Tüm Bilgi Paylaşımlarım

Kurumsal Kalite Algısındaki Yanılsamalar!...

Kurumsal Kalite Algısındaki Yanılsamalar!... BİLİM TEKNOLOJİ 5,0     24.01.2013 22:33:09 A+ A- İlksöz;:Kelimeler gördüklerimizi kavrayamıyorsa ya da gördüklerimiz kelimelere sığmıyorsa konuşmak ne işe yarar? Ülkelerin zenginliği nasıl belirlenir? zenginlik nasıl ölçülür? kıymetli maden, döviz stoku ile mi? Doğal kaynakları, altın madeni, petrol, doğalgaz yataklarının varlığı ile mi? Beşeri sermayesi, bireylerinin niteliği, becerisiyle mi zenginlik ölçülür?. Ülkelerin zenginliğini doğal kaynakları, altın stoku değil beşeri sermayeleri, bireylerinin nitelikleri, becerileri, değer yargıları belirliyor. Ülkelerarası farklı doğal kaynaklar, altın, kıymetli maden varlıkları değil,  insan yaratıyor. Doğal kaynak fakiri yüzlerce irili ufaklı adaya sıkışmış, yüzölçümü Türkiye'nin yarısından az olan Japonya, dünya sıralamasında önde de, Türkiye niçin hep gerilerde. Farkı insan öğesi yaratığı kesin.. Milletlerin zenginliğinin doğasını ve nedenlerini araştıran  ünlü iktisatçı,  insan faktörünün öneminin belirleyiciliğini yüzyıllar öncesi görmüş.  Buna göre, milletlerarası zenginlik farkını, işgücünün beceri, nitelik farkı ile işgücünün üretime katılma oranı nın belirlediği tezini ileri sürmüş.  Ayrıca zenginlik bağlamında adalet, emniyet, hukuka bağlılığın önemini vurgulamış, Bunları çağdaş bir devletin olmazsa olmazları olarak tanımlamış.   zenginliğin ölçüsünün toplam değil, topluluğun bireylerinin ortalama zenginliği olarak tespit etmiş. Buna göre milletlerin zenginliği için: Bireylerin becerisinin yükseltilmesi, nitelikli işgücünün istihdamının artırılması, zenginliğin dengeli dağıtılması gerekliliğine vurgu yapmış. İleri sürülen bu klasik görüş günümüzün  neo liberal, refah, zenginlik anlayışına kıyasla çok daha ileride olduğu yadsınamaz bir gerçek Fizikteki birleşik kaplar kuralı gereği toplumun hemen hemen her kesiminde ki düzeyin giderek düştüğünü gözlemlemek mümkün..... Sporda dahi yapılan saldırıganlıklar  sonra şampiyonluk geyikleri bile ne hale geldiğimize ayna tutmakta...: Nefret, öfke, kin, aşağılama, alaya alma yüreği güzel bir öğretmenin kalbine de ağır gelmesi... gelecek kuşaklara şiddet musallat olduysa, artık ivedi önlemlerin alınması gerektiğinin resmi.. Allah kimseye nefretiyle yalnız kalma cezasını vermesin. Kadim öğretilere göre, varlığımızı kusursuzluğa taşıyan şeyler şunlardır: - İyi düşünceler - İyi sözler - İyi işler Düşünce, söz ve işlerimizde iyiliği istemek ve iyi olmak gerekir. Bazen yine de onurlu, kişilikli davranışların saygı doğurması, taktir, beğeni toplaması, övülmesi bir umut… Ancak geniş bir kitlenin desteği ile ülkede şarlatanlar, ağzı kalabalıklar, tafra satan, yüksekten atan ama işe yaramayanlar, Kurumlara ve ülkemiz bu davranış biçimlerinin, değer yargılarının değişmesiyle ancak müreffeh olabileceği tartışmasız bir gerçek..   Ülkenin düzgün, bilgili, özverili, onurlu, mücadeleci insanlara bu iştiyakının sembollerine gereksinim var....... Ülkede düzgün, nitelikli, onurlu,  kişilik sahibi olanlarla şarlatanlar, yarı bilgililer, çıkarcılar arasında savaşı sürmekte... Hangi eğitimi almış, hangi siyasal görüşte olursa olsun, niteliksizler arasında gizli koalisyon,  kurumlarda, örgütlerde oluşmakta.. Bu koalisyonu, yaşamın her alanında  hemen hemen  tüm kurumlarda gözlemlemek olanaklı.. Niteliksizler sayısal çoğunluklarıyla egemen... Toplumda başarısızlık, kişisel davranış bozukluğu, sorunlar, niteliksiz çoğunluğun egemenliğinden kaynaklandığından hiç şüpheniz olmasın... Ünlü bir bilim adamı, "karşı karşıya kaldığımız sorunlar onları yarattığımız düşünce düzleminde çözülemez" diyor.   Yani paradigmayı (bakış açısını) değiştirmemiz gerektiğini söylüyor. Yeni yaklaşımlar, yeni kavramlar, yeni stratejiler, yeni yöntemler,  yeni kurallar  ve uygulamalar.. Dün olduğu gibi bugün de tüm kurum ve kuruluşlar da temel parametre zamana uyum  kapasitesi. Diğer bir deyişle, Sürdürülebilir yetenekleri geliştirebilme kapasitesi. Derste  hem hocaya, hem diğer öğrencilere saygı göstermeden dersin huzurunu bozacak eylemlerde bulunacaksın, küçük beyninle karşıdakini "ti" ye almaya çalışacaksın. Yönetici olduğun kurumda "pragmatizm" anlayışı ile Her türlü kayırmacılık yapıp,  yandaş,  akraba eş dost kayırma ("nepotizm") yapıp  diğerlerini ötekileştireceksin… sokakta yürürken, araba kullanırken, karşıdan gelene saygı göstermeyeceksin,  herhangi bir yerde yemek yerken ağzından çıkan seslere dikkat etmeyeceksin, trafik sıkıştığında emniyet şeridini kullanacaksın, İnsanlarla ilişkilerinde mesafeyi çıkarlarının belirlemesini düşüneceksin, oturduğun evin alt katındakilerin başında takır tukur yürüyeceksin, Üst katındakilere süpürge sapıyla uyarı vuruşları yapacaksın,  markette kasaya yaklaşırken  insanları ezmeye çalışacaksın,  çalıştığın kurumda, ortak yaşam alanlarına  ve kullanım alanlarına en ufak bir özen göstermeyip kendi malın gibi kullanacaksın,  çalışanlarınla, zorunlu olmadıkça yüz yüze gelmeyeceksin. Sonra da. kurumunuzun kaliteli olduğunu öne sürüp sözüm ona "kalite birimleri" kurup ,kaliteden bahsedeceksin.. Bunu tüm paydaşlarına, eşine dostuna gururla anlatacaksın, çıktılarının kalite kontrolünü; bir iki kişi ile sınırlandıracaksın. Ve bunun "kalite üretmek için" yeterli olduğunu düşüneceksin. Hadi canım sende!... "Kalite" insanın ve kurumların  tüm yaptıklarının  toplamında ortaya çıkmakta ve sadece yandaşların değil tüm paydaşların mutluluğu; "Ya var  ya da yok".  "Bunun ortası yok"!... Böyle yazıyor kitaplar. Böyle söylüyor konun uzmanları. O yüzden kalite, kullandığınız araçların / binaların kaliteli olması meselesi değil, insana dair bir konu. Özünde , öznesinde insan var. Kalite bir sistemi tanımlar. Sistemi oluşturan alt sistemler zincirin en zayıf halkaları. Kurumsal olarak hem girdiyi, hem süreçleri hem de çıktıyı kalite hale getirmek.  Bu süreci kurumsal olarak tamamlarken tüm paydaşların  memnuniyetini sağlayabilmek bütün mesele bu!... Yaşam alanlarımızda muhakkak karşılaştığımız gücü (yetki /otarite/para vb..)   ellinde bulunduran bu tiplemeler sadece yandaşlarına her türlü menfaatleri esirgemeyenler, akraba eş dost kayırmakla ("nepotizm")  kurumun kalitesi artmıyor. Siz arttığını sansanız bile!... Ve kısaca kalite; tek tek kişilerle belirlenecek bir kavram değil, top yekun bir sonuç. Yani sistemin tamamını içine aldığından "Toplam kalite" denilmiş. Kurumunuzun kalite algısı, "idare eder" düzeyinde kaldığı sürece;  Kaliteden söz etmek mümkün değil. Kalite denetimi yapanları yanıltmak kolay, zira iki tane çıktıya ya da sürece bakıp onay verirler.. Önemli olan çıktınızın  piyasadaki değeri. Çıktınızın  piyasadaki imajı.. Siz ne kadar kaliteli çıktı ürettiğinizi iddia etseniz bile!... Ancak en zoru yöneticinin / insanları ve kendini kandırması. Siz hiç merak etmeyin; Piyasa sizin ve çıktılarınızın ne kadar "kaliteli"olup olmadığını değerlendirmesini kendiliğinden yapıyor. Siz ne kadar Kaliteli olduğunuzu söyleseniz bile!.. Son söz; Hak etmeden elde edilen mevki ve makamların beraberinde getirdiği bir takım ahlak erozyonu kaçınılmaz... Ahlak erozyonu, değerlerin kaybı,   tepkisizleşmek Bu yerleştikten sonra, zaten ört ki ölem. "Kamış ses verince Ney oldum sanır, İp gerilince Yay oldum sanır, Sarayda oturan Padişah oldum  sanır; Abdal ata binince bey oldum sanır,  şalgam aşa girince yağ oldum sanır.." Gökten zembille inip her şeyi bilenler.  Kendilerinden başka  "hiçbir kimsenin önemi olmayanlar ... Burunları havada gezenler ., Küçük dağları yaratmış  tavırlar.  Herkesi küçümseyen bakışlar...  Ön yargılar ve Kadim değerlerden yoksun İnsan tiplemeleri.. Son Söz: Üniversite sadece bilim için değildir, aynı zamanda Hak, Hukuk, Adalet ve Cumhuriyet içinde üniversite gereklidir. Üniversite Cumhuriyet'in sahipliğindedir." "Memleket işlerinde, millet işlerinde, gerçek işlerde, duyguya, hatıra, kardeşliğe ve dostluğa bakılmaz. " Sağlıcakla kalın!... Günleriniz hep aydınlık olsun!.. Yüreklerindeki sevgi daim olsun!.. Yüreği "Berkehan ve Bilgehan Deniz" Kadar temiz olan tüm insanların!...    24 Ocak 2013  

Kafkas Dağlarının Eteklerinde “Cennetin Saklı Bahçesi”nde Sonbahar

