Tüm Bilgi Paylaşımlarım

Ekonomide ki Algı Operasyonu /psikolojik Manipülasyon ve Türkiye…..

  İlksöz:   Kredi derecelendirme kuruluşları aslında giderek küresel finans burjuvazisinin antidemokratik bir teknokrasi projesi haline dönüşmüş durumda. Derecelendirme kuruluşları, IMF ve Avrupa “Troyka”sı bir bütün olarak öncelikle sermayenin güvenliğini ve stratejik çıkarlarını koruyan ve “sermayenin rasyonalitesini” düzenleyen her türlü iktisadi ve sosyal denetime karşı “sermaye çıkar-kriz gelir” şantajı uygulayan antidemokratik bir güç sergilemekte. “İktisadi akıl” diye adlandırılan bu projenin ana düsturu, bağımsız iktisat politikalarının ve hukukun üstünlüğü ilkesinin yadsınarak, bütün sosyal politikaların piyasalaştırılmasını ve tüm iktisadi ve sosyal değerlerin sermayenin hiper-sömürüsüne terk edilmesini amaçlıyor.   "Bir kavram ne zaman tehlikeli olur? İçeriği bulanık olduğu halde, herkes bu kavramı bildiğini sanınca." "Ben doğrudan yanayım,kimin söylediği fark etmez. Ben adaletten yanayım,kimin lehine veya aleyhine olduğu fark etmez".           Küresel finans mekanizmalarını etkileyen çarpık endeksler ile S&P/FITCH TR'nın ülke risk primini yükseltiyor. Küresel fon akışlarındaki Faiz ve LİBOR markup ları ve SPREAD'ler ile borçlanma maliyetleri artıyor....   Endeks tuzakları, ankete dayalı matematik grafik analizi yetersiz/tutarsız "Düzene karşı olan iç ve dış tehditler ancak insanlar onlara karşı koyacak cesarete sahip oldukları zaman caydırılabilirler." .'' ''Kredi verenler başarısızlıklarıyla yüz yüze kaldıklarında, yalnızca daha fazla borç vermeyi önerdiler.çıkar sağlama tuzağı ellerinden alındığında, güvenlerini geri kazanmak için yalvararak teşvik istediler'' 1933 Ekonomik krizler ve Finansal teröristlerin taktiklerini birlikte okuyalım:  “Bir Ekonomik Tetikçinin İtirafları”… https://www.youtube.com/watch?v=L7EX4ttMm6g kitabın önsözünden…. ” Ekonomi tetikçisi olarak bizlerin amacı küresel imparatorluk kurmaktır. Bizler, diğer ülkeleri şirketlerimizin, hükümetimizin, bankalarımızın, kısacası benim şirketokrasi diye adlandırdığım kurumsal yapının kölesi haline getirmek için uluslararası finans kuruluşlarını kullanan elit bir grubuz. Mafyanın yaptığı iyilikler gibi Ekonomi Tetikçileri de görünüşte bazı iyilikler yapar. Örneğin elektrik santralleri, otoyollar, limanlar, havaalanları, teknoparklar gibi altyapı hizmetleri için borç temin ederler. Bu borçların ön koşulu, bütün bu projelerin Amerikan inşaat ve mühendislik firmaları tarafından gerçekleştirilmesidir. Aslında paranın çoğu Amerika’yı hiç terk etmez; yaln ızca Washington’daki bankalardan New York, Houston veya San Francisco’daki mühendislik firmalarına transfer edilir.”     Para hiç vakit geçirmeden şirketokrasi üyesi şirketlere (kreditörlere) döndüğü halde borçlu ülkenin anapara artı faizin tamamını ödemesini isteriz. Eğer Ekonomi Tetikçisi çok başarılı ise borç tutarı o kadar büyük olur ki birkaç yıl sonra borçlu ülke ödemeleri aksatır. Bu olduğunda biz de mafya gibi diyetini isteriz. Birleşmiş Milletler’de Amerika’nın isteği doğrultusunda oy verme, askeri üs kurma veya petrol gibi değerli kaynaklara el koyma şeklinde olabilir bu diyet. Buna rağmen borçlunun borcu devam eder. Böylece küresel imparatorluğumuza bir ülke daha eklenmiş olur.     2004 itibariyle 3. Dünya ülkelerinin borç toplamı 2.5 trilyon dolara, yıllık faiz ödemeleri de 3.75 milyar dolara yükselmiştir. Bu tutar, tüm 3.Dünya ülkelerinin sağlık ve eğitim harcamaları toplamından fazla, aldıkları dış yardımın da 20 katıdır. Yine bu ülkelerde nüfusun en üst yüzde biri, ülkelerinin mali kaynaklarının ve gayrımenkullerinin %70 ila %90’ına sahiptir. Bu çağdaş imparatorluğun sinsiliği, Romalı askerleri, İspanyol fatihlerini (konkistador), 18-19 uncu yy Avrupalı sömürgecilerini fersah fersah geride bırakır. Biz Ekonomi Tetikçileri kurnazızdır. Bizler tarihten ders aldık. Kılıç taşımayız, zırh-üniforma giymeyiz. Ekuador, Nijerya, Endonezya gibi ülkelerde yerli öğretmenler veya esnaf gibi giyiniriz. Washington ve Paris’te bürokratlara ve bankerlere benzeriz. Proje mahallerini gezer, yoksul köyleri dolaşırız. Yerel basında ne kadar hayırlı işler yaptığımızdan söz ederiz. Yasadışı bir şeye tevessül ettiğimiz pek nadirdir. Zira sistem aldatmacaya dayansa da tanım olarak yasaldır.     Ancak….. Eğer biz başarısız olursak, devreye çakallar (İstihbarat –NSA ve CIAelemanları) girer. Çakallar hazır ve nazır bekler. Ortaya çıktıklarında devlet başkanları devrilir veya feci “kaza”larda ölürler. Eğer Afganistan ve Irak’ta olduğu gibi, bir şekilde çakallar da beceremezlerse genç Amerikalılar ölmeye ve öldürmeye gönderilir.      Bu imparatorluğun yaratılmasına ben de katkıda bulundum ve suçluluk duygusu altında eziliyorum. New Hampshire taşrasından bir çocuk nasıl oldu da bu pis işlere bulaştı?       Rivayete göre yazar, elinde kitabın müsveddeleri ile ABD’de 24 yayıncının kapısını çalar. Çalar çalmasına da bir türlü yayımlatmayı başaramaz. Yazarın da beş defa yazmaya karar verip bir şekilde(!) vazgeçirildiği kitap için yazar da çok ikilemler yaşamıştır. Her yazmaya karar verdiğinde rüşvet ve tehditlerle yazmaktan imtina etmesi sağlanmıştır. Ama kitap sonunda yayımlanır. Kitabın arka kapağından:    'Ekonomik tetikçiler (ET'ler) , yerküre üzerindeki ülkeleri trilyonlarca dolar dolandıran yüksek ücretli profesyonellerdir. Dünya Bankası, ABD Uluslararası Kalkınma Ajansı (USAID) ve diğer yabancı 'yardım' kuruluşlarından büyük şirketlerin kasalarına ve gezegenimizin tabii kaynaklarını kontrol eden birkaç varlıklı ailenin ceplerine para aktarırlar. Kullandıkları araçlar arasında sahte finansal raporlar, hileli seçimler, rüşvet, zorbalık, seks ve cinayet bulunmaktadır. Oynadıkları oyun imparatorluklar kadar eski olmasına rağmen, günümüzdeki küreselleşme sürecinde yeni ve korkutucu bir boyuta ulaşmıştır.    Nereden mi biliyorum; ben de bir ET idim'       Şirketokrasi Ve Ondan Kurtulmanın Yolları     Venezuela Başkanı Hugo Chavez, BBC Televizyonu'na verdiği röportajda John Perkins tarafından yazılan Bir Ekonomik Tetikçinin itirafları isimli kitaptan söz ederek, bu kişilerin kendisiyle de ilişkiye geçtiğini anlattı. Ülke üzerinde gözetleme uçuşları yapılmasını ve Â.B.D. danışmanlarının varlığını kabul etmesi halinde kimi fonların kullanımına açılacağının teklif edildiğini açıkladı. Bu teklifleri reddetmesine rağmen ekonomik tetikçilerin vazgeçmediğini, zayıf devlet memurları, parlamento üyeleri, hatta kendi çevresindeki ordu mensuplarına baskı yapmaya çalıştığını söyledi. Chavez, Perkins'in kitabında anlattığı gibi ekonomik tetikçilerin başarısız olmasının ardından çakalların geldiğini, askeri darbe ve suikast komplolarına giriştiğini açıkladı.     Bu insanların bugüne kadar bizim yöneticilerimizden hiçbir talebi olmadı mı?      Bir yanda milli bir otomotiv endüstrisi ya da petrol ve doğalgaz kaynakları olmayan bir ülke olarak 50 yılı aşkın süredir ardı ardına yaptığımız otoyollar, bir yanda ilk seferinde raydan çıkan hızlı trenimiz…       Patentli binlerce projeye konu olan, geleceğin enerji kaynağı olmasına kesin gözüyle bakılan Bor, Tor ve Osmiyum gibi madenlerin yok pahasına elden çıkartılması… Yıllardır beklediğimiz devasa bütçeli tarım ve çevre projelerindeki fiyaskolar… Kültürün görsel medyaya, eğitimin popüler kültüre teslim edilmesi… Enerjiden turizme, sanayiden dış ticarete, ulaştırmadan bankacılığa kadar birçok alanda yapılan yanlışlar…        Pervasızca alınan borçlar, rüşvetler, yolsuzluklar… Ve son olarak, özelleştirmeler, Dünya Bankası ve IMF yapılandırma paketleri…        Kendinize bir sorun. Bugünlere sadece basit hatalar yüzünden mi geldik?        Bu kitapta sadece Şirketokrasi'nin insanlığa on yıllardır yaşattığı kabusu değil, o canavara dur demenin denenmiş ve başarıya ulaşmış yollarını da örnekleriyle bulacaksınız.         Yıl 2008…         Dolar değer kaybetmeye başlıyor ve bu düşüş sürüyor. A.B.D.'nin en büyük ithalat kalemi olan petrolün varil fiyatı 200 dolara kadar çıkıyor. 'Büyük Bunalım'dan sonra en büyük finans krizi patlak veriyor; yatırım bankaları batmaya başlıyor, büyük şirketler zora düşüyor.      Gündemin en popüler sorusu: Kapitalizm çöküyor mu? Rusya, Çin, Hindistan, Avrupa ve Latin Amerika'nın farklı yönelişlerle A.B.D.'nin tek süper güç konumunu giderek daha ciddi şekilde tehdit etmesi akla başka soruları da getiriyor. Üçüncü Dünya ülkelerini bir sistem doğrultusunda modern zaman sömürgelerine dönüştüren, önceki yüzyılın başında Rus         Devrimi'ne bile destek olan, IMF/Dünya Bankası, CIA/CFR gibi mekanizmalarla her şeyi en ince ayrıntısına kadar planlayanlar nasıl oldu da bu krizin gelişini göremedi?     Elinizde tuttuğunuz kitap, varılan son noktaya uzanan yoldaki kilometre taşlarını teker teker açıklıyor:     Kongo'daki savaşın aslında kime hizmet ettiğini, biz ucuz cep telefonu ve dizüstü bilgisayar kullanalım diye dört milyon insanın can verdiğini biliyor muydunuz?     A.B.D.'nin Irak petrollerini bu kez çokuluslulara komik bedellerle teslim edemeyeceğinden, çünkü önünde ciddi engeller olduğundan haberiniz var mıydı?     Bono ve Bob Geldof, Angelina Jolie ve George Clooney gibi kimi starlar Paul Wolfowitz ve Tony Blair ile aynı sahnede ve mutlu yüz ifadeleriyle boy gösterdiğinde kutlanan şey neydi?     Dünya Bankası'nın 100 milyar doları nerede kayboldu?     Yıkım ihraç etmek' ne demektir?      Tüm bunları ve daha da fazlasını konulara bizzat dahil olmuş on üç uzmanın kaleminden okuyacaksınız.       Ve mızrak ucunu ekonomik tetikçilerin oluşturduğu sistemin dünyanın yoksul halklarına nelere mal olduğunu bir kez daha, üstelik kanıtlarıyla göreceksiniz.”    “Ekonomik tetikçiler (ET’ler) yerküre üzerindeki ülkeleri, trilyonlarca dolar dolandıran yüksek ücretli profesyonellerdir.” der.  “Dünya Bankası, ABD Uluslararası Kalkınma Ajansı ve diğer yabancı “yardım” kuruluşlarından, büyük şirketlerin kasalarına ve Dünyanın tabii kaynaklarını kontrol eden birkaç varlıklı ailenin ceplerine para aktarırlar. Kullandıkları araçlar arasında, kredi notu, ülke raporu, bilgilendirme notu kadar; sahte finansal raporlar, hileli seçimler, rüşvet, zorbalık, seks, cinayet ve şantaj bulunmakta….. Oynadıkları oyun imparatorluklar kadar eski olmasına rağmen, günümüzdeki küreselleşme sürecinde yeni ve korkutucu bir boyuta ulaşmış durumda… Nereden mi biliyorum; ben de bir “ET” idim…” demektedir yazar. Bundan sonra hiçbir şeyin göründüğü kadar masum olmadığını söylemeye gerek yok....    Döviz kuru, kuşkusuz, bir ekonomideki en önemli makroekonomik fiyatların başında gelmekte. Döviz kurunun “dengesinin” ne olduğu ve nasıl oluşacağı soruları yıllardır iktisat dünyasını meşgul ettiğini konunun uzmanları söylüyor.... Tam olarak kesin bir hüküm içermemekle birlikte, dövizin fiyatının uzun dönemde ülkeler arasındaki enflasyon farklarından arındırılmış reel değerinin, “döviz dengesi” olarak algılanabileceği konusunda genel bir görüş birliği olduğu söylenebilir. Dolayısıyla, iktisat biliminde “satın alma gücü paritesi” diye tanımlanan söz konusu reel döviz fiyatı, Türkiye ekonomisinde döviz piyasalarındaki dengesizliklerin de doğrudan yansımasını verdiğini yazıyor kitaplar...  .     Türkiye’de Dolar / TL ilişkisi sadece ekonomik – finansal bir çarpan değil direk sosyo-psikolojik bir faktör…. Bu sebeple de ekonomik-finansal durumunun çok üstünde bir ‘’ ALGI ’’ çarpanı mevcut olduğunu yazıyor ekonomi kitapları..... Bunun, tarihsel - ekonomik – sosyolojik nedenlerini, konunun uzmanları  yanıt arıyordur herhalde!.... Hatta bunun sosyolojik nedenleri için tüm yakın tarihimizi tam olarak kapsayan sosyal-siyasal ve ekonomik bir alan araştırması, konun uzmanları tarafından gündeme getiriliyordur...Ya da bu konuda çalışmalar yapıyorlardır... “Dolar /TL ‘nin ekonomik – finansal etkileri ve sonuçları hiç o kadar komplike ve içinden çıkılmaz bir konu değil”diyor konun uzmanları..;  Ve insanların sosyo-ekonomik genel davranışlarını etkileyen temel kritik faktörün“Beslenme – Barınma”  gibi iki temel basit ekonomik etkileşimler olduğunu yazıyor ekonomi kitapları….     