Tüm Bilgi Paylaşımlarım

ABD Seçimlerinin Ardından: Siyasetin Bumerang Etkisi ...

  ABD Seçimlerinin Ardından: Siyasetin Bumerang Etkisi ...  ilk söz:Trump kaybetti diye sevinmek, Biden kazandı diye sevinmeyi gerektirmez.Arap Baharı: On Yıl Sonra bumerang gibi ABD'de.... Demokrasiye vurulan bu darbe  Batı'yı da  etkileyeceğinden hiç şüpheniz olmasın. Hatta tüm dünyayı " ABD emperyalist bir ülkedir. Bu ülkeyi yönetenler de ABD emperyalizminin çıkarlarını gözetirler. Bu çıkarların gerektirdiği kararları da sonuç alıncaya kadar değişik yöntemlerle uygularlar. ABD başkanının demokrat veya cumhuriyetçi olması bu durumu değiştirmez.Bu nedenle Trump'ın gidip Biden'in gelmesi, ABD'nin Orta Doğu ve Türkiye politikalarını değiştirmeyecektir. Hatta Türkiye-ABD ilişkilerinin daha da kötüleşmesi büyük olasılıktır.. Tunus ve Mısır’da halk ayaklanmaları önce yozlaşmış iktidarları devirdi. Yerlerine siyasal İslam geçti; halk direnmesi o iktidarlara da son verdi. 2020’ye gelindiğinde egemen sınıfların tahakkümü süregelmektedir. Tunus ve Mısır’da halk ayaklanmaları önce yozlaşmış iktidarları devirdi. Yerlerine siyasal İslam geçti; halk direnmesi o iktidarlara da son verdi. 2020’ye gelindiğinde egemen sınıfların tahakkümü süregelmektedir. Arap Baharı’nı bu aşamaları ile bu baharları hazırlayan küresel güçleri hatırlatmak istedim. “Arap Baharı”nı temsil eden Tunus ve Mısır, on yıl sonra iki farklı durakta bulunuyor: Hukuk devleti ilkelerini içeren temsilî bir demokrasi (Tunus) ile baskıcı bir askerî faşizm (Mısır)… Ne var ki, 2020’ye gelindiğinde ikisini de birleştiren hazin bir özellik var: Kesintisiz sürdürülen neoliberal programlar, sermayenin yoğunlaşan tahakkümü, halk sınıflarının çaresizliği…Bu notumuz şimdilik burada kalsın... Trump vakası çok daha nihilist bir ortamda cereyan etti.Trump, Kudüs’ü İsrail’in başkenti yaptı. Evangelik. Yüzyılın projesi kapsamında, Arap dünyasını işgal eden, “Ortadoğu’nun işgali için NEOM’da siber ordular hazırlayan, Sudan’da darbe yapan, Doğu Akdeniz’de Türkiye'ye komplolar kuran ,PKK’nın hamisi, Afganistan’ın işgalcisi.. Biden,  Ermeni yanlısı, PKK yanlısı, Trump’tan beter . Tam bir Siyonist. Trump’ı beğenmiyor, çünkü onu İslam dünyası ve İslam’a karşı politikalarında yetersiz buluyor. Küresel Oyun kurucuların, Mazlum Ülkeler Manipülasyonu değişmiyecek. Çünkü "kadim dünyamız yeniden dizayn edilmekte. Adına “Yeni Dünya Düzeni” dedikleri bu oyunda; güç ve çıkar ilişkileri; sermaye ve doğal kaynaklar kısacası dünya nimetlerine sahip olma hakkı yeniden paylaştırılmakta. Eski metotlar ve/fakat “demokrasi” gibi dünyanın en güçlü silahının kullanıldığı mücadelede küresel aktörler hedefe ulaşmak için birçok unsuru bir arada kullanmakta..Küresel oyun kurucuların mazlum ülkelerin kaynaklarını kendi malı gibi görüp  kullanmalarına "emperyalizm" deniyor.    2016 yılı dünya siyasetinde büyük değişikliklerin ve dalgalanmaların yılı oldu. Soğuk Savaş sonrası “Yeni Dünya Düzeni” olarak adlandırılan dönemin ardından yaşadığımız zamana yeni bir isim bulundu: “Hakikat Ötesi Dönem”. Hakikat ötesi (post-truth) kavramının 2016 yılı içinde kullanımı yaklaşık 2000 kez arttığı için, Oxford Sözlükleri tarafından 2016 yılında “yılın kelimesi” seçilmiş. Oxford Sözlükleri, hakikat ötesi kavramını bir sıfat olarak, “tarafsız gerçeklerin kamuoyu fikrini etkilemede duygulara ve kişisel inançlara cazip gelen şeylerden çok daha az etkili olması durumuyla ilgili olan ya da bu anlama gelen” şeklinde tanımlamış. Her ne kadar doğruların ve hakikatlerin önemini yitirmesi olarak adlandırabileceğimiz hakikat ötesi kavramı 1990’lı yıllardan bu yana kullanılıyor olsa da kavramın yaygınlaşması 2000’li yılların ilk yarısından itibaren olmuş. Şüphesiz 2016 yılı hakikat ötesi kavramının yıldızının en çok parladığı yıl olarak düşünülebilir. Nitekim, ilk olarak 23 Haziran 2016 tarihinde İngiltere’de yapılan ve İngiltere’nin Avrupa Birliği’nden çıkması anlamına gelen Brexit oylaması ve ardından ABD Başkanlık seçimlerinde ülkenin en zengin iş adamlarından emlak patronu Donald Trump’ın Cumhuriyetçi Parti’nin başkan adayı olarak seçilmesi ve Kasım ayında yapılan seçimlerde Demokrat Parti’nin adayı Hillary Clinton karşısında zafer kazanması sonrasında yapılan tartışmalarda hakikat ötesi kavramının sıklıkla kullanılmış  Her iki seçimde de gerçeklerin çarpıtılması, manipülasyon ve aslı olmayan yalan haberlerin özellikle sosyal medya marifetiyle yaygınlaştırılması ile seçim sonuçlarını etkilemesi göze çarpmakta.  .Avrupa Birliği’ni bir arada tutan şeyin artık yok olduğu düşüncesi tartışılabilir. Örgüt çeşitli problemlere ve krizlere rağmen, varlığını ve çatışma önleyici bir bariyer olma niteliğini sürdürmekte. Ekonomik altyapısı hala sağlam ve yerindedir. Üye devletlerin vatandaşlarının önceliklerinde bazı değişimler görülse bile örgütün ortak arzu/kaygı/hedef paylaşma motivasyonunun kaybedildiği iddiası tartışmaya açık. Ayrıca Almanya ve Fransa gibi üye devletler var olduğu sürece, Sovyetler Birliği’nin çöküşüyle ortadan kalktığı öne sürülen jeopolitik gerekçeler varlığını sürdürebileceği açık. Kaldı ki, örgütün varoluşu bu jeopolitik gerekçelerden daha kapsamlı nedensellikler taşımakta.. Diğer taraftan, Avrupa’daki popülizm için kullanılan ‘popülist milliyetçilik’ kavramsallaştırmasındaki milliyetçiliğin, yerelciliğe (nativism) daha yakın olduğu ileri sürmekte hiç bir beis yok. Üstelik yerelcilik, zaten popülizmin temel bir bileşeni. Bu nedenle ‘popülist milliyetçilik’ kavramsallaştırması yoruma ve tartışmaya açık.Günümüz toplumları, bir yandan da bir kolektifin içinde kendimizi güvende hissetmemizi sağlayacak bütün mekanizmaları tek tek yıkmakta. Aile bağları zayıflamakta, kişinin güvenliğinden ve geleceğinden sorumlu olan sosyal devletin parasız (ve kaliteli) eğitim ve sağlık gibi en temel hizmetleri bütün dünyada ya tamamen ortadan kalkmakta ya da ciddi bir biçimde bu mekanizmaların içi boşaltılmakta. Bu durum kişilerin elindeki