                                                     Kafkas Dağlarının Eteklerinde                                                    “Cennetin Saklı bahçesi”nde                                                                  Sonbahar                                                                      "Çocuk Olsaydım Posof’ta yaşamak isterdim!..".Tuncel Kurtiz   Bu yazı,   Hazan Dergisi'ne  “Sonbahar”  ilişkin “deneme” yazmamızı istendiğinde çok karmaşık duygulara ve çelişkili düşüncelere kapıldığımı itiraf etmeliyim. Böyle bir metni kaleme almaya elim bir türlü varmadı.   Yazmamızı teklif eden hocaya yüksündüğümden değil de, üniversiteye hakim olduğunu bildiğim bir zihniyetten dolayı yazının gerekli ilgiyi görmeyeceğinden çekindim. Ancak sonunda bu yazının önce üniversitemize sonra Türk kültürü açısından önemini gözeterek aşağıdaki satırları okuyucunun değerlendirmesine sunmaya karar verdim. Bu satırları birlikte okumaya başlamadan önce  bu yazıyla   “Yükseköğretimin Fırtınalı Sularında” ki geçmiş günleri hep anımsadığımı belirtmeden geçemiyeceğim.  "Hazan dergisi" ile atılan birlik, beraberlik tohumlarının, köprülerin altından akan sularla, zamanla yıkanmış, götürülmüş olduğunu sandığımız da yok olmadığını rüzgârın savurduğu başka yerlerde tekrar başak vereceğini umuyorum. Üniversitem açısından ne kadar da umut verici!.. İyi İnsanlar iyi işlerin yanında. Nerede iyi işler var ise orada iyi insanlar var. Bu bağlamda; iyilik demek kimseye kötülüğü dokunmamak değil, kötülük yapacak cevheri içinde taşımamak demek.  İşte bu yazında dilimizin döndüğünce “ Cennetin saklı bahçesinde sonbaharı” anlatacağım sizlere...İstiyorum ki zihnimizden  giderek silinen anılar bizimle beraber yok olmasın,  “içi dışı bir, güzel insanların” kültürleri hep yaşasın. Bu “Sonbahar yazını” hiçbir taraftan yana değil sadece o toprağı öyle güzel, öyle bereketli, öyle duyarlı kılan insanlardan yana yazıldı. O insanların güzelliğinin o topraklara nasıl aşı olduğunu, maya olduğunu gün ışığına çıkarmak için kaleme alındı.  O nedenledir ki: İnsanlığın Sivil Tarihi belleklerde gizlidir. Anlatılarak paylaşılırsa “Efsane”. kayda geçirilirse “Belge” niteliği kazanır“.  Kış mevsiminde yağmayan kar baharda yağmaya devam ederken, Kafkas dağlarının eteklerinde  “Cennetin Saklı Bahçesi“ Kötülüğü tanımamış insanların memleketi, memleketim Posof'ta bir günde birkaç mevsim yaşanır. Gece kar yağar, öğlene kadar yağmur. öğleden sonra güneş. "Çocuk Olsaydım Posof’ta yaşamak isterdim!..."diyen Tuncel Kurtiz'i teyit edercesine doğduğum ama hep özlem duyduğum memleketimde ağaçlar çiçeklerle süslenirken, araziler yeşile bürünür. Erik ağaçları çiçekle süslenirken, Dikenli gül çiçek açar.Tarlalar ve çayırlar yeniden yeşeriri. Ekilmeyen tarlalar hayvanların merası dır artık. Yeşilin her tonu Posof’ta baharın sevincini artırır. Her türlü renkle ayrı bir güzellik sergiler. Yeşilin her tonunu görebileceğiniz vadiyi çevreleyen heybetli Ilgar, Arsiyan ve Yalnızçam’ın  zirveleri bembeyaz bir  gelin  duvakla  süslenir. Onları seyrederken doğa tertemiz bir sayfa gibi gelir insana. Toprağıyla, bitki örtüsüyle, dağları taşları sarmalamış kar. Kış uykusuna geçmeye hazırlanan tabiata bir yorgan olur. Yeniden can vermek üzere bahara hazırlar onları. Çamların renkleri bu mevsimde pek değişmez onlar hep bildiğimiz yeşilliklerini korur. yeşil, sarı, kahverengi, kızıl ve pembe renklerin hepsini üzerlerinde taşıyan, sanki her bir yaprak ayrı ayrı boyanmış gibi duran kiraz, erik, ceviz. ayva. badem .ahududu. böğürtlen..kayısı. vişne,10 çeşit armut ve    26  çeşit elma. Ama  en önemlisi de dünyanın hiçbir yerinde   olmayan içi dışı kırmız elma… Posof insanı gibi içi dışı bir. İnsan bu kadar renk bir arada nasıl barınabiliyor diye hayretler içinde kalır. Gecenin zifiri karanlığının ardından fecrin ferahlatıcı aydınlığı yavaş yavaş etrafı aydınlatır. Seher vaktinde yeryüzünün üzerini bir tül gibi örten ve gizleyen gece perdesi yerini şafak vaktinin ışık huzmelerine bırakır. O sarı yapraklara vurduğunda ormanın derinliklerinde ağaçlar arasında oluşan ışık ve gölgeler sanki size çil çil altınlar göz kırpıyormuş hissini verir. Bu Zengin flora cennetinde ; kahverengi halkası, esmer kitini, siyah abdomeni ve uzun diliyle bir mühendisi kıskandıracak altıgen gözlü petekler yapan lezzet ustaları kafkas arısı baharda Kardelen poleninin kovana girene kadar sonbaharda  dinlenmeye çekilir .Posof’da sonbahardır ressamların ilham kaynağı. Ben dağların yalancısıyım. Dağların!... ‘Ben dağların yalancısıyım’ diye söze başlar öykü anlatıcısı. yüzyıllardır yörede anlatılan, dilden dile dolaşan hikâyeyi Sorumluluk kabul etmeden bu benim hikâyem değil, başka yerde duydum, demeye getirir. Mitosun diliyle dillendirir  ama her anlatımda başkalaşır hikâye. Birlikte okuyup  ya da birlikte dinleyelim::https://l24.im/NSrJgo “Dağlar derler ki Bu Dağların eteklerinde nice savaşlar olmuş insanlar gaddarcasına birbirlerini öldürmüşler, kan dökmüşler o kadar çok kan dökmüşler ki dağların uykusu kaçmış, sonun da sevdalısı bulutlar dağları terk edip gitmiş. Dağ kahrolmuş ağlamaya başlamış. Bir gün derler ki Bu dağların tepesinde bir beyaz kus uçar olmuş, en yüksek dağ yakalamış sormuş kuşa ne ararsın kus demiş ki bir yuva tutmaya geldim, bir yuva yapmaya geldim. Dağ demiş ki git o zaman ovalara, ovalarda yerim çok orada kur yuvanı. Kuş demiş ki yok Ovalar senin ateşinle kaynıyor oralarda kuramam demiş o zaman git ummanlara, ummanlarda senin ateşinle kaynamakta demiş kuş, o zaman yerin altına gir demiş ben yerin altında senin gürültünle nasıl yaşarım demiş kuş. Dağ demiş ki nereye yuva yapmak istersin. Kuş demiş ki senin tepene yapmak isterim yuvayı. Dağ demiş ki ama benim içim de ateşler kaynıyor üzüntümden duramıyorum sevdalım beni terk etti gitti. Sevdalın kim demiş kuş Sevdalım mı bulutlardı beni terk etti gitti. Kuş demiş ki Ya ben senin sevdalını bulup getirirsem Gitmiş bir beyaz gelinlik dikmiş kuş. Hazırlamış gelinliği getirip dağın üstüne atmış Ve derler ki yine ben yine dağların yalancısıyım O günden bu yana o işte gelinlikle bembeyaz olmuş bu Dağlar. Zaten ne der aşık 8 ay kışımız 3 ay ayazımız 1 ay yazımız bende dağların ve aşıkların yalancısıyım. Yine derler ki işte şurası Ardahan burası Kars şurası Çıldır. Bu Ovalarda nice medeniyetler yeşermiştir, nice köprüler kurulmuş, nice köprüler atılmıştır, nice yapılar yapılmış, nice yapılar yok edilmiştir. Hepsi bu karların altındadır, işte çobanlar bazen bulup çıkarırlar, bir bakarsın karların altından bir beyaz olarak çıkarlar, ya da bir aşığın telinden bir türkü olarak gelir bize ulaşır. Ben dağların ve aşıkların yalancısıyım….” Dağların yalancıları, yüzyıllardır anlatılan başkalarının hikâyelerini biçimin içine değil, anlatıldıkça dönüşen bir başkalaşımın içinde , yaşamı hafifleten, olumlayan yeni değerler yaratabilmesi dileği ile.... Posof ‘un  üstünde bulutlar çoğalır. Bulutların üstüne yıldızların gözleri. Sonbahar kendini belli etmeye ve gök, yağmur bulutlarıyla kapanmaya başladığında; sonbahar üstüne bir şiirsel bir potpuri yapmaya hazır haldedir artık “Cennetin saklı Bahçesi”. Sabahın erken saatlerinde gökyüzünün alaca kızılığının yaptığı fon. Yerlerde kırağının küçük ağaçlara ve  çimenlere örtü yaptığı beyazlık ve sarı sarı yaprakları ile tepelerinden gökyüzünü güçlükle görebileceğiniz ağaçlar. Daha sonra güneşin ilk ışıkları ile  sarıdan kızıl bakıra kadar renkten renge  dönüşecek binlerce yaprak. Düşünsenize bir ressamı paletindeki sarıyı, yeşili, kızılı özgürce kullanabilecek bir kaynaktan başka ne mutlu edebilir ki? Ve ben yaşamımızın hüzünlü mevsimi olan sonbaharın, “Cennetin Saklı Bahçesi” inde bir renk mutluluğuna dönüştüğünü gördüğüm için her yaşanan günde bir  Şeb-i Arus var derim. Ellerim semaya kaldırıp yüce yaradana  şükreder ve dudaklarımdan her sonbahar dökülen şiiri tekrar mırıldanırım. “Fânî ömür biter, bir uzun sonbahâr olur. Yaprak, çiçek ve kuş dağılır, târümâr olur.” Yaşamın mottosu olacak dört kuralı anımsarım bu arada. Birlikte okuyalım İlk kural : ” Karşına çıkan kişiler her kimse, doğru kişilerdir. Bunun anlamı şudur, hayatımızda kimse tesadüfen karşımıza çıkmaz. Karşımıza çıkan, etrafımızda olan herkesin bir nedeni vardır, ya bizi bir yere götürürler ya da bize bir şey öğretirler.” İkinci kural : “Yaşanmış olan her ne ise, sadece yaşanabilecek olandır. Hiç bir şey, hem de hiç bir şey yaşadığımız şeyi değiştiremezdi. Yaşadığımızın içindeki en önemsiz saydığımız ayrıntıyı bile değiştiremeyiz. ‘Şöyle yapsaydım, böyle olacaktı’ gibi bir cümle yoktur. Hayır, ne yaşandıysa, yaşanması gereken, yaşanabilecek olandır, dersimizi alalım ve ilerleyelim diye. Her ne kadar zihnimiz ve egomuz bunu kabul etmek istemese de, hayatımızda karşılaştığımız her olay, mükemmeldir.” Üçüncü kural : ” İçinde başlangıç yapılan her an, doğru andır. Her şey doğru anda başlar, ne erken ne geç. Hayatımızda yeni bir şeyler olmasına hazırsak, o da başlamaya hazırdır. Dördüncü kural: “Bitmiş olan bir şey bitmiştir. Bu kadar basittir. Hayatımızda bir şey sona ererse, bu bizim gelişimimize hizmet eder. Bu yüzden serbest bırakmak, gitmesine izin vermek ve elde etmiş olduğun bu tecrübeyle yola devam etmek gerekir.” Son söz olarak “Şeb-i yeldayı müneccim muvakkit ne bilir, Müptela-ı gama sor kim geceler kaç saat.” Sağlıcakla kalın... Yüreği; "Berkehan ve Bilgehan Deniz" kadar temiz tüm insanların, günleri hep aydınlık olsun! Yüreklerindeki sevgi daim olsun!        