1980’lerde ekonomik – siyasi – toplumsal krizler ve değişimler kentleşmenin daha da artmasına bu sonuç ise Toplumsal – sosyal yaşam biçiminin getirdiği güvence ‘’ ‘’Bireysel ekonomik – finansal güvence gereksinimine ‘’ evrildiğini….. Ancak Banker olayları – banka spekülasyonları – ‘’enflasyon paramı eritti’’ tekrarları, toplumsal algının tamamen bozulmasına, bu olgu ise beraberinde ;hem servet – tasarruf – sermaye sahipleri hem de orta-alt gelir grupları kolayca kullanabilecekleri pratik , finansal anlamda güvenli iki enstrümana dolar/mark ve altına yönelmesini neden olduğunu.  yasa dışı döviz ticareti’’ yerini ‘’ serbest kur – serbest ticarete’’ bıraktığını dile getiriyor konun uzmanları…. Özetle yeni konjöktüre ve tarihsel akışa göre baştan oluşan sosyal – ekonomik –kültürel – finansal doku altın ve döviz iki finansal enstürmanını ‘’vazgeçilmez’’ olarak içselleştirmiş…. Bu olgu, hiçbir sınıfsal ayrım gözetmeden hem servet sahiplerinin  hem de alt – orta gelir grubunun  davranış tarzının sosyo-psikolojik bir aktörü  olmuş . 1990’lı yılardan sonra ise artan dış dünya ekonomik faaliyeti artık Döviz/TL ilişkisini ‘’ sosyo-ekonomik güvence /tasarruf ‘’ anlamından çıkartıp tüm ekonomik etkileşimin baş finansal aktörü yapmış. Tasarruf – servet ve akış anlamında bir iş bölümü gelişmiş, altın daha çok servet – tasarruf alanında kalırken döviz akış – gelir tarafında yerini almış….    Uzmanlar  son zamanlarda ki gelişmeler  ile ilgili aşağıda ki  önemli tespitlerde bulunuyorlar... Bu tespitlerinden altını çizdiğimi birlikte okuyalım: " Türkiye’de kamu dengelerinin ve bankacılık yapısının sağlıklı yapısı ve Türkiye’nin ihraç piyasalarına bağımlılığının düşük olması küresel tahvil piyasalarındaki bozulmaya karşı Türkiye’yi korumakta, ancak maliyet artışlarının negatif etkileri elbette var ancak ABD seçim sonuçlarının ekonomi politikalarının yönü ve içeriği üzerinde yarattğı belirsizlik kapsamında gelişmekte olan ülkelere yönelik risk algısının değişmesi ve Fed faiz artırımı beklentilerinin etkileri de sermaye çıkışlarının ve TL’nin kırılganlık şiddetini yükseltmekle”     Bir bilim adamı notu: "Dolar endeksinin aşırı güç kazanımı ağır bir yük olma yolunda...  Dxy teknik anlamı ile 105 hatta…Daha yukarılara gidebilir mi? Teorik olarak evet ama 102 civarında “ağırlaşma” başladı. Ve gittikçe daha ağır olacağında şüphe yok.... Bu noktada 102 önemli. Dolar endeksinin 102.68 seviyesini aşması durumuna dikkat edilmelidir. Bu seviye üzerine çıkılmaz ise yük her geçen gün ağırlaşacak.  Aşırı değerli dolar’ı istemeyenler arasında ABD ilk sırada. Üstelik Faiz artışı zamanı yaklaşırken. Çünkü ithalat büyümeye negatif etki yapacağı açık...."."Ancak daha ziyade aşırılık konusuna değinmek faydalı olur. Çünkü aşırılıkların genel özelliği, doğası gereği sonlanmasının ani olmasıdır.Bu aşamada olayı aydınlatacak yanıtın saklı olduğu kritik soru şu: Şu son bir ay içerisinde mevcut olaylara ne eklendi de Türk Lirasında bu kadar ciddi bir değer kaybı oluştu? Son bir ay ülke gündemindeki yeni tek konu Türkiye'nin küresel güçlere karşı hem içte hem dışta verdiği mücadelen rahatsız olanların yaptığı manipülasyon ile Türkiye'yi çökertme operasyonudur..Demek ki  TL’deki değer kaybının nedeni bu manipülasyonun / operasyonun yarattığı risk artışıdır.   Bir başka not:Petrol fiyatlarının “kaç dolar” olduğu tek başına bir anlam ifade etmez.petrol  ancak dolar’ın “kaç para” olduğu ile beraber “fiyat” ifade eder. Petrol aynı zamanda 3 konuya işaret eder ; - -Dünya ekonomik aktivitesini -Dünya sermaye piyasası hareketlliliğini -Borç ve para Piyasasını Bu not şimdilik burada kalsın...Moody’s, Fitch, Standard & Poors…  Uğraşı alanlarının (“piyasanın”) yüzde 95’i onların denetiminde. Bu şirketleri, ayrım yapmadan “Üçlü Çete” demekte  beis yok... Üçlü Çete, son iki yılda Türkiye’nin puanını üst üste kırdı. Nedenlerine göz atalım.  “Kerameti kendinden menkul” kuruluşlar… Kredi derecelendirme kuruluşları, yani Üçlü Çete, uluslararası piyasalardan kredi arayan devletleri (ülkeleri), şirketleri, kurumları, bankaları izler. Bunlara verilen puanlar, olası borçlunun güvenilirliğini ölçer.  Borçlunun temerrüt riski arttıkça düşen bir puan… Düştükçe, kredinin maliyeti yükselir; koşulları ağırlaşır. Aşağılarda, “yatırım yapılamaz”, hatta “çöp” eşiklerinin aşamaları yer alır.  Bu puanları, sadece kredi veren, tahvilleri pazarlayan uluslararası bankalar izlemez. Menkul kıymetler piyasalarına dönük fonları, plasmanları yönlendiren finansal şirketler de dikkate alır. “Müşteriler” kim? Finans kapitalin, “kupon keserek, kâğıt satarak yaşayan”, rantiye, asalak, spekülatör kesimi…      Finans kapitalin yükseldiği, şiştiği bir dönemin “ucubeleri”nden söz ediyorum. Sıradan insanların gönenci bakımından fuzulî, asalak; kapitalizmin bugünkü aşamasında işlevsel, gerekli organizmalar…  “İşlevsel”, ama, “tahripkâr” da olabiliyor: Üçlü Çete’nin “kerameti kendinden menkul” kuruluşlar olduğu 2008 krizinde ortaya çıktı. Yüksek puan verdikleri astronomik borç senetleri battı; emekçiler konutlarını yitirdi; finansal kriz tetiklendi. Hesap sorulmadı; marifetlerini sürdürdüler.  Üçlü Çete, birkaç yıldan beri Türkiye'yi tedirgin etmektedir: Önce, Türkiye’nin kredi puanını “yatırım yapılamaz” eşiğine indirdiler. Niçin?  2013’te FED parasal daralma kararı aldı. Yükselen piyasa ekonomilerinden para çekilmesi başlayacaktı. “Hangileri çok riskli?” sorusu gündeme geldi. Üçlü Çete, “bu ülkeye daha fazla açılırken dikkat edin…” anlamına gelen “yatırım yapılamaz” puanını Türkiye’ye de yakıştırdı. Hızla bozulan dış kırılganlık göstergelerini dikkate alarak… Üçlü Çete, 2017 sonrasında da Türkiye’nin “gidişatını” beğenmedi; TL’li tahvil ve hisse senetlerine para bağlayan yatırımcıları uyardı: Türkiye’nin kredi puanını üst üste düşürdü; “çöp” düzeyinin alt aşamalarına çekti.  Moody’s son darbeyi 18 Haziran’da vurdu: 18 Türk bankasını kredi puanlarını birer çentik daha indirdi.  “Üçlü Çete” son iki yılda Türkiye’nin kredi puanlarını niçin düşürdü? Türkiye raporlarında, notlarında yer alan gerekçelere göz atalım.  Önce, Türkiye ekonomisinin dış kırılganlık göstergeleri üzerinde yoğunlaşıyorlar: "Yüksek cari işlem açığı, dış kaynak akımlarına aşırı bağımlılık, şirketlerin dış borçlarının, bankaların kısa dönemli dış finansman gereksinimlerinin yüksekliği, döviz rezervlerinin zayıflığı" bu notumuz şimdilik burada kalsın.. “Üçlü Çete”nin 2017’den sonra iktidara yönelttiği bu eleştirilerin arka planında neo-liberal makro-ekonomik programın ilkeleri yer alıyor. Bunlardan sapma yakından izleniyor.  Bu ilkeleri sıralayalım: Sermaye hareketlerinin serbestliği esastır; güvence altına alınmalıdır. Merkez bankaları siyasî iktidara karşı bağımsız, özerk olmalıdır.  Para politikası enflasyon hedeflemesine dayanmalı; merkez  bankalarının politika faizleri enflasyonu aşmalı; döviz fiyatları piyasalara bırakılmalıdır. Malî disiplin: Bütçe açıkları ve kamu borçları belli eşikleri aşmamalıdır. Bu ilkeleri çiğnediği için bugün Üçlü Çete ve diğerlerince eleştiriliyor. Ancak Türkiye 2002’de IMF-Dünya Bankası anlaşmaları içinde uygulanan kapsamlı neo-liberal programı stratejik, yapısal öğeleri kesintisiz sürdürüldü; genişletildi: Kapsamlı özelleştirmeler, kamu hizmetlerinin piyasalaşması, işgücü piyasalarında emek örgütlerini eriten esnekleşme, altyapı yatırımlarında İnşaat sektörünü ihya eden kamu-özel işbirliği (KÖİ) modeli vd… Bu program: yabancı sermaye hareketlerinin daralmaya başladığı Sonuçlarından uzun süre hoşnut kalındı. Bol sermaye girişinin yaşandığı 2003-2007 ve 2010-2014’te ekonominin canlılığı ve yoğunlaşan dış bağımlılığı bu uygulamanın ürünüdür.2015’e kadar sürdürüldü.1989’da başlatılan sermaye hareketlerinin serbestliği, istisnasız uygulandı; her kritik aşamada teyit edildi.  Burada soru şu Türkiye’ye ve benzer ülkelere 1980 sonrasında uygulatılan kapsamlı neo-liberal model ne kadar doğruydu? Bu model kim tarafından kurgulandı ve uygulamay konuldu? Türkiye; bu programın sadece bir bölümüne itiraza kalkıştığı için sadece gecikmemiştir; aynı zamanda çaresiz kalmıştır.Bu çaresizliğe  Küresel Oyun kurucular, Türkiye ekonomisini, finans kapitale öylesine bağımlı hale getirdiler ki, hareket alanları da kısıltladılar: Serbest sermaye hareketleri ortamında faizleri fazlaca indirirlerse yabancı sermaye kaçacak; önce döviz fiyatları, sonra enflasyon sıçrayacak. Böyle bir ikilem içine Türkiye'yi kim soktu? Bu oyunları kurgulayanlar kim?  Asıl yanıtlanması gereken sorular bunlar..     özetle, şu anda dövizde ki hareketin ana kaynağı hem küresel hem de Türkiye'nin bekâsına yönelik tehditi ortadan kaldırmak için küresel oyun kuruculara karşı verdiği varoluş mücadelesinden kaynaklanmakta ....  i-ABD Seçim sonucu , ii-Yıl Sonu pozisyon kapama, iii-Fed Faiz Arttırımı, iv-Türkiye'nin  dün olduğu gibi bugün de yedi düvele ( iç ve dış güçlere) karşı varoluş mücadelesi... Son söz:    Bütün sosyo-ekonomik kırılma dönemlerinde vasatlık ve sığlığın talebi artar. O talebin cazibesi selinde kapılarak, eksik verileri popülizm için kullanmak utanılması gereken tutumdur. Gerçek insanlık, toplumu geliştirecek olan zor yolu seçmektir; inancından geleneklere geliştirici olmayan anlayışların peşine takılmamaktır.Ekonomik büyüme analizi sadece sayıları ifade etmek doğru  değil. Aksine, sağlamasını yapmak, diğer istatistikler ile uyumunu ve seviyesini karşılaştırmak gerekir.Sağlıklı büyümenin en önemli üç şartı; i-Borçlar büyüme oranından daha hızlı artmamalı ii-Ekonomi, verimlilik (işgücü ve sermaye verimliliği) artışından çok daha hızlı büyümemeli (Eğer bir ekonomi kısa dönemlerde verimlilik artışının çok üzerinde büyüyorsa, daha sonra çok sert geri çekilmeler yapar. Ekonomi tarihi bunun örnekleriyle dolu.) iii-Sağlıklı büyüme için ekonomi politika yapıcıları verimliliğe odaklanmalı.diğer bir deyişle yapısal reformlar gereksinim var. Verimliliği uzun vadede artıracak en önemli faktörler eğitim, hukuk, kurumsallaşma . Daron Acemoğlu’nun “Ulusların Düşüşü” başlıklı kitabı her ekonomi politika yapıcısı tarafından okunması gereken bir kitap.https://goo.gl/WCmHUs Büyüme isthdam demek,büyüme gelir artışı dermek...Kalkınma, refah, yerlilik ve millilik,milli onuru koruma gibi kavramların illüzyonu ve popülizmi aşarak, ulusun geleceğini güven altına alacak ortak irade, ortak değer, ortak düşünce, ortak proje ve ortak kurumlar yaratması “ ulusal irade Seslenişine" bağlı     Döviz kuru seviyesi üzerinden piyasaya 'felaket' algısı pompalamak, 'iyi niyetli' bir yaklaşım değil. Çünkü, İktisada Giriş derslerinde bir ulusal paranın değeri üç biçimde tanımlanacağını yazar kitaplar: (i) faiz oranı; (ii) ulusal paranın (burada Türk Lirası’nın) dövizler karşısındaki değişim değeri; ve (iii) enflasyon oranının tersi. Para piyasasının “dengesi” bu üç tanımın uyumlu olmasından geçmektedir. Paranın değerini veren bu tanımlar arasındaki herhangi bir tutarsızlık, para piyasasında dengenin yitirilmesine ve bu dengesizliğin reel ekonomi kesimine de sıçramasına neden olacağının altı çizilir... Bu bağlamda Kanımca, tartışmanın döviz kurları üzerinden yürümesinde ciddi bir kurgu hatası var. Tartışılması gereken konu kur değil, 'risk algısı' olmalı. Küresel ölçekte, 1980'lerin sonlarından itibaren başlatılmış; ama esas, 2010'dan bu yana birçok yönden çeşitlendirilerek ve etkisi yoğunlaştırılarak, Türkiye aleyhine yürütülen 'çarpıtılmış' bir risk algısı oluşturulmakta.Türkiye'nin küresel dünyadaki konumu, AB, ABD (Küresel Oyun Kurucuları) ilişkilerine yönelik akıl almaz bir 'risk algısı' manipülasyonu söz konusu. Öyle ki, Türkiye'nin 15 Temmuz da küresel oyun kurucuların yerli işbirlikçilerle hain işgal girişimi ve yine bu ülkelerin yıllarca Güneydoğu Anadolu'da  Uluslararası Mafya Örgütünün gerçekleştirdiği terör eylemlerine verdiği her türlü lojistik destek ... Uluslararası teröre karşı etkili mücadelenin sadece tüm finansman kanallarının ve lojistik desteğin güvenli biçimde kapatılması yerine  bu ülkelerin pek çoğunun Türkiye'ye çifte standart ve düşmanca tavırları... sütten çıkmış (ak) kaşık gibi  eleştirileri ve hesap sormaları, 'üst akıl' tarafından Türkiye'ye yönelik 'risk algısı'nın olumsuzlaştırılması adına aleyhimize döndürülmeye çalışılması da beyhude olacağından kimsenin  şüphesi olmasın!....       