ABD Seçimlerinin Ardından: Siyasetin Bumerang Etkisi ...
ilk söz:Trump kaybetti diye sevinmek, Biden kazandı diye sevinmeyi gerektirmez.Arap Baharı: On Yıl Sonra bumerang gibi ABD'de.... Demokrasiye vurulan bu darbe Batı'yı da etkileyeceğinden hiç şüpheniz olmasın. Hatta tüm dünyayı "
ABD emperyalist bir ülkedir. Bu ülkeyi yönetenler de ABD emperyalizminin çıkarlarını gözetirler. Bu çıkarların gerektirdiği kararları da sonuç alıncaya kadar değişik yöntemlerle uygularlar. ABD başkanının demokrat veya cumhuriyetçi olması bu durumu değiştirmez.Bu nedenle Trump'ın gidip Biden'in gelmesi, ABD'nin Orta Doğu ve Türkiye politikalarını değiştirmeyecektir. Hatta Türkiye-ABD ilişkilerinin daha da kötüleşmesi büyük olasılıktır..
Tunus ve Mısır’da halk ayaklanmaları önce yozlaşmış iktidarları devirdi. Yerlerine siyasal İslam geçti; halk direnmesi o iktidarlara da son verdi. 2020’ye gelindiğinde egemen sınıfların tahakkümü süregelmektedir.
Tunus ve Mısır’da halk ayaklanmaları önce yozlaşmış iktidarları devirdi. Yerlerine siyasal İslam geçti; halk direnmesi o iktidarlara da son verdi. 2020’ye gelindiğinde egemen sınıfların tahakkümü süregelmektedir.
Arap Baharı’nı bu aşamaları ile bu baharları hazırlayan küresel güçleri hatırlatmak istedim.
“Arap Baharı”nı temsil eden Tunus ve Mısır, on yıl sonra iki farklı durakta bulunuyor: Hukuk devleti ilkelerini içeren temsilî bir demokrasi (Tunus) ile baskıcı bir askerî faşizm (Mısır)…
Ne var ki, 2020’ye gelindiğinde ikisini de birleştiren hazin bir özellik var: Kesintisiz sürdürülen neoliberal programlar, sermayenin yoğunlaşan tahakkümü, halk sınıflarının çaresizliği…Bu notumuz şimdilik burada kalsın...
Trump vakası çok daha nihilist bir ortamda cereyan etti.Trump, Kudüs’ü İsrail’in başkenti yaptı. Evangelik. Yüzyılın projesi kapsamında, Arap dünyasını işgal eden, “Ortadoğu’nun işgali için NEOM’da siber ordular hazırlayan, Sudan’da darbe yapan, Doğu Akdeniz’de Türkiye'ye komplolar kuran ,PKK’nın hamisi, Afganistan’ın işgalcisi.. Biden, Ermeni yanlısı, PKK yanlısı, Trump’tan beter . Tam bir Siyonist. Trump’ı beğenmiyor, çünkü onu İslam dünyası ve İslam’a karşı politikalarında yetersiz buluyor. Küresel Oyun kurucuların, Mazlum Ülkeler Manipülasyonu değişmiyecek. Çünkü "kadim dünyamız yeniden dizayn edilmekte. Adına “Yeni Dünya Düzeni” dedikleri bu oyunda; güç ve çıkar ilişkileri; sermaye ve doğal kaynaklar kısacası dünya nimetlerine sahip olma hakkı yeniden paylaştırılmakta. Eski metotlar ve/fakat “demokrasi” gibi dünyanın en güçlü silahının kullanıldığı mücadelede küresel aktörler hedefe ulaşmak için birçok unsuru bir arada kullanmakta..Küresel oyun kurucuların mazlum ülkelerin kaynaklarını kendi malı gibi görüp kullanmalarına "emperyalizm" deniyor.
