Tüm Bilgi Paylaşımlarım

Yaşamın Kerteriz Defterinden İnsan Manzaraları !...

Balıkçıların hangi balığın hangi mevsimde nerede bulunduğunu gösteren kerteriz defterleri tuttuklarını yazıyor kitaplar... Kerteriz kelimesi Türkçede pusula kadranının çevresindeki yön gösteren çentikler anlamındaki kerte kelimesinden türemiş. Kerte kelimesi İtalyanca çeyrek anlamındaki quarto'dan dilimize geçmiş. Bir diğer olası etimoloji, İngilizce quarters kelimesi. TDK Sözlüğünde sözcük Yunanca kökenli olarak belirtilmiş. Kerteriz ölçme eylemi, Türkçede ölçmek, atmak, etmek, yapmak fiilleriyle ifade edilse de, günümüzdeki yaygın kullanım kerteriz almak şeklinde. Kerteriz, herhangi bir cismin yönü ile esas alınan yön arasındaki açı. Esas alınan yön, bir kişinin yüzünün dönük olduğu yön, bir teknenin yönü veya kuzey olabilir. Kuzeyin esas alınması durumunda, buna hakiki kerteriz dendiğini yazıyor kitaplar!... Kerteriz ölçümü için açı ölçmekte kullan herhangi bir araç kullanılabilmekte. Hakiki kerteriz genellikle pusula ile ölçülmekteymiş. Kerteriz seyir yapılması gereken her türlü faaliyette (denizcilik, spor, askerlik) doğru rotada ilerlemek için kullanılan bir kavram.GPS kullanılıyor olsa dahi kerteriz alınması ve bu tekniği bilinmesi, özellikle dalış süresince gerçekleştirilecek navigasyon için önemli ve gerekli. kerteriz doğrularının kesişme açıları en az 60° olmalı. Hata payını ortadan kaldırmak için bir başka nokta daha bulunmalı ve onun da diğer doğruyla açısı en az 60° olmalı. Karadaki kerteriz noktalarının yanı sıra, o nokta için derinlik değerinin de muhakkak bilinmesinin gerekli olduğunu yazıyor kitaplar ve söylüyor konunun uzmanları!... Yaşamların/yaşanmışlıkların yol gösteren kerteriz defteri de, sadece denizlerdeki kayalıkları, derinlikleri ve sığlıkları değil yaşamın sahte ve gerçek zenginlikleri anlatır kendince. Deneyimlerin kaydedildiği bu defterleri okuyabilirsek eğer, anlayabilirsek eğer, yaşam için, yaşamın olanaklarına ilişkin değerli bir stratejik yol haritası elde etmek yol haritası elde etmek işten bile değil. Yaşımız ilerledikçe birer kerteriz defterine dönüşür yaşamlarımız, görüp bildiğimiz ne varsa orada yazılı. Bakınız, göçmen kuşlar V düzeninde uçarlar gökyüzünde, bir dostluk ve dayanışma işareti bu. Başımızın üstünde uçup giderler de sürekli, fark etmeyiz gösterdiklerini. Dürüstlük doğallıkta. Doğada ve doğallıkta dürüstlük var. Tavuğun lades kemiğini kırıp oyun diye kardeşini kandırmaya çalışan insan, kendi oyununa geldi Kendini ve doğayı kandırmaya çalışıyor farkına varmadan. Böyle giderse bir gün gökyüzündeki kuşların V kardeşliğini bir kemik gibi kırıp atacak besbelli. Kendimi ve cümle alemi ne diye kandırayım ki! Lades kemiklerini kırmayalım ve kuşların göklerdeki V düzenini. Lades, sizi kandırıp ödülü alma oyunu. Herkes ladesçi aslında. Herkes kendi kendini kandırıyor. Herkes birbirini kandırmaya çalışıyor. çağımızın en önemli sorunu dürüstlük, yılmazlık ve sağlamlık eksikliği. Hayat da insan aklınızın alamayacağı zorluklarla, çaresizliklerle karşılaşması olası!...Düzenli bir yaşamda her an her şeyin olması olası!... Hem de hiç beklemediğiniz bir anda!...Öğretilmiş çaresizlik denen bir kavramın olduğunu yazıyor kitaplar!... psikolojide!... Çaresizliği öğrenebileceğimizi ya da yılmazlığı öğrenebileceğimizi yazıyor bu kitaplar!... Çaresizlik öğrenilebilir. Mücadelecilik de öğrenilebilir, doğuştan gelmez. Yılmazlık yeteneğini artırmak gerekir diyor konun uzmanları!... Yılmazlığın özelliği ne, pes etmeyen, yaşama havlu atmayan insan demek. Mücadele eden, pes etmeyen insan demek. Yılmazlık kavramı ile empati kavramıda çok yakın ilişki içinde, birbirlerini tümleyen , bütünleyen kavramlar. Empati. Karşınızdakinin duygu ve düşüncelerini doğru anlamak. İnsanlarla empati, doğayla empati. Kurdu kuşu anlarsak, vurmayız, avcılık yapmayız, empati kuruyorsak. Yakınlarımızla empati kurarsak iyi. İletişimin bir çok maddesi var. Bir başkası iletişim çatışmalarına yol açacak önyargılarımız var. Şablonlarımız. Önyargılarımızı fark edersek iyi olur. ilişkilerin iyi gitme ihtimali artaran yılmazlık.. Eğer genelde kişi yılmazlık düzeyi iyiyse, işinde bir sıkıntı var, hemen pes etmez, bırakıp başka işe geçeyim demez. herşeyden önce sabatkar olur. Yılmazlık için emek harcamak gerek. Kendindeki eksiklikleri de gidermek gerek, gelişmek gerek, farkında olmak gerek. Kendini yakalamak gerek. Hayat bir maç. Bir maçta iki düdük var. Bir hakemin düdüğü, ikincisi içimizde ki düdük. İçimizde ki düdük bazen 70. dakikada çalıyor. Bu maçı alamıyoruz. Bu düdük ;90. dakikada çalıyorsa iyi. Hayatın başlangıcında çalıyorsa. Çok kötü!... Havluyu attığımızın resmi!... Geceleyin ışığınızı kapattığınızda oda zifiri karanlık olmakta. Bazısı korkmakta karanlıktan, gece kalkarsam çarparım diye. Yarım dakika, 30 saniye beklerseniz eğer, oda hafiften aydınlanmakta!...Deneyimlerimizle sabit!... Az sonra dolabın, kapının silueti çıkmakta. “Yaşamın perde aralığında daima bir aydınlık var.” Yeter ki perdeyi hiçbir zaman tümüyle kapatmamalı. Dışardaki ay ışığı dönmekte, dolaşmakta, bulutlardan yansımakta, hafifçe odanıza girmekte, dolabın siluetini size gösterebilmekte. Bu yüzden; yaşamın perde aralığı daima aydınlık. Önemli olan güçlü olmak, yaşama sarılmak. Yaşam… Uzun bir yol… Başlangıçta bu yol nereye çıkar , hangi dağları tepeleri aşar, hangi dereleri nehirleri geçer bilemezsin .Virajları dönemeçleri nere de dir? Senin gireceğin sapak neresidir bilemezsin. Bilmen de gerekmiyor aslında sadece” kadim değerler” yolunu izlemelisin. Yorulduğunda vazgeçmeden. Kararlılıkla yürümelisin Kendi içimizde çıktığımız uzun bir yol… Ya da içine girdiğimiz kendimiz mi yoksa. Bilinmez. Düşünülür, konuşulur üzerinde belki ama ne kestirebilmek mümkün içindekileri ne de değiştirmek bazen… ‘Kendi’ olarak bize gelse de ‘kendi’mize benzetmeye çalıştığımız, zamanı kuşatan anlarla bütünleştirdiğimiz, kâh içinde olduğumuz kâh dışına atıldığımız karmakarışık bir alan… Zaman aynı zaman. Aynı yaşamın, benzer yakınlıkların, paylaşılanların peşinde, farklı mekanların içinde zaman nasıl yaşanır? İnsan neresinde durur bu kadri kıymeti yok sayan dünyanın. Bilemedim. Düşünmek mi işe yarar, hissetmek mi yorar? Susmak mı kolay, söze büründürmek mi içe hapsedileni. Sordum. Sustum. Yoruldum. Okudum. Dinledim. Yaşadım. Yazdım. Bulamadım işte. Sonra şubatın 18’inde, Kocaman bir bahçenin kenarında, yok yok tam da ortasında, koyu yeşil yapraklarının arasından minicik açan beyaz çiçek. Durdum. Kokusunun güzelliği yanında o inadına toprağın altında çoğalmak için kök salacak dallarını düşündüm. Beyazlığı o kadar güzeldi ki hiç kirlenmesin istedim. Kimse dokunmasın hoyratça, yapraklarını da koparmasınlar hatta… Kök salacak Kafkas ağacı!... Hiç solmasını istemediğimiz. Dünümüz, bugünümüz ve geleceğimiz!...Yüce yaradanın bize hediyesi!.... Mevsimler değişecek, aylar geçecek, günler tükenecek!... Su gibi akacak zaman. Ve yüce yaradan ın izniyle büyüyecek!... İşte bu süreçte, hep ömrü kapsayan kadim değerleri içselleştirerek daha da güçlenecek . Gün dünyaya yüzünü dönmeye başladığında, yola düştüğünde, kalabalıkların boğuculuğunda kaybolduğunda, gölgeler arasında yönünü arayan küçük ışık parçacıklarını yakalayıp solan renkleri aydınlatmaya çabaladığında, işteyken, okuldayken, dışarıdayken, yürürken, severken, nefret ederken, korkarken, yani yaşamı devşirirken her şeyiyle, soğuğun içinde sıcağı, güneşin altında yağmuru ararken ve tüketirken yaşamı iki yöne savrulur bütün biriktirdiklerin ya tıpkı onun gibi; ya akılla üreyen düşünceye ya da öznelliğin içinde bütünlenen duygularımız gibi!… Bir dünyayı resmetmek, her ayrıntısıyla biçimlendirmek, tüm renkleriyle yaşadığın ömrü yansıtabilmek, sınırsız, kesintisiz… Bin bir türlü canlılığında ve parlaklığında renklerin, yaşam dediğin her neyse ya da her ne değilse daha fazlasını nakışlayabilmek adına… Tüm kaybolmuşluğun içinde zorunlulukların ve her yerde toplanmış anlamlandıramadığın beklentilerin altında yüzeye çıkarmaya çalışırken sözlerini, sana ait yaşam rengine, duygularının ahenge dönüştürmek… Nasıl mümkün olur? İşte, daha sayamadığım ne varsa sen mümkün kılacağından hiç kuşkum yok. Bize hayat kattın!... İnsan olmanın derinliğinde kucaklamak neyse her şeyi, O yüzden bil istedim ,duy istedim!... Sana dair biriktirdiklerimizi. Bir insanda arafta kalmışlığın ‘duygu’su ‘mantık’a büründürülürken ve dayatılırken cümle insandan ayrıksı duygular, ne kadar zorlanırsa, ‘mantık’ın keskin yüzü de ‘duygu’nun inceliğinde yol arar kendisine kimi zaman… İşte bu nedenle, kerteriz defterime bak istedim. Bu defterimde çok şeyler bulacaksın yaşama dair. Doğruluğun, dürüstlüğün, kısaca kadim değerlere bağlılığın kısa vadede bazen bir anlamı olmasa da uzun vadede ne kadar değerli , ne kadar erdemli olacağını göreceksin. Hissederken düşündüğüm, düşünürken hissettiğin, bıkmadan ve yorulmadan mücadele ettiğin, gerçeği ve yaşamı kucaklayacağın, biriktireceğin öykülerin ve insanların için hep gerçekçi olman bunca yalanın içinde. Yüce yaradan Yolunu, bahtını hep açık eğlesin ömür boyu!...Gülen yüzün hiç solmasın!... Bugün günlerden dün olsun, yarın da günlerden bugün ki sen gördüklerini yaşadıklarını da anlat o direnen ve direnen bakışınla. Hoş geldin tekrar ve iyi ki geldin… Son Söz:.Geçmişimiz, biz hatırlasak da hatırlamasak da bir yerlerde kayıtlı olabilir mi? Nasıl ki bir kara kutu ne kadar darbe alırsa alsın içindeki bilgiler kaybolmaz, geçmişimiz de öyledir. Tatlar, kokular, anlar bir gün tekrar hatırlanmak üzere en doğru zamanı bekler…ve geçmiş biz unutsak bile bizi etkilemeye devam eder. Yaşamış olduklarımız , yaptıklarımız “Yaşamın Kerteriz Defteri / kitâbü’l-a‘mâl, /sahîfetü’l-a‘mâl / Amel Defter "ne kayıtlı “ yaşadıkça istesek de, onları silmeniz mümkün mü!... Sağlıcakla kalın! Günleriniz hep aydınlık olsun! Yüreklerindeki sevgi da tim olsun!... Yüreği "Berkehan" Kadar temiz olan tüm insanların!... OE -23.02.2013 ---------------------------- (*)"Ladesçi" İnsan manzaralarıyla örülmüş şaşırtıcı bir roman… Toplumsal yaşamımızda en önemli sorun bir bakıma dürüstlük eksikliği. Bu anlamda neredeyse herkes karşısındakini kandırmaya çalışıyor. Ladesçi’nin kahramanı Cemil Usanmaz da çocukluğunda babasından öğrendiği lades oyununun büyüsüne kapılıp bunu âdeta bir yaşam felsefesine dönüştürüyor. Hayatın bize sunduğu olanaklara ilişkin bir yol haritasının ortaya çıktığı bu romanda ibret verici insan manzaralarıyla da karşılaşacaksınız.  

