Tüm Bilgi Paylaşımlarım

Mezunları En Kolay İş Bulan Üniversiteler Listesi....

 Mezunları En Kolay İş Bulan Üniversiteler Listesi.... İngiliz eğitim danışmanlık şirketi Quacquarelli Symonds (QS), mezunlarının iş bulma oranının en yüksek olduğu üniversiteleri belirledi. Listede Türkiye’den hiçbir üniversite ilk 100’de yer bulamadı.   300 üniversitenin yer aldığı listede MGU ve MGİMO 101-150 aralığında, Bilkent Üniversitesi151-200 aralığında yer aldı. Araştırmanın tamamına aşağıdaki linkten ulaşmak mümkün: http://www.iu.qs.com/university-rankings/ger/ Her yıl üniversite ve bölüm tercihi yapmak durumunda kalan 2 milyonun üzerinde lise ve dengi okul öğrencisinin daha doğru tercih yapmalarına katkı olması için 2017 yılı başında Türkiye'de ulusal bir araştırma yürütülmüştür. Bu araştırmanın sonucuna göre, Türkiye'de eğitim veren devlet ve vakıf üniversiteleri olmak üzere toplam 200'e yakın üniversite içerisinden mezunları en hızlı ve en kolay iş bulan 10 üniversite aşağıda sıralanmıştır:http://calibre.kyyd.org.tr/EniyiUniversiteler.aspx 1) Sabancı Üniversitesi  2) Orta Doğu Teknik Üniversitesi (ODTÜ)  3) Boğaziçi Üniversitesi  4) İstanbul Teknik Üniversitesi (İTÜ)  5) Koç Üniversitesi  6) Yıdız Teknik Üniversitesi  7) Gebze Teknik Üniversitesi  8) TOBB Ekonomi ve Teknoloji Üniversitesi  9) Acıbadem Üniversitesi  10) Bilkent Üniversitesi     Ülke genelindeki tüm üniversite mezunlarını kapsayacak şekilde yapılan ulusal araştırma, İstanbul Teknik Üniversitesi İşletme Fakültesi öğretim üyesi Doç. Dr. Salim Atay http://www.kyyd.org.tr/   tarafından gerçekleştirildi. Bu araştırmanın sonuçlarının, başta üniversiteler ve bölümler olmak üzere halen yükseköğretindeki öğrencilere ve genç mezunlara işgücü piyasasının beklentilerini karşılamaları, daha iyi bir kariyere sahip olabilmeleri için yol gösterici olması umut ediliyor.  

Ayasofya‘nın Tekrar İbadete Açılmasının Tüm İnsanlığa , Türk Milleti‘ne ve Türk Dünyasına Hayırlara Vesile Olmasını Diliyorum..

İlksöz: 567 yıl önce Türk'ün Cihan  İmparatoru Fatih Sultan Mehmet Ayasofya'da  ilk namazını kılarak bu mekanı  camiye  çevirmiş ve İstanbul'un Türklerin toprağı olduğunu tescil etmiştir.  Bu bağlamda Selam olsun Anadolu’nun kapılarını açan Alparslan’a, selam olsun İstanbul’u fetheden Fatih Sultan Mehmet’e, selam olsun İstanbul'u ve vatanı düşmandan kurtaran  Gazi Mustafa Kemal’e... Alparslan da Fatih de Gazi Mustafa Kemal Atatürk de bizimdir. Tarihte Atatürk’e düşman olup da Türk'e dost olan çıkmamıştır. Bunun tek bir istisnası bile yoktur. Çünkü Atatürk; Asya'dan Akdeniz'e, bir kısrak başı gibi uzanan bu memleketin ve büyük Türk Milleti'nin, mavi gözlü bozkurdudur.   Ayasofya'nın camiye çevrilmesi  567 yıl önce yapıldı, 1920’de İtilâf Devletlerince işgal edilen İstanbul ve Ayasofya’nın   Gazi Mustafa Kemal Paşa’nın önderliğinde Kurtuluş Savaşını kazanan Türk birliklerinin 6 Ekim 1923 günü şehre girmesiyle kurtarılmıştır  ve ayrıca Ayasofya'nın  Hünkar Kasrı'nda öğle ve ikindi namazların kılındığını, bu vakitlerin ezanları da Sultanahmet Camisi ile karşılıklı okunduğuna  unutmadan Cumhuriyetin ilk kuruluşunda ki paradigmanın doğru olduğuna inancım tam. Cumhuriyetin  ilk kuruluş döneminde ki ekonomik,sosyal ve siyasal konjonktür dikkate alınarak verilmiş stratejik bir karar . Bu kararın, sosyal,siyasal ve ekonomik sonuçları  (fayda -maliyet analizi) yapılarak ortaya konulduğundan da hiç şüphem yok .Şimdi ki paradigma değişikliği  şimdi ki stratajik karar gibi..Yanlış işleri yapmamaya ve doğru işleri yapmaya başlamak çok önemli. İşleri doğru yapmak yetmiyor, doğru işleri de yapmak gerekiyor . Bu arada bir kararın kaçınılmaz olması doğru olduğu anlamına gelmiyor.  Bu notumuz şimdilik burada kalsın.. ​Ayasofya adındaki "Aya" sözcüğü "kutsal, azize" anlamına gelir. "Sofya" sözcüğü ise Eski Yunancada "bilgelik" anlamındaki sophos sözcüğünden gelir. Dolayısıyla "aya sofya" adı "kutsal bilgelik" ya da "ilahî bilgelik" anlamında. Ayasofya’nın inşaatında yaklaşık 10.000 işçinin çalıştığı ve I.Justinianus'un bu iş için büyük bir servet harcadığı belirtilir. Bu çok eski binanın bir özelliği, yapımında kullanılan bazı sütun, kapı ve taşların binadan daha eski yapı ve tapınaklardan getirilmiş olmasıdır. Ayasofya'nın yapımında Efes^teki Artemis Tapınağın^ndan Mısır’daki Güneş Tapınağı’ndan Heliopolis Lübnan^daki Baalbek Tapınağ'ndan ve daha birçok tapınaktan getirtilen sütunlar kullanılmıştır. Ayasofya, o zamana kadar en büyük yapı olarak kabul edilen Süleyman'ın Tapınağı'ndan daha büyük olduğundan İmparator 1.Justinianus (Jüstinyen) halka yaptığı açılış konuşmasında "Ey Süleyman! Seni yendim" dediği tarih kitaplarında yazmaktadır.. Ayasofya'nın asli hüviyeti; bir mabed oluşudur, insanın sorumluluğu bir mabedi ancak bir mabed olarak korumak ve yaşatmaktır. İnsanın en eski inançlarından biri, mabedlerin asli hüviyetine dokunanın lanete uğrayacağına dair inançtır. Nitekim Latin Katolikler,  1204 yılında Papa'nın emriyle çıktıkları 4. Haçlı Yürüyüşünde Ortodoks dünyanın başkenti olan İstanbul'u Nisan 1204'te işgal ederek Ayasofya başta olmak tüm İbadethaneler saldırıya uğrayarak, tahrip edilmiş, rahibelere mabed içinde tecavüz edip türlü rezillikler işlenmiştir. Bu nedenle, bütün Ortodoks Hristiyanlar, Katolik Hristiyanların lanetlendiklerini ve mutlaka Tanrı tarafından cezalandırılacaklarına inanmışlardı. Bizans din adamlarının “Ayasofya'da Papa'nın külahını görmektense, Osmanlı sarığını görmeyi tercih ederim” demelerinin altındaki gizli lanetin sebebi buydu. Fatih İstanbul'u fethederek bunu değiştirdi. Ayasofya İmparatorluk kilisesi idi, harabe ve metruk vaziyette idi. İmparator değişince İmparatorun mabedi de yeni şekli ile yeniden imar, ihya ve inşa edildi.Fatih Fetihle birlikte, Müslümanların ulul emri, Türklerin hakanı, Arab’ın ve Acemin padişahı, Ortodoksların hamisi ve Doğu Roma Bizans’ın imparatoru oldu. . Müslümanlar bile Ayasofya’yı turist gibi geziyor. Ayasofya’nın tarihi ve anlamı üzerinde düşünmüyor. Mesela bir çok kişi, oranın bir Kıbleteyn noktası olduğunu bilmez. Oranın inşasının Süleyman Mabedine nispet olarak bir Hac yeri olarak yapıldığını da bilmez. Kimi Ayasofya’yı Fatihin “Kılıç zoru” ile ya da “Kılıç Hakkı” olarak aldığını zanneder. Unutmayın, “Kitap’ı arkanıza atarak kılıçla girdiğiniz yerden Kılıçla çıkartırsınız. Size adaleti emreden o kitapla girdiğiniz yerde bir daha çıkartılmanız, kavmin tümü sapıtmadıkça, çok zordur. Fatih Ayasofya’yı satın da almadı, zorla da almadı. Orası İmparatorluk kilisesi idi. Fatih, İstanbul’u Bizans’tan almadı, Bizans’ı, Hristiyanların da katıldıkları bir Fehitle, Latin işgalinden kurtardı ve Latinlerle işbirliği yapan İmparatoru ve Patriği devreden çıkartıp, Bizans Halkının da desteği ile Doğu Roma Bizans’ın imparatoru oldu. Yeni Patrik atadı ve daha sonra Ermeni Patrikliğini kurdu. Ayasofya İmparatorluk kilisesi idi. İmparator Müslüman olunca, bu Mabedin de Cami olarak inşası gerekiyordu. Mabed harap vaziyetteydi. Latinler Ayasofya’yı talan etmişler ve tahrip etmişler, ruhanilere işkence etmişlerdi. Fatih bir bütçe ayırarak Ayasofya’nın tamirini sağladı ve Ayasofya’daki Ruhbanların kendileri için yeni bir Mabed inşa etmeleri, kütüphane ve kendi emaneti mukaddeslerini oraya taşımaları için onlara maddi yardımda bulundu. Cami “Allah’ın evi” makamında olduğu ve mülk edilemeyeceği içinde Ayasofya’yı Vakfetti. Mabedler Allah’a adanmış mekanlardır. Onun egemeni, hakimi, sahibi olmaz.  Siyasî mülahazalarla bu karara karşı çıkmanın, hem Türkiye Cumhuriyeti açısından hem de Türk Dünyası açısından doğru değil.. Komplo teorileri  uydurarak zihinleri bulundırma,  toplumu fortmatlama, toplumu afazi hale getirme zamanı değil, yaraları sarma zamanıdır.  Tarih övgü ya da sövgü kitabı değildir. Ders alınması gerek ve bu deneyimlerle geleceği doğru bir şekilde inşa etmek gerekir. Mabedler kavga yeri değildir. Cumhuriyetin  ilk kuruluş döneminde Ayasofyanın müze yapılma kararı, kim ne derse desin Cumhuriyetin kurucu kadroları  tarafından; ekonomik,sosyal ve siyasal konjonktür dikkate alınarak verilmiş stratejik bir karardır . Bu kararın, sosyal,siyasal ve ekonomik sonuçları  (fayda -maliyet analizi) yapılarak ortaya konulduğundan da hiç şüphem yok."Mülazahat hanesini açık bırakmak gerekiyor başka bir deyişle bir kimse veya bir oluşum hakkında tek okumada ya da tek duyumda kesin bir yargıya varmayıp kararı zamana bırakmak gerekiyor. Bu bağlamda Veri, gündelik yaşamımızda gördüğümüz, duyduğumuz, okuduğumuz veya karşılaştığımız olaylardan edindiğimiz duyumların bütünü; beyin bunları sınıflandırıyor ve depoluyor. * Malumat, beyinde depolanmış verilerin düzenlenmiş, işlenmiş, muameleye tabi tutulmuş haline deniyor. * Bilgi, malumatın belirgin bir amacı gerçekleştirmeye yarayacak şekilde düzenlenmiş, zapturap altına alınmışlık durumu. * Bilgi sahibi olmak, akıl erdirme ve çözümleme yetisi gerektiriyor, oysa malumat edinme böyle bir kısıta tabi değil, kişi hayatta olduğu sürece kendiliğinden birikiyor. * Malumat sahibi olmadan, bilgi sahibi olmak mümkün değil; ama belirgin bir amacı, bir hedefi olmayan malumatın da furuşluktan öte işlevi yok." İrfan, bilginin ötesinde, duyarlılık, ortam farkındalığı, idrak ve "halden anlama" dediğimiz hassasiyetleri gerektiriyor. Bu bağlamda, zeka ve tecrübelerin bileşkesi, irfan.https://bit.ly/3dEyT7U İslam düşünce ve inanç dünyasında bütün yeryüzü mescittir, çünkü hakikatte asıl mabed İnsan'dır. İnsan nerede ise, mabed orasıdır. O nedenle insan, önce insana hizmet etmelidir, insana saygı duymalıdır. İnsana saygı duymayan lanetlenir. O nedenle; insan insanın hem mabedi hem lanetidir. Burada sözü fazla uzatmadan Yunus Emre herşeyi ne kadar güzel özetlediğini https://bit.ly/3g3bWgi eserinde görürsünüz. Mabede bizim geleneğimizde “Teşrif” edilmez. Mabedler “Tefriş” edilir. Tefriş edenler ve mabede gelenler şeref bulur.  Bizim için söz konusu olan, “İbadet” edilen yer anlamına gelen  “Mabed” ise, “Abd”, “Mabud”un önünde “Hakim” değil, “Hadim’ül harameyn”deki “Hadim” gibidir. İnsanlar hangi dinden olurlarsa olsunlar bilsinler ki, bu Mabed bugün çok daha büyük hürmet görecektir. Burası dünyanın sıfır noktası ve Kıbleteyn noktasıdır. Yüzü Süleyman Mabedi makamına inşa edilen Mescidi Aksa’ya ve Kâbe’ye dönüktür. Hz. Süleyman da bizim için bir kıraldan çok öte bir Nebi’dir. Ayasofya Süleyman Mabedinin yerine daha sonra yapılan Mabede nazire olarak yapılmış bir İmparatorluk Mabedidir. Ayasofya yine imparatorluk Mabedi olarak, İmparator Müslüman olduğu için aynı şekilde varlığını sürdürmektedir.  