Dünyada ki tüm ülkelerin bir istikrarsızlıktan geçtiği şu dönemde, herkes kendi sorununu yönetilebilir hale getirmeye çalışırken,  tüm tüzel ve gerçek kişilerin  de üzerine düşen yükümlülükler bulunmakta…. Ekonomik bağımsızlık söz konusu ise : konut ve iş merkezleri satışında, kiralar da, ihaleler de vb... Dolar ve Avro ile yapılmasından vazgeçilmesi....     Küresel oyun kurucular tarafından çok önceden planlanan ve yerli işbirlikçileri ile sahneye konan işgal girişimi, 15 Temmuzda insanlık Tarihinin Gelmiş Geçmiş En Büyük Birlik Gösterisi ile bozuldu… Türkiye ekonomisini bozarak Siyasi iktidarı yok etme operasyonu,ikinci hamlesi  kredi derecelendirme kuruluşları ile geldi…Bu da başarısız olunca …Şimdi  Üçüncü hamle… Üretkenlik kazanımlarının gerilemekte olduğu sanayisizleşen ve tasarruf üretemeyen dışa bağımlı bir ekonomiden kurtulmak için  taze ve nitelikli fon girişini sağlamak için Mahfi eğilmez hoca'nın "Ekonomide Kısır Döngüler ve Çıkış Yolu" .algoritması https://bit.ly/2B2pTuW önemli bir rehber ..Yapısal köklü çözümlerle(**)  bu handikapları da ortadan kaldıracağından...Yapısal önlemlerle bertaraf edileceğinden...Oyunun bozulacağından  kuşkumuz yok…   https://twitter.com/InvestTurkey Saygılarımla. Sağlıcakla kalın! Günleriniz hep aydınlık olsun! Yüreğinizde sevgi daim olsun! Yüreği "Berkehan  ve Bilgehan Deniz" kadar temiz olanların!... Referans: İlgilenenler okusun diye  : http://portal.dpu.edu.tr/orhan.elmaci/makale_oku/280/kuresel-gucler-ve-yerli-isbirlikcileri http://portal.dpu.edu.tr/orhan.elmaci/makale_oku/268/algi-operasyonunda-uluslararasi-kredi-derecelendirme-kuruluslarin-rolu http://portal.dpu.edu.tr/orhan.elmaci/makale_oku/326/algi-operasyonu-psikolojik-manipulasyon2 http://portal.dpu.edu.tr/orhan.elmaci/makale_oku/232/ozgun-suclarini-yayip-paylasacak-tarihlerine-ortaklar-arayanlar-1 26.01.2017 Bir Not: UBS: Anayasa değişikliği referandumda onaylanırs siyasi zemin istikrar kazanır!  http://www.bloomberght.com/haberler/haber/1978884-ubs-turkiye-tahvilleri-cazip http://voxeu.org/article/greatest-reshuffle-individual-incomes-industrial-revolution     Uluslararası dolar terimi, bir ABD dolarının ABD’de alacağı kadar mal miktarının belirli bir ülkede alınabilmesini sağlayan parasal tutarı ifade eder. NOT:Yukarıda anlatılanları yeterli bulmayanlar için Yaşar Erdinç'in  "Para Harekâtı" kitabını öneririm...Bu kitaptan bir kaç satır...Birlikte okuyalım: "İşe geldiğinde saat 12:00’yi geçmiş personel öğle yemeğine çıkmıştı. Masasının üzeri yapılacak işlerle doluydu. Tam işleri düzene sokmak üzere elini masanın üzerindeki evraklara atmıştı ki, durdu. Bilgisayarına yöneldi. İnternet arama motorlarından birine girerek “Financial Crises” (finansal krizler) kelimelerini yazıp “enter” tuşuna bastı. Bir an önce literatür taraması yapma ve bilgilenme isteğini frenleyememişti.  Yüzlerce sonuç bilgisayar ekranında belirdi. Sırasıyla başlıkları okumaya başladı. İçeriğinde Arjantin, Brezilya, Rusya yazan birçok makale listelenmişti. Bu ülkelerin hepsi, bir şekilde Türkiye’deki krize benzer krizler yaşamışlardı.  Makalelerden birinin başlığının altında yer alan, birkaç satırlık açıklama bölümünde gördüğü iki kelime beyninde şimşek çaktırdı: “Financial Terrorism” (Finansal terörizm). Bu kelimeleri hayatında ilk defa yan yana görmüştü. “Nasıl yani” dedi gayri ihtiyari olarak. İlk şaşkınlığını üzerinden attıktan sonra, ilgili linkin üzerini tıkladı ve karşısına çıkan başlık oldukça çarpıcıydı.  (s:22.) “Wall Street's financial terrorism: New weapons, same old imperialism. By Bob Djurdjevic, Chronicles, [5 December, 1997]”  (Wall Street’in* finansal terörizmi: Yeni silahlar, aynı eski emperyalizm. Yazan Bob Djurdjevic, Chronicles dergisi, 5 Aralık 1997. Heyecanla yazıyı okumaya başladı Hülya.  “Eski İngiliz İmparatorluğu ve Yeni Dünya Düzeni (YDD) İmparatorluğu arasındaki paralellik şaşırtıcıdır. Öyle ki, eski dünya düzenindeki İngiliz Krallığı, amaçlarına ulaşmak için saldırgan askeri güçlerini kullanırken, YDD İmparatorluğu’nun elitleri çoğunlukla finansal terörizmi kullanıyorlar. Büyük Asya bankacılık krizi, iki imparatorluk arasındaki benzerlikleri ve farklılıkları bütün çıplaklığıyla ortaya çıkardı.  İngiliz İmparatorluğu, İngiltere’deki fabrikalarının üretimlerini sağlamak için, diğer ülkelerin doğal kaynaklarını aşırarak kuruldu. Kırmızı ceketlilerin† diğer ülkeleri işgalleri sonrasında, yerel kültürler bertaraf edilerek, İngiliz yaşam biçimiyle değiştirildi. Wall Street’te yükselen YDD İmparatorluğu diğer ülkelere verilen borçlar ve yatırımlar ile inşa ediliyor. Balık oltaya geldiği anda YDD’nin finansal teröristleri misinayı yukarı çekiyorlar ve hiç şüphe duymayan bu kazazedeleri havada kupkuru bırakıyorlar. Oltaya gelenler kurtarılmak için yalvarır durumda kalıyorlar. Bu gibi durumlarda imdada IMF yetişiyor. Özelleştirme, ticaretin serbest bırakılması ve diğer istikrar programlarıyla hedefteki ülkelerin kaynaklarını kesiyor ve bu ülkelerin yüzlerini YDD elitlerine çevirmesini sağlıyorlar. (* Wall Street, ABD New York Borsası’nın yer aldığı caddenin adıdır. † İngilizler için kullanılmıştır.)Aynen İngiliz İmparatorluğunun daha kaba yöntemlerle yaptıklarına benzer şekilde. IMF* işgallerinin hemen sonrasında yerel kültürler, aynı Kraliçe Viktorya zamanında olduğu gibi maddeci batı yaşam tarzlarıyla ikame ediliyorlar…” Makale devam ediyordu ve Hülya şoktaydı. Düşünceleri bir an için üç yıl geriye gitti. Babasının yıllarca çabalayarak oluşturduğu varlıkların tümü, bir gecelik bir olay sonrasında en güçlü rakibinin ve yabancıların eline geçmişti. Her şeylerini kaybetmekle kalmamış, canından çok sevdiği babası da ebediyete gömülmüştü.  “Gerçekten de yazarın işaret ettiği gibi, kriz sonrasında IMF’nin kapısı çalındı, yeni bir istikrar programı başladı, birçok şirket ucuz fiyattan yabancıların eline geçti. Üstelik bunları yazan ve söyleyen fanatik milliyetçi bir Türk değil, bir yabancı, bir Amerikalı” dedi kendi kendine.  Yazar hakkında daha detaylı bilgiye ulaşmaya çalıştı ve yazının sonundaki açıklamalarda bu bilgiyi buldu. Yazar Djurdjevic, Amerikalı bir iş adamıydı. Annex Araştırmaları adlı global ekonomi ve jeopolitik ilişkiler konusunda danışmanlık veren bir şirketi vardı. Ayrıca kar amacı gütmeyen “Medyadaki Gerçeklik Derneği”nin de kurucu başkanıydı. En önemlisi de Amerika’nın en ünlü ve en çok satan Forbes ve Chronicles dergilerinin yazarıydı. Okuduğu yazı bu Chronicles’da yayınlanmıştı. Makalenin en alt satırında verilen web sitesine bağlandı (www.djurdjevic.com)(s.23). İnanılmaz sayıda rapor ve                çalışma olduğunu gördü. Çok uluslu şirketlerin global dünyadaki oyunlarından tutun da, ülkeler arası strateji oyunlarına kadar her şey vardı sitede. Hemen bu adresi bilgisayarının sık kullanılanlar bölümüne ekledi."(s.24). (*) IMF, Uluslararası Para Fonu’nun (International Monetary Fund) kısaltılmış halidir. Doların Değeri .......https://goo.gl/NHYuca (17.04.2018) - (**) Türkiye, tüketerek büyüdüğü tezi doğru bir tez değildir. Çünkü büyümeye üretim ve tüketim açısından birlikte  değerlendirilmesi  daha doğru bir yaklaşımdır.Türkiye, tüketerek büyümüş gibi görünmekle birlikte bu tüketimi yapabilmek için üretimini de artırmış olması gerekir. Çünkü iktisat  kitapları "tüketim olmadan üretim, üretim olmadan yatırım olmaz" diye  yazıyor. Bir ekonominin tüketmeden büyümesi ancak ve ancak ürettiği her şeyi dışarıya satmasıyla (ihraç etmesiyle) olabilir ki böyle bir şey olanaksız. O halde ekonomi bir yandan tüketecek, bir yandan dışarıya mal satacak, tükettiği ve dışarıya sattığı malları yerine koyabilmek için de üretecektir.   Türkiye’nin sorunu üretmemesi ya da üretmeden tüketmesi değildir. Türkiye’nin bu konudaki birinci sorunu; ürettiği malların içinde ithal girdilerin büyük yer tutmasıdır. Üretimde kullanılan ithal girdilerin ağırlığı nedeniyle kur yükseldikçe üretim pahalanmakta ve dolayısıyla enflasyon artmaktadır. Bu sorunu çözebilmek için ithal girdi miktarını azaltmak ve o girdileri burada dünya ile rekabet edebilecek biçimde üretmesi gerekir. Bunun bir yolu da teşvik sisteminin bu amaca yönelik biçimde kullanılmasıdır. İkinci sorun; Türkiye’nin üretiminin düşük teknolojili, markasız ürünlerde yoğunlaşmasıdır. Türkiye’nin ihracatında yüksek teknolojili ürünlerin payı yüzde 3,7’dir. Orta ve düşük teknolojili mallar ihracatı düşük döviz getirisi sağlamaktadır. Buna karşılık Türkiye’nin ithalatındaki yüksek teknolojili ürünlerin payı yüzde 14’dür. Bunlara yüksek miktarda döviz ödemektedir. Bu sorunu çözebilmenin en kestirme yolu bilime yönelmek ve AR-GE yatırımlarına ağırlık vererek üretimin niteliğini yükseltmektir.    Özetle söylemek gerekirse Türkiye açısından tasarrufun düşük, tüketimin yüksek olduğu tezi doğru olmakla birlikte üretmeden tüketmek tezi doğru değildir. Türkiye’nin sorunu üretmeden tüketmek değil, tasarruflarını artıramamak, üretimin dışa bağımlılığını azaltamamak ve üretimin niteliğini arttıramamaktır.Bunun içinde Türkiye'nin yapısal reformalara acil olarak yapılması yerinde olacağı açıktır. Rüştü Bozkurt hoca ,bu konuda  aşağıda başlıklar halinde özetlenen sekiz yapısal reform bileşenlerini, karar sürecinde ne ölçüde değerlendirdiğimizi sorgulamamız gerektiğini belirtiyor:Bu özetlenen sekiz yapısal reforumu birlikte okuyalım:  i) Her “yapının” bir “fiziksel varlık tabanı” vardır; Fiziksel taban dikkate almadan yapılar oluşturulamaz. Ele aldığımız konunun dört temel fiziksel bağlamını dikkate almalıyız: Birincisi, yeraltı ve yerüstü zenginliklerimizin reformu yaşama taşımada yarattığı potansiyelin ne olduğunu açığa çıkarmaktır. İkincisi, her yapının bir işlevi ve kültürü olacaktır; o işlev ve kültürü oluşturan, yapıların içine hayat katan insanların kültürel bağları ve yeni kültür oluşturma istekliliği de dikkate alınmalı. Üçüncüsü, İnsan kaynağı bağlamı dikkate alınmadan bir yapı oluşturulamaz, oluşturulsa bile yapının içine hayat dolduramayız. Dördüncüsü, fiziksel yapı bağlamında “fiziki sermaye stokumuz” değerlendirmektir. İnsan eliyle yapılan enerjiden limanlara, yollardan dağıtım şebekelerine aklınıza gelen fiziki sermaye stoku da yapıyı oluşturan bileşenlerdir. Fiziki varlıklar arasında beşincisi ve ihmal edilmemesi gereken bir başka bileşen “örgütlenme düzeyidir.” Örgüt değişkenini dikkate almayan yapısal reform önerilerinen ayakları boşlukta kalır. ii) Ekonomide “üretim yöntemleri” ve “ürünler” de yapı bileşenleridir. Özellikle sayısal teknolojinin gündeme getirdiği akıllı ve bağlantılı ürünler, süreçlerin uçtan uca gözetimi ve denetimi, uzaktan kontrol imkanları gibi onlarca yeni gelişme de yapı tasarlarken özenle analiz edilmesi gereken bileşenlerdir. Yine sayısal teknolojinin gündeme getirdiği “üretim yöntemleri” ve “ürünlerin” doğalarındaki değişme de yapısal reform tasarımlarında sorgulanması gereken etkenlerdir. “Artırılmış gerçeklik” tasarımdan satışlara kadar karar verirken iç görülerimizi güçlendiren yeni teknik destektir.Yapısal reform önerdiğimizde, üretim yöntemleri ve ürünlerin artırılmış gerçeklik bağlantısını dikkate almalıyız. Tasarladıklarımız ile ulaştığımız sonuçlar arasındaki makası açıklayan “deneysel mesafeler” makasının çok açılmasını istemiyorsak, reform önerilerinin üretim yöntemleri ve ürünler bağlamını da özenle ve dikkatle analiz etmeliyiz. Üretim yöntemleri ve ürün gibi yapı özelliklerini dikkate almazsak, yaşam biçimi ve yaşam tarzlarının etkilenme derecelerin öngörmemiş, başlangıç noktasına hassas bağlılık ilkesini ihmal etmiş oluruz. İndirgemeci bir yaklaşımın tuzaklarına yakalanarak kaynaklarımızı ciddi biçimde israf edebiliriz. iii) “ Finansal sistem ve finansal araçlardan” bağımsız bir yapı oluşturulamaz. Bankacılık sisteminin yapısı ile reform fikrimiz arasındaki etkileşimi analiz metodumuz belirlenirse, reform fikrinin sadece fikir düzeyinde kalması önlenir, bilincin temel bileşeni olan “beklentilerimizi” daha etkin yönetiriz. Yapı analizlerinin finansal boyut sorgulanırken, sigorta sistemlerinin yapısı, sermaye piyasaları ve diğer bütünleyici destek sistemlerinin de tasarlanan yapıyı nasıl etkileyeceğini öngörmeden ciddi bir yapısal reformda söz etmiş