Küresel Haber Kaynakları ve Eğilimleri

  İlk söz: En tehlikeli dezenformasyon türü, yanlış/yanıltıcı bir bilgiyi yoktan üreten değil, doğru bir bilgiye yönelik kitlesel kuşku yaratan; doğrunun itibarını sarsmayı hedefleyendir diye yazıyor kitaplar...  Küresel haber kaynaklarının güven ve dezenformasyonu inceleyen Reuters Enstitüsü Dijital Haber 2022 Raporu  "Where Exposure To Fake News Is Highest" fake news story. https://bit.ly/41cOwMw That was an important aspect of the Wikipedia, İngiliz DailyMail'i, "genel olarak güvenilmez" sayarak, istisnai durumlar hariç, kaynak olarak kullanmayı yasaklama kararı almış...! ve  Küresel oyun kurucunun en üst yöneticisinden teyit edici açıklama https://goo.gl/TEZJkC şimdilik bu notumuz burda kalsın.. Haber Kaynakları ve  Eğilimler http://bit.ly/2kqZSIQ http://bit.ly/2k7zc3O   Adamın biri New York, Central Park'ta yürüyüş yaparken, aniden kuduz bir İngiliz Bulldog köpeğin küçük bir kıza saldırdığını görmüş. Koşmuş ve köpekle boğuşmaya başlamış. Hayli uzun bir uğraştan sonra üzeri yara bere içinde kaldığı halde köpeği öldürmüş. Ama küçük kızın da hayatını kurtarmış. Son anda bu sahneyi gören polis nefes nefese olay yerine koşmuş ve adamın yanına gelmiş. Sarılıp teşekkür etikten sonra 'Sen' demiş'bir kahramansın, yarın bütün gazeteler seni yazacaklar. Ve göreceksin başlık da şöyle olacak; Cesur New York'lu küçük kızın hayatını kurtardı.' Adam 'Ama ben New York'lu değilim!' demiş. Polis 'Fark etmez, bu durumda gazeteler şunu yazacaklar; Cesur Amerikalı küçük kızın hayatını kurtardı' cevabını vermiş. 'Ama ben Amerikalı da değilim' demiş adam artık şaşırarak. Polis 'Ya, o halde nerelisin?' diye sorunca adam yanıt vermiş; 'Ben Iraklıyım!' Polis adama başka bir şey söylememiş. Ama adam ertesi gün gazeteleri aldığında şöyle bir başlıkla karşılaşmış; 'Radikal İslamcı, masum Amerikan köpeğini öldürdü.'! Bir haberin nasıl çarptırıldığına ve insanların nasıl yanlış bilgilendirme ( dezenformasyon) ilişkin güzel bir gül/düşün (fıkra). Bir bilim adamı medyanın ‘’post-journalism’ düzenini şu şekilde anlatıyor: "Demokrasi, politik bir savaş gibi algılanır bu düzende. Tahrifat, hata, yanlış hüküm, içerik yoksunluğu çok önemli değil. Çünkü bunların çatışmanın iki tarafına da bakan yönü var. Kimse, ne kadar emin gözüküyor izlenimi verse de hiçbir şey hakkında tam haklı değil aslında. Herkesin peşinde olduğu tek şey var. Bu tek şey "gerçek" değil, "zafer". Çünkü bu dünyada kazanmak haklı olmaktan daha mühim. Bu tavır, bütün dünyada gazeteciliğin yerini alıyor ve bütün haberler birer propagandaya dönüşmekte." "Bugünkü gazetecilik-ötesi medya düzeninde her ulusal tartışma çok geçmeden iki tarafın karşı karşıya geldiği bir mahkeme duruşmasına dönüşüyor. Mahkemede de, uzlaşma yok. Ya masumiyet ya da suç var. Oysa politika, farklı kesimlerin öncelikleri arasında denge bulma sanatı. Bir toplumda gerçek gazetecilik yoksa, herkes olayları sadece partizan gözlüklerle görmekte ve politika bir kan sporuna dönüşmekte. Televizyonlar bunu daha çok sevmekte, çünkü dramatik.’’ Bu düzende belli bir çıkarı olmayan ses yok gibi. Gazetecilik yapmak yerine, patronu veya muktedirler adına tetikçilik yapan gazetecinin, korkudan ve çıkardan azade şekilde "kendi adına konuşma gibi muhteşem bir zevkten" mahrum.

Genellikle Karşılaştığımız Temel Ekonomik Kavramlar ve Anladıklarımız

Genellikle Karşılaştığımız Temel Ekonomik Kavramlar ve Anladıklarımız (https://bit.ly/3Mket8k) İlksöz: Bir kavram ne zaman tehlikeli olur? İçeriği bulanık olduğu halde, herkes bu kavramı bildiğini sanınca.. Sözcük ve kavramların içini boşaltan, altını oyanlara itibar etmeyiniz. Bir açıdan ekonomi pratiği ile ekonomi bilimi arasındaki ilişki tiyatro ile benzerlik gösterdiğine inananlardanım. Neden derseniz?. Ekonomide sahne, yaşanan hayatı ve bu hayatın içinde oluşan ekonomik ilişkileri sergiliyor. Ekonomi ise, bu hayatın içinde oluşan ekonomik ilişkiler. Ekonomi bilimi ise sahnede sergilenen olaylara bakarak bunları yönlendiren senaryonun ne olduğunu anlamaya çalışıyor. Ekonomide gözlemlemeler sınırlı, varsayımlar gerçekçi değilse, gözlemlemelere, varsayımlara dayanılarak geliştirilen kuramsal modeller, yeterince irdelenmemiş, test edilmemişse, analize subjektif, ideolojik olarak nitelendirilebilecek öğeler de katılmışsa, sonuçta kuramsal modeller ekonomik hayatın gerçekleri karşısında çöküyor; olaylar açıklanamıyor, öngörüler gerçekleşmiyor. İktisatçılar arasında sık sık söylenen bir deyiş var "İktisat iktisatçılara bırakılmayacak kadar ciddi bir iştir" diye. Her şakada bir doğruluk payı var derler. Gerçekten de öğretilen ekonomi kuramları ile yaşamda karşılaştığımız pratik ekonomi gerçeği arasında bazen dağlar kadar fark var. Akademik iktisat seminerlerine katılanların ruh hallerinde ve kullandıkları dillerde temelde üç alt-metin var. Matematiği kullananlar (birinci grup), matematik bilmeyenleri analitik olmamakla, matematik bilmeyenler (ikinci grup) de, karşı tarafı iktisadı bilmemekle suçlandığını söylüyor konunun uzmanları. Bir diğer grup da, matematiği iyi bilmemekten dolayı kendini yetersiz hissedenler ve her matematiksel notasyonun ardında bir keramet arayanlar. Bu yüzden bu tür iktisat seminerlerin önemli bir kısmında gerçek anlamda bir anlama sürecinden ziyade, yöntem üzerinde bir ayrışma ve gruplaşmanın olduğunu söylemek yanlış olmaz. Serbest piyasa (kapitalist) sistem, tüketim üzerine odaklanan ve önceleyen bir sistem. Bu bağlamda konuyla ilgisi olmayanların dahi anlayacağı bir dilde ekonomi biliminin tanımını birlikte okuyalım: “Ekonomi bilimi; kıt kaynakların alternatif kullanım olanaklarını inceleyen bir bilim” Literatür de ekonomi bilimi, genellikle tüketim, üretim ve paylaşım olmak üzere üç bakış açısıyla ele alınmakta. i-Tüketim: Çok sayıdaki isteğin eldeki sınırlı olanaklarla karşılanması çabası. İnsan, elindeki sınırlı olanaklarla çok sayıdaki istekleri arasında seçim yaparken bazı isteklerini karşılamaktan vazgeçmek zorunda. Her seçilen isteğin maliyeti aslında vazgeçilen öteki istek. Diğer bir deyişle fırsat (alternatif) maliyeti. Örneğin kısıtlı parasıyla simitle yetinip sinemaya gitmeyi tercih eden kişi iyi bir yemek yemekten vazgeçtiği için simit ve sinemaya gitmenin fırsat ( alternatif ) maliyeti iyi bir yemek olmakta. ii-Üretim Kimin üretim yapacağı, kim için üretim yapılacağı, ne kadar üretileceği, üretimin kaça mal edileceği ve kaça satılacağı konularıyla ilgilenmekte. iii-Paylaşım / bölüşüm Ekonominin ilgi alanı üretimden kimin ne kadar pay alacağı konusuna odaklanmakta. Ekonomi bilimini serbest piyasa(kapitalist)sistemde hep tüketimle ilgili bir perspektiften ele alınıp tanımı da buna göre yapılınca; İsteklerin sonsuzluğu bir yana çok sayıda olup olmadığı bile bugün tartışmalı hale geldiğini yazıyor kitaplar. Bu sistemin öncelediği tüketimin en üstün değer olduğu algısı aslında ihtiyaç olmayan birçok şeyi istenir hale getirdiği de ayrı bir gerçek. Bunların gerçekten ihtiyaç olup olmadığı bir yana ekonomi en az tüketim ya da harcamalar kadar önemli olan üretim ve paylaşım ilişkilerini de bu perspektif içine alan bir tanıma ihtiyaç duymakta. Tüketim, ekonomik faaliyetin itici gücü olsa da insanın üretime geçmesinden sonra üretim ilişkileri ve sanayi devriminden sonra da paylaşım meselesi tüketim kadar önem kazanmış, öne çıkmış ve başat olmuş. Bu arada: Ekonominin 3 temel “E” ilkesi; Effectiveness: etkinlik, Efficiency: verimlilik ve Eligibility: olabilirlik/bulunabilirlik olarak ele alındığında, sizin sahip olduğunuz varlık değil, sizin değer yarattığınız öne çıkmakta. Bu bağlamda Enflasyon, fiyatların genelindeki sürekli artışı ifade etmekte. Yani, aynı hayat standardını sağlamak için zaman içinde sürekli daha fazla para ödememiz gerekliliğini anlatmakta. Ekonomide toplam talep artıyorsa “talep enflasyonu”, Üretim yapmanın maliyeti artıyorsa “maliyet enflasyonu”, enflasyonun artması bekliniyorsa “beklenti enflasyonu” oluşmakta. Enflasyon yüksek olduğunda Aynı miktar para ile zaman içinde daha az şey satın alabildiğimiz için Paranın satın alma gücü azalmakta Paranın değer biriktirme ve değişim aracı olma işlevleri ortadan kalkmakta. Paramıza olan güven azalmakta. Üreticiler fiyatları belirlemekte, tüketicilerse fiyat değişimlerini takip etmekte zorlanmakta. Doğal olarak belirsizlik oluşmakta. Yüksek enflasyon zengini daha zengin, fakiri daha fakir yapmakta. Dolayısıyla gelir dağılımı bozulmakta. İyi de enflasyon kontrol altına alınırsa başka bir deyişle fiyatlar genel seviyesi azalırsa ne olur? Yanıt “Fiyat istikrarı”olur. “Fiyat istikrarı”nedir? Ne getirir? Yani sonuçları ne olur? Fiyatlar istikrarlı olduğunda: i-Paramın değeri korunur, satın alma gücü artar. ii—Paraya olan güven artar; birikim, yatırım ve harcamalar ülkenin para birimiyle yapılır. iii-Ekonomideki belirsizlikler azalır. iv-Faiz oranları düşer v- ekonomik kararlar daha rasyonel olur.. vi-Ekonomi büyüme dolayısıyla da işsizlik azalır. iv-Gelir adaletsizliği ortadan kalkar. Bu açıklamalar dan sonra ekonomiyle ilgili ön plana çıkan temel kavramları kısaca açıklayalım. Herhangi bir tüketicinin belirli miktardaki A malını satın almak için