Türkiye Cumhuriyeti‘nin Var Oluşunun ( Bekâsının ) Genetik Kodu ....

                                Küresel oyun kuruculara (Yedi Düvele) karşı Türkiye Cumhuriyeti'nin Bitmeyen Var Oluş Mücadelesinin (Bekâsının) Genetik kodu   İlk söz:  Atatürk söylemini değil Atatürk'ü seven , düşüncülerini özümseyen; yurdun her yerinde toplumun her kesimini iyi eğitimli, katma değerli ve üretken kılmak için çalışır. İnsan haklarını baş tacı eder. Hak, Hukuk, Adelet ve Cumhuriyete sahip çıkar. Çatışmadan değil barıştan ve huzurdan yana olur. Sabit fikirden ve peşin hükümden uzak durur.Atatürk sevgisi Cumhuriyet'in sahipliğindedir. "Ben manevi miras olarak hiçbir nass-ı kati, hiçbir dogma, hiçbir donmuş ve kalıplaşmış kural bırakmıyorum. Benim manevi mirasım, bilim ve akıldır." İstiklal mücadelemize önderlik eden, aziz milletimizin eşsiz fedakarlığıyla bu destansı mücadeleyi zafere ulaştıran Gazi Mustafa Kemal, üstün askeri yönetimi ve kararlı duruşuyla, başarılı bir komutan ve lider olarak dünya tarihinde saygın bir yer edinmiştir. Milletine duyduğu sonsuz güven ve inancıyla çıktığı zorlu yolda, milletimizi müşterek bir ideal etrafında birleştirmeyi başaran Gazi Mustafa Kemal, istiklal mücadelemizi Cumhuriyetimizin kuruluşuyla taçlandırmıştır. Gazi’nin mücadeleci ve kurucu vasıflarını gençlerimize ve çocuklarımıza iyi anlatmalı, onun “en büyük eserim” dediği Cumhuriyetimizi ilelebet yaşatmak ve daha ileriye taşımak için üzerimize düşen sorumlulukları hep birlikte yerine getirmeliyiz.  Büyük önderin şu sözleri  manidar: "Yaşamak isteyen ulusumuzun istemi, basit bir kelimede saklıdır ve gayet meşrudur: Bağımsızlık! Avrupa'nın iktidarlarından ve sermayedarlarından ayrı olan asıl ulusları, bizim yaşamımızı bize çok görmüyorlar (Atatürk, 27.1920 Tamim ve Telgraflar, S 344)" Manidar başka bir sözü; "Biz" diyor büyük önder, "Batı emperyalistlerine karşı kurtuluş ve bağımsızlığımızı korumakla yetinmiyoruz Aynı zamanda Batı emperyalistlerinin kuvvetleri ve bilinen her aracı ile Türk ulusunu emperyalizme araç yapmak istemelerine engel oluyoruz Bu suretle bütün insanlığa hizmet ettiğimize inanıyoruz (Atatürk, Tamim ve Telgraflar, S: 339)" Büyük önderin manidar başka bir sözü; "Biz bu hakkımızı saklı tutmak, bağımsızlığımızı güvence altında bulundurmak için genel kurulumuzca, ulusal kurallarımızla bizi mahvetmek isteyen emperyalizme karşı ve bizi yutmak isteyen kapitalizme karşı savaşmayı uygun gören bir mesleği izleyen insanlarız (Atatürk, 1.12.1921, Söylev ve Demeçleri, C: I, S: 1969) Atatürk'ün şu sözleri de hiç ama hiç akla gelmeyecek." Unutturulan bir başka manidar söz. "Almanlarla dost olduk; Almanlar memleketimize, ordumuza ve hükümetimize kadar girdiler Fakat Almanlardan bazıları, bağımsızlık ve onurumuza karşı tavır almaya başladıkları dakikada, en ince ve hemen hiçbir ayıt ve koşula bakmaksızın ruhen ve fiilen isyan ettim (Atatürk, 241.1924, Söylev ve Demeçleri, C: 3, S: 25) Bu sözler akla gelmeyecek, anımsanmayacak; çünkü yıllardır unutturulan ve unutturulmaya çalışılan; Kurtuluş Savaşı'nın amacı ve laik cumhuriyetin ilkeleridir." Büyük önderin bu sözleri de çoktan unutulmuştur: "Biz" diyor Atatürk, "Batı emperyalistlerine karşı kurtuluş ve bağımsızlığımızı korumakla yetinmiyoruz Aynı zamanda Batı emperyalistlerinin kuvvetleri ve bilinen her aracı ile Türk ulusunu emperyalizme araç yapmak istemelerine engel oluyoruz Bu suretle bütün insanlığa hizmet ettiğimize inanıyoruz (Atatürk, Tamim ve Telgraflar, S: 339)  Büyük önderi okudukça, manidar sözlerin çokluğu karşısında hayrete düşmemek elde değil, yine o sözlerden bir tanesi, birlikte okuyalım; "(Büyük) devletler iktisadi esaretle bizi felce uğratıyorlardı Öteden beri bize bazı şeyler vermiş gibi, bizim bazı haklarımızı tanımış gibi tavır alırlardı Bu esarete katlanan yöneticiler hoşnuttu Çünkü görünüşte görkemli bir bağımsızlık elde etmişlerdi Fakat gerçekte, ulusu manen miskinlik çukuruna atmışlardı (Atatürk, Adana, 153.1923 Söylev ve Demeçleri, C: 2, S: 119) Türkiye Cumhuriyeti'nin genetik kodlarını mutasyona/dejenerasyona uğratarak, toplumu tasarlamaya, formatlamaya, afazi  hale getirmeye  çalışanlar, demokratik yapıyı da on yılda bir kesintiye uğratmakta  hiçbir beis görmediler.   Demokrasiyi kesintiye Uğratan /uğratma çabasına girenler,  sözüm ona büyük önderin yolunda oldukları iddiasında bulundular. Mustafa Kemal'in devrimci, çağdaş ve bağımsızlık yanlarının tanıtılmaması için her türlü manipülasyon ve dezenformasyondan kaçınmadılar.   Evet, frak-smokin, bando-mızıka, kabul resimleri, fener alayları Ve beylik sözlerle dolu yapay söylevler ve heykeller!   Türkiye Cumhuriyeti, milletimizin birlik ve beraberliğinin, tüm unsurlarıyla bir arada yaşama ve ortak değerlerde kenetlenme iradesinin ortaya çıkardığı eşsiz bir eser. Şüphesiz vatanın kurtarılması ve bağımsızlık yolunda büyük bedeller ödenmiş, güçlü bir geleceğin inşası için emsalsiz fedakarlıklar gösterilmiştir. Türkiye, Cumhuriyet'in ilanının ardından geçen süre zarfında önemli kazanımlar elde etmiştir. Bugün Türkiye, demokratik rejimiyle, ekonomik, siyasi ve askeri gücüyle, insan kaynaklarıyla, köklü devlet geleneğiyle, küresel topluma katkılarıyla dikkat çeken, ilgiyle takip edilen bir ülke konumunda. Geleceğimizin teminatı olarak gördüğümüz gençlerimizin 19 Mayıs ruhunu anlamalarına, özümsemelerine ve bu ruha sahip çıkmalarına büyük önem veriyoruz." Türkiye Cumhuriyeti gökten zembille inmiş değildir. Gazi Mustafa Kemal de nevzuhur bir devlet adamı değildir. Anadolu Selçuklunun bıraktığı yerden bayrağı nasıl Osmanlı devraldıysa, Osmanlının bıraktığı yerden Cumhuriyet almıştır. Tarihimize bütünüyle sahip çıkacağız.......Gazi de milletine sonsuz inanç besliyordu. Herkes umutsuzluğu kapılırken O 'Geldikleri gibi gidecekler' sözünü milletinden aldığı inançla söylüyordu....Samsun'a çıktığı andan itibaren mücadelesini sadece milletine güvenerek yürüttüğünü söyleyen Gazi'nin mesajlarını hala anlayamayanlar olduğunu üzüntüyle takip ediyorum ve görüyorum. Üstelik bunların başında da bizzat kurucusu olduğu partinin mirasyedileri geliyor. Kendi küçük siyasi çıkarları uğruna ülkelerini, milletlerini, devletlerini Gazi'nin emaneti olan Yeni Türkiye'yi karalamanın, itibarsız hale getirmenin, hedef haline getirmenin peşinde olanlar onun adını ağızlarına almayı hak etmiyorlar.     Muasır medeniyetler seviyesine çıkma hedefini tam bağımsızlıktan ayrı düşünmemiştir. Siyasi, mali, iktisadi, adli, kültürel vb. her hususta tam serbestlik olarak tanımladı. Gazi Mustafa Kemal'in 'en büyük eserim' dediği ve gelecek nesillere emanet ettiği Türkiye Cumhuriyeti'ni tam bağımsız bir ülke olarak sürekli daha ileriye taşımanın gayreti içerisindeyiz. Eğer bunu başarırsanız Gazi'yi anlamış olursunuz.... ...TBMM 23 Nisan 1920'de açıldığında öyle bir yokluk ve yoksulluk vardı ki, birileri memleketlerine geri dönmekten söz eder olmuştur.       Küresel güçlerin mazlum uluslara biçtiği kadere, sömürgeleştirmeye başkaldıran, ezilen Dünyanın İlk Bağımsızlık Hareketini gerçekleştiren, Türk ulusunu “emperyalizm ve kapitalizm tahakkümünden ve zulmünden kurtararak, irade ve hâkimiyetin hakiki sahibi” kılan, Ortaçağ karanlığını yırtıp toplumumuzu aydınlığa kavuşturan, Mustafa Kemal Atatürk’ün bedensel varlığının aramızdan ayrılışının 78. yılındayız.     Günümüzün "ahvâl ve şeraiti" içinde dahi, ulusal uyanışı gerçekleştirip,  ulusumuza dayatılan küresel oyun kurucuların  planlarını Sevr'in yanına, tarihin çöplüğüne atılacağından kimsenin şüphesi yok.... .Onun ilke ve devrimleri, küresel güçlere karşı direnen, Küresel güçlere (Yedi düvele) karşı ilk ulusal kurtuluş hareketini gerçekleştiren, Müslümanların namusunu, ezilen halkların onurunu kurtaran büyük önder tüm uluslara da örnek olmaya devam edecek...      Osmanlı Devleti’nin emperyalistler tarafından paylaşılması amacıyla kurulan “kurtlar sofrasında, bu ülkenin “yerli güçleri” yok sayılmıştı. Atatürkçü düşüncenin taşıdığı ilk anlam, Türk’ün ve Türkiye’nin yok sayıldığı o büyük kavgada, “hayır, biz de varız” tavrını cesaret ve liyakatle seslendirmek olmuştur. Bağımsızlık ve hürriyet düşüncesi, işte bu noktadan hareketle Atatürkçü felsefenin temel esası sayılmaktadır. Sadece 21. yüzyılın başlangıcında değil, gelecek yüzyıllar boyunca bağımsızlık ve hürriyet düşüncesinin “demode” sayılacağı bir zamanın geleceğini düşünmek tasavvur edilemez. Bağımsız bir devlet ve özgür bir millet olgusu, hiçbir siyasal yapının asla gözardı edemeyeceği bir özsaygı sembolüdür.     