Son söz: İbret olsun ve ders alalım diye anlattığımız tarihteki sözde tartışmaların yeniden karşımıza birer birer çıkması... Fena....Fatih Dünya mirası olan Ayasofya’nın da ebediyete kadar korunmasını sağladı.Ayasofya Camii ‘Türk Milleti'nin KutluFetih den beri, dün de, bugün de, yarın da Türk'ün malı oldu, olmaya da devam edecek.İbadethaneyi müze yapan devlet, müzeyi ibadethane yapabilir.  Ayasofyanın ibadete açılma  stratejik kararının  bütün siyasi mülahazalardan uzak ​ ülkemizin milli menfaatleri doğrultusunda alınmıştır inancımı  koruyarak, Ayasofya'nın tekrar ibadete açılmasının Tüm insanlığa ,Türk Milleti'ne ve Türk Dünyasına hayırlara vesile olmasını diliyorum.. Bilmeyenler İçin Bir Not::3 Ocak 1929 tarihinde -Mustafa Kemal Paşa... Gazi Mustafa Kemal ATATÜRK 1934 yılında Ayasofya'yı Müze yapmıştır, doğrudur..! Peki, aynı ATATÜRK'ün 1936 yılında Ayasofya'yı "Ayasofyayı Kebir Camii" olarak tapuya tescil ettirip tapuyu Fatih Sultan Mehmet Vakfına verdiğini biliyor musun..? - Bilmiyorsan şimdi öğrenmiş oldun..! Demem o ki Ayasofya'da bu gün namaz kılabiliyorsan, Ayasofya senin tapulu malın ise bunu Gazi Mustafa Kemal ATATÜRK'e borçlusun ? "Nasihatnâme" “Biz buhran ithal etmediğimiz sürece bu kaosta sağlam durur, hatta fırsata çevirebiliriz. Safları sıkıştırmamız lâzım. Kendisine has bir kimliği vardır Türkiye’nin, batmaz. Batarsa, okyanuslar taşar, onu da kimse göze alamaz” Bilesin ki, akılla anlaşılamaz, pergele, cetvele gelmez bu Ülke. Kendisine has bir kimliği vardır, Türkiye’ye sadece iman edilir. Ey, Oğul! Gençsin. Uslanmış ömrün 21.yüzyılın ilk çeyreğine denk geldi. Aklını formatlayan, zamanın hakim doğruları. Sen sen ol, alâkalı delillerin bütününe vakıf olmadığında, aklının çıkarımlarına güvenme. Her daim gerekli, velâkin yeterli değildir akıl. Ey, Oğul! Herşeyi anlamaya kalkan, öfkeden ölmeyi göze alır derler. Bilesin ki, akılla anlaşılamaz, pergele, cetvele gelmez bu Ülke. Kendisine has bir kimliği vardır, Türkiye’ye sadece iman edilir. Ey, Oğul! Devirli bir oluşumdur, tarih. Sakın ola ki, ezelden ebede dümdüz uzanan doğrusal bir hat bellemeyesin. Güneş her gün daha mütekâmil bir dünyaya doğmaz. Gün olur, en gerideki, en öndekinden ilerde olur. Aristarkus, Kopernik’e “zıpçıktı astrolog” diyen devrimci Martin Luter’den daha ilericidir. Ahmet Yesevi, Kadızade Mehmet’in çok ötesinde. Ey, Oğul! Birşeye ille de benzeteceksen her budağından sürgün atan salkım saçak bir böğürtlen çalısına benzet tarihi. Bir sürgünü çiçeğe dururken, diğeri meyve vermekte, bir diğeri ise kurumaktadır. Bir çağda birden fazla çağ yaşanır. Ey, Oğul! Sen sen ol çağdaş sözcüğünü insanlık tarihinin en ileri aşamasıdır belleme. Kimi medeniyet yükselirken, kimi çiçeğe durmakta, bir diğeri gerilemekte, beriki çökmektedir. Tek bir sürgüne takılıp kalma, bütüne bak. Ekolojiyi kolla ki, tarih çalısı sürgün vermeyi sürdürebilsin. Birşeyden korkacaksan, soğuyan Güneşin seni yarı yolda bırakmasından korkmalısın. Ey, Oğul! Tarihin olanı değil, “olması gerekeni” kaydetmesi gerektiğini vaaz eden, Aristo. O gün, bugün, tarih yazıcılarının kısmı azamı kendilerini yandaş sürgünlerin geçmişini asilleştirmekle yükümlü hissederler. Eski çamların bardak olmaları da bundandır, ne Osmanlı, ne de Cumhuriyet tarihinin  hakkıyla yazılamamamış olması da bundan. Ey, Oğul! Güneşin balçıkla sıvanmadığı söylemi, zamanın ruhuna yenik düşenlerin avuntusudur. Tarih şahittir ki, güneş balçıkla sıvanabilir, gerçeklerin üstü örtülebilir. Hakikat sükût suikastına kurban gidebilir, hiç söylenmemiş, dile getirilmemiş gibi olabilir. Umumun  zihniyetine ters düşen gerçek, öfke uyandırır. Sapkınlıkla, sapıklıkla suçlanır, savunmasız kalır. Ey, Oğul! Hakikatın bu yüzyıldaki en yaman hasmı, dünyanın yeni düzenine revaç veren “doğru”lardır. Dünyaya çeteler hükümran  olduğunda evrensel  kamuoyuna  hitap eden ahkâm, insana  dair  hakikatı  yansıtmaz olur.  Hakim  kültüre  ters düşen toplumlar  düşkün ilan edilir,  milletler camiasından sürülürler. Ey, Oğul! Kâfir de olsan müslüman, değilim desen de Türk sayıldığın bir coğrafyanın çocuğusun. Sen sen ol, 21. yüzyılın şen şakrak ahkâmına yine de kapılma. ’79 İran rehine krizi,  Körfez, Somali, Irak, Libya kulağına küpe olsun. Rahmetli Edward Said’i ıskalamayasın. Ey, Oğul! Medyadan medet umma. Medya  ozgür olabilemez  Medya’nın başarısı umumun  zihniyeti doğrultusunda ürün vermesiyle kaimdir.  Gazeteci gerçek düşüncesini bağlı olduğunu gazeteye sokmamak için para alandır.  İnsanoğlunun hafifmeşrep, hafızayı beşerin nisyan ile malûl olduğunu bil, bugünün en silisiz gazetesinin, yarının en muteber tarihi vesikası sayılacağını aklından çıkarma. Ey, Oğul! Sen ki mustakbel bir babasın, hakim ahkâmın etlerini kılçıklarından ayırmasını öğrenmelisin. Mal, mülk, kılık kıyafet, itibar, sempoziyumlar, paneller göz kamaştırır. Sıkılmış yumruklar, keskin bakışlar, konserler, mitingler gönül çeler.  Pop zihniyetin doğru saydığını nihai hedeftir diye belleme. Şaşaalı kabullerin kendi gerçeklerini  karartmasına izin verme. Akranlarının aklına ille de uyma.  Genelde kabul gören ahkâma saygılı bir mesafede dur. Haktan ayrılma, gerçeklerden kopma ki, hakikat sulpunun yolunu bulabilsin. Ey, Oğul! Kahraman “kahr”dan türeme, kahramanlık konjönktürel. Görkemli törenlerle üstün hizmet madalyaları tevdi eden, umumun zihniyeti. Kahramanlığın hallerden bir hal, umumun ayran gönüllü olduğunu unutmayasın. Oysa yiğitlik  içsel bir haslettir. Haysiyetliliktir, erdemliliktir, cesarettir, mertliktir;  samimiyettir, sadakattir, vefadır. Üstün ahlâktır, kârsız sevgidir, ölçülü saygıdır.  Dobra ama patavatsız değil, cömert  ama savurgan değil,  yürekli ama saldırgan değil, inançlı ama yobaz değil, içten ama ahmak değildir yiğit. Ey, Oğul! Kahraman, gücü yetmediğinde kahraman olmaktan çıkar. Yiğit,  gücü yetmese de yiğit kalır. Yiğitlik madalyası yoktur.  De ki, takınamadın, ne gam?  Sen öyküneceksen, kahraman olmaya değil, yiğit olmaya öykünesin. Ey, Oğul! Akranıyla uçmayan kuş, semada hu! çeker derler. Sen sen ol, kankalarını sıradışı zekâlardan seç. Edepsizden edebini satın al. Cehl ile söyleşme ki, konjönktürel ahkâm seni fenersiz yakalayamasın. Ey, Oğul! Bayağılık geçer akçe olup yüreğini daralttığında, varıp  büyük edebiyatçıların kapılarında yatasın. Neş’et Ertaş, her kahramanın yiğit olmadığı en iyi bir bilendir. İnsan serüvenin üç yüz senaryodan ibaret olduğunu sana William Shakespeare hakkıyla anlatır.  Manzarayı umumiyi  İbni  Haldun hocadan sor. Cemil Meriç üstadı ihmal etme ki, özgün sanılan tekliflerin arkasına saklanmış Godot’u bekleyen asıl eserleri gösterebilesin. Ey, Oğul! Sakın ola ki, kitapları kendi düşüncelerini doğrulatmak için okuyanlardan olmayasın. Okumak gece yolculuğuna benzer, unutmayasın. Kelimeleri Karayollarının karanlık susaların iki yanlarını işaretlemek için yerleştirdiği fosforlu kedigözleri gibi düşüneceksin. Kedigözlerinin kendilerine ait güç kaynakları yoktur. Kitap sayfalarındaki kavramlar misali hayata gelmeleri, parlayabilmeleri için far ışıklarının üzerlerine düşmesi, onları aydınlatması gerekir. Ey, Oğul! Sürücünün ehil  olanı, kelimeleri aydınlatanın kendi farları olduğunun şuurunda olandır. Bırakıp gittiğinde susanın yeniden karanlığa bürüneceğinin, kararan metinlerin gecenin zifrini delemeyeceklerinin idrakında olmalısın.  Bilgiyle gerdeğe girmek isteyen sürücünün ehil olması gerekir. Ey, Oğul! Direksiyon başındaki o sürücü sensin. Kavramların dile gelebilmeleri için tekeri uygun yönde kırması gereken de sen. Kitap kapaklarını örtme ki sayfalara ışık sızabilsin, kelimeler, kavramlar parlasın. Tekinsiz bir yüzyıla denkleyen ömrün, karanlığa gömülmesin. Ey, Oğul! Çetelerin topluma hükümdar oldukları çöküş süreçlerinde eşrefi mahlûkat mertebesinin hakkını vermek zor zenaattır.  Ey, Oğul! Bu dünyaya dair senin tecrüben birse, beşerinki bindir. İslâm’ın, Zen’nin, eski/yeni Hıristiyanlığın kendini bilmeni öğütleyen kadim korosuna kulaklarını tıkamayasın. Fikirlerini, inançlarını, duygularını, davranışlarını, türdaşlarınla ilişkilerini,  bıkmadan, usanmadan, sürgit irdelemekten geri durma. Kendinle yüzleşmekten korkma. Ey, Oğul! Herkes yanlış bir ben doğru inancı ne kadar saçmaysa, herkes doğru bir ben yanlış hükmü da bir o kadar saçmadır. Meğer ki, kendinde keşfettiğin fıtri gücü, kabul, itiraf ve ilân etmekten kaçınıyor olasın, sayısız  olumsuzlukla bir başına halleşebilecek donanıma sahip olduğundan zinhar kuşku duymayacaksın. Çünkü, insansın ve bu dünya seninle başlar, seninle biter. Ataleti teslimiyyetle karıştırma. Yüreğindeki savaşçıyı uyandırmaya üşenme ki, 21.yüzyılın dayattığı ahval ve şeraitte kendine mukayyed olabilesin. Ey, Oğul! Zulmet, meçhul karanlıktır, kaostur. Lâkin, içeni Kıyamet’e dek diri kılan efsanevi ab-ı hayat/bengisu da zulmette gizlidir. Her kim ki, bu dünya ile kifayet etmez, Büyük İskender misali dirilik suyunun peşinde, Zulmet’e dalmaktan geri durmayacaktır. Ey, Oğul! Sibernetik organizmaların çağdaş yaşamın dirilik suyu olduklarını gözden kaçırma. “Cyborg” dediğin, ihtiyar güneş kızıldeve dönüşüp Dünya’yı yutmaya durduğunda insanoğlunu ölümsüz kılacak sonsuzluk tasavvuru, kadim Yaratılış mitlerindeki bengisunun yüksek teknoloji uyarlaması. Heyhat, 21. yüzyılda kimse yatağında ölmeye razı değil. Ey, Oğul! Sen sen ol, fizikle, matematikle iyi geçin. Bir gözün de hep astronominin üstünde olsun ki  yeni bulguları ıskalamayasın. Evren ve Dünya’ya dair algılarımıza, fizik ile matematik ayar verirler. Sosyal bilimler, sanat, edebiyat,  hukuk,  hatta  müzik, bunların yasaları doğrultusunda şekillenir. İtikada dair kaziye ve hükümler dahi fizik kurallarıyla desteklenmez, fen ile terbiye edilmezlerse, ibadet etkisiz kalır. Ey, Oğul! Kimse Katolik Kilisesi kadar bağnaz olmasın. Unutma ki, onlar bile İncil’in “dünya evrenin merkezinde sabittir, gökcisimleri onun etrafında dönerler” şeklindeki ahkâmını tevil etmek zorunda kaldılar. Dini inançlar söz konusu olduğunda hatayı tevil etmek, yanlışı kılıfına uydurmak yüzyıllar alır. Erken öten horozun başının kesildiğini de unutmayasın "Sekiz Yüz Elli Yedi"  "İslam'ın beklediği en şerefli gündür bu Rum Konstantiniyye'si oldu Türk İstanbul'u Cihana karşı koyan bir ordunun sahibi Türk'ün genç padişahı, bir gök yarılır gibi Girdi Eğrikapı'dan kır atının üstünde Fethetti İstanbul'u sekiz hafta üç günde O ne mutlu, mübarek bir kuluymuş Allah’ın! Belde-i Tayyibe’yi fetheden padişahın, Hak yerine getirdi en büyük niyazını Kıldı Ayasofya’da ikindi namazını! İşte o günden beri Türkün malı İstanbul, Başkasının olursa, yıkılmalı İstanbul! " Kadrajımdan Ayasofya....    

Türkiye Üniversitelerinin Uzaktan Eğitim Memnuniyet Araştırması ...