ödemeye razı olduğu para miktarı ile fiilen ödediği para miktarı arasındaki farka tüketici fazlası/artığı/rantı olarak adlandırılmakta. Diğer bir anlatımla tüketici fazlası; örnek verecek olursak, Mehmet bey yazlık bir mont için 2000 lira bütçe ayırdığını ve montu o gün için indirim uygulayan bir mağazadan 1500 liraya aldığını varsayalım. Mehmet haklı olarak seviniyor çünkü 500 lirası cebinde kaldı (tüketici rantı). Bir üreticinin belirli miktarda A malının satışından elde ettiği para miktarı ile aynı miktarda A malını üretmek için elde etmeye razı olacağı para miktarı arasındaki farka üretici fazlası/artığı/rantı adı veriliyor. Diğer bir deyişle bir üreticinin belirli miktarda A malının firmaya sağladığı hasılat ile yüklediği maliyet arasındaki farka verilen ad. Toplam fazla= Tüketici fazlası + Üretici fazlası. Yaşamdan bir örnek verecek olursak; araba alıp satan Kazım amca, 60 bin liraya mal ettiği arabayı 200 bin liraya satmaya razıyken piyasada talebin fazla olması nedeniyle 280 bin liraya sattığını kabul edelim. Ekstradan bir kazanç (üretici rantı) elde ettiği için Kazım amca mutlu. Fiyat değişikliği karşısında, tüketicilerin bu değişikliğe karşı satın aldıkları miktarı değiştirmek şeklinde gösterdikleri tepkinin şiddetine talebin fiyat (talep) esnekliği ile ölçülmekte. örnek : 4500 lira maaş (nominal ücret) alan Zehra hanımın eskiden elleri poşetlerle doluyken şimdi ancak üç-beş bir şey alabildiğinin farkına varıyor (reel ücret). Her şey ateş pahası diye söyleniyor (enflasyon). Her hafta kilosu 5 liradan 3 kilo domates alıyordum bu hafta kilosu 10 lira olduğu için 3 kilo yerine 1,5 kilo aldım (talebin fiyat esnekliği). Ölçülebilen  faydaya Kardinal fayda, ölçülemeyen faydaya Ordinal fayda vekişinin belirli bir dönemde tükettiği bir malın tüm birimlerinden elde ettiği faydaya toplam fayda, Kişinin belirli bir dönemde tükettiği bir malın ilave her biriminden elde ettiği faydaya marjinal fayda. Kişinin belirli bir dönemde tükettiği mal miktarı arttıkça her ilave birim maldan elde ettiği fayda azalmakta buna azalan marjinal fayda ilkesi ve Kişinin tükettiği ilave birim maldan elde ettiği faydanın sıfıra eşit olduğu tüketim noktasına da doyum noktası, Tüketicinin gelirinin tümünü harcayarak faydasını maksimize ettiği duruma tüketici dengesi olarak adlandırılıyor. Tüketici dengesi analizinin amacı, tüketicinin nasıl davrandığında faydasını maksimize ettiğini açıklamak için kullanılmakta. Kullanım değeri (toplam faydası) yüksek olan bir malın (su gibi) değişim değerinin çok az olması, kullanım değeri çok düşük olan bir malın (elmas gibi) ise değişim değerinin çok yüksek olmasına değer paradoksu denir. Bu teorik açıklamayı güncel hayattan bir örnek: Gecenin bir yarısı aniden aşeren Ayşe hanım çilek istediğini ve eşinin de gece vakti zor bela bulduğu manavdan piyasa fiyatının üç katı fiyattan çileği satın aldığını varsayalım. Ayşe hanım eşinin fahiş fiyattan zor bela bulduğu çileği her yiyişinde aşermesi giderek (Marjinal Fayda) azalıyor. Sekiz tane Çilek tükettiğinde doyuma ulaşmış (Toplam Fayda maksimum). Sonunda çilekten aldığı haz (marjinal fayda) sıfırlanmış. İnsan bazı ürünlerin kıymetini kıtlık anında daha iyi anlıyor. Gelirimdeki en ufak bir artıştan tüketime giden pay arttıkça (marjinal tüketim eğilimi) satın almaktan vazgeçtiğim ürünler (düşük mal) geliyor aklıma. Ve gelir artışına bağlı olarak aldığım yeni ürünler (normal mal)… Düşündüm de ben gelirimi harcamayıp (tasarruf) yastık altı yapmaya çalıştıkça (iddihar-gömüleme) ekonomideki gelir düşüyor. Ne tuhaf değil mi? Beni zengin eden gibi görünen (fiktif) /Zahiri) tasarruf, bazı kesimleri fakirleştiriyor (tasarruf paradoksu). Son Söz: Ekonomi, somut maddelerin konusu değildir. Ekonominin konusu, insanlar ve insanların anlamları ile hareketleri üzerine inşa edilmiştir. Ancak insanlar gelip geçicidir, herkes fanidir. Ama kurumlar ve kurallar iyi yerleştirilirse, o ülkeler ileri ekonomi haline gelir dolayısıyla demokrasiye daha kolay geçiş sağlar. Demokrasi iyi işliyorsa, birleşik kaplar misali tüm kurum ve kuruluşlar daha etkin.etkili ve verimli işlerlik kazanacağından hiç şüpheniz olmasın Sağlıcakla kalın.. Saygılarımla  

Üniversitede Niteliksizleşen İşgücü!...kaliteli İse, Eğitim Bize, Hava Gibi, Su Gibi, Lazım.

 İlksöz:    "Eğitimdir ki, bir milleti ya özgür, bağımsız, şanlı, yüksek bir topluluk halinde yaşatır; ya da esaret ve sefalete terk eder." /  Soru Şu: Liyâkatli-Liyâkatsiz insanın gücünün kaynağı nedir? Liyâkatli-Liyâkatsiz olmanın nitel ve nicel anlamda topluma kazandırdıkları nelerdir?Toplumun çoğunluğu Liyâkatli olursa n'e olur. Olmazsa n'e olur? 'Liyâkati çözersek 21. yüzyıl Türklerin yüzyılı olur."    Ünlü bir bilim adamının notu: "Aslında herkes dahidir. Ama siz kalkıp bir balığı, ağaca tırmanma yeteneğine göre yargılarsanız, tüm hayatını aptal olduğuna inanarak geçirir."/ “Eğitim gerçeklerin öğretilmesi değildir; düşünmek için aklın eğitilmesidir.”/ Dünya üniversitesi olma ülküsüne yönelik olarak "Türk Ulusunu” çağdaş uygarlığın en ön safhasına geçirme,bilimde, teknikte özgür ve bağımsız olarak hareket edebilme,dünyanın en gelişmiş ülkesi olarak diğer ülkelere liderlik edebilme ve sürekli ilerlemenin bir düşünce-nesnesi olarak somut çıktılar elde edebilmek için Ulusal irade seslenişi yeteneğini, diğer bir deyişle kolektif ruh/irade varlığını çağdaş bilim ve akılcılıkla geliştirmek.Bu bağlamda; beşeri sermayemizin, aydınlık yarınlarımızın umudu olan gençlerimizi ;Fikri, Vicdanı ve İrfanı Hür olarak Kadim değerlere (İnancına, Tarihine , Kültürüne )bağlı analitik düşünen, tartışan , üreten bireyler olarak yetiştirmek. "Üniversite sadece bilim için değildir, aynı zamanda Hak, Hukuk, Adalet ve Cumhuriyet içinde üniversite gereklidir.Üniversite Cumhuriyet'in sahipliğindedir."Memleket işlerinde, millet işlerinde, gerçek işlerde, duyguya, hatıra, kardeşliğe ve dostluğa bakılmaz. "       Eğitim, belirli bir amaca göre gereken bilgileri verme işi, tedris, tedrisat, talim anlamına geliyor. Öğretim ise öğrenmeyi kolaylaştıracak etkinlikleri düzenleme, gereçleri sağlama ve kılavuzluk etme işi olarak tanımlanıyor. Eğitim, daha çok insanın ailesinden, çevresinden öğrendiklerini, öğretim ise daha çok okullarda öğrenilen bilgileri kapsıyor. O nedenle ikisi arasındaki farkı en iyi belirten ifade Albert Einstein’in şu sözünde yer alıyor: “Eğitim, insanın okulda öğrendiği her şeyi unuttuğunda arta kalandır.” "Bugün İslam dünyasındaki nüfusun yüzde 55’i okuma yazma dahi bilmiyor. OECD ülkelerinde milli gelirden eğitime ayrılan payın ortalaması yüzde 5,2 iken bu oran İslam dünyasında yüzde 1’i dahi bulmuyor. En başarılı çocuklarımızı, en parlak beyinlerimizi Batılı kurumlara ve ülkelere kaptırıyoruz. Günümüzün en önemli güç kaynağı olan enformasyon ve bilgi teknolojileri konusunda üreten değil tüketen konumundayız. Bu durum bizi milli güvenliğimiz başta olmak üzere birçok açıdan kırılgan hale getiriyor. Altını çizerek ifade etmek isterim ki dün olduğu gibi bugün de güçlü ülke olmak, bilgiyi üretmekten ve bilgiyi en iyi şekilde işleyebilmekten geçiyor.”http://bit.ly/2xtNgdy Senior Business and Finance Editor - Apost İdil Ertürk'ün 2 Nisan 2023  yazısı ..Birlikte okuyalım:https://bit.ly/3ZR938e Üniversitede niteliksizleşen işgücü!... Öyle bir düzen ki, iş arayanlar ve işçi arayanlar bir türlü buluşamıyor. Türkiye'de mezuna iş, iş yerine eleman yok.   İdil Ertürk     Türkiye'de en büyük sorunlardan biri işsizlik; özellikle de genç işsizliği. İş arayan milyonlarca üniversite mezunu ve piyasada bu mezunlarca doldurulamayan bir işgücü açığı var. Her nasılsa iş arayanlar ile işçi arayanlar bir türlü birbirini bulamıyor, bulsa da beklentileri uyuşmuyor. Bu durum, üniversitelerin sağladığı eğitimin kalitesi konusunda soru işaretleri yaratırken iş piyasasındaki talebin uyumsuzluğunun da altını çiziyor. Peki biz, elimizde bu kadar üniversite mezunu ve bu kadar eleman eksiği ile işin içinden çıkılmaz bir noktaya nasıl geldik? Türkiye eğitimli işgücüne sahip bir nüfusu içinde barındırmasına rağmen, işgücüne katılım oranının düşük olduğu verilerden de görülüyor. OECD'nin Education at a Glance 2022 raporuna baktığımızda, Türkiye'deki 25-64 yaş arası nüfusun %20,3'ü üniversite mezunu olmasına rağmen, bu nüfusun işgücüne katılım oranı yalnızca %62,5. Bu oran, Türkiye’yi 37 OECD ülkesi arasında 36. sıraya yerleştiriyor.  Bize düşünecek bir şeyler veren bir başka veri de, Türkiye’nin eğitime yapılan yatırımlar açısından ne kadar geride kalmış olduğu. 