Türkiye Cumhuriyeti devleti, bağımsızlık ve hürriyet esasları üzerine inşa edildikten sonra Büyük Önderin, ortaya koyduğu esere “çağdaşlık” hedefini göstererek bu yönde yapılan atılımlara bizzat önderlik etmiştir. Çağdaşlık, yani o günlerdeki deyimle “muasır medeniyet seviyesi”, dün olduğu gibi bugün de, yarın da bizim için vazgeçilmez bir hedeftir. Bir ülkenin ve milletin bağımsız, özgür ve onurlu bir bütün olarak yaşayabilmesi için kendi çağı içinde yaşaması, çağın getirdiği meydan okumaya, anlamlı ve geçerli cevaplar üretebilmesi şarttır. Çağın gereklerinin ve “meydan okuması”nın altında ezilen toplumlar, hiçbir zaman kendilerini uluslararası ailenin onurlu, güçlü ve üretken bir üyesi olarak hissedemezler. Büyük önderin düşüncesi “çağdaşlık” prensibi hâlâ Türk milletine yol göstermeye devam etmekte.... .    Tarihsel kişiliklerin başına gelen en kötü şey; vefatlarından sonra, onlar adına davrandığını söyleyen ama taban tabana zıt hareketlerde bulunan grupların ortaya çıkması. Büyük bir trajedi bu!...Büyük insanların sağlıklarında izin vermedikleri ve onları temsil etmeyen düşünceler, yanlış bir biçimde onlara mal edilmesi. Ne yazık ki bu olay tarihin en büyük kişiliklerinden birisi olan Büyük Önderin de başına gelmiş. Büyük Önder. yanlış algılanmış. Ya da bilerek yanlış algılatılmış. Bu yanlış algılamanın bugünde sürdüğünü hepimiz tanığız. Yıllardır öğrenmeye çalıştık O'nu ve O'nun hayatını. Ama her defasında 1881 yılında başladı bize anlatılanlar. Hala da bu şekilde sürüp gitmekte. Ancak kimse ayrıntıları anlatmadı /anlatamadı ya da anlatmak istemedi halka. Bir insanı tanımak, onu anlamak ise, ayrıntılarda gizli. Büyük Önderi tanımak demek O'nun 1881 yılında doğduğunu,1938 yılında Dolmabahçe Sarayı'nda öldüğünü ve bu süreç içerisinde hayatında neler olup bittiğini bilmek değil. Mustafa Kemal'i anlamak için onun fikirlerini anlamak gerek. Kendimizle O'nun düşüncelerini özümsemek gerek. Atatürk'ün düşünce ve fikirlerini özümsediğimizde ve bunların hangi sebep ve durumdan ötürü oluştuğunu bildiğimizde O'nu anlama daha kolay olacak. Mustafa Kemal, kendisini anlamak isteyenlerden bunu istemiş. Elde avuçta yokken koskoca bir Cumhuriyet yaratan, daima ileriyi hedefleyen ve bunun için hayatının her aşamasında Türkülüğü ve Türk olmanın gururunu yaşayan, yaşatan ve bunu tüm insanlığa ifade eden bu insanı bir Türk olarak anlamak elbette çok kolay olacak.      Türkiye Cumhuriyeti'nin genetik kodları Atatürk Devrimlerinde , düşüncelerinde saklı. Türkiye Cumhuriyeti ; devrimlerin ve Atatürk düşüncelerinin somutlaşması. Bu bağlamda;Türkiye'nin  vizyonu "cumhuriyet"olmuş. Misyonu ise ;"demokrasi"olmuş. ilk yıllarda strateji "Halka karşın halk için" olmuş. Ancak, çok partili demokrasiye geçilirken bu strateji doğal olarak değişmiş: "Halk tarafından ve/ya halkla birlikte halk için" olmuş. Tüm bu değişim ve dönüşüm sürecinde, Cumhuriyet seçkinleri, Atatürk Devrimini yanlış algılamaları ve yorumlamaları ya da başka bir deyişle; bu son stratejiyi bir türlü algılayamamış ya da algılasalar bile içlerine sindirememişler olmaları değişik sorunların ortaya çıkmasına ve Türkiye'nin demokrasiye geçiş sürecini sancılı hale gelmesine neden olmuş. Buna rağmen ; Cumhuriyet ile birlikte Türkiye yukarıdan aşağıya, yani dikey biçimde Aydınlanma Çağına girmiş.      Atatürk devrimleri, toplumu dönüştürme etkinliklerinin bir bütünü; demokrasiye hazırlık evresi. 20. Yüzyılın ilk yarısında Türkiye'nin örnek aldığı Avrupa'da totaliter rejimler iktidarı ele geçirmiş; Buna karşın; Türkiye ise savaştan yeni çıkmış, Okuryazarı yok denecek oranda az, feodal yapıdan kurtulamamış, Sanayi Devrimi süreçlerini yaşamamış, bir toplum yapısına sahip olduğu halde, bu olumsuz koşullar altında"demokrasi " arayışını sürdürmüş. Bu çabalar üstelik; kültürel değerleri farklı bir halkı, yüzyılları yıllara sığdırarak çağı yakalamak ve demokrasiye hazırlanmak, akılcı/demokrat insanı yaratma çabasıyla birlikte sürdürülmüştür. Çünkü bu iki unsur birbirinin her zaman tamamlayıcısı , Olmazsa olmaz koşulu olmuştur. Bunu gerçekleştirebilmenin de o günkü konjektürde iki yolu vardı: Ya "Devrimci/katı" ya da " evrimci/esnek". Atatürk ve arkadaşları, zamanı kısaltmak için, haklı olarak birinci yolu seçmişler. Ancak bu noktada, değerlendirme yapılırken, özen gösterilmesi gereken noktaları unutmamak gerek. Atatürk otoriter, ama totaliter değil. Yaşadığı dönemin modasına karşın, Meclisi kapatma çağrılarını, padişahlığı, ömür boyu cumhurbaşkanlığı önerilerini reddetmiş, faşizm önerisine "zorbalık" diye karşı çıkmış, tarihe diktatör diye geçmeyi istememiş. Buna karşın Devrim karşıtlarının bazıları , donanım yetmezliğinin yüzeyselliğinde ve sığlığında yaşayan "gizli antikemalistler"den oluşmuştur. Bu Prototipler hep aldatıcı olmuştur. Çünkü ,bu prototipler hep ona karşı olmuşlardır. Gizli antikemalistlerden bazıları Atatürk'ün konjonktürel bir sözünü alarak kendi ideolojileri yararına kötüye kullanma eğliminde olurken, bazıları da onu farklılaşmaya geçit vermeyen, totaliter, dar kalıpları içinde değerlendirmişlerdir. Diğerleri ise, Atatürkçülüğü, katı bir ideolojiye dönüştürerek, süre ve içerik açılarından onu güdükleştirip dondurmuşlar. Atatürk, her zaman 1930'lerde Statik Kalmış değil, bilimin ışığında geleceğe gelecekler üreten dinamik bir anlayış olmuş. Bütün bunlar, kendilerinden menkul ideolojik biatın Atatürkçülüğe çıkardığı talihsiz faturalar. Burada acı olan; Gizli antikemalistlerin ortak yanılgısı, Atatürkçülükten Atatürk severliğe ulaşacak yerde tersini yapmış ve Atatürk'ü âdeta severken boğmuşlardır. Kuşkusuz Atatürkçülük bunlardan hiçbirisi değil. Elbette Atatürk ve Atatürkçülük, yaptıkları ve değişmez amacı gözetilerek tanımlanmalı. Atatürk'ün devrimci anlayışı, ideoloji ve ideokrasi değil. Bilimin yaşama uygulanması. Atatürkçülüğün temel yapısı, bilimselliği temel alması. Bunu Atatürk; şu inançı dile getirmekte; birlikte okuyalım: “Ben, manevi miras olarak hiçbir nass-ı kati, hiçbir dogma, hiçbir donmuş ve kalıplaşmış kural bırakmıyorum. Benim manevi mirasım, bilim ve akıldır. Benden sonrakiler, bizim aşmak zorunda olduğumuz çetin ve köklü zorluklar önünde, belki gayelere tamamen eremediğimizi, fakat asla taviz vermediğimizi, akıl ve bilimi rehber edindiğimizi tasdik edeceklerdir. Zaman süratle dönüyor, milletlerin, cemiyetlerin, bireylerin saadet ve bedbahtlık anlayışları bile değişiyor. Böyle bir dünyada asla değişmeyecek hükümler getirdiğini iddia etmek, aklın ve bilimin gelişimini inkâr etmek olur. Benim, Türk milleti için yapmaya çalıştıklarım ortadadır. Benden sonra, beni benimsemek isteyenler, bu temel mihver üzerinde akıl ve bilimin rehberliğini kabul ederlerse, manevi mirasçılarım olurlar.”        "Yaşamda en gerçek yol gösterici bilimdir", "Türk ulusunun elinde ve kafasında tuttuğu meş'ale pozitif bilim", Atatürk, geçmişin ortak kültür belleğini ulusal potada eritilmesi. Yalnızca özümsenmiş çağcıllık onların üzerinde bir yaşam biçimi kurma özgürlüğünü savunmakta.       Bugün Atatürk'ü ve Devrimini, Türkiye'nin sürdürülebilir Varoluşu (bekası) çerçevesinde, iyi yorumlamak ,analiz etmek ve uygulamaya koymak gerekir. Bunun için de Atatürk Devrimleri karşısında ki duruşları yakından bilmek gerek. "Atatürk" kavramı, artık bir ölümlünün adı olmaktan çıkmış, bayrak gibi, yurt gibi toplumsal/ulusal bir "değer" olmuştur. Ceza hukuku bu değeri koruduğu doğru. Ancak; burada korunan Atatürk'ün resmi, büstü, anıtı değil; insana ilişkin bir değer olan toplumsal ortak duygu: "Atatürk'e bağlılık, sevgi, saygı ve minnet". Toplum barışı için bu ulusal değerde birleşmek gerek. Çünkü,Türkiye cumhuriyeti'nin genetik kodları bu değerde gizli..   Bizim bu cumhuriyete borcumuz var!" Bu borcu ödemek günü de bu gündür! Laik, sosyal hukuk devleti olan Türkiye Cumhuriyetinin ÜNİTER yapısının devamı için her Türk vadesi gelen borcunu ödemek zorundadır! Çünkü şunun çok iyi farkına varmak zorundayız ki; bu coğrafyada üniter Türkiye Cumhuriyeti emperyalistlerin en büyük korkusudur! Milleti ve tüm kurumları ile ayakta olan bir Türkiye Cumhuriyeti sadece kendi vatandaşları için değil Türk Dünyası Birliği ve  Türk Dünyası Vatandaşlığı içinde bu böyle... Doğum anında devrimci tavrı, kaybedişimizin ardından geçen 80 yılın büyük bölümünde devlet tavrı, sonra yine devrimci tavrı olmaya evrilen Atatürkçülük, o eksenin belli bir zaman anında toplumun neresinde durduğuna göre ölçülebilir bir Türkiye hikayesini de, net olarak anlatıyor. Adını andığımız her an içimizi hüzün kaplar oldu. Eskiden 10 Kasımlarda yaşardık bu duyguyu. Şimdi neredeyse her gün aynı hüznü yaşıyoruz. “Atatürk , hukukî anlamda, artık mevcut değil. Dolayısıyla, ona yasa yoluyla da bir imtiyaz sağlanması söz konusu olması mümkün değil.  25 Temmuz 1951 tarihinde kabul edilen ve 31 Temmuz 1951 tarihinde de Resmi Gazete'de yayımlanarak yürürlüğe giren 5816 numaralı Atatürk'ü Koruma Kanunu, ceza hukuk normlarıyla korunması öngörülen hukukî varlık bir şahıs olarak Atatürk değil. Burada korunmak istenen Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusuna karşı Türk milletinde genel olarak yaygın bulunan hayranlık ve saygı duygusu. İşte, ceza tehdidi altına konulmak istenen davranışlar, halkın içinde yaşamayı sürdüren bu saygı duygusunu, yani merhumun anısını zedelemeye müsait davranışlar.”   