatırken kullandıkları "kutsal şalların gizlediği gerçeği" görme isteğinde ki azalma ya da yok olması; kör olması....Gerçek yerine  yanılsamaların arkasına takılma… Herkesi kusurlu, kendimizi kusursuz görme…. "Akla nazar değmez" gerçeğini unutup, insanların yüzlerine söyleyemediklerimizi, arkalarından ağzımızı doldurarak anlatmaktan hoşlanmak…. Kendi icadımız olan varsayımlarla oluşturduğumuz düşünce çerçevesini  "mutlak doğru" algılamasına kadar taşıma. "Kutsal kitabımız “Kuranı Kerim”i analatik olarak içselleştirmek yerine ,anlamını bilmeden ,başkalarının anlattıklarına körü körüne bağlanma isteği  "Kutsal kitabı anlama çabasında kendinden çok başkalarını aracı etme. Onların  söylediklerini asıl refarans  kaynağı olan kutsal kitabımızdan  teyit etmeden”mutlak doğru”olarak Kabul etmek. Bunun için insanlık bu kadar cana mal olan bir serüven yaşamak zorunda mı? Bu coğrafya da yaşadığı acılar yetmedi mi? Yoksa bunlar  sonsuzluğa kadar sürecek bir oyunun parçası mı? "Topluluktan topluma geçiş" sürecini tamamlayamamızın gerekçileri bunlar mı?... Hayatın "nesnesi" olmayı aşıp "öznesi" olma konusunda hızlı bir ilerleyememenin  handikapları bunlar mı?... Ahlaki boyutunu içselleştirmeden, konuşulmadan ibadet boyutunu hep ön planda tutulması ne kadar doğru. Ya da doğru mu? ..  Bilemem..  Tamam, doğru ibadet önemli de; ibadetin asıl amacı ne? İslamiyet sadece ibadet mi demek? Kesinlikle hayır!... Bizce “ibadet sorunu  yok ,ibadetle entegre edilmemiş ahlak sorunu var” …. Zaten ibadet sorunu hiç olmadı.. Gidin herhangi bir camiye herkes gayet düzgün biçimde namazını kılmakta….. Ben daha saçmalayanı, çuvallayanı, ne yapacağını bilemeyeni görmedim..  Duymadım da.. İnsanlar vecibelerini yanlışsız yerine getiriyor..  Ne kadar mükemmel!....  Bi sorun yok..  Yok da.. Ben kendimi bildim bileli varmış gibi davranılıyor.. Din denilince, İslam denilince, Müslümanlık denilince işin hep ahlakla bütünleştirilememiş ibadet boyutu…..  Okullarda da..  Camilerde de üzerinde durulan bu.. Dinin ibadet boyutu..  Sadece iktidarlar değil, aileler de dinin sadece ibadet kısmıyla ilgileniyor.. Gerisine bakmıyor.. İbadetin nasıl yapılacağını bir an evvel öğretmek..  Bu telaşı görünce, zannedersin ki.. Memlekette ibadet sorunu var..  Yok..  Ama bi sorun var..  Ahlak sorunu var.. İslam dininin bu kısmının konuşulmaması sorunu var.. İbadetten daha önemli görülmemesi sorunu var.. Hayata geçirilmemesi sorunu var..  Dini ibadetle sınırlama sorunu var.. Şu gerçek; çoğu kişi camide başka, cami dışında başka.. İbadet anında başka, ibadet dışında başka..  Adam namazında niyazında.. İbadetini eksiksiz yapıyor, kusursuz yapıyor.. Gelgelelim çalıyor, çırpıyor, önce cebini düşünüyor, kazık atıyor, dedikodu yapıyor, başkasının hakkını yiyor,başkasının namusuna göz dikiyor ,haram yiyor, haksız kazanç sağlıyor, Yalan söylüyor, kula kulluk yapıyor…uzatmayalım dinin yapma dediklerini, uzak dur dediklerini  yapıyor..   Dinin ahlak kısmını dikkate almıyor..  Niye mi? Çünkü ona ibadet kısmı öğretilmiş.. Ahlak kısmından haberi yok..