olmayız.Finansal araçlar bağlamında, sermaye piyasaları gibi diğer araçların gelişmişlik düzeyi de reform tasarımızda mutlaka analiz edilmeli, sadece yerel ölçekte değil, küresel ölçekte etkileşimleri dikkate alınmalıdır ki, tasarlanan reform etkili sonuçlar üretebilsin. iv) Yapısal reform fikrini hayata taşırken, temel yapı bileşenlerinden biri de “hukuk sistemi”dir. Hukuk alanında da bütünsel bir bakış gerekir. Önce özel hukuk alanında bütünleyici önlemler üzerinde kafa yorulmalı. Ticaret hukukunun hangi bağlamıyla ele alınması halinde etkili olacağı sorgulanmalı. Medeni hukuk boyutu ciddi biçimde gözetilmeli ki, bir yapısal reform yarattığı beklenti ile yarattığı sonuç arasındaki makası kapatabilsin. Hukuk Sistemi ve olgunlaştığı ekosistemi kavramadan tasarlanacak yapısal reformların bir yanı eksiklikli olacaktır. Kanun önende herkesin eşitliğini, hakimin bilgi, gelir ve atanma bağımsızlığını, yasa yürürlükte olduğu sürece eleştiri hakkımızın olduğunu, ama uymama hakkımızın olmadığını gözeten bir yapısal reform tasarlamalıyız. v) Yapısal reform talebini gündeme taşıyanlar “sosyal ve kültürel sistem bağlamını” asla ihmal etmemeli. Teknolojinin yarattığı yeni üretim sisteminin sosyal ve kültürel yaşam üzerine olası etkilerini öngörmek önemli. Bu açıdan insan ihtiyacını öngören, ona göre eğitimin kuramsal çerçevelerini oluşturan toplumlar reform önerilerinden etkili sonuçlar alabiliyor.Yaratılmak istenen sonuçlara en kısa yoldan gitmek isteniyorsa, reform “ sosyal ve kültürel sistem bileşeni” özenle sorgulanmalı. Fırsat eşitliğini, eşit hakları, kültürel erişebilirliğe etkilerini, sosyal güvenirlilik düzeyini, sağlık sorunlarına etkilerini ve emeklilik gibi alanlarda yaratacağı sonuçları dikkate almadığımız reform önerisi de yetersiz kalacaktır. vi) Yapısal reform önerilerinin başarısı “bilimsel ve teknolojik birikim bileşenini” de dikkate almaya da bağlıdır. Sorun çözmemiz için bilimsel bulguların etkilerini görmezden gelemeyiz. Sorunların çözümünün yegane aracı bilgi birikimimiz olduğu, çağımızda veri ve bilgiyi değere dönüştüren toplumların öne geçtiğini biliyoruz. Toplumun teknolojik uygulamaların düzeyini gözardı eden bir yapısal reform önerisi gündeme taşınmamalıdır. Yakın gelecekte teknik gelişme üretim sistemini köklü biçimde değiştirecek. Yeni tekniklerin “üretimi bireyselleştirme potansiyeli” çok yüksek. Üretim süreçleri, işgücü profilleri daha şimdiden ciddi biçimde değişti. Tedarik, dönüştürme ve lojistik sistemleri dünün paradigmalarıyla yaşayamıyor. Önümüze gelen bir yapısal reform önerisinin başarı olasılığını hesaplamak istiyorsak, mutlaka “bilimsel ve teknik birikim bileşeni” bağlamıyla da analiz etmeli, öngörü ve önlem alma disiplininden geçirmeliyiz. vii) Hangimiz bir toplumda geçerli olan “siyasi sistem” ve “siyasi ürünleri” dikkate almadan başarılı bir bir reform önerisi sunabiliriz? Siyasi partiler pratikleri; seçim sistemlerinin kitle eğilimlerini yansıtması, yasama yetkisinin etkin kullanılması ve yürütmeyi denetlemesi, demokratik ve otoriter yönetimlerin kaynak kullanma verimi, büyüme ve refah bağlamlarını dikkate alınmayan bir yapısal reformun içine hayat doldurulabilir mi? Yeni dönemde, ülkemizin yönetişim kalitesini artırmak istiyorsak; yapısal reform önerilerimizde “siyaset üretimi” ve “siyasi ürünlerin” reformlarla etkileşimini sorgulamalıyız ki, etkili sonuçlar alabilelim. viii Yapısal reform dendiğinde “sosyal sınıflar” ele alınmamışsa, reformların toplum zihninde meşrulaştırılması zorlaşır. Sosyal sınıfların bireysel ve mikro düzeydeki etkileşimi de reform tasarılarında analiz edilmesi gereken hususlardır. Meslek edinme ve meslek edinmenin destekleme biçimleri, ana ve babalık kalitesinin artırılması, aile danışmanlığı programları, suç işleyenlerin topluma kazandırılması, engellilerin rehabilitasyonu gibi sosyal bağlar da reform kararlarında ele alınmalıdır. Daha üst düzeyden bakıldığında, bir reform tasarımının “kent planlamasını” bağlamını da ele almış olması gerekir. Ayrıca ulusal ölçekte de “siyasi katılımın artırılması” gibi sorumlulukları gözardı etmemelidir. Bir yapısal reform önerisi yapanların, en azından bu yazıda başlıklar halinde özetlenen yapı değişkenlerini bir bütün halinde değerlendirmesi gerekir.  

Eğitimde Fark Yaratanların Başarısının Sırrını Keşfetmek...

    İlksöz:    "Yeryüzünde barışı sağlayacak sihirli değnek analarla öğretmenlerin elindedir. Eğitim demek, vücutta ve ruhtaki güzelliği ve mükemmelliği son mertebesine kadar geliştirmek demektir."   " Eğitim toplumsal zihniyet meselesidir, doğru/yanlış cetvellerini siyasi ve kültürel ortam şekillendirir. “Hakikat”ı Avrupalı seçkinlerin “vehmi”nden ibaret sanan postmodernler, öğrenciye müşteri muamelesi çekilmesinde veya bilgi pazarlığı yapılmasında sakınca görmezler." "Eğitimdir ki, bir milleti ya özgür, bağımsız, şanlı, yüksek bir topluluk halinde yaşatır; ya da esaret ve sefalete terk eder." /Kelimeler gördüklerimizi kavrayamıyorsa ya da gördüklerimiz kelimelere sığmıyorsa konuşmak ne işe yarar?      Sorun yalnızca okul müfredatı değil elbette. Çok bilenin allame, bileninse ukala addedildiği asla teşvik edici olmayan bir ortam içindeyiz maalesef. Allameliği değil, merak ve bilgilenmeyi yüceltmeliyiz oysa.     Ünlü bir bilim adamının notu: "Aslında herkes dahidir. Ama siz kalkıp bir balığı, ağaca tırmanma yeteneğine göre yargılarsanız, tüm hayatını aptal olduğuna inanarak geçirir."/ “Eğitim gerçeklerin öğretilmesi değildir; düşünmek için aklın eğitilmesidir.”/"Eğitimin bütün amacı, aynaları pencereye dönüştürmektir." "Üniversite sadece bilim için değildir, aynı zamanda Hak, Hukuk, Adalet ve Cumhuriyet içinde üniversite gereklidir.Üniversite Cumhuriyet'in sahipliğindedir." "Her memlekette toplumun eğitimsiz katmanlarının nitelikseliz davranışlarda ve tutumlarda bulunması maalesef evrensel bir gerçek..Eğitimin pahalı olduğunu düşünüyorsanız, cehaletin bedeline bakın”     "Bir kavram ne zaman tehlikeli olur? İçeriği bulanık olduğu halde, herkes bu kavramı bildiğini sanınca." Sözcük ve kavramların içini boşaltan, altını oyanlara itibar etmeyiniz. Onlarsız da yaparız ama kavram ve sözcüklerden bağımsız varolamayız..Bu bağlamda  hep ama hep aynı soru: Eğitim nedir?;    “Bugün yaşamak azminde bulunan bir milletin, bir cemiyetin çocuklarının talim ve terbiyede yalnız bir maksadı olabilir, bu maksat onları hayata hazırlamaktır.” [Talim ve Terbiye’de İnkılap]. Asıl olan ‘Mektep için mektep’ değil, ‘Hayat için mekteptir’. “Gerçek maarif, gençleri hayat mücadelesinde başarılı olmaları için kuvvetli, maneviyat sahibi, duygulu, müteşebbis (girişimci), kendine güven duyan, dayanıklı ve cesaretli yapmaktır.” [İsmail Hakkı Baltacıoğlu /Terbiye İlmi].    İKSV tarafından 4.'sü açılan Tasarım Bienali’nin temelinde yatan ana fikir de, yine eğitim ve öğrenme. Nasıl sağlanmalı? Sadece 6 – 25 yaşları arasındaki örgün eğitim değil, doğumdan ölüme kadar yaşam boyu sürmesi gereken eğitim/öğrenim... Bienaldeki soyut, bireysel eserler kadar, somut, endüstriyel tasarıma yatkın inovasyonların alt-metninde bu konuda iki fikir, farklı yönlerden gelip aynı meydanda buluştu.      Eğitim, belirli bir amaca göre gereken bilgileri verme işi, tedris, tedrisat, talim anlamına geliyor. Öğretim ise öğrenmeyi kolaylaştıracak etkinlikleri düzenleme, gereçleri sağlama ve kılavuzluk etme işi olarak tanımlanıyor. Eğitim, daha çok insanın ailesinden, çevresinden öğrendiklerini, öğretim ise daha çok okullarda öğrenilen bilgileri kapsıyor. O nedenle ikisi arasındaki farkı en iyi belirten ifade Albert Einstein’in şu sözünde yer alıyor: “Eğitim, insanın okulda öğrendiği her şeyi unuttuğunda arta kalandır.”   "Bugün İslam dünyasındaki nüfusun yüzde 55’i okuma yazma dahi bilmiyor. OECD ülkelerinde milli gelirden eğitime ayrılan payın ortalaması yüzde 5,2 iken bu oran İslam dünyasında yüzde 1’i dahi bulmuyor. En başarılı çocuklarımızı, en parlak beyinlerimizi Batılı kurumlara ve ülkelere kaptırıyoruz. Günümüzün en önemli güç kaynağı olan enformasyon ve bilgi teknolojileri konusunda üreten değil tüketen konumundayız. Bu durum bizi milli güvenliğimiz başta olmak üzere birçok açıdan kırılgan hale getiriyor. Altını çizerek ifade etmek isterim ki dün olduğu gibi bugün de güçlü ülke olmak, bilgiyi üretmekten ve bilgiyi en iyi şekilde işleyebilmekten geçiyor.”(*)    İngilizcede “education” kelimesi, Latince “educatum”dan geliyor. “E” içten dışa, “duco” da ‘gelişme’, ‘ilerleme’ manasında kullanılıyor. Türkçe’de ise “eğitim” kavramı “eğmek”, “bükmek” kökünden türeme. Yani biz eğiyoruz, onlar yetiştiriyor; temel meselemiz bu.    Öğretimin insana bilim öğretmesi gerekiyor. Gerisi eğitimin işi olmalı. Yani matematik, fizik, psikoloji, ekonomi, tıp gibi konularda insanı geliştirme ve uzman yapmak öğretimin görevi. Buna karşılık genel ahlâk, terbiye, alçakgönüllülük, dini inanç, yemek adabı, insanlarla ilişkiler, fedakârlık gibi konular eğitimin kapsamına giriyor. Bizim burada ele alacağımız konu öğretim konusu.     Ama üniversitelerin bu kadar zayıf mezunlar vermesinin en önemli nedenlerinin başında aslında bir kenara bıraktığımız ilk ve ortaöğretimdeki kalite düşüşünün bir sonucu.     Üniversite sözcüğünün aslı Latince ‘bütün’ anlamını taşıyan Universitas’dan geliyor. Bugünkü karşılığı; çeşitli akademik dallarda akademik unvanlar veren yükseköğrenim ve araştırma kurumu demek oluyor. Batıda üniversiteler katedral okullarının biat kültüründen soyutlanıp bilime dönük bağımsız kurumlar halini almasıyla ortaya çıkarken bizde de medreselerden dönüşerek batılı üniversitelere benzer kurumlar halini almış. “Soran, sorgulayan, geleceğe dair iddiaları olan bir nesil yetiştirmekte gereken başarıyı gösteremediğimizde ortaya geçici hevesler peşinde koşan, maalesef bir nesil çıkıyor. Hâlbuki kendine özgü eğitim sistemlerini geliştiremeyen milletlerin istikbali tayin edemeyecekleri gerçeğiyle karşı karşıyayız”(**) i- Kültür ve Sanatı Küçümseyen Toplumlar, Kaybetmeye Mahkûmdur. ii- Türkiye'nin Yeni Değerler Yetiştirmesi  Var Olan Değerlerine Sahip Çıkmasıyla Mümkün. iii- Teknolojiyi Üreten,Kültür ve Sanata da Hakim Olur. iv-Eğitim ve Kültür Alanında Eksiğimizi Gidermeliyiz. v-Gençlerin Sahip Çıkmadığı, İçinde Olmadığı Hiçbir Proje ve Faaliyetin, Toplumlar İçin Kalıcı Kazanıma Dönüşmesinin Mümkün Değildir.(***)      MEB verilerine göre geçen yıl öğretmen olmak için girilen sınavlarda adaylar kendi alanlarıyla ilgili soruların birçoğunu yanıtlayamamış En başarısız olan adaylar, lise matematik öğretmenleri olmuş. Alan sınavlarında kendilerine sorulan 50 sorudan ortalama 9’unu ancak doğru yanıtlamışlar. En başarılılar ise 50 sorudan ortalama 32’sini yapan Türkçe öğretmenleri olmuş.  http://bit.ly/2kv0gGp..KPSS kapsamında yapılan Öğretmen ‘Alan Bilgisi’ testlerindeki sonuçlar vahim: Lise matematik öğretmeni olacak adaylar 50 sorudan sadece 9’una doğru yanıt verebilmiş! yanıtların Türkçede 32’si, coğrafyada 25’i, fen bilimlerinde 16’sı doğru!...TED’in 2016 raporuna göre Türkiye’de üniversite mezunu yetişkinlerin “özel beceri” ortalaması, lise mezunu olmayan Japon yetişkin düzeyinde olduğunun altı çiziliyor!...Bu bağlamda ,“Ortalama eğitim Yahudilerde 13.4 yıl, Hıristiyanlarda 9.4 yıl, Budistlerde 7.8 yıl, Müslümanlarda 5.6 yıl. Müslümanların neden bu halde olduğunu çok ciddi şekilde muhasebe etmemiz gerekiyor.(Religion and Education Around the World:http://bit.ly/2ivXH9D ”Fizikteki birleşik kaplar kanunu toplum yaşamında da geçerli Bir kapta su düzeyi düşükse, diğer kaplarda suyun düzeyini yükseltemezsiniz. Baştaki su düzeyi, diğer kaplardaki su düzeyini de belirlemekte..Bu bağlamda, Türkiye'deki öğrenciler bilim, matematik ve okumada OECD ortalamasının altında kaldı.   72 ülke ve ekonomik bölgede 15 yaşındaki 540 bin öğrenci arasında yapılan araştırmada Türkiye 72 ülke arasında 52. sırada...      BBC’nin aktardığı araştırmanın sonuçlarına göre, Singapurlu öğrenciler matematik, bilim ve okumada en yüksek notları alarak en başarılı öğrenciler oldu. Japonya, Estonya, Finlandiya ve Kanada da 35 OECD ülkesi arasında en başarılı ülkeler oldu. Türkiye ise en alt sıralarda yer aldı.    