Tüm Bilgi Paylaşımlarım

Emperyalizmin / Neoliberalizmin Göçmenleri

  İlksöz:   Küresel güçler; sürdürülebilir refahları İçin, tarih boyunca her zaman kaba kuvvet yoluyla yerküreden daha büyük bir dilim kapma yoluna gitti. Emperyalist devletlerin / Neoliberalizmin eseri olan 'terörle savaşın sığınmacıları'nı fazlasıyla aşan, emperyalizmin göçmenleri ile ilgili bir dramı ve sonuçlarını yaşıyoruz.   Türkiye’ye Afganistan ve Suriye kökenli göçmen akımlarının kaynağında emperyalizm yatıyor. Önce Suriyeliler, şimdi de Afganlar… Milyonlarca “yabancı” ülkemizde barınmaktadır. Bu sayı, son on yılda hızla tırmanmış durumda.. Göçmen nüfus artışlarının 20’nci yüzyıl ve sonrasına odaklanalım. Batı’da ve Türkiye’de bu süreç farklı nedenlere bağlıdır; eş-zamanlı da değildir.  Avrupa ve ABD’de 1980 sonrasında neoliberalizm Güney coğrafyasında sarsıntılar yarattı; Batı’ya göç dalgalarını hızlandırdı. 1992’de AB, kendi içinde emek dolaşımını serbestleştirdi; bu adım, yeni katılan Doğu Avrupalıları da zaman içinde kapsadı.  Türkiye’de tetikleyici etken savaşlardır.  Emperyalizmin İslam coğrafyasına saldırıları 2011 sonrasında Suriye’den Türkiye’ye hızlı bir göç dalgası başlattı. Bugünlerde Afganistan kaynaklı benzer bir süreç yaşanıyor. Milyonlarca göçmen, artık Türkiye işgücü piyasasının fiilen parçasıdır.   Göç alan ülkelerin siyasal haritalarında önemli değişimler gerçekleşti. Batı ile Türkiye arasında farklılıklar var. Son kırk yıla göz atalım; birkaç değinme ile yetinelim. TBMM Araştırma Komisyonu raporunda (2017) Türkiye’de 1 Suriyelinin Türkiye’ye aylık maliyeti 300 Dolar, yıllık 3600 Dolar https://bit.ly/3l0WzKF Bu maliyete Kayıt dışı çalışma ile devletin vergi kaybı, ucuz iş gücü nedeniyle Türk vatandaşlarının işsiz kalması, 4a kadrolu çalışan sayısında resmî rakamda en az 600 bin civarında azalma, konut ve kira giderleri, kayıt dışı ve ruhsatsız iş yeri açma ile haksız rekabet, sağlık, eğitim ve güvenlik personeli istihdamının maliyeti gibi dolaylı maliyet ve kayıplar bu rakama dâhil değil.. “Göçmen yer değiştirmez, yeryüzündeki yerini yitirir” . Allah kimseyi yeryüzünde yersiz, yurtsuz bırakmasın. Büyük bir yoksunluk! Küresel Oyun Kurucuların bitmek bilmeyen refah düzeyini arttırma istekleri... Emperyalist güçlerin Refah düzeylerinin  sürdürebilirliği için... Küresel güçlerin bir dairesel permütasyon içinde  sürdürülebilir  refahlarını arttırma diyalektiği,zorunlu göç... .Kapitalizmin Altın Çağı (1945-1980), Batı işçi sınıflarını “hizaya getirme önceliği” ile son bulmuştu. Göç, bu disipline katkı yaptı. Büyük sermaye ve merkez-sağ partiler, ulusal sınırları gevşek tutmayı yeğledi. 21’nci yüzyıl başlarında emperyalizmin Orta Doğu saldırıları, Türkiye ve Akdeniz üzerinden Avrupa’ya yeni bir göç dalgası tetikledi. Latin Amerika’da ise, askerî ve “sivil” darbeler sol rejimleri yıkmakta; ABD sınırlarına yoksul emekçileri yığdı.   ABD’de Brown Üniversitesi’ne bağlı Watson Institute, 11 Eylül 2001 sonrasında ABD’nin başlattığı “terörle savaşlar”ın bazı sonuçlarını araştıran bir raporu 9 Eylül 2020’de yayımladı.https://bit.ly/3d3FzgL/ https://bit.ly/3l8XcP2 “Hangi sonuçlar?” sorusu Rapor’un ana başlığında açıklanıyor: Savaşın Maliyetleri: Sığınmacı Yaratmak. Bir alt-başlık ayrıntı veriyor: ABD’nin 11 Eylül-sonrası Savaşlarının Yarattığı Nüfus Hareketleri. Rapor, yedi kişilik bir araştırma ekibinin ürünü. Başında antropoloji profesörü David Vine yer alıyor. Rapor’un bulgularını, sonuçlarını değerlendirelim. Bazı uzantıları da ekleyerek… Rapor, ABD’nin yakın geçmişte yürüttüğü savaşları yaşayan sekiz ülkeyi kapsıyor: Afganistan, Pakistan, Irak, Libya, Suriye, Somali, Yemen ve Filipinler. ABD’nin rolü? “Bu nüfus hareketlerinin ana nedeni ABD’nin başlattığı, açıkça katkı yaptığı savaşlardır.” Sözü geçen savaşlara  katkı yapan çeşitli toplumsal, tarihsel, ekonomik koşullar da rol oynamış olabilir; ama tümü ABD tarafından başlatılmıştır. Biraz da bu nedenle Rapor, Suriye’de 2012-2013’te ABD’nin açıkça desteklediği silahlı direnme dönemindeki zorunlu göçleri dikkate almıyor. Hesaplamaları 2014’e, yani ABD’nin IŞİD’e karşı askerî operasyonları başlatma tarihine çekiyor. Bu savaşların yarattığı sonuçların sadece bir boyutu ele alınıyor: Yaşadıkları yerleşkeleri, ülkeleri savaş nedeniyle terk etmek zorunda kalan insanların sayısı… Ülke dışı (“sığınma” amaçlı) ve ülke içi hareketler ayrı ayrı tahmin ediliyor. Toplamın alt sınırı 37 milyon insandır. Bu alt sınır dahi, II’nci Dünya Savaşı hariç, son iki yüzyılda yaşanan her savaşın yarattığı göçleri aşmıştır. Sığınmacılar 8 milyona ulaşıyor; savaş nedenli iç göçlere 29 milyon insan katılıyor. Savaşın son bulması, çatışmaların hafiflemesi gibi nedenlerle iç-göçmenlerin birçoğu dönebilmiştir. “Dönme” olgusu, savaşın yarattığı şoku ortadan kaldırmadığı için Rapor, bu insanları toplamda tutmuştur. Listede Filipinler’in yer alması yadırganabilir. Rapor’dan öğreniyoruz ki, ABD özel kuvvetleri ve Filipin hükümeti Mindanao adalarındaki İslamcı, ayrılmacı hareketlere silahlı operasyonlar yürütmüş ve 1,7 milyon insanı iç göçlere sürüklemiş. Savaşın Maliyetleri Raporu’nun sekiz ülke için hesapladığı “maliyetler”in en ağırı Irak’a düşüyor: 2013-2020 arasında 9,2 milyon insanın zorunlu göçü… 6,9 milyon insan, gelen ABD’nin önce Saddam’a, sonra IŞİD’e karşı savaşları nedeniyle yerleşkelerini, evlerini terk etmiş; gerisi ülke dışına kaçmış. 2 milyon aşkın bu ikinci grubun çoğunluğunun Türkiye üzerinden sığınmacı olarak Avrupa’ya yöneldiği anlaşılıyor. Ne kadarının Türkiye’de kaldığını Rapor belirtmiyor; resmi kayıtlarımızda vardır. ABD’nin Irak savaşının “ana maliyeti”, Rapor’un hesapladığı nüfus hareketleri değil; elbette ölümlerdir. Sadece üç yılı aşkın bir dönemde Irak’ta işgal nedeniyle meydana gelen ölümler araştırılmış; bulgular İngiltere’nin ünlü tıp dergisi The Lancet’in 11 Ekim 2006 tarihli internet sayfasında yayımlanmıştı. Bu araştırma, Mart 2003 ile Temmuz 2006 arasında Irak’ta 1849 haneye uygulanan bir ankete dayanıyordu. Anket sonuçlarına göre kapsanan kırk ayda işgal nedeniyle ölen Iraklılar 654.965  kişiydi. Bu tahminin yüzde 90’ı aşan bölümü (yaklaşık 601 bin kişi) şiddet sonucu ölenlerden oluşuyordu. Geri kalan ölümler, “işgale bağlanabilecek diğer etkenler”den kaynaklanmaktaydı.  Savaşın Maliyetleri Raporu, savaşların yol açtığı ölümleri hesaplamayı hedeflememiştir. Kapsanan ülkelerden Afganistan; Irak ve Suriye’de “ABD’nin terörle savaşının ölüm bilançosu”, zaman zaman Batı’nın resmî kaynakları tarafından duyuruluyor.  İngiltere’den Fransa’ya, Almanya’dan İtalya’ya Avrupa’nın önde gelen siyasetçileri, seçim sonuçlarını etkileyen, iktidarları değiştirebilecek sığınmacı krizini yıllar boyunca tartışıyor; Savaşın Maliyetleri Raporu’nda vurgulanan gerçek nedenine ise asla değinmiyorlar. İngiliz İşçi Partisi’nin bir önceki lideri Jeremy Corbyn’i saymazsak… Corbyn de esasen bu türlü “aykırılıkları” nedeniyle liderlikten uzaklaştırılmıştı. Avrupalı liderlerin suskunluk nedeni açıktır: “Sığınmacı krizini” tetikleyen Orta Doğu savaşlarındaki suç ortaklıkları…  Irak ve Suriye’deki emperyalist savaşları ilk elden ve “mağdurlar”ın penceresinden izleyen az sayıda onurlu Batılı gazeteci bu ülkelerde son yirmi yılın insanlık dramlarına ilk elden tanık olmuştur. Bu gazetecilerden Patrick Cockburn "Savaşın Maliyetleri"  Yazısından birkaç  aktarma yapalım: “Uydurma lastik botlara tıka basa doldurulmuş umarsız sığınmacılar İngiltere’nin Güney kıyılarına ulaşıyorlar. Bunlara istilacı gözüyle bakan göstericiler, geçen hafta Dover limanının çıkışını ‘sınırlarımızı koruyun’ çağrısıyla kapattılar.” “Batı’daki yaygın bir görüşe göre bu insanlar yozlaşmış, şiddet dolu ülkelerinden kurtulmak için daha güvenli, zengin coğrafyalara sığınma çabaları içindedir. Gerçekte ise Manş Denizi’nin kıyılarına kadar uzanan bu toplu göçün kaynağı, ABD ve müttefiklerinin 11 Eylül sonrasında başlattığı askerî müdahalelerdir.” Cockburn, Savaşın Maliyetleri Raporu’nun yukarıda özetlediğim ana bulgularını aktardıktan sonra devam ediyor: “20 yılda en az 37 milyon insanın toplu göçüne yol açan bu savaşların, çatışmaların tek sorumlusu ABD değildir. 2011’de Britanya ve Fransa, ABD’nin desteğiyle, Libya halkını Kaddafi’den kurtarma iddiasıyla Libya savaşını başlattı. Sonuçta, birbiriyle savaşan çetelere, gangsterlere devredilen Libya, Kuzey Afrika’dan Avrupa’ya taşan sığınmacıların geçidi oldu.” “David Cameron, Nicolas Sarkozy ve Hillary Clinton kadar geri zekalı liderler dahi bu savaşların yol açacağı feci siyasal sonuçları öngörmeliydi. Kaçınılmaz olarak tetiklenen sığınmacı ve göçmen dalgası tüm Avrupa’da yabancı-karşıtı aşırı sağ akımları güçlendirecek ve 2016’daki Brexit halkoylamasının sonucunu da belirleyecekti.” Tekrar edecek olursak: Emperyalizmin son yirmi yılda Orta Doğu’da yoğunlaşan haydut saldırganlığı, milyonlarca zorunlu göçe, sayısız ölümlere yol açtı. Madalyonun öbür yüzü Batı siyasetinde ortaya çıktı: Sığınmacı krizi, Avrupa’da aşırı sağı güçlendirdi; iktidarları etkiledi. Bu tespitler eksiktir. Emperyalizmin ekonomik katkıları ile tamamlanmalıdır. Daha açıkça ifade edelim. Kırk yıldan bu yana sermayenin sınırsız tahakkümü, neoliberalizm adı altında Güney coğrafyasına taşınmakta; yarattığı şoklar, milyonlarca emekçiyi Avrupa’ya, ABD’ye sürüklemektedir. Kimdir bu emekçiler? “Serbest dış ticaret, küçülen devlet, özelleştirmeler, tarımın uluslararası piyasalara teslimi, işgücü piyasalarının esnekleştirilmesi, kamu hizmetlerinin metalaşması” reçetelerinin mağdurları… Kapanan fabrikaların işçileri, diplomalı işsizler, kent yoksulları, devletlerinin fiyat, kredi desteğinden yoksun kalan pamuk, pirinç, mısır çiftçileri, topraklarını yitiren köylüler… “ABD’nin terörle savaşı”nın kapsamı dışında kalan Magrip’in, Siyah Afrika’nın milyonları, sadece Libya’dan değil, Fas üzerinden de Avrupa’ya ulaşmaya çalışıyor. Topraklarını yitiren Meksikalı çiftçiler yıllardan beri ABD’ye sızıyor. Tüm Latin Amerika’dan Kuzey’e yönelen emekçi akımı geçen yıl, Guatemela, Honduras, Salvador’dan yürüyerek Meksika-ABD sınırına ulaşan on binlerde ortaya çıktı; Trump’ın duvarına, dikenli tellerine takıldı. Kısacası, emperyalist devletlerin eseri olan “terörle savaşın sığınmacıları”nı fazlasıyla aşan, emperyalizmin göçmenleri ile ilgili bir dramı ve sonuçlarını yaşıyoruz. “… Berlin Duvarı yıkıldığında, kapitalizmin doğasında içkin krizlerden, eşitsizliklerden bunalmış “Batı”nın SSCB’nin çöküşünü fırsata dönüştüreceğini, toplumsal refahı ihmal etmeyen yeni bir piyasa ekonomisi modeli geliştireceğini düşünmüştüm.Bu arad şu notu da ekliyeyim SSCB'nin çöküşü kapitalizmin üstünlüğü değil,partili olgarkların hantal ve acımasız uygulamalarıdır.Gün oldu devran döndü,bbu defa da Küresel güçlerin seçkinleri gemi azıya aldılar.Sosyalizme karşı "kesin" zafer kazandıklarına iman etmişlerdi.Rus ortaklarını yedeklediler.Toplumsal duyarlılığın son izlerini de temizlemeye giriştiler,el birliği ile.şimdi artık biri bırakırken  diğeri alıyor..Mekke Hilton'un üst katları panoramik,oyunun son perdesi en iyi oralardan seyredilyor. Bu notumuz şimdilik burada kalsın.. Beklediğim barışın tekâmülüydü, ırkçılığın hortlaması değil.  Yaşam biçimlerine saygılı demokrasilerdi, yeni Gertrude Bell’ler değil. Oburluğun itibarsızlaştırılmasıydı,  Gezegen’i kurutması değil. Nükleer silâhlanmadan artan bilimin iyiliğin hizmetine tahsisiydi, kimyasal silâhların mükemmelleştirilmesi değil.  Merhametti, CIA’nın “geliştirilmiş sorgulama teknikleri” değil.  Bilge siyasetçilerdi, bitirim başkanlar değil.  