  İlk Söz: Öğrencilerimle yüz yüze ders yapmayı özlemle bekliyorum. Kim ne derse desin yüz yüze eğitimin yerini hiçbir şey tutamaz... 18 Mart 2020 Çarşamba akşamı okulların 3 haftalık bir ara tatil dönemine girdikten sonra başlayan uzaktan eğitim, 9 ay 7 gün sonra hala devam ediyor. Bir korku kitabının sayfalarından çıkmışçasına hayatımızı değiştiren Covid-19 süreci, her insana, her alana, her sektöre damgasını vurmakla birlikte, eğitimi, eğitilenleri ve eğitenleri hayal edemeyeceğimiz ölçülerde etkiledi. Geçtiğimiz bahar döneminin büyük bir kısmını, yaz dönemini, sonbahar dönemini uzaktan eğitim süreciyle geçirdik ve belki de gelecek bahar döneminde de uzaktan eğitime, ya da karma eğitim sistemine devam edeceğiz. Üniversite öğrencileri 18 Mart tarihinden itibaren uzaktan eğitim derslerine başladı.  öğrenciler uzaktan eğitim sürecinden ne kadar memnun? Hangi devlet ve vakıf üniversiteleri uzaktan eğitim sürecini iyi yönetiyor? En olumsuz etkilenen bölümler hangileri? Aşağıda ki linkten ulaşmak mümkün: i- Öğrencilerin sadece  % 35'i  uzaktan eğitimden memnun                              ii- İçerik ve materyallerin orijinal olmadığını düşünen % 53 iii- Öğretmen anlatımından memnun olmayan % 51 iv-Uzaktan eğitimde ses ve görüntü memnun olmayan % 48 v-İnternet olmayan yüzde 66 vi- Bilgisayar / tablet olmayan yüzde 63 http://www.yuksekogretim.org/ozet_2020000009.asp    Not:   ODTÜ öğrencileri online dönemdeki problemleri belirlemek ve çözüm önerileri sunmak için 4,500 kişilik bir anket çalışması yapmış. Sonuçlar:Alperen Keleş, "ODTÜ’de Uzaktan Eğitim Dönemi Nasıl Geçiyor?"  https://bit.ly/3hka04h                        

Tüfek, Mikrop ve Çelik– İnsan Topluluklarının Yazgıları

Not: Bu resim Covid-19 nedeniyle hayatını kaybeden ve torunlarına hoşçakal diyemeyen tüm dedeler ve nineler için yapılmış.- Sanatçı:Juan Lucena, Jerez de la Frontera/İspanya. Çok dokunaklı.... "Covid’le İlgili Anlatılmayan Gerçekler! " muhakkak okunması gereken bir makale... Özellikle 8.maddesi....  https://bit.ly/2FVoYiX       İlksöz: Küresel Oyun Kurucuların Sürdürülebilir Refahları İçin Enerji / Mikrop Savaşları "Neden Avrupalılar Amerika'yı keşfetti de Amerikalılar Avrupa'yı keşfetmedi?" Bu basit sorunun ardında insanlığın MÖ 11.000'den günümüze tarihi gizli. Fizyoloji profesörü Jared Diamond, Tüfek, Mikrop ve Çelik'te, aklımıza gelmeyen, geldiğinde çocukça bulduğumuz soruların yanıtlarını araştırırken, tarımın başlamasından yazının bulunuşuna, dinlerin ortaya çıkışından imparatorlukların kuruluşuna, tarihin seyrini belirleyen pek çok önemli adımı ayrıntısıyla inceliyor. İnsan toplulukları arasındaki farklılıkların, eşitsizliklerin nedenlerini, temellerine inmeye çalışarak sorguluyor; günümüz dünyasını biçimlendiren etkenlerin izini sürüyor... Biyoloji, jeoloji, arkeoloji, coğrafya gibi değişik bilim dallarından beslenen, "Batılı" koşullanmalardan arınmış, geleceği gösteren bir müthiş bir National Geographic Belgeseli.İzlemek isteyenler için link bırakıyorum.1-2-3 kısımdan oluşmaktadır  https://lnkd.in/dXhuf6U #tüfekmikropvecelik Dünyanın şu an karşı karşıya bulunduğu küresel kriz, insanlığın, kurumların, sistemin, hükümetlerin ve uluslararası kuruluşların verdiği çok zor bir sınav. Günümüz insanının teknolojinin (elektriğin ışıldattığı enerjinin sağlandığı) ve iletişimin 24 saat yerde-gökte ve denizde sürekli canlı bir yaşam sunduğu dünyamızın son sürat çılgın yaşamı son günlerde bir anda  corono  virüsün korkusu ile içinden çıkamaz bir hale geldi. Bu tehdit  karşısında uygarlığımızın içine düştüğü acizlik hepimizi derinden etkiledi, etkilemeyi de daha bir süre sürdüreceğe benziyor.Nükleer silah sahibi devletler, çeşit çeşit silahlar ve teknolojinin bir anda çaresiz kaldığı virüs salgını, insandan insana bulaşıyor paniği virüse yenik düşmemize neden oldu. Büyük insanlık sanki rüyasında kâbus görüyor.Henüz ilacı veya aşısı olmadığı için hastalığın yayılmasını geciktirerek zaman ve bağışıklık kazanmaya çalışıyoruz. Bu yüzden, evde oturuyoruz. Ama çoğu insanın aniden evlerinde kalmaya zorlanmalarını anlamıyor Üstelik ne bireyler, ne kurumlar ne de devletler, hiç birisi buna hazırlıklı değil. Bu süreçte atılacak her adım, verilecek her karar ve uygulama hem bugünü hem de geleceğimizi etkileyecek. Daha şimdiden bu krizi yönetmeye çalışan farklı ülkelerin, farklı karar ve davranışlarının sonuçlarını ve etkilerini görebiliyoruz.Bazı ülkelerin bu krizi önemsemeyip önlemleri almakta gecikmesinin ya da  sürü bağışıklığı  gibi yanlış politikalarının  çok ağır sonuçlarına tanık oluyoruz. Dünya Sağlık Örgütü (DSÖ) bu stratejiyi /politikayı riskli olarak nitelendirmesine rağmen , çok yüksek ölümlere yol açabileceğini ve sağlık sistemini çökerteceği  yönünde uyarılarına rağmen neden böyle bir strateji durup dururken ileri sürüldü? Bu stratejisinin doğru bir strateji olmadığı bilimsel araştırmalarla olduğu kadar, ortaya çıkan sonuçlarla da görmek mümkün. Dünya Sağlık Örgütü ve bilim kurulları da bu yönde görüş belirtiyor. O halde bazı ülkeler (resmi olarak adını böyle koymasalar da) neden bu stratejiyi uygulamakta ısrar ettiler? ya da ısrar ediyorlar? Bu sorunun yanıtı aslında çok basit, son 30 - 40 yıldır neoliberalizmin ülkelerin sağlık alt yapısını çökertmiş olması. Çünkü başta İngiltere ve Hollanda gibi ülkeler olmak üzere, birçok ülkede siyasal iktidarlar yıllardır sermayenin çıkarlarını toplumun ihtiyaçlarının üzerinde tuttular ve kamusal sağlık yatırımları için yeterince kaynak ayırmamaları, sağlık harcamalarını da yeterince fonlamamaları.Bu salgın ile birlikte birçok ülkedeki sağlık hizmetlerinin (yüksek maliyetler nedeniyle yeterince kaynak ayrılmayan özellikle de yoğun bakım hizmetlerinin) ihtiyacın çok gerisinde olduğu belirlendi. Salgın sonrasında hastanelere yığılma söz konusu olduğunda sağlık alt yapısının ne denli yetersiz olduğu görüldü. Örnek olarak, refah devleti döneminin en iyi sağlık sistemine sahip olduğu düşünülen Britanya’da 100,000 kişiye sadece 6,6; Hollanda’da 6,4 ve İsveç’te ise 5,8 yoğun bakım yatağı düştüğü ortaya çıktı. Böylece sürü bağışıklığı stratejisi ile hükümetlerin ve sağlık sisteminin yetersizliğinden kaynaklanan başarısızlığın faturası virüse ve "önlem almayan" bireylere kesiliyor. Çünkü bu stratejinin ardındaki fikriyat (tıpkı yoksullara neden yoksul olduklarını açıklarken onları tembel olmakla suçlamak gibi), hastaları kendi almaları gereken önlemleri almamakla suçlayan bir bakış açısına sahip. Büyük medyanın bu yöndeki dezenformasyonu sayesinde hem sağlıktaki özelleştirmeler, hem de bunların yürütücüleri olan siyasal iktidarlar sorumluluktan kurtulmuş oluyor. Kısaca iki başlık altında özetlemek mümkün birincisi  zayıf ve uyum yeteneği olmayanların yok edimesi .İkincisi Libaral ekonomik sistem politikalarıdır..Çünkü ”Sürü bağışıklığı (Herd absurdity https://bit.ly/2Z1b2e7 ), Libaralizmin insan yerine sistemi kurtarmayı esas alan  bir  politika bir strateji.Üstelik sağlık sistemi ve altyapısı tamamen serbest piyasa ekonomisine göre dizayn eden ülkeler bu küresel salgına tamamen hazırlıksız yakalanmaları bunun en temel göstergesi. Gelişmiş ülkelerde sağlık sisteminin çok pahalı olması. Düşük gelir düzeyinde olanların ise bu sağlık güvence sisteminden yeterince yararlanamaması https://www.who.int/ . Pek çok ‘gelişmiş’ ülke vatandaşları ne yazık ki bu yanlış ekonomik politikaların  sonucunu hayatları ile ödedi ve ödemeye devam ediyor. Örneğin İngiltere gibi.Boris Johnson, Corona ile dalga geçiyordu.Hem kendisi hem de halkı için çok yanlış bir karar aldı. Umarım bu hatadan ötürü çok kişi yaşamını kaybetmememiştir. Politikacıların yanlış kararları o ülkede yaşayan insanları canları ile ödüyor. Virüs halkın içinden geçmeliydi, insanlar sevdiklerini kaybetmeye hazır olmalıydı. Zenginler adalarında karantinaya çekilirken, emekçi halk ölüme hazırlanıyordu. Ellerindeki ideolojik argüman ise çok tanıdıktı: “We are all in this together”. Anlamı “Hepimiz birlikteyiz” ya da bizdeki karşılığıyla söylersek “Aynı gemideyiz”. Oysa salgında, aynı gemide olduğu söylenenler arasındaki eşitsizlik katlanarak büyüdü. Bu arada bir not daha düşmekte yarar var İngiltere,  isveç  ve Hollanda. Bu ülkelerin geç ve yanlış- sürü bağışıklığı- tedbir yaklaşımını- alma kararlarından dolayı uluslararası camiada tazminat ödemeye mahkum edilecekler mi?. Sanmıyorum. Varsa yoksa Çin ya da az gelişmiş / gelişmekte olan ülkeler.  Neden acaba?   Oxford Üniversitesi  Karolinska Enstitüsünün ve DSÖ'nün açıklamalarına rağmen Trump'ın  ve sahibinin  sesi olan Nobel Ödüllü   Fransız virolog Luc Montagnier'in  ve  Nobel Ödüllü Japonya Fizyoloji Tıp Profesörü Prof. Dr. Tasuku Honjo https://bit.ly/3bMZQWk  konuyla ilgili açıklamalarını  dinlerken  "Corono Virüsün bir biyolojik Silah olup olmadığı" konusunda tereddütler oluşuyor.  Bu konuda şüphelerimi giderebilmiş değilim. Bu şüphelerim özellikle Trump'ın Çin'i hedef alan dezenformasyon çabaları   ve DSÖ 'ne Ödemeleri durducağına yönelik açıklamalarıyla https://bbc.in/2RNqLcM . Alman Spiegel dergisi: Alman istihbarat servisi BND, Çin Devlet Başkanı Xi Jinping'in DSÖ başkanını 21 Ocak'ta bizzat arayarak, virüsün insandan insana geçtiği bilgisini saklamak ve küresel salgın ilanını engellemek için baskı yaptığını, tespit etti https://bit.ly/2SRO0ml .Komplo teorisi yapıyorsunuz ama bu komplo teorisini tıp literatürü ile desteklemeye çalışıyorsunuz. 25 Mart 2020’de, salgının yeni başladığı günlerde basında bir haber yer aldı: “Tam 8 yıl önce Almanya Başbakanı Angela Merkel ve Alman Meclisi’ne sunulan “Robert Koch Enstitüsü” 10.12.2012 tarihli ve 17/12051 sayılı "Risk Analizi ve Halkı Koruma" başlıklı raporunda https://bit.ly/2Y8T1tr, “Mutasyona uğramış, yeni SARS - Koronavirüs, Güneydoğu Asya’daki bir hayvan pazarından çıkacak. Tüm dünyayı saracak. Ülke olarak hazırlıklı olmalıyız. 3 yıl sürecek. 2 kez mutasyona uğrayacak. Aşısı 3 yılda ancak bulunacak.» Anlayacağınız bu konu herkesin bildiği bir sır! Bütün bu tartışmalardan "yoksa bu virüsü siz mi ürettiniz?" sorusu akla geliyor.  laboratuvarda özel olarak üretilmiş bir virüs mü? Arkasında ABD hegemonyasının çöküşünü hızlandırmak üzere iş birliği yapan devletler (aileler) mi var? Küresel ticaret savaşlarının bir aracı olarak mı kullanılıyor? küresel pazarı domine eden ve pazar payını arttırmaya çalışan belli başlı medikal şirketler arasındaki savaşın bir ürünü mü? Salgının arkasında sosyal medya platformlarının öncü şirketleri mi yer alıyor, amaçları da uluslararası toplumu dijital dünyaya mı hazırlamak? Bu soruların benzerlerini üretmek mümkün. Herhangi bir bilimsel kanıtla ispat edilemedikleri müddetçe birer komplo teorisi ve varsayımdan ibaret kalmaya mahkumlar. Ancak soruların ortaya koyduğu bir gerçeklik var: Artık bu pandemi devletler arası istihbarat savaşlarının bir öznesi. insanlık tarihinde bu virüs benzeri pandemilere ilişkin ders alınabilecek çok örnek  var. Biyolojik silahta bumerang etkisi: sizi bulması çok kolay, vurması ise kaçınılmaz!. "Bana  toplumunuzun politik egemenliğini nasıl inşa ettiğini söyleyin, ben de size salgınlarınızın hangi biçimleri alacağını ve onlarla nasıl başa çıkacağınızı söyleyeceğim.Bu, virüsün bir laboratuvar icadı ya da daha otoriter politikaları yaymak için Makyavelist bir plan olduğu saçma bir fikir değildir."diyor felsefeci Paul B Preciado This article was originally published at Mediapart.Source: Preciado, Paul B. (2020, Avril 11). “Les leçons du virus” Mediapart, Link.(**)Diğer yandan Yeni Dünya Düzeni planı içinde; küresel nüfusu azaltacak bir mühendislik çalışması (virüsler/aşılar/genetik olarak oynanmış yiyecekler), dünya nüfusunun bir milyardan aşağıya çekilmesi ve dünya kaynaklarının küresel oligarkların kullanımına bırakılma çabaları bu düşüncelerimizi desteklemekte(-) ABD ve Avrupa içine dağılmış  zengin iş adamlarının oluşturduğu milliyetsiz çıkar ağı diğer bir deyişle Discobolus kılıklı kopillerin Guido  von list'ler korosu eşliğinde sahne alarak 'Temizlik/kanı Arıtma" operasyonumu yapıyorlar diye düşünüyorum.  Bu notumuzda şimdilik burada kalsın .  Böylesi büyük bir krize maruz kalmamız ve çaresizliğimiz, bir anlamda sistemin yanlış kurgulanması ile ilgili sorunları da gözler önüne seriyor.  Bunu daha iyi anlamaya yardımcı olacak bir kaç rakam; tüm dünyadaki ilaç harcamaları için yapılan harcama 1.1 trilyon dolar ve hastalıkların tedavisi için yapılan harcamalar ise 7.9 trilyon dolar tutarında iken, hastalıkların önlenmesi için yapılan harcamalar sadece 0.2 trilyon dolar düzeyinde. Yani koruyucu sağlık önlemlerine, hastalıkların tedavisi için yapılan harcamaların sadece 40’da biri oranında kaynak tahsis ediliyor. Bu aynı zamanda daha sonra ortaya çıkabilecek daha büyük sorunların önlenmesi için nereden başlamamız gerektiğine dair çok önemli bir gösterge. Dünyada toplam askeri harcamaların tutarının 1.8 trilyon doların üzerinde olduğunu Dünyada hergün 26 bin kişinin açlıktan, 3 bin çocuğun ise Malarya‟dan öldüğünü biliyor muyuz? Ya sağlık sigortası olmadığı için her yıl ölüme terk edilen onbinlerce insan? Amerikanın yaptırımları yüzünden on yıllardır her gün yüzlerce İranlı ve Venezüellalının öldüğünün farkıda mıyız? İnsanın olduğu yerde, ne erdemin özü özverinin birlikteliği ve dayanışma ruhu bitecektir; ne de kendi kısa çıkarlarını her şeyin üstünde görenler, çıkarlarını korumak için duvar yükseltenler eksik olacaktır. Gezegenin sınırlarını zorlayarak yaratılan iklim değişikliğinin olası etkilerini umursamayanlar varlığını koruyacaktır. Gıda güvenirliliğini ve erişilebilirliğini sorun etmeyenler eksik olmayacaktır. İçme- kullanma ve sanayi suyuna erişimin bir insanlık hakkı olduğunu hiçe sayanlar eksik olmayacaktır. Sağlık sistemini, sosyal devlet anlayışının dışına iten ve neo-liberal anlayışın fetişizmine kurban edenler olacaktır. Ulaşım ve erişim konusunu da kârlılık ölçüsüne vuranları toplumsal yaşamdan uzaklaştırmak mümkün olmayacaktır.