O, bize elden gitmiş olan vatanımızı geri vermekle kalmadı, kulluktan çıkardı bizi, haklarımızı öğretti. Şimdilerde daha iyi anlasak da biz bunların değerini uzun zaman bilemedik, hakkını veremedik. Adını anınca hüzünlenmemiz ondandır belki biraz da.Türkiye'nin  bağımsızlık ve varoluş mücadelesini  mümkün kılan Büyük öndere, minnetle.... Büyük önderin  ilk kez 10. Yıl Nutkunda söylediği söz  ve minnet duygularımı dillendirdiğim  sözlerle son verelim yazımıza; "Ne mutlu Türküm diyene!..." Onun hedeflerini aklında ve gönlünde tutarak çabalayan, onun yolunda yürüyen, kıymet bilir ve sadakatli insanlar yetiştiren herkese selam olsun. Duvarımda ve masamda her zaman resmini eksik etmediğim Büyük Önder ; ben de koltuğumda büyük adam gibi oturan torunlarım da sana minnettar. İnşallah onların çocukları da seni saygıyla ,sevgiyle ve minnetle anacaklar. Ululaştırarak ve masal kahramanı haline getirerek değil, kalpten severek ve teşekkür ederek, Atatürk diyecekler... Son Söz:"Tarihte Atatürk’e düşman olup da Türk’e dost olan çıkmamıştır! Atatürk, Türk Milletinin mavi gözlü bozkurtudur."Umutsuzluk bilmeyiz. Susmayız. Sinmeyiz. Zaman kötüyse, zamana uymayız. Uyumayız, zaman iyi olana dek. Öğretmenimiz bellidir. Vatan , Şehitlerimizin bize emanetidir. Vatan,Oğuzhandır, Vatan Atilla'dır, Vatan  Sultan Alparslan'dır. Vatan, Sultan Mehmet Han'dır. Vatan, Mustafa Kemal Atatürk'tür...Saygıyla. Aklı, bilimi ve ahlaki değerleri rehber edinerek yaşatan Bizi biz yapan, o muhteşem değerlerimizin önünde saygıyla eğiliyor, ve diyorum ki; Allah bize yar olsun, Türk’ün özü var olsun.. Sağlıcakla kalın... Yüreği "Berkehan ve Bilgehan Deniz" kadar temiz tüm insanların,  günleri hep aydınlık olsun! Yüreklerindeki sevgi daim olsun! 10.11.2012 14:09:18 http://blog.radikal.com.tr/politika/turkiye-cumhuriyetinin--var-olusunu-bekasini-saglayan-genetik-kodataturkculuk-4938 Prof. Dr. İlber Ortaylı, Büyük Önder Mustafa Kemal Atatürk'ü anlatıyor Yayın linki: https://youtu.be/nvAk6qUc7to İlgilenenler için...... Büyük Nutkun Tamamı: https://sarizeybekokullari.com.tr/Mustafa_Kemal_Ataturk-Nutuk.pdf Büyük Nutkun 10 adet video ile anlatımı ..  http://feritgezgil.com/SesliNutuk/1.mp4 http://feritgezgil.com/SesliNutuk/2.mp4 http://feritgezgil.com/SesliNutuk/3.mp4 http://feritgezgil.com/SesliNutuk/4.mp4 http://feritgezgil.com/SesliNutuk/5.mp4 http://feritgezgil.com/SesliNutuk/6.mp4 http://feritgezgil.com/SesliNutuk/7.mp4 http://feritgezgil.com/SesliNutuk/8.mp4 http://feritgezgil.com/SesliNutuk/9.mp4 http://feritgezgil.com/SesliNutuk/10.mp4 ------------------------------------- Bugün sonsuza uzayacak 10 Kasım’ların 2023’ündeyiz. Ölüme inanan, ama yaşarken ölebileceğine inanmayanların soyundan geliyoruz. Her birimiz ölümsüzlük peşinde koşan Gılgamış’larız. Ne var ki; bu Dünya’dan göçenlerin ardından, kimin ölümsüzler arasına katılacağına, yaşayanlar ülkesinin tanrıları karar veriyor. Bu karardan ölenin sanırım, hiç haberi olmuyor. Bizim için yaşamını hiçe saymış, Dünya’ya değerler katmış olanlara ölümsüzlük madalyasını biz takıyoruz. Hak edenler sonsuza kadar iyiliklerle anılıyor. 1881 yılı da kendisinden önceki ve sonrakiler gibi doğumlara, yaşamlara ve ölümlere tanıklık etmiş. Salih  posof'ta ve Mustafa Selanik’te 1881’de doğmuşlar. Salih  son nefesini verdiği a’na kadar, hep Salih tolarak yaşamış. Mustafa; önce Mustafa Kemal ve sonrasında Mustafa Kemal Atatürk olarak 1938 de İstanbul’da, Salih  1964 de Posof’da bir başka yıldıza yerleşmek için veda etmişler. Büyükbabam Salih Bey'in doğumu, yaşamı ve ölümü; birkaç Elmacı dışında kimsenin umurunda değil. Torunlarının çocukları bile Salih Bey'in ismini zor hatırlar. Bilmelerinin ve hatırlamalarının kiymet-i harbiyesi günümüzde yoktur. Mustafa Kemal Atatürk’ü yüreklerinde saklayan milyonlar için durum farklı. Saklamayanlar için ne denebilir! Bilmiyorum. Size bu ölüm yıl dönümünde Atatürk Tiradı yapacak değilim. Her ülkede onun için her şey söylendi, çok şey yazıldı, çizildi. Yarınlarda da durum değişmeyecek. Bilinenlerin tekrarı, kaderci toplumların inanç dinamiği... Kaderle . tesadüfün tutkulu ilişkisi… Kaderci inanırım ama kederci de değilim. Keşkelerden uzak yaşarım. Ancak bir konuda keşkemde baş başa kalırım. Salih Bey ve Mustafa Kemal Atatürk… “Keşke; Atatürk’ümüz 1964 yılına kadar yaşamış olabilseydi… ” diyerek ülkemiz için hayıflanırım. “Büyükbabam 1938 de ölseydi; hiç kimse bir şey kaybetmezdi.” diye düşünürüm. Olmayacak dualara amin demenin anlamsızlığını biliyorum. Artık sadete gelme vakti. Bir kaç saat sonra saatler 09:05 ‘i gösterecek. Tiii Boruları, sirenler çalacak. Atatürk’ümüzü ölüm saatinde; bir kere daha anacağız. Sirenler çalarken düşünün.. Atatürk’ümüzü kaybettik diye ağlayıp, ağıtlar mi yakalım! Yoksa; ona sahip olduk diye övünelim ve sevinelim mi? BENİM DOĞUM GÜNÜM 19 MAYIS’TIR.. diyen Atatürk’ümüz, bizimle sonsuza kadar yaşa. İyi ki doğdun.. İyi ki bizim oldun.... ------------------- Önemli Bir kaç Not: Not::1 Gagavuz Türk‘ü, Hıristiyan’dır. Yunanistan’daki Karaman Türk’ü de, Hıristiyan’dır... Karaim ya da Hazar Türk’ü, Yahudi‘dir… Altaylar, Tengrici’dir... Saha-Yakut Türkleri Şaman‘dır... Uygur Türk‘ünün kimi Budist’tir... Azerbaycan Türk’ü ya da İran’ın Azeri Türk’ü Şii‘dir... Anadolu Türkmen‘i Alevi’dir... Dünyada ilk “Türk Derneği”, Macaristan-Budapeşte’de 1908 yılında açıldı. Üniversitelerde ilk Türkoloji kürsüsü 1870 yılında Budapeşte’de kuruldu... Macar Türklerini bilir misin?... Turan fikrinin nereden doğduğunu sanıyorsun?... Bugün... Gabor Vona‘yı da bileceksin!... Hâlâ Necip Fazıl mı okuyorsun?... Oysa Attila Jozsef‘i okumalısın!... Hadi Yusuf Akçura’yı, Sultan Galiyev’i bildiğini düşüneyim; Turar Rıskulov‘u ya da Ethem Nejat‘ı bilir misin?... Sahiden “sağ” nedir, “sol” nedir hiç kafa yordunuz mu?... Tarihindeki Türk milliyetçi hareketler sömürgeciliğe karşı çıkarken, senin neoliberalizme/ vahşi kapatilizme karşı neden hiç sesin çıkmıyor?... Evet sen kardeşim!... Bak sana bir Türk efsanesini hatırlatayım... Cengiz Aytmatov’u bilirsin. Kırgız Türk’ü... Türk birliğinin yılmaz savunucusu. Dünya edebiyatına armağan ettiğimiz Lenin ödüllü usta bir kalem... 1980 yılında yazdığı bir romanı var: “Gün Olur Asra Bedel”. Okudun mu?... Kişinin, öz köküne yabancılaşmasını anlatır. Bunu Türk “Mankurt Efsanesi”ne dayandırır. Efsaneyi birlikte okuyalım: Juan-Juan adlı barbar bir toplum, tutsak ettiği kişileri işe yarar köleler haline getirmek için belleklerini silerek “mankurt” haline getirirmiş !... Bir insanı “mankurt” yapmak istediklerinde bak ne yaparlar: - Tutsak kişinin saçları iyice kazınır, - Kafasına devenin boyun derisi gerdirilerek geçirilir, - Tutsak başını yerlere vurmasın diye bir kütüğe bağlanır, - Yürek parçalayan çığlıkları duyulmasın diye elleri ayakları bağlı olarak ıssız bir yerde sıcak güneş altında dört beş gün aç susuz bırakılır, - Sıcağın etkisiyle deve derisi büzülür ve bir mengene gibi kafayı sıkıştırır, - Deve derisinin artık kafa derisiyle bütünleşmeye başlamasıyla kazınan saçlar yeniden uzamaya başlar, - Fakat, deri kafaya o kadar yapışır ki, zaten sert olan deve derisi sıcağın etkisiyle iyice sertleşir ve uzayan saçlar deriyi delip uzamasına devam edemez, - Bu nedenle saçlar kafanın dışı yönünde değil, içine doğru uzamaya başlar, - Sıcaktan büzüşen deve derisinin kafatasına yaptığı baskı ve kafanın içinde ters yönde uzayan saçların kafatasını delip, beyne doğru ilerlemesiyle tutsak kişi büyük acılar çeker, - Beşinci günün sonunda tutsakların çoğu ölür, - Sağ kalan tutsak ise zamanla kendine gelir; yiyip içerek gücünü toparlar. - Ama o artık bir insan değildir; ölünceye kadar geçmişini hatırlamayan “mankurt” olmuştur. Artık hafızası yoktur... Kim olduğunu, hangi soydan geldiğini, anasını, babasını ve çocukluğunu bilmez hale gelir. Artık düşünemez... İnsan olduğunun farkında değildir. Ağzı vardır, dili yoktur. Kaçmayı dahi düşünmeyen, hiçbir tehlike arz etmeyen bir köledir sadece. Bilinci, benliği olmadığı için, sadece efendisine boyun eğen bir köle... Evet... Mankurt, için önemli olan tek şey efendisinin emirlerini yerine getirmektir... Akıl yoksunluğunu ifade eden “mankurtlaşma” artık bir kavram olarak kullanılmaktadır... Anadolu’da “mankafa” derler !... Kimbilir... Belki de Cengiz Aytmatov “Bozkurtları” uyarmak istemektedir... Anlayana... Bilmeyenler için : Türk tarihinde ‘Bozkurt’ bir semboldür, idoldür. Öyle sadece bir partinin, grubun sembolü değildir. Biz çöl takımından değiliz, steplerden gelen bir milletiz. O yüzden kurt bizim için mühim ve manalı bir semboldür. Ecnebiler de Atatürk’e ‘Mavi gözlü Bozkurt’ diye hitap ederlerdi . Bu minvalde bir kelam daha ekleyeyim : "Tarihte Atatürk'e düşman olup da Türk'e dost olan çıkmamıştır! Atatürk, Türk Milletinin mavi gözlü bozkurtudur."