kolektif güvence mekanizmalarını alarak, geleceğe dair belirsizlik ve endişeyi artırmakta  Belirsizlik ve güven(ce)sizlik ise hayatın getireceği risklerle aşırı derecede meşgul olmamızı gerektirmekte. Ulrick Beck e göre de belirsizlik ve güven(ce)sizliğe bağlı kırılganlığın artmasının nedeni kişinin sadece kendi hayatından tamamen sorumlu olarak görülmesi ile yakından ilgili. Sosyal bağlarından kopmuş, toplumsal olarak güvencesizleşmiş, her yeni duruma hızla adapte olmak zorunda kalarak referans noktalarını yitirmiş esnek ve yalnız bir insanlık durumudur bu. Kalıcı ve sürekli bağların kaybı Richard Sennett güvencesizliğin en çok istihdam alanında kendini hissettirdiğini ve kişinin duygusal yaşamından gündelik tercihlerine kadar hayatının her noktasını pek derinden etkilediğini yazar. Günümüz piyasası 20. yüzyıl boyunca göreli de olsa bir biçimde var olan istikrarlı bir iş temeline dayanan geleneksel iş kalıplarını aşındırmış.  Hemen bütün sektörlerde tamamen kişisel performansa dayanan kısa dönemli iş kontratları bir norm haline gelmekte.. Yaşam boyu istihdam sistemi ile ünlü Japonya da bile, iş gücünün üçte biri geçici kontratlarla istihdam edilmekte Dünyanın her yerinde bir, en fazla iki kurumun merdivenlerinde adım adım yükselen geleneksel kariyer kalıpları kaybolmakta. Üniversiteden yeni mezun bir genç kendi yaşamı boyunca onlarca kere iş değiştirmeye ve çalışma hayatı boyunca becerilerini sürekli yenilemeye kendini hazırlamak zorunda.  Üstelik yeni ortaya çıkan teknolojiler pek çok meslek kolunu etkilemekte ve kişilerin yapabildiği meslekleri kalıcı olarak ortadan kaldırmakta Otomasyonun (robotlar ya da yapay zekâ aracılığıyla) gelecek beş yıl içinde gelişmiş kapitalist ülkelerde işlerin %6 sını tamamen ortadan kaldıracağı tahmin edilmekte.  Üstelik ortadan kalkan bu işler sadece düşük ücretli, kalifiye olmayan, güvencesiz işler değil. Gazetecilikten sigortacılığa, inşaat sektöründen taksi şoförlüğüne pek çok iş otomasyon süreçlerinin tehdidi altında. Artan eşitsizlik, güvencesizlik ve yeni teknolojiler bizi giderek daha fazla oranda sürekli bir gelecek endişesi duyduğumuz bir yaşama mahkûm ederken, kişilere kurumlar ve piyasa dışında alternatif bir güvenlik ağı sağlayabilecek aile, yakın toplumsal bağlar gibi koruma ağları da giderek zayıflamakta. Bir zamanlar bir tür gelecek sigortası işlevi gören evlilik kurumu bile uzun bir süredir artık ortak yaşam taahhütlerinin her an bozulabileceği, riskli ve çoğu zaman kişisel arzu ve mutluluğun karşılandığı bir kuruma dönüşmüş..Bu genel değerlendirme  notumuz şimdilik burada kalsın... Britanya' daki Brexit oyları ve ABD' deki Donald Trump'ın yükselişinin damgasını vurduğu 2016 yılı bu uyanış dalgasının Batı ve Kuzey Amerika'nın merkezindeki liberal devletlere ulaştığı dönem olarak dikkat çekmekte Amerikalı ve Avrupalılar bundan birkaç sene önce Irak ve Libya'yı silah zoruyla özgürleştirmeye çalışırken, Kentucky ve Yorkshire' daki çoğu insan liberal görüşü ya nahoş ya da erişilemez bir şey olarak kabul etti. Kimileri eski hiyerarşik yapıya sahip dünyaya sempati duymaya başladı ve ırk, millet ve top lumsal cinsiyete dayalı ayrıcalıklarını ellerinde tutmak ister oldu. Kimileri de (doğru ya da yanlış bir biçimde) liberalleşme ve küreselleşmenin çoğunluğu hiçe sayan bir avuç seçkini kayırmaya yönelik bir düzenbazlıktan ibaret olduğu sonucuna vardı. 1938' de insanların tercih edebileceği üç küresel anlatı mevcuttu, 1968' de sadece iki, 1998' deyse tek bir anlatı hüküm sürüyor gibiydi; 2oı8'e gelindiğindeyse elimiz boş kaldı. Dünyaya hakim liberal seçkinlerin geçtiğimiz yıllarda sarsılmış ve afallamış olmasına şaşmamalı. Tek bir anlatı olması kadar güven verici bir durum yok. Her şey tamamen ortada. Birdenbire anlatıdan yoksun kalmak dehşet verici..  Hiçbir şey bir anlam ifade etmez. 198o'lerin Sovyetler Birliği 'nin seçkinleri gibi liberaller de tarihin önceden belirlenmiş izleğinden nasıl saptığını anlamıyor ve ellerinde gerçekliği yorumlamaya yarayacak başka bir mercek de yok. Kafa karışıklığı sebebiyle durumu kıyamet alameti, tarihin öngörülen mutlu sona ulaşmaması, olsa olsa mahşer yerine doğru gidildiği yönünde değerlendiriyorlar. İnsan zihni gerçekliği değerlendirmekten aciz kalınca felaket senaryolarına sarılır. Nasıl ki korkunç baş ağrısı çeken bir insan beyninde tümör olduğu fikrine kapılır, çoğu liberal de İngiltere'nin Avrupa Birliği'nden ayrılmasının ve Donald Trump'ın başa geçmesinin medeniyetin sonunun geldiğine delalet olmasından korkuyordu..Tüm dünyada olup bitenler de zaten biraz bu minvalde, zira liberalizm çökünce ortaya çıkan boşluk bir süreliğine eski güzel günler nostaljisiyle dolduruluyor. Donald Trump ABD'yi soyutlama politikasının yanına Amerika'yı eskisi gibi harika bir yer haline getirme sözü de serpiştirmişti ("Make America Great Again"); sanki 198o'lerin ya da 1 95o'lerin Amerika'sı kusursuz bir toplumdu da Amerikalılar aynısını 21. yüzyılda yeniden yaratmalıydı. Brexit destekçileri hala Kraliçe Victoria döneminde yaşıyorlarmış ve "şaşaalı tecrit siyaseti'', İnternet ve küresel ısınma çağında uygulanabilirmiş gibi Britanya'yı bağımsız bir güç haline getirme hayali kuruyorlar. Çin'li seçkinler Batı' dan ithal ettikleri müphem Marksist ideolojiye eşlik edecek hatta onu ikame edecek yerel imparatorluklarını ve Konfüçyüsçü miraslarını yeniden keşfetti. Rusya' da Putin'in resmi görüşü yolsuzluğa bulaşmış bir oligarşi inşa etmek değil eski çarlık rejimini diriltmek. Bolşevik Devrimi'nden yüz yıl sonra Putin Baltık Denizi'nden Kafkaslara uzanan Ortodoksluğa sarılmış otokrat bir hükümetle Rus milliyetçiliği eşliğinde eski çarlığın şaşaasını vadediyor.  3 Kasım 2020 ABD başkanlık seçiminin sonucu belli oldu. 6 Ocak’ta Washington’da ABD Seçmenler Kurulu toplanacak; Joe Biden’ın Başkanlığı, 270’i aşan oyla kesinleşecektir. 