2016 yılı dünya siyasetinde büyük değişikliklerin ve dalgalanmaların yılı oldu. Soğuk Savaş sonrası “Yeni Dünya Düzeni” olarak adlandırılan dönemin ardından yaşadığımız zamana yeni bir isim bulundu: “Hakikat Ötesi Dönem”. Hakikat ötesi (post-truth) kavramının 2016 yılı içinde kullanımı yaklaşık 2000 kez arttığı için, Oxford Sözlükleri tarafından 2016 yılında “yılın kelimesi” seçilmiş. Oxford Sözlükleri, hakikat ötesi kavramını bir sıfat olarak, “tarafsız gerçeklerin kamuoyu fikrini etkilemede duygulara ve kişisel inançlara cazip gelen şeylerden çok daha az etkili olması durumuyla ilgili olan ya da bu anlama gelen” şeklinde tanımlamış. Her ne kadar doğruların ve hakikatlerin önemini yitirmesi olarak adlandırabileceğimiz hakikat ötesi kavramı 1990’lı yıllardan bu yana kullanılıyor olsa da kavramın yaygınlaşması 2000’li yılların ilk yarısından itibaren olmuş. Şüphesiz 2016 yılı hakikat ötesi kavramının yıldızının en çok parladığı yıl olarak düşünülebilir. Nitekim, ilk olarak 23 Haziran 2016 tarihinde İngiltere’de yapılan ve İngiltere’nin Avrupa Birliği’nden çıkması anlamına gelen Brexit oylaması ve ardından ABD Başkanlık seçimlerinde ülkenin en zengin iş adamlarından emlak patronu Donald Trump’ın Cumhuriyetçi Parti’nin başkan adayı olarak seçilmesi ve Kasım ayında yapılan seçimlerde Demokrat Parti’nin adayı Hillary Clinton karşısında zafer kazanması sonrasında yapılan tartışmalarda hakikat ötesi kavramının sıklıkla kullanılmış Her iki seçimde de gerçeklerin çarpıtılması, manipülasyon ve aslı olmayan yalan haberlerin özellikle sosyal medya marifetiyle yaygınlaştırılması ile seçim sonuçlarını etkilemesi göze çarpmakta. .Avrupa Birliği’ni bir arada tutan şeyin artık yok olduğu düşüncesi tartışılabilir. Örgüt çeşitli problemlere ve krizlere rağmen, varlığını ve çatışma önleyici bir bariyer olma niteliğini sürdürmekte. Ekonomik altyapısı hala sağlam ve yerindedir. Üye devletlerin vatandaşlarının önceliklerinde bazı değişimler görülse bile örgütün ortak arzu/kaygı/hedef paylaşma motivasyonunun kaybedildiği iddiası tartışmaya açık. Ayrıca Almanya ve Fransa gibi üye devletler var olduğu sürece, Sovyetler Birliği’nin çöküşüyle ortadan kalktığı öne sürülen jeopolitik gerekçeler varlığını sürdürebileceği açık. Kaldı ki, örgütün varoluşu bu jeopolitik gerekçelerden daha kapsamlı nedensellikler taşımakta.. Diğer taraftan, Avrupa’daki popülizm için kullanılan ‘popülist milliyetçilik’ kavramsallaştırmasındaki milliyetçiliğin, yerelciliğe (nativism) daha yakın olduğu ileri sürmekte hiç bir beis yok. Üstelik yerelcilik, zaten popülizmin temel bir bileşeni. Bu nedenle ‘popülist milliyetçilik’ kavramsallaştırması yoruma ve tartışmaya açık.Günümüz toplumları, bir yandan da bir kolektifin içinde kendimizi güvende hissetmemizi sağlayacak bütün mekanizmaları tek tek yıkmakta. Aile bağları zayıflamakta, kişinin güvenliğinden ve geleceğinden sorumlu olan sosyal devletin parasız (ve kaliteli) eğitim ve sağlık gibi en temel hizmetleri bütün dünyada ya tamamen ortadan kalkmakta ya da ciddi bir biçimde bu mekanizmaların içi boşaltılmakta. Bu durum kişilerin elindeki kolektif güvence mekanizmalarını alarak, geleceğe dair belirsizlik ve endişeyi artırmakta Belirsizlik ve güven(ce)sizlik ise