Şurası bir gerçek ki COVID-19 ile içinde bulunduğumuz durum bir “Savaş Hali”.. Bu savaş, tüm insanlığın savaşı.çünkü renk, din ve milliyet ayırmaksızın hepimize yönelmiş furumda. Şu ana kadar ülkeler kendi kabuklarına çekildi ve kendi halkı için en iyisini yapmaya çalışıyor çünkü aşı yok ve kaynaklar kısıtlı. Ancak yaşanan gerçek ve bu gerçeğin ne olduğunu anlamaya çalışıyoruz. Özenle alınan kıyafetler, sosyal toplantılar bir süre daha bekleyecek. Zira şu an sadece ve sadece sağlıklı kalmaya ve yaşam için gerekli temel gereksinmelere muhtacız..Zaman tek tek tüm insanların ve devletlerin dayanışma zamanı.Bu süreçte, sürdürülebilir kalkınma amaçlarından “Amaçlar için ortaklıklar ve işbirliği” en önemli yol haritamız olmalı.Artık " İnsanlığın bir seçim yapması gerekmekte. Bölünmüşlük yoluna mı gireceğiz yoksa küresel birlik yoluna mı adapte olacağız?" Bölünmüşlüğü seçtiğimiz takdirde sadece krizin uzamasına neden olmakla kalmayacak aynı zamanda gelecekte daha da kötü felaketlerin önünü açmış olacağız. Küresel birliği seçersek bu yalnızca Korona virüsüne karşı değil aynı zamanda 21. yüzyılda insanlığa musallat olacak gelecekteki tüm salgın ve krizlere karşı da bir zafer kazanılmış olacaktır.Zaman, insanlığın sağlığı ve sürdürülebilirliği için işbirliği ve güç birliği yapma zamanı. Sorunun başka türlü üstesinden gelebilmek mümkün değil.İnsanlığın küresel anlamda ilk defa korktuğu ve korkudan ne yapacağını bilmediği virüsün geçmişte nice kültürleri ve toplulukları yerle bir ederek tarihten nasıl sildiklerini anımsamakta yarar var. Küresel güçlerin kendi refahlarını sürdürülebilir kılmak için  diğer toplumların alt yapılarında  dolayısıyla üst yapılarında nasıl tahrifat yaptıklarını unutmamak gerkiyor.Bu arada konuyla ilgili  trajikomik bir hikaye. Birlikte okuyalım:      Hikayeye göre Neil Armstrong ve Buz Aldrin, Ay’a gitmeden önce pek çok kızılderilinin bulunduğu ıssız bir çölde eğitim gördü. Bir çok kızılderili kabilesi bulunan bu yerde astronotların trollenme hikâyesi ise şöyle başlar:     "Eğitim devam ederken Armstrong ve Aldrin bir kızılderiliyle karşılaşır ve adam, onlara burada ne yaptıklarını sorar. Astronotlar ise yakın zamanda Ay’a gideceklerini, çölde seyahate dair bir araştırma yapıldığını söylerler. Yaşlı adam duydukları karşısında kısa süreli bir sessizlikten sonra kendisi için bir iyilik yapılmasını ister.   "Astronotlar adama ne istediğini sorar, adam ise: "Kabilemdeki insanlar Ay'da kutsal ruhların yaşadığına inanır. Onlara halkımdan önemli bir mesaj iletmenizi isteyecektim." yanıtını verir. Astronotlar mesajı sorar, ancak kızılderili kendi dilinde bir şeyler söyler ve bunları ezberletene kadar tekrar ettirir. Söylediği cümlenin anlamı yerine "Bunu size söyleyemem. Sadece bizim kabilemizle ay ruhlarının bilebileceği bir sır” diyerek astronotları iyice merak ettirir. Üsse döndükten sonra Armstrong ve arkadaşı uzun uğraşlar sonucu yerel dili bilen birisini bulur ve heyecanla iletilmek istenen mesajı tercüme etmesini ister. Tercüme sonrası kahkahalara boğulan çevirmen, kızılderilinin dikkatle ezberlettiği o cümlenin "Bu adamların size söylediği hiçbir şeye inanmayın. Topraklarınızı çalmaya geldiler" anlamına geldiğini söyler." Neil Armstrong, Buzz Aldrin ve bir Kızılderili arasında geçen bu  ilginç diyolog insanlık tarihinin gerçek özeti.Bur arada iki not düşmek istiyorum.Birincisi;tarih boyunca toplumlar iki tür yoksullukla baş ettiler.:bazı insanların diğerlerinin sahip olduğu fırsatlardan yararlanmasını engelleyen toplumsal yosulluk ve gıda barınma kıtlığı sebebiyle bizzat hayatlarını riske atan biyolojik yosulluk.Toplumsal yoksulluk belki asla kaldırılmayacak ama dünyadaki pek çok ülkede biyollojik yoksulluk artık geride kalmıştır. İkinci notum 'Bilim'ile ilgili.Bilim,impororluklar ve sermaye arasındaki geri besleme döngüsü,geçtiğimiz beş yüzyıl boyunca tarihin başlıca lokomatifi olmuştur..Bu notumuzda şimdilik burada kalsın.Günümüzün gerçeği  bugün tüm insanlar, itiraf  etmek istemeseler bile, giyim kuşamda,düşüncede ve zevkte Avrupalıdır.Söylemde çok katı Avrupa karşıtı olabilirler ama gezegendeki neredeyse herkes siyast,tıp,savaş ve ekonomoyiAvrupa'nın gözlerinden görüyor.Avrupa melodileriyle yazılmış ve avrupa dillerinde söylenen müzikleri dinliyor.Yakın bir gelecekte küresel boyutta üstünlüğü kurmaya aday günümüzün Çin ekonomisi bile,Avrupa tipi üretim ve finans modeli üzerine kuruludur..Bu sürecinin geniş anlatımını "Tüfek, Mikrop ve Çelik -İnsan Topluluklarının Yazgıları " kitabında öğreniyoruz. Doğanın insana sunduğu yaban hayattaki bitkileri evcilleştirerek tarım yapan toplumlar ile bunu başaramayan toplumların etkilerinin bugüne yansıdığını bu kitapta anlatılıyor. Tarım yaparak iyi beslenen toplumların özelliklede Asya-Avrupa kıtalarında (Avrasyalıların) yatay boyuta gelişen toplumların geliştirdikleri tüfeklerin gücü ile Amerika’nın keşfi, Afrika’nın sömürgeleştirilmesinin nasıl gerçekleştirdiklerini, ayrıca tüfeğin gücünden çok virüs mikrobunun milyonlarca insanın ölümüne yol açtığını öğreniyoruz. Bugün değişik insan toplulukları birbirine farklı gelişmişliktelerse bu farklılıkların kıtalarda farklı hızda gelişiminin altında yine tarımda ileri düzeyde gelişmiş oldukları görülüyor. İnsanın çeliği kullanması ile tüfeği icat etiler, güç oldular ve bu güç bugün halen çoğu az gelişmiş ülkenin ensesinde 500 yıl önce nasıl Amerikalı yerlileri yok etilerse bugün de bu baskısı sürmekte. Bu arada tarih kitaplarında bize çok da anlatılmayan dünyanın kaderini değiştiren birçok savaşın asıl belirleyicilerinin savaşlarda kullanılan kılıç ve tüfek değil virüslerin kitlesel öldürme gücünün olduğunu öğrendik. Avrupa’da 1347-1352 yıllarında yaşanan veba hastalığının nüfusun üçte birini yok ettiği belirtiliyor. 1492 yılında İspanyollar tarafından keşfedilen Amerika’nın sömürgeleştirilmesi sırasına yaşanan çatışmalarda ölen yerlilerin çok daha fazlasının Avrupalı insanlardan bulaşan çiçek, kızamık, grip ve tifüs gibi hastalıklara bağışıklılıkları olmadığı için öldüklerini öğreniyoruz. Benzer şekilde Avrupalıların Afrika’yı ve Avustralya’yı işgalleri sırasında yerel halklardan milyonlarca insanın ölümüne silahların değil Avrupalıların getirdikleri hastalıklara bağışıklığı olmayanlar ölüyor. Gelişmişlik ve gelişmemişliğin temelinde yatan tarım, tüfek ve mikrobun önemini bu kitaptaki birçok anlatım yolu ile kavramanın mutluluğunu hep dost-arkadaş ve öğrencilerime öneririm. Küresel Oyun kurucu" dün dünyadaki 4 ırktan biri olan Kızılderililerin hemen hemen tamamını katletti, kara derililerin neredeyse tamamını köleleştirdi, sarı ırkı sömürdü... Bugün benzer bir tehditle karşı karşıya olmadığımızı kim söyleyebilir?. Peki nereden çıktı bu sorular.. ? İnsanlar tüm bu tarihsel süreç içersinde silah yapmayı ve silah yapmak için gereken maden (enerji) için savaşmayı öğrendi. "Enerji, her şey!... Sürdürülebilir refahın genetik kodu..  Enerji kaynaklarını, transfer olanaklarını elinde tutan  dünyayı elinde tutacağını yazıyor kitaplar...https://bit.ly/2yCVOkG Ancak bu son korona virüsü salgınının insandan insana bulaştırmasının ve korktuğumuz olgunun geçmişte de insanların bilerek veya bilmeyerek birbirine bulaştırarak yaşandığını bize üzüntü ile anlatan “Tüfek, Mikrop ve Çelik-İnsan Topluluklarının Yazgıları-” kitabını özetini birlikte okuyalım:   Tüfek, Mikrop ve Çelik– İnsan Topluluklarının Yazgıları-(*)   Bu kitap 660 sh.. Bu kitabı okumam diyenler için kitabın belgeseli https://bit.ly/3aUkzqP   Neden şu anda Avrupalı ve Asyalı halklar zenginlik ve güç sahibi de başkaları değil? Örneğin neden Amerika, Afrika ve Avustralya yerlileri gidip Avrupalıları ve Asyalıları öldüremedi, egemenlikleri altına alamadı, onların köklerini kazıyamadı? Son Buzul Çağı'nın sonuna, yani M.Ö. 11.000 yılına kadar bütün kıtalardaki bütün halklar hâlâ avcılık ve yiyecek toplayıcılığıyla geçiniyordu. M.S. 1500 yılında görülen teknolojik ve siyasal farklılıkların gerisinde, M.Ö. 11.000 yılıyla M.S. 1500 yılı arasında farklı ana karalardaki farklı hızda gelişim göstermiş olması gerçeği yatıyordu. Avustralya ve Amerika yerlileri avcı/yiyecek toplayıcı olarak kalırken, Avrasya halklarının büyük bölümü, Amerika'da ve Sahra'nın güneyinde yaşayan halkların epeycesi tarım, hayvancılık, metal işleme teknolojisi, karmaşık siyasal örgütlenme evrelerine geçmişti. Avrasya'nın bazı bölgeleriyle Amerika'nın bir bölgesinde yaşayan halklar birbirinden bağımsız olarak yazıyı da bulmuşlardı. O halde çağdaş dünyadaki eşitsizliklerle ilgili sorumuzu şöyle sorabiliriz: İnsanlar neden farklı kıtalarda farklı hızda gelişti? Tarihin seyrini oluşturan şey bu hız farklılıklarıdır ve benim kitabımın konusu da işte budur. Çağdaş dünyayı fetihler, salgın hastalıklar ve soykırımlar yoluyla biçimleyen şey eşit olmayan halklar arasındaki karşılıklı ilişkilerin tarihidir. Bu farklılıkların yarattığı yankılanmalar, aradan pek çok yüzyıl geçmesine karşın hâlâ sona ermemiştir ve bugün dünyanın en sorunlu bölgelerinin bazılarında hâlâ sürmektedir. Avrupa kökenli halkları yüceltmek şöyle dursun onların kültürlerinin temel ögelerinin çoğunun başka yerlerde yaşayan insanlar tarafından geliştirilmiş, daha sonra Batı Avrupa'ya taşınmış şeyler olduğunu göreceğiz. İnandırıcı gibi görünen bir başka sav da şu: Avustralya'ya gelen beyaz göçmenler burada okuryazar, sanayileşmiş, siyasal olarak merkezileşmiş, demokratik, metal alet kullanan, yiyecek üretimine dayanan bir toplum yarattılar; bütün bunları topu topu bir yüzyıl içinde başardılar, oysa yerli halk burada en az 40.000 yıldır metal kullanmadan avcı/yiyecek toplayıcı kabileler halinde yaşıyordu. İnsan topluluklarının gelişimi konusunda iki örnek vardı karşımızda, çevre koşulları ikisi için de aynıydı, tek değişiklik bu çevrede yaşayan halktaydı. Avustralya'nın yerli halkıyla Avrupa toplumları arasındaki farkın, halkların kendilerindeki farktan kaynaklandığını söylemek için bundan daha iyi bir kanıt aramaya gerek var mıydı? Bu tür ırkçı açıklamalara karşı çıkıyorsak bunları yalnızca iğrenç bulduğumuzdan değil, aynı zamanda yanlış olduklarındandır. Afrika ön insanlarının en uzun sürede evrimleştiği kıtadır, anatomik olarak çağdaş insan belki de ilk kez orada ortaya çıkmıştır, sıtma ve sarı humma gibi yerlilere özgü hastalıkların Avrupalı kaşiflerin ölümüne yol açtığı yer orasıdır. Uzun sürede kazanılmış bir ilk olma üstünlüğünün herhangi bir önemi varsa, niçin silahlar ve çelik ilkin Afrika'da bulunmadı da Avrupa'yı fethetmek böylece Afrikalılara ve Afrikalıların mikroplarına nasip olmadı? Bu kitabın bölümleri dört grupta toplandı. “Cennetten Cajamarca'ya” adlı 1. Kısım'da üç bölüm bulunuyor. I. Bölüm'de  son Buzul Çağı'nın sonuna kadar çok hızlı bir yolculuk yapılarak insan evrimi ve tarihi anlatılıyor. II. Bölüm bizi son 13.000 yıl içindeki kıtalardaki çevre koşullarının tarihi nasıl etkilediğini görüp anlamaya hazırlıyor, bunu anlayabilmemiz için adalardaki çevre koşullarının daha küçük bir zaman dilimi ve yüzölçümü içinde tarihi nasıl etkilediğini gösteriyor. III. Bölüm'de farklı kıtaların halklarının ilk kez karşı karşıya gelişi konusu ele alınıp tarihteki karşılaşmaların en acıklısının öyküsü, o günlerin görgü tanıklarının yazdıklarına dayanılarak yeniden anlatılıyor: Son bağımsız İnka Kralı Atahualpa'nın, Peru'nun Cajamarca kentinde, bütün ordularının gözü önünde Francisco Pizarro ile İspanyol fatihlerin küçük çetesi tarafından tutsak alınışının öyküsü. “Yiyecek Üretiminin Başlaması ve Yayılışı” başlığını taşıyan ve IV. Bölüm'den X. Bölüm'e kadar süren 2. Kısım, benim en önemli olduğuna inandığım, bir takımyıldız görünümündeki kökensel nedenlere ayrılmış.. Daha sonra VII, VIII ve IX. Bölümlerde, tarih öncesi zamanlarda yeni yeni tarıma ve hayvancılığa başlayan ve bunun sonuçlarının neler olacağından hiç haberi olmayan çiftçilerin, bitkilerin ve hayvan varlığının yaban atalarını nasıl evcilleştirdikleri gösteriliyor. Böylece III. Bölüm'de Avrupa'nın yerli Amerika'yı fethinin en yakın nedenleri anlatılmış oldu, IV. Bölüm'de de bu nedenlerin en gerisindeki ilk neden olan yiyecek üretimiyle ilişkisi anlatılıyor. 