12 Kasım 2020’de sayımları biten 47 eyaletin toplamında Biden’ın 279, Trump’ın 217 oyu kesinleşmiştir. Bu “patolojik” siyasetçinin ABD’de, 70 milyonu aşkın seçmenin oyunu alması; emekçi sınıf saflarında çok yaygın bir kitle tabanına sahip olması nasıl açıklanabilir? Kasım seçimleri sayesinde giderilen istisnaî bir bozukluk mu söz konusuydu?  Trump’ın ABD başkanı olarak seçildiği 2016 yılından beri yanıtı merak edilen bir soruyu bütün dünyanın yeniden sormasına vesile olmuş olacak: kimdir bu Trump seçmenleri? Bunca skandala, bunca yalana, yüzbinlerce insanın öldüğü bir salgını yönetmekte gösterdiği başarısızlığa, rekor düzeyine varan işsizlik oranlarına, Amerika’nın küresel çapta itibar kaybına yol açmasına rağmen neden hâlâ ona oy veriyorlar? Almanya’dan Spiegel, bu sorunu inceliyor. ABD seçimlerini, 8 kişilik bir ekiple izledi; değerlendirmeleri iki uzun makalede yayımladı (Spiegel International, 30 Ekim ve 6 Aralık 2020). Yazıların başlıkları ulaştıkları sonucu özetliyor: “Trump’ın yarattığı bozulma kalıcıdır” ve “Joe Biden’ın imkânsız görevi”... Ana tespitlerini aktarmakla yetineceğim. “Trump, Cumhuriyetçi Parti’nin niteliğini değiştiren otuz yıllık bir sürecin nihaî ürünüdür. Bu süreç içinde Cumhuriyetçi Parti popülist bir harekete dönüştü. Oy tabanında 80 milyonluk Evanjelik Hristiyanlar yer almaktadır. Trump, bu dönüşümü daha da pekiştirdi.” Nasıl pekiştirdi? Tweet’lerini, Fox News’ı, kitle paranoyasını besleyen komplo teorileri yayan, etkili propaganda araçlarına dönüştürerek… “Trump sayesinde ABD tehlikeli bir ülke oldu. Amerikalıların %30’u beş yıl içine bir iç savaş çıkacağını düşünüyor. Korkan Cumhuriyetçiler silahlanmaya başladı.” Yazarlar, silahlı aşırı-sağ milislerle ilgili çok sayıda gözlemi de aktarıyor Arlie R. Hochschild, Trump’ın 2016 zaferinin hemen sonrasında en çok okunan kitaplar listesine giren Strangers in Their Own Land/ Kendi Topraklarında Yabancı (2016) isimli kitabında aynı soruya yanıt arıyordu. Araştırma şirketlerinin kime oy verecekleri konusunda yalan söyledikleri için bulmakta zorlandığı “utangaç Trump seçmeni”ni kendi topraklarında buluyor, onlarla zaman geçiriyordu. Hochschild, çalışmasının ilham kaynağının Trump henüz ortada yokken aynı soruyu araştıran Thomas Frank olduğunu yazacaktı. Frank bir zamanlar sol radikalizmi ile ünlü olan Kansas eyaletinin nasıl olup da kültür savaşının en heyecanlı neferi haline geldiğini sorguluyordu. What is the Matter with Kansas/ Kansas’ın  Derdi Ne? (2004) isimli kitabında sağ popülizm çalışmalarının benzer sonuçlara ulaşacağı yıllardan çok önce müesses nizama öfkeli Amerikalıların sesini okurlarına ulaştırıyordu. Amerikan seçmenleri artık kendilerine hiçbir şey vaat etmeyen bu siyasal düzene ve onun sahte sözler ile kendilerini kandıran temsilcilerine öfkeliydi. Frank bunun sessiz ama bütün siyasi coğrafyayı değiştirme potansiyeline sahip aşağıdan gelen bir devrim olduğunu iddia edecekti. Frank’e göre Amerikan sağının başarısı sıradan insanların katı olarak bildikleri her şey buharlaşırken değerleri katılaştırıp, araçsallaştırmalarıydı. İş güvencesi, bir ev sahibi olma düşüncesi, çocuklarının kendinden daha iyi bir yaşam sürme ideali buharlaşırken Amerikan sağı Amerikan halkının hayal kırıklıkları ve öfkelerini kürtaj ve bireysel silahlanma gibi talepler üzerinden örgütlüyor ve bu öfkeyi müesses nizam olarak kodladıkları yönetici gruplara yöneltiyordu. Nitekim Hoschild’e göre de ülkenin genelinde Amerikan sağının güçlü olduğu eyaletler ortalama olarak daha fakirdi. Amerikan refahının bilişim endüstrisi gibi yeni gelişen kaynaklarından daha az pay alıyor ve pek çok durumda bunun tamamen dışında bırakılıyordu. Bu eyaletler yine ortalamada daha fazla genç bekar anne sayılarına, daha yüksek boşanma oranlarına, daha güçsüz sağlık sistemlerine, daha fazla obeziteye, daha fazla travmaya bağlı ölümlere, daha yüksek bebek ölüm oranlarına sahiptir. Louisiana gibi Cumhuriyetçi bir eyaletle Oregon gibi Demokratları ağırlıkla destekleyen bir eyalet arasındaki ortalama yaşam süresindeki fark Amerika Birleşik Devletleri ile Nikaragua arasındaki ortalama farkla aynıydı. Ve Trump Sahnede Trump 2016 seçimlerinde kendi seçmenini yaratmayacak ama önünde hazır bulduğu bu siyasal coğrafyanın üzerine oturacaktı. Amerikan sağı tarafından giderek radikalize edilen, Amerikan solu ile bağları kopan/koparılan, öfke ve hayal kırıklığı dolu bu seçmen grubu ile Trump birbirlerini keşfedeceklerdi. Başarısızlığı, beceriksizliği, konuşamaması, gereksiz yere böbürlenmesi ve her şeyden önemlisi müesses nizam olarak görülen gruplar tarafından aşağılanması bu öfkeli seçmenlerin onu kendilerinden biri olarak bağırlarına basmalarını sağlayacaktı. Müesses nizam onunla alay ettikçe, onlar onu daha da çok sahiplenecekti.    Kentli eğitimli nüfusa göre ise bu destek anlaşılmazdı. Gywn Guilford 2016 seçimlerinde neler olduğunu hiç anlayamadığını hissettiği anda Trump’ı mitinglerinde takip etmeye ve onu destekleyen kalabalığın bir parçası olmaya karar verdiğini yazıyordu. Trump’ın hiçbir siyasal normu tanımayan tuhaf kişiliği bu seçmen grupları için bir olumsuzluk değil, tam aksine müesses nizam ile sadece onun başa çıkabileceğine onları ikna eden mükemmel bir olanaktı. Mitinge katılanlar Guilford’a "yemek masamızın etrafında konuştuğumuz ama toplum önünde söylemekten çekindiğimiz her şeyi hiç korkmadan söylüyor" diyorlardı. Trump mitinglerinde bir parti programının çok ötesine gidiyordu, ayrıcalıklarını kaybeden bu insanlara ülkenin gerçekte kime ait olduğunu (size!), kimin burada yaşamayı hak ettiğini (siz!), ve kimin ekonomik pastadan daha fazla pay alması gerektiğini (siz!) ve çöküş için cezalandırılması gerekenin kim olduğunu (elitler!) söylüyordu. Guilford o mitinglerde ahlaki otoritenin Trump tarafından kurulmadığını, büyük bir coşkuyu (ve derin bir öfkeyi) kısa süreli de olsa paylaşan on binlerce insanın birlikteliğinden kurulduğunu iddia ediyordu.   