Bilim’de Türkiye 52. sırada, okumada  Türkiye 50. sırada, matematikte  Türkiye 49. sırada yer aldı.   İşte detaylı sonuçlar:    Bilim:    OECD ülkelerinde eğitim gören öğrencilerin yüzde 7.7'si bilim konusunda testte en yüksek sonuçları aldı. Singapur'da 4 öğrenciden 1'i, Tayvan, Japonya, Finlandiya'da 7 öğrenciden 1'i de bu seviyede. 20 ülkede ise öğrencilerin sadece yüzde 1'inden azı en yüksek notları aldı. Bu ülkelerden biri de Türkiye. Türkiye'de bu oran yüzde 0,3 seviyesinde. Finlandiya, kız öğrencilerin bilimde erkek öğrencilerden daha başarılı olduğu tek ülke. OECD ülkelerinde erkek öğrencilerin yüzde 25'i, kız öğrencilerin yüzde 24'ü ileride bilim ile ilgili bir işte çalışmak istediğini söylüyor. Kız öğrencilerin çoğu sağlık sektöründe çalışmak istediğini belirtirken, erkek öğrencilerin çoğu ise bilişim ve iletişim teknolojilerin ya da mühendislik alanında çalışmak istiyor. Matematik: Singapur, Hong Kong (Çin), Makao (Çin) ve Tayvan matematik konusunda başı çekiyor. Japonya'daki öğrencilerin performansı ise OECD ülkeleri arasında en iyisi. Türkiye'deki öğrencilerin matematik testindeki başarı ortalaması OECD ülkeleri ortalamasının altında. Türkiye'nin başarı seviyesi Birleşik Arap Krallığı, Şili, Moldova, Uruguay, Karadağ, Trinidad ve Tobago, Tayland ve Arnavutluk ile benzerlik gösteriyor. Okuma: Singapur, Hong Kong (Çin), Kanada ve Finlandiya okumada en iyi performansı gösteren yerler oldu. İrlanda, Estonya, Güney Kore, Japonya ve Norveç de OECD ortalamasının üzerinde kalırken, 41 ülke OECD ortalamasının altında kaldı. OECD ülkeleri arasında Kanada ve Finlandiya başı çekiyor, Türkiye ve Meksika ise en sonda yer alıyor. Araştırmaya katılan ülkelerin durumunu tek tek görmek için http://bbc.in/2h1GIs0     PISA sonuçları eğitim başarısının ölçülmesin de tek başına yeterli bir gösterge mi? Elbette değil...,Ancak Finlandiya eğitimde ki bu  başarısını nasıl elde ettiği de  yanıtlanması ve ders alınması gereken bir soru ....ve Türkiye de ki eğitim sisteminin kendi yapısal değerlerine uygun olarak kalitesinin artırılmasında bir rehber / yol gösterici olabilir nitelikte... Konu ile ilgili olarak Helsinki Eğitim Bölümü başkanı Marjo Kyllonen değişimin gerekçesini bakın nasıl açıklıyor..Birlikte okuyalım: “1900’lerde uygulanan eğitim yöntemleri bir zamanlar faydalıydı. Ancak artık öğrencilerin gereksinmeleri farklı. Artık 21. yüzyılın gereksinmelerine göre bir eğitim sistemi planladık” sözleriyle ifade ediyor... Finlandiya’da artık eski moda yöntemler yerine öğrenciler, olaylar ve fenomenleri disiplinlerarası bir formatta öğreneceklermiş..Öyle yazıyor...       Üç yılda bir verilen PISA sınavlarında üç temel alan bulunuyor: fen, matematik ve okuma. Bunların yanında her döngüde yeni(likçi) bir alan daha sınava dahil ediliyor. 2012 uygulamasında bu yeni alan “yaratıcı problem çözme” iken, 2015’te “işbirlikçi problem çözme” oldu. Bu dördüncü alana ait veriler 2017’de açıklanacak.     İşbirlikçi problem çözme sınavı öğrencilerin iki veya daha fazla kişi ile birlikte problem çözme yetenek ve becerilerini ölçmenin yanında, eğitim sisteminin gençlerin takım olarak problem çözme becerilerini geliştirmedeki rolünü araştırmayı hedefliyor. Bu dördüncü sınav ülkemiz de dahil olmak üzere PISA sınavını alan 52 ülkede uygulandı.     Peki OECD’nin bu alan tercihi neden önemli? OECD geleceğin dünyası için problem çözmek için; .Dünya Ekonomik Forumu (WEF), iş hayatının 2020 yılı itibariyle nasıl şekilleneceğini öngörme amacıyla The Futureof Jobs' (Mesleklerin Geleceği)  Araştırma, aralarında Türkiye'nin de bulunduğu 15 farklı ekonomiyi mercek altına alıyor. Raporun temelini oluşturan ankete insan kaynakları bölümlerinde çalışan 13 milyondan fazla kişi katılmış. Araştırma kapsamına giren 15 ekonomide toplam 1.86 milyar çalışan bulunuyor. Bu da global işgücünün yüzde 65'i demek. Sonuçlara göre, iş dünyası günümüzün trendleriyle şekillenmeye devam ederse 2020'ye kadar toplam 7.1 milyon kişi işini kaybedebilir. Buna karşılık, 2 milyon yeni istihdam sağlanabileceğine ilişkin not düşülmüş..Bu raporun sonuçlara göre 2020 yılı itibariyle iki rolün öne çıkacağı görülüyor.Stephen W. Hawking’den, çağdaş bilimin giderek artan biçimde tekniğe dayanmasının, mesleki uzmanlığa olan ihtiyacı artıracağını, proje-odaklı yeni nesil eğitim-öğretim anlayışının öne çıkacağınıda burada not edelim. - Bunlardan biri veri analistliği. Şirketler, dijitalleşmeııin ardından kullanmaya başladıkları yeni teknoloji ile elde ettikleri verileri, bu pozisyonda çalışan kişilerin yardımıyla yorumlamayı ve stratejilerini bunun üzerine kurmayı hedefliyor. Bu nedenle veri analistleri kilit bir noktada olacaklar. - Diğer rol ise uzmanlaşmış satış temsilcileri. Inovasyoıı çalışmaları ile birlikte artık teknik detayların daha çok öne çıktığı ürünlerin satılabilmesi için bu detayları çok iyi bilen satış temsilcilerine ihtiyaç duyulacak. Yine aynı şekilde özel bir müşteri kitlesini hedefleyen şirketlerin, bu kitleye özel satış temsilcileri yetiştirmesi gerekecek.     Bu raporun en ilgi çekici yanı 2015 için en önemli 10 beceri listesine baktığımızda da ilk sırada “karmaşık problem çözme,” ikinci sırada “başkaları ile uyum,” üçüncü sırada ise “insan yönetimi” olduğunu görüyoruz.     Problem çözme ve takım çalışmasının önemine vurgu yapan tek kaynak Mesleklerin Geleceği raporu değil. ABD’de Okul Kütüphanecileri Derneği, Ulusal Eğitim Derneği, Lego, Microsoft, Pearson, ETS, Intel, HP, Dell, Apple, Crayola ve Cisco gibi 32 üyeden oluşan “21. Yüzyıl Yetkinlikleri” ortak çalışma grubunun ciddi bir çalışma sonrası yayınladığı 21. Yüzyıl Yetkinlikleri listesine baktığımızda, “Öğrenme ve İnovasyon” başlığının altında “Yaratıcılık ve inovasyon”, “Kritik düşünme ve problem çözme” ve “İletişim ve işbirliği” alt başlıklarını görüyoruz.     PISA 2015 işbirlikçi problem çözme sınavı sonuçları 2017 içerisinde yayınlanacak.Bu noktada sonuçlara bakıp “eğitim sistemimiz değişmeli”, “ sınav sistemi kalkmalı” gibi tek düze önerilerde bulunup  konuyu geçiştiren Kerameti kendinden menkul  prototiplere sempati ile bakmak pek mümkün değil. Kültürümüz bireyci bir kültür olmamakla birlikte kolektivist bir kültür de değil. Bu nedenle, ortak özellikler paylaştığımız küçük bir grup içinde birlikte çalışmaya çok yatkın olmakla beraber, tanımadığımız kişiler ile birlikte çalışmaya pek sıcak bakmadığımız aşikar. Eğitimin hedefi, insanların davranışlarını değiştirmek. Ama biz  tanımadığımız bireylere güvenmiyor, onlarla birlikte birşeyler başarabileceğimize ihtimal vermiyoruz.Dolayısıyla da insanlarımız hak ettikleri yere gelemiyorlar. En kısa zamanda içerik ve kazanım odaklı eğitimden uygulama, yetkinlik ve beceri odaklı eğitime geçmemiz gerekliliği ortada. Anaokulundan başlayarak geliştirmemiz gereken yetkinliklerin içinde mutlaka takım çalışması, çatışma çözümü, koordinasyon, proje planlama, zaman yönetimi olmalı.  Bu bağlamda eğitim sistemimizin  parametreler belli olduğuna göre: ÖSYM'nin yaptığı tüm sınavlara başvurular incelendiğinde Türkiye'nin bir sonraki yıl aday sayısı büyümesi %15’ler dolayında. Üniversite sınavını göz önüne alırsak, aday sayısının bu miktarına ve artışına yanıt verecek sayıda yüksek öğretim kurumu mevcut değil.      Türkiye'nin bu mevcut durumu; Türkiye de ki   üniversite kontenjanı kadar adayı ancak çıkartan İskandinav ülkelerindeki duruma mı yoksa sürekli artan nüfusları ile her alanda sınav yapmak zorunda olan Uzak Doğu ülkelerinde ki duruma daha çok benziyor? Bu Sorunun yanıtı Uzak doğu ülkeleri ise,bu Uzak Doğu ülkeleri bizden de fazla nüfusları ve daha da ağır sınav sistemleri ile PİSA ve benzer testlerde nasıl başarılı oluyorlar?     Aslında yanıtlanması gereken soru bu ve yanıtı da basıt ... sorunun kökü sınav sistemi vb. temalar değil. Sorunun özü; sınavı nasıl yaptığınız, ölçme istediğiniz kavramları nasıl ölçtüğünüzle ve bunlardan nasıl sonuçlar çıkardığınızla ilgili..    Bir ülkenin eğitimle ilgili izlemesi gereken stratejik yol haritası stratejik planlarla ilgili... Stratejik plan sayesinde ortaya koyacağınız politikalarla eğitim sisteminin genetik kodlarını değiştirmek mümkün..Uluslararası yakınlaşma, Küresel ve bölgesel işbirliği perspektifinde yeni bir paradigma (zihin haritası) çerçevesinde kaynak tabanlı bir modelleme ile ulusal  eğitim modelini ortaya koymak için Ulusal Eğitimde Stratejik yol haritasının kilometre taşları: Öncelikle  mevcut durum analizi yapılmalı... Sanayi, tarım, bilim-teknoloji vb. Uzun vadeli Sanayi, tarım, bilim-teknoloji vb.gelecekteki konumunun ne olacağı belirlenmeli.. Sanayi, tarım, bilim-teknoloji vb.alanda yetişmiş elaman/ara elaman gereksinmeleri nicelik olarak tesbit edilmeli.. Sanayi, tarım, bilim-teknoloji vb.hangi nitelikte elaman istediklerinin tesbiti arama konferansları ile belirlenmeli. Arama konferanslarından çıkan sonuçlar ile hem eğitim müfredatı,hem eğitim kadrolrı hem de mesleki standartlar belirlenmeli.. Hedef olarak belirlenen standartlara eriştirecek nesiller yetiştirmek için her durumda evrensel değerleri merkez alarak eğitim programını bu hedefler doğrultusunda belirlemek. Eğitim programı boyunca; ölçücü, adaletli, yetenekleri belirleyici sınavlar yaparak hangi birey hangi alanda yetenekli olduğunun ortaya konması. Seçme işlemini gerçekleştirdikten sonra yetenekli bireyi kendi alanında paydaşların istedikleri nitelikleri verebilecek eğitim sistem sürecinden geçirilmesi... Ve eğitim hayatını tamamlamış bireylerin aldıkları eğitimle örtüşen işler bulmasına olanak tanınması.    Görüldüğü gibi bu yapı içerisinde yanlış gidebilecek çok fazla şeyden sadece bir tanesi sınav sistemi.İşini doğru yapan ülkeler incelendiğinde görülecektir ki; bu maddelerin tamamını doğru şekilde yapıyorlar. Ve bunların tamamı doğru şekilde yapıldığında öğrencileri sınavla seçmeye zorunda olmak, o kadar da büyük bir problem haline gelmiyor. Çin örneğinde, Kore örneğinde, Japonya örneğinde olduğu gibi…    Basit bir çıkarımla; evet mevcut Sınav Sistemi ülkemiz için bir sorun ancak Sınav Sistemi, mevcut olduğu için değil ‘bu haliyle’ mevcut olduğu için; öğrenciyi bilimsel konularda, evrensel değerleri kriter alan doğru sorular sorarak ölçmediği için bir problem. En kötü alışkanlık okuduklarını analiz ederek değil duyduklarıyla teoriler üretmek.... Soruları yanıtlamak değil önemli olan ,yanıtları sorgulayabilmek mesele...    Ülkemizdeki refah ve mutluluk düzeyini artırmak istiyorsak, eğitim sistemimizi evrensel eğitim ilkeleri doğrultusunda 21. yüzyılın beklentilerini gözeterek yeniden tasarlamak zorundayız.  http://bit.ly/2kBtJ3N / http://bit.ly/1n7S0oI            Yukarıda ki linkte, Finlandiya’da okulları öğrenciler ve öğretmenler için yeni paradigmayı belirleyen 13 kritik faktörün olduğunu yazıyor:.          i-Oyuna çok fazla önem verilmesi           ii-Sonuçları öğrencilerin hayatlarında belirleyici olan standardize sınavların olmaması           iii-Güven           iv-Okullar birbiri ile rekabet etmiyor .         v-Olağanüstü derecede iyi, öğretmen hazırlık programları           vi-Kişisel zaman oldukça değerli           vii-Daha az aslında daha çok demek           viii-Yaşam kalitesine önem verilmesi             ix-Yarı-takipli öğrenme             x-Ulusal standartlar değerli            xi-6.Sınıfa kadar not verilmiyor            xii-Etik, ilkokul sınıflarında öğretiliyor           xii-İşbirliği yapma ve işbirlikçi çevre güçlü bir şekilde vurgulanıyor.   Daha fazla bilgi: Albert Einstein ile son röportaj : http://bit.ly/2lzRdFd http://bit.ly/2kBqklP / http://bit.ly/2kuXVLx  Michael Moore'un Gözünden Finlandiya Eğitim Sistemi.... http://bit.ly/2lsZxK0 The report, together with country analysis, summaries and data, is available at http://bit.ly/19gjQcs PISA 2015 bilim soruları::   http://bit.ly/2lt2B8U      "Kurucusunun geometri kitabı(*)https://lnkd.in/gUj-VX7   yazıp terimleriyle ilgilendiği, Sadrazam Ahmed Cevat Paşa’nın Fransızca matematik monografileri yazdığı, tanınmış matematikçiler çıkaran bir milletin çocukları bu sonucu hak etmiyor.......