4. Kısım'da, 2. ve 3. Kısım'dan çıkarılan dersler tek tek kıtalara ve bazı önemli adalara uygulanıyor. XV. Bölüm'de Avustralya'nın ve daha önceleri tek kıta halinde Avustralya'yla bitişik olan Yeni Gine'nin tarihi inceleniyor. XVI. ve XVII. Bölümlerde Avustralya ve Yeni Gine'deki gelişmeler, Doğu Asya'yı ve Büyük Okyanus adalarını kapsayacak şekilde bütün bir bölge perspektifi içine yerleştiriliyor. Yeni Dünya ile Batı Avrasya tarihinin 13.000 yıllık özeti bize, büyük oranda birbirinden bağımsız iki uzun tarihsel eğrinin basit bir sonucu olarak Avrupalıların Amerika'yı fethettiklerini gösteriyor. Son olarak, Afrika’nın Sahra altı bölgesinin tarihi Yeni Dünya tarihiyle karşıtlıklar gösterdiği gibi çarpıcı benzerlikler de gösteriyor. Avrupalıların Afrikalılar ile karşı karşıya geliş biçimlerini belirleyen etkenler Amerikan yerlileriyle karşılaşma biçimini de belirlediğene vurgu yapılıyor.. özetle, tarihin seyrini, dört önemli faktörün belirlediğini söylüyor.         i-Potansiyel tahıllar ve ehlileştirilebilen hayvanların ulaşılabilirliği         ii-Tarımın yayılmasına yön veren kıta ekseninin yerleşimi          iii-Kıtalar arasında bilginin transferi          iv-Nüfus büyüklüğü Bu nedenle yazar, dünyadaki tüm toplumlar arasındaki farklılıkların coğrafya ile açıklanabileceğini iddia eder. Kitap, insanlığın buzul çağından bugüne uzanan gelişimini, dünya coğrafyasının çok geniş bir kısmını kapsayacak şekilde kurgusal bir dille anlatır. Başlık Kitabın ismindeki tüfek, mikrop ve çelik sırasıyla, tarımla uğraşan toplumların diğerlerini zapt etmesi ve onlara hükmetmesi, sayıca bazen üstün olmamalarına rağmen üstün silahları sayesinde askeri güç elde etmelerine (tüfek); Avrasya kökenli hastalıkların bu hastalıklara karşı bağışıklığı olmayan yerel nüfusu zayıflatıp azaltması ve dolayısıyla üzerilerindeki kontrolü kolaylaştırmasına (mikrop), ve merkezi hükümetin milliyetçiliği ve güçlü askeri birlikleri desteklemesi (çelik), referans içerir. Kitap aynı zamanda coğrafyayı da kullanarak Avrupalıların nasıl üstün bir askeri teknoloji geliştirdiklerini ve Avrupa ve Asyalıların nasıl bazı hastalıklara karşı bağışıklık kazandıklarını, aynı zamanda bu hastalıkların Amerika'daki yerel halkla kurulan ilk iletişimden sonra salgın şeklinde o halkları nasıl harap ettiğini de gösteriyor. Avrasya yaklaşık 13,000-15,000 yıl önce son Buzul Çağı'ndan sonra, coğrafik, iklimsel ve çevresel olarak en faydalı çıkan kıta olmuştur. Teorinin anahatları Diamond, Avrasya uygarlıklarının yaratıcı eserlerden daha çok fırsat ve ihtiyaçtan doğan ürünler ortaya koyduklarını savunuyor. Bundan dolayı uygarlık, üstün zekadan dolayı değil, belli bazı ön koşullar altında, gelişim zincirinin bir neticesi olarak doğar. İlk toplumlarda, insanlar avcı-toplayıcı gruplar halinde yaşadılar. Medeniyete doğru ilk adım ekinlerin işlenmesi ve hayvanların evcilleştirilmesiyle tarımın gelişimiyle oldu. Tarım ürünleri; yiyecek fazlasını doğurdu, ve bu da yerleşik toplum düzeninin gelişimine, zanaate, hızlı nüfus artışına, ve iş gücünün özelleşmesine neden oldu. Büyük topluluklar bürokrasiye ve yönetici bir sınıfa sahip olmaya doğru meylettiler ve bunun neticesinde devlet ve imparatorluklar doğdu.[3] Tarım her ne kadar dünyanın farklı yerlerinde gelişmeye başladıysa da, Avrasya uygun bitki örtüsü ve ehlileştirilebilir hayvan çeşidinin fazlalığı gibi faktörlerden ötürü avantaj sağladı. Avrasya diğer kıtalara kıyasla; arpa, unun farklı çeşitleri, protein zengini gıdalar, tekstil için keten, keçi, koyun ve büyükbaş hayvanlar ve bunların derileri, yünleri, kemik ve toynakların kaynatılmasıyla elde edilen yapıştırıcılar gibi çok geniş yelpazede bir ürün çeşitliliğine sahipti. Orta doğu medeniyetleri ticarete başladıklarında, komşu bölgelerde at ve maymun gibi (ulaşımda kullanmak üzere) daha yararlı hayvanlar buldular. Tersine, Amerikalı yerli çiftçiler geniş çayırlarda mısır yetiştirme mücadelesi verdiler, fakat mısır besin değeri düşük bir gıdaydı ve tek tek dikildiğinden yetiştirmesi çok zahmetli bir işti. Avrasyalılar ise ekimi ve yetiştirmesi çok kolay, lif ve besin değeri yüksek buğday ve arpaya sahipti. Buğday ötekilere oranla %8-14 gibi yüksek bir oranda protein içerme üstünlüğüne sahipti. Bu yüzden nüfusun hızlı bir şekilde artmasına yardımcı olacak yiyecek fazlalığı oldu. Bu nüfus artışı iş gücünü, yatırımı ve zanaati arttırdı. Ayrıca tropik iklimlerde yetişen muz gibi ürünlerin aksine hububat uzun süreli olarak depolanabildi. Avrasya evcilleştirilebilen 13 büyük hayvan (44 kg üzeri) türüne sahipken; Güney Amerika'da sadece bir tane (lama ve alpaka aynı tür olarak sayılıyor); geri kalan bütün kıt'alarda ise hiç yoktu. Diamond, Anna Karenina prensibine göre küçük sayıdaki evcilleştirilebilir hayvan (148'de 14 aday) türünü açıklarken: pek çok umut verici tür evcilleştirilebilmelerini engelleyen inanılmaz büyük zorluklara sahiplerdi. Avrasyalılar at ve deve gibi ehilleştirmesi kolay uysal büyükbaş hayvanlara sahipken, Afrikalılar hem aslan, leopar gibi vahşi memelilere hem de zebra ve yaban eşeği gibi ehilleştirmesi zor hayvanlara sahiptiler. Diamond, Yeni Gine'de insan yaşamına faydalı hayvanların 4.000-5.000 yıl önce Doğu Asya topraklarından geldiğinin de altını çiziyor. Avrasya'nın büyük kara parçası ve uzun doğu-batı mesafesi bu avantajları arttırdı. Geniş alanlar sayesinde ehilleştirmeye uygun çok fazla bitki ve hayvan türüne sahipti, ve üzerinde yaşayan insanların hem yenilikleri hem de hastalıkları değiştirmelerine imkan sağladı. Doğu-Batı oryantasyonu sayesinde kıtanın bir ucundaki türlerin benzer iklim ve mevsime sahip diğer kısımlarda da yaşayabilmelerine imkan vardı. Öte yandan, Avustralya buzul çağından sonra muhtemelen insanların avlanmasından dolayı soyları tükendiğinden, faydalı hayvan kıtlığı çekiyordu. Avrasya'nın Doğu-Batı oryantasyonunun en çok fayda sağladığı kıta Avrupa oldu. Milattan önceki yüzyılın başlarında Avrupa'nın Ege bölgesinde kalan kısımları Orta Doğu'nun hayvan, bitki ve tarım tekniklerini kendilerine adapte etti ve bunu daha sonra Avrupa'nın tamamı takip etti. Yiyecek fazlalığı ve nüfus yoğunluğu iş gücünün artmasına ve farklı alanlara yayılmasına imkan sağladı. Çiftçilik dışındaki esnaflık ve yazıcılık gibi uzmanlıkların artışı ekonominin ve teknolojinin büyüme hızını arttırdı. Avrupalıları bu ekonomik ve teknolojik büyüme sayesinde çeliği işleyip silah üretti ve böylece diğer kıt'alardaki toplulukların kontrolünü ele geçirmeye başladı. Avrasya'nın nüfus yoğunluğu, ticaret hacmi, ve yiyecek bolluğu geniş çapta salgın hastalıkların (hayvandan insana geçenler de dahil) yayılmasına neden oldu. Doğal seçilim Avrasyalıları çok fazla sayıda mikroba karşı bağışıklık kazanmaya itti. Avrupalılar Amerikalılarla ilk iletişimi kurduklarında, Avrupa hastalıkları (ki Amerikalıların bu hastalıklara karşı herhangi bir bağışıklıkları yoktu) Amerikalıların nüfusunu kırıp geçirdi. (Afrika ve Güney Asya'da bu hastalık alışverişi durumu biraz daha dengeliydi, sıtma ve sarıhumma gibi hastalıklar buraya gelen beyazları etkiledi ve onlar için bölgeyi beyaz adamın mezarı konumuna çevirdi.) Kitabın adında geçen "mikrop", az sayıda Avrupalının hastalıktan kırılan yerli halkları nasıl kontrol altında tuttuklarına bir gönderme yapıyor.     --------------------------------- Referans:J i-John Coleman, The Committee of 300: A Brief History of World Power, World in Review (WIR), (2006), 24.https://bit.ly/2yssDAG ii-Preciado, Paul B. (2020, Nisan 18). “Virüs Dersleri”, Çev. Başak Gümüş. sosyalbilimler.org, Link: https://sosyalbilimler.org/virus-dersleri Link Yuval Noah Harari 'nin Konuyla ilgil Bir Makalesi: :Koronavirüs pandemisi bizi daha geleneksel ve kabul edilebilir, ölmeye karşı tutumlara mı döndürecek - yoksa yaşam süresini uzatma çabalarımızı güçlendirecek mi?bit.ly/YNHGuardian  Not: ilgilenenler için bir not... "Dünya’nın sonu mu yoksa yeni bir başlangıç mı?" Şenol Çarık editörlüğünde hazırlana ve Halk kitabevi etiketiyle Haziran 2020, 408 Sayfa olarak yayınlanan  Salgın konusunu ilgilendiren başta sağlık, psikoloji, gıda, sosyal hayta, ekonomi ve geleceğe yönelik dijitalleşme ve çalışma hayatı konularında 18 konuda 18 yazarın görüş ve öneri      https://www.halkkitabevi.com/koronavirus-sonrasi Vaka artışları "ikinci dalga" endişelerini derinleştirirken... kapak resmi: Bu resim Covid-19 nedeniyle hayatını kaybeden ve torunlarına hoşçakal diyemeyen tüm dedeler ve nineler için yapılmış.- Sanatçı:Juan Lucena, Jerez de la Frontera/İspanya. Çok dokunaklı....   "Covid’le İlgili Anlatılmayan Gerçekler! " muhakkak okunması gereken bir makale... Özellikle 8.maddesi....https://bit.ly/2FVoYiX                

Coronavirus : Neden Şimdi Harekete Geçmelisiniz ?

Neden Aşılanma Zorunlu Olmalı? https://bit.ly/3jWkfO7 AIP Publishing, COVID-19 (KoronaVirüs) salgınında Küresel Araştırmalara destek olmak amacıyla Bulaşıcı Hastalıklar, Salgın Hastalıklar, Epidemiyoloji ve Pandemi hakkında Küresel Araştırma Topluluğu’na ÜCRETSİZ bir koleksiyon hazırlamıştır. Aşağıdaki linkten makalelerin listesine ve içeriğine erişebilirsiniz.https://publishing.aip.org/publications/journals/covid-19/   Tüm Dünyada ki Coronavirus vakalarını anında takip etmek isteyenler için..https://systems.jhu.edu/research/public-health/ncov /./https://bit.ly/2vV3o9g 09.03.2020 saat:22:50 itibariyle 111 ülke, tanı konmuş toplam 109.405 hasta, 3.996 ölüm: Dünya Sağlık Örgütünün son verileriyle küresel Koronavirüs tablosu. Türkiye Covid -19 Durum Raporu (Günlük/Haftalık )https://covid19.saglik.gov.tr Coronavirus COVID-19 Global Cases by Johns Hopkins CSSE 2019’da yazılmış... Karşılaştığımız şey sürpriz değil, ama yine de küresel bağlamda hazırlıksız yakalanmış görünüyoruz. The next global pandemic could kill millions of us. Experts say we’re really not prepared.https://bit.ly/2Xd8sRX         Coronavirus : Neden Şimdi Harekete Geçmelisiniz ? (*)     Koronavirüs'le ilgili olup biten bunca şey arasında, “peki bugün ne yapacağız?” sorusuna bir cevap vermek kolay değil. Bu konudaki bilgilerin artmasını mı bekleyeceğiz? Bugünden başlayarak bir şeyler mi yapacağız? Ne yapacağız? Bu yazıda bir sürü grafik, bilgi, model ve pek çok kaynak eşliğinde size aktarmaya çalışacaklarım şunlar olacak: Yaşadığınız yerde ne kadar vaka olacak? Bu durumda neler yaşanacak? Ne yapmanız gerekir? Bir şeyler yapmaya ne zaman başlamanız gerekir? Yazıyı okuyup bitirdiğinizde şunları öğrenmiş olacaksınız. Koronavirüs'ü kapınıza kadar gelecek. Yayılma hızı katlanarak artıyor. Yavaş başlıyor, aniden hızlanıyor. Birkaç gün içinde olaylar gelişecek. Belki bir yahut iki haftada. Geldiğinde sağlık sisteminde büyük yoğunluk yaşanacak Vatandaşlar hastane koridorlarında tedavi görmek durumunda kalacak. Aşırı yorgun sağlık çalışanları çökecek. Kimisi ölecek. Kime oksijen verileceği, kimin öleceği konusunda karar vermek zorunda kalacaklar. Tüm bunları engellemenin yolu diğer insanlarla aranıza mesafe koymak. Bugünden başlayarak! Bu da olabildiğince çok insanın evden çıkmamasını sağlamak anlamına geliyor. Eğer bir kanaat önderi, siyasetçi yahut iş dünyasında karar alıcısıysanız, olacakları engellemek için gücünüz ve bu konuda sorumluluğunuz var demektir. Şu an endişeleriniz olabilir. Ya fazla tepki gösteriyorsam? İnsanlar bana güler mi? Salak gibi mi gözükürüm? Önce diğerlerinin harekete geçmesini beklemek daha iyi değil mi? Ekonomiye zarar vermiş olur muyum? İki ila dört hafta içinde tüm dünyada yaşam durduğunda ve cemiyet hayatına birkaç günlük ara vermiş olmanızın hayat kurtardığı ortaya çıktığında kimse sizi eleştirmeyecek. Hattâ doğru karar verdiğiniz için size teşekkür edecekler. Hadi o zaman, başlayalım: 1. Yaşadığınız yerde kaç tane Koronavirüs vakası olacak? Çin durumu kontrol altına alıncaya kadar vaka sayısı katlanarak arttı. Ancak sonra virüs Çin’den dışarıya taştı. Şu an bir salgın var ve bu artık durdurulamaz. An itibariyle bu artışın baş aktörleri İtalya, Güney Kore ve İran. Bu üç ülkede o kadar çok vaka var ki, yukardaki grafikte diğerleri gözükmüyor. O yüzden grafiğin sağında artış yokmuş gibi gözüken bölüme odaklanalım. Şu an vaka sayısı katlanarak artan onlarca ülke var. An itibariyle bunların çoğu Batılı ülkeler. Eğer artış bu hızda devam ederse gelecek hafta durum şöyle gözükecek. Olayların nasıl gelişeceğini ve tüm bunların nasıl engelleneceğini öğrenmek istiyorsak, tecrübesi olan ülkelere bakmamız gerekiyor: Çin’e, SARS deneyimi olan Uzak Doğu ülkelerine ve İtalya’ya… Çin En önemli grafik bu. Turuncu renkteki çubuklar Hubei bölgesindeki günlük resmî veriler: O gün kaç kişiye teşhis kondu? Gri çubuklar ise o günkü gerçek Koronavirüs vakalarını gösteriyor. Önemli nokta şu: Bahsi geçen günde Korona virüsü kapmış toplam insan sayısı henüz bilinmiyordu. Onları geriye doğru bakarak hesapladık. Yani şu: Turuncu çubuklar, yetkililerin bildiği vakalar; griler ise o sıradaki gerçek sayılar. 21 Ocak’ta teşhis sayısında (turuncular) büyük artış oldu, 100 yeni vaka teşhis edildi. Halbuki sadece o gün içinde hastalığı kapan 1500 yeni kişi vardı, sayıları katlanarak artıyordu. Yetkililerin durumdan haberi yoktu. Onların bildiği 100 yeni vaka idi.  İki gün sonra Wuhan şehri kapatıldı. O sırada teşhis edilen günlük vaka sayısı yaklaşık 400 idi. Sayıya dikkat: Günde 400 yeni vaka karşısında şehri tümüyle karantina altına alma kararı verdiler. Oysa gerçekte aynı gün, yetkililerin habersiz olduğu yaklaşık 2500 kişi hastalık kapmıştı. Bir sonraki gün Hubei bölgesindeki 15 şehir daha karantina altına alındı. Wuhan’ın karantina altına alındığı 23 Ocak’a kadar olan gri çubuklara bakın: Sayılar katlanarak artıyor. Karantinadan hemen sonraysa vaka sayısı düşmeye başlıyor. 