Bu birlikteliğin içinde Justin Gest’in The New Minority/ Yeni Azınlık kitabında tartıştığı gibi (eski) sendikalı, çoğu beyaz, Amerika’nın (kaybolan) sanayi işçileri de vardı. Amerikan işçileri ülkelerinin inşasındaki büyük tarihsel rollerine rağmen artık kendilerini ekonomik olarak güvencesiz ve kültürel olarak da ülkelerinin kıyısında görmekteydiler. Katherine J. Cramer’in Wisconsin’in kırsal toplulukları üzerine yaptığı nefis etnografik çalışmasında gösterdiği gibi bu birliktelik en çok da Amerikan çiftçilerini ve kırsal topluluklarını içeriyordu. İçlerinde korkunun ve öfkenin değdiği kadınlar ve az oranlarda da olsa Hispanikler ve siyahlar olsa da çoğu beyaz ve erkektiler. Amerikan ekonomisinin yapısal önceliği başka sektörlere kayarken eski düzenin bu ayrıcalıklı grupları üç temel talebe sahiptirler; kaynakların, gücün ve saygının yeniden dağıtımı. Yeniden Dağıtım, Yine! Yeniden! Trump’ın başkan seçildiği 2016 yılından beri bu klasik sağ popülist strateji ve mobilize ettiği kitleler/toplumsal kesimler hakkında çok şey yazıldı. Pippa Norris ve Ronald Inglehart The Cultural Backlash: Trump, Brexit and Authoritarian Populism başlıklı kitaplarında kaybolan (kültürel) ayrıcalıkları restore etme talebi ile dünyanın pek çok yerinde sağ otoriter popülizmin güçlendiğini gösterdiler. Bir yandan değerler bütün dünyada büyük bir hızla değişiyor ama öte yandan kuşaklar arasındaki değer farkı aynı hızla artıyordu. Hızlı kentleşme, gelir dağılımının bozulması, ekonomik eşitsizlik, artan güvencesizlik, siyasal parti sisteminin yükselen talepleri karşılamaktaki yetersizliği, sol partilerin geliri bölüşme yerine kimlik taleplerine öncelik vermesi, artan kutuplaşma gibi faktörlerin bu yazının başlangıcında sorduğum “neden insanlar bunca başarısızlığa rağmen” hâlâ Trump’a oy vermeye devam ediyor sorusunun yanıtı olabileceğini öğrendik. Küresel sistemik bir krizin ağırlığı altında bu yanıtlardan bazıları bazı zamanlar ve mekânlarda daha çok öne çıktılar. Bu esnada gerçek insanların dünyalarını bize aktaran sosyal bilim araştırmaları kültürel, ekonomik ve ahlaki olanın nasıl karşılıklı olarak birbirini inşa ettiği hakkında bizi bilgilendirmeye devam ettiler. Bir yandan Salena Zito ve Brad Todd'un "The Great Revolt/ Büyük İsyan” (2019) kitaplarında ekonomik güvencesizlik, serbest ticaret anlaşmaları ve Çin’in yükselişinden endişe duyan ve Demokrat Parti’yi artık müesses nizamın ana aktörü olarak gören Amerikan işçi sınıfının hikâyesini öğrenirken öte yandan Ben Bradlee Jr.'ın "The Forgotten" (2018) adlı kitabında bu sınıfların George Soros'un Black Lives Matter protestocularını gizlice finanse ettiğine inanan, komplo teorilerini dinleyen, transseksüel tuvaletlerin Amerika’nın en büyük sorunu olduğunu düşünen militan kültür savaşçılarına dönüştüğünü okuduk. Bir diğer deyişle son dört yılda çok şey öğrendik. Ama belki de hâlâ eksik olan ne hissedeceğimizi ve bu yükselen dalga ile nasıl baş edeceğimizi bilmiyor olmamız. Bir salgının ortasında maske takmamayı özgürlük sanan, yüzbinlerce ölüm karşısında bile virüslerin uluslararası şirketlerin uydurması olduğuna inanan, eline fırsat geçtiği anda her tür özgürlüğü kısıtlayabileceğine inanan, cinsiyetçilik ve ırkçılığı önemli değerler olarak kucaklayan “ötekiler” karşısında ne hissetmeliyiz?  Her şeye rağmen Trump vb.lerine oy verenlerle bu dünya üzerinde paylaştığımız güvencesizlik üzerinden bir dayanışma hattı kurabilir miyiz? Umudu kültürel restorasyon talebi dışında başka alanlarda yeşertebilir miyiz? Hiç kimsenin kendi ülkesinde (belki bu dünyada) yabancı olmayacağı bir siyasal sistem tahayyül edebilir miyiz? Sadece kaynakların değil saygınlık ve gücün farklı gruplara adil bir biçimde dağıtıldığı bir düzen mümkün müdür? Yoksa artık ayrı dünyalara sahip olduğumuzu kabul etmenin zamanı mı geldi? Bu sorular bugün Trump’a kimler oy veriyor diye sormaktan çok daha acil. Bu kutuplaşmış dünyada ekonomik yeniden dağıtım üzerinden kesişen dayanışma hatlarını yaratmak, karşılıklı saygıyı ve demokratik normları yeniden canlandırmak zorundayız. Ekonomik yeniden bölüşüm biçimlerini olduğu kadar, geleneksel ayrıcalıkları geri yükleme taleplerini dışlayan ama farklı grupların sosyal kimlik ve özsaygı haklarını dikkate alan kültürel modernliğin yeni biçimlerini tahayyül etmek zorundayız. Bugün daha fazla empatiye ya da daha çok öfkeye değil, daha fazla siyasete ihtiyacımız var. Dindar, beyaz, erkek, (eski) sendikalı işçilerin ayrıcalık kaybından kaynaklı öfkelerini gerçek kabul eden, ama cinsiyet ve ırk eşitliğinden, laiklik ve demokratik normlardan hiç ödün vermeyen bir siyasi çerçeveye ihtiyacımız var. Son Söz:Spiegel, Trump mirasının bu dört yılda giderilemeyeceği sonucunu çıkarıyor. “Trump olgusu”, farklı kimlikler içinde geri gelecek; kalıcı olacaktır.  -------------------------- Referans:  (*) i-Evren Balta 6 Kasım 2020 https://www.ozyegin.edu.tr/tr/akademik-kadro/evrenbalta,Tedirginlik Çağı: Şiddet, Aidiyet ve Siyaset Üzerine,İstanbul, İletişim Yayınları, 2019, 254 sayfa, ISBN: 9789750527296  ii-Yuval Noah Harari,21. Yüzyıl İçin 21 Ders,Kolektif Kitap - 128 iii-" E Pluribus Unum ", 1776'da John Adams, Benjamin Franklin ve Thomas Jefferson tarafından Amerika Birleşik Devletleri'nin ilk Büyük Mührü için önerilen slogan -  

18.uluslararası Türk Dünyası Sosyal Bilimler Kongresi