İbadetin ahlakla içselleştirilerek yapılması gerektiğinden bi haber. Müslümanlığa , İslama  ne kadar zarar vereceğini düşünmeden, ötekeliştirme eğilimi daha kolay ve yaygın…  Dinin, ibadetle sınırlı olduğunu zannetmekte.. O ibadetin “ahlaklı bir insan olma yolunda yapılan ritüeller olduğunu”düşünmekten uzak. Kendince, en iyi ibadeti, o yapıyor!..Yukarıda anlatılanları teyit eden ibretlik bir hikaye.Birlikte okuyalım:       Efendim delilerin-velilerin çok olduğu o eski zamanlardan birinde, meczubun biri camiye girer, belli ki namaz kılacak..Ama oturmaz, meraklı ve şaşkın gözlerle etrafı süzer-dolanır..Bir oraya, bir buraya her köşeye dikkatlice bakar ve hızla çıkar gider..      Az sonra sırtında bağlanmış odunlarla tekrar gelir camiye ve tam namaza başlamak üzere olan cemaatle birlikte saf tutar..Ama sırtındaki odunlarla güç bela bitirir namazını.        Eğilip kalktıkça yere düşen odunlar, çıkardığı ses vs. derken, tabii cemaat de rahatsız olmuştur bu durumdan..Nihayet biter namaz, bitmesine ama her kafadan bir ses çıkar..Herkes kıpırdanmaya, adama söylenmeye başlamıştır bile..İmama kadar ulaşır sesler, hafiften tartışmalar..       İmam aynı mahalleden, bilir az çok garibin halini, şefkatle yaklaşır meczubun yanına ve der ki:      “Oğlum böyle namaz mı olur, sırtında odunlarla, sen ne yaptın? Hem kendini hem de çevreni rahatsız ettin bak, bir daha namaz kılmaya yüksüz gel olur mu?”     Bunu duyan meczub melül-mahzun, ama manalı bir bakışla sorar:      “Âdetiniz böyle değil mi?”       “Ne âdeti?!” der Hoca.. Cemaat da toplanmış, merak ve şaşkınlıkla olayı izlemektedir o sıra.. Demiş ki meczub bu kez: “Hocam ben namaz kılmak için girdim camiye, şöyle kendime uygun bir yer ararken içeridekilere baktım, gördüm ki herkesin sırtında bir şeyler var. Zannettim ki adet böyledir, ben de şu odunları yüklendim geldim işte, neden kızıyorsun? Kızacaksan herkese kız, tek bana değil! Hoca şaşırır: “Benim sırtımda da mı var?” der.. “Evet” der meczub, “Hepinizin sırtı yüklü!”.. Cemaatte ise hafiften “deli işte!” manasına,bıyık altından gülüşmeler başlamıştır.. Meczub bu kez öne atılır ve tek tek cemaati işaret ederek, saf bir çocukça, heyecanla bağırır: “Bak bunun sırtında mavi gözlü bir çocuk, bunda kocaman bir elma ağacı vardı.. Bunda kırık bir kapı, bunda bir tencere yemek, bunda kızarmış tavuk, şunun sırtında yeşil gözlü esmer bir hatun, bununkinde de yaşlı annesi vardı!..” Sonra iki elini yanlarına salar başını sallar ve umutsuzca; “ Boş yok, boş yok hiç!..diye tekrarlar. O böyle söyleyince, herkes dehşet içinde şaşkınlıkla birbirinin yüzüne bakar!     Aynen doğrudur dedikleri çünkü; Kimi doğacak çocuğunu düşünüyordur namazda, kimi bahçesindeki meyve ağaçlarını, biri onaracağı kapıyı, diğeri lokantasında pişireceği yemeği..Biri açtır aklında yiyeceği tavuk, birinin sırtında sevdiği kadın, diğerinde de bakıma muhtaç annesi vardır. “Peki söyle bakalım bende ne vardı?” der, bu kez endişeyle Hoca.. O da der ki:“Zaten en çok da sana şaştım hoca! Sırtında kocaman bir inek vardı! Meğerse efendim, hocanın ineği hastaymış, “öldü mü ölecek mi?” diye düşünürmüş namazda.. “Harâbât ehlini hor görme sakın, defineye mâlik viraneler var.”      Bildirince bildiren, yüreği olan görüyor elbet..     Ya işte böyle ... Bu kadardır ol hikaye..       