hayatın getireceği risklerle aşırı derecede meşgul olmamızı gerektirmekte. Ulrick Beck e göre de belirsizlik ve güven(ce)sizliğe bağlı kırılganlığın artmasının nedeni kişinin sadece kendi hayatından tamamen sorumlu olarak görülmesi ile yakından ilgili. Sosyal bağlarından kopmuş, toplumsal olarak güvencesizleşmiş, her yeni duruma hızla adapte olmak zorunda kalarak referans noktalarını yitirmiş esnek ve yalnız bir insanlık durumudur bu. Kalıcı ve sürekli bağların kaybı Richard Sennett güvencesizliğin en çok istihdam alanında kendini hissettirdiğini ve kişinin duygusal yaşamından gündelik tercihlerine kadar hayatının her noktasını pek derinden etkilediğini yazar. Günümüz piyasası 20. yüzyıl boyunca göreli de olsa bir biçimde var olan istikrarlı bir iş temeline dayanan geleneksel iş kalıplarını aşındırmış. Hemen bütün sektörlerde tamamen kişisel performansa dayanan kısa dönemli iş kontratları bir norm haline gelmekte.. Yaşam boyu istihdam sistemi ile ünlü Japonya da bile, iş gücünün üçte biri geçici kontratlarla istihdam edilmekte Dünyanın her yerinde bir, en fazla iki kurumun merdivenlerinde adım adım yükselen geleneksel kariyer kalıpları kaybolmakta. Üniversiteden yeni mezun bir genç kendi yaşamı boyunca onlarca kere iş değiştirmeye ve çalışma hayatı boyunca becerilerini sürekli yenilemeye kendini hazırlamak zorunda. Üstelik yeni ortaya çıkan teknolojiler pek çok meslek kolunu etkilemekte ve kişilerin yapabildiği meslekleri kalıcı olarak ortadan kaldırmakta Otomasyonun (robotlar ya da yapay zekâ aracılığıyla) gelecek beş yıl içinde gelişmiş kapitalist ülkelerde işlerin %6 sını tamamen ortadan kaldıracağı tahmin edilmekte. Üstelik ortadan kalkan bu işler sadece düşük ücretli, kalifiye olmayan, güvencesiz işler değil. Gazetecilikten sigortacılığa, inşaat sektöründen taksi şoförlüğüne pek çok iş otomasyon süreçlerinin tehdidi altında. Artan eşitsizlik, güvencesizlik ve yeni teknolojiler bizi giderek daha fazla oranda sürekli bir gelecek endişesi duyduğumuz bir yaşama mahkûm ederken, kişilere kurumlar ve piyasa dışında alternatif bir güvenlik ağı sağlayabilecek aile, yakın toplumsal bağlar gibi koruma ağları da giderek zayıflamakta. Bir zamanlar bir tür gelecek sigortası işlevi gören evlilik kurumu bile uzun bir süredir artık ortak yaşam taahhütlerinin her an bozulabileceği, riskli ve çoğu zaman kişisel arzu ve mutluluğun karşılandığı bir kuruma dönüşmüş..Bu genel değerlendirme notumuz şimdilik burada kalsın...
Britanya' daki Brexit oyları ve ABD' deki Donald Trump'ın yükselişinin damgasını vurduğu 2016 yılı bu uyanış dalgasının Batı ve Kuzey Amerika'nın merkezindeki liberal devletlere ulaştığı dönem olarak dikkat çekmekte Amerikalı ve Avrupalılar bundan birkaç sene önce Irak ve Libya'yı silah zoruyla özgürleştirmeye çalışırken, Kentucky ve Yorkshire' daki çoğu insan liberal görüşü ya nahoş ya da erişilemez bir şey olarak kabul etti. Kimileri eski hiyerarşik yapıya sahip dünyaya sempati duymaya başladı ve ırk, millet ve top lumsal cinsiyete dayalı ayrıcalıklarını ellerinde tutmak ister oldu. Kimileri de (doğru ya da yanlış bir biçimde) liberalleşme ve küreselleşmenin çoğunluğu hiçe sayan bir avuç seçkini kayırmaya yönelik bir düzenbazlıktan ibaret olduğu sonucuna vardı.