Çağdaş medeniyet iki dal üzerinde durur: Filoloji ve matematik. Bu iki dala "Mantık" ve "Felsefe" yi de eklemek analitik düşünce sisteminin gelişmesini sağlarsınız.Eğitimde "Endüstri 4.0" 'ın yolunu açarsınız.Bu dört  dalda iyi eğitim veremezsek üniversitelere hazırlıksız insan gelir. Hele öğrenciye bilmediği konuyu, bilmediği dille öğretmeye kalkmak yanlışların en büyüğü. Ezbere zorlar, kavram karmaşasına neden olur, yaratıcı düşünceyi sakatlar. Yabancı dilin önemi zihni zenginleştirmesindedir. Yasak savar gibi değil, ciddiyetle ama ayrıca öğretilmesi gerekir.Öğretim dili mutlaka Türkçe olmalı, kavram kargaşasına yol açmamalı. Yabancı dil zihni yeni yaklaşımlara açar, hayal gücünü zenginleştirir. İhmal edilmemeli, temel müfredatla eşgüdüm içinde ama ayrıca öğretilmelidir.Bir de eğitimi, özellikle de üniversite eğitimini bir siyasi dergâh haline dönüştürürseniz çok vahim neticeler elde edersiniz. Mesele Türkiye’nin iki yüz bilmem kaçıncı üniversitesi olmak değil. mesele yüzyılların ihmaliyle yüzleşmek, yanlışları düzeltmek, boşlukları doldurmak, ortaöğretimin eksiklerini telâfi etmek. En yeni bilgi neyse, öğretilmesi gereken ilk bilgi odur çünkü en işlevsel bilgi odur. Hepsinden önemlisi, yanlışta ısrar etmemek. Bağnaz olmamak. Yeniden korkmamak.  Dünyayı bilmeyen dünyanın maskarası olur. Öğrencisini güncel sorunlara uyandırmayan, hızla küreselleşen dünyayı, sürgit değişen koşulları anlamlandırabileceği bilgiyle donatmayan üniversite eğitimi nafiledir.”.." Buluş yapmanın yolu bilime yönelmek...Bilimden kopmuş bir toplumun buluş yapması olanaksız....Ancak patenti olmayan taklit/ fason üretim yaparsınız. Bu nedenle , güçlü olmanın tek yolu: bilime yatırım yapmak... Bilimi en büyük öncelik yapmak... ,Türkiye'nin çözmesi gereken ilk sorun bilimsel eğitim. PİSA sonuçları bunu bize net bir biçimde gösterdi. İşsizliği (Mesleksizliği) Azaltmanın yolu ,mesleki eğitiminin ülke gereksinimine göre yapılması ve ii)Teknik ve uygulama odaklı eğitimden geçmekte...Bugün Türk Ulusunun ülküsü ise; “Türk Ulusu'nu çağdaş uygarlığın en ön safhasına geçirmek, bilimde, teknikte özgür ve bağımsız olarak hareket edebilmek, dünyanın en gelişmiş ülkesi olarak diğer ülkelere liderlik edebilmek ve sürekli ilerlemektir.” Kaldı ki, ilerlemenin bir düşünce nesnesi olarak ortaya çıkması bir yandan çağdaş bilimin ve akılcılığın gelişmesiyle, diğer yandan sosyal, politik ve ekonomik disiplinler arasılık ve ulusal irade Sesleniş yetenekleriyle gerçekleştirme koşullarının yaratılması olmalıdır. Buluş yapan kuşaklar yetiştiremezsek buluş yapanların taşeronu olmaya devam ederiz. Öyle olunca da orta gelir tuzağından çıkamayız.  Toplumsal mutabakata dayalı, ortak değerler üzerine inşa edilmiş bir eğitim sistemi ... Ulusal Eğitim politikasi, ülkemizin kadim değerleri ile entegre edilmiş, Ülkemizin sosyol- ekonomik ve  kültürel beklentileriyle birlikte, ekonomik gelişim ve dönüşümlerin ortaya çıkardığı stratejik değerler bağlamında ele alınarak yapılandırılması uygundur...  Gerisi laf-ü güzafdır.  Sonsöz: İyi insan demek vatanını seven, vatanı için doğruları ve yanlışları tarafsız ve objektif bir şekilde insanlarına anlatan demektir. Güneş hep ışık saçar..Özüne daima sadık, adıyla daima müsemmadır. Ne mutlu Güneş gibi olup hep ışık saçana.. Bir "değer sistemi" olmadan, felsefe olmadan bununla ilgili bir zihniyet modeli oluşturmadan, eğitimin somut tarafının ortaya konulabileceğine hiçbir zaman inanmıyorum, "Bu bir zincir meselesi. Zincir aslında genel bir felsefeyle başlar. Eğitim felsefesiyle devam eder. Buna bağlı bir eğitim teorisi gerekiyor. Yani bir kavram çerçevesi gerekiyor. Kavram çerçevesinden hareketle model kurulması gerekiyor. Modele bağlı strateji koymak, stratejiye bağlı yöntemler, teknikler ve uygulama zincirini kurmamız gerekiyor. Bu kurulmadığında sadece aktivite olur. Sadece birtakım etkinliklerle projelerle yetinmek zorunda kalırız. Dünya üniversitesi olma ülküsüne yönelik olarak "Türk Ulusunu” çağdaş uygarlığın en ön safhasına geçirme,bilimde, teknikte özgür ve bağımsız olarak hareket edebilme,dünyanın en gelişmiş ülkesi olarak diğer ülkelere liderlik edebilme ve sürekli ilerlemenin bir düşünce-nesnesi olarak somut çıktılar elde edebilmek için Ulusal irade seslenişi yeteneğini, diğer bir deyişle kolektif ruh/irade varlığını çağdaş bilim ve akılcılıkla geliştirmek.Bu bağlamda; beşeri sermayemizin, aydınlık yarınlarımızın umudu olan gençlerimizi ;Fikri, Vicdanı ve İrfanı Hür olarak Kadim değerlere (İnancına, Tarihine , Kültürüne )bağlı analitik düşünen, tartışan , üreten bireyler olarak yetiştirmek. "Dünyada her şey için, uygarlık için, yaşam için, başarı için en hakiki mürşit ilimdir, fendir. İlim ve fen haricinde mürşit aramak gaflettir, cehalettir, delalettir." (*)Büyük Önderin kaleme aldığı Geometri kitabını  aşağıdaki alan bağlantıdan indirebilirsiniz.) https://lnkd.in/gUj-VX7       Duvarımda ve masamda her zaman resmini eksik etmediğim Büyük Önder ; ben de koltuğumda büyük adam gibi oturan torunlarım da sana minnettar. İnşallah onların çocukları da seni saygıyla ,sevgiyle ve minnetle anacaklar. Ululaştırarak ve masal kahramanı haline getirerek değil, kalpten severek ve teşekkür ederek, Atatürk diyecekler... Sağlıcakla kalın... Yüreği "Berkehan ve Bilgehan Deniz" kadar temiz tüm insanların,  günleri hep aydınlık olsun! Yüreklerindeki sevgi daim olsun! Referans: PISA 2018 Türkiye Ön Raporu https://bit.ly/3802uGW 2018 PISA (Programme for International Student Assessment), sınavının OECD ülkeleri arasında bir numara artık Estonya! Bu ülkenin öğrenci başı harcamaları OECD ortalamasının yüzde 30 altında olmasına rağmen.kıt kaynaklarını ne kadar etkin kullandığımın bir göstergesi. Milli Eğitim Bakanlığı'ndan başarı izleme araştırması: 10 öğrenciden 4'ü okuduğunu anlamıyor. NOT: Mezuniyet diplomasını alan öğrencilere hitaben "Tahsiliniz bugün bitmiyor, bilakis bugün başlıyo" diyen Peyami Safa'nın, Yeni Mecmua gazetesinde 20 Haziran 1942 tarihli yazısını birlikte okuyalım:  Salâhiyetim olsaydı, her sene üniversitenin ve yüksek mekteplerin son sınıf mezunlarını bir araya toplar, onlara şu fikirleri kabul ettirmeğe çalışırdım:   Tahsiliniz bugün sona eriyor, değil mi? Ellerinize tutuşturulan diplomanın en büyük yalanı budur. Tahsiliniz bugün bitmiyor, bilâkis, bugün başlıyor. On altı, on yedi seneden beri size öğretilen şeylerin çoğu ihtisas bakımından lüzumsuzdur; bütün dünyada hâlâ yıkılmamış kötü bir öğretim sisteminin kurduğu an'aneye göre hafızalarınıza istif edilmiş, unutulmaktan başka hiç bir şansları olmayan ölü bilgilerdir. Zekânız bu kokmuş malûmat kadavralarını ne kadar çabuk atarsa, hürriyetine o kadar erken kavuşur. Mümkün olsaydı, size bugün diploma yerine bir hafıza müshili verir, ilmin bu molozlarını ruhunuzun bağırsaklarından, dışarıya çabuk defetmenize hizmet ederdim. Ellerinizdeki diploma, öğretim denilen ve yazık ki ilacı henüz keşfedilmemiş müzmin bir hastalığın raporudur. Bugünden öteye ilk işiniz, kendinizi bu zoraki bilgi illetinin toksinlerinden kurtarmağa çalışmak olsun. Size ihtisas olarak öğrettiğimiz şeylerin de bir kısmı lüzumsuz bir kısmı yanlıştır. Bunların içinde pek azı ileride sizin için düşünmek ve kültürünüzü derinleştirmek için malzeme olmağa yarar.    Gençler! Hayatta muvaffak olanlarla olmayanlara bakınız. Eğer ticaret gibi amelî mesleklerin zaferlerine bir göz atarsanız, bu şubede kazananlardan yüzde doksanının ticaret mektebinden mezun olmadıklarını görürsünüz. Bunlar ticaretin hiç bir ders ve etüt kitabında izi olmayan bütün inceliklerini tecrübe mektebinde, hayat mektebinde öğrenmişlerdir. Doktorluk ve avukatlık gibi yarı amelî ve yarı nazarî mesleklerin kahramanlarına da bakınız. Bunlar da bilhassa diplomalarını aldıktan sonra kendi aşklarıyla ve tecessüsleriyle kitapların ve tecrübelerin üstüne kapanmış insanlardır. Amelî ve nazarî, serbest ve resmî bütün mesleklerde geri kalmışların hayatına bakınız. Bunlar diplomalarını alır almaz tahsilin bittiğini ve öğrenilecek hiç- bir şey kalmadığını sanmışlardır. Hayat, onların gözünde iki mevsimliktir: Biri ekme çağı ki tahsil çağıdır; öteki de biçme devresi ki bütün ömür süren meslek devresidir. Bu devrede ekme yok ve yalnız biçme var sanmışlardır. Hâlbuki asıl ekme devresi tahsil çağından sonra başlar ve biçme ameliyesini de içine alır. Şu mahalle doktoru niçin mi kazanmıyor? Muayenehanesine girip bakınız; cevap, yaldızlı bir çerçeve içinde duvarda asılıdır: Diploma! Zavallı hekim, bu diplomayı oraya astıktan sonra hastalara bakmaktan başka yapılacak işi kalmadığına inanmıştır. Kütüphanesi tam takırdır. Orada unutulmuş mektep bilgilerini hatırlatan birkaç tıp lügatinden ve arkadaş tavsiyesiyle alınarak tamamıyla okunmayan birkaç eserden başka bir şey göremezsiniz. Bu kitapların cildini kaplayan bir parmak toz, hekimin bütün muvaffakiyetsizliklerini izah eden ve kendisinden başka herkesin görebileceği işarettir. Bütün bu zavallılar, beşikten mezara kadar süren hayat okulundan başka okul olmadığı ve diplomasını aldıkları mektebin, asıl hayat okulunun küçük ve kötü, bir taklidinden başka bir şey olmadığını bilmeyenlerdir. Aranızda bu hakikati anlamayanlar, o zavallılar ordusuna katılacaklardır. İşte bugün hepiniz, size hiç bir sun'i okulumuzun veremeyeceği, hiç bir müfredat programının kazandıramayacağı bilgileri ve görgüleri temin edecek olan büyük hayat okulunun eşiğindesiniz. Bu okuldan çıkmak için ölmek lâzımdır. Yaşadığınız müddetçe, artık hocanıza yaranmak için değil, babanızın gönlü- nü hoş etmek için değil, iyi not almak için değil, sınıfta kalmamak için değil, yedikçe acıkan tecessüsünüzü doyurmak için, öğrendikçe artan cehlinizi azaltmak için değil, memleketinizin ve mesleğinizin şerefi için ve nihayet kendi muvaffakiyetiniz için, program ve disiplin zoruyla değil, anlamak ve çalışmak aşkıyla, durup dinlenmeden öğrenecek ve deneyeceksiniz. Asıl bugün mektebe başlıyorsunuz. Notları ve imtihanları olmayan bu büyük mektepten mezun olmak ve diploma almak yoktur. Çünkü ilim bitmez ve öğrenmek ihtiyacımız, varlığın sırları ve cehlimizin karanlıkları kadar sonsuzdur.  https://bit.ly/2NX8027 Şu tabloyu anlaşılır şekilde çevirip tüm okul ve üniversitelere dağıtmak gerek: Logical fallacies: A cheat sheet Full high res version http://www. http://www.obsidianfields.com/lj/venn-poster4-large.jpg   (Büyük Önderin Askeri Ökulların müfredatına konulmasını ve  okutulmasını zorunlu Kıldığı kitap, Grigory Petrov::Beyaz Zambaklar Ülkesinde, ) https://bit.ly/2CvpoXH “İyi bir eğitim toplumların geleceklerine yapacakları en iyi yatırımdır Eğitim 2030" REFERANS OECD (2018) goo.gl/BBxULU   Geleceği şekillendirecek olan insan ve onun sahip olduğu bilgi, yetenek ve donanım. Bu ise büyük ölçüde insanın kendisini geliştirmesini sağlayacak olanakların, sağlanan eğitimin niteliğine ve kapsamına bağlı. Eğitim, insanları hem kendi yaşamlarını şekillendirmek, hem de başkalarının hayatlarına katkıda bulunmak için ihtiyaç duydukları yetkinliklerle donatıyor. “En iyi eğitim”in nasıl olması gerektigini araştırmak için Ekonomik İşbirliği ve Kalkınma Örgütü (OECD) bir proje başlattı: The Future of Education and Skills 2030. 2030 yılına kadar eğitim ve becerilerin geliştirilmesini sağlamaya yönelik olan projenin amacı, ülkelerin iki kapsamlı soruya cevap bulmasına yardımcı olmak: Öğrencilerinin geleceklerini şekillendirmeleri için hangi bilgi, beceri, tutum ve değerlere ihtiyaçları var? Öğretim sistemleri bu bilgi, beceri, tutum ve değerleri nasıl etkili bir şekilde geliştirebilir? Proje çerçevesinde Türkiye’nin de aralarında bulunduğu bütün üye ülkelerin katılımı ile 2030 ortak eğitim vizyonu oluşturuldu.Sürdürülebilir büyüme ve ekonomik gelişme düzeyi ile teknoloji ve inovasyon kapasitesi arasında doğrusal bir ilişki olduğu çok açık. Yenilikçi ekonomiler daha üretken, daha esnek, daha güçlü olmanın yanı sıra daha yüksek refah ve yaşam standartları sunuyor. İnovasyon, yenilikçilik, insan faktörünü merkeze alan bir kavram. Zira işin özü itibari ile icatları yaratan ve ticari başarıya dönüştüren insan. Firmalarda inovasyon kültürünün yerleşmesini sağlayan ve bu kültürü yaşatacak olan yine insan kaynağı. İnsan gücü, sürdürülebilir büyüme ve kalkınmanın itici gücü. Bu durumda insan gücünü ne şekilde ve ne tür yetkinliklerle donattığınız son derece önemli. (*)10.09.2017 tarihinde İslam İşbirliği Teşkilatı (İİT) 1. Bilim ve Teknoloji Zirvesi’nin açılış konuşmasında altını kalın çizgilerle çizdiğimiz önemli satırbaşları..http://bit.ly/2xtNgdy  (**);26.07.2017 tarihinde Yükseköğretim Kurulu tarafından düzenlenen, İslam Dünyası Yükseköğretim Alanının Oluşturulması Konferansının ​ açılış konuşmasından http://bit.ly/2tYyeXO  (***)     09.02.2017 tarihinde, "Kültür ve Turizm Bakanlığı Özel Ödülleri" töreninde yaptığı konuşmadan http://bit.ly/2k78CTA altını çizdiğimiz, eğitimle ilgili olarak önemli başlıklar.Birlikte okuyalım. (****)Kanada Eğitim Sistemi https://bit.ly/2TjipgP