"kongre" Birlikte yürümek, birlikte adım atmak, birlikte mücadele etmek anlamında Latince bileşik bir kelime..Sempozyumdan daha üst seviyede... Ağırlıklı olarak aynı bilim dalında uzmanlaşmış bilim insanlarının/uzmanlarının çağrıldığı, konuların daha derinliğine konuşulduğu toplantı.  Öyle yazıyor kitaplar... İnsanlığın “Bilgi”nin başlıca güç haline geldiği ve daha çok “küreselleşme” kavramı ile ifade edilen yeni bir döneme ulaştığı görülüyor. Nitekim sanayi toplumunun yerini “Bilgi Toplumu” nun almakta olduğu ve yaşananların “Bilgi Çağı”nın habercisi olduğu şeklindeki yaklaşımlar günümüzde genel kabul gören değerlendirmelerdir. Yaşanan bu dönüşüm sürecinin önemli bir karakteristiği de birçok alanda mesafe kavramının ortadan kalkmakta oluşu ve buna paralel olarak; toplumlararası ilişkilerde görülen büyük artıştır. Özellikle ulaşım ve iletişim teknolojilerindeki baş döndürücü ilerlemeler artan sorunlar karşısında işbirliği imkânlarını da beraberinde getirmiş, bölgesel teşkilatların sayısı giderek artmıştır. Tüm bu olan bitenden bilim dünyası da payını almış görünüyor. Zira bilginin başlıca güç haline gelmesi, bilgiye ulaşma ve paylaşımın kolaylaşması, küresel ve bölgesel sorunlardaki artış gibi gelişmeler bir yandan ortak süreçleri gündeme taşımış bir yandan da bilimsel işbirliğini adeta bir zorunluluk haline getirmiştir.   Türk Dünyası'nı soğuk savaşın sona ermesine paralel olarak Avrupa’nın doğusundan Uzak Asya’ya kadar uzanan geniş bir coğrafyada ortaya çıkan başlıca jeopolitik unsur olarak ifade etmek yanlış olmayacaktır. Türk Dünyası'nı oluşturan ülke ve toplulukların demokratik birer ulus olarak gelişmeleri, reel egemenliklerinde artış sağlayabilmeleri ve dünya barışına katkıda bulunabilmelerinin başlıca hamlesi bilgi toplumu doğrultusunda işbirliğine dayalı atılacak adımlardır. Son çeyrek asra bakıldığında bu geniş coğrafyadaki ilişkilerin giderek arttığı görülmektedir. Artık kurumsallaşan ve bu yıl 18.'si düzenlenecek olan Uluslararası Türk Dünyası Sosyal Bilimler Kongresi’ni; bilimsel işbirliği ve paylaşımın kolaylaştığı daha da önemlisi bir zorunluluk haline geldiği küreselleşme şartlarında Türk Dünyası'nda artan işbirliğini bilimsel alanlara da taşıma gayretinin bir tezahürü olarak ifade etmek mümkündür.   Ortak bilimsel kongre ve sempozyumların başta ekonomi, yönetim, kültür ve eğitim gibi sahalar olmak üzere birçok alanda; iletişim ve işbirliği süreçlerinin de başlangıcı olacağı düşünülmektedir. Bu anlamda üniversiteler arası yapılan bu faaliyet hacmini aşarak kurulan irtibatlar ve iletişim köprüleri sayesinde başta yerel yönetimler ve bürokrasi olmak üzere ticaret ve sivil toplum gibi alanlarda da yeni işbirliği sahaları oluşturmaktadır. İşbirliği platformlarındaki bilimsel çalışmalar; gelişme, sınır aşan sorunlara yönelik çözümler üretme, siyasi ve kültürel yakınlaşmayı arttırma, yeni ortaklıkların tesisi noktasında önemli rol oynayacaktır. İşte bu tespitlerden hareketle her yıl düzenlenen ve artık gelenekselleşen bu kongre özetle Asya, Avrupa ve Balkanlar’da yaşayan Türk ve akraba toplulukların sosyo-kültürel, ekonomik, politik ve eğitim süreçlerini bilimsel çerçevede araştırıp bilgi üretimi ve birikimi ile her alanda işbirliği zeminlerini oluşturmayı amaçlayan bir faaliyettir. Dünya genelinde büyük sağlık sorunlarına sebep olan pandemi nedeniyle kongre yürütme kurulu olarak bu yıla özel olarak kongremizi çevrimiçi olarak gerçekleştirme kararı alınmıştır. 18. Kongre’de, Türk Dünyası’ndaki bilimsel, ekonomik ve kültürel işbirliği potansiyelini etraflıca tartışmayı, yapılabilecekleri tebliğ ederek kayda geçirmeyi hedefliyoruz. https://www.turkkongre.com/

Bir Sentor Hikayesi: İktisat ve Matematik

  Bir Sentor hikayesi: İktisat ve matematik (*) Matematik eleştirisi özü itibariyle bir belirsizlik, sosyal olanın kompleksliği ve rasyonalite eleştirisidir. Bir yönüyle de bu Karl Polanyi’nin iktisadın özsel ve formel rasyonalite kavramları etrafında dönen bir tartışmadır. Benim burada ifade etmek istediğim nokta, matematiğin ne kadar kötü bir şey olduğu değildir. Matematik başlı başına değerli bir şeydir. Basitçe söylemek istediğim, matematiğin sosyal bilimlerde yarattığı sorunlara karşı rezervli olmak gerektiğidir. Yıldız Teknik Üniversitesi İktisat Bölümü tarafından düzenlenen ve değerli hocam Ercan Eren’in riyasetinde gerçekleştirilen online bölüm seminerlerinin birinde Strasbourg Üniversitesi’nden değerli hocamız Ragıp Ege matematik ve iktisat ilişkisine dair etimolojik/arkeolojik nitelikte bir sunum yaptı. Sunumun motivasyonu ile çoktandır yazmak istediğim fakat fırsat bulamadığım bu konu üzerine bir yazı kaleme aldım. Bildiğim kadarıyla, kendi içinde bu kadar metodolojik tartışma yapan “iktisat” dışında başka bir disiplin yoktur. Özellikle matematiğin yoğun bir şekilde kullanılması bu tartışmaların en önemli sebeplerinden biridir. Bu durum bazılarının iktisadı matematiğin uygulamalı bir alt-disiplini olarak görmesine bile neden olmuştur. Matematiğin verdiği analitik güçle iktisat adeta bir sosyal bilim üstü görüntü edinmiştir. Bu yanıyla, akademik iktisatçı Yunan mitolojilerinde rastlanan bir yarı insan-yarı hayvan olan “Sentor”lara benzemektedir. Güçlüdür ama insani değildir. 1870’lerdeki Marjinalist Devrim ile başlayan ve 1950’lerdeki Formel Devrim ile hızlanan iktisatta matematik kullanımı günümüze kadar yayılarak iktisadın her alanına nüfuz etti. Matematiğin bu denli yaygınlık kazanması ciddi reaksiyonları da beraberinde getirdi. Bu reaksiyonları 19’uncu yüzyıl Alman Tarihçi Okulu’na kadar götürebiliriz. Fakat Avusturya Okulu bu konuya daha fazla dikkat çekerek matematiğin iktisatta kullanımını ciddi bir şekilde eleştirmiştir. Avusturya Okulu özünde fizik bilimlerinden öykünerek alınan mantıksal pozitivizm ve onun bir metodu olan matematik ile yaratıcı, amaçlı hareket eden ve kurumlar içinde sürekli adaptasyon içinde evrilen insan davranışlarının yeterince anlaşılamayacağını belirtir. Alfred Marshall ve J. Maynard Keynes de bu eleştiriler doğrultusunda önemli şeyler söylediler. Keynes, özellikle matematiksel formalizmin belirsizliği tanımlamada kullanılamayacağını, ve dolayısıyla matematiksel iktisatçıların yaptığı tek şeyin bu problemi görmemek ve onu olasılık fonksiyonları ile ifade etmekten ibaret olduğunu belirtir. Keynes’in söylediği benim de çok önemsediğim nokta, mantıksal analizin, matematiksel analizden önce geldiğidir. Mantıksal analiz de, sadece mantık kurallarına değil aynı zamanda insani yargı ve sezgiye dayanır. Dolayısıyla, bu yöntemle elde edilen bilginin klasik mantık ve matematikle elde edilemeyeceğini belirtir. Matematiğin bu kadar yaygın kullanımının bana göre iktisat bilimi üzerinde