24 Ocak’ta 15 şehir daha karantina altına alınınca gerçek vaka sayısının (griler) artış hızı durma noktasına geliyor. İki gün sonra zirveye ulaşılıyor ve o günden itibaren düşmeye başlıyor. Resmî olarak teşhis edilmiş vakaları gösteren sarı çubuklar ise artmaya devam ediyor. 12 gün boyunca olay sanki daha da kötüleşmiş gibi gözüküyor. Ama öyle değil. O süreçte semptomlar ağırlaştığı için daha çok sayıda insan doktora gitmeye başladı ve sistem tanı koymak konusunda daha ehil hâle geldi. Teşhis edilmiş resmî sayılar ve gerçek vakalar arasındaki farkı anlamak önemli. Bu mevzuya geri döneceğiz. Çin’in geri kalan bölgelerinde merkezî hükümet iyi koordine oldu, acil ve kapsamlı önlemler aldı. Sonuç şu: Her düz çizgi, Çin’de Korona’nın tespit edildiği bir bölgeyi temsil ediyor. Hepsinin katlanarak artma potansiyeli vardı, ama Ocak ayının sonunda alınan önlemler sayesinde virüsün yayılmasının önüne geçildi. Buna mukabil Güney Kore, İtalya ve İran’ın süreci idrak etmek için önlerinde bir ayları vardı, ama bunu başaramadılar. Hubei’deki sürecin benzeri yaşandı ve bu üç ülke Şubat sonunda Çin’in diğer tüm bölgelerini geride bıraktı. Doğu ülkeleri Güney Kore’de vaka patlaması yaşanırken Japonya, Tayvan, Singapur, Tayland veya Hong Kong’da aynı durumun neden yaşanmadığını düşündünüz mü? Bu ülkelerin tamamı 2003 yılında SARS salgınından fazlasıyla etkilenmiş ve bu deneyimden çok şey öğrenmişlerdi. Virüsün ne kadar hızla yayıldığını ve öldürücü olduğunu anlamışlar ve dolayısıyla da onu ciddiye almışlardı. Bu nedenle buralara ait grafiklerdeki eğriler erken dönemlerde bir artış gösterse de, hızlı bir yayılmaya işaret etmiyor. Şimdiye kadar duyduklarımız şöyle: Koronavirüs patlak veriyor, hükümetler potansiyel tehlikenin farkına varıyor ve durumu kontrol altına alıyor. Geriye kalan ülkelerde ise durum çok daha farklı. Bunlara geçmeden önce Güney Kore ile ilgili bir not düşeyim: Yüksek ihtimalle burası bir uç değer. İlk 30 vakada koronavirüsü kontrol altında tutulabilmişlerdi. Gözden kaçan 31’inci hasta ise virüsü binlerce kişiye bulaştıran bir süper-yayıcı çıktı. Virüs, kişiler semptom yaşamadan da yayılabildiği için yetkililer durumun farkına vardıklarında virüs çoktan bir sürü insana bulaşmıştı. Şu an bir tek bu vakanın sonuçları ile baş etmeye çalışıyorlar. Ancak durumu kontrol altına alma çabaları her şeye rağmen ortada. [İtalya ve İran’daki durum ise belli]. Washington eyaleti Batı ülkelerindeki artışın ve yalnızca bir hafta için verilen tahminlerin ne kadar kötü olduğunu gördünüz. Şimdi durumun Wuhan veya diğer Doğu ülkelerinde olduğu gibi kontrol altına alınamadığını ve ortaya felaket bir salgının çıktığını hayal edin. Washington eyaleti, San Francisco körfezi, Paris ve Madrid’den bazı vakalara bakalım. Washington eyaleti, Amerika’nın Wuhan’ı gibi düşünülebilir. Buradaki vaka sayısı katlanarak artıyor. An itibarıyla bu sayı 140. Ancak bundan önce ilginç bir şey oldu. Ölüm oranları tavan yapmıştı. Bir noktada ise eyalette üç vaka ve tek bir ölüm görüldü. Başka yerlerden biliyoruz ki koronavirüsüne ait ölüm oranları %0.5 ile %5 arasında bir yerde. (Buna daha sonra değineceğim.) Ölüm oranı nasıl %33 olabilirdi? Sonunda ortaya çıktı ki virüs haftalarca tespit edilemeden yayılmıştı. Yani ortada sadece üç vaka falan hiç olmamıştı. Sadece yetkililer üç tanesinin farkına varabilmişti ve bunlardan biri de ölümle gerçekleşmişti çünkü bir durum ne kadar ciddi olursa o durumun teste tabi tutulup tespit edilme olasılığı da o kadar yüksekti.    Bu biraz Çin’deki turuncu ve gri çubuklara benziyor: Burada yetkililer yalnızca turuncu histogramlardan (resmî vakalar) haberdardı ve durum iyi görünüyordu. Gerçekte ise yüzlerce ve hatta binlerce gerçek vaka mevcuttu.    Bu bir mesele: Yalnızca resmî vakalardan haberdarız, gerçek olanlardan değil. Ammavelakin bilmemiz gereken, gerçek vakalar. Peki bunları nasıl tahmin edebiliriz? Görünüşe göre bunu yapmanın birkaç yolu var. Ve bunların ikisine dair bir model geliştirdim, böylece siz de rakamlarla oynayabilirsiniz. İlki, ölümlere dayalı tahmin. Eğer bölgenizde ölüm varsa, bu rakamları kullanarak güncel gerçek vaka sayısına dair tahmin yürütebilirsiniz. Bir kişinin virüse yakalanıp ölmesine kadar geçen sürenin ortalamasını (17.3 gün) yaklaşık olarak biliyoruz. Yani 29 Şubat’ta ölen bir kişi yüksek ihtimalle 12 Şubat’ta enfeksiyona yakalanmıştır.     O zaman ölüm oranını bilebilirsiniz. Bu senaryoda %1’i kullanıyorum (detayları daha sonra tartışacağız). Yani [20 Şubat’ta bir ölüm vakası olduysa], bundan17 gün önce, 12 Şubat tarihinde bölgede halihazırda yaklaşık 100 vaka mevcut olmalı. Şimdi koronavirüsü için ortalama ikiye katlanma süresini kullanalım (vaka sayısının ikiye katlanması için geçen ortalama süre). Bu rakam 6.2. Kişinin ölümüyle sonuçlanan 17 günlük süre içinde vaka sayısı yaklaşık 8’e (=2^(17/6)) katlanmış olmalı. Yani, tüm vakalar için teşhis konamıyorsa da bugün gerçekleşen tek bir ölüme bakarak, yine bugün 800 gerçek vakanın olduğunu çıkarabiliriz.  Washington eyaletinde bugün 22 gerçekleşmiş ölüm var. Bu hızlı hesapla, yine bugün yaklaşık 16,000 gerçek vakanın bulunduğu söylenebilir. Bu, İtalya ve İran’ın toplam resmî [teşhis edilmiş] vaka sayısına denk geliyor. Detaylara baktığımızda, bu ölümlerin 19’unun virüsü fazla yaymayan tek bir kümeden gelmiş olabileceğini fark ediyoruz. Dolayısıyla bu 19 ölümü tek bir ölüm gibi farz edecek olursak, eyaletteki toplam ölüm sayısı dörde denk geliyor. Modeli bu rakam göre güncellediğimizde, bugün hala yaklaşık 3000 vakanın varlığından söz edebiliyoruz.  Trevor Bedford’un geliştirdiği bu yaklaşım, virüsler ve onların mutasyonuna bakarak güncel vaka sayısını tahmin etmeyi hedefliyor.    (…) Sonuç olarak, Washington eyaletinde bugün yaklaşık 1100 vaka olduğunu söylüyor. Bu yaklaşımların hiçbiri mükemmel değil, ancak hepsi aynı mesajı veriyor: Gerçek vakaların sayısını bilmiyoruz fakat [teşhis konmuş] resmî rakamlardan fazla oldukları kesin. Birkaç yüz kat değil, büyük ihtimalle binlerce kat ve hattâ daha da fazla.  San Francisco Körfezi 8 Mart’a kadar körfezde hiç ölüm yoktu. Bu da gerçek vakaların tahminini güçleştiriyordu. Resmî1 olarak 86 vaka mevcuttu. Fakat Amerika Birleşik Devletleri’nde test uygulamaları oldukça düşük seviyelerde çünkü kit sayısı yeterli değil. Ülke kendi test kitini geliştirmeye çalıştı ama o da bir işe yaramadı. Bunlar, 3 Mart itibarıyla farklı ülkelerde uygulanan testler: [Bu tarihte] tespit edilmiş koronavirüsü vakası bulunmayan Türkiye’de kişi başına düşen test sayısı, ABD’de kişi başına düşen uygulanmış test sayısından on kat fazla. Bugün durum daha iyi de değil; ABD’de uygulanmış yaklaşık 8000 test, 4000 kişinin test edildiği anlamına geliyor.  Neticede kesin tanı konmuş vakalar tüm vakaların sadece bir kısmını oluşturuyor. Peki kime test yapılacağına nasıl karar veriliyor? San Francisco Körfez Bölgesi’nde yolculuk yapmış veya yolculuk yapmış herhangi biriyle teması olmuş herkes teste tabi tutuluyordu; yani yolculuk bağlantılı tüm vakalara dair bir fikir vardı fakat toplum içinde bulaşarak yayılan vakalara dair bir şey bilinmiyordu. Toplum içinde bulaşarak yayılan vakalar ile yolculuk dolayısıyla yayılan vakalar karşılaştırılarak kaç tane gerçek vaka olduğuna dair tahmin yürütülebilir. Çok iyi verilere sahip Güney Kore için bu orana baktım. 86 adet teşhis edilmiş vakaya ulaştıklarında, bunların %86’sının toplum içinde bulaşarak yayıldığı ortaya çıktı (86 vaka ve %86 sayıları yalnızca bir tesadüf).     Bu rakamla, gerçek vakaların sayısını tespit etmek mümkün. Bugün körfezde 86 resmi vaka varsa, gerçek vaka sayısı yaklaşık 600 olmalı. Fransa ve Paris Fransa bugün itibariyle 1400 vaka ve 30 ölüm açıkladı. Yukarıdaki iki yöntemi kullandığımız gerçek vaka sayısının 24 bin ile 140 bin arasında olduğunu söyleyebiliriz. Tekrar edeyim:  Fransa’daki vakaların gerçek sayısı resmi olarak açıklananın bir ya da iki kez karesini alarak bulunabilir. İnanmıyorsanız Wuhan grafiğine tekrar bakalım. Eğer 22 Ocak’a kadar olan turuncu sütunları üstüste koyarsanız 444 vakayla karşılaşırsınız. Şimdi de aynı tarihe kadar olan gri sütunları toplayın ~12,000 sayısına ulaşacaksınız. Yani Wuhan’daki yetkililer 444 vakayla karşı karşıya olduklarını düşünürken aslında bunun 27 katı enfeksiyon vakası vardı. Benzer şekilde Fransa eğer 1400 vakayla karşı karşıya olduğunu düşünüyorsa ülkede aslında onbinlerce vaka olduğunu söyleyebiliriz. Aynı işlemleri Paris için de tekrarlayabiliriz. Şehrin içinde ~30 enfeksiyon vakası olduğu düşünülüyor. Bu durumda gerçek vaka sayısı yüzler hatta binlerle ifade edilebilir. Ile-de-France bölgesindeki 300 vakanın da onbinlerce gerçek vakaya tekabül ettiği tahmin edilebilir. İspanya ve Madrid İspanya’daki rakamlar da Fransa’dakilere benziyor (1200 vaka ve 30 ölüm). Bu da İspanya için de aynı hesapların geçerli olduğu anlamına geliyor. Yani 20 binden fazla gerçek vaka var. Geniş Madrid bölgesinde 600 resmî vaka ve 17 ölüm görüldü. Bu durumda gerçek vaka sayısı muhtemelen 10 bin ile 60 bin arasında. Eğer bu sayıları okuyor ve ‘bu doğru olamaz!’ diyorsanız  şunu düşünün: Rakamlar aşağı yukarı bu düzeydeyken Wuhan’da çoktan karantina ve tecrit başlamıştı. ABD, İspanya, Fransa, Almanya, İran, Japonya ya da İsviçre’deki rakamlara ulaşıldığında Wuhan tecride çoktan başlamıştı. Ve eğer kendi kendinize ‘İyi de Hubei sadece tek bir eyalet’ diyorsanız hatırlatayım: Hubei’de 60 milyonun üzerinde insan yaşıyor, yani İspanya’dan daha fazla  ve Fransa’yla hemen hemen aynı sayıda. 2. Bu koronavirus vakaları resmiyet kazandığında ne olacak? Özetle, koronavirüs halihazırda aramızda. Gizli bir şekilde ve katlanarak büyümeye devam ediyor. Peki ülkelerimizi vurduğunda (yani resmî tanılar koyulduğunda) neler olacak? Bunu bilmek zor değil, zira bazı ülkeler bu duruma örnek teşkil ediyor. En iyi örnekler de Hubei ve İtalya. Ölüm oranları Dünya Sağlık Örgütü (WHO) ölüm oranını  (yani ölenlerin virüs bulaşmış olanların içindeki yüzdesini) % 3,4 olarak açıkladı. Bu rakamın bağlamı net değil, o nedenle açıklayayım. Ölüm oranları ülkeye ve hangi noktada ölçüldüğüne bağlı olarak tamamen değişiyor: Güney Kore’de oran %0,6 iken İran’da %4,4. Peki neden böyle? Anlamak için şöyle bir yöntem kullanalım. Ölüm oranlarını hesaplamanın iki yolu var: a) Ölümler/tüm vakalar, b) ölümler/tüm kapanmış vakalar (kapanmış vakalardan kasıt ya ölümle ya da iyileşmeyle sonuçlanmış vakalar). Birinci yöntemin bize düşük bir tahmin vermesi olası zira henüz kapanmamış vakaların ilerde ölümle sonuçlanma ihtimali var. İkinci yöntem ise fazlaca yüksek tahminlere yol açıyor zira ölümler iyileşmelerden daha hızlı gerçekleşiyor. Bu nedenle hastalığın dağılımının zaman içindeki seyrine baktım. Bir noktada bütün vakalar kapanacak ve bu iki sayı birbirine eşitlenecek. Dolayısıyla eğer geçmişteki trendi geleceğe doğru uzatırsak kesiştikleri noktada beklenebilecek gerçekçi ölüm oranını bulabiliriz. Verilerden gördüğünüz işte bu. Çin’deki ölüm oranı şu anda %3,6 ile %6,1 arasında. Eğer bunun geleceğe doğru uzatırsak ~%3.8-4 arası bir sayıya ulaşıyoruz. Bu da şu andaki tahminlerin iki katı ve gripten ölüm oranlarının 30 katı. Ancak bu sayı iki ayrı ve birbirinden çok farklı veriden kaynaklanıyor: Hubei ve Çin’in geri kalanı. Hubei’deki ölüm oranı muhtemelen %4,8’de nihayete erecek. Çin’in geri kalanı için ise bu rakam %0,9 olacak. Manâlı bir analize imkan verecek kadar ölümün yaşandığı İran, İtalya ve Güney Kore için de grafikler hazırladım. İran ve İtalya’da ölüm/toplam vaka oranları %3-4 aralığında diğer çizgiyle birleşecek. Tahminim son rakamların böyle olacağı yönünde. Güney Kore ise en ilginç örnek, zira bu iki rakam birbirleriyle tamamen ilgisiz.  Ölüm/toplam vaka oranı %0,6 ancak ölüm/kapanmış vaka oranı devasa: %48. Benim tahminim Güney Kore’nin aşırı derecede tedbirli davrandığı. Herkese test yapıyorlar (zira ölüm oranının açık dosyalara oranı çok düşük) ve vaka dosyalarını çok uzun süre açık bırakıyorlar (dolayısıyla ölüme varan vakalar hemen sonuçlanırken diğerleri açık kalıyor). Esas önemli olan şu: ölüm/tüm vakalar oranı başlangıçtan bu yana %0,5 düzeyinde ve öyle de kalacak gibi görünüyor. Ölüm oranlarıyla ilgili son örnek de Diamond Princess gemisinden: Şimdiye kadar 706 vaka, 6 ölüm ve 100 iyileşme bildirildi. Bu durumda ölüm oranı %1 ile %6,5 arasında olacak demektir. Tüm bunlardan çıkarabileceğimiz sonuçlar şunlar: Hazırlıklı olan ülkelerde ölüm oranları %0,5 (Güney Kore) ile %0,9 (Çin’in geri kalanı) arasında gerçekleşecek. Sağlık sisteminin salgının yükünü kaldıramadığı ülkelerde ölüm oranı %3-%5 arasında olacak. Başka türlü söyleyecek olursak: Erken ve hızlı davranan ülkeler ölüm oranlarını onda bire bile düşürebilir. Şu ana kadar sadece ölüm oranlarından bahsettim. Hızlı davranan ülkelerin vaka sayılarının da düşük olacağını herhalde söylemeye bile gerek yok. Peki bir ülkenin hazırlıklı olmak için ne yapması lazım? Sağlık sisteminin üzerinde baskı nasıl olacak? Şimdiye kadar gördüğümüze göre vakaların aşağı yukarı %20’si hastaneye kaldırılıyor, %5’i yoğun bakım ünitesinde yatıyor ve %1’inin çok yoğun bakıma ihtiyacı oluyor, yani sunî solunum cihazına veya oksijen cihazına (ECMO) bağlanmaları gerekiyor. Sorun şu ki sunî solunum cihazları ve ECMO’lar kolayca alınan ya da üretilen şeyler değiller. Birkaç yıl önce ABD’de 250 tane ECMO cihazı vardı. Yani bir anda 100 bin kişi enfekte olursa, bunların epey bir kısmı test yaptırmak isteyecektir. Yaklaşık 20 bini hastaneye yatacaktır. 