Yazık Oldu Afrika‘ya !!!...

  Germany says time for African 'Marshall Plan' http://www.reuters.com/article/us-europe-migrants-africa-idUSKBN1361KN   BERLIN Germany urged other developed countries on Friday to support a plan it is finalising to bolster the economies of Africa, create jobs and slow the flow of migrants from the continent to Europe. Chancellor Angela Merkel and her officials, anxious to stop growing numbers of migrants risking their lives crossing the Mediterranean Sea, are pushing for increased public and private investment in Africa. Development Minister Gerd Mueller said Germany would in coming weeks release details of what he called a new "Marshall Plan with Africa" - drawing a direct parallel with the huge U.S. investment programme that kick-started the ravaged German economy after World War Two. "We have to invest in these countries and give people perspectives for the future," he told a news conference. "If the youth of Africa can't find work or a future in their own countries, it won't be hundreds of thousands, but millions that make their way to Europe."   for Migration last week said nearly 160,000 people had crossed the Mediterranean from Africa to Italy this year, while 4,220 had died trying.   Mueller noted that in addition to the migrants already looking to come to Europe, there were about 20 million displaced people in Africa. He said these issues needed to be recognised by the international community, and Africa should have representation on the U.N. Security Council. Mueller said his plan was aimed at developing joint solutions with African countries, with a big focus on programmes for youth, education and training and on strengthening economies and the rule of law. Merkel raised similar issues during a visit to Africa last month, and during a meeting of the G20 industrialised countries in China. Mueller said a significant share of his ministry's proposed budget increase of over 1 billion euros for 2017 would be earmarked for projects in Africa. Germany this week pledged a 61-million-euro ($67 million) hike in funding for U.N. relief operations in Africa.nternational Organization The Looting Machine Savaş ağaları, Oligarklar, Şirketler, Kaçakçılar ve Hırsızlık Afrika'nın Zenginliği Petrol, gaz, değerli taş, metal ve nadir toprak minerallerinin ticareti Afrika'da büyük hasarlar yaratıyor. Brezilya, Hindistan, Çin ve diğer “yükselen pazarların” ekonomilerini dönüştürdüğü yıllarda, Afrika'nın kaynak devletleri endüstriyel tedarik zincirinin en altına bağlı kaldı. Afrika, dünyadaki hidrokarbon ve mineral rezervlerinin yaklaşık yüzde 30'unu ve dünya nüfusunun yüzde 14'ünü oluştururken, küresel üretimdeki payı 2011'de tam olarak 2000'de olduğu yerde: yüzde 1'di. Tom Burgis ilk kitabı The Looting Machine'de Afrika'nın kalkınma mucizesi hakkındaki gerçeği ortaya koyuyor: Kaynak devletler için bu bir serap. Petrol, bakır, elmas, altın ve koltan yatakları, eyaletlerin değerini yağmalamak için gizli siyasi gruplarla birleşen küresel bir tüccar, bankacı, şirket çıkarıcı ve yatırımcı ağını cezbetmektedir. Kaynağa bağımlı ekonomilerin kaprisleri, Afrika’nın yeni orta sınıfını, oradan çıktıkları kadar çabuk yoksulluğa sürükleyebilir. Ayaklarının altındaki zemin Kongolu bir maden ocağı kadar tehlikelidir; refahları, bozuk bir boru hattından çıkan ham petrol gibi akabilirdi. Bu felaket sosyal parçalanma, yalnızca Afrika’nın sömürge kurbanı olarak geçmişinin bir devamı değil. Şimdi yağma daha önce hiç olmadığı kadar hızlanıyor. Afrika’nın kaynaklarına yönelik küresel talep arttıkça, bir avuç Afrikalı meşru olarak zenginleşiyor ama büyük çoğunluğu, bir bütün olarak kıta gibi, filizleniyor. Yabancılar Afrika'yı büyük bir hayırseverlik akışı olarak düşünme eğilimindedir. Ancak kaynak endüstrisine daha yakından bakın ve Afrika ile dünyanın geri kalanı arasındaki ilişki oldukça farklı görünüyor. 2010 yılında Afrika'dan akaryakıt ve maden ihracatı 333 milyar dolar değerindeydi, bu ters yöndeki yardımın değerinin yedi katından fazlaydı. Ama parayı kim aldı? Doğum sırasında ölen her Fransız kadın için, sadece Nijer'de 100 kişi ölüyor, uranyum Fransa'nın nükleer reaktörlerine yakıt sağlayan eski Fransız kolonisi. Angola gibi petro-devletlerde hükümet gelirinin dörtte üçü petrolden geliyor. Devlet halk tarafından finanse edilmiyor ve sonuç olarak onlara borçlu değil. Ekonomileri kaynaklara bağlı olan bir grup Afrika ülkesi rantiye devletler; onların halkı büyük ölçüde serftir. Kaynak laneti yalnızca talihsiz bir ekonomik fenomen değil, soyut bir gücün ürünüdür. Afrika’nın kaynak devletlerinde olan şey sistematik yağmadır. Kurbanları gibi, yararlanıcılarının da isimleri vardır.   http://www.reuters.com/article/us-europe-migrants-africa-idUSKBN1361KN      

Algı Operasyonu /psikolojik Manipülasyon.(2)

Algı Operasyonu /psikolojik Manipülasyon.(2)....... Tarih İnsanlık Dersi Konusunda Avrupa‘ yı da Türkiye‘ ye de yazacak...     Gördüğümüz gibi hep beraber dünyanın en cömert yardım sever halklarını belirleyip paylaşmışlar... Türkiye'den tek bir kelime yok...Türkiye'nin esamesi okunmuyor.....Varsa yoksa küresel oyun kurucular... "Biz ne kadar yardim severiz"   Efendim "İngiltere Avrupa'nın en cömert en yardımsever ülkesi imiş....".... ama işte ...İlk önce World Economic Forum https://www.weforum.org/ Raporu hazırlayıp servis yapıyor...BBChttp://www.bbc.com/   alıyor sonra The Guardian ...Gördüğümüz gibi bir tek vasat "araştırma" ile tüm dünyada bir algı nasıl yaratılır bunun örneğini hep bereber görme olanağına kavuşuyoruz.....Tarih Boyunca Sömürgecilik Yapmış İngilizler..Şaka gibi...... .Bu arada bir not: Dünya yardım sever halklar sıralamasının 2015 versiyonunda Türkiye 128.sirada gösterilmiş...! Son Söz:Tarih göçmenler köprü altında kalamasın diye taş koyan Avrupa'yı da ,3 milyon insana kapı açan Türkiye'yi de yazacak... https://www.weforum.org/agenda/2016/10/this-map-shows-where-the-world-s-most-generous-people-live    https://www.theguardian.com/international https://www.theguardian.com/voluntary-sector-network/2016/oct/25/uk-global-giving-index-lags-myanmar?utm_term=Autofeed&CMP=twt_b-gdnnews#link_time=1477417099 from the guardian: ​ Voluntary Sector Network UK is Europe's most generous country but still lags behind developing world David Brindle Annual global survey shows Myanmar is more generous and volunteering is more common in Turkmenistan than in the UK   Children in Myanmar, where, for the second year running, people have been rated the most generous in the world in Caf’s giving index Photograph: Nyein Chan Naing/EPA Tuesday 25 October 2016 11.02 BST Last modified on Tuesday 25 October 2016 11.03 BST   We think rather smugly of ourselves in the UK, and in the west as a whole, as charitable souls. So it can come as something of a shock to learn that the world’s most generous folk are in Myanmar, that Iraqis are those most likely to help a stranger and that volunteering is most common in Turkmenistan. These are the findings of the latest world giving index, compiled annually by the Charities Aid Foundation (Caf) from survey data drawn up across the globe by Gallup. And while Caf puts a positive spin on it – “UK most generous in Europe” – the harsh truth is that Brits are not getting noticeably more selfless. In fact, the UK is this year down two places to eighth in Caf’s overall generosity league table, which combines cash giving, volunteering and helping strangers. It’s seventh on donations alone, but doesn’t make the top 10 on either of the other two yardsticks. The 10 most generous nations in the world – in pictures   View gallery It’s easy to make light of such findings: the Gallup data is based on much more wide-ranging surveys, usually of 1,000 people a time, in more than 140 countries. There are no doubt methodological uncertainties in comparing directly a telephone-based survey in the UK with face-to-face interviews in Turkmenistan or Sri Lanka (fourth on volunteering, fifth overall). But these results do chime with other evidence suggesting that the UK is, at best, holding its own on giving and helping. Economic recovery since the crash of 2008 has certainly not brought any explosion of magnanimity. According to the most recent version of Caf’s own UK Giving survey, the number of people donating to charity is dropping: whereas in 2014, 44% said they had given in the previous four weeks and 70% in the previous 12 months, the corresponding proportions in 2015 were 42% and 67%. In its latest Civil Society Almanac, the National Council for Voluntary Organisations (NCVO) notes that charities’ income from individuals – which includes legacies, membership fees and takings at charity shops – rose 7.7% in 2013-14 compared to the previous financial year. But the total was still below the peak of 2010-11. On volunteering, the Cabinet Office’s Community Life Survey for 2015-16 indicates that 41% of people volunteer “formally”, through groups, clubs or other organisations in the course of a year - down from 42% in 2014-15. Taking account of “informal” volunteering, defined as providing help to someone who is not a relative, the 2015-16 figure looks better, at 70%, and is indeed up from 69% in 2014-15. But this is hardly an increase to dine out on. Nick Ockenden, NCVO’s head of research, thinks we should look at the positives. “I would call it a stable picture rather than flatlining,” he says. “It’s certainly not a bad thing.” He concedes, though, that charities have come to rely much more on individual giving and volunteering since government funding – particularly grants – nosedived when austerity followed the 2008 crash. His team is currently crunching the 2014-15 numbers for the next edition of NCVO’s almanac, anxious to establish if the sector’s overall income rise registered in 2013-14, the first for four years, was continued. One intriguing aspect of the picture is that the huge growth in opportunities to give, whether online or at bank cashpoints, does not appear to have generated any significant net growth in donations. “People are still going to chuck a pound in the bucket or buy raffle tickets,” says Ockenden. “Sometimes there’s a tendency to think that technology replaces everything that came before, but it doesn’t – it’s just about giving people, especially young people, other mechanisms to do so.” While the UK and the rest of Europe tread water in Caf’s global giving index, Africa emerges this year as the continent showing the biggest increase in generosity. Disasters and adversity appear to have spurred good deeds, with Nepal and Libya featuring strongly as well as Iraq. John Low, Caf chief executive, says such selflessness is humbling and reflects an in-built human desire to give and help others. “Governments should encourage that spirit of generosity and create the environment in which a strong civil society can flourish, allowing people to reach out to those less fortunate than themselves. “Unconditional gifts of time and money are a life-changing force for good in the world. As people become more prosperous and economies grow stronger, we have an opportunity to build an ever stronger culture of giving right across the world.” For more news, opinions and ideas about the voluntary sector, join our community - it’s free. This map shows where the world’s most generous people live   Image: REUTERS/Thomas Peter Written by Alex GraySenior Writer, Formative Content Published Tuesday 25 October 2016 Share    Latest Articles   Girls are reading more than boys - here's why Alex Gray 25 Oct 2016   London, Wales, Northern Ireland and Scotland deserve a seat at the Brexit negotiating table Regular AuthorRodrigo Tavares25 Oct 2016   Can't sleep? This is what's happening inside your brain Video Blog 25 Oct 2016   More on the agenda If you live in Myanmar you are much more likely to give money to charity than if you live in China. That’s according to the 2016 Global Civic Engagement Report by Gallup, which lists Myanmar as the most generous country, and China as the least. The report was based on a survey which asked 145,000 people in 140 countries whether they had donated money to charity, volunteered their time to an organization, or helped a stranger in need within the past month. The most popular form of civic engagement was helping a stranger or someone they didn’t know. Almost one in four respondents, 44%, said they had done so in the last month. Fewer than one in three, 27%, said they had donated money, and even fewer, one in five, or 20%, had volunteered their time. If you transpose the figures onto the global population you’ll see that, in 2015, 2.2 billion had helped a stranger in need in the past month, nearly 1.4 billion had donated money to a charity, and almost 1 billion had volunteered their time to an organization. However, some countries were far more generous than others.   