Öyle olmadı. İyilik ve umut, 21. Yüzyılın hedefleri arasında yer almıyor..Kıyıya vuran balinalar için ayağa kalkanlar,Suriye'de ölen veya kıyıya vuran ya da zorunlu göç ettirilen bu küçük çocuklar için neden sessiz ?. Küresel (emperyalist ) güçler, kendi çıkarının peşinde, “gerçek”i tahrif ediyor, saptırıyor. Dillerine pelesenk olan sözüm ona "insan hakları". 1500'lerin başlarında kapitalist ülkelerin yeni yeni yeşerdiği, okyanusların haritalandırıldığı, kölelerin tedarik edildiği bu yıllarda,emperyalist oyunun başrollarini İspanyollar,portekizliler ve Hollandalılar paylaşırlar. 1521 'de İspnayollar Aztek ve 1532 'de İnka imparatorluğunu dolayısıyla bu medineyetleri yok ettiler. İngilizler daha geç ama bir girer, pir girerler. Bugün neredeyse tüm insanlar aynı jeopolitik sistemin (tüm dünys diğer uluslar tarafından tanınan ülkelere bölünmüştür ),aynı ekonomik sistemin (kapitalist piyasa ekonomisi dünyanın en uzak  köşellerini bile şekillendiriyor),aynı hukuki sistemin (insan hakları ve evrensel yasalar her yerde en azından teoride geçerli) ve aynı bilimsel sistemin parçası.Görün ki, günümüzde dünya hasılasının yüzde 46'sını tüketen bir avuç insanın inciyi,elması,altını,petrolü ya da her neyse bulmak için kanırtmayacakları nizam,altüst etmeyecekleri toprak,katletmeyecekleri topluluk yoktur.Yeter ki  kendi refahları bozulmasın hatta artsın. Dünya onların istiridyesi,içinde ki  "inci "almak için her yol mubah. Yeter ki refahlarına bir helal gelmesin.  Dünya genelinde hemen hemen her ülke göçten etkilenmektedir. Göç nedeniyle küresel ölçekte toplu nüfus hareketlerine tanıklık etmekteyiz. Öyle ki, küresel ölçekte, son elli yılda 175 milyondan fazla insanın kitlesel olarak göç ettiği bilinmektedir. Birleşmiş Milletler ’in 2013 verilerine göre yaklaşık %48’i kadın ve %74’ü 20-64 yaş arası bireylerden oluşmak üzere, dünya üzerinde 232 milyon kişi -yani dünya nüfusunun %3,2’si- uluslararası göçmenlerden oluşmaktadır (www.goc.gov.tr). Bir toplumsal olgu olarak göç çeşitli biçimleriyle insanlık tarihi kadar eskidir ve insanla beraber gelecekte de varlığını sürdürecektir. Çeşitli doğal, ekonomik, sosyal veya siyasal faktörlerin kaçınılmaz sonucu olan göç, etkileri minimize edilmesi gereken toplumsal ve küresel bir sorundur. Kimi durumlarda daha iyi yaşam koşullarına kavuşma arzusundan beslenen göç, ne var ki çoğu zaman, savaşlar, doğal afetler, açlık, kıtlık, ayrımcılık gibi irade dışı zorunlu ve dramatik nedenlere dayanmaktadır. Göçmen bireyler üzerindeki olumsuz etkilerinin yanında, tetiklediği toplumsal sorunlar dikkate alındığında, göçün, özellikle zorunlu göçün sosyal boyutunun da bireysel boyutu kadar travmatik olduğu görülür. Nedeni, yönü ne/nereye olursa olsun gönülsüz yapılın bütün göçler, göçmenler açısından, kişisel tarihten, yaşam öyküsünden, doğup büyüdüğü kültür ve topraktan, hatıralar ve umutlardan kopuşu ifade eder. Yurtsuzluğu, kimliksizliği, uyruksuzluğu, aidiyetsizliği, mağduriyet ve mazlumiyeti ifade eder. Göç ettiği yerde yalnızlığı, yabancılığı, katılımsızlığı, yokluk ve sefaleti, dışlanma ve öteki oluşu ifade eder. Bu nedenle göçmenlik hem psikolojik hem de toplumsal açıdan travmatik durumlar içerir. Dünyanın her yerinde dil, kültür, inanç, yaşam tarzı, coğrafi ve mekânsal alışkanlık vb. nedenlerle, göçmenlerin, göç ettikleri topluma uyum sağlaması uzun bir zaman, büyük bir emek ve yüklü maliyetler gerektirmektedir. Kitlesel ve zorunlu göçün, özellikle de bunun uluslararası biçiminin yarattığı mülteci akını, hem göç etmek zorunda kalan topluluk hem de göç edilen ülke ve toplum açısından uzun süreli travmatik sonuçları olmaktadır. Söz konsun travma, göç edenler açısından kimlik, aidiyet, sosyal ve siyasal katılımda sınırlılık, uyum sorunları, suçu itilme, yoksulluk ve yoksunluk, geleceğe ilişkin umutsuzluk, işsizlik, sosyal dışlanma, geride bırakılanlara karşı özlem, kendilerini göçe zorlayanlara karşı nefret, hukuki sorunlar vb. birçok alanı kapsayabilmektedir. Ülkesinden, tarihinden, kültüründen zorla koparılarak yerlerinden edilen kişiler, gittikleri yerde uyruk ve hatta zamanla din değiştirerek yeni bir kimlik kazanmak durumunda kalabiliyorlar. Yaşadıkları sorunlar bazılarını marjinalliğe, protest ve karşıt duruşlara sevk edebilmektedir. Aşılması bireyi hatta tek tek ülkeyi aşan bu sorunlar yumağı, göçmenlerin gittikleri yerde kendileri ve çocukları için yeni bir gelecek inşa etmelerini olukça zorlaştırmaktadır. Travmanın, göçü kabul eden ülke ve toplum açısından sonuçlarına bakıldığında güvenlik, ani ve plansız nüfus artışı, düzensiz yapılaşma ve gecekondulaşma, temel kamu hizmetlerini başkalarıyla paylaşama ve buna bağlı olarak bu hizmetlerden daha az yararlanma; eğitim, istihdam, sosyal entegrasyon, sağlık, hukuki statü, altyapı hizmetleri gibi hususlar öne çıkmaktadır. Farklı şekillerde kategorize etmek mümkün olmakla birlikte, göçleri, hareketliliğin sınırları açısından iç göç-dış göç; hareketliliğe karar veren irade açısından da gönüllü-zorunlu göç çeklinde ele almak mümkündür. Konumuz açısından bakıldığında Türkiye’de belirtilen göç türlerinin hepsinden bahsetmek mümkündür. Ülkemizde özellikle 2000’li yıllardan beri sürgün, baskı, yerinden edilme ve benzeri irade dışı nedenlerle iç göç görülmemekle birlikte; işsizlik, yoksulluk, terör, güvenlik, doğal afetler gibi itici/zorlayıcı nedenlere dayalı zaman zaman iç göç yaşanmaktadır. Uluslararası boyutta ise 1. Körfez Savaşından beri özellikle Irak’ta ve Suriye’de yaşanan iç karışıklıklar nedeniyle kitlesel ve zorunlu dış göç akınına maruz kaldığımız görülmektedir. Zengin tarihsel-toplumsal birikime ve nispeten gelişen bir ekonomi ve demokrasiye sahip olan ülkemiz, aynı zamanda sıklıkla istikrarsızlıkların yaşandığı Ortadoğu, Kafkaslar ve Balkanların kavşağında bulunmaktadır. Stratejik önemi ve coğrafi konumu tarih boyunca Türkiye’yi düzenli veya düzensiz, zorunlu veya gönüllü göç akınları için ya bir geçiş noktası ya da bir varış noktası haline getirmiştir. Bu durum, yani göç, Türkiye’nin ekonomik, sosyokültürel ve demografik yapısını, kamu düzeni ve güvenliğini derinden etkilemesine rağmen, ülkemiz, bölgesel ve küresel politikalarda barışçıl ve insancıl yaklaşımlar sergilemekten geri kalmamıştır. İçişleri Bakanlığı, Göç İdaresi Genel Müdürlüğünün verilerine göre, devletimiz ve milletimizin her zaman mazlumlara kucak açmasının doğal bir sonucu olarak, geçmişten günümüze kadar ülkemize doğru yaşanan kitlesel ve zorunlu göç akınlarından bazıları şunlardır:  1492 yılında on binlerce Yahudi’nin İspanya’dan gemilerle kurtarılarak Osmanlı İmparatorluğu topraklarına getirilmesi, 1709 yılında İsveç Kralı Şarl’ın yaklaşık 2000 kişilik bir grupla birlikte Osmanlı İmparatorluğuna sığınması,  1848 Macar Özgürlük savaşını kaybeden Prens Lajos Kossuth ve yaklaşık 3000 Macar’ın 1849’da Osmanlı İmparatorluğu’na gelmeleri,  1856-1864 yılları arasında, Rus Ordusundan kaçan yaklaşık 1.500.000 Kafkas nüfusun Osmanlı İmparatorluğu topraklarına kabul edilmesi,  1917 Bolşevik İhtilali’nin ardından Vargel’in yaklaşık 135 bin kişiyle birlikte Osmanlı İmparatorluğundan koruma talep etmesi,  1922-1938 yılları arasında Yunanistan’dan 384.000; 1923-1945 yılları arasında Balkanlar’dan 800.000 kişinin,  1988 yılında Irak’tan 51.542; 1991 yılında I. Körfez Savaşı’ndan sonra Irak’tan 467.489 kişinin,  1989 yılında Bulgaristan’dan 345.000; 1992-1998 yılları arasında Bosna’dan 20.000 kişinin, 1999 yılında Kosova’da meydana gelen olaylar sonrasında 17.746; 2001 yılında Makedonya’dan 10.500 kişinin,  Nisan 2011- Ekim 2017 arasında Suriye’de yaşanan iç karışıklıklar nedeniyle yaklaşık 3.500.000’i kişinin ülkeye kabul edilmesi. Ülkemize yönelik yaşanan ve yukarıda belirtilen uluslararası kitlesel göçlerin yanında; Doğu ve Güneydoğu bölgelerimizde yaklaşık 40 yıldan beri devam eden bölücü terörden ve söz konusu terörle mücadelede kimi zaman isabetli olmayan uygulamalar sonucunda zaman zaman zorunlu göçlerin ülke içine veya ülke dışına bir akış oluşturduğu da bilinmektedir. Göçten kaynaklanan sorunlar, yalnız bireyleri ve aileleri değil kamu hizmetlerini de etkilemektedir. Göçmenlere insani yaşam koşullarının sunulmasının ülkeye ve topluma olası ekonomik ve sosyal maliyeti ülkelerin göç politikalarını etkileyen önemli parametrelerden biridir. Bu nedenle başta Amerika Birleşik Devletleri ve Avrupa ülkeleri olmak üzere dünyada birçok ülke göçmen politikalarını gözden geçirmekte ve ülkelerine göç akınını (özellikte vasıfsız göçmenleri) önlemek için ciddi tedbirler almaktadırlar. Tarih boyunca mazlumlardan şefkat ve merhametini esirgemeyen insancıl bir kültürün taşıyıcısı olarak ülkemiz ve milletimiz, yaşamakta olduğu birçok güvenlik ve ekonomik soruna rağmen zorunlu göçe maruz kalan mültecilere karşı insani yaklaşımını sürdürmeye devam etmektedir..  eski pratiklerini yeniden yapılandırılması ve/veya yeni söylemlerin kurtarıcı olarak ortaya çıkması biçiminde güç/ideoloji temelli yönetim anlayışlarının ortaya koyduğu sorunsal. yayılmacı yapısıyla birlikte ulusal ekonomiler, sosyo-kültürel ve siyasal yapılanmalar üzerindeki  hegomonik baskılarıın  giderek artma eğilimi. İhraç etmeye çalıştıkları ideolojinin yüceltici ve meşrulaştırıcı bir dile sahip olduğuna olan inançları.. Özetle : i- ABD merkezli Pew araştırma şirketine göre, 2011 yılından beri devam eden kriz nedeniyle 13 milyon Suriyeli evlerini terk etti. Suriyelilerin çoğu Ortadoğu’da kalmayı tercih etti, yaklaşık 1 milyonu da Avrupa’ya gitti. En çok Suriyeli alan ülke Türkiye oldu. Araştırmaya göre, son yıllarda en çok göç veren halk Suriyeliler oldu. 6 milyon Suriyeli ülke içinde yer değiştirdi, bu sayı toplam göç oranının 49’unu oluşturdu.   Göç etmek zorunda kalan Suriyelilerin yüzde 49’u (5 milyondan fazlası) ise Ortadoğu’daki komşu ülkelere gitti. En çok Suriyeliyi alan ülke ise Türkiye oldu. Suriyelilerin 3.4 milyonu Türkiye’ye, 1 milyonu Lübnan’a, 660 bini Ürdün’e, 250 bin’i Irak’a göç etti. https://goo.gl/MoqDYG ii-Afrika'nın Avrupa'ya göçün kaçınılmazlığını görmek isteyenler Haritada "nüfus", "doğum" ve "zenginlik" düğmelerine basın.... Tabii ki görmek isteyenler için: http://metrocosm.com/how-we-share-the-world/?ref=tw Gelişmiş ülkelerin sürdürülebilir refahı için 65 milyon kişi evini terke zorlanmış... ajtr.me/sm8v Ülkelerini terk etmek zorunda kalanlar neden bu riskleri göze alıp, Avrupa için şanslarını denemiyor?Bu sorunun cevabı Türk-Alman Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler Bölüm Başkanı, TAU Göç ve Uyum Araştırmaları Merkezi Müdürü Prof. Dr. Murat Erdoğan’ın  geçen hafta Perspektif sitesinde yayınlanan “Türkiye’deki Suriyeliler: 9 Yılın Kısa Muhasebesi” başlıklı çok önemli makalesindeki istatistiklerde saklı. https://bit.ly/2wwcGZs Son Söz:Neoliberalizm, sıradan bir politika tercihi değildir. Sermayenin, özellikle finans kapitalin halk sınıfları üzerindeki tahakkümüne yol açmakla kalmamış; bu politikanın sahneye konduğu ülkelerde, vurguncu, yağmacı, parazit bir katmanın yönettiği ilkel bir kapitalizme dönüştürmüştür.    Orhan   ELMACI Mansur@orhanelmaciorhanelmaci Küresel Oyun kurucuların, Mazlum Ülkeler Manipülasyonu!...   