2022’de ülkenin milli gelirinin yalnızca %4,2'si eğitime ayrılmış; ve bu oran ile Türkiye OECD ülkeleri içinde en düşük sıradaki 5 ülke arasında. Öğrenci başına harcama ilkokul öğrencileri için yıllık 3,3 dolar ve lise öğrencileri için yıllık 4,4 dolar ile Türkiye’yi listenin sonlarına yerleştirmiş. Dünyanın birçok yerinde hem üniversiteler hem de teknik eğitim okulları, öğrencilere arzu ettiklerini seçebilmeleri için çeşitli fırsatlar sunuyor. Her iki eğitimin de kendine has avantajları mevcut. İhtiyaç duyulan özel beceriler ve eğitimle öğrencileri donatmak söz konusu olduğunda, üniversite akademik eğitiminin mutlak bazda kapatmadığı bazı boşluklara sahip olabilir. Burada öne çıkan en önemli faktör kişinin güçlü yönleri ve ilgi alanları. Ülkemiz insanı, iyi eğitimi çocukların zayıf yönleri, akademik olarak geride kaldıkları alanlar üzerine gidip kusursuzu elde etmek zannederken; dünyanın gelişmiş ülkelerinde küçüklükten itibaren öğrencileri kabiliyetli oldukları ve gelişime açık performans gösterdikleri alanlara yönlendirme gayesi mevcut. Böylece, gelecekte yapmakla ilgilenmediği işlerle günlerini geçirmek zorunda kalan mutsuz insan popülasyonu otomatik olarak seyrekleşiyor. Tek-tip eğitim herkese göre mi, herkesin zararına mı? Kadir Has Üniversitesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Erinç Yeldan, durumu şu şekilde değerlendiriyor: “Ülkemizde ne yazık ki çok niteliksiz, çok verimsiz ve neredeyse pedagojik cinayet şeklinde işleyen bir orta öğretim sistemi var. Ailelerde neredeyse anaokulu, ilköğretim seviyesinde başlayan bir koşullandırma söz konusu; ‘çocuğum yabancı dil öğrensin, üniversite diploması sahibi olsun’ algısı. İyi bir üniversite eğitimi için iyi bir ilkokul, orta okul eğitimi olması gerek, sistemin bir bütünlük arz etmesi gerek.” “Orta öğretimde, öğrencilerimize yaratıcı olmayı, merak etmeyi aşılayamıyoruz; yabancı dil, fizik, felsefe, müzik, güzel sanatlar gibi çağdaş düşünceye sahip olunması için gereken gerekli altyapıyı sunamıyoruz. Liseden sonra da aslında neredeyse meslek okullaştırılmış, adı üniversite olan ama ‘benim çocuğum ne iş yapacak?’ sorusuna yanıt arayan bir tasarım peşinde koşuyoruz. Bu durumda üniversite eğitimi bir İngilizce dershanesi olmaktan öteye geçemiyor. Dil hazırlık sınıfı sonrasında gerekli birikime sahip olmadan İngilizce eğitime geçen öğrenciler muazzam bir kafa karışıklığı içinde devam etmeye çalışırken, mesleki eğitime yönelik bir müfredat olmadığı için o tarafta da yeterli donanıma sahip olamıyor.” Üniversite rektörlükleri partizanca yöntemlerle atanmış bürolar olarak çalışıyor, araştırma görevlileri düpedüz sekreterya işi yapıyor, ‘kağıt okuma’ bile akademik bir iş olarak kalıyor. “Bunun sonucunda da üniversiteliler hayatları boyunca bir çoktan seçmeli sınav alışkanlığı içinde ezberleyerek, karşılarına çıkan kısa süreli bir faaliyeti en yüksek puana dönüştürmeyi amaçlayan hazırcevap hale gelmiş bireyler olarak mezun oluyor. Bu da yabancı dil, teknik eğitimi, çağdaş beceriler, yaratıcılık ve meraktan yoksun bir insan tasarımına yol açıyor. KPSS, uzmanlık sınavı, yüksek lisans, doktora için de aynı sistemin geçerliliği söz konusu. Öğrencilere ne iş ne de bilim dünyasına katılabilecekleri bir eğitim veriliyor.” “Türkiye’de maalesef söylemekten imtina ettiren bir ara eleman algısı yaratılmış vaziyette. Herkesin üniversite mezunu olması gerekmiyor, üniversite adı üzerinde soyut bilimin yapıldığı, akademi dünyasına insan hazırlayan, soyut akademik bilim faaliyetlerine özendiren bir yapı. Tek bir meslek üzerine değil birbirine bağlı becerileri sağlamak üzerine kurulu. Turizm, muhasebe, bilgisayar destekli orta kademe yöneticilik gibi aslında meslek yüksek okulu olarak geçen eğitim müfredatları talebe yanıt verebilmek için dört senelik fakülteye çevrilmiş durumda. Ama beceri kazandırma kısmında üniversitesel bir anlayış yok.” “ABD örneğine baktığımızda community college, liberal arts college sistemleri var; bunlar evrensel, interdisipliner eğitim veren kurumlar. Çıraklık okulları, 4 senelik bilgisayar destekli eğitimler, sertifika programları var ve bunlar doğrudan mesleğe yetiştirme üzerine çalışıyor.” “Türkiye’de de bu duruma çözüm olarak akademiye değil iş dünyasına hazırlayan ara kurumlar oluşturulabilir, bunlara insanların yanlış algısını değiştirecek isimler konabilir. Ülkedeki en büyük eksiklik bu, ama çarpıklık dediğim gibi orta öğretim seviyesinde başlıyor. Tektipleştirilmiş bir üniversite algısı ve bunların yarattığı mezunlarda 21. yüzyılın çağdaş becerileri olmuyor.” Eğitimi var olan potansiyele uydursak nasıl olur? 2005-2022 yılları arasında Denizli Sanayi Odası (DSO) Başkanı olarak da görev yapmış, Erbakır Elektrolikit Yönetim Kurulu Başkanı Müjdat Keçeci, 18 yıllık sanayi odası başkanlığı görevi süresince Almanya, Avusturya ve Finlandiya gibi ülkelerdeki eğitim sistemlerini incelediğini, Türkiye için de uygun olan sistemlerin bunlar olduğunu ve buna evrilmesi gerektiğine inandığını belirtti. Arka plan: Söz konusu üç ülke, Avrupa’nın en iyi eğitim sistemleri arasında örnek gösterilmekte olup, herkesin erişimine açık biçimde öğrenci merkezli öğrenmeye önem vermekte; öğrencileri yetenek ve ilgi alanlarına göre farklı eğitim dallarına yönlendirmekte, öğretmen eğitimi ve okul yönetimi konularında da benzer yaklaşım benimsemekte. Eğitim sisteminde yanlış giden unsurların büyük bir potansiyel israfına yol açtığını belirten Eski DSO Başkanı, şu şekilde konuştu: “Türkiye’de 18 milyon üniversiteli insan var, neredeyse ülkenin genç nesil diye övündüğü bir sinerjiyi yok etmek için yapılmış bir proje gibi. Gençlerin bir yerde gelişebilmesi için her şeyden önce yetkin, yetenekli ve geleceğin insanı olmaları beklenir. Türkiye’de yüzlerce üniversite var, bunların sınırlı sayıdaki kısmı hariç öğrenci yetiştirilemiyor; yetkin eğitimciler, yetkin kadrolar, yetişmeyle ilgili imkanlar yok; gelişigüzel öğrenciler yetişiyor. Eleman bulmakta zorlanıyoruz, beceri ve liyakat eksiği söz konusu; bunun sebebi çocuklar değil bizim gerekli eğitimi veremeyişimiz. Eğer şans bulurlarsa iş yerlerinde mühendis oluyor, yetkin hâle geliyorlar.” “Türkiye sanayileşen ve sanayileşecek bir ülke, büyümesinin büyük bölümü ihracata bağlı; bunun için önemli olan şey elemandır. Dünyanın en iyi makineleri bile olsa onu işletecek insan bulamadığında boş. Bu kadar makine aldığımız fabrikanın içinde nitelikli mühendis ancak genel müdür seviyesinde, diğerleri ancak tekniker seviyesinde eğitim almış. Gençlerin teknik eğitime yönlendirilmesi gerekiyor, zira üniversitede yetişmiş şimdiki gençlik işsizliğin temelinde. Öğrenciler nereden mezun olursa olsun şanslılarsa işin içinde eğitiliyorlar.” “TÜİK verilerine katılmıyorum, 65 milyon 15 yaş üstü insan var, bunların yalnızca 31 milyonu istihdamın içinde, görüldüğü gibi 34 milyonu değil; ama işsizlik %10. Bana göre işsizlik %50 seviyesinde. Eskiden iki şey daha farklıydı; eğitim sistemi böyle kötü değildi ve Türkiye’de bu kadar fazla yetiştirme şansı olmayan üniversite kurulmamıştı. Eğitim sistemi düzelmedikçe de hiçbir şey değişmez.” Ek olarak genç kadın istihdamının da ülkemizde önceliğe sahip olması gereken bir sorun olduğunu belirten Keçeci, “dünyada başarılı sanayi ülkeleri, gelişmiş ülkeler ve kendisini yenilemekte olan ülkelerin başarıları temelde kadınların da işgücüne katılımıyla mümkündür” diye ekledi. Nasıl çözeriz? Gençlere kendilerine sunulan seçeneklerin çeşitliliği konusunda doğru ve objektif bir anlayış kazandırılması, mesleki eğitimin onları yalnızca ikinci sınıf bir kariyere götürebileceği algısının yıkılması gerekiyor. Katma değerli, hak edilen maaşı vadeden ve tatmin edici meslek seçimi; niteliksiz bir üniversite mezunu olmaktan daha değerli. Türkiye'nin teknik eğitim veren okullarının sayısını artırması ve teknik eğitim almış işgücüne yatırım yapması, ülkede istihdamın artması ve nitelikli işgücüne sahip olunmasına katkı sağlayabilir. İşsizlik oranının düşmesi, ekonomik büyümenin hızlanması ve daha kalifiye bir işgücü; yalnızca birkaç artı. Niteliksiz üniversite mezunları yerine, iş piyasasında talep edilen niteliklere sahip olan teknik elemanların yetiştirilmesi, iş piyasasında aranan işgücü taleplerine yanıt verilmesine yardımcı olacaktır. Bu, Türkiye'nin sürdürülebilir bir kalkınma ve rekabetçi bir işgücüne sahip olması için önemli bir adım olur.       ÖSYM'nin Öğretmenlik Alan Bilgisi Testi değerlendirme raporuna göre, öğretmen olarak atanan genç mezunların kendi branşlarından gelen soruların ancak yarısını doğru cevapladıkları ortaya çıktı. Fen, fizik, kimya, matematik gibi temel bilimlerde öğretmenler 50 sorudan ortalamada 10'unu doğru yaptı. Testlerde en başarılılar rehber öğretmenler, en başarısızlar ise fen bilimleri/fen ve teknoloji öğretmenleri .https://bit.ly/2NX8027 Bu notumuz şimdilik burda kalsın...  Öğretimin insana bilim öğretmesi gerekiyor. Gerisi eğitimin işi olmalı. Yani matematik, fizik, psikoloji, ekonomi, tıp gibi konularda insanı geliştirme ve uzman yapmak öğretimin görevi. Buna karşılık genel ahlâk, terbiye, alçakgönüllülük, dini inanç, yemek adabı, insanlarla ilişkiler, fedakârlık gibi konular eğitimin kapsamına giriyor. Bizim burada ele alacağımız konu öğretim konusu.     Ama üniversitelerin bu kadar zayıf mezunlar vermesinin en önemli nedenlerinin başında aslında bir kenara bıraktığımız ilk ve ortaöğretimdeki kalite düşüşünün bir sonucu.     