Bize düşen ibret almak. Gelin hepimiz düşünelim bakalım, namazdayken sırtımızda neler var? Neleri sırtlıyoruz, neyin hamalıyız? Namaz ki bir gök yolculuğu.. Sevgiliyle buluşma, konuşma ânı.. Hiç insan sevgilisiyle olduğunda aklına başka şey gelir mi? Hem de nerde?! O huzurda.. Sırtımızda ne var?       Kısacası,gücümüzün sınırlarını bilmenin, gücü kullanma zamanını iyi kollamanın ve gücü kullandıktan sonra bize nasıl geri döneceğini hesaplamanın bizi  "insanlaştıran" ilkelerden biri olduğunu yüksek sesle  birbirimize anlatamadığımızdan.    Öğrenmenin  bizi " ilim sahibi" yapacağını; ama "ilkeli yaşamayı" bir  "davranış biçimi ve  yaşam tarzı" haline getirmeden "irfan sahibi" olamayacağımızı  kendimize anımsatamadığımızdan. Dürüst, kul hakkı yemeyen, Peygamberimizin ahlakına yakın bir ahlak seviyesine ulaşmış ama ibadette kusurlu, ibadette eksik insan mı makbuldür..   Bazan toplum devlet eliyle saptırılır, bazan da devlet toplum eliyle rayından çıkar. Bu ikisi arasındaki ilişki ve çelişki tencere-kapak ilişkisi gibidir. Kesinlikle israf ve aylaklığın önlenmesi gerekir. Vergilerin, teşvik, muafiyet ve imtiyazların açık bir şekilde yeniden düzenlenmesi gerekir. Üretim yoksa ve bir tüketim çılgınlığı sözkonusu ise, hazıra dağ dayanmaz. Üretimde kalite ve maliyet konusunda rekabet edebilir bir durumda mıyız. Bürokrasi engel mi, kolaylaştırıcı bir rol mü oynuyor. Ülkenin milli kaynakları etkin ve verimli bir şekilde kullanılabiliyor mu? “En önemlisi bir ülkede zenginlik ve imkanların birkaç elde toplanmasını önleyecek bir yol tutulmalıdır. Yoksa devlet, varlık içinde yokluktan ölür. Bu da tefecilik ve istifçiliğin, gayrimeşru kazanç yollarının piyasaya hakimiyeti ile son bulur” der Bacon.  Bacon, Burjuva ve Aristokrat kesim kışkırtmadıkça halkın kendiliğinden kolay kolay harekete geçmeyeceği görüşündedir. Bugün artık uluslararası sistem STK, media, sermaye grubları, hatta muhalefet  üzerinden kontrollü bunalım stratejisini örgütleyebilmektedir. Biden’ın seçildikten sonra Türkiye hakkında söyledikleri hâlâ akıllarda. “Halka hoşnutsuzlukları ile kızgınlıklarını ölçüyü kaçırıp işi azgınlığa dökmeden açığa vurma özgürlüğü tanımak güvenilir yollardan biridir. Öfkesini içine atan, yarası için için kanayan kimse onarılmaz çıbanlar, irinli yaralarla toplumsal öfkeyi daha da büyütürler.” “Yöneticiler kışkırttıkları öfkenin kurbanı olurlar. Yapacakları en akıllıca iş umudu ve güveni canlı tutmaktır” der Bacon aynı denemesinde.  “ ‘Toplumun babası’ olmaları gereken hükümdarların bir partiye bağlanıp yan tutmaları durumunda, devletin, bir yanına çok ağırlık yüklendiği için dengesizlikten batan bir gemiye dönüşecektir. Tıpkı Fransa Kralı 3. Henri’nin önce Protestanları yok etmek için kurulan birliğe girmesi, hemen sonra da aynı birliğin krala karşı dönmesi gibi.” Evet, insan partili olabilir. Ama “Partici” olmamalı, “Partizanca” davranmamalı. Müslüman “Müslümancı” olmamalı, Akıllı “Akılcı” olmamalı. Yüzümüzü Hakka dönmeliyiz. Yoksa “taşlanmış Şeytan” “ıslah edici” maskesi ile gelip, nefsimizin hoşuna giden şeyler söyleyerek, bizi kandırır ve o zaman da kaçtığımızı sandığımız şeye doğru koşarız. İyi bilelim ki, Şeytan ve onun dostları, yol arkadaşları bozguncuların ta kendileridirler. Şeytanın bize oynadığı oyunu görüp gerçeğin farkına vardığımızda ise çok geç olabilir. İnsanoğlu ne kadar kibirli. Her