1938' de insanların tercih edebileceği üç küresel anlatı mevcuttu, 1968' de sadece iki, 1998' deyse tek bir anlatı hüküm sürüyor gibiydi; 2oı8'e gelindiğindeyse elimiz boş kaldı. Dünyaya hakim liberal seçkinlerin geçtiğimiz yıllarda sarsılmış ve afallamış olmasına şaşmamalı. Tek bir anlatı olması kadar güven verici bir durum yok. Her şey tamamen ortada. Birdenbire anlatıdan yoksun kalmak dehşet verici.. Hiçbir şey bir anlam ifade etmez. 198o'lerin Sovyetler Birliği 'nin seçkinleri gibi liberaller de tarihin önceden belirlenmiş izleğinden nasıl saptığını anlamıyor ve ellerinde gerçekliği yorumlamaya yarayacak başka bir mercek de yok. Kafa karışıklığı sebebiyle durumu kıyamet alameti, tarihin öngörülen mutlu sona ulaşmaması, olsa olsa mahşer yerine doğru gidildiği yönünde değerlendiriyorlar. İnsan zihni gerçekliği değerlendirmekten aciz kalınca felaket senaryolarına sarılır. Nasıl ki korkunç baş ağrısı
çeken bir insan beyninde tümör olduğu fikrine kapılır, çoğu liberal de İngiltere'nin Avrupa Birliği'nden ayrılmasının ve Donald Trump'ın başa geçmesinin medeniyetin sonunun geldiğine delalet olmasından korkuyordu..Tüm dünyada olup bitenler de zaten biraz bu minvalde, zira liberalizm çökünce ortaya çıkan boşluk bir süreliğine eski güzel günler nostaljisiyle dolduruluyor. Donald Trump ABD'yi soyutlama politikasının yanına Amerika'yı eskisi gibi harika bir yer haline getirme sözü de serpiştirmişti
("Make America Great Again"); sanki 198o'lerin ya da 1 95o'lerin Amerika'sı kusursuz bir toplumdu da Amerikalılar aynısını 21. yüzyılda yeniden yaratmalıydı. Brexit destekçileri hala Kraliçe Victoria döneminde yaşıyorlarmış ve "şaşaalı tecrit siyaseti'', İnternet ve küresel ısınma çağında uygulanabilirmiş gibi Britanya'yı bağımsız bir güç haline getirme hayali kuruyorlar. Çin'li seçkinler Batı' dan ithal ettikleri müphem Marksist ideolojiye eşlik edecek hatta onu ikame edecek yerel imparatorluklarını ve Konfüçyüsçü miraslarını yeniden keşfetti. Rusya' da Putin'in resmi görüşü yolsuzluğa bulaşmış
bir oligarşi inşa etmek değil eski çarlık rejimini diriltmek. Bolşevik Devrimi'nden yüz yıl sonra Putin Baltık Denizi'nden Kafkaslara uzanan Ortodoksluğa sarılmış otokrat bir hükümetle Rus milliyetçiliği eşliğinde eski çarlığın şaşaasını vadediyor.
3 Kasım 2020 ABD başkanlık seçiminin sonucu belli oldu. 6 Ocak’ta Washington’da ABD Seçmenler Kurulu toplanacak; Joe Biden’ın Başkanlığı, 270’i aşan oyla kesinleşecektir. 12 Kasım 2020’de sayımları biten 47 eyaletin toplamında Biden’ın 279, Trump’ın 217 oyu kesinleşmiştir.
Bu “patolojik” siyasetçinin ABD’de, 70 milyonu aşkın seçmenin oyunu alması; emekçi sınıf saflarında çok yaygın bir kitle tabanına sahip olması nasıl açıklanabilir? Kasım seçimleri sayesinde giderilen istisnaî bir bozukluk mu söz konusuydu?
Trump’ın ABD başkanı olarak seçildiği 2016 yılından beri yanıtı merak edilen bir soruyu bütün dünyanın yeniden sormasına vesile olmuş olacak: kimdir bu Trump seçmenleri? Bunca skandala, bunca yalana, yüzbinlerce insanın öldüğü bir salgını yönetmekte gösterdiği başarısızlığa, rekor düzeyine varan işsizlik oranlarına, Amerika’nın küresel çapta itibar kaybına yol açmasına rağmen neden hâlâ ona oy veriyorlar?
Almanya’dan Spiegel, bu sorunu inceliyor. ABD seçimlerini, 8 kişilik bir ekiple izledi; değerlendirmeleri iki uzun makalede yayımladı (Spiegel International, 30 Ekim ve 6 Aralık 2020). Yazıların başlıkları ulaştıkları sonucu özetliyor: “Trump’ın yarattığı bozulma kalıcıdır” ve “Joe Biden’ın imkânsız görevi”... Ana tespitlerini aktarmakla yetineceğim.
“Trump, Cumhuriyetçi Parti’nin niteliğini değiştiren otuz yıllık bir sürecin nihaî ürünüdür. Bu süreç içinde Cumhuriyetçi Parti popülist bir harekete dönüştü. Oy tabanında 80 milyonluk Evanjelik Hristiyanlar yer almaktadır. Trump, bu dönüşümü daha da pekiştirdi.”