POLİTİKA 5,0 12.11.2012 19:04:08 A+ A-   Küresel Oyun kurucuların, Mazlum Ülkeler Manipülasyonu!... Suriye; Pandora'nın kutusunu açıtı deniyor. Pandora'nın kutusu açıldı deyimini birçoğumuz mutlaka duymuşuzdur!.. Pandora nedir, pandoranın kutusu neyi anlatır? Mitolojide tüm kötülüklerin ortaya çıkma noktasıdır. Yunan tanrıları içersinde insana en yakın olan Prometheus insanlara bir çok hediye vermesi nedeniyle diğer Tanrıların gazabına uğramış bir Tanrıdır. İnsanoğluna kızan Zeus; onlardan ateşi geri alınca , Prometheus tanrıların tanrısına karşı gelerek tanrısal ateşi, insanlara ulaştırmak için Olympos dağına çıkar. Buna kızan Zeus hem Prometheus'a hem de insanlara bir oyun oynar. İnsanları sadece erkek olarak yaratmış olan tanrıların tanrısı Zeus, tüm güzellikleri bir araya toplayarak ilk kadını yaratır. Ona güzellik ve hediyeler verir. Ve "herkesin armağanı" anlamında ismini pandora koyar. Prometheus Zeus'un yapacaklarını tahmin ederek kardeşi Epimetheus'a tanrıların tanrısından gelecek armağanları almamasını söyler. Prometheus'un tüm uyarılarına rağmen; Pandora, kral Epimetheus'u güzelliği ile, kendine hemen hayran bırakır. Pandora ,sarayda yaşadığı günler boyunca kendisine Zeus tarafından verilen ve kesinlikle açılmaması emredilen sandık onun ilgisini hep çeker. Pandora tüm emirleri unutarak, sandığı açtığında yaptığı hatanın ne kadar büyük olduğunu geç de olsa fark eder. İnsanlığa zarar verecek olan bu kutuda ki hastalık, acılar, kederler vs. tüm kötülüklerin tamamı çıkar ve insanlığın başına bela olur. Pandora son anda sandığın kapağını kapatmayı başarır ve sadece insanlığın elinde tek güzel şey olan "umut" kalır. Bu sebeple insanlar; o günden sonra, kötülükten, umut ederek kurtulmaya çabalarlar.. Bu güzel hikaye, kötülüklerin ve umudun dünyaya yayılışını hicveder. Anlatır anlatmasına da !.. Gerçekte... Pandora'nın kutusu yoktur. Testi'si vardır. Kitaplar böyle yazıyor!.. Bildiğin, topraktan testi. Rönesans bilgini Erasmus, gelecek kuşaklar da okusun öğrensin diye, Pandora mitolojisini kitaplaştırırken, tercüme hatası yaptığını yazar kitaplar!..., Yunanca pithos kelimesiyle pyxis kelimesini karıştırıp, testi'yi kutu haline getirmiş. Tarihe böyle geçmiş. Ve, tarih hep böyle ; "kaş yapayım derken göz çıkaran "hatalarla dolmuş." Eroin , morfin ,Atom bombası... En acısı atom bombası!.. Rutherford;1919 yılında, simyacıların ünlü düşünü gerçeğe dönüştürmek için işe koyulmuş!.. Havada molekül yüzdesi olarak en bol olan azotu alfa ışınlarıyla bombardıman ederek onun oksijene dönüştüğünü görmüş. Simyacıların, "her şeyi altına çevirecek filozof taşı"nı aramış ama, bulamamış; Ama, artık bir element, başka bir elemente dönüşebiliyormuş. İnsanoğlunun eli artık atom çekirdeğine gidiyormuş. Sonra, Hiroşoma'da, Nagazaki'de ki trajediler!'.. Tıpkı günümüzdeki tüm Mazlum ülkelerin acıları gibi... Dünyanın bugün karşılaştığı sorunların çoğu, geçmişin çözümlerinden kaynaklanmakta. Hep bir hata'yı bir başka hata'yla düzeltmeye çalışılmış. Acı ve kederlere maruz kalan insanoğlunun, bu acı ve kederlerini, suçsuz ve masum insanlardan kin ve nefret tohumları ile intikam alarak dindirebileceğini zannetmesi gibi. Pandora'nın testisinin kırılması gibi!.. Malesef ; pandora'nın testisi kırıldı. Ama ne zaman!... Karikatürler çizildiği zaman!.. Çizilen karikatürlere düşünce özgürlüğü diye sahip çıktığın zaman!.. Arap baharları ihraç edildiği zaman!.. İslam âlemini ayağa kaldıran, ve iğrendiğimiz!... İnsanları çileden çıkaran!... İnsanların kafasına müslümanların ne kadar kötü ve vahşi olduklarını nakşetmek için; müslümanların vahşet içinde, masum insanlara nasıl saldırdığı ile giriş yapan "Müslümanların Masumiyeti" filmini provokatif amaçlı çekip gösterime sokulduğu zaman!.. Müslüman fobili ırkçılığın son tuzağı... Sonra gelsin bahar ihraç ettiğiniz ülkelerde kaos!.. Ama biz sizi baharı yaşatmıştık, özgürleştirmiştik. "Nasıl oldu bu? " diye soran şaşkınlığına acımamak, "etme bulma dünyası" dememek elde mi? Mazlum Milletler; Mazlum İnsanlar üzerindeki manipülasyonlar artık açığa çıktı!.. Artık, küresel oyun kurucuların, mazlum ülkelerde ki yalanları, oyunları, düzenbazlıkları her geçen gün açığa çıkıyor. Artık güneş balçıkla sıvanamıyor!.. Orhan ELMACI - 12 Kasım 2012 http://www.facebook.com/orhanelmaci     Orhan   ELMACI Mansur@orhanelmaciorhanelmaci Küresel Oyun Kurucuların Dünya Halklarını Formatlama! (Afazi Hale Getirme) ve Algı Operasyonu /Psikolojik Manipülasyon POLİTİKA 5,0 25.04.2015 15:19:41 A+ A-     Türkiye en üst düzeyde ilgili arşivleri açma tahhüdünde bulunmasına ve Genelkurmay ATASE arşivlerini açmasına rağmen küresel oyun kurucularının   ruhani lideri "20'nci Yüzyılın ilk soykırımı Ermenilere yapıldı" bu kurgu ile  kin ve nefret tohumları ekerek, yeni felaketlere  yol açmasına çanak tutan ve domino etkisi yaratacak olan çok tehlikeli  bir oyunun  parçası  olamakta bir beis görmüyor..Bu bir böl, parçala yut oyunu.“  1915 ‘de Türklere yapılan zulümler ve katliamların müsebbibi kim? Balkanlarda, kafkasyada,Hocalı'da,Karabağ'da, Doğu Türkistan'da Türklere yapılan katliamların müsebbibi kim ?...Türkiye'yi karıştırmak için nakış nakış dokunan tarihsel bir süreç ....Her şey göründüğünden daha karmaşık ve planlı...Göründüğünden çok tehlikeli  . "Tarih tekerrürden ibarettir" demişler de, büyük şair Mehmet Akif' de "Tarihten ders alınsaydı, tekerrür eder miydi hiç?" deyip işin aslını ortaya koymuş.... Hukuki sonuçları yanında, kültürel olarak da bir milletin hem mazisini hem de geleceğini bağlayan Soykırımların ağır suçluluğunu taşıyan, Küresel oyun kurucular özgün suçlarını yayıp paylaşacak tarihi ortaklar arıyorlar... Küresel oyun kurucu kimdir ve nasıl oyun kurucudur? diyenlere yanıt… İngiliz/ABD/Fransız/Alman. ve diğerleri.…(Son Hakikat" dedikleri dünya görüşlerini gezegenin bütününe tebliğ etmekle yükümlüd olan "Yüce Pir" başta olmak üzere ;vasıl, salik, mürid ve talipler den oluşuyor.).Bu oyun kurucular geçmişte Türklere Karşı oynadıkları oyunlardan bazıları nelerdir derseniz...Bunlar saymakla bitmez...Kitaplarda yazanların bazılarını özetliyelim...Birlikte okuyalım:  ·        ♦Yahudiler ve diğer Avrupa güçleriyle birlikte Osmanlı’nın durdurulmasında aktif rol üstlenmeleri ·       ♦ 200 yıllık küresel güç olmanın(hegemonyalarının)temellinde ”Şark Meselesi ”olarak adlandırılan uzun vadeli stratejileri … Bu stratejinin iki kritik noktası: -  Osmanlı’nın Avrupa’dan uzaklaştırılması - Müslüman toplumun islâm’ dan uzaklaştırılması… ·       ♦Küresel sisteme itaraz etmiyecek,dini,bireysel inanç meselesine indirgeyen,mutasyona uğratılmış hormonlu kitleler oluşturmak… İslamın protestanlaştırılması, sekülerleştirilmesi,içinin boşaltılması… ·        ♦İslam dünyasını tam ortadan ikiye ayırmak…Yapay sunni-şii çatışması …ve lokal çatışmaların,  etnik kimlikler m ön plana çıkartarak,Müslüman toplumların,siyasi,sosyal,kültürel ve ekonomik kaosun eşiğine sürüklemek…Ortadoğu'da alevlenen mezhep kavgası.. Ermeni meselesi de bunun bir uzantısı…          Kapitalizm İkinci Dünya Savaşı sonrasında yeni bir küreselleşme aşamasından geçmekte. Amerikan ekonomisinin hegemonik gücü altındaki bu yeni küreselleşme bir yandan teknolojide yepyeni atılımlar gerçekleştirirken diğer yandan da ülkelerin siyasi, kültürel ve sosyal ilişkilerinde yepyeni dönüşümler gerçekleştirmekte“İdeolojilerin Sonu”, “Medeniyetler Çatışması” “alt kimlik - üst kimlik” gibi kavramlar, iktisat dünyasının teknik terimlerinin yanında yer almaya başlaması.        20. yüzyılın son küreselleşme dalgası ile birlikte sertleşen rekabet koşulları çokuluslu şirketleri artık daha ucuza işçi çalıştırabileceği yeni üretim merkezleri aramaya itmiş olması belki de en kritik nokta.Böylece  Dünyanın fabrikaları giderek dünyanın ucuz emek cennetlerine, Çin’e, Hindistan’a ve Latin Amerika ülkelerine kayması…. Bu süreçte 19. yüzyılın İngiltere odaklı kapitalizminin ayırt edici unsuru olan sanayi işçisi, yerini artık taşeronlaştırılmış, marjinalleşmiş ve çoğunlukla da çocuk işçiliğine dayalı “enformel/ esnek” üretim biçimlerine bırakması. Böylece Batılı sanayileşmiş ülkelerde işsizlik giderek daha büyük bir toplumsal sorun haline dönüşmüş, azgelişmiş ülkelerde asgari geçimlik düzeyinde çalıştırılan ve her an işini kaybetme korkusu yaşayan milyonlarca yeni iş merkezleri yaratılması…Bu dönemeçte artık yeni söylevler geliştirmek gerekti… Amaç her anlamda Dünya tarihini,insanlık tarihini kendi çıkarları doğrultusunda dizayn etme,kendi yaptıkları insanlık suçlarını unutturma ve dünya halklarını afazileştirme….kendi kanlı ellerini başkalarının üzerinde temizlemek için bu afazilleştirme stratejisi uyguluyor….. Küresel oyun kurucullar bilgiyi, düşünceyi hatta inançları dogmalaştırarak beyinlerde egemenlik kurmak istiyor…Ekonomi alanında neoliberal olarak nitelendirilen politika emperyalizmin oluşturduğu dogma. Beyinler çizilen çerçeve içinde düşünüyor, önerileri, savları önsel, apriori olarak doğru kabul ederek olayları yorumluyor, beklentilere ona göre yön veriyor. Dogmatizm, dogmacılık kuşkuyu, eleştiriyi irdelemeyi ortadan kaldırıyor, bağnazlık, düşünce körlüğü yaratmak istiyor…"Amaca Ulaşmak İçin Her Yol Mübah"  olan Pragmatist / Makyavelist / Oportünist Düşünce Sistemini yaygınlaştırarak tüm Dünya Halklarını afazileştirmek kendi hegomanyası altına almak istiyor...Ve  başarıyor da.... Artık birileri mağdur rolü oynuyor…Ötekilerde cani  olarak ötekeleştiriyor....İşin garibi bu tarihsel olayları da kendilerinin kurguladığını. Bu işin asıl sorumluları kendilerinin olduğunu hiç gündeme getirmeden…Osmanlı Balkanlarda can veriyor, kan veriyor, Osmanlı Sarıkamış’ta can veriyor. Osmanlı toprak kaybediyor ve bu sırada Osmanlı’nın sadık teba diye bağrına bastığı Ermeni vatandaşlar Ruslarla bir olup Türk’ü Osmanlıyı sırtından vuruyor. İşte Osmanlı, o zaman sen vatanın o yöresinde muzurluk ediyorsun, seni vatanın başka bir yöresine göç ettiriyorum. Tehcir bu demek ve açın Osmanlı arşivlerini açtığımız zaman her kafileye doktor verilsin, her hamile kadına süt verilsin döndükleri zaman borçları ertelenmiş olsun. Eğer Osmanlı bir soykırım yapmaya niyetlenseydi ne sütüyle, ne doktoruyla ne de borcuyla ilgilenmezdi."Ruslara diyorlar ki ‘Türklere takviye gelmedi çekilmeyin’ Bu bile başlı başına bu ihanet ...   Van faciası Van yakılmış, yüzlerce binlerce insanımız gerçekten hunharca öldürülmüş. Sadece Van değil Erzurum, Erzincan her yerde maalesef o acıları okumak mümkün. Esas yok edilmeye çalışanlar öz yurtlarında Türkler....,.Ermenilerin ilk Başbakanı Kaçaznuni diyor ki; ‘Biz ihanet ettik. Osmanlı tehcirde haklıydı. Çünkü biz ihanet ettik.Bir Ermeni devlet adamı ve tarihçisi olan Karinyan, Ermeni milliyetçiliğinin tarihini "emperyalizm ile işbirliği tarihi” diye özetliyor(A. B. Karinyan, Ermeni Milliyetçi Akımları, Kaynak Yayınları, çeviren: Arif Acaloğlu)..İşin garip tarafı Almanlarında bu oyunda yer alma istekleri. Savaş filmlerinde görürsünüz... Almanya’da Nazilerden kaçmaya çalışan Yahudiler çoğunlukla Alman halkının ihbarları ile ele geçirilir. Toplama kamplarına gönderilir. Alman halkının en az yarısı Yahudi avına katılmıştır. Savaş sürecinde 6 milyon Yahudi öldürülür. Ama savaş sonunda Nürnberg’de sadece 19 sanık cezaya çarptırılır (12 idam, 3 müebbet, dört 10 - 20 yıl hapis).Hesap görülmüştür. Defter kapatılır!.Yahudi avcısı Almanların pek çoğu hayattadır.Ancak kitaplarda, filmlerde, törenlerde Alman halkı suçlanmaz, “Nazi”ler suçlanır.Türk halkı ise tehciri desteklememiş, on binlerce Ermeni’yi tehcirden kurtarmış, saklamış, kaçırmıştır.Üstelik bugünkü neslin dünkü trajediyle hiç ilgisi yoktur.Ancak bugün hedefte olan ve suçu kabule zorlanan “Türk halkı”dır.