Üniversite sözcüğünün aslı Latince ‘bütün’ anlamını taşıyan Universitas’dan geliyor. Bugünkü karşılığı; çeşitli akademik dallarda akademik unvanlar veren yükseköğrenim ve araştırma kurumu demek oluyor. Batıda üniversiteler katedral okullarının biat kültüründen soyutlanıp bilime dönük bağımsız kurumlar halini almasıyla ortaya çıkarken bizde de medreselerden dönüşerek batılı üniversitelere benzer kurumlar halini almış. " Soran, sorgulayan, geleceğe dair iddiaları olan bir nesil yetiştirmekte gereken başarıyı gösteremediğimizde ortaya geçici hevesler peşinde koşan, maalesef bir nesil çıkıyor. Hâlbuki kendine özgü eğitim sistemlerini geliştiremeyen milletlerin istikbali tayin edemeyecekleri gerçeğiyle karşı karşıyayız”http://bit.ly/2tYyeXO “ /   "i- Kültür ve Sanatı Küçümseyen Toplumlar, Kaybetmeye Mahkûmdur. ii- Türkiye'nin Yeni Değerler Yetiştirmesi  Var Olan Değerlerine Sahip Çıkmasıyla Mümkün. iii- Teknolojiyi Üreten,Kültür ve Sanata da Hakim Olur. iv-Eğitim ve Kültür Alanında Eksiğimizi Gidermeliyiz. v-Gençlerin Sahip Çıkmadığı, İçinde Olmadığı Hiçbir Proje ve Faaliyetin, Toplumlar İçin Kalıcı Kazanıma Dönüşmesinin Mümkün Değildir."http://bit.ly/2k78CTA    "Türkiye’de yükseköğretimle ilgili tartışmalarda hemen her zaman karşımıza çıkan bir ezber var: “Yükseköğretimde özellikle son 10 yılda yaşanan büyüme yanlış oldu; bu büyüme yükseköğretim kurumlarında kalitenin düşmesine yol açtı, dolayısıyla bu büyümenin durdurulması gerekli.” Kalitenin düştüğü ve dolayısıyla büyümenin durdurulması gerektiği şeklindeki öneri, sorgulanmaya muhtaçtır. Kaldı ki, kaliteye ilişkin bir takım kaygılarla karşı karşıya kalınca, bugüne kadar yapılan bütün her şeyi yanlış kabul edip önceki duruma dönme arzusu sorunlu olduğu gibi büyümeyi sürdürülebilir kılmaya yönelik atılması gereken adımlara odaklanmayı engellemekte ve böylece sorunların kaynaklarının üzerini de örtmektedir. Yapılması gereken sorunları ve kaynaklarını doğru bir şekilde tespit edip çözümler geliştirmek ve bu çözümleri üretecek mekanizmaları sisteme yerleştirebilmektir. Kalite, yükseköğretim kurumlarının bizatihi kendi meseleleri olmasına rağmen Yükseköğretim Kurulu (YÖK) tarafından son yıllarda özellikle yükseköğretimin ana gündem maddelerinden birisi olarak önemsenmekte ve takip edilmektedir. Bu bağlamda YÖK tarafından Yükseköğretim Kalite Kurulu’nun kurulmuş ve çalışmalarına hızla başlamış olması da konunun ne kadar önemsendiğini göstermektedir.. Kim ne derse desin, uluslararası kıyaslamalar yaptığımızda net bir şekilde gördüğümüz bir husus var: Türkiye, aziz milletimizin çocuklarının yükseköğretime olan talebini 10 yıllar boyunca ihmal etmiştir. Mevcut yükseköğretim kurumları da arzı artırma konusunda farklı nedenlerle direnç göstermiştir. Bundan dolayı talep bir türlü karşılanmamıştır. Yükseköğretime yönelik muazzam talebi karşılamak için siyaset kurumu, özellikle 2000’li yıllarda yeni yükseköğretim kurumları açma yoluna gitmiştir. Dolayısıyla yükseköğretimde genişleme politikası son derece rasyonel bir temele sahiptir ve bu politikanın bizatihi kendisi sorunlu değildir. Aksine, birçok olumlu sonucu şimdiden görülmüştür. Yükseköğretim kurumları ve yükseköğretimde okuyan öğrenci sayısında kısa sürede büyük artışlar elde edilmiş ve bu büyümeyle ülkemizin yükseköğretimde okullaşma oranı artmıştır. Diğer taraftan bu büyümeyle kadınların yükseköğretime erişimi de artmış, özellikle son yıllarda kadınlarda yükseköğretimde okullaşma oranı erkeklerdekini geçmeye başlamıştır. Ancak, bu olumlu gelişmelere rağmen yükseköğretim sistemimizdeki öğretim elemanı artışı bu büyümeyi destekleyecek düzeye maalesef ulaşamamıştır. Sonuç olarak öğretim elemanı başına düşen öğrenci sayısının artması hem eğitimin kalitesi hem de ülkemizin araştırma kapasitesi üzerinde olumsuz bir baskı oluşturmaktadır. Kalite konusunda en kritik konulardan birisi, doktoralı öğretim elemanı sayısı ve doktora eğitiminin niteliğidir. Dolayısıyla yükseköğretimde büyümenin bizatihi kendisi sorunlu değildir, ancak bu büyümenin sürdürülebilir olması için nitelikli ve yeterli doktora mezununun yetiştirilmesi yükseköğretim sistemimizin en acil ve öncelikli alanlarından birisini oluşturmaktadır. Her ülkenin doktora mezunlarına bakışı kendi durumları ve dengeleriyle ilişkili olmaktadır. Bir ülke yükseköğretim sisteminde genişleme ve büyüme sağlarken veya ekonomisini büyütürken sayıyı artırma planları yaparken bir diğer ülke doktora mezun sayısını durağanda tutmaya çalışabilmektedir. Örneğin Çin dünyada tüm disiplinlerde yılda en fazla doktora mezun veren iki ülkeden biri durumunda olup doktora mezun sayısı yıllık 50 binlere ulaşmış bulunmaktadır. 1998-2006 yılları arasında tüm disiplinlerde doktora mezunlarında yıllık ortalama artış Çin’de yüzde 40 olarak gerçekleşmiştir. Çin’de de bu hızlı büyüme dolayısıyla kalite etrafında çeşitli tartışmalar yaşanmaktadır. Ancak bu tartışmalara rağmen, doktora mezunları hem endüstride hem de yükseköğretim kurumlarında çok rahat iş bulabilmekte. Almanya ise yılda yaklaşık 25 bin doktora mezunu verirken bu sayıyı mümkün olduğu kadar sabit tutmaya çalışmaktadır. İngiltere ve Amerika gibi ülkelerde doktora mezun sayısı kendi piyasalarının taleplerinin ötesinde özellikle uluslararası öğrenciler nedeniyle artmaktadır. Amerika’da doktora mezunlarının akademik pozisyon bulmaları her geçen gün zorlaşmaktadır. Örneğin mühendislik alanında doktora mezunlarının sadece yüzde 12.8’i akademik bir pozisyon elde edebilmektedir. Bu durum, doktora mezunlarını doktora sonrası araştırmacı (post-doc) olmaya ittiği ve oluşan oldukça rekabetçi ortam, nitelikli insan kaynağından daha ucuz bir şekilde yararlanabilme imkânı sunduğu için karar alıcıların bu duruma çok da müdahale etmedikleri görülmektedir. Kuzey Amerika’da doktora adaylarının yüzde 40-50’si doktorayı asla bitirememesine rağmen, OECD raporuna göre ABD ve Kanada’da 1998-2012 yılları arasında ileri araştırma programlarına kayıt yaklaşık yüzde 70 artmıştır. Türkiye’de doktora eğitimi ve mezun sayılarına bakıldığında, 2006 yılında Türkiye Bilimler Akademisi (TÜBA) tarafından yayınlanan Türkiye’de Doktora Eğitiminin Durumu Üzerine Görüşler başlıklı raporda değinilen problemlerin devam ettiği görülmektedir. Raporun yayınladığı yıllarda yüksek lisans programlarına kayıtlı öğrenci sayısı 92 bin 862 iken bu sayı 2015-2016 eğitim-öğretim yılı itibari ile 417 bin 084’e, doktora programlarında kayıtlı öğrenci sayısı da 27 bin 393 iken yine 2015-2016 eğitim-öğretim yılı itibari ile 86 bin 094’e yükselmiştir. Yine doktora mezunu sayısı yılda 2 bin-2 bin 500 bandında iken bu sayı günümüzde 4 bin 500-5 bin bandına yükselmiştir. Ancak, lisansüstü öğrenci ve öğretim üyesi sayılarında önemli artışlar sağlanmasına rağmen mezun sayılarında beklenen artış sağlanamamıştır. Doktora eğitiminin kalitesi de ayrıca üzerinde durulması gereken bir başka konudur. Yine raporda 2004 yılı temel alınarak bir veya iki öğretim üyesi başına yılda bir yüksek lisans, 10 veya 11 öğretim üyesi başına ise yaklaşık bir doktora eğitiminin tamamlanabildiği ifade edilmiştir. 2013 ve 2014 yıllarına ait veriler kullanıldığında ise, yüksek lisans için aynı karakteristik (bir veya iki öğretim üyesi başına yılda bir yüksek lisans mezunu) korunurken doktora da durum daha da kötüleşmiştir (13 veya 14 öğretim üyesi başına ise yaklaşık bir doktora mezunu). Sonuç olarak, doktora mezunlarına ana talep yükseköğretim kurumlarının bizzat kendisinden gelmesine rağmen, yükseköğretim kurumları kendi taleplerini karşılayacak arzı üretmekte maalesef zorlanmaktadır. Doktora programlarına kayıtlı öğrenci verilerine bakıldığında doktoraya talebin diğer ülkelerde olduğu gibi arttığı görülmektedir. Yukarda verilen ve yıllara göre olumsuz gelişen eğilimler, eskiden de var olan yapısal sorunlar olduğunu ve yükseköğretimdeki büyümeyle bu yapısal sorunların daha da büyüdüğünü ve girdi ne kadar artarsa artsın sürecin çıktı ile ilgili artık alarm verdiğini göstermektedir. Bu nedenle mevcut doktora programları ve özellikle doktora öğrencileri ile ilgili nitelikli saha araştırmaları yapılmalıdır. Bu araştırmalardan elde edilecek bulgularla süreçler tekrar gözden geçirilmeli ve acil önlemler alınmalıdır. Bu bağlamda YÖK’ün başlatmış olduğu ve 100 alanda 2 bin burslu doktora öğrencisini kapsayan yeni projesi son derece umut vericidir. Bir taraftan mevcut sorunları iyileştirici düzenlemeler yapılırken bir taraftan da bu gibi umut verici yeni projelerin hayata geçirilmesine büyük ihtiyaç duyulmaktadır. Bu konu sadece YÖK’ün ve üniversitelerin problemi de değildir. Bilim, Sanayi ve Teknoloji Bakanlığı, TÜBİTAK ve TÜBA da süreçte aktif rol almalı ve birlikte çözümler geliştirmelidir. Yapılacak iyileştirmeler yükseköğretimdeki büyümeyi sürdürülebilir kılacağı gibi, eğitim sistemindeki açıkların kapatılmasına da destek olacaktır.". Başbakanımızın  dünkü açıklaması anlamlı ve önemli bir gündem maddesi."Eğitimdir ki, bir milleti ya özgür, bağımsız, şanlı, yüksek bir topluluk halinde yaşatır; ya da esaret ve sefalete terk eder." Kaliteli ise, eğitim bize, hava gibi, su gibi, lazım.Başbkanımızın , Çankaya Köşkü'nde düzenlediği basın toplantısında, Yeni Orta Vadeli Programı (2017-2019)  Eğitimin kalitesini artırmaya yönelik projelerini şu şekilde açıkladı.Birlikte Okuyalım: “İnsana yatırıma, insana hizmete devam edeceğiz" İstikrar olunca kapsayıcı bir büyümeyi de gerçekleştireceklerini vurgulayan Yıldırım, "Büyümenin kalitesinden bahsediyoruz. Saman alevi gibi birden bire