Image: Gallup Among the top 10 most generous countries are the United States, Australia and New Zealand. Indeed, the study found a strong correlation between the per capita GDP of a country and how civic-minded its citizens are. That said, not all of the top 10 countries could be considered wealthy. Sri Lanka, which came in fifth behind New Zealand, and Indonesia, which was in seventh place, ahead of the United Kingdom, both have middle-income status. Have you read? ·        Wealth can make us selfish and stingy. Two psychologists explain why Among the least generous were Greece, Yemen and the Palestinian Territories – all of which have suffered economically or are suffering conflict. The report also looked at the correlation between the economic and political conditions of the countries that gave and the amounts they gave. It found that many of the populations that are least civically engaged are those that have suffered economic and political upheaval. Within the individual questions, the answers varied. The people most likely to help a stranger were in Libya, 79%; Somalia, 77%; and Malawi, 75%. The least likely were in China, 24%; Cambodia, 25%; and Japan, 25%. The countries where people were most likely to volunteer time to an organization were Turkmenistan, 60%; Myanmar, 55%; and Indonesia, 50%. The countries where people are most likely to donate money are Myanmar, 91%; Indonesia, 75%; and Australia, 73%. The least likely were Morocco, 4%; Yemen, 5%; and China 6%. What are people’s motivations for helping? Myanmar has a strong Buddhist tradition, which encourages donating and volunteering. The country came first or second in all three categories, with a massive 91% of people in Myanmar saying they donated money to charity. The case for China is an interesting one. Despite having the world’s second largest population of billionaires, with 335 calling it home according to the 2015 Forbes China Rich List, the Chinese are ranked among the least generous in all categories. Part of the reason, according a report by the UN, is that China has not historically had philanthropy as part of its culture. Those wishing to set up a charitable foundation face a mountain of paperwork, and recent scandals involving public charities have made the general public less trusting of them. However, it does look like things are changing. At the end of 2015 there were over 4211 foundations in China, a 60% increase from just five years ago, and the UN says that data show that the overall number of citizens who decide to donate to charity is growing every year. Why is civic engagement important? The Gallup report says that encouraging citizens to share responsibility for the problems facing their communities and getting them to participate in solving them is one of the most important tasks for global leaders. When leaders understand what motivates people to invest their time, effort and talent to benefit strangers, they create “massive economic value and enormous reserves of well-being for everyone involved,” it concludes. Share       http://www.bbc.com/news/world-asia-37762753  Which country is the most generous in the world? 3 hours ago   From the sectionWorld Share Image copyrightREUTERS Image captionDespite the violence in Iraq, they are considered the most welcoming people in the world A war-torn state and a country ruled by an oppressive military junta for decades are home to the world's most generous people, research suggests. People in Iraq are the kindest to strangers, while Myanmar's residents give the most away, according to the CAF World Giving Index 2016. In the last month, eight in 10 Iraqis have helped someone they don't know, with Libyans helping almost as many. During the same period, 91% of those in Myanmar have given money to charity. In comparison, 63% of Americans - the second most generous overall - have donated money, with 73% helping a stranger. Hairdresser offers discount to people 'having a bad day' I went to Nigeria to meet the man who scammed me The annual ranking places Myanmar, previously known as Burma, at the top of the list for the third year in a row, with more than half the population donating time and 63% helping a stranger. The report said the generous giving reflected the practice of "Sangha Dana", where the country's Theravada Buddhist majority donate to support those living a monastic lifestyle. The overall table, which takes into account financial donations, help offered to strangers and volunteering, ranks the UK as the most generous place in Europe, the United Arab Emirates in the Middle East, Kenya in Africa and Guatemala in Latin America. China is named as the least generous country. However, the poll only takes into account the responses of 1,000 people on average in each of the 140 countries, and the Charities Aid Foundation acknowledges there is margin for error. But it is the kindness of Iraqis and Libyans to complete strangers in the face of years of conflict and terrible violence which stands out in the list. BBC correspondents are unsurprised by the findings, as both countries have long traditions of hospitality to those they don't know. The world's 10 most generous countries Rank Country Overall generosity 1 Myanmar 70% 2 United States 61% 3 Australia 60% 4 New Zealand 59% 5 Sri Lanka 57% 6 Canada 56% 7 Indonesia 56% 8 United Kingdom 54% 9 Ireland 54% 10 United Arab Emirates 53% "Though often initially suspicious of foreigners they do not know, Libyans have an intrinsically generous culture," explained BBC North Africa correspondent Rana Jawad. "In my experience this became more apparent after Gaddafi was overthrown from power; decades of anti-Western rhetoric and the police-state nature pre-2011 gave a distorted impression of Libyan hospitality - they were not unkind then, but just fearful of being helpful to foreigners or Libyan strangers. "After the revolution, Libyans became vastly more welcoming of strangers and demonstrated it on every occasion they could. The persistent state of conflict since has probably contributed to the current ranking because in the absence of state authorities, civilians only have each other to turn to for help."

Bugünlerde Güneş‘e En Yakın Konumdayız Fakat Hava Çok Soğuk

Kış mevsimine girerken güneşe yaklaşıyoruz!  kış olunca güneşe en yakınız.(21 Aralık 2020) saat 13:44'te güneş gökyüzünde en güney konuma geldi... Gündönümü, en kısa gün....21 Aralık Çarşamba gecesi en uzun geceydi. Ayrıca, tam da Kış Gündönümü tarihi olan 21 Aralık 2020 gecesinde  Jüpiter ve Satürn’ün,     birbirlerine çok yakın bir konuma geleceklerini ve birbirlerinden sadece 0,1 derece uzaklıkta bulunacağını bilim insanları söylüyor. Diğer yandan bu yakınlaşmaların hep eşit değil..Buna benzer bir yakınlaşma (kavuşum) 1623 yılında ,İki gezegenin birbirlerine en yakın kavuşumu ise, 800 yıl kadar önce, 1226 yılında gerçekleşmiş. Bundan sonraki ilk kavuşum 15 Mart 2080 tarihinde olacakmış. 4 Ocak'ta ise Dünya  Güneş'e en yakın, Yazın  ise en uzak. konumda... . Aradaki fark 5 milyon km. olduğu yazıyor kitaplarda Saatli Maarif Takvimi’nin yazdığına göre, 21 Aralık 2020 Pazartesi gecesi 14 saat 31 dakika sürdü. Gün 9 saat 29 dakika oldu. “Kış Gündönümü” başladı.     Osmanlı döneminde ve Cumhuriyet’in ilk yıllarında kullanılan Rumi takvimde 22 Aralık Erbain’in başlangıcıdır diye yazıyor kitaplar...    Üç aylık kış mevsimi Erbain ve Hamsin diye ikiye ayrılır. Erbain, 22 Aralık’tan 30 Ocak’a kadarki 40 günlük kış dönemine verilen isimdir. Erbain’den sonra 31 Ocak’ta başlayan Hamsin ise 21 Mart’a kadar devam ettiğini söylüyor konun uzmanları... Hamsin’de havalar yumuşamaya başlayınca cemreler düşer. Cemre sıcaklık anlamına gelen bir kelime.....   Kış Gündönümü’nde güneş ışıkları Oğlak Dönencesi’ne dik gelir. Kuzey Yarıküre’de günler uzamaya, Güney Yarıküre’de kısalmaya başlar. Bu tarih, Kuzey Yarıküre’de kışın, Güney Yarıküre’de yazın başlangıcı sayılmakta....    Kış ve yaz gündönümleri insanüstü bir gücün doğayı yönlendirmesi olarak binlerce yıl önceden insanlığı etkilemiş, gündönümleri, insanüstü güce tapınma, verdiği nimetlere şükretme amacı güden törenlere, şenliklere vesile olmuş.... Binlerce yıl önce Altaylarda yaşayan Türkler, Kış Dönümü’nü ışığın karanlığı yendiği, uzun günlerin başladığı günler olarak kutlamışlar...     Nar Dugan-Dogan Gün kutlamalarında “Akçam Ağacı” altında toplanılırmış, Akçam Ağacı’nın dallarına dilek bezleri bağlanır, baş melek Ülgen’e adaklar adanır, hediyeler sunulurmuş...    Kış Gündönümü kutlamaları başka toplumlarda da farklı şekillerde kutlanagelmiş...        Dünyanın güneşe olan uzaklığı yaklaşık 150 milyon kilometreymiş Zirvelerin yüksekliği gözönüne alındığında birkaç kilometrelik yükseklik farkı, sonucu etkileyecek anlamlı bir fark yaratmıyormuş. Örneğin düyanın en yuksek noktası olan Everest Tepesi yaklaşık 9000 metredir (8848m.) Bu durumda 9 kilometrenin, 150 milyon kilometreye olan oranı  (9.000/150.000.000.000= 0.00000006) “devede kulak” misali etkisiz kalıyormuş. Yani sanıldığı gibi dağlar güneşe pek de yakın değilmiş...  Yeryüzünde ısınan hava yükselirken enerjisini harcadığından ve zirvelere ulaştığında ortam sıcaklığına ulaşırmış. Yükseldikçe artan nemli hava da, her yüz metrede bir yaklaşık olarak 0,5 derece ısı kaybına neden olurmuş.  Bu nedenle Everest’in eteği ile ile tepesi arasında 50 dereceden fazla sıcaklık farkı oluşmaktaymış. Hava sıcaklığı ve mevsimlerin oluşmasına etki eden bir başka detay da; dünyanın eğimli bir eksene sahip olmasıymış.  Dünyanın güneşe en yakın olduğu aylar kışı, en uzak olduğu aylar yazı yaşıdğımızı yazıyor.. Dünya güneş etrafındaki “elips” şeklindeki yörüngesini tamamlarken güneşe 147-152 milyon kilometre arası mesafelerde seyrediyormuş. Yani güneşin etrafında gezinirken 5 milyon kilometre yaklaşıp uzaklaşmaktaymışız. Mevsimlerin oluşumunda güneşe yakınlık değil, güneş ışınlarının yüzeye geliş açısı önemliymiş. Güneş ışınlarının çoğu yeryüzünde emildiğinden önce yer sonra hava ısınmaktaymış. Bu nedenle toprağa yakın hava katmanlarının daha sıcak olduğunu yazıyor..  Atmosferin ısınması üzerine ciddi etkisi kanıtlanmış olan karbondioksit gazını da bu vesile ile bir kez daha anımsamakta yarar varmış. Isıyı tutarak sera etkisine neden olan karbondioksit, ağır bir gaz olduğu için atmosferin yeryüzüne daha yakın tabakalarında birikirmiş. Daha ayrıntılı bilgi için: http://www.space.com/3304-earth-closest-sun-dead-winter.html http://www.slate.com/blogs/bad_astronomy/2013/01/02/perihelion_earth_is_closest_to_the_sun_today.html https://aplanetruth.info/9-why-is-the-earth-closest-to-the-sun-in-the-wintertime/ NOT:(Fotoğraf: Kafkas Dağlarının Eteklerinde Memleketim...kaan Gündoğdu‘nun Kadrajından.....)