dört temel etkisi olmuştur: (i) Bunlardan birincisi, iktisadın iletişim dilinin matematikleşmesi ile diğer iletişim biçimlerinin ya da dillerinin dışlanmasıdır. Sözel ifade edilen iktisadi argümanların akademik iktisat bilim çevrelerinde ne bilimsel ne de inandırıcılık gibi bir değeri vardır. Fakat aynı düşünceler matematikle ifade edildiğinde daha fazla değer görmektedir. Bu yaklaşımın özünde sözel olanın analitik niteliğine dönük şüphe vardır. Bu durumun oluşturduğu en büyük problemlerden biri de, iktisatçıların kendi aralarında iletişim probleminin artmış olmasıdır. İktisat teorisi çalışanlar uygulamacı iktisatçıların yaptıklarına uzun süre kayıtsız kaldılar. Bu durum, matematik bölümlerinde soyut matematikçilerin uygulamalı matematikçilere dönük üstenci tavırlarına benzemektedir. Matematik dilinin en önemli yararı dayandığı algoritmanın “izlenebilir” olmasıdır. Bu durum daha az formel analiz dillerinin esnek, tutarsız ve polemikçi bir yapı oluşturma potansiyeline karşı bir avantaj olarak görülebilir. Fakat, izlenebilir olmak aynı zamanda aşağıda bahsedeceğim gibi içerik daralmasına neden olabilmektedir. Yani izlenebilir olmak ile içerik arasında bir ödünleme söz konusudur. Bir örnekle ifade etmek gerekirse, yürüyerek (söz) gittiğiniz her yere demiryolu (matematik) ile gidemezsiniz, fakat demiryolu ile gitmenin, sürekli zikzaklar çizen bir yürüyüşe kıyasla bir avantaj içerdiği düşünülebilir. (ii) İkinci etki, matematiğin ana akım iktisadın reel olanla ilişkisini koparmasını kolaylaştıran bir katalizör görevi görmesidir. İktisat teorisi kendisini fiziğin dilinden koparıp aksiyomatik matematiğe dayandırarak soyut ispatlarla ilgilendi. Bu da daha çok Walrasgil gelenekten beslenen soyut matematiksel analiz ile Menger-Marshall-Keynes geleneği diyebileceğimiz matematiğin sınırlı kullanımını ifade eden ve ampiriğe önem veren geleneğin birbirinden daha da ayrışmasına neden oldu. Fakat, bu durumun son yıllarda düzeldiğini düşünüyorum. Artık iktisatçılar kurdukları modellerin geçerliliğini test etmeye ihtiyaç duymaktadırlar. Akademik dergilerin de talebi de bu yöndedir. Matematik kullanımının iktisadi problemleri sosyal olandan koparıp onu daha teknik bir içeriğe indirgediği şeklindeki eleştiriye katılıyorum. Fakat yine de sosyal problemlerin çözümlerinin de bir yanıyla da teknik problemler olduğunu kabul etmek gerekir. Örneğin, fakirlik problemini çözmek dönüp dolaşıp onu nasıl çözebileceğimiz tartışmasına gelir. Bu da, teknik yöntemlerin (oyun teorisi veya mekanizma tasarımı gibi) tüm sorunlarına rağmen, yeniden-dağıtım politikalarının dizayn edilmesinde kullanılmayacağı anlamına gelmez. (iii) Üçüncü etki, matematikleşme sürecinin kendisinin ekonomik kavramların içeriğini dönüştürmesidir. Yani formalleşme iktisatta bir içerik/anlam kaymasına neden olmaktadır. Örneğin, A. Smith’in kendi faydasını düşünen bireyi, ki bu fayda daha sosyal bir içeriğe sahiptir, genel denge modellerinde bu anlamını kaybedip temsili atomistik bencil bireyler şeklinde resmedilmektedir. Benzer bir örnek, J. Maynard Keynes’in belirsizlik altında beklenti oluşturma mantığı rasyonel beklentiler haline indirgenerek daha dar bir anlamda kullanılmaktadır. Kriz anlarında oturup olasılıkları düşünerek bir “beklenen değer” üzerinde hareket etmek ile aniden korku ile harekete geçmenin dinamiği birbirinden çok farklı durumlardır. Matematiksel kullanım araştırmacının “analiz ölçeğini” de etkilemektedir. Matematiksel olarak birey veya firma ile analiz yapmak holistik (bütüncül) yapılarla (toplum, normlar, kurumlar gibi) analiz yapmaktan çok daha kolaydır. Bunda hem matematiksel kolaylık hem de gelişen liberal anlayışın çok etkisi olduğunu düşünüyorum. Matematiksel kolaylık vardır çünkü analiz birimlerini “mikrolaştırma”, tutarlılık ve optimalite gibi nosyonların matematiğe uygulanabilirliğine daha fazla imkan vermektedir. Holistik yapılar daha bulanık alanlar oldukları için matematikle anlamak ve ifade etmek çok daha zordur. Bu yüzden de matematikle ifade edilemeyen sosyal ve kurumsal bilgiler dışarıda kalmakta ve içerik daralmaktadır. Matematiksel iktisatçıların mikro yapıları “derleşik” hale getirerek makrolaştırmaya çalışmaları ise bütünün basitçe parçaların toplamından daha fazla olduğunu ihmal ettikleri anlamına gelir. Ve bu yüzden de makroiktisadın mikro temelleri diye nitelendirilen problemli dikey hiyerarşik (mikrodan makroya hızlı bir geçiş) bir yaklaşım yaygınlık kazanmıştır. Analiz ölçeğinin küçülmesinde 1980’lerle birlikte artan liberalizmin de etkili olduğunu düşünüyorum. Bireysel olanı öne çıkaran liberal politik düşünce ortamı iktisadi analizin birey ve firma düzeyinde yapılmasını teşvik etmiştir. Bu yanıyla, matematik ve liberalizm arasında bir tür “işlevsel bir dayanışma” ortaya çıkmıştır (matematik kullanan çok sayıda liberal olmayan iktisatçı olsa da, Post-Keynesyenler, Analitik Marksistler, hatta bazı Avusturya Okulu mensupları gibi, matematiği kullanım alanları sınırlıdır). İktisat literatüründe bireysel olanın yanında sosyal olan da pekala matematiksel olarak ifade edilebilir şeklinde bir itiraz gelebilir. Buna kısmen katılırım ama sosyal, kurumsal ve tarihsel olanı bir Yunan alfabesi ile modele dahil etmek anlama olgusunu küçümsemek olur. Çünkü bu tür notasyonlar ve bunların tanımladığı ilişkiler çoğu zaman sosyal olana içkin olan dinamiği es geçip kendisini “ad hoc” (amaca uygun tasarlanmış) olmaktan kurtaramamaktadır. Diğer bir içerik daralma biçimi de matematiğin iktisatçının araştırma yöntemini “parça”lamasıdır. Matematik, diğer pozitif bilimlere benzer olarak iktisatçıyı daha bütüncül çalışma gerektirmeyen “makale” ekseninde çalışmaya itmektir. Bu durum, iktisatçıyı “parça başı” çalışan birine dönüştürmekte ve bütüncül görme niteliklerini zayıflatmaktadır. Bu yüzden karşımızda fazla kitap okumayan (kitap okumak önemli çünkü ilgili konunun tüm yönlerini görme imkanı veriyor), sadece ilgili alanın temel makaleleri