büyüyorsunuz, tamamen tüketime bağlı tamamen ürün bazlı büyüme. Bu kalıcı olmaz. Katma değer üreten fark oluşturan mukayeseli üstünlük sağlayan bir büyüme altyapısını oluşturmak. Büyümenin çeşitliliğini, kalitesini artırmak dolayısıyla rekabet gücümüzü geliştirmek." ifadelerini kullandı. Başbakanımız, Türkiye'nin mutlaka katma değeri yüksek teknolojik ürünlerde söz sahibi olması gerektiğini vurgulayarak, bunu ileri teknoloji sanayi üretiminde, savunma sanayinde, uzay ve havacılık, bilişim, ilaç sektöründe ve kimyasallarda bunun başarılabileceğini kaydetti. Bu sektörlere daha fazla yoğunlaşılacağını dile getiren Yıldırım, söz konusu alanlarda yerlileşmeyi, millileştirmeyi artırıcı tedbirleri alacaklarını belirtti. Bu kapsamda büyümede 5 stratejileri olacağını bildiren Yıldırım, şunları kaydetti: "İnsan kaynak kapasitemizi geliştireceğiz. İnsana yatırım devam edecek. Daha iyi eğitim alacak, daha iyi işbaşı eğitim alacak. Mesleki konularda sadece okulda verilenlerle yetinmeyeceğiz. İş hayatında da iş öğrenmeye, mesleğini geliştirmeye devam edecek. Bizim petrolümüz yok. Bizim mutlak üstünlüğümüz yok. Bizim mukayeseli üstünlüğümüz var, o da genç nüfusumuz. Gelişmiş ülkelere göre nüfusumuzun ortalaması daha düşük, yani genç nüfusumuz daha fazla. Genç nüfus güç demektir. En büyük zenginliğimizdir. Gençlerimizi  geleceğimiz olarak görüyoruz, Türkiye'nin kalkınmasının lokomotifini, öncüsünü gençler olarak görüyoruz. Gençlerimize yatırım yapmaya, insanımıza yatırım yapmaya devam edeceğiz." İşgücü piyasasını daha etkin hale getireceklerinin altını çizen Başbakan Yıldırım, teknolojiyi ve yenilik geliştirme kapasitesini artıracaklarına işaret etti. Kurumsal kalitelerini iyileştireceklerini belirten Yıldırım, "Buradan bahsettiğimiz ne? Bu da devletin iş yapma alışkanlıklarının, milletin beklentilerine uygun hale getirilmesi. Emreden, talimat veren devlet değil, milletin önünü açan, işini kolaylaştıran, işini geliştirmesine destek olan bir kamu yönetimi, bir devlet anlayışını ortaya koyacağız." ifadesini kullandı. Başbakanımız, 3 yıllık OVP'de büyümenin artarak devam etmesini, kişi başına gelirin artmasını ve yeni istihdam alanlarının oluşturulmasını hedeflediklerine dikkati çekerek, şunları kaydetti: "Okuldan mezun olan gençlerimiz var. Çalışma yaşına gelen vatandaşlarımız var. Bunların iş bulması, istihdam edilmesi için sürekli yatırım yapmak lazım. Eğitim alanında yapılacak çalışmalara ilişkin bilgiler veren Başbakanımız, uzun vadeli büyümenin esasının insana yatırım olduğunu dile getirdi. Ve şöyle devam etti: "Bunun için de 2019'a kadar ikili öğretime son vereceğiz. Yani tekli öğretim olacak. Öğrencilere 'kötü haber.' Yarım gün okuyacaklardı, tam gün okuyacaklar ama daha çok şey öğrenecekler. Hayata daha hazır hale gelecekler. İkili öğretim 2019 sonuna kadar tarihe karışmış olacak. Okul öncesi eğitim şu anda zorunlu değil ama ciddi bir orana ulaştık, yüzde 50'leri geçti. Önümüzdeki dönemde okul öncesi eğitimi zorunlu hale getireceğiz. Türkiye'de yabancı dil bilme oranının yüksek olduğu sanılıyor, hiç de öyle değil. Yabancı dil bilme oranımız kıyasladığımız civar ülkelere göre maalesef istediğimiz düzeyde değil. Onun için 4+4+4 sisteminin ilk 4'ten sonraki 5. yılında yabancı dil eğitimi mecburi hale gelecek." Eğitim sistemindeki yeniliklere ilişkin bir soru üzerine ise Yıldırım, ileriki dönemde tam zamanlı eğitime geçileceğini kaydetti. Yıldırım, "Öğlenciler sabahçılar diye bir şey vardı. Hem sabahçıyım hem öğlenciyim. Yani öğleyin okulda olacaklar, yemeklerini yeyip... Aynen çalışanlar gibi nasıl sabah işe gidiyorsun akşam dönüyorsun. Okula da sabah gidip akşam geleceksin." diye konuştu. https://www.basbakanlik.gov.tr/Forms/_Article/pg_Article.aspx?Id=b7e569ba-097b-499c-b6fb-6a84b6b261b5           Orhan   ELMACI Mansur@orhanelmaciorhanelmaci Eğitimin kalitesi!  BİLİM TEKNOLOJİ 5,0 26.07.2013 16:52:18 A+ A-   Eğitimdir ki; bir milleti ya özgür, bağımsız, şanlı ve yüce bir toplum halinde yaşatır ya da onu köleliğe ve yoksulluğa iter. "              “Yükseköğretimin Fırtınalı Sularında” ;Üniversitelerde kurumsallaşma ve dünya üniversitesi olma ülküsüne yönelik çabalar… Bu ülkü ile “Türk Ulusu' nu çağdaş uygarlığın en ön safhasına geçirme, bilimde, teknikte özgür ve bağımsız olarak hareket edebilme, dünyanın en gelişmiş ülkesi olarak diğer ülkelere liderlik edebilme ve sürekli ilerlemenin bir düşünce-nesnesi olarak somut çıktılar elde etme çabaları…… Belki ülkenin sosyal, politik ve ekonomik gelişmelere önderlik etme isteği…. Bir yandan Ulusal irade seslenişi yeteneğini, diğer bir deyişle kolektif ruh/irade varlığını çağdaş bilim ve akılcılıkla geliştirme çabası…Bu çabaların elli yıllık panoroması… Sonra ...Sonrası malum!…       Ülkelerin zenginliği nasıl belirleniyor, zenginlik nasıl ölçülüyor? Merkantilist yaklaşımla, kıymetli maden, döviz stoku ile mi? Doğal kaynakları, altın madeni, petrol, doğalgaz yataklarının varlığı ile mi? Beşeri sermayesi, bireylerinin niteliği, becerisiyle mi zenginlik ölçülüyor.       Ülkelerin zenginliğini doğal kaynakları, altın stoku değil beşeri sermayeleri, bireylerinin nitelikleri, becerileri, değer yargıları belirliyor. Ülkelerarası farklı doğal kaynaklar, altın, kıymetli maden varlıkları değil, insan yaratıyor. Doğal kaynak fakiri yüzlerce irili ufaklı adaya sıkışmış, yüzölçümü Türkiye’nin yarısından az olan Japonya, dünya sıralamasında önde de, Türkiye niçin hep gerilerde. Farkı insan öğesi yaratığı kesin…. .      Milletlerin zenginliğinin doğasını ve nedenlerini araştıran Adam Smith, insan faktörünün öneminin belirleyiciliğini yüzyıllar öncesi görmüştür. A. Smith’e göre, milletlerarası zenginlik farkını, işgücünün beceri, nitelik farkı ile işgücünün üretime katılma oranı belirler. Adam Smith ayrıca zenginlik bağlamında adalet, emniyet, hukuka bağlılığın önemini vurguluyor, bunları çağdaş bir devletin temelleri olarak görüyor. Adam Smith, zenginliğin ölçüsünün toplam değil, topluluğun bireylerinin ortalama zenginliği olarak görüyor. Adam Smith’e göre milletlerin zenginliği için, bireylerin becerisi yükseltilmeli, nitelikli işgücünün istihdamı artırılmalı, zenginlik dengeli dağılmalıdır. Adam Smith, günümüzün neoliberal, refah, zenginlik anlayışına kıyasla çok daha ileride…     Bakanlık adındaki değişim anlayış değişiminin de göstergesi: "Maarif": irfandan geliyor "Eğitim": eğmekten geliyor...    Eğitimimiz eğmekle öğmek arasına mı sıkışmış? Eğitiyoruz, eğitiyoruz ki adam edelim; eğiyoruz ki yola sokalım? Doğru olan yola. Haklı olan yola. Daha önce kuralları konmuş olan yola. Yoksa eğiriyor muyuz? Yün ya da pamuktan iplikler elde etmeye mi çalışıyoruz? İplikleri dokumaya mı? Dokutma mıdır, eğitmek? Öğerek, öğrenci dalkavukluğu ile mi eğitimi yürütelim?   Bana "eğitim" sözcüğü hep "tuhaf" gelmiştir. Bu "tuhaflık" ürkütücü bir tuhaflıktır. Boyun mu eğdiriyoruz? Latin kökenli dillerde kullanılan "éducation", "education" sözcüklerinde de, "yol göstermek", "sevk etmek", "kılavuzluk yapmak" anlamlarına karışmış "yönlendirme", itip, çekip, "yola koyma", "yola getirme" iması yok mu?       Diyeceksiniz ki bu doğal!  öğrenci geliyor. Yol gösterip, onu bilgilendirecek, onu "şekle" sokacaksınız. "Şekle sokmak" "zorla olur. Öğrenciyi kendi haline bırakırsanız, serseri olur, "havai" olur. Eğitim bir çiledir. Sıkıntı çekilecektir ki öğrenme, biçimlenme tam olsun! Eğiteceğimiz kişi "biçimi olmayan", "düz" belki de "dümdüz", yola girmemiş biridir. Öyle olmasaydı, eğitilmeye "talebi" olmazdı; talebe olamazdı! Öğrenci, eğitilirken eğilmelidir; biçimlenmeye hazır olmalıdır! Yoksa, öğrenemez; gelişemez! Sürekli "talim" ettirmeli, ona "olumlu" alışkanlıklar, "istendik" davranışlar kazandırılmalıdır.Eğitimin , doğru dürüst yapılabilmesi için bundan sorumlu herkesin önce ‘education’ ile ‘training’ arasındaki büyük farkı bilmesi gerekir. Education’un amacı statükoyu eleştirip alternatif üretebilecek aydınlar yetiştirmektir. Training ise kişinin işinde gösterdiği performansını yükseltmek amacına hizmet eder. Bu ikisi tamamen ayrı şeyler..... Ülkemiz dahil bir çok ülkede, özellikle  bu ikisi çorba edilmiştir. Türkçe her iki İngilizce kelimenin karşılığı aynı; ‘eğitim’ diye geçiyor. Tartışmayı fazla derinleştirmeden  "education" kelimesini eğitim, "training" kelimesini talim olarak çevirelim....       "Seneca'nın gençlik yıllarında Homines dum docent discunt (İnsanlar öğretirken Öğrenirler)dediği söylenir. , Bu fikir atasözü olarak "docendo discimus" kelimeleri ile ifade edilir. Bu eski gerçeğe ben, öğretmek durumunda olduğum şeyleri evvelâ kendim öğrenmek zorunda kalarak, katkıda bulunmuş oldum?" "Buna da ek olarak bir nokta daha vardı: Temel teorik yön, mukayeseli hukuk olduğu halde, ders reforumunun canalıcı özelliklerinden biri de, pratikle bağın kurulmasaydı?" "Daha Üniversitenin törenle açılışından önce, teorik derslerinin uslûbu ve yöntemi üzerine önceki dekan ile gayet ciddî tartışmıştım. Dekanlığa yaptığım bir ziyaret sırasında kendisi açmıştı bu konuyu. Frankfurt am Main'da nasıl ders verdiğimi, kürsüde ayakta durduğumu, serbest konuştuğumu, öğrencilere sürekli soru sorduğumu anlattım. Buradaki derslerin veriliş tarzı Paris örneğine uygundu; profesör kürsüde oturur ve evde itinayla hazırlamış olduğu ders metnini okurdu. Öğrencilere soru sormak, ya da öğrencilerin soru sorması caiz değildi. Profesörün okuduklarını öğrenciler yazarak not tutarlardı, bu notları ezberlemek ve sene sonu imtihanında bilmek zorundaydılar. Dolayısıyla benim vazifem, derslerimi yazılı olarak hazırlamak ve çevirmene her seferinde zamanında vermekti ki, çevirmen Türkçe metni hazırlayabilsin ve derste okusun. Nitekim, kamu hukukçusu Fransız meslektaşımız profesör Charles Crozat da, yıllardır dersleri böyle vermiyor muydu? Cevap olarak bu yöntemi bir türlü benimseyemediğimi söyledim. Çünkü bu durumda hiç ağzımı açmama gerek kalmayacaktı. Dolaysıyla öğrencilerle hiçbir kişisel bağ kuramayacaktım. Asıl önemlisi de okunan dersin, gerçekten doğru anlaşılıp kavrandığını kontrol edemeyecektim? Fazıl Pelin (Dekan) dehşetle telaşlandı. Tekrar tekrar bunun âdetten olmadığını, caiz olmadığını, üstelik gerçekleştirilmesinin de mümkün olmadığını söyledi, durdu. Üstelik, şayet bu plânımda ısrar edecek olursam, profesörler kurulunun da bu konuda zorunlu olarak bir prensip kararı almak durumunda kalacağını, ama tabii bu konunun ancak Hukuk Fakültesi için Çağrılmış olan öteki yabancı meslektaşlar da geldikten sonra ele alınabileceğini bildirdi" Bu satırlar, Cumhuriyetin ilk kurulduğu yıllarda ki Üniversite reformu sonrası İstanbul Üniversitesine gelen Türk vatandaşlığına geçen ünlü Alman hukukçusu Ernst E. Hirsch'e ait [1]. 1933 yılında Türkiye'ye gelen ve önce İstanbul, daha sonra Ankara Üniversitelerinde 20 yıla yakın ders veren, Türk Ticaret Kanunu başta olmak üzere nice düzenlemenin mimarı olan bu değerli öğretim üyesinin, İstanbul'a geldiğinde karşılaştığı ders verme sistemi işte buydu. 1932 yılında bir Üniversite reform önerisi hazırlamak üzere Türk Hükümeti tarafından resmen davet edilen, İsviçreli Pedogog Prof. Albert Malche de, Türkçe bilimsel yayınların eksikliği, düşük ücretlerin yan görevlere yönlendirmesi vb. eksikliklerin yanında en önemli husus olarak ders verme metodunun hiçbir şey vaat etmeyecek kadar eskimiş olduğunu belirtmiş ve bu hususu eleştirilerinin en ağır maddesi olarak kabul etmiştir[2]. Dersin ansiklopedik kitap bilgisi şeklinde verilmesinin (ve bunun ezberlenmesinin beklenmesinin) sakıncalı ve gerçek bilimsel çalışmaya yönelmeyi engellediğini belirtmiştir. Bugün, üzerinden seksen yıl geçtikten sonra, kürsüde oturarak sadece ders kitabını ya da PowerPoint slaytlarını okuyan ya da kitabın yazarını, yılını, basımevini, öğrencilerin görmeyeceği şekilde kapatılmış kitaplardan satır satır dikte ettiren, öğrencilere soru sormayan, onların soru sormasına izin vermeyen bir öğretim üyesi davranışına hayret etmemek mümkün değil. İyi ama ya seksen yıl sonra bizlerin ders verme biçimimizin de aynı hayretle karşılanmayacağı kim iddia edebilir? O öğretim üyeleri de büyük bir olasılıkla, o yıllarda yaptıklarının doğru olduğuna inanmışlardı Ülkemizde muhasebe eğitiminde kaliteyi etkileyen, daha iyi ders verilmesini engelleyen birçok kritik faktör bulunmakta. Ancak özellikle, muhasebenin "Kariyer Mesleği" hedefine ulaşmada, teorinin pratikle bütünleştirildiği muhasebe eğitim sistemi eksikliği en büyük handikap. Teorik-pratik dengesinin gözetilememesi, hatta bu dengenin hiç olmaması ve tam 20 yıl eğitim görüp, iş hayatına atılmış birine "okulda öğrendiğin her şeyi unut" sözü en büyük hayal kırıklığı olduğundan emin olabilirsiniz. Ülkemizde çok değişik düzeylerde verilen muhasebe eğitimlerinde, herhalde bir eğitimcinin ilk sorması gereken soru şudur: "Muhasebe bilgisi hangi düzeyde, nasıl ve ne şekilde verilmeli? Teorik olarak mı? Pratik olarak mı? Yoksa teori pratik dengesini sağlayan teorinin pratikle bütünleştirildiği Mesleki Uyum Eğitim sistem ile mi? [3]. Muhasebe eğitimini yalnızca gelecekte muhasebe alanında (ve de özellikle vergi beyannamesi düzenlemeye yönelik muhasebe faaliyetlerinde) çalışacak kişiler için ele alınması ve bu perspektif de eğitim yapılması yanılgıların en büyüğü. Bu yanılgıya düşen eğitimcileri gelecek kuşakların bağışlamayacağından kimsenin kuşkusu olmasın[4]. Çünkü, telefon rehberi ezberletir gibi hesap numarası ezberleten bir eğitimcinin, "Muhasebe bilimini" belirli kalıplarla öğrencilere aktarması ve kendisinin ezberindeki bu bilgileri tekrar sınavlarda harfiyen geri istemesi için fazla yetkin bir kişi olmaya gerek olmadığı açık. Eğitimde herhalde yapılması en kolay şey, bilgi tekrarı. Zaten buna eğitim demek de ne kadar doğru? Bilinenleri tekrar etmenin en büyük tehlikesi; "neden, niçin, nasıl" sorularını soran bilimsel düşüncenin temelini teşkil eden "analitik düşünce sistemi"nin önüne duvar örülmesi. "Muhasebe"yi bilim olmaktan çıkarılarak tekdüzen kalıplara sokma isteği. "Zaten çoğu kişi aynısını yapmıyor mu? Bizde aynı davranış biçimini tekrarlayarak görevimizi yapmış oluruz" düşüncesi "Muhasebe Bilimi "nin gelişmesinde en önemli engel. Seksen yıl öncesinden bir farkla; eğitimde çağ atladığınızı, teknolojiyle ne kadar bütünleştiğinizi göstermek için, notlarınızı Power Point slaytlarına dönüştürüp aynen okumakla, dün olduğu gibi görevinizi layıkıyla tamamlamış olmanın en büyük hazını yaşayabilirsiniz. Belki de, ekonomimizi dünyayla entegrasyonu kolaylaştıracak, ekonomik yapınıza uygun "Muhasebe Standartları" geliştirememeniz, teorisyeninde, meslek mensubunun da, uygulayıcının da ortak dili olamaması hep bundandır kim bilir. Muhasebede teori, konuları sistematik olarak ele almak, tartışmak suretiyle yön vermek, daha iyi ifadeyle daha yararlı uygulamalar yapabilmeleri için katkıda bulunmayı hedeflerken, "Teorinin Pratikle Bütünleştirildiği Eğitim sisteminde" uygulama üzerinde çalışılması gereken konuları belirlemek suretiyle teoriye katkıda bulunur. İkisinin birbiriyle uzlaşmaz değil, tam aksine uyumlu olduğunu kabul etmek bir muhasebe eğitimcisi için temel ilke olmalıdır. Vak'a, gerçek bir işletme probleminin tarafsız bir tarzda tasvir edildiği ve gerçek olaylara ışık tutan bir metin. Vak'a çalışması. teori-pratik(uygulama) entegrasyonunu içeren, öğrenciye teorik bilgiler verildikten sonra, bu bilgilerin uygulanmasını ve pekiştirilmesini sağlamak amacı ile, eğitim- öğrenim veriminin maksimum kılınmasında önemli eğitim araçlarından bir tanesi. Öğrencinin gerçek iş hayatında bir muhasebecinin karşılaştığı problemlerle karşı karşıya bırakılması ve bu problemleri uygulamada kullanılan metod ve teknikler aracılığı ile çözmeye yöneltilmesi, iş hayatına atıldığında mesleği ile ilgili daha verimli ve başarılı olmasını sağlayacağı açık. Vak'a metodunun uygulandığı derslik/amfi bir simülasyon merkezi niteliğinde ve öğrenci bu merkezde üzerinde çalıştığı ve bir çözüme ulaştığı vak'a problemini gözden geçirmek, çalışmalarında ulaştığı sonuçların yeterliliğini test etme, sınama olanağını bulmakta. Vak'a; hız verici, yönetim usullerini tasvir edici, sistemli analize olanak sağlayan vakalar olarak sınıflandırılabilmekte. Çalışmada geliştirilmeye çalışılan vak'a "Satışların Maliyetinin Hesaplanmasına Yönelik Amprik Bir Çalışma" iki farklı sektörde faaliyet gösteren kurumsallaşmış popüler iki firmanın gerçek verilerini içermekte olup, öğrencilere gelir tablosunun önemli unsurunun nasıl hesaplanacağını öğretmeyi hedeflemekte. Vak'a bilgileri bizzat bu firmalara gidilerek elde edilmiş gerçek verilerden oluşmaktadır.   Sonsöz: Vak'a yazımını çok ciddi bir iş olduğunun bilincinde olarak, İki farklı sektörde faaliyet gösteren iki firmaya ait gerçek verilerle geliştirilmeye çalışılan Vak'a çalışmamız amatörce yapılmış, bir deneme niteliğinde. Teori ve Pratiğin entegre edilerek eğitime taşınması çok önemli. Günümüzde muhasebe eğitimini veren üniversitelerde dahil tüm kurumlar, muhasebe mesleğinin kalite imajını sürdürülebilir kılmaları, hatta arttırmaları ancak muhasebe eğitim kalitesini arttırmaktan geçtiği yadsınamaz bir gerçek. Muhasebe eğitiminde bu vizyon vazgeçilmez bir paradigma olarak herkesçe kabul edilmek zorunda. Bu şekilde eğitim görme olanağını elde edenler, mesleği en iyi bir biçimde temsil etme yeteneğine (gerekli bilgi, donanım, yetenek ve becerilere) sahip olacağı tartışmasız bir gerçek. Muhasebe eğitiminin; bilimsel olarak sürdürüldüğü, yükseköğretim kurumlarından da aynı beklenti fazlası ile bulunmakta. Bu çalışmayı yazanların hayali ve özlemi, özellikle öğretim elemanlarının "Üniversite-Sanayi "işbirliği kapsamında, firmaların sorunları çözüme kavuşturmalarını sağlayacak sistemlerin en kısa sürede kurulup, işletilmesidir. Üniversitelerde gerçekleştirilecek üretime yönelik bu yeni yapılanma; piyasadan edinilen bilgi ve tecrübelerin üniversiteye taşınmasına, daha yetkin öğrencilerin yetiştirilmesine, uygulamaya dönük bilimsel çalışmaları ortaya konmasına, kısaca üniversitelerin çıktı değerlerinin ülke ekonomisine sinerjik katkı sağlayacaktır. Referans: [1] Hirsch, Ernst E. , Anılarım, Kayzer Dönemi, Weimar Cumhuriyeti, Atatürk Ülkesi (Aus des Kaisers Zeiten durch Weimarer Republik in das Land Atatürks, Eine unzeitgämesse Autobiographie), Çev:F. Suphi, Tübitak Popüler Bilim Kitapları, Ankara, 5. Basım, Nisan 2000, s. 245-249. [2] http://guncel. tgv. org. tr/journal/35/pdf/364. pdf, http://www. muhasebevergi. com/content. aspx?id=271 [3] http://www. gokselyucel. net/muhasebe-egitiminin-kalitesini-artirmada-egitimcinin-rolu/ [4] Agk.    ETİKETLER: kitap,Atatürk,Mustafa Kemal Atatürk,Türkiye,Ankara,İstanbul,TÜBİTAK