5000’i yoğun bakıma alınacaktır. Yaklaşık 1000 kadarı ise bu cihazlara ihtiyaç duyacaktır. Bu da şu anda sahip olduğumuz cihaz sayısının çok üstünde bir ihtiyaç demek bu. Ve sadece 100 bin vakadan bahsettiğimizi hatırlatırım. Üstelik daha maskelerden bahsetmedik bile. Böyle bir vaka yoğunluğunda ABD gibi bir ülke, sağlık çalışanlarının ihtiyaç duyacağı maske miktarının sadece %1’ine sahip (12 milyon N95 ve 30 milyon cerrahî maske mevcut, ihtiyaç ise 3,5 milyar maske olacak). Eğer bir anda çok fazla vaka ortaya çıkarsa ülkede sadece iki hafta yetecek kadar maske var.  Japonya, Güney Kore, Hong Kong veya Singapur gibi ülkeler ve Çin’in Hubei dışındaki eyaletleri hazırlıklılar ve hastalarına gereken bakımı yapabiliyorlar. Ancak Batı ülkeleri İtalya ve Hubei’in gittiği istikamette seyrediyorlar. Peki bu hazırlıksızlık durumunda neler oluyor? Aşırı yüke maruz kalmış sağlık sistemlerinin hâli Hubei’den ve İtalya’dan gelen hikayeler ürpertici derecede birbirine benziyor. Hubei on gün içinde iki yeni hastane inşa etmesine rağmen aşırı derecede yüke maruz kaldı. İki tarafta da doktorlar hastanelerin aşırı sayıda hasta akınıyla karşı karşıya kaldıklarından şikayet ediyorlar. Bu durumda hastalara koridorlarda ve bekleme odalarında bakmak zorunda kalıyorlar. Sağlık çalışanları, saatlerce aynı koruyucu kıyafetin içinde çalışıyorlar çünkü yeterince kıyafet yok. Bu nedenle enfeksiyon olan odaları ve birimleri terk edemiyorlar. Dışarı çıktıklarında ise susuz kalmış ve yorgunluktan çökmüş oluyorlar. Artık vardiyaları yok. Emekli sağlık çalışanları yeniden göreve çağrılıyor. Hemşirelikle ilgili hiçbir fikri olmayan insanlar bir günde eğitilip kritik pozisyonlarda görevlendiriliyor. Herkes, her zaman görevde. Pek tabii ki hasta olana kadar. Bu da yeterli koruma olmadan virüse devamlı maruz kaldıkları için çok sık gerçekleşiyor. Bu durumda 14 gün karantinada kalıyorlar ve hiç kimseye yardım edemiyorlar. Yani en iyi ihtimalle iki haftalık iş gücü kaybı ortaya çıkıyor. En kötü ihtimalle ise ölüyorlar. En zor durumlar ise yoğun bakım ünitelerinde, hastalar solunum cihazına ya da ECMO’ya (oksiyen cihazı) ihtiyaç duyduğunda yaşanıyor. Bu cihazları paylaştırmak mümkün değil. Dolayısıyla sağlık çalışanları kimi makinaya bağlayacaklarına karar vermek zorundalar. Bu da kimin ölceğine ve kimin hayatta kalacağına karar vermek anlamına geliyor. İtalyan bir doktorun anlattıkları aşağıdaki bağlantıda [İngilizce]: ‘Bir süre sonra seçim yapmak zorunda kalıyoruz. Herkesi solunum cihazına bağlamamız mümkün değil. Hastanın yaşına ve sağlık durumuna göre karar veriyoruz.’ İtalyan doktor Christian Salaroli İşte tüm bunlar, bir sağlık sistemini %0,5’lik bir ölüm oranından %4’lük bir ölüm oranına götürüyor. Eğer ülkenizin ya da şehrinizin %4 tarafında olmasını istiyorsanız, bugün hiçbir şey yapmamanız yeterli.  3. Ne yapmalısın? Artışı Durdur Bu artık bir salgın hastalık statüsünde. Tekeri geri çevirmek mümkün değil. Ama etkisini azaltmamız mümkün. Bazı ülkeler bu konuda örnek teşkil ediyor. En iyi örnek Tayvan. Çin’le yakın bağları olmasına rağmen 50’den az kişi hasta oldu. Şu linkte [İngilizce] en başta aldıkları önlemler sırayla anlatılıyor. Önlemlerin odak noktası sınırlama [containment]. Tayvan durumu kontrol altında tutmayı başarıyor; ama pek çok ülke bunun için ehil değil ve de başaramıyor. O yüzden yeni bir yöntem deniyorlar: Etkileri azaltmak [mitigation]. Yani virüsün vereceği zararı asgari seviyeye çekmek. Eğer bulaşma sıklığı azaltılabilirse, sağlık sistemimiz [az sayıdaki] hastayla daha çok ilgilenebilir ve böylece ölüm oranları azaltılabilir. Eğer bulaşmayı yavaşlatıp vakaları zamana yayabilirsek bir noktada nüfusun geri kalanını aşılamak ve riski tümüyle ortadan kaldırmak da mümkün olur. Dolayısıyla amacımız virüsün bulaşmasını tümden engellemek değil, bulaşmayı ertelemek. Mor alanlar yetersiz kapasiteden ötürü kötü tedavi alan hastalar. Yeşiller iyi tedavi alanlar. Eğer hastalanma seyri daha uzun bir zamana yayılabilirse A) hastanelerin hizmet verme kapasitesi iyileşir (turuncu çizgi) B) birikme olmadığı için küçük gruplara daha iyi hizmet vermek mümkün hâle gelir C) nüfusun geri kalanını hasta olmadan aşılama olasılığı artar. Peki yayılma hızını düşürmenin yolu ne? Aramıza mesafe koymak Hem işe yarayan hem de en kolay çözüm bu. Wuhan grafiğinde karantinadan sonra vakaların hızla düştüğünü görmüştük. Çünkü insanlar birbirine temas etmediği için virüs yayılamadı. Şu an bilim dünyasında, 2 metre uzaktan öksüren birinden virüsün bulaşabileceği konusunda uzlaşma var. Eğer öksürük damlaları yere düşerse sorun yok. Ancak yüzeylerde kalan virüs de bulaşmaya sebep olabiliyor. Virüs çeşitli yüzeylerde saatlerce, hattâ günlerce hayatta kalıyor. Eğer grip virüsü gibi davranmaya başlarsa metal, seramik ve plastiklerde ömrü haftalara varabilir. Dolayısıyla kapı kolları, masalar, asansör düğmeleri korkunç bulaşma vektörleri hâline gelebilir. Bunu gerçekten azaltmanın tek yolu cemiyet hayatına bir süre ara vermek. İnsanların olay yatışana kadar olabildiğince evden çıkmamasını sağlamak. Bu yöntem geçmişte, 1918’deki grip salgınında da başarıya ulaştı,. 1918’de grip salgınının öğrettikleri Philadelphia’da siviller arasında ilk grip vakaları 17 Eylül 1918’de görülmeye başladı. Yetkililer olan biteni yeterince ciddiye almadı ve toplu buluşmalara, mesela 28 Eylül’de şehrin tümünü kat eden geçit törenine izin verdi. 3 Ekim’e kadar okullar açık kaldı, toplantılar yasaklanmadı, tecride yönelik diğer yöntemler uygulanmadı. Hastalık, yerel sağlık birimlerini ve kaynakları zora sokacak kadar yayıldı. Buna mukabil St. Louis’de ilk vakalar 5 Ekim’de ortaya çıktı ve yetkililer hızla harekete geçerek 7 Ekim’de toplumdaki irtibat yoğunluğunu azaltacak birtakım önlemler aldı. İki şehrin tepki sürelerinde yaklaşık 14 günlük fark var. (İlk vaka ve önlem alma arasında geçen süre). Bu süre, gribin yayılma oranlarında 3 ila 5 katlık bir farka tekabül ediyor. Bir de Denver örneği var. Önce önlem aldılar, sonra gevşettiler. O yüzden salgın iki kere zirve yaptı. İkinci salgın ilkinden daha büyük oldu. Şöyle bir genelleme yapabiliriz: Yukardaki grafik, 1918 yılında ABD’deki grip salgınında şehirlerin tepki verme hızına bağlı olarak ölü sayılarının nasıl değiştiğini gösteriyor. Yani mesela hastalığın ortaya çıkmasından sonra Pittsburg’un tedbir alması, St. Louis’e kıyasla 6 gün daha uzun sürmüş. Nüfusa göre ölüm oranı bu yüzden St. Louis’in iki katından fazla olmuş. Ortalamada, 20 gün erken davranmak ölüm oranlarını yarıya indiriyor diyebiliriz. İtalya olayı geç de olsa kavradı. Önce pazar günü Lombardiya’yı karantina altına aldılar. Bir gün sonra hatalarını fark edip tüm ülkeyi kapadılar. Umuyorum ki sonuçları yakında görmeye başlayacağız. Ama bu bir-iki hafta sürebilir. Wuhan grafiğini hatırlayın. Karantina ile teşhis sayılarının (sarı çubuklar) düşmeye başlaması arasında 12 gün vardı. Politikacılar toplumdaki irtibat yoğunluğunu azaltmak için neler yapabilir? Eğer bir politikacıysanız, İtalya örneğini izleyip hemen karantina emri vermelisiniz. İtalyanlar şöyle yaptı: İspat edilmiş ailevi ve meslekî mazeretler olmadığı müddetçe kimse karantina bölgelerine giremedi, bu bölgelerden çıkamadı. Ertelenmesi mümkün olmayan acil kişisel ihtiyaçlar veya meslekî sebepler olmaksızın bu bölgelerde dolaşmaktan kaçınmaları söylendi. Hastalığın semptomlarını (solunum yetmezliği ve ateş) gösteren insanların evden çıkmamaları “şiddetle” tavsiye edildi. Sağlık çalışanlarının izinleri kaldırıldı. Tüm eğitim kurumları (okullar, üniversiteler…), spor salonları, müzeler, kayak merkezleri, kültürel ve sosyal merkezler, yüzme havuzları ve tiyatrolar kapatıldı. Sabah altıdan akşam altıya kadar insanların birbirine bir metreden fazla yaklaşmamaları tembihlendi. Tüm eğlence mekanları kapatıldı. Alışveriş sırasında müşteri ve satıcı arasında bir metrelik mesafe olması gerektiği söylendi. Bunu başaramayacak dükkânlar kapatıldı. İbadethaneler ancak bu mesafeyi garanti edebildikleri müddetçe açık kaldı. Hastane ziyaretleri kısıtlandı. İş toplantıları ertelendi. Evden çalışma teşvik edildi. Tüm turnuvalar ve sportif faaliyetler (kamusal olsun özel olsun) iptal edildi. Önemli etkinlikler kapalı kapılar ardına alındı. Bunlar, bir siyasetçinin yapabileceklerinin asgarî seviyesi. Eğer sağlamcıysanız o zaman Wuhan’daki usûlleri tatbik edin. İnsanlar şimdi şikayetçi olsalar da sonra size teşekkür ederler. İş dünyasının liderleri nasıl katkı sağlayabilir? Eğer iş dünyasında karar alıcıysanız ve ne yapmanız gerektiğini merak ediyorsanız, şu Evde Kalanlar Klübü listesine bakın. ABD teknoloji şirketlerinin (şimdilik 85 şirket) aldığı önlemler sıralanmış: evden çalışma izni, sınırlı ziyaret ve seyahat izinleri, etkinlik iptalleri… Yapılabilecekler bununla sınırlı değil. Saat ücretli çalışanlar durumu nasıl değişecek, ofis faal olacak mı, mülakatlar nasıl yapılacak, kafeteryalara ne olacak? [Çevirmenlerin notu: Burada bir kısmı ABD’deki çok belirli bölgeler ve oradaki şirketlerle ilgili olması sebebiyle çıkardık.] Sonuç: Beklemenin maliyeti Şu anda bir karar vermek korkutucu geliyor olabilir, ancak o şekilde düşünmemek lazım. Bu teorik model bize farklı toplulukların durumunu gösteriyor: Biri hiçbir tecrit (karantina ve hareketin sınırlanması) çabasına girmiyor. Diğeri buna salgının n+20. gününde başlıyor. sonuncu ise n+21. günde. Bütün rakamlar tamamen uydurma (ancak Hubei’deki seyre benzeyecek şekilde seçilmiş). Sayıların işlevi bize katlanarak büyüyen bir salgın karşısında bir günün ne anlama geldiğini göstermek. Gördüğünüz gibi ne kadar erken başlanırsa salgının zirve yapması o kadar gecikiyor ve o gün tespit edilen vaka sayısı da o derece artıyor. Ancak önlem alındığı sürece her gün tespit edilen vaka sayısı en sonunda sıfıra düşüyor. Peki ya kümülatif olarak sayılara neler oluyor? Yani toplam vaka sayısı nasıl değişiyor? Kabaca Hubei’de yaşananları esas alan bu teorik modele göre bir gün fazladan beklemek vaka sayısını %40 artırıyor! Yani eğer Hubei idarecileri tecrit mekanizmalarını uygulamaya 23 Ocak’ta değil de 22 Ocak’ta başlasalardı 20 bin daha az vakayla karşılaşacaklardı. Ve unutmayın, bunlar sadece vakalar. Tedbir almaya bir gün geç başlandığında ölüm sayıları da otomatik olarak %40 artacak. Ancak bununla kalmayacak. Sağlık sisteminin üstüne aşırı yük bineceği için ölüm oranı 10 kata kadar artacak. Dolayısıyla tecrit uygulamasında bir günlük gecikme, hem vaka sayısının artışı hem de ölüm riskinin yükselmesi sebebiyle daha fazla ölüme yol açacak. Bu katlanarak büyüyen bir tehdit. Her günün önemi büyük. Karar vermekte bir gün gecikince yalnızca fazladan birkaç vakaya neden olmuş olmuyorsunuz. Muhtemelen bulunduğunuz yerde şimdiden yüzlerce ya da binlerce vaka var. Tecrit uygulanmadan geçen her gün, bu vakalar katlanarak artıyor. Bu yazıyı paylaşın Bu on yıl içinde paylaşarak insanların hayatını kurtarabileceğiniz bir tane yazı olacaksa o da bu. Felaketin önlenmesi için herkesin ne olduğunu anlaması gerekiyor. Harekete geçmek için doğru zaman tam şu an. Referans: (*)Thomas Pueyo'nun Coronovirus: Why You Must Act Now? isimli makalesinin İngilizce orijinaline buradan ulaşabilirsiniz. Çeviri: Hilâl Alkan, Özlem Ünsal, Sezai Ozan Zeybek Hastalık hakkında güncel bilgileri ve Sağlık Bakanlığı'nın internet sitesini takip ediniz.https://bit.ly/2PVxRLc ***Çinli uzmanların yazdığı COVID-19 Önleme ve Tedavi El Kitabı Türkçe https://medimagazin.com.tr/templates/default/ckfinder/userfiles/files/pdf/covidelkitabi.pdf **** KRONA VİRÜS İLE SAVAŞTA ÖZ YAŞAM DİSİPLİNİMİZİ GELİŞTİRMEK VE MÜCADELECİLİGİMİZİ BIRAKMAMAK (*)     İnsanlık tarihinin bilebildiğimiz kadarı ile son birkaç bin yılda nadiren, belki İspanyol virüsü ile kıyaslanabilecek olan bir durumla karşı karşıyayız. Varlığı ve büyüklüğü (0.01 µm) ancak elektron mikroskobu altında tanımlanan Dünyanın en küçük canlısı bir virüs,  tabiri caiz ise hepimize diz çöktürdü. Kendisi çok küçük ancak yaratığı etki çok çok büyük. Mikrobiyoloji çalışan bilim insanlarının en az bildiği konuların başında doğası gereğince virüsler gelir. Tıp, veteriner ve bitki koruma alanlarında viroloji çalışanların dışındakiler gribe yakalanmadıkça konu çok gündemimize gelmedi. Bilimsel olarak sebep-sonuç diyalektiği anlayışı ile virüsün insan vücudundaki çoğalma şekli ve hastalık oluşturma etkileri ilgili bilim insanları tarafında metodolojik yaklaşımlar sayesinde bilinmektedir. Bilimsel olarak tanımlanan ve çalışma şekli bilinen her sorunun çözümü mümkündür. Ancak çözüm ve ona uygun ilaç geliştirilmesi zaman alabilir. Bu bağlamda virüsün insan vücudunda geçirmesi gereken kuluçka süresi ve yayılma riskini de bilerek herkesin izolasyona başvurulası yerinde bir karar ve hepimizin bilimin önerdiği uyarıları dikkate almamız gerekir. Bu aşmada kamunun alacağı zorunlu