üzerinden hareket eden, ve parçalı düşünmeye teşne bir iktisatçı profili çıkarıyor. İktisatçılar bu yüzden kitap yerine dergi makalesi yayınlamayı daha fazla tercih ediyorlar. (iv) Son olarak ifade edeceğim etki, matematiğin bizzat kendisinin reel iktisat içinde yer alması ve onu yönlendirmesidir. Örneğin, finansal piyasalarda (özellikle türev piyasalarda) fiyatlandırma gelişkin matematiksel modellere dayanmaktadır. Piyasa aktörleri doğrudan matematiksel modellerin belirlediği fiyatlara göre hareket etmektedirler. Dahası finansal ürünleri bizzat matematiğin kendisi üretmekte ve piyasaya sürmektedir. Yani matematiksel model bu anlamda bir finansal üründür. Matematik olmadan ne bu tür ürünler ne de onların karmaşık fiyatlandırılması söz konusu olacaktı. Fakat 2008’deki global krizin ortaya çıkmasında matematiksel modellerin sistemik riskin olduğundan daha düşük gösterilmesinde ve daha iyimser bir hava oluşmasında katkısı oldukça fazladır. Copula formülleri, VaR risk modelleri, Black-Scholes opsiyon ve benzeri fiyatlandırma modelleri oldukça başarısız bir sınav verdiler. Fakat şurası da bir gerçek ki, krizler iktisat bilimini olgunlaştırıyor ve matematiksel modeller konusunda daha ihtiyatlı olmamız gerektiğini gösteriyorlar. Bu anlamda, global kriz, matematik kullanımının yarattığı anlama sığlığına ve anlam gasbına yapılmış en büyük eleştiridir. Global kriz, “Büyük Moderasyon” diye nitelendirilen nispeten az krizin yaşandığı 1980 sonrası dönemin görünmez kıldığı, baskıladığı ve ana akım iktisadın matematiksel modellerin konusu olmayan çok sayıda konuyu gün ışığına çıkarmıştır. Yani global kriz ana akım iktisadın hem içerik hem de yöntemlerini ciddi anlamda tartışılır kılmıştır. Matematiğin kullanımı, yukarıda belirttiğim etkilerin yanında iktisatçılar arasında bir takım davranış kalıplarının ve eğilimlerinin de ortaya çıkmasına neden olmaktadır. Axel Leijonhufvud’ın “Econ” kabilesi diye nitelendirdiği iktisatçıların “iktisat yapma biçimleri” üzerine yaptığı çalışmasından da esinlenerek ben de bir takım gözlemlerimi sizle paylaşmak istiyorum. (i) İktisatçılar arasında, iktisadi bilgi ediniminin matematiksel metodu bilmenin doğal ve zorunlu bir sonucuymuş gibi yaygın bir algı mevcuttur. Matematik öğrenildi mi iktisadi bilgi üretme de beraberinde gelecekmiş gibi bir algı bu. Oysa benim gözlediğim şey, matematik veya sayısal metotların aslında anlamlı iktisadi bilgi ediniminde tam tersi bir etkiye neden olabileceğidir. Matematiği öğrenme sürecinde disiplinize olan akıl, iktisat nosyonlarını anlama ve geliştirmede bir zihinsel tembelliğe neden olabilmektedir. Yani matematik bilmek iktisatta daha düşük bir anlama kapasitesine karşılık gelebilir. Çünkü dış dünyayı anlamak özünde bir kavramsallaştırma sürecidir. Bu da başka meziyetler gerektirir. Bunu matematik direkt sağlamaz, ancak formal bir dille ifade etmemize imkan verebilir. Asıl olan kavramsallaştırmadır, bu da sosyal nosyonları iyi bilmekle ilişkilidir. Matematik kullanmadıkları halde hâlâ Adam Smith veya diğer önemli iktisatçılara dönüp kavramlarını kullanıyorsak, bu onların kullandıkları analiz dilinin kavramsal kapsayıcılığından ve analitik gücünden dolayıdır. (ii) İktisadi hayat düne nazaran bugün çok daha girift ve komplesktir. Bu, yapılardaki “düzenlilik eğilimlerini” görmenin de buna paralel olarak daha da zorlaştığı açıktır. Doğal olarak bu kompleksliği anlamak için daha analitik metotlar gerekebilir. Bu bilimsel gelişmenin doğasında da vardır. Fakat ben iktisatçılar arasında anlama kaygısının ötesinde ekstradan bir kompleksleştirme ve yöntemsel güç yarışı olduğunu düşünüyorum. Bu da bir “Sentor etkisi” yaratıyor, iktisatçıyı insani olmaktan çıkarıyor, güçlü görünmek pahasına onu “primitif” bir hale sokuyor. (iii) Matematik kullanımı, diğer yandan, iktisadi bilginin paylaşımını ve edinimini de sabote edebilir. Matematiksel yöntemlere aşina olmayan akademisyenlerin matematikle ifade edilen iktisadi bilgiyi sorgulama gücü ve cesareti ellerinden alınmaktadır. Bir seminerde kurduğu bir matematiksel modeli anlatan araştırmacıya ama buradaki varsayım veya sonuç “çok saçma” demek güçleşmektedir. Tartışma, matematiksel modeli kuranın monoloğuna dönüşebileceği gibi manipülatif yorumlarına teslim olma riski taşımaktadır. Bu yanıyla, matematiksel yöntem bir şiddet aracına dönüşüp, bilgi edinimini terörize etme potansiyeli taşımaktadır. Bunu çoğu seminerde görüyorum ve sadece bu yüzden de eleştirel pozisyon aldığım olur. Akademik iktisat seminerlerine katılanların ruh hallerinde ve kullandıkları dillerde temelde üç alt-metin vardır. Matematiği kullananlar (birinci grup), matematik bilmeyenleri analitik olmamakla, matematik bilmeyenler (ikinci grup) de, karşı tarafı iktisadı bilmemekle suçlamaktadır. Bir diğer grup da, matematiği iyi bilmemekten dolayı kendini yetersiz hissedenler ve her matematiksel notasyonun ardında bir keramet arayanlardır. Bu yüzden bu tür iktisat seminerlerin önemli bir kısmında gerçek anlamda bir anlama sürecinden ziyade, yöntem üzerinde bir ayrışma ve gruplaşma yaşanır. (iv) Matematik, iktisatçıların normatif olandan kaçınmanın bir aracına dönmüş durumdadır. Matematik, yaptıkları araştırmaların daha pozitif, bilimsel ve değer-nötr olduğunu göstermeye dönük bir kılıf işlevi görmektedir. Değer yüklü ifadeler akademik iktisatçıları ürkütmekte, bilimsel bir şey yapmıyor görüntüsü vermek onları rahatsız etmektedir. Modelin değer yükü, matematik kalkanı ile gizlenmek istenmektedir. Bu durum, ABD’de McCarthy döneminde iktisatçıların politik düşüncelerini saklamak için matematiğe daha fazla başvurmalarına benziyor. O dönemde bu, politik bir baskının sonucuydu, fakat şimdiki daha çok gönüllü ve mesleki bir alışkanlığa dönüşmüş durumdadır. Aslında matematiksel modellerin varsayımlarından tutun her aşaması değer yüklüdür. Bunu görmemek, kabul etmemek ve saklamak iktisatçıları sosyal olanı daha derinlemesine kavramaktan alıkoymaktadır ve onları