İkiyüzlülük nasıl da sırıtıyor.Tehcirin arkasında Enver ve Tâlât Paşaları da görüyoruz ama Enver’in arkasında duran Hans Humann ve Hans Freiherr von Wangenheim gibi Alman diplomatlar  var...Fritz Fischer adlı bir tarihçi Birinci Dünya Savaşı’nın çıkmasının baş sorumlusunun Almanya olduğunu yazmış... Burada ekonomik çıkarlar önemli ... O zamanlar Osmanlı topraklarında bunları organize eden politikacı ve askerlerin arkasında Deutsche Bank, Krupp, Erhardt ya da Bağdat Hattı’nda çalışan Holzmann gibi belli şirketler var. Hatta bir inşaat şirketi olan Holzmann o dönemde Ermeni ve Rumları zorla çalıştırıyor. Yani daha sonra İkinci Dünya Savaşı’ndaki uygulama önce orada deneniyor.... Belki tehciri örgütleyenler bu boyutta bir soykırım düşünmediler ama savaş koşullarıyla birlikte herşey kontrolden çıkıyor. O zaman da bu savaşı kimin çıkardığı sorusu ortaya çıkıyor. Çünkü savaş soykırımın başlamasını tetikleyen bir olay. Osmanlı’yı savaşa kim soktu, bu suçu kim işledi? O suç şimdilik pek tartışılmıyor. Fakat mesela Türkiye’deki darbeler silsilesinin açılışı olan Bab-ı Ali Baskını’nın örgütlenmesinde Alman Askeri Ataşesi Walter von Strempel’in belirleyici bir rolü, suç ortaklığı var. Zaten Ermeni Soykırımı’na karşı çıkan Osmanlı milletvekilleri İsviçre’de Ermeni siyasetçilerle buluştuğunda onları izleyen casuslar da Alman.Artık alt yapı hazır…“Yeni Dünya Düzeni Tarikatının" Kendi Yaptıklarının Yanında“Habbeyi Kubbe” yapma çabaları.... Kendi Dünya Görüşlerini Gezegenin Bütününe Yayma Çabaları ....Güneydoğu birilerine peşkeş çekmek için bir oyun… Türkler imparatorluk kültürü,kavimleri bir arada tutma yeteneği ve uygarlık birikiminleri ile emperyalizme hep karşı durmuşlardır.… Bundan neredeyse bir asır önce Türkiye Cumhuriyetinin Kurucusu Büyük Önder Mustafa Kemal Atatürk,. Ermeni olaylarıyla ilgili açıklamaları.. Birlikte okuyalım...: Ermeni meselesi denilen ve Ermeni milletinin gerçek çıkarlarından ziyade dünya kapitalistlerinin ekonomik çıkarlarına göre halledilmek istenen mesele, Kars Anlaşması’yla en doğru çözüm şeklini buldu. Asırlardan beri dostane yaşayan iki çalışkan halkın dostluk bağları memnuniyetle tekrar kuruldu. Mustafa Kemal Atatürk11.3.1922, TBMM Üçüncü Toplanma Yılı Açış Konuşması)... Ve bakalım bundan tam 31 yıl önce bu konuda Uğur Mumcu neler yazmış... Gizli Belgelerle... Şu olaylara bakın: ABD Dış İlişkiler Komisyonu, Türkiye'ye yapılacak askeri yardımı Kıbrıs konusunda verilecek bir ödüne bağlıyor. Bu yapılırken, ABD Kongresi'nde 24 Nisan tarihinin "Soykırım Günü" olarak ilanı için önergeler veriliyor. Fransa'da ise soykırım savlarının ders kitaplarına konması için hazırlıklar yapılıyor. Aynı günlerde, Ermeni terör örgütleri eylemlerini sürdürüyor. Bütün bunlardan sonra ABD yönetimi uluslararası terörden söz edebiliyor. 24 Nisan tarihi soykırım günü olarak ilan edilecekmiş. Sanki ABD'nin Vietnam'daki, Fransa'da, Cezayir'deki insanlık suçlarını unutturdular. Sanki ABD yönetimi, Şili'de halkoyu ile seçilmiş Devlet Başkanı Allende'nin CIA darbesi ile devrilmesinin hiç anımsanmayacağını sanıyor. Sanki ABD'nin Grenada'ya, daha düne kadar yakın bir zamanda Fransa’nın Çad'a asker göndermelerinin hiç ama hiç akla gelmeyeceği düşünülüyor. Ermeni olayını, bugün için uluslararası terörün bir parçası olarak görüyor ve bunun için bütün devletleri ortak bir savaşa çağırıyoruz. Yok, eğer Ermeni sorununun dünü, önceki günü karıştırılırsa, Amerikalı dostlarımız bundan hiç hoşnut kalmazlar.İsterseniz, bu konuda birkaç tarihsel belgenin satır başlarını aralayalım: İngiliz Kraliyet Matbaası tarafından basılan Birinci Dünya Savaşı ile ilgili gizli belgeler, Erol Ulubelen tarafından Türkçeye çevrilmiş, önce Doğan Avcıoğlu'nun yönetimindeki Yön dergisinde yayınlanmış, daha sonra kitap olarak basılmıştır. İkinci basımı Çağdaş Yayınları tarafından yapılan "İngiliz Belgeleriyle Türkiye" kitabında, Birinci Dünya Savaşı sırasında Ermenilerin Amerikalılarca nasıl desteklenip kışkırtıldıklarını gösteren belgelere yer verilmiştir. Okuyalım: Gizli Belge: Sayfa 735, belge 492. Amiral Webb'den Lord Curzon'a yazılan 19 Ağustos 1919 tarihli yazı: - Amerika, Trabzon ve Erzurum'u içine alan bir Ermenistan’ı himaye edecek. Geri kalan dört ili de Kürt devleti olarak İngilizlerin himayesine bırakıyor... Gizli Belge: Sayfa No:60, Belge No: 46. 5 Nisan 1920 günü Mr. Lindsay'in Washington'dan Lord Curzon'a yazdığı yazı: - Amerikan Senatosu Ermenistan’ın mandası işini görüştü. Beş yılda 757 milyon dolar verecekler. İlk başlangıçta 50.000 kişilik bir ordu yollanacak, daha sonra 200.000 kişiye çıkacak. Amerika kuvvetlerinin basına General Zames G. Harbord getirilecek. Ayrıca bütün Türkiye'nin mandası için de görüşmeler yapılmaktadır... Gizli Belge: Sayfa No:71, Belge No: 63. 16 Mayıs 1920 günü Sir A. Geddes'in Lord Curzon'a yazdığı yazı: - Amerikan hükümeti, Ermenistan’ın Adana’da dâhil korunmasını istiyor. Silah, cephane, demiryolu ve her türlü malzemeyi buraya sevk edecekler. Boşaltım, Karadeniz limanlarında Amerikan bahriyesi tarafından ve Amerikan donanmasının himayesinde yapılacak. Türklerin yapacağı en ufak bir hareket Amerikalilar tarafından bastırılacaktır... Gizli Belge: Sayfa No: 300, Belge No: 38. 28 Şubat 1920 Londra Konferansı tutanaklarından bir parça: - Mustafa Kemal kendisini Erzurum Valisi ilan etmiş. Erzurum'da yeni kurulacak Ermeni devletinin katılacağı bir sırada bu çok anlamlı bir harekettir. Bu adam olmasaydı Ermenilerin bir şansı olurdu... Gizli Belge: Sayfa No: 81, Belge No: 10, tarih 16 Şubat 1920. Londra Konferansı tutanaklarından bir başka parça: - Ermenistan'a 6 ilden başka Trabzon ve Adana da verilmelidir. Amerika Ermenistan'a yardım edecektir ve mandası altına almayı da kabul ediyor. Fransa ise Adana’yı kendisi için istiyor. Gizli Belge: Sayfa No: 99, Belge No: 12, Londra Konferansı tutanağından bir başka ilginç parça: - Lord Curzon, Erzincan’ın da Ermenistan'a verilmesini, Karadeniz'de bir Lazistan kurulup, Ermenilerin mandasına vermek istiyor... Bu belgeler, bugün ABD Kongresi'nde 24 Nisan tarihini "Soykırım Günü" ilan etmek isteyenlerin amaçlarını olduğu kadar, ABD'nin Lozan Barış Antlaşması’na niçin imza koymadığını da anlatmaya yetmektedir. Atatürk, Ermeni sorununun "dünya kapitalistlerinin ekonomik çıkarlarına göre çözülmek istediğini" söylememiş miydi? ( Söylev ve Demeçler , C: I, S: 233). Olay, dün olduğu gibi bugün de böyledir. Biz bugün bunca saldırıdan sonra , bu gizli belgeleri , örneğin devletin televizyonunda tek tek halkımıza gösterebiliyor muyuz? Gösteremiyorsak, Ermeni sorununun çokuluslu yanını ve uluslararası terör ile ilgisini, diplomatik forumlarda nasıl anlatabiliyoruz? 24 Nisan tarihini soykırım günü ilan edip, Ermeni terör örgütlerine destek olan Amerikan Kongre üyeleri, 1920'lerde topraklarımız üzerinde Ermeni devleti kurmak isteyen Amerikalılar'ın torunlarıdır. Bizler de bunlara karşı Kuvay-i Milliyecilerin torunları olduğumuzu hatırlatmak zorundayız. "Milliyetçilik" budur. Neredesiniz efendiler, beyler, beyzadeler, hanımefendiler?.. Budur, budur, budur işte!.." Saygılarımla. Sağlıcakla kalın! Günleriniz hep aydınlık olsun! Yüreğinizde sevgi daim olsun! Yüreği "Berkehan" kadar temiz olanların! İlksöz:  Küresel güçlerin bitmek bilmeyen refah düzeyini arttırma isteği... Refah düzeyinin  sürdürebilirliğini bir dairesel permütasyon içinde arttırma diyalektiği.......  İnsanlar neden göç eder? (*) Göçebeler daha iyi avlanabilecekleri, sulak, toprakları verimli, mevsimi ılıman yerlere göç edermiş. Günümüzde de insanlar sürekli yer değiştiriyor. Peki nedenleri ne? Nasıl göç ettiğimiz çok soruluyor da, neden göç ettiğimiz pek merak edilmiyor. İşin aslı, bazen göç edenlerin kendileri bile bu sorunun cevabını tam bilmiyor. Bazen bir kalp sıkıntısı ve bulunduğun yere sığamama durumu, bazen daha iyi bir iş ya da daha iyi yaşam şartları, bazen eğitim, bazen aşk... Ben, çocuklarımın eğitimi için Kanada'ya göç ettiğimi düşünüyordum ama buraya gelince anladım ki kendim için de göçmüşüm. Kendi ülkemde yeniden başlama cesaretim olmadığı için, uzaklarda, konfor alanımdan çıkarak yeniden başlamayı seçmişim. Göçebeler daha iyi avlanabilecekleri, sulak, toprakları verimli, mevsimi ılıman yerlere göç edermiş. Günümüzde insanlar hâlâ sürekli yer değiştiriyor ama artık bunun nedeni pek de verimli toprak arayışı değil. Yeni yıla girdiğimiz şu ilk günlerde hem kendimin, hem insanların göç etme nedenlerini düşündüm. Ortaya şöyle bir liste çıktı. Merak ediyorum sizin nedeniniz hangisi? Herkese iyi yıllar. 1) Zorunlu göç: Savaşlar, yıkılmış şehirler, zorunlu göçün en eski nedenlerinden biri. İnsanlar başlarına bombalar yağarken, ailelerini korumak için tehlikelerle dolu yolculuklara çıkıyorlar. Kimileri varmak istedikleri yere ulaşıyor, kimileri hiç ulaşamıyor. Ulaşanların sınırlarda suratına biber gazı sıkılıyor, yüzlerine kapılar kapanıyor. İçeri girenler yani nispeten şanslı olanlar iş bulamıyor, ev bulamıyor, çocukları okula gidemiyor. 2021'de mültecilerin yaşadıkları dram, hâlâ çok büyük bir insanlık ayıbı. 2) İnsan hakları: Bu da bir nevi zorunlu göç. Günümüzde bazı ülkelerde hâlâ "fikir suçu" diye bir şey var. Bazen insanlar sadece yazdıkları bir yazı ya da sosyal medyada beyan ettikleri bir fikir yüzünden hapise girmemek için kendi ülkelerinden kaçıyorlar. Sınırda tutuklanırlar korkusuyla da geri dönemiyorlar. Gidiş o gidiş... 3) Özgürlük: Yaşadıkları ülkede nefes alamayan, ana dillerini bile konuşmaya izin verilmeyen azınlıklar, siyasi fikirleri yüzünden suçlananlar, cinsel yönelimleri yüzünden taşlanarak ölümle tehdit edilenler... Gidiyorlar. İnanılmaz ama hâlâ sokakta sevgilisinin elini tutarak yürüyebilmek için, türlü zorluklara katlanıp, dünyanın öbür ucuna göçenler var. 4) Doğal felaketler: Depremler, seller, hortumlar, tsunamiler... İklim krizi başladığından beri dünyanın birçok ülkesinde olağan dışı doğa olayları görüyoruz. Evleri gemi gibi batan insanlar çareyi başka diyarlara göçmekte buluyor. 5) Yoksulluk ve işsizlik: İş yoksa iş olan yere gideriz. Fabrika işçileri için de, uluslararası şirketlerin yöneticileri için de bu böyle. Biri hiç kazanamadığı parayı kazanıyor, diğeri kazandığının katbekat fazlasını kazanıyor. 6) Yeni iş: Expat hayatı bana hep ilginç gelmiştir. Misal bir Dubai'de sıcak kumlar üzerindesin, bir Kanada'da -20'lerde... Değişik kültürler, insanlar, hayatlar, iş tecrübeleri... Bazı expatlar bulundukları yeri sevip, kalıcı iş bulup yerleşiyor, bazısı da maceraya devam ediyor. İş verenler genellikle, ülkesini terk ederek yeni bir yaşam kurmayı becerebilmiş bir insanın, her işi becerebileceğine inanıyor. 7) İyi yaşam şartları: Bazen sadece konu geçim derdi ya da daha çok para kazanmak da olmuyor. En basitinden daha temiz ve düzenli bir şehircilik anlayışı, daha az trafik, daha temiz hava, birbirine daha saygılı insanlardan oluşan bir toplumda yaşamak için bile ülkesini terk edenler oluyor. 8) Doğa: Misal bulunduğum ülke Kanada'ya insanların temel göç nedeni iş, eğitim ve özgürlük olsa da, sadece bunlar değil. Kanada, 396.9 milyon hektarla, dünyanın kuzey ormanlarının yüzde 30'una, tüm ormanların ise yüzde 10'una ev sahipliği yaparak, dünyanın en ağaçlık ülkesi unvanını elinde bulunduruyor. Aynı zamanda 100 kilometre kareyi kapsayan 563 nehirle, dünyanın en çok göle, nehire sahip olan ülkesi. Bu nehirler tek başına dünyanın su ihtiyacının yüzde 18'ini karşılıyor. Bunlar ne demek biliyor musunuz? Çok miktarda yeşil, çok miktarda su ve fazlasıyla şahane manzara... Doğayla bir olma, topraklanma ihtiyacı bazı insanlar için göç nedeni. 9) Macera: Sırt çantasını takıp yola çıkanların, bebekleriyle küçük bir tekneye atlayıp liman liman dünyaya gezenlerin büyük hayranıyım. Hayatta en büyük zenginlik seyahat edebilmek. Macera isteğiyle yola çıkanların bazıları rotalarını tamamlayıp eve dönüyor, bazıları da gönül verdikleri yerde kalıyorlar. 10) Eğitim: Bunun iki türü var. Ya gen&am

Küresel Oyun Kurucuların İşgal Girişimi ....