insan hata yapma potansiyeline sahip. Hatasız kul olmaz. Peygamberler bu anlamda uyarılmış, korunmuş oldukları için “Masum”durlar. Ama yine de onlar çokça istiğfar ederler. Hz. Yunus “inni küntü minezzalimiyn” der. Ne tevbe istiğfar edilip, necasetten ve hades’ten temizlemeye çalışıyoruz, ne de şükredenlerdeniz. Her şikayet ve hep daha fazlasına sahip olma konusunda ihtirasımızı engelleyemiyoruz. Böyle olunca da ortam kifayetsiz muhterislere kalıyor. Herkes birbirini kıskanınca birbirinin malına, makamına tamah ediyor. O zaman da Allah onları biribirine musallat ederek onları cezalandırıyor. Ne az ibret alıyoruz. Bu anlamda tarih ibretlerle doludur ve ibret alınmayınca da hep tekerrür ediyor. Bu gibi durumlarda herkes birbirini suçlar, başkalarını eleştirip, öğütleyip durdukları şeyler konusunda kendi nefislerine karşı bir tedbir düşünmezler. Kıskançlık ve kibir onların beynini kemirir durur. Bana kalırsa herkes, ferden ferde bir tevbeye ihtiyacımız var. Özellikle de kul hakkı konusunda çok dikkatli olmak gerek. Aklen ve ahlaken yücelmedikçe düzelme olmayacak.  Çünkü Allah, cahillere ve zalimlere yardım etmeyecek ve onların işlerini sarp dağlara sardıracak.  “Ebu Cehil” denilen kişinin zamanının en bilgili, en zengin, en saygın kişisi olduğu unutulmamalı. Ümmi “Cahil” demek değildir. Cahil olan Şeytan ve onun peşinden gidenlerdir. “Kitap yüklü eşekler” Cahil kategorisinde değerlendirilir. Gerçek Cahil, hakikatin bilgisinden yoksun olmaktır. Ve bugün yaşadıklarımız ahlaki zaaflarımızdan ve cahilliğimizden kaynaklanmaktadır.   Beş vakit namaz kılan, din vecibelerini yerine getiren ama hileye hurdaya göz yuman, fitnelik,fesatlık,yalancılık.nankörlük,kıskançlık,haksızlık karşısında susan Camide başka, cami kapısının dışında başka olan mı? Sorumuz net.. Hangisi? ibadet kısmıyla ilgileniyor.. Gerisine bakmıyor.. İslamiyetin ahlaki kısmı yok sayanlar!.. Görmek istemediğiniz kötülükleri, kapalı kapılar ardında fitne fesatlık yaparak sahneye koyuyorlar. Kendi yandaşlarına her türlü menfaat ve çıkarı sağlama peşindeler. O kişinin ehil olup olmadığına bakmadan; İşleri yandaşlarına vermek için yarış içindeler. Diğerlerini ötekileştirenler boş durmuyorlar. Ramazan ayı bile bunları durdurmaya Yetmiyor!.... Çünkü bakmayın onların” Müslamanım” diye ortalıkta gezinmelerine . Tek kelime ile "Münafıklar" siz bakmayınca yok olmuyorlar. Siz, çoğu kez korkudan, bazen yapacak daha mühim işleriniz olduğundan, belki 'makbul bir vatandaş' olmanız sebebiyle o kötülüğün size uğrama olasılığını hiç kondurmadığınızdan, bazen de sözcüklerle yeniden hayat verirseniz ruhunuzun altüst olacağını sezdiğinizden bakmıyorsunuz. Görmek istemiyorsunuz. Bakmayan her göz, karartılan her vicdanla o kötülük utanç verici bir vahşete dönüşüyor. Sadece o kişiler değil, toplum her katmanında tiksindirici bir meşruiyet içinde debelenip duruyorlar!... Bu insanlar, Müslüman ve Hz. Muhammet’in ümmetinden iseler, tıpkı Peygamber’in ömrü boyunca yaptığı gibi, Kuran’da dile getirilen ilkelere uymalı, kişisel ve kamusal işlerini başkalarına sövüp sayarak değil, danışarak yürütmelidirler. Çünkü İslam’da danışma, şûra, farzdır. “(…) Zira onlar, büyük günahlardan ve utançlardan kaçınırlar, öfkelendikleri zaman bile bağışlayıcıdırlar (…) Birbirlerine danışarak işlerini yürütürler (Şûra Sûresi, 42/36-39).  