“Neo-liberal Ekonomik Dönüşümün Üst Yapıda ki Yansıması ve Yükselen Değer: Şark Kurnazlığı “

"Neo-Liberal Yükselen Değerler ve Genetik kodları: Pragmatist / Makyavelist / Oportünist Düşünce Sistemi Türkçesi "Şark Kurnazlığı"   İlk söz:: "İnsanın olduğu yerde hiçbir şeye şaşma! Şark kurnazlığı ,ne anlama geldiği sahibine göre değişen; ama hiçbir koşulda olumlu içeriği bulunmayan bu tanımlamayla ne amaçlanabilir?...  "Yersen yoğurt içersen ayran,  herkes kör, âlem sersem .....  Bir anlam da pragmatist / makyavelist / oportünist eski deyimle "İdare-i Maslahatçı"  düşünce sistemi ya da Türkçesi  "Şark Kurnazlığı" kasaba kültüründen(*) beslenen,  kendisi hiçbir iş yapmayan, iş yapanda da mutlaka kusurlar bulan anlayışın egemen olduğu kültür. Kitaplar bu profilleri  hayatın özgerçeği yerine kendi gerçeğini öne çıkaran ilke ve kuraldan çok, anlık gelişmelere,  konjonktürel etkilere göre kendini ayarlayanlar olduğunu söylüyor..  Şark kurnazlığı“ İkiyüzlü olmak”tır. Riyakârlıktır. Sahtekârlıktır. Eyyamcılıktır. ; yalancılıktır, sahtekârlıkır, ahlaksızlıktır, menfaatçiliktir, bencilliktir.... Olması gereken şekil ve nitelikte değil de, günün şartlarına ve kişinin çıkarlarına göre hareket etmektir. “Nabza göre şerbet vermek”tir. “Fazla kurcalama, işi oluruna bırak” türünden bir durumdur. “Köprüden geçene kadar ayıya dayı demektir.” Aynı zamanda.  “Umursama, durumu geçiştir, bugünü kurtar, yarını ırgalama” şeklinde davranmaktır. Kişisel çıkarlarını korumak için, kurulu düzene karşı çıkmadan, her türlü yalakalığı yapan insanları tanımlayan bir sözdür.  “Salla başını, al maaşını” türünden davranan kişilerdir. Yetkin ve gücün varsa “her sözün başım-gözüm üstüne” diyen kişidir. İdare-i maslahatı kul hakkı yiyerek yapan zalimler, sadece benim yerim sallanmasın, mevcut pozisyonum bozulmasın, gerisi ne olursa olsun diyen kişilerdir. Buram buram menfaatçilik kokan bu tipler “kimin arabasına binerse onun düdüğünü çalarlar.” Deyim yerindeyse, “rüzgâra göre işerler.” Etliye sütlüye karışmayan bu tiplerden dönün bakın etrafınıza o kadar çok ki. Ve buna çanak tutan “adam işini biliyor” diyerek gemisini yürütenler.... “Gelen ağam, giden paşam” diyen bu idareci tipler ise, Genellikle eğitimli ve kültürlü değil ya da  aldığı eğitim, yetersiz / kalitesiz. Ya da ahlâken eğitilmeden yalnızca zihinsel eğitilmiş profiller..   Sözüm ona "kıvrak zekâ"  Adı üzerinde, kurnaz. "Şark kurnazı" kavramı, biri Arapça öteki Farsça iki kelimeden oluşmakta... zaten: Şark (doğu) ve kurnaz (kolay kanmayan, başkalarını kandırmasını ve ufak tefek oyunlarla amacına erişmesini beceren, açıkgöz, hin). Bazen "hayat üniversitesini bitirmekle" övünmekte komplekslerinden saldırganlık üretmekte... Onlar için önemli olan şey, teori değil pratik. En büyük özellikleri "pratik zekâlı" olmaları.  Yaşamın her alnında olduğu gibi üniversite camiasında.  görülme olasılığı azınsanmayacak kadar çok..  kendilerine hayran. Kelimenin bütün anlamlarıyla dolup taşan bir hayranlık. Kargacık burgacık görüntülerinde ve fiziksel özellikleri arasında mutlaka "eşsiz", "övünülecek", hatta bazen "mağdurluk edebiyatı" ile titir merdivenlerinden çıkmada da maharetleri yüksek.  İnsanları kendi menfaati doğrultusunda kullanmak için "onlardan biri" olmayı, onlar gibi konuşup davranmayı, onların zaaflarını öğrenip yararlanmada da maharetleri yüksek.. Toplumsal / ulusal bir "değer"  onun yardım aldığı en önemli araç..  Yüce yaradanın karşısındaki "kulluk" miracını, Kendince yargılamada hiç bir beis görmeyen.. Toplumun başına gelebilecek en kötü şey olduğunu umursamayan Toplumsal/ulusal bir "değer"  üzerinden, Kendine tartışılmaz ve otorite alanı açmadan edemeyen, Toplumun  temel ahlaki kuralllarını ihlal edip her tür kötülük yapacak cevheri içinde taşıyan , dinî algı ve kalıpları ustaca kullanan Yüce yaradan'la arasında kendince bir tür "çıkar ilişkisi" kuran.. Dinin şartlarını yerine getirerirken,  dinin ahlaki içeriğini özümsemeyen, aklınca öteki  dünyaya yatırım yapan... O kadar ki dinin ahlaki içeriği  günlük yaşamında etkili olmayan... Yürüyüşleri, hareketleri, bakışları, jestleri, mimikleri, sesleri ve konuşma tarzları da pek bir farklı Ama en çok da "akılları"... Hani gerçekten bütün akıllar pazara çıkarılsa, tereddütsüz kendi aklını seçecek insanlar ... Ama onlar için varsa yok sa "kıvrak zekâ" sahibi olmaları  Adı üzerinde, kurnazlar.... Ülkemizde şark kurnazlığının siyaset alanındaki yansımasını en iyi anlatan kitap "Zübük" olmuş. Okumadıysanız filmini öneririm.. Bu eser, on yıllar, belki de yüzyıllar boyunca yaşadıklarımızın özeti gibi  La fontaine' den bu  düşünce sistemin ilişkin Kıssadan hisse...  Birlikte okuyalım: "Yarasa dediğimiz kuşun ne idüğü  Pek belli değildir bilirsiniz:  Kimine göre faregillerdendir,  Kimine göre kuşgillerdendir... .  Bir yarasa dalmış bir gün, tepesi üstü  Bir gelinciğin yuvasına.  Farelere diş bileyen gelincik  Yürümüş üstüne hemen haklamak için: - Sen ha, demiş; ne suratla gelirsin evime?  Az mı kötülük etti  Senin soyun sopun benim milletime?  Fare değil misin sen?  Ben de gelincik değilim, sen fare değilsen. - Aman, rica ederim, demiş yarasacık; Farelerle ne ilişkim var benim?  Ben fare ha? Kim çıkarmış bu dedikoduyu?  Benim yok o taraklarda bezim:  Kuşum ben; gözün kanatlarımı görmüyor mu?  Yaşasın göklerde uçan soyum!  Bu sözlere aklı ermiş gelinciğin: - Haydi, uç git, demiş yarasaya. İki gün sonra bizim şaşkın  Bir başka gelinciğin yuvasına düşmüş, Ama bu gelincik de kuşlara düşmanmış. Uzun burunlu Bayan Yarasayı Kıtır kıtır yiyecekken kuş diye, - Aman etme, demiş yarasa; Kanatlarıma bakıp beni kuş sanma:  Fareyim ben, yaşasın . faregiller! Ve kuşların canını alsın Jüpiter!  Yarasa bu kurnazlığıyla Kurtarmış canını bir kez daha.  Çoklarını gördük böyle,  Tehlike karşısında bayrak değiştiren.  Adamına göre,  Yaşasın kral der kimi zaman,  Kimi zaman da: Yaşasın krala kumpas kuran!" Şark kurnazlığına ilişkin  başka bir hikaye...  Dede Korkut Kitabı'ndaki "Deli Dumrul Hikayesi"gibi bir hikaye Birlikte okuyalım:  "Eski el işleri kilimlerle ilgilenen uyanık bir Amerikalı Yahudi profesörün yolu ülkemize düşer, burada bir rehber bularak anadoluyu gezmeye çıkarlar. Yolculuk sırasında Profesör, Türk rehbere  İran, Afganistan gibi ülkelerden çok değerli eski kilim parçalarını gariban cahil köylülerin elinden birkaç dolara satın aldığını aslında değerinin 15-20 bin dolar olduğunu övünerek anlatır. Anadolunun kazı yapılan bir yerinde mola verirler çevreyi seyrederler, orda alanın bekçisi bir köylüyle muhabbet ederlerken prof'un gözü köylünün eşeğinin sırtındaki kilim parçasına takılır, rehber ile köylü konuşurlarken o da gider klimi inceler ve hemen heyecanla rehberin yanına gelerek kilimin muhteşem bir parça olduğunu, daha önce böylesini hiçbir yerde görmediğini en az 30 bin dolar edeceğini söyler tabi İngilizce konuştuklarından köylü bir şey anlamaz tabi. Prof bu parçayı mutlaka alması gerektiğini ancak köylüyü huylandırmadan almaları gerektiğini söyler.Yolunuda bulur, heybeye değil eşeğe talip olacaklardır. Rehber eşeğe talip olduklarını söyleyince, köylü ; güldürmeyin adamı sizin gibi bey takımı eşeği nidecek, der. Rehber ısrarla istediğini söyler, köylü sor bakayım der Amerikada eşek yokmuymuş!...  varmış ama böylesi yokmuş yanıtınıı alır. Köylü; beyim bu eşek uyuz,art bacağı topal ve yarın öbürgün ölür. rehber; sana ne yahu istiyor işte herif sen fiyat söyle.... Köylü; madem çok istiyor,şimdi uyuz bir eşek için bu gavuru mu kıracağız, ben her bir kusurunu saydım günah benden gitti, 20 bin lira istiyorum rehber; nee delirdin mi sen be adam, bu fiyata en halis arap koşu atı alınır. köylü; o zaman eşeği nidecek gitsin arap atı alsın der. Rehber; doğru söyle sen bu eşeği kaça aldın? Köylü; bende yalan yok, ben bu eşeği derisinden çarıklık çıkarmak için 50 liraya aldım.nasılsa yarın öbürgün ölür. Rehber; insaf 50 liraya aldığın eşeğe 20 bin lira istenir mi.?!.. Köylü; ben satıcı olmadım ki siz alıcı oldunuz. 