     Milli İrade’yi, Milli Egemenlik’i örseleyen ‘vesayet’ zincirleri ile Türk Milleti’ni prangalara mahkum etmek isteyen hain oluşumlara ve girişimleri önlemek için başta eğitim kurumlarımız olmak üzere tüm Devlet kurumlarımızda belirli sosyal grup ve sınıfların çekip çevirme anlamında ayrıcalıklı bir konumda bulunmalarına izin verilmemesi ve Türkiye Cumhuriyeti’nin Bekasına hizmet eden nesiller yetiştirmesini temennisi ile Aziz Şehitlerimizin Ruhları Şad Olsun ! ... Nurlarda Yatsınlar Cennet Ehli onlar..   yedi yıl önceyi ders kitabında okumak ve unutmamak.....Unutma ve Unutturma ! Bunu asla unutmayın. Hem TBMM’nin şerefli tarihini, hem de içimizdeki hainlerin ihanetini unutmayın. Unutursanız acınacak hale gelirsiniz.” .....http://www.alevalatli.com.tr/ . Biat kültürü ve sonucu... https://bit.ly/2pbQyiA https://bit.ly/2Lf1WRH İlk söz :Ünlü bir düşünürün  : .:“Bir ağacın yapraklarında eğer sararma varsa, bu sararmayı itekleyen ya da destekleyen bir kök sistemi var demektir."  diye bir  özdeyiş ( motto) var.     Cumhurbaşkanımızın; 08.05.2017 tarihinde, "Uluslararası Münazara Turnuvası ödül" töreninde yaptığı konuşmadan http://bit.ly/2qROIj3. altını çizdiğimiz, biat kültürü ile ilgili olarak önemli başlıklar.Birlikte okuyalım:  “Bize sorgusuz, sualsiz biat eden, cahil bir gençlik değil; neye inandığını, neyi savunduğunu, neyin mücadelesini verdiğini bilen, bunun için gereken her türlü donanıma sahip bir gençlik lazımdır. 15 Temmuz gecesi gördük ki işte bu vasıflara sahip gençlik, gerektiğinde ülkesi ve milleti için, istiklali ve istikbali için gözünü kırpmadan canını dahi ortaya koyabilmektedir”  Biat her anlamda ;sosyal,siyasal ve ekonomik güçlüden  yana olma..., Biat kültürüne sahip kişiler için ;güçlünün dini,inancı,milliyeti hiç önemli değil....!.  Amaca giden her yol mübah....Aynı zamnada Neo-Liberal Yükselen Değerlerin  genetik kodu olan Pragmatist / Makyavelist / Oportünist Düşünce Sistemi biat kültüründe de  hakim.... Öztürkçesi: kasaba kültüründen beslenen, hayatın özgerçeği yerine kendi gerçeğini öne çıkaran ilke ve kuraldan çok, anlık gelişmelere,- konjonktürel etkilere göre kendini ayarlayanlara için kullanılan bu düşünce sistemi, biat kültürünün de özünü oluşturmakta..Bu düşünce sisteminde tek önemli olan iktidar. Güç, yani iktidar kimdeyse onun önünde eğilimek...Arapça bir sözcük olan biat, hükmeden  ile hükmedilen arasında yazılı olmaksızın var olduğu kabul edilen itaat anlaşması anlamına gelmekte ....Biat (sorgusuz sualsiz söyleneni kabul) etmeyi bir alışkanlık haline getirmek....  Biat kültürünün olduğu yerde adalete de vicdana da yer yok.. Haklılık haksızlık aranmaz. Tartışma, sorgulama, eleştiri kabul etmez. Örnek: “Ya taraf olursun ya bitaraf” söylemi… Biat  kültürü, analitik düşünme yeteneğinin yok olması demek..; Böyle olunca artık güdümlenmeye, yönetilmeye hazır hale gelmiş demek ..... Tarihsel sürece  bakıldığında,  biat geleneği olan toplumlarda insanlar hep bilinçsiz olarak yönlendirilmiş, güdümlenmiş..Toplum afazileşmiş. Metaforik olarak, afazileşmiş toplumsal yapıda; insanlar anlamlandırma yeteneğinden mahrum hale gelmiş. .Yani bir anlamda, toplumca bir şuursuzluk hali içinde olmuş..Feodal yapılarda yaygın olan biat, çoğu kez rızaya dayansa da bazen zorla da söz konusu olmuş. Cemaat,tarikat, teba, tabiyet, tabi gibi sözcükler  de  aynı kökten geldiğini, birisine biat eden, ona tabi hale gelen;  onun  cemaatına,onun tebasına (biat edenleri) girdiğini  yazıyor kitaplar.....     Bu kavram ,başlangıçta daha çok dinsel bir tema taşımış olmasına rağmen ; sonraları siyasal bir nitelik kazanmış ve  hükmedenle  hükmedilen arasında, yazılı olmayan ama zımnen (üstü kapalı) yapıldığı kabul edilen, bir bağlılık sözleşmesi anlamına dönüşmüş..Biat kültürü kendi içinde ve karşıtlarına karşı savaşlar Avrupa da 1542’de Alman köylülerinin ayaklanması ile başlamış ve 106 sene sürmüş ve en önemlisi bu savaşların nedeni günümüzde de olduğu gibi  Hükmeden sınıf (eskiden ruhban sınıfı) yani halkın sırtından geçinen sınıf, lüks içinde yaşayan bir aristokrasi olma isteklerinin kaynaklanmış.. Her anlamda sömürme Kula kulluk etmeden kaynaklanmış...      O dönemde Avrupa’nın büyük Hristiyan devletleri olan İspanya, Portekiz, Fransa, Avusturya, İsveç, Almanya, Hollanda,  İngiltere ve İrlanda savaşın bir parçası olmuş. Bir ara 300 bin köylünün katıldığı ayaklanma bu ülkeleri harabeye çevirmiş. Biat  Savaşları'nın en kanlı olanı Otuz Yıl Savaşları idi. Katolik ve Protestan devletler arasında başlayan çatışma daha sonra Fransa ve Avusturya-Macaristan İmparatorluğu’nu da içine alarak Avrupa’ya hakim olma savaşına dönüşmüş. Almanya bu savaşta nüfusunun yüzde kırkını kaybetmiş. Din Savaşları’nda ölenlerin sayısının 6 ile 19 milyon arasında olduğu tahmin ediliyormuş. Ayaklanmanın ve ardından gelen savaşın birçok nedeni vardı. Ama en önemlisi Martin Luther ve John Calvin’in Hristiyanlıkta reform yapma girişimlerinden sonra ortaya çıkan Protestanlık ve Kalvenizm ile Katoliklerin onları tehdit olarak algılaması olmuş. Bin beş yüz yıl Hristiyanlığa egemen olan Katolikler dinde reformu kabul etmemişler. Rakip kiliselere ait olanları ezmişler.  Biat ve Din savaşları, Westphalia Barış Antlaşması ile sona ermiş. Katolik kilisesinin din üstündeki tekeli sonlandırılmış. Hristiyanlıkta üç ayrı kilise olduğu tescil edilmiş:  Katolik, Protestan ve Kalvenizm. Bugün Avrupa’nın birçok ülkesinde Hristiyanlığın her kolu düşüşte. Bazı tarihçiler, bu düşüşün Avrupa’daki Din Savaşları ile başladığını yazıyorlar. Birçok insan, akıl almaz gaddarlık ve yıkıma neden olan biat kültürünün, insanın yararına olmadığını o tarihten itibaren düşünmeye başlamış. Özetle; İlk çağ ve Ortaçağ da Biat kültürünün  zirve yapmış....Sonra etkisi azalarak devam etse de ,Fransız devrimi ve ardından gelen sanayi devrimine kadar   tüm  Avrupa’da egemen olan feodal düzende dıotoriteye bağlılık usulü geçerli  olmuş..Biat kültürünün  temelinde "sömürü"yatmakta ve ekonomik...... Neden ekonomik ,çünkü aydınlanmış toplum tüm değerlerini (maddi ve maddi olmayan) koruma eğiliminde olmuş tarih boyunca....Ekonomik ve kültürel değerlerini koruyan ulusalar tarih sahnesinden silinmemiş.Biz, batının bir zamanlar yaptığı, dogmalarımızı azaltacak, yani biat kültürünü değiştirecek reformlar yapmaya kalkışsak bile, göreceksiniz, uygar batı, demokrasi yaygarası ile bu girişimimizi önleyeceğinden hiç şüpheniz olmasın....    Küresel oyun kurucu kimdir ve nasıl oyun kurucudur? diyenlere yanıt olarak İngiliz/ABD/Fransız/Alman. ve diğerleri.…İşte size küresel  biat  kültürel yapılanması örneği:YÜCE PİR/ Vasıllar/salıkler/ Müridler/ ve Talipler... Postnişinde YÜCE PİR'in oturduğu Yeni Dünya Düzeni tarikatı iktidarını Tarikatı oluşturan Vasıl, Salik, Mürid ve Talipler,  dün olduğu gibi bugünde sinsi savaş  stratejileri...… Yeni Dünya Düzeni tarikatı iktidarı tüm İnsanlık tarihinde yaptıkları katliamları,işkenceleri,talanları,kan ve gözyaşlarını,,hırsızlıklarını,,sömürülerini ve bunun üzerine inşaa  ettikleri ve halen bununla beslenen “Sosyo Ekonomik ve Kültürel “yapı… Ve bu oyun kurucular geçmişte  oynadıkları oyunlardan bazıları nelerdir derseniz...Bunlar saymakla bitmez...Kitaplarda yazanların bazılarını özetliyelim...Birlikte okuyalım:      Bir zamanlar Hindistan’da bir yönetici, protein kıtlığından kırılan halka, sığır etini de yiyebileceklerini öğütlemeye başlayınca, Hindistan’ın İngiliz Valisi çok sert tepki göstererek, “halkın inançları ile oynanmasına izin vermem” söylemi ile adamın sesini hemen kesmiş.... Daha sonra bu vali yazmış olduğu hatıralarında, “eğer halkın sığır eti yemesini destekleseydim, proteinle beslenen halk daha sağlıklı-bilinçli olacaktı ve dogmalarının kırıldığında beklenen felaketlerin ortaya çıkmayacağını görünce de, İngiliz çıkarları Hindistan’da tehlikeye girebilirdi” diye yazıyor., Oradakilerin inancına bu denli saygılı olduğunu beyan eden İngiltere İmparatorluğu, uzun yıllar İngiliz Kumaşı olarak bilinen ve tercih edilen tekstil ürünlerinin Hindistan’da çok daha ucuza üretildiğini görünce ve çıkarları tehlikeye düşünce, Hindistan’daki tekstil işçilerinin (bir rakama göre 5.000 kişinin) sağ kolunu, tezgâhlarda artık çalışamasınlar diye Bethoven’in senfonisini dinleterek kestirmiş bir ülke.. Uzun zaman (Mao’ya kadar) yönetiminde tutuğu Çin’i, tüccarlarının aracılığıyla afyon-esrar bağımlısı yapan ve uyutan İngiltere, yollarda ser sefil yatan esrarkeşleri görmemezlikten gelmiş ve imparatorluğunun zenginliğini bu cesetlerin üzerine kurmuştur. Bir yöneticinin çıkıp da Çin’de esrar içilmesini yasaklamasıyla, kızılca kıyamet kopmuş; İngiliz İmparatorluğu yandaşları ile birlikte tüm gücüyle Çin’e saldırmış ve Pekin, Şangay’ı topa tutmuştur. Bu savaşın adı, tarihte “Afyon Savaşı” olarak geçmiş. Sonuçta yenilen Çin, İngiliz tüccarlarını rahatsız ettiği için, özür dilemeye mecbur edilmiş ve “bundan böyle İngiliz tüccarları, tütün, esrar ve afyonu hiçbir kısıtlama ve engellemeye tabi olmadan satabilecektir” ibaresini taşıyan anlaşmayı yutkunarak imzalamak zorunda kalmıştır. Yetmedi, ceza olarak da, İngiliz Armadasını ve tüccarlarını rahatsız ettiği için, Hong-Kong’u 100 yıllığına İngilizlere vermiştir. Yakın zamanlara kadar Hong-Kong’un bir İngiliz şehri olmasının nedeni bu iğrenç anlaşma.. Bu iki örnek de  de biat kültürünün temelinde i"sosyo-ekonomik,sosyo kültürel sömürü"görmek mümkün...    Batıda yavaş yavaş biat kültürünün yok olmasına ve analitik düşünce nin yerleşmesine yol açmış...       Dünya da zaman zaman, biat kültürünr karşı  çıkılsa da  biat kültüründen uzaklaşıldığı görünümü doğsa da otoriteye bağlılık anlamındaki biat kültürü şekil değiştirerek günümüze kadar devam etmiş.. Bunda bilimsel, sorgulayıcı, analitik eğitimin  yaşama geçirilememesinin büyük etkisi olmuş.. Macchiavelli, hükmedilenlerin mevcut otoriteye bağlılığı konusundaki şu saptamayı yüzyıllar önce Hükümdar (Prens) adlı kitabında yapmış: “Hükmedilenleri kolay kolay liderleri aleyhine ayartamazsınız. Ama bir kez ayartırsanız bu kez bağlılıklarını sizin otoritenize bağlılık şeklinde göstereceklerdir.”       Kısaca özetlersek , 17. yüzyıla kadar biat kültürü feodal  yapıların  gücünün temel taşlarından birini oluşturmuş. ve bütün savaşlar bu kültür büzerine inşaa edilmiş.....      Fransız Devrimi  sonrası görünüm değişmeye başlamış. Keşifler ve icatların ardısıra gelmesi ve sonuçta her şeyde olduğu gibi savaş araçlarında ve yöntemlerinde de yenilikler ortaya çıkmasına neden olmuş... Kol gücüne dayalı savaşların yerini yeni beyin gücüne dayanan ve bunların somut göstergeleri olarak  icat edilen araçların kullanıldığı savaşların  almış..   