Önceki akşam Hz Ömer dizisini izlerken bunları bir kere daha düşündüm.. Müslüman’ım diyen herkes bir iki dakika düşünse!..   Son Söz: İyi insan demek vatanını seven, vatanı için doğruları ve yanlışları tarafsız ve objektif bir şekilde insanlarına anlatan demektir. Dini sahiplenirken ona hangi manayı atfettiğiniz, mensup olduğunuz inancı nasıl özümsediğiniz, sizi diğer din mensuplarından farklı kılar. Üstelik bu kadim bir hadisedir.“İnsanlar bir dinleri olduğu için ahlaka ihtiyacı kalmamış gibi davranıyorlar.” Oysa ahlaktan arındırılmış bir din yorumunun kimseye faydası olmadığı gibi çokça zararı vardır.Hz Muhammed, “La ilahe illallah”, “Allah’tan başka ilah yoktur” dedi. Devesinden indi, asasını havaya kaldırdı. Önündeki ilk puta darbe indirdi. Kendilerinden marifet beklenen Hübel, Lat, Menat, Uzza... Yüzlerce put birer birer yıkıldı. Ancak “put yapma” da “put yıkma” da bitmedi. Put, aksi sanılsa da bir heykel değildi. Üzerine iktidar elbisesi giydirilmiş, büyüdükçe de insandan uzaklaşmış bir hikâyeydi. Kimi zaman taştan topraktan, kimi zaman etten kandan, kimi zaman paradan ya da güçten putlar yaratılmaya devam etti. Eksik olmasınlar, her devrimci de eylemine “putları yıkıyoruz” diye başladı. Onun için din dahil mensup olduğumuz tüm kimlikleri sahiplenirken önce kendimizle ve toplumumuzla yüzleşmemiz gerek. Bu kimlikleri bir rütbe, ikbal için mi taşıyoruz; yoksa gerçekten o kimliklerde gördüğümüz değerleri yaşamak için mi? Önce burada anlaşalım. Sağlıcakla kalın! Günleriniz hep aydınlık olsun!  Yüreklerindeki sevgi daim olsun!  Yüreği "Berkehan"  ve "Bilgehan Deniz" Kadar temiz olan tüm insanların!  OE -04.08.2013 ---------------------------------- Ünlü işadamına “Ramazan nasıl gidiyor?” diye soracak oldum, “Ramazan iyi gidiyor ama, iftar konusunda dertliyim” dedi ve de anlattı... ”Bizim aile Anadolu kökenli. Bizim örf ve âdetlerimize göre iftar önemlidir. Aile iftar sofrasında bir araya gelerek oruç açar. İhtiyaç sahiplerine iftariyelik gönderilir. İftar saati iş saatine rastlıyor ise, işyerinde çalışanlar için iftar masası hazırlanır. Şimdilerde İstanbul’da bir iftar daveti modası çıktı ki... İnanılmaz. Şirketler, işa...damları, politikacılar otellerde, lokantalarda iftar daveti düzenliyorlar. Herhalde belli bir işadamları ve önde gelen kişiler listesi var ki, bu listede isimleri yazılı tanıdık, tanımadık, niyetli, niyetsiz genelde hep aynı kişiler iftarlara davetli. Benim de işim dolayısıyla, ismimin öne çıkması nedeniyle listede ismim olmalı ki, hemen her gece bir veya birden fazla iftara davetliyim. Evde, çoluğum çocuğum ile iftar sofrası başına oturamaz oldum. Gitme diyeceksiniz. Gitme demek kolay... Az çok ilişkimiz var. Gönül koyuyorlar.” Faturayı kim ödüyor “Bir başka sorunum daha var. Davette oruç açarken günaha girdiğimi düşünüyorum. Çünkü paranın davet sahibinin helal kazancı ile mi ödendiğini, yoksa faturaların davet sahiplerinin şirketlerinin veya görevli oldukları kurumların hesabına masraf yazılarak vergiden mi düşüldüğünü bilemiyorum.” Ünlü işadamımızın “iftar sofrasının masrafının, helal kazançtan karşılanması” uyarısı çok önemli. Ne