20 bin lira aşağısı kurtarmaz. Rehber Amerikalı prof ile konuşur, prof der ki; gördün mü,bunlar hep böyle, heybeye talip olsaydık bunda bi keramet var deyip 50 bin lira fiyat çekerdi. Pazarlıkla 10 bin liraya anlaşırlar, prof yinede mutludur. Paraları sayar köylünün eline, köylü heybeyi alarak eşeğin yularını verir, hadi hayrını görün der. Bunlar zınk diye kalır, bozuntuya vermeden; ya şu eski heybeyide verde hayvan üşümesin. Köylü; ben size eşeği sattım heybeyi değil der, mosmor olmuşlardır çaresizce eşeği alıp ilerlerlerken köylü arkalarından seslenir; hey şeyi unuttunuz der, köylü cayıp heybeyi getiriyor sanıp sevinirler, getire getire eşeğin kazığını getirir. acemi olduğunuz belli kazık olmadan olmaz der, bunlar tekrar heybeyi isterler 3-5 kuruşta ona vereceklerini söylerler, köylü; amma yaptınız şimdi. ben bu eski heybe sayesinde eşeği satıyorum, yarın öbürgün sizin gibi başka bir meraklısı gelir bu heybe sayesinde eşeği satarım. ve ekler; bu arada hiç zahmet edip eşeği uzağa bırakmayın der ve çeker gider. Prof, başka yerde hiç böyle bir şey yoktu der ve kazığı sıkıca kavrar. şok geçiriyordur, kazığı ucuza aldık bunu en özel yerimde saklayacağım der..."  Almanca'da "türken" diye bir fiil var. "Türklemek" diye çevrilebilir. Bu sözcüğü "sahte veya uydurma iş yapma" anlamında kullanıyorlarmış..... Ülkede makyajcılık, negatif seleksiyon, kötünün iyiyi toplum yaşamından dışlaması, düzgün insan bulmayı da güçleştiriyor. Kalabalık içinde düzgün insan bulma güçlüğü bir çelişki, bir paradoks gibi.. Hangi açıdan bakılırsa bakılsın bu prototipler yüzünden Türkiye'yi yakın gelecekte zor günler bekliyor.... Zor, külfetli, ama enkaz daha da ağırlaşmadan, temizliğe başlamanın yolunu da toplum bulmak zorunda....... Bazen acaba diyorum bu topraklarda doğmuş olmanın "sosyo- genetik kod"  özelliğimi, Şark kurnazlığı?. Yoksa bütün sistem şark kurnazlığı mantığı ile mi dizayn edildi? Her yerde her zaman Şark Kurnazlığı..... Şark kurnazlığnı  tüm yaşam alanlarında görmek mümkün. Hatta kurum ve kuruluşların en tepe noktalarında dahi.... Bu bağlamda"Şark kurnazlığı" yapan Yönetici Prototiplerin özelliklerinden bazıları: i-Kendi gerçeklerini hayatın özgerçeğinin önüne koyma. ii-Karşılıklı bağımlılık ilişkilerini kendilerini merkez alarak ayarlama. iii-Üzerine aldıkları görevi toplumsal bağlamlarına özen göstermeden, derinlik bilgisi olmayan kitlelerin aldatılmasına dayalı olarak yerine getirme.. iv-Adımlarını her zaman sosyo- ekonomik çevrenin boşluklarını gözleyerek atma. v-Başkalarını aldatmaktan gizli bir haz duyma. vi-Yaptıklarının ahlaki/etik olmadığını bilme. kendi iç dünyalarına döndüklerinde suçluluk duygusu nedeniyle kendilerini kandırma yoluna gitme.. vii- Başkalarını aldatmayı yaşam biçimi haline getirme.. viii-Yazılı iletişimden kaçınma.. ix-Çalışma yılının başında koyulan hedeflerle ulaşılan hedefleri açıklamaktan kaçınma..  x-İş yaşamını "tornistansız gemi" gibi algılama. xi- sistemli hesap vermekten sakınma.. xii- Kurumsal yönetim ilkelerinden- Adillik, Şeffaflık, Hesap verebilirlik ve Sorumluluk-yoksun olma.. xiii-.Yönetsel paradigmada bilinçli bir şekilde kadim paradoksu yaratma...  Meritokrasi  yerine   "patrimonial" yönetim anlayışını hakim kılma.. sonuç nepotizm... Son söz: Eğrinin gölgeside eğri.- İnsan olmak başka bir şey........ yaptıklarıyla Konuştuklarıyla ,  Özü sözü ..  ahlâkı ..  Kalbi ...  duruşu bir olmak.. Kimliğini kaybetmeden  dengeyi kurabilmek..,  Yalan , dolan ,takkiye, riya , münafık dolu dünyada !.. dürüstlüğünle doğruluğunla  dimdik onurunla ayakta durmak, kul hakkı yemeden helalinden yaşamak!... "Esas olan, Sadece yaşamak da değil, İnsana yakışır şekilde ve Onurlu yaşamaktır. Teslim olmadan, Boyun eğmeden, Sürünmeden, El etek öpmeden yaşamaktır..."  "şark kurnazlığı" insan olmanın dışında bir şey.... Bir bilim adamı  buna  "Paçozlaşma" diyor...   "Paçoz, kendi çıkarları için her yolu mübah sayan, küstah, beş para etmez, sokak kurnazı, zevzek, müptezel, basmakalıp, palavracı, rüküş, hoyrat, içtensiz, pespaye, nekes, terbiyesiz, aşağılık, ahlaksız, kalleş. ". Topluma musallat olan, iblis ayarlı,...   Efruz Bey ,  Zübük'  tiplemeleri  kısmen buna yakın.... insanların  davranışlarına  yön veren değerler..... Değerler, yaşamak için kurallar ve kararlar için bir pusula.... Bir yol haritası...., Bir zihin haritası... Değerler belirli bir sonucu elde etmek için izlenecek yol konusunda en derinde yatan inançların dışa vurumu... Değerler davranışlarla dünyaya yansımakta. "Özü-sözü bir olmak" , kişinin değerleri ve davranışları arasında bir çelişki olmadığını göstergesi.... Bir kurumun değerleri, kurum daki herkesin, liderler ve yöneticiler dahil, nasıl davranmalarının beklendiği konusunda açık bir deklarasyon..... Muhtevasızlaşmak, maddîleşmek, düşünceyi maddî temellere oturtmak, küçük hesaplara bağlamak....işte paçoz dediğimiz  tipoloji, gündelik sıradanlığın ötesinde bir düşünce hayatı olmayan, sarih bir kültürden mahrum, ilgileri sıradan ve maddî olan sığlık   Günümüz popüler kültüründe bu örnekler çok. Bu örnekleri; yaşamın tüm alanlarında görmek  mümkün. Son Söz: Erdem dini eğilimlere göre değil fiili davranışlara bakılarak değerlendirilir. Bir ülkede her türlü: Yolsuzluk, Hukuksuzluk, Adaletsizlik, Kayırmacılık, Milliyetçilik ( SAHTE Milliyetçilik) adı altında ve arkasında aklanıyorsa, O ülke sefilliğe batar... GERÇEK Vatanseverlik, ülkesi için Hukuk, Adalet ve Liyakat istemekle başlar.. Gün gelecek, pozisyon değil prensip, laf değil eylem, bireysel konum değil toplumsal fayda, tercih değil ödev, yetki değil sorumluluk asıl olacak. Kendilerini, makam / titir verilince, Zübde*i âlem sanan… Kendini o kurum için bir şans olarak gören… Hesaptaki parası kendini satın alan,... Erke selam edip, kula ram olan, Nafakası, Nifak olan… Bir ben varım deme, yoksan da olur... Sağlıcakla kalın! Günleriniz hep aydınlık olsun! Yüreklerindeki sevgi daim olsun! Yüreği "Berkehan ve Bilgehan Deniz " Kadar temiz olan tüm insanların! -------------------------- (*) Kasabalılık, kendisi hiçbir iş yapmayan, iş yapanda da mutlaka kusurlar bulan anlayışın egemen olduğu kültür. Birikimlerim ve ulaştığım bilinç bana sürekli “temas halinde olmanın birbirimizi anlamanın en etkin yolu” olduğunu söylüyor   http://blog.radikal.com.tr/yasam/toplumun-deger-yargilarindaki-mutasyon-29810 http://blog.radikal.com.tr/felsefe/besirilikten-insanliga-evrilmedeki-ayak-izi-32043 http://blog.radikal.com.tr/yasam/turk-toplumunun-zekiligi-uyanikligi-uzerine-bir-deneme-5285 --------------------------------- Radikal Blog‘ da ki Denemelerimden (7)“kurumsal Dalkavukluk ve Toplumsal Afazilik“ https://bit.ly/35LX0ib Dalkavukluk, yalakalık sadece siyasete mi özgü sanıyorsunuz. Akademik camiaya gelin, her gün çeşit çeşit örneklerini görürsünüz ...Hem de ne örnekler!..vallahî hafızalanız almaz...Sadece "Şeyh uçmaz, müridi uçurur"derler ya!...Bizim mürit bir üst 'level (* )'a geçmiş haberi yok..Adam yalakalığın/dalkavukluğun son aşamasında.Kendi uçmuş...Ama ne uçuş! Nirvana!.. "yalakalığın sonu ayakçılık" haberi yok!...Alın size tanık olduğum yalaka hikayesi , ama nirvanalık anlamında en çarpıcısı...... Kurucu Rektörümüz  ile birlikte; Dumlupınar Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Dekan Yardımcısı ve aynı zamanda Tavşanlı Meslek Yüksekokul Kurucu müdürü olarak Gediz’ de bir açılış törenine katılmıştım. Açılış töreninde teşrifatçılık görevini üstlenmiş (cazgır); Rektöre , Arapça, Farsça ,Türkçe karışık methiyeler düzüyordu…Ama ne methiyeler…Protokolde Yanımda oturan hem yönetici hem de Öğretim Üyesi bir arkadaş yüksek sesle sunuculuk yapan Zat-ı muhtereme “Oldu olacak bir de “Vahdet-i vücûdumuzun hikmeti de sensin" diye söyle de tam olsun” dedi. Tüm protokol de olanlar gülmekten kendilerini alamadı….Rektör kürsüye geldiğinde Zat-ı muhtereme "yalakalığın sonu ayakçılık" mealinde satır aralarında göndermeler yaptı. Zatı_ı muhterem o uçuş sonrasında, Rektörün kendisine yönelik O Kinayeli konuşmasından ders almış mıdır hep merak ederim... (* )Bu kelime özellikle İngilizce yazılmıştır. Hani sözüm ona!... Çok bilimsel olduğunu belirtmek için, Türkçe kelimelerin arasına, İngilizce kelimeleri serpiştirerek konuşan, "kerameti kendinden menkul" akademisyenler için...(16 ocak 2014) Son Söz:Gerçekten büyük olmayan “büyük adamlar” çevrelerini küçük adamlarla doldururlar.   