Buluş yapabilmek, teknolojiyi değiştirebilmek veya geliştirebilmek için bilimsel eğitim ve onun getirdiği özgür, sorgulayıcı, analitik düşünce sistemi öne çıkmış.  Biat kültürü, bilimselliği dışlayan  eğitime ağırlık vermiş..Öyle olunca da buluş yapmak, teknolojiye katkıda bulunmak pek mümkün olmamış.Analitik 1.0 den  Analitik 2.0’e ve  Analitik 3.0 yöneliş: Çağımızı yönlendiren  karşılıklı-bağımlılık ilişkilerinin  ulaştığı  son nokta  analitik    gereksinimdir. Yaygın biçimde  tartışıldığı gibi, bir toplumun kuruluş ve kurumları  “alışkanlıktan analize geçmiş” ise, insanlar iş yaparken  verileri derliyor; analiz ediyor, verilerin nesnel göstergelerine dayalı  karar üretiyorsa   “analitik 1.0 aşamasını” içselleştirmiştir diye yazıyor kitaplar ve devam ediyorlar.Birlikte okuyalım: "Analitik 1.0" işlerimizi, anadan, atadan, sokaktan, komşudan gördüklerimizle, alışkanlıkla yapma yerine, verilere erişme, verileri malumata dönüştürme, malumatları uygun yöntemlerle bilgi haline getirme, bilgilere sezgileri de katarak anlama derinliğine ulaşma. İşyeri kayıtlarını resmi makamlardan gelenlere göstermek için değil de, işlerin gidişatını görmek için analiz etmektir;kendimize ayna tutmaktır. Analitik 1.0 alışkanlıkla değil, analizle iş yapmak. "Analitik 2.0", büyük veriyi ehlileştirerek,gereksinim duyulan bilgileri, bilgi gürültüsü ve kirliliklerinden ayıklama işidir. Ünlü araştırmacı Bill S. Hansson'un uyarısı,tam da bu işlemlerin yapılmasının önemini anlatıyor. gereksinim duyulan verileri ayıklayabilecek insanlar hızla kritik alanlarda istihdam edilmeye başlanması Geleceğin parlak işleri analitik gerektiriyor. Ehlileşmiş bilgiyi elimizin menzili altında tutabiliyorsak,analitik 2.0 aşamasındayız; Analitik yeteneklerimizi yaygınlaştırmadan ve derinleştirmeden gelişmeleri kavramak mümkün değil. "Analitik 3.0" ise gereksinim duyulan ve uygun yöntemlerle erişilebilen ehlileştirilmiş bilgileri bir ürünün içine sindirerek, farklı, rekabet edebilir ve piyasası olan mal ve hizmet üretimine dönüştürme ve piyasada tutturabilme aşaması "Analitik 4.0" Bugünün dünyasında "öncü olanların" gündemlerinde analitik tartışmaları ilk sıralarda yerini korumakta... Analitik süreçlere hakim, bu süreçlerin gerektirdiği teknik araçları ustalıkla kullanabilen ve bu süreçleri şeffaflaştırabilen kişiler veri bilimci & veri analisti olabileceği konunu uzmanları tarafından belirtiliyor.. Analitik kavramı üzerinde bu kadar durma nedenimiz başta da belirttiğimiz gibi, dijital çağın bilgi üretme süreçlerinde merkezi öneme kavuşmuş olması... Şeffaflaşabilen ve büyük veriyi kucaklayabilen analitik geçerlidir bugün. Analitik konusunu merak edenler, bu kısa anlatım üzerinde bir kez daha düşünmeli. Eğer açıklamaları yeterli bulmayanlar varsa, kavramları açıkladığımız daha ayrıntılı yazılarımıza erişebilecekleri gibi, dünyada konuyu analiz eden bir dizi uzmanın makalelerine de okuyarak gerekli netliğe ulaşabilirler. Analitik, geleceğin insan kaynakları yönetimini bir numaralı sorun alanı Eğitim sistemleri yakın gelecekte "analitik-odaklı" olacağı kesin; bundan en küçük kuşkunuz olmasın. Çağın gereksinimine  uygun bir değerler sistemine  kafa yormayan,  bilginin yeterli olmadığı  ve anlama derinliğine erişmenin gerektiğini kavramadan, bilgi   kuramına sahip olmak mümkün değil.İnsan doğasından kalkarak  günün gerçeklerine uygun  eğitim-öğretim sistemleri kurgulamayan bir toplum  vasatlık batağına  doğru gideceğinden de kimsenin şüphesi olmasın. Hatta,  yeni tekniklere uygun öğrenme sistemi  çerçeveleri  netleşmeyen, yeni araç-gereçlerle  uygun aktarma metotları geliştirmeyen, toplum yapısına ilişkin bir uzlaşma zemini bulmayan, fırsat yaratma konusunda  bir uygarlık tasavvuru ortaya koymayan bir toplum da   vasatlık tuzağından uzak duramaz. Bir ortak  akılda  uzlaşma sağlanamazsa, vasatlıktan  ileri toplum olmaya  gidemez. Özellikle de  vasatlıktan kurtulmanın  eğitim-öğretim bağlamının hayati önemi kavranmalıdır ki, çağı yakalayalım; proje-odaklı programlarla eğitim sistemimizi  alternatif tepki biçimleri üretebilen bir düzeye taşıyabilelim. Kaynak-odaklı üretimden yetenek –odaklı üretime geçiş: Vasat toplum olmaktan ileri toplum aşamasına geçişin bir başka  ilişki düzlemi de, kaynak-odaklı üretim aşamasını  yetenek odaklı üretim aşamasına  taşımaktır.  Üretimin emek-sermaye ekseninden, yaratıcı-girişimcilik eksenine kaydığının  bilincine ulaşmadan da vasatlık tuzağından kurtulmamız mümkün olmaz. Dünya genelinde, satıcı piyasa egemenliğinin alıcı piyasalar egemenliğine kaydığını kavramadan da   vasatlığı  aşamamız mümkün mü?   Analitik  paradigma değişimini algılayamanlar, uygarlık yolunua girmekte zorlanmışlar . Bu toplumlar  biat kültüründen çıkamadığı, eğitimi bu paradigma değişimine göre örgütleyemediği için sanayi devrimine de yakalayamamış..Gerçi Batı bilimsel ilerleme ve toplumsal zengilliği sömürgecilikle  pekiştirmiş ...Gücünü güç katmış.....Batı bu yapı ile , her gün yeni icatları   daha da çoğaltmış ,teknolojide dev adımlar atmış.  Buna karşılık az gelişmiş ülkeler ya da gelişmekte olan ülkeler (Üçüncü dünya Ülkeleri) görünürde değişikliklere yol açan bir takım hukuksal düzenlemeler yapmaya çalışsa da altyapısı olmayan bu düzenlemeler, topluma pek bir şey katamamış. Asıl olarak eğitimi, aydınlanma çağının gereklerine göre düzenleyememiş. Ve doğal olarak batı daha ileri gittiği için onlara göre daha da geri kalmış.    Türkiye’yi biat kültüründen çıkaracak olan adımlar Cumhuriyetle birlikte atılmış. Büyük önder Musatafa Kemal Atatürk'ün “Hayatta en hakiki mürşit ilimdir” (hayatta en gerçek yol gösterici bilimdir) sözü bu değişimin en temel göstergesi olmuş. Türkiye, uzun bir aradan sonra ve çok geç kalmış olarak paradigma değişimine ayak uydurma yolunda adımlar atmış. Bu adımlar, aslında bugün tartışıp durduğumuz yapısal reformların ta kendisi.. Var olan yasaların çağdaş yasalarla değiştirilmesi, kadın erkek eşitliği, kadının sosyal yaşama ve çalışma yaşamına girmesi, eğitimde dinsel, geleneksel eğitimin yerini bilimsel eğitimin alması, ekonomide devletin önderliğinde sanayileşme için atılan adımlar vd hep bu yapısal dönüşümün halkaları olmuş... . Türkiye 'de  ki on yılda bir demokrasiden kopmalar,  küresel oyun kurucular (Yüce Pir) tarafından kurgulanıp, sahneye konan toplumsal bir mühendislik, toplumsal transformasyon projesi olmuş--------------Gerçi bu proje, bu güçler tarafından dünyanın her tarafında kurgulanıp istediklerinde uygulamaya sokulmuş bir proje------ (Küresel oyun kurucuların, yerel toplum mühendislerin (asker, bürokrat, akademisyen, gazeteci, sanatçı, din adamı vb.) aracılığı ile, küresel sermayenin ve onun uzantılarının çıkarlarını garanti altına almak, bu çıkarları maksimize etme arzularına dayalı ekonomik modeli zorla kurma, zorla modeli revize etme girişimi!..)... Demokrasiden kopartılarak revize edilen bu ekonomik model; doğal olarak, zamanla üst yapıyı kendi arzu ettiği formata, şekle sokmuş, işin en acı yanı ; bu süreç sivil iktidarlarca da devam ettirilmiş olmuş... Ve içinde bulunduğumuz, yaşadığımız, yaşamak zorunda kaldığımız, yoz, afazi, kadim değerlerden yoksun bir toplum yapısı ortaya çıkmış......    Bugün ülkemizde yaşananlar gibi; dökülen/döktürülen kan, Küresel oyun kurucular tarafından, çok önceden planlanmış ve yerli işbirlikçileri ile sahneye konmuş.... Bu zaman sürecinde bugünde olduğu gibi; toplumu kutuplara bölerek  ayrıştırılmış ve ayrıştırılan toplum tek bir merkezden idare edilmiş ve birbirine kırdırılmaya çalışılmş..Toplumu dejenere edilmiş, gençliği pasifize edilmiş, toplum afazi hale getirilmiş. Toplumu afazileştirme faaliyeti, gençlik kesiminde yabancılaşmayı ve kimlik bunalımını beraberinde getirmiş. Dolayısıyla tüm darbe ve kalkışmalar toplumsal transformasyon projesi, '5Y formülü' (yoksulluk, yolsuzluk, yozlaşma, yabancılaşma, yasaklar) ile ifade edilebilecek bir dönüştürme projesi olmuş. Toplumun paraya, statüye ve güce tapınması için geliştirilmiş bir toplumsal mühendislik projesi...Meselâ siyasetten bağımsız olarak metinlerini analiz edildiğinde, düpedüz cahil olduklarını göreceksiniz, üçyüz kelimeyle konuşan ve hep tekrar yapan ve ülkeye dayatılan proje konularına odaklanan yalan yanlış gerçeklik taşımayan demokrasi özgürlük laflarının peşine düştüklerini. Bir de Ünvanları profesör/Doç...sözümona şaşalı ünvanlar ..Dış ve yerli işbirlikçileri ile planlanan ve uygulamaya konan  askeri darbelere ve kalkışmalar , Ülkemizin dünyayı  ıskalamamıza ve paradigma değişiminin bir kez daha dışında kalmmız için girişilen oyunun bir parçası.olmuş...    Bugün geldiğimiz noktada ilk öğretimin, orta öğretimin, yüksek öğretimin,kısaca  tüm eğitim-öğretim sistemimizin hali içler acısı. Soru soramayan, sorgulayamayan, büyüklerinin dediğini kayıtsız koşulsuz doğru kabul eden, önüne konulanları sadece ezberleyen,  itiraz bile edemeyen bir öğrenci prototipleri oluşmuş... OECD’nin yaptırdığı PISA eğitim yeterliliği testinin sonuçları hangi noktada olduğumuzun açık ve acı bir göstergesi. Türk öğrenciler 65 ülkenin öğrencileri arasında matematikte 44, okuduğunu anlama ve anlatmada 42, fen bilgisinde 43’üncü sırada yer alıyorlar. Tahmin edeceğiniz gibi Uzakdoğu ülkelerinin öğrencileri en üst sırada... Dünyada son ikiyüz yıldır yaşanan gelişmeler, soru sormayan, sorgulayamayan, analitik düşünemeyen insanların buluş yapamayacağını, teknolojiye katkıda bulunamayacağını göstermiş bulunuyor. Bunun son örneğini Uzakdoğu ülkeleri veriyor. yöntemi kullanarak yani insanları soru soran, sorgulayan, analitik düşünebilen insanlar olarak kendi kültürel yapılarıyla entegrasyonu sağladıkları ve kadim değerlerdende zere kadar ödün vermeden , analitik düşünce ile yetiştirerek sanayileşmiş ülkelerin arasına girmeyi başarmışlar...    Biat kültürü, şehlere/şıhlara/tarikat ya da cemaat  liderlerine kayıtsız, koşulsuz bağlı prototipler  yetiştirimiş ve yetiştirmeye devam etmekte. Bu   Dünyanın en iyi okullarında, en iyi hocalarla okusalar bile buluş yapacak, teknoloji geliştirecek, teoriye katkıda bulunacak adımlar atmaları mümkün değil. Çünkü önceliklerinde hep bağlı oldukları lider ve onun düşünce sistemine biat olacağı kesin....      