yapalım, hayat bu. Öylesi de var, böylesi de... Bir okunma: Orhan ELMACI 4 Ağustos 2012  ·  Mübarek Ramazan ayının neredeyse yarısına ulaştık. Bu ayda özellikle de oruç tutan “inananlara” Allah sabırlar versin diye sözlerime başlamak isterim!... Elif: Arapca da ilk harf. Düz bir çizgi. Sayı değeri bir. Anlamı: Tanıdık, dost, doğruluk, dürüstlük, dümdüz olan, eğrilmesi kırılması olmayan, ince sade bir sızı, ışık saçan, hatta güzel bir kız, vs. kısacası, Elif demek hayatımızın anlamı. Elif in noktasi üstüne yatık 9 gibi olan "ötüre" ile yapilir ki, bu mesar!!.. gibidir. Veya Elif in yanina bi nokta konursa bunun okumasi: " Ahhh" diye olur. Be: Arapça da ikinci harf. Bir tek Nokta. Sayı değeri iki. Anlamı: Ahad!!.. Delil. İspat. Yaşam kaynağı. Kur'ân, Besmele`nin başı “B” ile “B”nin altındaki Nokta'dan başlar. Çok ilginç ve şaşırtıcı!!.. “B”deki Nokta`nın yukarıya doğru uzamışı da "Elif"!!.. Elif, nereden gelir?? Nokta' dan!!.. Bir şekil çizmek istediğiniz zaman nokta ile başlarsınız. Önce, nokta oluşur. Sonra noktayı yukarıya ya da aşağıya doğru uzatırsınız. Noktalar sıralanır ve şekilden farklı bir anlatımlar meydana gelir. Ya da yatık bir çizgi ve onun kaynağı olan nokta!!.. Kitaplar böyle yazıyor!... Nokta!!.. Hep nokta!!. Hiç açılıp saçılmamış!!.. Nokta!!.. Yani Bé Harfler, ise Nokta dan Elif'e uzayıp çeşitli şekillere bürünmesiyle oluşmuş!!. Ve de her bir harf “nokta”ların bir araya gelmesiye meydana gelmiş. Noktalar öyle sık bir araya gelmiş ki biz noktaları hiç farketmeyip, harfler var sanmışız!.... Harflerin ana kaynağı nokta olduğu nedense hep dikkatden kaçmış, unutmuşuz, önemsememişiz. Hani bir söz var ya, “Damla derya ya düştüğünde yok olduğu sanılır ama damla derya da hep vardır ve içinde saklıdır.” Hallâc-ı Mansûr’un durumuna düşmemek için derinlere dalmak istemiyorum!.. Bütün bunları neden yazdım?!.. Bana göre Dünyanın en seçkin bu coğrafyasında Anadolu da İki sevgilinin Aşk ını, bunların kavuşmasını önleyen engellerle mücadelesi ni anlatan beni en çok etkileyen Türkü’ lerin başında Kütahya’nın Türküsü " Elif dedim be dedim " gelir. Aman Allah ım!!.. Bu nasıl duygudur!!.. Bu nasıl Aşk tır!!.. Bu nasıl mucize bir sözdür!!.. Öyküyüde kısaca anlatırsak.. Genç bir adam Elif isminde bir kızı sever. Elif de ona sevdalanır. Fakat genç adam o eski zamanların ince hastalığı olan Verem e yakalanmıştır. Elif'in ailesi, bu durumu görür ve kızını onunla evlendirmek istemez. " Git tedavini ol gel öyle Elif i al " derler. Bunun üzerine genç adam çok sevdiği Elif inin aşkı için hastaneye yatar. O dönem koşullarında iyileşmesi olanaksızdır. Öleceğini bile bile genç adam tedaviye devam ettiği için Elif'e bir haber gönderir.. "Ölüm, ölüm dediğin nedir ki gülüm ben senin için yaşamayı göze almışım" der. Elif ten yanıt gelmez. Fakat zaman ilerledikçe genç adamın hastalığı artar. Genç adam hastanede yattığı sürede sadece Elif' ten haber almak bir de içindeki yangını söndürmek için ( yaşamının kaynağı olan ) yanlız su içmek ister. Yemekten kesilir. Ancak kızın ailesi bir kez bile görmesi için Elif'i onun yanına yollamaz. Hastalığının arttığını, tabutunun bile hazır olduğunu Elif'ine türkü içinde ağıt halinde yazan genç adam, hastanede yattığı sürede bu türkünün sözlerini