“En Büyük Eserim Türkiye Cumhuriyetidir “

  .   “Türk varlığının sürdürülebilirliği perspektifinde Türkiye’nin bitmeyen yedi düvel savaşı….”   5,0 30.11.2014 14:45:16 İlk Söz:"En Büyük Eserim Türkiye Cumhuriyetidir " Her geçen gün artan özlem saygı ve minnetle... Türkiye Cumhuriyeti'nin Bekâsı için nice "29 Ekim"lere!...... Cumhuriyet Bayramınız Kutlu olsun..      Bilirsiniz, ünlü Rus Fizyolog Pavlov, köpeklerine et verirken zil çalınca ve bunu çok kez tekrarlayınca, zil sesini işittiğinde et görmeden de hayvanın salyası akmaya başlar. Bu, “şartlı refleks”tir. Hayvanın “tabiatında olmayan” bir uyaran (zil sesi), onu “tabiatında olan” eti görmüş gibi heyecanlandırmaktadır. Eğer sürekli olarak zil çalar ama hiç et göstermezseniz, bir süre sonra şartlı refleks söner. Devamın sağlanması için arada bir et gösterilerek refleks pekiştirilmelidir. Eğer pekiştirilmezlerse, zamanla sönerler. Bir gün Pavlov’un enstitüsünü su basar. Köpeklerin bir kısmı boğulur, bir kısmı da günlerce korkuyla titreşir çünkü ölümden zor kurtulmuşlardır. Kurtarılabilenler tekrar enstitüye toplanır. Pavlov zil çalar, köpeklerde tık yoktur. Şu müthiş sonuca varır Pavlov: Ağır travmalar, şartlı refleksleri ortadan kaldırmakta….  Hayvan en doğal, en ilkel durumuna geri dönmekte. Pavlov’un köpeklerindeki gibi, ağır travmalarla bizim de şartlı reflekslerimiz (milli duygularımız ve tepkilerimiz) kırılıyor. Tıpkı Suda kaynayan Kurbağa Sendromu”gibi… Tıp kı Suyu kirlenmiş akvaryumdaki balık gibi… Postnişinde YÜCE PİR'in oturduğu Yeni Dünya Düzeni tarikatı iktidarını Tarikatı oluşturan Vasıl, Salik, Mürid ve Talipler,  dün olduğu gibi bugünde sinsi savaş  stratejilerini izliyoruz…     Yeni Dünya Düzeni tarikatı iktidarı tüm İnsanlık tarihinde yaptıkları katliamları,işkenceleri,talanları,kan ve gözyaşlarını,,hırsızlıklarını,,sömürülerini ve bunun üzerine inşaa ettikleri ve halen bununla beslenen “Sosyo Ekonomik ve Kültürel “yapı…  BBC ‘de yayınlanan “The British” gibi dizilerle sözüm ona bir özeleştiri yaparken bile   kapitalizmin “Eşik Altı Büyücülerin”; Zihinsel  Kültürel stratejilerinin bir parçası  olarak subliminal yayıncılık yapıyor… Dünyayı formatlama çabalarını,”Uygarlık”, “Demokrasi”götürme bahanesiyle Dünyayı yönetme….Bunu  yaparken de  kendilerini “bir kahraman” “Üstün Irk “olarak sunmakta da bir beis görmüyorlar……                       “YÜCE PİR”’ in, Vasıl, Salik, Mürid ve Taliplerin tehdit olarak gördüğü                                          Ulusların Ulusal bilinçlerinin, tarihlerinin , benliklerinin sorgulanması,                                                                      “aşındırılması” ve “yozlaştırılması” Kısacası, Milli duygunun yok edilmesi….  Bir ulusun ulusal bilincini, ulusal duygusunu ve reflekslerini yok etmek…. Bunun stratejisi, taktiği, yol haritası nedir? Bunun denenmiş, sınanmış bir yöntemi vardır: “o ulusun tarihsel varlığını sorgulamaya açarsınız”.  Yani o ulusun tarihini yeniden tartışırsınız. Farkındaysanız son otuz yıldır tam da böylesi bir dönem….. “Demokratlık”, “tartışma kültürü” adına neyi tartışıyoruz ve bizden neyi kabul etmemiz isteniyor?  Diyorlar ki, “siz soykırımcı bir Milletsiniz! Ermenilere soykırım uyguladınız …” Biz diyoruz ki, “hayır, uygulamadık !” O zaman deniyor ki: “tamam, madem uygulamadınız, bunu tartışalım, öyle sonuca varalım”. Size mantıklı geliyor…. Ama tartışma masasının eşit şartlarda kurulmadığını görüyorsunuz. Bakıyorsunuz, tümT v’ler, gazeteler, “aydınlar” sizin Ermenileri katlettiğinizi yaymaya başlıyor. Kanıtları var mı? Elbette yok. Ama yalan bir kez yayıldı mı ve yalanı söyleyenlerin sayısı da yeteri kadar çok oldu mu, gerçeğin sesi baskılanıyor. “hayır” diyorsunuz, “gerçekleriı bir de biz anlatalım”, ama anlatmanız ne mümkün… İşte o zaman anlıyorsunuz “tartışmaya açmak” denilen tuzağı. Bu sürecin sonunda, ulusal gururu ve hassasiyetleri yüksek insanlar bile “acaba” demeye başlıyor, “acaba gerçekten ermenileri biz mi katlettık?” “Ulusal benlikte ilk kırılma” yaşanıyor… Psikolojik harbin etkisi büyük bir hızla bu şekilde yayılıyor. Sıra Doğu ve Güneydoğuda yaşayan bu ülkenin etle kemik ayrılmaz parçasına geliyor.  Sizden tartışmanızı istiyorlar.  Hem de kanlı ve sinsi bir oyunla… Tartışma başlıyor…. Otuz yıldır…. Tartışma alanı her geçen gün büyüyor… neleri tartışmaya açmadık ki… Açılım diye diye!... Çözüm süreci diye diye!... ve şimdi neredeyiz?... Kısacası, Ulusal varlığımıza ait hayatın her alanda tartışma var…. Her gün TV’ ler de ,yazılı  ve görsel basında ,açık oturumlarda , konferanslarda ,sempozyum ve kongreler de…. Bu arada hiç Türkiye Cumhuriyeti’nin genetik kodlarını ortaya koyan Büyük Önder Mustafa Kemal Atatürk hiç ihmal edilir mi?.... çünkü önemlı olan, ulusal önderleri yok etmek. O halde, onun ne kadar zalim bir diktatör olduğunu tartışalım. Onun zaaflarını tartışalım. “tartışın!...” İşte psikolojik harp … İşte Asimetrik savaş … Şimdi yıllar öncesine gidelim. Mondros imzalanmış. Düşman askerlerı İstanbul’a çıkartma yapıyor. Milyonlarca Türk, sadece izliyor! Demek ki önemlı olan ilk adım: “işgali izlettirebilmek”miş. Ama aynı zamanda bir de masa konuyor ortaya: “tartışın”… “Yüce Pir” şu anda beyinlerimize ve yüreklerimize yüzyılın çıkartmasını yapıyor. Mehmet Akif, Çanakkale için ne diyor?  Birlikte okuyalım… “şu boğaz harbi nedir, var mı dünyada bir eşi? En kesif orduların yükleniyor dördü beşi tepeden yol bularak geçmek için Marmara’ya kaç donanmayla sarılmış ufacık bir karaya”… Çıkartma sürerken iki tavır vardır alınabilecek. Birincisi: “İzlemek !” İkincisi: Sergilenen Filme ateş etmek….. “Kurtuluş Savaşı” gibi… Cumhuriyetin ilanı, Türk ulusunun var olma ve bu topraklara sahip olma mücadelesinin önemli bir temel taşı ama “mücadelenin son durağı” değil..... “Milli Mücadele” Cumhuriyet’in ilanından sonra da her alanda devam etti. Günümüzde de devam etmekte...  Milli Mücadele, Türklerin var olma veya yok olma mücadelesi.... Büyük Önder, Türk ulusunu 15 yıllık kısa sürede çağdaş toplumlar düzeyine ulaştırmak için:  i-Din ve devlet işleri birbirinden ayırdı. ii- Latin  alfabesiyle eğitime başladı.  iii- Kılık kıyafette çağdaşlaşma yaşandı.  iv- Hukuk sisteminin altyapısı kuruldu. v- Ekonominin altyapısının temelleri atıldı...  vi-Din ve devlet işleri birbirinden ayrıldı. vii-Birinci 5 Yıllık Sanayileşme Planı ve devletin kıt olanaklarıyla çok sayıda sanayi tesisi kurulması.. viii- Tarım alanında da devlet üretimi artırmak, tarımı yapılandırmak için devlet üretme çiftlikleri kuruldu vb........  Bu ülkenin çağdaş toplumlar arasında yer alabilmesi, halkın çoğunluğunun Cumhuriyet’in bir yaşam biçimi olduğunu kabul etmesi , benimsemesi ve Cumhuriyet bayramlarını başları dik, gönlleri  ferah kutlayabilmesi için : i- Ekonomik olarak güçlü olmak, daha fazla üretmeden geçer ..... Ekonomik güç, askeri güçü, siyasi güçü,ülkenin güven içinde olmasının mihenk taşıdır....  ii Büyük önderin  başlattığı devrimlerin sürdürülebilirliği:  --Güçlü eğitime, güçlü hukuka, güçlü kadim değerlere ve din ve devlet işlerinin ayrı tutulmasına bağlıdır... iii- Türk Milletinin yaşam koşullarını ve kalitesini yükseltmek... Cumhuriyet fazilettir. Fazilet insanın ahlaki olarak iyiye yönelmesi, ruhsal yetkinliktir. Cumhuriyet’in fazilet ve bir yaşam biçimi olduğuna inananlar Atatürk Cumhuriyet’ini yaşatabilir. Son söze geçmeden bir not:“Atatürk , hukukî anlamda, artık mevcut değil. Dolayısıyla, ona yasa yoluyla da bir imtiyaz sağlanması söz konusu olması mümkün değil.  25 Temmuz 1951 tarihinde kabul edilen ve 31 Temmuz 1951 tarihinde de Resmi Gazete'de yayımlanarak yürürlüğe giren 5816 numaralı Atatürk'ü Koruma Kanunu,  ceza hukuk normlarıyla korunması öngörülen hukukî varlık bir şahıs olarak Atatürk değil. Burada korunmak istenen Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusuna karşı Türk milletinde genel olarak yaygın bulunan hayranlık ve saygı duygusu. İşte, ceza tehdidi altına konulmak istenen davranışlar, halkın içinde yaşamayı sürdüren bu saygı duygusunu, yani merhumun anısını zedelemeye müsait davranışlar.” Bu notumuz şimdilik burada kalsın... Son söz: Büyük Önderin  bu sorusu güncelliğini hala koruyor: Birlikte okuyalım.... "Cumhuriyet’in ümit, rahatlık ve mutluluk getireceğinden şüphe ve endişeye kapılan kimse, ümit, rahatlık ve mutluluğu nereden ve hangi kaynaktan bekliyordu? Cumhuriyet’in, milletimizin sosyal yapısını kırıp dökebileceği ihtimali, Cumhuriyeti benimsemiş olan kimselerin kafasında nasıl yer bulabiliyordu." Bu düşünce ve duygularla.. Toplumun egemenliği elinde tutup kullandığı bir devlet yapılanması biçimi olarak cumhuriyeti koruyup yüceltebildiğimiz ölçüde, 29 Ekim Cumhuriyet Bayramı kutlu olsun . Beraber sevinelim. Kaygısızlar için, sadece balkona bayrak asılarak rahat edilen 1,5 günlük tatil hayırlı olsun. Sağlıcakla kalın! Günleriniz hep aydınlık olsun! Yüreğinizde sevgi daim olsun! Yüreği "Berkehan ve Bilgehan Deniz" kadar temiz olanların!