Nasıl pekiştirdi? Tweet’lerini, Fox News’ı, kitle paranoyasını besleyen komplo teorileri yayan, etkili propaganda araçlarına dönüştürerek… “Trump sayesinde ABD tehlikeli bir ülke oldu. Amerikalıların %30’u beş yıl içine bir iç savaş çıkacağını düşünüyor. Korkan Cumhuriyetçiler silahlanmaya başladı.” Yazarlar, silahlı aşırı-sağ milislerle ilgili çok sayıda gözlemi de aktarıyor
Arlie R. Hochschild, Trump’ın 2016 zaferinin hemen sonrasında en çok okunan kitaplar listesine giren Strangers in Their Own Land/ Kendi Topraklarında Yabancı (2016) isimli kitabında aynı soruya yanıt arıyordu. Araştırma şirketlerinin kime oy verecekleri konusunda yalan söyledikleri için bulmakta zorlandığı “utangaç Trump seçmeni”ni kendi topraklarında buluyor, onlarla zaman geçiriyordu.
Hochschild, çalışmasının ilham kaynağının Trump henüz ortada yokken aynı soruyu araştıran Thomas Frank olduğunu yazacaktı. Frank bir zamanlar sol radikalizmi ile ünlü olan Kansas eyaletinin nasıl olup da kültür savaşının en heyecanlı neferi haline geldiğini sorguluyordu. What is the Matter with Kansas/ Kansas’ın Derdi Ne? (2004) isimli kitabında sağ popülizm çalışmalarının benzer sonuçlara ulaşacağı yıllardan çok önce müesses nizama öfkeli Amerikalıların sesini okurlarına ulaştırıyordu. Amerikan seçmenleri artık kendilerine hiçbir şey vaat etmeyen bu siyasal düzene ve onun sahte sözler ile kendilerini kandıran temsilcilerine öfkeliydi. Frank bunun sessiz ama bütün siyasi coğrafyayı değiştirme potansiyeline sahip aşağıdan gelen bir devrim olduğunu iddia edecekti.
Frank’e göre Amerikan sağının başarısı sıradan insanların katı olarak bildikleri her şey buharlaşırken değerleri katılaştırıp, araçsallaştırmalarıydı. İş güvencesi, bir ev sahibi olma düşüncesi, çocuklarının kendinden daha iyi bir yaşam sürme ideali buharlaşırken Amerikan sağı Amerikan halkının hayal kırıklıkları ve öfkelerini kürtaj ve bireysel silahlanma gibi talepler üzerinden örgütlüyor ve bu öfkeyi müesses nizam olarak kodladıkları yönetici gruplara yöneltiyordu.
Nitekim Hoschild’e göre de ülkenin genelinde Amerikan sağının güçlü olduğu eyaletler ortalama olarak daha fakirdi. Amerikan refahının bilişim endüstrisi gibi yeni gelişen kaynaklarından daha az pay alıyor ve pek çok durumda bunun tamamen dışında bırakılıyordu. Bu eyaletler yine ortalamada daha fazla genç bekar anne sayılarına, daha yüksek boşanma oranlarına, daha güçsüz sağlık sistemlerine, daha fazla obeziteye, daha fazla travmaya bağlı ölümlere, daha yüksek bebek ölüm oranlarına sahiptir. Louisiana gibi Cumhuriyetçi bir eyaletle Oregon gibi Demokratları ağırlıkla destekleyen bir eyalet arasındaki ortalama yaşam süresindeki fark Amerika Birleşik Devletleri ile Nikaragua arasındaki ortalama farkla aynıydı.
Ve Trump Sahnede
Trump 2016 seçimlerinde kendi seçmenini yaratmayacak ama önünde hazır bulduğu bu siyasal coğrafyanın üzerine oturacaktı. Amerikan sağı tarafından giderek radikalize edilen, Amerikan solu ile bağları kopan/koparılan, öfke ve hayal kırıklığı dolu bu seçmen grubu ile Trump birbirlerini keşfedeceklerdi. Başarısızlığı, beceriksizliği, konuşamaması, gereksiz yere böbürlenmesi ve her şeyden önemlisi müesses nizam olarak görülen gruplar tarafından aşağılanması bu öfkeli seçmenlerin onu kendilerinden biri olarak bağırlarına basmalarını sağlayacaktı. Müesses nizam onunla alay ettikçe, onlar onu daha da çok sahiplenecekti.