Türkiye’nin yapması gereken birincil yapısal reform eğitim reformu..temel eğitim. orta öğretim yükseköğretimde köklü değişiklikler yapılması ve okullarda yalnızca bilim derslerinin okutulması, soru sorulmasının özendirilmesi, analitik düşünce tarzının geliştirilmesine yönelik bir eğitim sistemine geçilmesi birinci koşul. Hiç kuşkusuz bunu yapabilmek için öncelikle eğiticilerin  eğitimini  sürekli sağlayacak kursaların açılması, öğretmen okullarında derslerin bu biçime dönüştürülmesi gerekmekte. Biat kültüründen kurtuluşun tek yolu bu. Biat eden değil, analitik düşünceye sahip , bizim dediğimize itaat eden değil bizim dediğimizi sorgulayan kuşaklar yetiştiremediğimiz sürece bu kısır döngüden çıkamaz, ortadoğunun sorgulayamayan, anlayamayan ve dolayısıyla teknoloji üretemeyen üçüncü dünya toplumları gibi olmaktan kurtulamamız mümkün değil.       Cumhuriyetimizin 100. yılında, Türkiye eğer, Cumhurbaşkanımızın gösterdiği "Hedef 2023"'e ,  ülkeyi buluş yapan, marka yaratan, teknoloji üreten bir ekonomi durumuna getirecek stratejik yol haritasını acilen yürürlüğe koymadığı sürece   birinci sınıf bir ekonomi konumuna ulaşması mümkün değil.. Biat kültüründen çıkamadığımız, analiz eden , sorgulayan, araştıran, bulan, eleştiren kuşaklar yetiştiremediğimiz sürece  gelişmiş bir toplum konumuna gelmek mümkün değil... Son söz: Analitik düşünceden uzak biat kültürü bir mesel gibi: ...Ağaç kovuğundaki mantar.....İçiniz oyulduğunda o boşluğa yerleşen ve sizin eğitilmez cehaletinizle büyüyen bir başkası oluyor özü emen...Sonra?...Sonrası malum!..."Kulla kulluk eden prototipler"... Bunu asla unutmayın. Hem TBMM’nin şerefli tarihini, hem de içimizdeki hainlerin ihanetini unutmayın. Unutursanız acınacak hale gelirsiniz.” Sağlıcakla kalın... Yüreği "Berkehan ve Bilgehan Deniz " Kadar temiz tüm insanların, günleri hep aydınlık olsun!.. Yüreğinizdeki sevgi daim olsun! Umudu hiçbir zaman kaybetmemek dileği ile !....http://www.alevalatli.com.tr/  ------------------------------------------------------------------------------ “Whoever has ears, let them hear.” On July 15 our beloved country suffered a most violent physical assult. Seven bombs were dropped on The Grand National Assembly which was then in session. As the right wing of the building was severely damaged, the Deputies went on to resume their meeting in the under ground shelter. Peoples’ representatives refused to leave the building and stood sentry for the next twenty-four hours within which the attempted coup was thwarted. Please note that never before in its 139 year old history, neither by enemy nor by foe had the Turkish Parliament (1877) been corporeally attacked. This damnable transgression is the very first. Concurrently, the modest seaside resort where the Honorable Recep Tayyip Erdoğan and his family, including grandchildren, were vacationing, was being raided by a dozen men heavily armed with gun night sights. The men were masked and bore no insignia, military or otherwise. As security guards engaged the gang, the President of the Turkish Republic scaped the assasination attempt by some fifteen minutes only. Please note again that in our long history, no political leader, including the late Prime Minister Adnan Menderes, was impeached without due legal trial. The fact is that the Turkish people abhor the thought that death by assasination is condign chastisement for any leader, including late John F. Kennedy, Martin Luther King, Jr, Benazir Bhutto, Thomas D’Arcy McGee, Rafic Hariri, Mahatma Gandhi to name a few. Now, imagine if you will, the sights and sounds of sinister night helicopters and jets firing away indiscriminately over the Ankara skies. Having done that, consider the cooly serviced images by international media of the brutally dismembered bodies of late Saddam Huseyin, Muammer Kaddafi, et al, juxtaposed with estimeed President Erdoğan and/or the men and women members of the Turkish Parliament. You cannot but empathise with the Turkish people who took to the streets determined to stop the crazed hashashin at any cost. Please note that President Erdoğan has won every single local and national election in the past decade, including the recent presidental contest when he achieved an admirable 52%. As such, he is undoubtably the most popular Turkish leader since Mustafa Kemal Atatürk. Even so, the unarmed people who confronted the tanks were by no means composed entirely of Erdoğan fans. Nor are the huge crowds who have been keeping vigilance until the wee hours of the morning the zealous supporters of his Justice and Development Party. They are none other than the multi-ideological members of a seasoned nation who is well aware that in our part of the World after every democratic victory there is another battle waiting to be won. We are a steadfast lot who believe that the peoples’ right to choose their way of life is a natural, fundamental right, and as such is a corollary of the postulate of integral democracy. Hence, no democratically elected government deserves being overthrown by an coup. No attack on unarmed civilians can be extenuated, most certainly not by the Peoples’ very own military with weapons precured with their hard earned taxes. Please note that July 15th was not some Play Station game. We lost over 250 men and women. About 1500 people are wounded, some so heavily that they probably will not make it. The gist of it is that, we in Turkey are angry and hurt. As such, we have been expecting if not compassion, some solace from our friends and allies - and at least some semblance of homage from the international media. To our dismal, we witnessed the BBC Arabic, Sky News Arabic, El Arabiya TV, the ITN diplomatic editör and the US networks run boisterous commentaries saying that President Erdogan “was finished” or “had fled to Germany.” As Sunday Times unabashedly reported the rogue faction as “the guardians of democratic and secular rule of law”, our very own resident reporter Andrew Finckel, typically ignored the reality of the Turkish scene and haughtily advised from The Guardian: “The lesson of the failed coup is that Turkey needs a leader who can bring different sides of a divided society together – or at the very least, one who is willing to try.” This was from a man who has been living in our mids for the last two decades. As for the irrefutable fact that “It was a major display of solidarity when Turkish MPs from all four major political parties gathered at the damaged Parliament only hours after a coup attempt failed to overthrow the government”, we were to find out that a blatantly hostile explanation had already been designed and put to service: “Knowing if they didn’t, the resurging dictator-in-charge (please note that would be President Erdoğan!) would include them in his lethal kill roundup too.” Another overbearing commentator was Joachim Hagopian of Global Research. An ex-army officer by trade, the faul mouthed US psychologist rushed in to offer his shameslessly defamatory and patronizing appraisal of the situation: “Typically what do political leaders (like Erdoğan!) do when they’re struggling to stay in power? They launch a fake coup or war, sabre rattling (note the crude innuendo about ‘Eastern despots’) against internal or external threats to rally a jingoistic nationalism amongst its malleable, flag-waving citizenry (that are the Turkish people!)” Bewildered as we were by the covers of Time, Newsweek, The Economist and Der Spiegel magazines and tried to fanthom the journalistic skill that actually obscured the bloody attempt and managed to disseminate the ill feeling that is an inevitable collary to measures to be taken in a state of emergency, Western leaders like Obama and Kerry added “injury to insult” by silently waiting “for hours in hopes that Erdogan would be dethroned before finally conceding, issuing public statements backing the Erdogan government, seemingly only after they had no other choice.” “Whoever has ears, let them hear” had said Jesus Christ, aleyhis selam, in Matthew 11:16-24. He was referring to conceited Pharisees whom he graciously likened to children who can indeed be very self-centered and typically consider themselves the center of the universe. Their complaints are often about fictive events - yet, fiction can breed great malice. We the living in this part of the World maintain our hope that these modern Times of Trouble will too pass. The men of decency and conscience will once again appear on the Western horizon. That they will mourn when they hear our dirge, and rejoice when they hear our pipes. Alas, the World needs people whose ears are clogged neither with orientalist, nor Islamophobic fiction. Alev Alatlı, Dr. h.c. July 25, 2016 Beykoz ---------------------- (*)Mana Neyestani'nin bu karikatürü çok paylaşılan ve her paylaşan ona kendince anlamlar yüklediği bir karikatür. Bizce; sanki ülkesine yönelen kültürel, ekonomik,sosyal,siyasal hatta silahlı tehditleri görmezden gelen, hatta halka onu şirin göstermeye çalışan,"Bahar"yanlısı ,küresel oyun kurucuların sözcülüğüne soyunmuş, batı özentili , sözüm ona bilim adamları!.. Tatlısu entellerini, görsel, işitsel ve yazılı medyayı anımsattı...   Not: İlgilenenler için Büyük Nutkun 10 adet video ile anlatımı ..    http://feritgezgil.com/SesliNutuk/1.mp4 http://feritgezgil.com/SesliNutuk/2.mp4 http://feritgezgil.com/SesliNutuk/3.mp4 http://feritgezgil.com/SesliNutuk/4.mp4 http://feritgezgil.com/SesliNutuk/5.mp4 http://feritgezgil.com/SesliNutuk/6.mp4 http://feritgezgil.com/SesliNutuk/7.mp4 http://feritgezgil.com/SesliNutuk/8.mp4 http://feritgezgil.com/SesliNutuk/9.mp4 http://feritgezgil.com/SesliNutuk/10.mp4      

41 . Türkiye Muhasebe Eğitimi Sempozyumu

  Sempozyum bilgi şöleni,bilgi ziyafeti, bilgiyi kutlamak,birlikte bilgi eğlencesi anlamında Arapça kökenli olup, Moğolcadan Türkçeye girmiş ve eski Türkçe 'de "toy" sözcüğü ile eşanlamlı  birleşik bir kelime  ...Öyle yazıyor kitaplar...   CUMHURİYET'İN YÜZÜNCÜ YILINDA XLI. TÜRKİYE MUHASEBE EĞİTİMİ SEMPOZYUMU "Sürdürülebilir Akademi ve Mesleki Gelecek İçin Eğitim" 21-23 Eylül 2023 / TÜRMOB Genel Merkezi Kongre Salonu - Ankara   Sempozyum Kurulları ve Sempozyum Programı İçin Lütfen Tıklayın Katılım Koşulları ve Kayıt Formu İçin Lütfen Tıklayın  

Çalışarak, Emek Vererek Mezun Olacak Öğrencilerimizi Kutlarım…

    Bugün mezuniyet günümüz... Türkiye Cumhuriyeti'nin ilkelerine ve Türk Milletine minnet borcunuz olduğunu unutmadan ; 2022-2023 Eğitim-Öğretim Döneminde çalışarak, emek vererek mezun olacak öğrencilerimizi kutlarım…  Mensubu olduğunuz üniversitemizi şerefle temsil edecek bireyler olacağınızdan emin olarak mezuniyetinizin Vatanımıza, Milletimize, Ailenize ve kendinize hayırlı olması dilerim… Yolunuz açık olsun… Sağlıcakla kalın..

Fransız Baharı!....