2022-2023 Bahar Yarıyıl Kütahya Dumlupınar Üniversitesi Eğitim-öğretimin Yürütülmesine İlişkin Uygulama Esasları

  Kütahya Dumlupınar Üniversitesi 2022-2023 Bahar Eğitim Öğretim Yılında Eğitim Öğretimin Yürütülmesine İlişkin Uygulama Esasları 06.02.2023 tarihinde Kahramanmaraş merkezli  deprem afetinin ülke genelindeki etkileri nedeniyle, Yükseköğretim Kurulu Başkanlığı'nın İlgi (b)'de kayıtlı yazısı ve Üniversitemiz Senatosu'nun 20.02.2023 tarihli ve 2023-09 sayılı toplantısında alınan kararlar doğrultusunda, "2022-2023 Bahar Yarıyılı Akademik Takvimi" ile "Kütahya Dumlupınar Üniversitesi Eğitim-Öğretimin Yürütülmesine İlişkin Uygulama Esasları" düzenlenmiş ve Üniversitemiz Senatosu'nun 20.02.2023 tarihli ve 9 sayılı toplantısında alınan 2023.SEN.67 No.lu kararı ile kabul edilmiştir. Söz konusu karar ve ekleri yazımız ekinde gönderilmekte olup, ayrıca Üniversitemiz internet sitesinde yayımlanmıştır. https://bit.ly/3kxHx19                                                                                                                                           Üniversitemizde 2022-2023   bahar yarıyılı  İİBF açılan derslerin tamamı http://eys.dpu.edu.tr adresinde hizmet vermekte olan Öğrenim Yönetim Sistemi üzerinden yürütülecek olup bu sisteme OBS'ye giriş için kullandığınız kullanıcı adı ve şifrenizi kullanarak erişebilirsiniz. Sistemin kullanımı hakkında hazırlanan eğitim videosu ve dökümanları aşağıda bulunan "Öğrenci İşlemleri" menüsünden ulaşabilirsiniz. Derslerinizde başarılar dilerim. Üniversitemiz Öğrenci Bilgi Sistemi (obs.dpu.edu.tr) Uzaktan Eğitim Uygulama ve Araştırma Merkezi Öğrenme Yönetim Sistemi Platformu (eys.dpu.edu.tr) Bizleri öğrencilerimizle buluşturan  UZEM  merkezi çalışanlarına  ve  bu projede emeği geçenlere  teşekkür ....İyi İnsanlar iyi işlerin yanında.. Nerede iyi işler var ise orada iyi insanlar var... Kütahya Dumlupınar Üniversitesi Uzaktan Eğitim Dersleri ile İlgili Sık Sorulan Soruların cevapları https://bit.ly/2JbLvpQ   https://yokdersleri.yok.gov.tr/   Bugün öğrendiklerimiz, geleceğin yeni normalini şekillendiriyor Ülkemizin 6 şubat 2023  karşı karşıya kaldığı bu büyük  afet, insanlığın, kurumların, sistemin, hükümetin ve uluslararası kuruluşların verdiği çok zor bir sınav oldu. Bu süreçte atılacak her adım, verilecek her karar ve uygulama hem bugünü hem de geleceğimizi etkileyecek. Daha şimdiden bu afetti yönetmeye çalışan yetkililer, farklı karar ve davranışlarının sonuçlarını ve etkilerini görebiliyoruz Bir taraftan kendimizi koruyarak bu durumu nasıl yöneteceğimizi konuşurken, diğer yandan bu büyük afetten aldığımız dersler, öğrendiklerimiz ve gelecekteki ‘yeni normal’in ne olacağı konusunu konuşuyoruz. Aslında sürekli koşturmaca içinde nefes almadan sürdürdüğümüz hayata bu büyük afet ile bir anlamda mola verdik. Bu afetin hiçbir fark gözetmediğini gördük. Bu dönemde çoğunluğumuzun bireysel olarak düşünceleri, hayata bakışı değişti ve çok şey öğrendik. Çaresizliğin ne demek olduğunu, paranın her şeyi satın almaya yetmediğini, ailenin anlamını, birlikte olmanın önemini ve hep birlikte yaşadığımız mekânların neden sağlam olması gerektiğini öğrendik. Dayanışmayı, yardımlaşmayı, hatır sormayı hatırladık. En önemlisi herkesin sadece kendini düşünmesinin hayatta kalmaya yetmediğini, kendimizi kurtarmanın yolunun aynı zamanda başkalarını da düşünmek olduğunu anladık. Böylesi büyük bir afete maruz kalmamız ve çaresizliğimiz, bir anlamda sistemin yanlış kurgulanması ile ilgili sorunları da gözler önüne seriyor. Bu aynı zamanda daha sonra ortaya çıkabilecek daha büyük sorunların önlenmesi için nereden başlamamız gerektiğine dair çok önemli bir gösterge. Bilim ve bilginin önemi ne yazık ki toplumumuz tarafından bir türlü benimsenmedi ve anlaşılamadı. Bilgi, bilim ve üretilen teknoloji ile doğanın yarattığı devasa deprem gücü ile baş edilebileceğini Japonların geliştirdikleri teknoloji ile ispatladıklarını biliyoruz. Ancak ülkemiz her yönden deprem baskısı altında olmasına rağmen hiçbir ciddi önlem alınmadı. Her deprem sonrası birkaç gün birkaç toplantı ve tespit raporu yazıldığı, ancak önlemlerin alınmadığını bir kez daha anladık.Geçmişte ve günümüzde  Jeoloji bilimi bilgisine uygun, fizik yasalarına ve mühendislik ilkelerine göre yapılan binaların yıkılmadığını gördük. Tarihin en şiddetli ve geniş bir alanda peş peşe ikiz depremin uzun sürmesi ile on binlerce binayı yerle bir ederken bazılarının zarar görmemesi bilimsel bilginin yönetmeliklere uygun kullanılmasının depremin yaratacağı tahribata karşı konulabileceğini göstermektedir. Diğer bir ifade ile deprem yönetmenliğine göre gerekli mühendislik hesaplamaları yapılırsa, uygun inşaat malzemesi kullanılırsa ve denetimler zamanında yapılırsa binalar depreme dayanabilmekte ve yıkılmamaktadır. Kaldı ki depremde yerleşim yerlerindeki binaların %40 kadarı sağlam kalabilmiş. Demek ki kurallara uygun yapılan, malzemeleri amaca uygun kullanılan binalar depremden az etkilenmektedir. Bilimsel bilginin kullanıldığı benzer yapıların yıkılmaması geleceğe güven vermektedir. Nihayet insanlar neden bazı binalar yıkılmıyor sorusunu daha yeni sorar oldu. O zaman soru şu: eğer bu deprem bu şiddette Japonya’da olsaydı kaç kişi ölürdü? Sorunun cevabı muhtemelen birkaç insan olacaktır. O zaman hep berber kendi kendimize bir kez daha soralım, NEDEN 10 kent yerle bir oldu, on binlerce insanımız öldü, acı gözyaşı, korku ve kültürel değer kayıpları gibi binlerce sorun ve olgu ortaya çıktı. Ülkenin okumuşları, aydınları, vicdanı olan yetkililer başta olmak üzere hep berber şapkamızı önümüze koyup yeniden bilimsel bilgi ekseninde deprem gerçeği konusu hakkında ne yapılabiliriz deyip tartışmamız gerekiyor. "Hayatta, en gerçek yol gösterici bilimdir, fendir!" mottosunu özümsiyerek; bir Üniversite öğrencisi olarak çevrenizdekileri  resmi yetkililerin  direktifleri doğrultusunda bilinçlendirerek hurafelerden, asparagas / manipülatif haberlerden uzak durmanız. Bu eğilimde olanları uyarmanız ve yetkililere bildirmeniz . Şarlatanlara ve Komplo Teoricilere, Bilimsel kanıt olmadan konuşanlara, Bilimi ve Bilim insanlarını küçümseyenlere, "Şu ülkenin cezası şundan veriliyor" diye konuşanlara, Her konuda politik fanatiklik ile hareket edenlere ve Resmi makamların dışındaki haberlere itibar etmeyin. Herkes kararlarında özgür ama toplumsal sonuçlarına katlanmak zorunda kalacağınızı unutmayın. Toplumsal Sorumluluklarımızdan kaçınabiliriz, ama kaçınmanın sonuçlarından kaçanamayacağımızdan şüpheniz olmasın  Bugün hepimiz için Doğu Anadolu'da, Güneydoğu Anadolu'da ve Akdeniz'in doğusunda ki bu acıyı, bu yaraları siyasi hesaplara bulamadan hep birlikte sarmanın, yardımlaşmanın ve kucaklaşmanın günü…Gün,eleştiri günü değil; dayanışma ve acıları paylaşma günü !   Sevgili Öğrenciler; Hepinizin bildiği üzere bu boyut da bir afetle karşı karşıyayız. Ülkemizde ki tüm kesimler gibi akademi dünyası da bu durumdan derin bir biçimde etkilenmiş durumda. Tüm Üniversitelerin “Tıp,  Diş  Hekimliği,  Hemşirelik,  Ebelik,  Veterinerlik,  Mühendislik  vb” hariç  biz de eğitimimizi aksatmadan on line Ortamda devam ettireceğiz. Eksikliklerimiz olabilir bunları zaman içinde sizlerin de pozitif katkılarınızla gidereceğimizden emin olabilirsiniz. Sizlerin yardım ve işbirliğinize ihtiyacımız var. Her zamankinden daha fazla çalışmak ve birbirimizle dayanışma içinde olmak zorundayız. Sizlere sanal sınıflar da on line ders  anlatacağız. Normal hayata geçiş sürecinde de telefi derslerle akademik takvimi tamamlayacağız. Sizlerden eğitimin dışında tek ricam ve beklentim bu büyük afetle ilgili yetkililerin uyarılarına harfiyen uyarak bu afetler karşısında gerekli önlemleri almanız. Bugün hepimiz için Doğu Anadolu'da, Güneydoğu Anadolu'da ve Akdeniz'in doğusunda ki bu acıyı, bu yaraları siyasi hesaplara bulamadan hep birlikte sarmanın, yardımlaşmanın ve kucaklaşmanın günü…Gün, eleştiri günü değil; dayanışma ve acıları paylaşma günü ! Sağlıcakla kalın!… 2022-2023 Eğitim Öğretim Yılı Bahar Yarıyılı Final ve Bütünleme Sınavları Uygulama Esasları       https://l24.im/rdJsIqX 2022-2023 Eğitim Öğretim Yılı Bahar Yarıyılında ön lisans, lisans ve lisansüstü programlarda yürütülen derslerin yarıyıl sonu ve bütünleme sınavları "Kütahya Dumlupınar Üniversitesi 03.04.2023 Tarihinden İtibaren Yürütülecek 2022-2023 Bahar Yarıyılı Eğitim Öğretim Faaliyetleri Uygulama Esasları" nın 5'inci maddesi hükümleri çerçevesinde çevrimiçi (online) yapılacaktır. İslami İlimler Fakültesi Arapça Hazırlık Sınıfı Genel Sınavı ile Yabancı Diller Yüksekokulu İngilizce Hazırlık Sınıfı İngilizce Yabancı Dil Yeterlik Sınavı (YDYS) sınavlarının yapılma şekli yeniden değerlendirilmiş olup, Üniversitemiz Senatosu’nun 29.05.2023 tarihli kararı uyarınca söz konusu sınavlar da çevrimiçi (online)  olarak uygulanacaktır.