Kentli eğitimli nüfusa göre ise bu destek anlaşılmazdı. Gywn Guilford 2016 seçimlerinde neler olduğunu hiç anlayamadığını hissettiği anda Trump’ı mitinglerinde takip etmeye ve onu destekleyen kalabalığın bir parçası olmaya karar verdiğini yazıyordu. Trump’ın hiçbir siyasal normu tanımayan tuhaf kişiliği bu seçmen grupları için bir olumsuzluk değil, tam aksine müesses nizam ile sadece onun başa çıkabileceğine onları ikna eden mükemmel bir olanaktı. Mitinge katılanlar Guilford’a "yemek masamızın etrafında konuştuğumuz ama toplum önünde söylemekten çekindiğimiz her şeyi hiç korkmadan söylüyor" diyorlardı.
Trump mitinglerinde bir parti programının çok ötesine gidiyordu, ayrıcalıklarını kaybeden bu insanlara ülkenin gerçekte kime ait olduğunu (size!), kimin burada yaşamayı hak ettiğini (siz!), ve kimin ekonomik pastadan daha fazla pay alması gerektiğini (siz!) ve çöküş için cezalandırılması gerekenin kim olduğunu (elitler!) söylüyordu. Guilford o mitinglerde ahlaki otoritenin Trump tarafından kurulmadığını, büyük bir coşkuyu (ve derin bir öfkeyi) kısa süreli de olsa paylaşan on binlerce insanın birlikteliğinden kurulduğunu iddia ediyordu.
Bu birlikteliğin içinde Justin Gest’in The New Minority/ Yeni Azınlık kitabında tartıştığı gibi (eski) sendikalı, çoğu beyaz, Amerika’nın (kaybolan) sanayi işçileri de vardı. Amerikan işçileri ülkelerinin inşasındaki büyük tarihsel rollerine rağmen artık kendilerini ekonomik olarak güvencesiz ve kültürel olarak da ülkelerinin kıyısında görmekteydiler. Katherine J. Cramer’in Wisconsin’in kırsal toplulukları üzerine yaptığı nefis etnografik çalışmasında gösterdiği gibi bu birliktelik en çok da Amerikan çiftçilerini ve kırsal topluluklarını içeriyordu. İçlerinde korkunun ve öfkenin değdiği kadınlar ve az oranlarda da olsa Hispanikler ve siyahlar olsa da çoğu beyaz ve erkektiler. Amerikan ekonomisinin yapısal önceliği başka sektörlere kayarken eski düzenin bu ayrıcalıklı grupları üç temel talebe sahiptirler; kaynakların, gücün ve saygının yeniden dağıtımı.
Yeniden Dağıtım, Yine! Yeniden!
Trump’ın başkan seçildiği 2016 yılından beri bu klasik sağ popülist strateji ve mobilize ettiği kitleler/toplumsal kesimler hakkında çok şey yazıldı. Pippa Norris ve Ronald Inglehart The Cultural Backlash: Trump, Brexit and Authoritarian Populism başlıklı kitaplarında kaybolan (kültürel) ayrıcalıkları restore etme talebi ile dünyanın pek çok yerinde sağ otoriter popülizmin güçlendiğini gösterdiler. Bir yandan değerler bütün dünyada büyük bir hızla değişiyor ama öte yandan kuşaklar arasındaki değer farkı aynı hızla artıyordu. Hızlı kentleşme, gelir dağılımının bozulması, ekonomik eşitsizlik, artan güvencesizlik, siyasal parti sisteminin yükselen talepleri karşılamaktaki yetersizliği, sol partilerin geliri bölüşme yerine kimlik taleplerine öncelik vermesi, artan kutuplaşma gibi faktörlerin bu yazının başlangıcında sorduğum “neden insanlar bunca başarısızlığa rağmen” hâlâ Trump’a oy vermeye devam ediyor sorusunun yanıtı olabileceğini öğrendik. Küresel sistemik bir krizin ağırlığı altında bu yanıtlardan bazıları bazı zamanlar ve mekânlarda daha çok öne çıktılar.