Türkiye‘yi her fırsatta “Medeniyet“ ile sorgulayan, tarih boyunca sömürgecilik yapmış Fransızlardan “Medeniyet Gösterisi !..."          Türkiye‘yi her fırsatta “Medeniyet“ ile Sorgulayan, Tarih Boyunca Sömürgecilik Yapmış Fransızların “Medeniyet Gösterisi“...... Bu olaylar karşısında Avrupa ülkelerinin herhangi birinden: i-Polis orantısız güç Kullanıyor, ii-Bu olaylardan ciddi kaygılıyız , iii-Bu ülkeye sakın gitmeyin iv- Sokaklarda 24 saat kesintisiz canlı yayın... v-Ya da halkı sokağa davet eden (sanatçı, gazeteci, siyasetçi ..vb.) vi-Cumhurbaşkanı göstericilere “çapulcu” demiş. Kimseden çıt çıkmamış? Neden?..... http://www.bbc.com/…/160518_fransa_calisma_yasasi_protestol… Fransa’nın bitmeyen “sıcak yazı”   Fransa’nın göçmen, işçi ve alt sınıf yaşam alanları olan banliyölerinin ülkenin politik hafızasına “banliyö sorunu” olarak yerleşmesi, 1981 yılında Lyon şehrinde başlayan yağmalama ve yakma olaylarıyla başlamış, ve yaz sonuna kadar 250 aracın yakıldığı bu olaylara “été chaud,” “sıcak yaz,” isimi verilmişti. Uluslararası basın Nanterre’te başlayıp büyüyen bu isyan dalgasını 2005’te Paris’te başlayan ve 3 hafta süren, nihayetinde Cumhurbaşkanı Jacques Chirac’ı OHAL ilan etmeye zorlayan ayaklanmalara benzetse de, 40 yıla yakın bir süredir Paris’in, Marsilya’nın, Lyon’un banliyölerinde ve alt sınıf mahallelerinde “sıcak yaz” da “sıcak kış” da pek bitmiyor. 1980’lerde “ıslah” mantığıyla yaklaşılan “banliyö sorunu” 1990’larda güvenlikçi politikalarla ele alınmaya başlayınca polis ile özellikle gençler arasındaki çatışma da yükseldi. 2000’lere gelindiğinde kentsel dönüşüm vurgusu ön plana çıktı ve bazı banliyöler yeni yapılan alanlara sevk edildi. Devlet destekli istihdam programlarındaki ani kesintiler de gerginliği artırdı. Nicholas Sarkozy’nin 2005’te içişleri bakanlığı yaptığı dönemde sarf ettiği “banliyöleri tazyikli suyla temizleyeceğim” sözleri tartışma yaratmıştı. Macron’un Cumhurbaşkanlığı döneminde ise banliyölerdekı sıcaklık yükseliyor. Özellikle 2005’teki ayaklanmanın ardından değiştirilen yasalar polise daha fazla müdahale yetkisi tanırken, son ayaklanma da Fransa içindeki polis şiddetini ve kolluk kuvvetleri içindeki ırkçılık ve sistematik ayrımcılığı olduğu kadar cezasızlık kültürünü, sınıf ayrımını ve kentleşme politikalarının alt sınıfları gettolaştırma eğilimini de tekrar gündeme taşıdı. Göçmen sorunu mu? Ancak protestolar Fransa’da yükselişte olan sağ politikacılar tarafından “göçmen sorunu,” ve “müslüman ayaklanması” olarak çerçeveleniyor ve muhalefetin ana çerçevesi de ırkçılık çevresinde şekilleniyor. Cenevre’de Birleşmiş Milletler İnsan Hakları ofisi sözcüsü Ravina Shamdasani, “Bu, ülkenin kolluk kuvvetlerindeki ırkçılık ve ırk ayrımcılığına ilişkin derin sorunları ciddi bir şekilde ele alması için bir an” dedi. Ancak Fabien Jobard’ın 2004 yılında yayınan ve Fransa’daki ayaklanmaları konu alan raporu Fransa’da sorunun kolluk kuvvetlerindeki ırkçılıktan daha derin olduğunu gösteriyor: “Birbirini izleyen Fransız hükümetlerinin banliyöleri ihmal ettiği ya da terk ettiği yönündeki iddialar gerçeğe dayanmamaktadır. Fransız Devleti kentsel alanlarda ayaklanmaları caydırmaya yönelik politikalar uygulamaya çalışmıştır. Ancak bu politikaların etkisinin en iyi ihtimalle marjinal olduğunu ve bazı önemli açılardan son derece ters etki yarattığını söylemek de doğru olacaktır. Polisin ölümcül güç kullanımı ve çocukların hapsedilme oranları gibi göstergeler açısından diğer Avrupa ülkelerine kıyasla ABD’ye çok daha yakın olsa da, Fransız toplumu polis ve kentli gençler arasındaki güncel ilişkilerin olumsuzluğu açısından şüphesiz istisnai bir konumdadır. Gerçekten de, ayaklanmalara giden süreçte birkaç aydır var olan gerginlik durumu göz önünde bulundurulduğunda, böylesine geniş çaplı bir çatışmacı tepkinin neden daha erken ortaya çıkmadığını sormak mantıklı olacaktır” Fransa’nın patlamaya hazır bombası 40 yıldır değişen politikaların durumu daha da içinden çıkılmaz bir noktaya getirmesine rağmen halen tam olarak patlamış değil. Ateşlenen fitilin ne zaman barut fıçısına değeceği ise muhalefetin hareket alanına bağlı. Mathieu Kassovitz’in 1995 tarihli “La Haine (Protesto)” filmini hatırlayanlarınız var ise, ne de olsa düşerken kimseye birşey olmaz, ancak düşme bitip de yer size çarptığında olan olur. Anlaşılan Fransız toplumu ve siyaseti arasındaki çatışma için “şimdiye kadar her şey yolunda. Fransa'da iç karışıklık giderek tırmanıyor. İnternet kesintileri uygulanmaya başlanacak.  Son Söz:Bumerang Avusturalya yerlilerinin -Aborjin- kullandığı bir av silahı. Atana geri dönmesi ile tanınıyor. Dikkatli kullanılmazsa atanı vurabilir. Toplumsal ve politik olaylarda da isabetli olmayan adım ve kararlarda, sonuçların bu kararları alanları vurmasına bumerang etkisi de deniyor. "Emperyal Bumerang" kavramı ve bununla bağlantılı siyasi teorileştirme, ilk olarak akademisyenler ve aktivist-entelektüeller, II. Dünya Savaşı'nın ardından Holokost'un tarihsel deneyimiyle boğuşmaya çalışırken ortaya çıktı.sömürgeleştirme Batı'daki iktidar mekanizmaları üzerinde hatırı sayılır bir bumerang etkisi yarattı ve yaratmaya devam edecek.. Emperyalizm genellikle bir başkasına yapılan/uygulanan bir şey olarak tasavvur edilir. Baskın devletler –son 500 yılda ezici bir çoğunlukla Avrupa ve Kuzey Amerika devletleri– güçsüzleştirilmiş yabancı nüfus üzerinde askeri, siyasi ve kültürel tahakküm uygulamaktadır. Bu anlayışa göre, bu yabancı nüfus, emperyalizmin kalıcı olumsuz etkilerinden muzdarip taraflardır. Emperyalizm orada, kolonilerde, olan bir şeydir; emperyal ulusların iç politikaları, sömürge tarihini ve uygulamasını incelerken çok az siyasi veya analitik bilgi ilgi sergiler. Gerçekte, 500 yıllık emperyalist pratik metropoliten merkezler üzerinde derin ve kalıcı etkiler yaratmıştır. Avrupa halkları özünde, ikonografimizden yediğimiz yiyeceklere, etnik yapımızdan ırksal ideolojilerimize kadar, emperyalizmin tarihi ve bugünü tarafından şekillendirildi. Küresel oyun kurucuların, eşik altı büyücülerin yeni oyunu: Gezi Parkı! POLİTİKA 5,0 12.06.2013 23:45:11 A+ A-   Sosyoloji dünyanın en karmaşık bir varlığı olan toplumu anlama ve açıklama çabasıdır diye yazıyor kitaplar, söylüyor bilim insanları… Toplumdaki oluşumu, bütünleşmeyi, değişimin mevcut durumunun tesbiti, analizi ve gelecekle ilgili toplumsal davranış biçimlerinin neler olabileceğine ilişkin yol haritalarını ortaya koymakta, tüm insan ilişkilerinin dayandığı sosyal etkileşim mekanizmalarını kavramaya çalışmakta. Böylece sosyoloji, insanlarda gerçeğe uygun bir toplum algısının oluşmasına ve toplumla ilişkili meslek gruplarına, örneğin yöneticilere, kazanılan bu doğru bilgilerin ışığında verilecek sosyal nitelikli yargılarda yanlış yapmalarının önlenmesinde ve daha gerçekçi, tutarlı, faydalı kararlar vermeleri hususunda lojistik destek sağlamakta. Elde edilen bilgiler sosyalleşme, sosyal bütünleşme, kurumlaşma ve sosyal değişim gibi süreçlerin işleyişinde kullanılmakta, bunlardan yararlanılarak stratejik kararlar alınmakta. Ancak, bireylere toplumsal akışı, istedikleri yönde değiştirme bilgisini, gücünü ve yöntemini vermediğini, veremeyeceğini anlatıyor tüm bu kitaplar ve bilim adamları. Ünlü Fransız bilim insanı Auguste Comte, sosyal düzenin bozulduğu, bütünleşmeyi sağlayan tüm çivilerin çıktığı veya yerinden oynadığı Fransa’da toplumu yeniden istikrara kavuşturmak ve onu rasyonel bir biçimde yeniden oluşturmak için teoriler geliştirmiş. Ama, bu teorisinin pratiği olmayan bireysel bir özlemden, tasavvurdan ibaret olduğunu sonradan anlamış. Türkiye’de bu anlayışın temsilcileri de 20. yüzyılın başlarında bu paradigmayı, karaya oturan devlet gemisini tekrar yüzdürmeye yarayan bir araç ve çare gibi algılamış. Türkiye’de bir “toplum mühendisliği”, “toplumu formatlama””toplumu afazleştirme” geleneğinin doğmasında öncü kuvvet olmuşlar. Bu gelenek gereği olarak bilir bilmez, yetkili yetkisiz hemen herkes elindeki teknik aygıtlarla arazide ölçüm yapan bir harita mühendisi gibi toplumsal konu ve sorunlarda ölçüm yapmaya, ahkâm kesmeye başlamış. Bu hastalık aydınlardan kahvelerde, lokallerde konuşanlara ve sıradan insanlara kadar herkese bulaşmış. Böylece iki de bir “demokrasiden kopma hareketleri (darbeler); küresel oyun kurucularının, küresel aktörlerin talimatlarıyla Türk milletinin makus tarihi olmuş. Bu anlayış hem sivil hem de askeri kesim entelektüellerinde yaygın olarak görülmüş. Tüm askeri darbeler siyasal hırslarla birlikte bu toplumsal mantığın ürünü olarak ortaya çıkmış. Bu darbe alışkanlığı; söz konusu geleneği pekiştirmiş, daha kötü ve zararlı bir sosyal sonuç olarak toplumda ki tüm siyasal birikimleri, öğrenmeleri, deneyimleri yerle bir etmiş, sosyal bütünleşmeyi, devlet ve toplum hayatındaki siyasal olgunlaşmayı önlediğini yakın tarihimizde hep beraber seyretmiş bulunmaktayız. Bu işin mimarlarından birisi, eskiden meydanlarda din desler verirken, artık “nü resimler” yaparak görevini yapmış olmanın mutluluğu içinde yaşamlarına devam ettirmekte.Küresel oyun kurucular tarih boyunca çeşitli seneryoları kurguladı ve pratiğe döktü.Bunlardan bir tanesi küresel Mafya örgütünün Güneydoğudaki oyunları.Maraş olayları,Sivas olayları!..saymakla bitmez .Şimdi de "Gezi Parkı".Bu tertibin içinde küresel aktörlerin olduğu o kadar açıkki!..En son Avrupa perlamentosununTürkiy'nin alehine aldığı kararlar,CNN'in canlı yayınlarla, "iç Savaş imajı ve yalanın" Dünyaya duyurma ve yayma girişimleri!...Belki  bu olay şimdilik iktidar  partisini yaralamış gibi gözükmekle birlikte;ileride bu olay tersine dönüşebileceğinden kimsenin kuşkusu olmasın.Yani gelecekte şu anda ki İktidardaki parti, bu olay dan dolayı daha da güçleneceğinden kimsenin şüphesi olmasın...   Hâlbuki toplum ve toplumsal olaylar, olgular çok karmaşık, çok boyutlu ve çok nedenli gerçeklikler. Onların anlaşılır hâle gelmesi için hayli uzun, sabır isteyen zihinsel çabalar, incelemeler, gözlemler, okuma ve öğrenmeler zorunlu olmakta. Toplumdaki evrim ve değişmenin mekanizması bireysel arzu ve iradenin tümüyle dışında seyretmekte.Bu bağlamda, Dünya genelinde gözlenen eğilimler, plan çalışmalarının yönlendirici etkenleri iyi analiz etmek gerekir. Bilimsel, ekonomik ve sosyal gelişmelerin harekete geçirdikleri "değişme dinamikleri" toplumsal yapıları, sistemleri, askeri gücü ve devletlerin konumlarını da belirliyor. Değişmelerin niteliği, hızı ve yönü hakkında ortak bir anlayış yaratamazsak, plan insan ve sermaye kaynaklarımızın gücü odaklama işlevinden uzaklaşmakta.. Bugün bilim ve teknolojik gelişmelerin yarattığı yeni yapılanma, üretim iç örgütlenmesini, endüstri-devlet ilişkilerini ve devletlerarası ilişkileri köklü biçimde değiştirmekte. Değişmelerin niteliği: Hep birlikte yakından gözlemliyoruz ki her alanda değişmeler büyük bir hız kazanmış durumda; Geçici olanı, değişmez olandan ayırt etmek güçleşmekte. "Değişme" sözcüğü tek başına yeterli değil. Bu nedenle sözcüğün başına "hızlı", "dramatik", "köklü", "olağanüstü" ve "çarpıcı" gibi sıfatlar eklemek gerekiyor. Değişmelerin hızını, niteliğini ve yönünü kavramadan dünyayı, toplumsal dönüşümü anlamak ve geleceği inşa etmenin çareleri üretmek mümkün değil. Değişik araştırmacılar, 1988 yılını baz alarak "doğal kaynakların kullanımına" ilişkin hızlanmayı tablolar halinde yayımlıyor:         400.000     yıl önce        Avcılık         300.000     "                   Ateşten yararlanma         150.000     "                   Barınakların yapılması          20.000     "                    Sürekli yerleşim          15.000     "                   Tohumun toprağa atılması/yerleşik düzen          10.000     "                    Hayvan gücünden yararlanma          3.000     "                     Rüzgar gücünden yararlanma          2.000     "                     Atların taşıma ve diğer işlerde kullanılması          800    "                        Su gücünden yararlanma          180    "                         Kömür ve petrolden yararlanma          45     "                          Nükleer enerjiden yararlanma Taşıma sistemlerine baktığımızda paralel bir gelişme gözlüyoruz:         1600 (MÖ)                Dört tekerlekli araba         1784(MS)                Posta arabası 20k/Saat         1825                        Buharlı lokomotif(10 km/saat)         1880                        Buharlı lomomotif(100 km/saat)         1938                        Uçak(400 km/saat)         1960                       Jet uçakları (4000 km/saat)         1970                        Uzay köpsülü( 18.000 km/saat)         İnsan etkinlikleri ve entelektüel yaratıcılıkta gelişmeler 1988 yılı baz alındığında aşağıdaki hızlı gelişme karşımıza çıkmakta.         1.500.000    yıl önce        Çocukları koruma için örgütlenme          400.000    "                      Göçlerle daha iyi bir çevre aranması          20.000    "                        Dinler/sosyal düzenlemeler          7.000    "                          İlk kentlerin kurulması          5.500    "                          İlk alfabe kullanılması          5.000    "                          Abakus          3.500    "                          Paranın kullanılması          3.000    "                          Numaralama sistemi          2.500    "                         Sanat/bilim/felsefe          2.000    "                         Demokrasi          500    "                            İlk bilimsel deneyler          475    "                            Makyavel "Prens"i yazdı          400    "                           Ticaret ağlarının ölçeği genişledi          300    "                            Bilimsel astronomi/matekatik kullanımı          200    "                            Oksijen          150    "                            Babbage kompüteri keşfetti          100    "                            Banka, sigorta ve diğer finans araçları              80    "                          Görecelilik kuramı             50    "                            Kompüter kavramı Bugün geçmişin alışkanlıklarını sürdürerek varlığımızı koruma ve geliştirmenin olanağı yok. Bu nedenle Christopher K. Bart'ın saptadığı değişme niteliklerini plan çalışmalarında göz önünde tutmak gerekiyor. Boyutlar        Yeni Durum                Tarihsel Durum Çevre                       Dinamik                   Durağan Formaliteler              Düşük                      Yüksek Buluşlar                    Yüksek                      Düşük Kontrol yöntemi         Kurallara göre          Yüz yüze Otonomi                     Yüksek                      Düşük Deneyimcilik               Yüksek                      Düşük Kontrol sapması          Yüksek                       Düşük Planlama periyodu       Sık                            Seyrek Planlama ayrıntısı        Düşük                       Yüksek Performans ölçütü        Buluş/risk üstlenen   Geçer durum Karşılaştırma                 Değişik                    Geçer durumla Ödüllendirme                 Geriş                    Dar .                                                                                            . Dünya çok hızlı bir değişim ve dönüşüm yaşamakta. Bu durum "sürekli kriz" hali yaratmakta.   Dolayısıyla sosyal yapıdaki değişmenin, sosyal akışın tarihsel kaynakları, dayanakları bilinmeden, bu değişmeyi sağlayan iç ve dış dinamikler, çelişkiler, çatışma konuları ve tüm bunları içeren sosyal ve kültürel yapı analiz edilmeden, ayrıca çağın evrensel gidişi de hesaba katılmadan söz konusu sosyal sürece müdahale etmek oldukça riskli ve yanlış olduğunu tarihsel deneyimlerde görmek mümkün. Bu durum zaman içinde çok ters ve beklenilmeyen sosyal tepkilerin doğmasına yol açabilmekte. Günümüzde gelişen olaylarda “süreci yanlış yönetmek” olgusunu ön planda olduğunu görmek mümkün. Bunun için küresel oyun kurucuların taşeronları olan marjinal grupları, bertaraf edecek stratejiler geliştirmek, bu oyunu hiç vakit kaybetmeden bozmak gerek. Bugünlerde en çok gereksinim duyduğumuz bu değil mi? Günleriniz hep aydınlık olsun! Yüreklerindeki sevgi daim olsun! Yüreği "Berkehan"  ve Bilgehan Deniz "Kadar temiz olan tüm insanların!  OE -12.06.2013