kararlar kadar kişisel önlemlerimiz önem arz etmektedir. Kişisel bilinç kadar toplumsal bilinç de önemli olmaktadır. Son günlerde okullardan ve diğer toplu yaşam alanlarından uzak durulması ve evlerde kalınması ve tedbirlerin alınması konusundaki önerilerde bilincin ve kurallı yaşamanın önemini çok net olarak ortaya çıkmaktadır. Bu bağlamda bilinçli davranmak, konu hakkında sağlıklı bilgi sahibi olmak ve sorunun bilimin ilkeleri tarafından ilerletilmesini takip ederek çok fazla kaygı ve paniğe kapılmamak gerekir. İnsanlığın ilk defa bu çapta içeriye kapandığı ve adeta yaşamın durduğu şu günlerde, eve kapanmak doğal olarak psikolojimizi etkiliye bilir. Genel nüfusu yüksek olan özelliklede 20 küsur milyon öğrencimizin dinamizmini de dikkate alarak kendi kendimize bazı konularda disiplin uygulamamız gerekmektedir. Şu anda virüs ile bir savaşım içinde oluğumuzu görüyoruz. Savaşımı kazanmak için de disiplinli olmak ve disipline uymak zorundayız. Aksi takdirde o küçük canlının gücü bizleri ve daha fazlasını alt edebilir. Öğrencilerimizin evde kaldıkları süre içinde kendilerinin bir takım yöntemler geliştirerek kendi kendilerine nitelikli meşguliyetler üretmelerini öneririm. Psikologların bazı önerileri var ve önemsenmeli. Oğlum, öğrencilerim ve yakın çevremin morallerini diri tutmak ve sürekli mücadeleci olmaları konusunda isteklendirmeye çabalıyorum. Bu aşamada gençlerin sıkılma durumlarını anlayışla karşılamak ve onlara sürecin aşılabileceğini anlatmayı unutmayalım. Tarihte bu tür salgın hastalıkların yaşandığını ve insanın bu süreçleri aştığını anlatabiliriz. Antropolog, biyolog Jared Diamond'nın “Tüfek, mikrop, çelik”, “Çöküş”, “Yoksul ve Zengin’’ adlı kitapları ve Yuval Noah Harari'nin Sapiens kitabı bu konularda geçmişte insanlığın geçirdiği evreler hakkında önemli bilgi sunmaktadır. İnsan türünün geçmişte geçirdiği evreleri tarihi-antropolojik açıdan inceleyip bu sorunun da aşılabileceğinin gençler tarafından okunarak anlaşılması yararlı olabilir. İçinde yaşadığımız şu kısa sürede ilk defa bu denli ağır yaşadığımız bu süreci olduğu gibi kabul edip, bunun geçebileceğini de bilerek, kendi öz disiplinimizi ve anayasamızı kendimiz yaratalım, kendimize yeni uğraşılar ve kendi kendimiz yönetmeyi öğrenelim. Okumak, müzik dinlemek, belgesel, filim izlemek, sanat yapmak, geçmişte kalan işleri tamamlamak bizi epey bir süre meşgul edebilir. Bu zorlu süreçte önerilen ilkeler ekseninde yüz yüze gelmesek de değişik mesaj kanaları ile dayanışma göstermek, bilgilerimizi paylaşmak çok önemli olacaktır. Bu bağlamda hepimizin virüsle savaşta başarılı olmak için süreci atlatana kadar kendimizi ve psikolojimizi sağlam tutmak için aşağıdaki öz diplin nasıl kazanılır diye öğrencilerim için hazırladığım aşağıdaki makalem yararlı olabilir. Makaleyi gençlerimiz ve öğrencilerimiz ile paylaşırsak bizlerde karınca kaderince sürece katkıda bulunmuş oluruz. Bilimin bu sorunu çözeceğine olan güvenimizi koruyalım.       KİŞİSEL ANAYASA SAHİBİ OLMAK, ÖZ DİSİPLİN KAZANMAK NEDİR VE NASIL KAZANILIR?   FEEL UP İnsanları birbirlerinden farklı kılan en önemli özelliklerden biri yaşamdaki tutum ve davranışlarıdır. Bazı insanlar vardır ne yapacağını bilir, sistemli davranır, yemesine içmesine dikkat eder, kimi de sıradanlık içinde rüzgâr nereye savurursa oraya savruluyor. Veya kadınların erkeklere kıyasla belirli konularda daha duyarlı oldukları gerçeği hep dikkat çekici farklılıklardır. Genelde birçok insan günlük yaşamda vazgeçemediği veya üstesinden gelmediği ve mutsuzluk duygusuna neden olan sorunlar yaşamaktadır. Kafasındakini gerçekleştirme azmi olan, koyduğu her hedefe planlı ve programlı ulaşmasını sağlayan asıl anahtar öz disiplin olduğu belirtilmektedir. Salt zekâ veya korku sağlanan bir disiplin değil, içten gelen ve güçlü bir şekilde kontrol edilen bir öz disiplinden bahsedilmektedir. Deniliyor ki eğer öz disiplin yoksa en basit hedefe bile ulaşmak imkânsızdır. Kişinin bilinçli olması kendi yol haritasını oluşturması önemli olmakta, kişinin yol haritası çoğunlukla üniversiteli yıllarda şekillenmektedir. Üniversite atmosferi özgürlük yarattığı için kişinin kendini tanıması için bir takım girişimlerde bulunur ve bu süreçte yapabileceklerini veya yapamayacaklarının farkına varır. Kişinin farkına varması ise eğitimin temel amacıdır. Kişinin kendisini tanıması, ne yapacağını bilmesi ve bu konuda belirli bir disiplin içinde hareket etmesi bir kişilik sistematiğidir. Kişinin yol haritası o kişinin “kişisel başarı anayasası” olması anlamına gelir. Kişinin kendi anayasasında belirlediği kurallara uyması ve o çerçevede yol alması kişinin bütünlüklü düşünmesi ve kendisi ile çelişmemesi anlamına gelir. Kişisel anayasalar da günün koşullarına göre değişir. Bu değişimde güçlü bir bilinç ve bilgi ile analiz edilip yeni yol haritası ve kişisel ilkelerin oturulmasını sağlayacaktır. Dikkat edilirse başarılı kişiler temelde “kişisel anayasalarını” sürekli olumlu yönde günün koşullarına uygun düzenleyen kişiler olduğu görülmektedir. Başarılı olmak, olumsuzluklardan kurtulup olumlu yönde yaşam alışkanlıkları kazanmak bir bilinç ve öz disiplin gerektirir. Günümüz gençliğinde görebildiğim birçok temel sorunun içinde en önemli sorun kişilerin kendilerini tam olarak bilmemeleri, ne aradıklarını bilmemeleri ve kendilerini gerçekleştirme konusunda hiçbir iç disiplin ve yol haritasına sahip olmamalarıdır.   Yunus Emre’nin dizelerindeki “İlim ilim bilmektir İlim kendin bilmektir Sen kendini bilmezsin Ya nice okumaktır” ifade ile güçlü bir bilinç sorgulamasına davet ediyor.   Bilmek, bilgi sahibi olmakla birlikte bir bilinç işidir. Bilgi sahibi olmak bir çabayı gerektirir. Bilmek kişinin önünü görmesini ve aydınlanmasını sağlar. Bilen kişi kendini tanıyan kişi, ne yaptığını bilir, neyin doğru neyin yanlış olduğunun farkındadır ve ayağı yere sağlam basar. Kendini iyi tanıyan, kendisinden pay biçerek empati yapan ve başkalarını da tanıyandır. Çok derin analiz etmediğimiz için çoğu zaman farkında değiliz ancak insanın kendisini bilmesi kadar büyük bir bilinç ve duygu yoktur. Kendini bilmek basit bir şeymiş gibi görülür ancak hiçte o kadar kolay değildir. Bir an kendimize soralım “ben kimim? Ne iş yapıyorum? Ne tür yeteneklerim vardır? Hayata katkım nedir? Kişisel ve toplumsal sorumluluğum var mı? Varsa nedir? Hayatın anlamını bilmek ve orada kendi yerini bilmek için derin bir felsefi öz değerlendirmeden geçmiş olmak gerekir. Ozan Dertli Divanı, Ser çeşme şiirindeki “ cahiller kendini aklar, kâmiller özünü yoklar” ifadesi bir öz arayışı ve felsefi kişilik kazanmaktır. Çevremize baktığımızda yaşanan birçok sorunun temelinde kişilerin kendilerini tanımadığını yaptıkları işlerde ve sergiledikleri davranışlardan çıkarabiliriz. Bazları kendini ya olduğundan büyük görür, ya da sahip olduğu değerlerin farkında değildir. Bazıları hak etmediği halde belirli şeyleri, kendini bir de hakir görür! Temel felsefe olarak kişinin “Ne istediğini bilmesi kadar, ne istemediğini” de bilmesini çok önemserim.   Bugün çoğu insanın “rüzgârın önüne katılmış bir yaprak gibi sürüklendiğini” görünce anlıyoruz ki insanların çoğu neyi neden istediğini bilinçle belirlememiş. Pekâlâ, nasıl kazanılır kendini bilmek ve sağlıklı kişisel anayasa hazırlama işlemi. Birçok kişisel gelişim psikoloğunun önerisi kişinin öz disiplin sahibi olmasını işaret ediyor.   Kişinin Kendisini Tanıması Önemli Öz disiplini sağlayabilmek için en önemli koşulu, kişinin kendisini tanıması, amaç ve hedef sahibi olmasına bağlıdır. Hedefin belirgin olması her zaman kişinin yönünü bulmasını kolaylaştıracaktır. Öğrencilerimden makale yazmak isteyenlerin ilk sorusu, hocam ne yazayım? Soru önemli. Nerden başlamayı bilmek sorunun yarısını çözmek demektir. Hedefin netliği ve sonucun kişiye sağlayacağı faydaların belirgin olması işini kolaylaştırır. Belirlenmiş hedefe doğru yol almakta çok kolay olmayabilir. Sürekli ve ısrarla hedefe ulaşma yolu üzerindeki engeller ile çatışmayı gerektiren zorluklar ile baş edilmelidir. Bu da öz dişlin sahibi olmayı gerektirir. Öz disiplinli sahibi olabilmek için; belirlediği hedefe dair ‘‘Bu zorlu yoldan neden çıkmayayım?’’, ‘‘Neden vazgeçmeyeyim?’’ sorularının yanıtının kişide tatmin edici bir karşılığının oluşmuş olması gerekir. Kişi hedefe ulaşma konusunda kendi iç dünyasında ikna olmamış ise (getirisi-götürüsü ne ) kolay kolay disipline olmayı benimsemez. Yılmaz Güneyin “Dost düşman bilsin ki başaracağız, mutlaka başaracağız” ifadesi tam bir öz disiplin göstergesi. İlk iş, kendimizi tanımak, hedef belirlemek ve o hedefe ulaşmak için kendimizi yapmaya ısrarla zorlamaktır. İç disiplini sağlamak kişinin istek ve kendi kendisini ikna etmesi ile ilgili bir durum. Öz disiplinin sağlanamamasının en temel nedeni hedefin ve ulaşılacak ödülün kişinin beyninde belirgin olmayışıdır. Ciddi bir çalışma ile kazanacağı iyi bir üniversite bölümü, iyi bir işe girmek, başarılı bir kişi olmak, yaşam düzeyinin iyileşmesi beklentisi tam oturmamışsa kişi kolay kolay öz disipline gelmez. Öz disiplinde bir bilinçlenme ile kazanılacak bir felsefi yaklaşımdır. Kişinin nefsini terbiye etmesi, kâmil insan olma, olgun insan olma ile öz disiplin iç içe süreçlerdir. Öz disiplin sürecinin ve davranışın süreklilik kazanabilmesi ve zorluklar karşısında vazgeçilmemesi için kişi tüm bu sürecin sonunda elde edeceği maddi veya manevi bir beklentinin, ödülün veya hazın farkında olması önemlidir. Çalışmanın, çabalamanın bir karşılığının analiz edilmesi önemlidir. Artık günümüzde iletişim teknolojileri çağında başarılı olmak için öz disiplin şarttır. Birim zamanda çok sayıda işin yapılmak zorunda olduğu, anlık milyonlarca TB’lik bilginin üretildiği yapay zekâ çağında bilinçli yaşam, bilerek, amaca uygun şekilde çalışmak, zaman yönetimi, çok yönlü donanım sahibi olmak için disiplinli ve özverili olmak gerektirir. Bu süreç çoğu zaman yorucu ve isteklendirmeyi kırıcı olabiliyor. Öz disiplin ve öz bilinç zorluklar karşısında hedeften kopmamak ve amaca ulaşma konusunda yardımcı olur. Basit bir örnekle günümüzde endüstriyel temelli gıdalar ile beslenme sonucu dünyadaki insanların yarısına yakınında sağlıksız kilo sorunu bulunmaktadır. Bu kilolardan öz disiplin sahibi olan kişiler daha kolay sorunu atlatabiliyorlar. Eğer kilo verme sorunu bir bilinçli beslenme sorunu ise önce beynimizi ikna etmemiz ve neden kilo vermemiz gerektiğini bilmemiz gerekir. Bu gerekliliği ancak öz disiplin ile aşabiliriz. Bütün canlıların varlık nedeni olan iki temel işlevden bir olan beslenme-enerji elde etme işleminde özveri beklemek mantıklı değildir. Doğada pek çok lezzetli yiyecekten uzak durmak, belirli yiyeceklere karşı seçici olmak zor. Hele hele günümüz teknolojisinin yaratığı hareketsizlik ortamında düzenli spor yapmaya yönlendirmek ancak kişinin olup bitenleri bilmesi ve sağlığı için neleri yapabileceğini kavraması ve öz disiplinle üstesinden gelmesi gerekiyor. Burada en önemli soru, kişi öz benliğinde “hazzı erteleme becerisini geliştirebilmiş mi? geliştirememiş mi?”. Kişi kendini kontrol edebiliyorsa, gerektiğinde bazı hazlardan vazgeçebiliyorsa öz disiplini kazanmış demektir. Aslında öz disiplini kazanmak bizleri gereksiz ve zararlı dürtülerle baş edebilme becerisi ve iradesi kazanmamıza yardımcı olacaktır. Bu bağlamda öz disiplin bir tür “duygusal öz denetim” yetkinliğinin de kazanılmasına olanak sağlamakla birlikte ve önemli bir kontrol mekanizması sağlamaktadır.   Öz Disiplin Nasıl Kazanılır?   Öz disiplin kazanmak beklenenden dahada zor bir süreçtir. Öz disiplin kazanmak için öncelikle kendimizi tanımamız ve kendi yaşam modelimizi çıkarmamız gerekir. Diğer bir ifade ile “nasıl olmak istediğimizi belirlememiz” gerekir. Yaşam yol haritamızda belirlediğimiz bu modele uygun davranmayı ve düşünmeyi seçmeliyiz. Bu konuda atılacak en önemli adım “haz duygusunu erteleyebilmeyi öğrenmektir”. Bazı şeylerden vazgeçmeyi biliyorsan kendimizi kontrol ediyoruz demektir. Öz diplin kazanma konusunda web ortamında değişik paylaşımlardan edindiğim bilgilerin bir kısmı yaralı olabilmektedir (https://www.uplifers.com/author/romina-kuyumcuoglu/).   Kendinizi disipline sokacak 8 uygulama  Öz disiplin sağlamak için: 1- Hedef belirlenmelidir. Hedefim ne? Neye ulaşmak istiyorum? Sorusunun net bir cevabının bilinmesine bağlıdır. Denizcilerin önemli tabiridir; nereye gideceğini bilmeyen kaptana hiçbir rüzgâr yardım edemez. 2- Hedefe ulaştıracak davranış alışkanlıkları belirlenmelidir. Hedefime ulaşmak için neler yapmalıyım? Hangi adımları atacağım? 3- Planlama: Hedefinize ulaşabilmek için tam olarak neye/nelere ihtiyacın olduğunu ve bunun ne kadar zamanınızı alabileceğini belirlemek önemli. Hedefe ulaşılacak zamanın planlanması son derce önemli bir karardır. Ne kadar sürede belirlenen hedefe ve noktaya ulaşmayı belirlemek ona göre tutum almayı gerektirir. 4- Hedefe ulaşmanın tatmin ediciliği içselleştirilmelidir. Ödülüm ne? Neye ulaşacağım? Ulaşınca neler hissedeceğim? **************************** Yuval Noah Harari 'nin Konuyla ilişkin bir makalesi: :Koronavirüs pandemisi bizi daha geleneksel ve kabul edilebilir, ölmeye karşı tutumlara mı döndürecek - yoksa yaşam süresini uzatma çabalarımızı güçlendirecek mi? bit.ly/YNHGuardi