Bu esnada gerçek insanların dünyalarını bize aktaran sosyal bilim araştırmaları kültürel, ekonomik ve ahlaki olanın nasıl karşılıklı olarak birbirini inşa ettiği hakkında bizi bilgilendirmeye devam ettiler. Bir yandan Salena Zito ve Brad Todd'un "The Great Revolt/ Büyük İsyan” (2019) kitaplarında ekonomik güvencesizlik, serbest ticaret anlaşmaları ve Çin’in yükselişinden endişe duyan ve Demokrat Parti’yi artık müesses nizamın ana aktörü olarak gören Amerikan işçi sınıfının hikâyesini öğrenirken öte yandan Ben Bradlee Jr.'ın "The Forgotten" (2018) adlı kitabında bu sınıfların George Soros'un Black Lives Matter protestocularını gizlice finanse ettiğine inanan, komplo teorilerini dinleyen, transseksüel tuvaletlerin Amerika’nın en büyük sorunu olduğunu düşünen militan kültür savaşçılarına dönüştüğünü okuduk.
Bir diğer deyişle son dört yılda çok şey öğrendik. Ama belki de hâlâ eksik olan ne hissedeceğimizi ve bu yükselen dalga ile nasıl baş edeceğimizi bilmiyor olmamız. Bir salgının ortasında maske takmamayı özgürlük sanan, yüzbinlerce ölüm karşısında bile virüslerin uluslararası şirketlerin uydurması olduğuna inanan, eline fırsat geçtiği anda her tür özgürlüğü kısıtlayabileceğine inanan, cinsiyetçilik ve ırkçılığı önemli değerler olarak kucaklayan “ötekiler” karşısında ne hissetmeliyiz? Her şeye rağmen Trump vb.lerine oy verenlerle bu dünya üzerinde paylaştığımız güvencesizlik üzerinden bir dayanışma hattı kurabilir miyiz? Umudu kültürel restorasyon talebi dışında başka alanlarda yeşertebilir miyiz? Hiç kimsenin kendi ülkesinde (belki bu dünyada) yabancı olmayacağı bir siyasal sistem tahayyül edebilir miyiz? Sadece kaynakların değil saygınlık ve gücün farklı gruplara adil bir biçimde dağıtıldığı bir düzen mümkün müdür? Yoksa artık ayrı dünyalara sahip olduğumuzu kabul etmenin zamanı mı geldi?
Bu sorular bugün Trump’a kimler oy veriyor diye sormaktan çok daha acil. Bu kutuplaşmış dünyada ekonomik yeniden dağıtım üzerinden kesişen dayanışma hatlarını yaratmak, karşılıklı saygıyı ve demokratik normları yeniden canlandırmak zorundayız. Ekonomik yeniden bölüşüm biçimlerini olduğu kadar, geleneksel ayrıcalıkları geri yükleme taleplerini dışlayan ama farklı grupların sosyal kimlik ve özsaygı haklarını dikkate alan kültürel modernliğin yeni biçimlerini tahayyül etmek zorundayız. Bugün daha fazla empatiye ya da daha çok öfkeye değil, daha fazla siyasete ihtiyacımız var. Dindar, beyaz, erkek, (eski) sendikalı işçilerin ayrıcalık kaybından kaynaklı öfkelerini gerçek kabul eden, ama cinsiyet ve ırk eşitliğinden, laiklik ve demokratik normlardan hiç ödün vermeyen bir siyasi çerçeveye ihtiyacımız var.
Son Söz:Spiegel, Trump mirasının bu dört yılda giderilemeyeceği sonucunu çıkarıyor. “Trump olgusu”, farklı kimlikler içinde geri gelecek; kalıcı olacaktır.
--------------------------
Referans: (*)
i-Evren Balta 6 Kasım 2020 https://www.ozyegin.edu.tr/tr/akademik-kadro/evrenbalta,Tedirginlik Çağı: Şiddet, Aidiyet ve Siyaset Üzerine,İstanbul, İletişim Yayınları, 2019, 254 sayfa, ISBN: 9789750527296
ii-Yuval Noah Harari,21. Yüzyıl İçin 21 Ders,Kolektif Kitap - 128
iii-" E Pluribus Unum ", 1776'da John Adams, Benjamin Franklin ve Thomas Jefferson tarafından Amerika Birleşik Devletleri'nin ilk Büyük Mührü için önerilen slogan
-