daha sığlaştırmaktadır. Sonuç olarak, matematik eleştirisi özü itibariyle bir belirsizlik, sosyal olanın kompleksliği ve rasyonalite eleştirisidir. Bir yönüyle de bu Karl Polanyi’nin iktisadın özsel ve formel rasyonalite kavramları etrafında dönen bir tartışmadır. Benim burada ifade etmek istediğim nokta, matematiğin ne kadar kötü bir şey olduğu değildir. Matematik başlı başına değerli bir şeydir. Basitçe söylemek istediğim, matematiğin sosyal bilimlerde yarattığı sorunlara karşı rezervli olmak gerektiğidir. Matematik bir çok girift yapıyı daha iyi görmemize yardımcı olabilir ve izlenebilir bir dil sunması daha mantıklı düşünmemize yardımcı da olabilir. Fakat bazı şeyleri örttüğünü ve görmemizi engellediğini de unutmayalım. Bu, aynen toplumu bir makine metaforu ile anlamaya çalıştığımızda, bunun bir takım ilişkileri görmemizde bize yardımcı olması mümkündür, fakat toplumu makine gibi görmenin kurumları, düşünceleri ve organik değişmeleri anlamamızı zorlaştırdığı da açıktır. Matematiksel yöntemlere ve kötü kullanımına itraz etmenin yolu matematik öğrenmemek değil, sosyal nosyonları daha analitik düzeyde bilmekten geçer. Matematik bilmenin bize kazandıracağı şey anlama aracı kutusuna iyi bir alet eklemektir. Bu aletle açacağımız kapılar olacaktır. Yani kısaca yöntemde çoğulculuk bence oldukça gerekli ve önemlidir, yeter ki “yöntem dürüstlüğünü” unutmayalım. ---------------------------------- (*) Ensar Yılmaz-Öğretim Üyesi, Yıldız Teknik Üniversitesi İktisat bölümü https://bit.ly/2FLEeyy  

Akademisyenlerin Gözünden Üniversiteler 2020

Akademik Ekoloji: Akademisyenlerin Gözünden Üniversiteler 2020   Akademik ekoloji gerçeği arama, tanımlama, anlama, açıklama, yayma ve öğretme faaliyetlerinin özgürce yeşerebildiği bir alanı ifade eder. Bu çalışma, belirli sınırlıklarıyla beraber üniversitelerde bu ekolojinin varlığının işaretlerini arama çabasıdır. Hangi üniversitelerimizde akademik faaliyetlere elverişli bir ekolojinin öne çıktığını görebilme uğraşısında, akademisyenlerin düşüncelerinden hareket ederek, bu olguya kısmi bir ışık tutma amaçlanmıştır. Bu tür bir uğraşıda, ülkemizin entelektüel kapasitesi en yüksek kesiminin gerçeği aramada başvurulabilecek uygun bir veri kaynağı olduğu varsayımından hareketle bulgularımızın oldukça değerli olacağına inanıyoruz. Akademik faaliyet kendini destekleyebilen bir ekoloji içinde gerçekleşir. Akademik faaliyetlerin ekolojisi sadece üniversite içinde izole koşullarda gerçekleşmez. Ülkenin ekonomik öncelikleri, özgürlükler, demokrasi, uluslararası bilgi üretim normları, eğitim ve insan yetiştirme politikaları gibi pek çok sistem bu ekolojiyi belirler. Bu çalışma akademik ekolojinin sınırlı bir bölümünü incelemekle ileriki yıllarda planladığımız bir dizi rapor ve teorilendirme çalışmalarının başlangıcını ifade etmektedir. Böyle bir araştırma girişiminde incelemeye tabi tutulabilecek sayısız değişken mevcuttur. Bu çalışmada üniversitedeki akademik özgürlük düzeyi, akademisyenlerdeki tükenmişlik, üniversitenin akademik kültürü önemseme ve destekleme seviyesi, üniversite yönetiminden akademisyenlerin hoşnutluğu, üniversitedeki akademisyenlerin kurumu benimsemesi ve adanmışlığı, üniversitedeki akademisyenler arası işbirliği, kurum ortamındaki ilişkisel toksidite, algılanan öğretimin kalitesi, üniversite yönetiminin siyasi angajmanından rahatsızlık gibi değişkenleri seçtik. Bu incelemedeki kavramsallaştırmalarda akademisyenlerin algısıyla hareket edilmiştir. Raporun tüm verileri, akademisyenlerin bize sunduğu geri dönütlerin olgulara ilişkin dolaylı bir işareti olarak kabul edilmelidir. Bulgular akademisyenlerin algısını temel almaktadır. İfadelerin tümü de “akademisyenlere göre” bize rapor edilenler şeklinde algılanmalıdır. Diğer çalışmalarımızda olduğu gibi bilgiyi toplumla paylaşma, alana yeni bir perspektif sunarak yapıcı tartışmalara katkı sunmayı amaçladık. Bilginin global aktörlerce kontrol altında üretilmesi, yayılmasının kısırlaştırılması ve yaygın etkisinin zayıflatılmasının karşısında fil dişi kuleden kafasını uzatıp seslenmeye çalışan “ÜniAr” uyuyan devlere ninni söylemek ya da ürkütmekten ziyade motivasyon ve bakış açısı sunmaya devam ediyor. Akademik ekoloji insanlık ve kamu menfaati adına titizlikle kurgulanması, korunması ve desteklenmesi gereken bir sistemdir. Bu ekoloji emin ellere teslim edilmek zorundadır. Bu ekolojinin korunması tüm toplumun refahı adına önemlidir. ----------------- Referans:https://bit.ly/3iGuNi1

“Üniversite Adaylarına Üni-veri İstihdam Endeksi ..“

Üniversite adaylarına 'Üni-Veri' hizmeti Cumhurbaşkanlığı İnsan Kaynakları Ofisi, tercih dönemindeki üniversite adaylarına rehberlik amacıyla "Yükseköğretim İstihdam Endeksi (Üni-Veri)" çalışması .. Üniversite tercihini yapacak  adaylar için! Geleceğinizi şekillendirirken kararlarınızı objektif kriterlere göre verebilmeniz için hazırlanan, YÖK ve SGK verilerine dayalı Üni-Veri'ye https://t.co/wDQUK9FXye'den ulaşabilirsiniz.     Cumhurbaşkanlığı İnsan Kaynakları  ofisinin resmi internet sitesi "univeri.cbiko.gov.tr" ayükseköğretim kurumlarının istihdamla ilgili performansını ortaya koymak ve üniversite tercihi yapacak adayların bölümler hakkında nitelikli bilgi edinmeleri amaçlanıyor. YÖK mezun verisi ve SGK istihdam verileri analiz edilerek, bölümlere göre "ücret", "iş bulma süresi", "istihdam oranı", "nitelik uyuşmazlığı" ve "kamuda işe yerleşme oranı" gibi göstergeleri ortaya koyan ulusal bir araştırma olan Üni-Veri ile tercih dönemindeki üniversite adayları, hangi bölümlerin iş bulmada daha avantajlı olduğu, mezuniyet sonrasında eğitimine ne kadar uygun seviyede iş bulunabildiği gibi konularda bilimsel metotlarla hazırlanan verilerden faydalanabilecek. Adayların kendileri için en uygun bölüme yönlendirilmesinin amaçlandığı Üni-Veri aynı zamanda eğitim kurumları, rehber öğretmenler ve ebeveynler için de bölümler hakkında objektif bilgi edinebilecekleri bir kılavuz niteliği taşıyor.